Bir gün uyandiginizda
bir de bakacaksiniz ki, kisi basi milli gelirimiz 20 bin dolar oluvermis. O günü bu dünyadaki yasaminiz sirasinda mi, yoksa öbür tarafa göçtükten
sonraki bir uyanisinizda mi görürsünüz bilinmiyor.
Bilinen su: konu edilen hayalin ne zaman gerçeklesecegini, bugün alinacak
kararlar ve yapilacak tercihler belirleyecek.
YOL AYIRIMINDAKI TÜRKIYE
Neden mi? Çünkü eski usul tarimla,
turizmle, insaatla varacagimiz
yerin sonuna gelindi. Buradan öteye gitmek için her alanda katma
degeri yüksek ekonomiye geçmemiz sart. Bunun yolu da belli; temel özgürlüklerde,
hukuk sisteminde ve egitimde reform!
Dünyada yüksek katma deger yaratan inovasyon temelli ekonomilere baktigimizda gördügümüz üç ortak özellik sunlar: Bilgiye ulasmanin önünde
ekonomik ve siyasi engeller olmamasi, adil rekabetin yasal güvence altinda
olmasi ve dayanismaya dayali bir ekosistemin varligi. Bu konularda dünyadaki mukayeseli konumumuz nedir
diye sorulacak olursa, cevap söyle:
Bilgiye Ulasma Özgürlügünde 180 ülke arasinda 154.’lük. 2015 yili
Hukukun Üstünlügü çalismasi verilerine
göre ise bu endekste 99 ülke arasinda 80.’lik! (1) Dayanismaya gelince, bunun iki boyutu var; inovasyon yolunu
açabilecek bir egitim sistemi ve fikir sahibi olanlara
sermaye ve know-how sunacak bir tesvik
yapisi. Daha yazimizin basinda bu alanlardaki yerimizi belirtip
moral bozmayalim, bu konuya ilerleyen sayfalarda yeterince deginecegiz zaten. Simdilik ilk 40 ülke arasinda olmadigimizi belirtmekle yetinelim. Ama bilelim ki;
özgürlük, adalet ve dayanisma yoksa, refah da yok!
Tercihiniz? (bu soruyu sik sik soracagiz,
hazirlikli olun).
2013 yilinda dünyanin 17. Büyük
ekonomisiydik, bir yil sonra 19. Siraya düstük. The Economist’in
projeksiyonlarina itibar edeceksek, 2025 yilinda, birakin ilk 10’a
girmeyi, ilk 20’ye bile girecegimiz süpheli. Neden? 2001 yilindan sonraki alti yilda,
Kemal Dervis ve ekibinin hayata geçirdigi, ardindan AKP tarafindan harfiyen uygulanan
reformlarla ciddi yol alinmisti. Ne olduysa 2008
sonrasinda oldu. Türkiye ekonomisi insaat
ve rant odakli bir büyüme çizgisine sapti ve milli gelir 10 bin
dolar seviyesine çakilip kaldi. Ilk
10’a nasil girilebilecegi konusunun özellikle ekonomi bacaginda, her nasilsa AKP ve CHP kurmaylari hemfikir;
yapisal reformlar sart! Hukuk, temel özgürlükler ve egitim alanlarinda yapisal reform yapmadan ilk 10’a
girmek hayal.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1 Bizim
tesbit edebildigimiz. ( 2014 Raporunda 99 ülke
arasinda 59.’luk – 2015 Raporunda 102 ülke arasinda 80.’lik.)
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sermaye,
ticaret, bilgi ve insan hareketlerinden olusan
12 ayri faktörün ölçümüyle ortaya çikan bir ölçek var.
Adina Küresel Baglanmislik
Endeksi (Global Connectedness Index) deniyor. Bu çalismada 140 ülke incelenmis. Global ekonomiye en fazla katilan 10 ülkenin 9’u
Avrupa’da! Hollanda, Irlanda, Singapur basi çekiyor. G. Kore 13., Israil 16., Bulgaristan 36. sirada. Biz ilk 50 arasinda
yokuz (59). Kissa: Dünya ekonomisine entegre olmak istiyorsak, AB’ye katilmakta
israrci olmaliyiz. Sanghay Beslisinden
hayir yok. Firsat mi? Var! Incelemenin sasirtici bir tespiti
bulunuyor. 1980’lerde global ekonomik hareketlilige
bakildiginda, cografi
olarak dünyanin ekonomik merkezi Atlantik Okyanusu ortalarinda bir yere denk
geliyordu. 2014 verileri ise bu merkezin Türkiye oldugunu söylüyor! Bu cografi
avantaja ragmen neden ilk 50’de yokuz? Çünkü günlük yapay
sorunlarla bogusmaktan
yapisal sorunlarimizin çözümüne odaklanamiyoruz. Çekisme kültürünün sehvetine
kapilarak ayni yolda devam mi edilmeli, yoksa reformlari hayata
geçirerek yeni bir baslangiç mi yapilmali? Tercihiniz?
Bu devirde bir ülkenin ekonomik kalkinma
seviyesi artik suradan suraya
geldik diye kendi içinde bir degerlendirmeyle
yapilmiyor. Rakiplerinizle aranizdaki mesafede bir degisim olup olmadigina bakiliyor. Bize benzeyen dört ülke
(Yunanistan, Ispanya, Brezilya, G. Kore)
ile ülkemiz, 1960’dan bu yana kisi
basina düsen
milli gelir açisindan mukayese edildiginde söyle bir durum gözüküyor (veriler Dünya Bankasi’ndan):
1960’larda yakin ara lideriz, 2012’de sonuncu!
Peki, BM Beseri
Kalkinma Endeksindeki yerimiz? 2014 sonuçlarina göre 69. Siradayiz. Sadece
ekonomik göstergelerle degil, saglik,
egitim, gelir adaletsizligi, toplumsal güven gibi konularin da hesaba katildigi bu incelemenin sampiyonlari Norveç, Avustralya ve Isviçre. Sonunculari ise Orta Afrika Cumhuriyeti,
Kongo ve Nijer. Iyi haber su: Son bes yilda
Türkiye en çok asama kaydeden ülkelerden biri (Ruanda, S.
Arabistan, ve Zimbabwe ile birlikte). Kötü haber ise, bu asamalarin önemli bir kismi 2011 öncesi
yasanmis,
son üç yildir yerimizde sayiyoruz. Dünyanin 18. Ekonomisi olan
ülkemizin Beseri Kalkinmislik
bakimindan 69. Sirada, Lübnan’la Kazakistan arasinda bir yerlerde olmasi sizce
uygun mu?
Insan unsurunu iskalayarak, sadece dogal kaynaklara ve jeopolitik üstünlüge dayanarak basarili olmak
mümkün mü? Egitimle refah arasinda nasil bir iliski var? Söyle
diyelim: Evet belki orta gelir tuzagi içindeki
ekonomik büyüme sürecinde egitimi biraz boslayabilirsiniz zira bu süreçte dogal kaynaklar, tarim, insaat
gibi sektörler büyük rol oynar. Ancak, kisi
basi 10 bin dolarlarda debelenmekten kurtulup
refah sürecine geçmek için katma degeri
yüksek ürünlerle dünya pazarlarinda rekabet edebilmek gerek. Bunun için de
egitimli is gücü… Ise egitimli bireyleri yetistirecek ögretmenlerden
baslamaya ne dersiniz? Evet diyorsaniz bu is, atanamamis, issiz veya meslegini
icra ediyor olsa bile karni guruldayan ögretmenlerle olmuyor, bilesiniz.
Yukarida, orta gelir tuzagindaki büyüme sürecinde insaatin rolünden bahsettik. Bir baska deyisle
rant ekonomisi. Giderek artan tarih ve doga
tahribatinin kaynaginda ranta dayali bir kalkinma modeli
yatiyor. Çünkü bu modelde anilan degerler
tahrip edilmeden rant yaratilamiyor, kalkinma
(!) mümkün olmuyor. Veriler diyor ki, bir
ülkede kisi basi milli
gelir arttikça, o ülkede ev sahipligi
talebi azaliyor! Neden? Çünkü refahi yüksek toplumlarda
hukukun üstünlügü de yerlesmis oluyor.
Dolayisiyla o ülkelerin bireyleri, paralarini güvenceye almak için
bir tapuya siginarak betona gömmek yerine adaletli bir
toplumda yasiyor olmanin verdigi güvenle daha faydali alanlara gönül rahatligi ile yatirim yapabiliyor. Ülkemizde yeni
kurulan sirketler içinde insaat faaliyeti yapanlarin açik ara birinci olmasi,
insanlarimizin, istikrarsiz ekosistemimizde en güvenli yatirimin betona yapilan
oldugunu düsünmesinden.
Hiçbir gelismis demokraside
imar planlari bizdeki siklikla degismiyor, keyfi uygulamalarla ekonomiye müdahale
edilmiyor çünkü hukuk sistemi buna izin vermiyor. Politikacilar da
kent yasaminin gelismesiyle
ortaya çikan ranti kendi çikarlarina göre dagitamiyor. Kisacasi, hukukun üstünlügü yoksa, rant vardir! Vah olsun derelerimize,
ormanlarimiza, zeytinliklerimize ve tarihimize…
Ne kadar çok hukuk, o kadar çok kalkinma çagi diyerek hukukla ekonomi arasinda bag kurmadan önce verileri tekrar hatirlatalim.
Yakinlarda yayinlanip bizde pek ses getirmeyen 2014 yilinin Hukukun Üstünlügü Endeksinde (Rule of Law Index) 99 ülke arasinda
59. sirada oldugumuzu yazmistik.
Bu endekste Iskandinav ülkeleri basi çekerken, Endonezya (2) ilk
10’a girmeyi basaran tek Asya ülkesi. Söz konusu
endeksin bir alt kategorisi olan Temel Özgürlükler alaninda ise durum bir
felaket; 99 ülke arasinda 78.yiz.(3) Basta gene Iskandinav ülkeleri
var, sonuncular Zimbabwe ve Iran.
Bu siralamanin ne önemi var diye sorulacak olursa, hukukun üstünlügü ile kisi
basina düsen
milli gelir arasindaki iliskiye bakilmali. Biri
arttikça digerinin de paralel biçimde arttigi hiç tartisma
götürmeyecek kadar belirgin. Hukuk mu refah mi diyerek tercihinizi
sormayacagim çünkü birinin
olmamasi halinde digerinin de olmadigi çok açik.
YA ÖZGÜRLÜK YA SEFALET
Sefalet dediysek yerlerde sürünmekten bahsetmiyoruz
tabii. Çok sükür o dönemleri astik. Ama yasam
standartlarimizi gelismis ülkelerin refah seviyeleri ile karsilastirdigimizda orta gelir tuzaginda çirpinmakta
oldugumuzu görürüz. Bu anlamda müreffeh
dünyanin sefilleriyiz.
Yeni ekonominin, yâni bilgi ekonomisinin
lokomotifi yüksek becerilere sahip, bilgiye özgürce ulasabilen egitimli
insan! Bir kamyon domates satiyor, bunun parasiyla basit bir bilgisayar
alamiyoruz. Geçenlerde 19 milyar dolara el degistiren ve sadece 53 çalisani bulunan WhatsApp’in degeri, Türkiye’nin cumhuriyet tarihi boyunca ortaya
çikardigi, on binlerce çalisani olan ve ilk 10’umuzda yer alan en büyük
dört sirketin (T.Telekom, TÜPRAS, THY, Petrol Ofisi) toplam piyasa degerinden daha fazla! Bu durumda bir gariplik yok mu?
Bizden neden bir WhatsApp çikmiyor? Çünkü yaraticiliga dayali iyi bir egitim
yapimiz ve buna paralel uygun bir ekosistemimiz yok. Bilgi ekonomisi, adi
üstünde, bilgiye özgürce ulasilan,
bireylerin özgürce tahayyül edebildigi
ve birbirleriyle dayanisma içinde tesvik
gördügü, hukukun üstün oldugu bir ekosistem içinde gelisebiliyor. Bilgiye ulasimda,
yâni basin özgürlügü alaninda 180 ülke arasinda 154.
siradayiz. Böyle olunca da inovasyon seviyesinde 142 ülke arasinda 68. sirada
yer aliyoruz. Bu endeks, inovasyonu yalnizca AR-GE yatirimlari bakimindan degil, bilgi ve teknoloji çiktisi, katma degeri yüksek ürün gelistirilmesini esas alarak ölçüyor. Söz konusu endeks ile
Kisi Basi Milli
Gelir arasindaki iliskinin nasil oldugunu belirtmemize gerek var mi? Süphesiz ki biri arttikça, digeri de artiyor.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
2 O ülke Endonezya degil
Singapur olmali. Endonezya: 2014’de 46.. 2015’de 52.
3 2015 Raporu daha bir felaket: 102 ülke arasinda
96.’yiz. [Uganda ve Afganistan’dan beter duruma düsmüsüz]).
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Her seyi
devletten beklememek gerek deriz. Ülkemiz özel sektöründe, üniversitelerdeki
AR-GE çalismalarina finans destegi saglama aliskanligi neden yaygin degil? Örnegin
bir Ülker, neden gidip Harvard’daki bir arastirma
laboratuvarina 24 milyon dolar bagis yapti da (neyse ki arastirmayi yürüten birimin baskani bir Türk; Prof. Gökhan Hotamisligil) bunu bir Türk üniversitesinden esirgedi? Nedeni
“itibar”. Üniversiteler itibar merkezleridir. Itibarlari, akademik yayin, atif, patent basvurusu, arastirma
destegi gibi unsurlar dikkate alinarak çok
ciddi incelemelerle ölçülür. Harvard, bu ölçümlerde zirvede oldugu için kapisinda bagisçilar sirada. 2014 yilinda Türkiye, onca idari ve
siyasi baskiya, kisitli fonlara, bilgiye ulasmadaki
engellere ragmen dört üniversite ile ilk 500
arasina girmeyi basarmistir.
Bu da gösteriyor ki iyi akademisyenler bizde de var. Ama bu kadari, is dünyamizin cömertlik hissiyatini yeterince
tetiklemiyor. Rektörlerin Ankara’dan, özlük haklari güvencede olmayan
akademisyenlerin rektörlüge atandigi, özerkligin lâfta kaldigi bir
sisteme güvenleri yok. Itibarli üniversitelerde,
katma degeri yüksek bilim üretmeden tabela
kurumlarinin sayisinin artmasi, akli basinda
insanlarin gözünü boyayamiyor. Örnegin
“Milli Otomobil” diyor ve Ford’un 19. yüzyilda basladigi yerden yarisa
girmeye çalisiyoruz. Bakanimiz “Hybrid Araç” diyor ama
bu araç, adi yeni, teknolojisi eski bir motorla mücehhez, eskinin yeni
olaniyla. Yenisi sifir emisyon motor! Yeni teknolojiler, önceki nesli kurma
firsatini kaçirmis olanlara yeni firsatlar sunar.
Ford’u bos verip her kategoride sifir emisyonlu
araç üreterek sektörü topyekûn degistirmek amacinda olan Tesla’ya gözümüzü dikmeliyiz. Bu
kalitede bilim üretebilecek üniversitelerimiz var da bagisçilarimizin elleri buna
ragmen mi ceplerine gitmiyor?
Eski usul tarimla, turizmle, insaatla orta gelir tuzagindan
kurtulamiyoruz, katma degeri yüksek üretim gerek dedik. Peki,
akmasa da damlar mantigiyla, tarima, turizme deger katamaz miyiz? En büyük turizm markamiz Istanbul. Pek çok global ankette Istanbul yabanci turistlerin en çok görmek
istedikleri kentler listesinde ilk siralarda. Mastercard’in yaptigi bir çalismaya
göre, neredeyse New York kadar turist çekerek (11,8 milyona karsilik, 11,6 milyon) 132 kent arasinda dünya 7.’ligine yerlesmis. Ama Istanbul’a
gelen turist, New York’ta harcadiginin
ancak yarisi kadar para harciyor (kisi
basina 1575 dolara karsilik 810 dolar). Çalismaya daha yakindan bakarsak, rakiplerimizin turizm
gelirlerini ziyaretçi sayisini degil,
kisi basi harcama
miktarini arttirarak sagladigini görüyoruz. Biz ise ziyaretçi
sayisini arttirarak bunu gerçeklestiriyoruz.
Bizim gurbetçilerin bile yabanci turistlerden daha fazla
harcadiklari arastirmalarla sabit. O halde sorun bize gelen
turistin cimriliginde degil,
onlara paralarini harcatacak katma degeri
yüksek kültürel, sanatsal ve ticari hizmetler sunamamakta (lütfen “nerelerden
nerelere geldik” denilmesin, biz “nerelere gelebiliriz”’i tartisiyoruz). Londra’nin bir sanat sergisinden aldigi hasilat bizim tüm müzelerimizden topladigimiz hasilattan daha fazla! Ranta dayali kalkinma
modelimizde israr ederek Istanbul gibi dünyanin
gipta ile baktigi bir kentin bile tarihi dokusunu,
parklarini ormanlarini tahrip etmeye devam eder, trafigi içinde kipirdanamaz hâle getirirsek bu günleri de
arariz.
Tarimdan da bir örnek verelim. Dünyada
findigin yüzde 85’ini biz üretiyoruz ve bu isten senede 2-3 milyar dolar para kazaniyoruz. Toplam
3,5 milyon insanimiz ekmegini findiktan çikariyor. Oysa Ferrero
(Nutella ve diger markalariyla) bizim findigi isleyerek,
yâni ona deger katarak, sadece 22 bin isçiyle bizim üç katimiz, tam 11 milyar dolarlik deger yaratiyor. Ürettigimize deger
katamaz, markalasamazsak, isin
hamalligini biz yapariz, kaymagini baskalari yer.
Bu noktada, 1970’lere kadar bizimle ayni
kaderi paylasmis Finlandiya’nin
katma degeri yüksek, ileri teknoloji ürünleriyle
nasil olup da bugün bizimkinin dört kati milli gelir seviyesine geldigine bakmakta yarar var. Ilk etapta teknolojiye büyük yatirim yapma
karari aliyor ve ise üniversite kurarak basliyorlar. Göstermelik, tabela üniversitesi degil, gerçek anlamda bilgiye ulasma özgürlügü olan
ve arastirma yapan
bir üniversite… Sonra tüm bakanliklarin bütçelerini kisarak
tasarrufu, egitim ve AR-GE’ye yatiriyorlar. 2000’lerde
ülke tüm uluslararasi egitim ölçeklerinde
zirveye çikiyor. Melek yatirimci verileri, denklemin diger tarafini açikliyor. Girisim fikirlerine sermaye saglayarak ileri teknoloji ihtiva eden ürünlerin
ticarete konu olmasini saglayan
yatirimci tipi (Melek Yatirimci) dünyada en çok Finlandiya’dan
çikiyor. Hukukun üstünlügüne, adil rekabete ve seffafliga
dayali bir ekosistem, Finlandiya’yi güvenli bir seçenek yapiyor.
Tekrarda yarar var, Finlandiya, özgürce
bilgiye ulasma endeksinde 180 ülke arasinda
birinci, hukukun üstünlügü degerlendirmesinde ilk dördün içinde ve Kisi Basi Milli Geliri
bizimkinin dört kati! Bizim bu degerlendirmelerde
nerelerde oldugumuz yukaridaki satirlarda belirtildi. Bu
durumda bildigimiz yolda devam mi edecegiz, yoksa cesaret edip yapisal reformlari gerçeklestirerek ezberimizi mi bozacagiz? Tercihiniz?
TOPLUMSAL SORUNLAR ÜZERINE SAYISAL BIR DENEME
Toplumsal sorunlarimizdan biri, is kazalari. Özellikle kömür madenciligi sektöründeki ölümcül is kazalari, isin
fitratiyla izah edilebilecek gibi degil.
Dünyada en fazla kömür üreten ve is güvenliginde hiç de iyi bir sicile sahip olmayan Çin ve
ABD ile kiyasladigimizda bizdeki birim basina ölüm orani ürkütücü biçimde yüksek.
2012 verilerine göre, her bir milyon ton üretim basina Çin’de 0,34, ABD’de 0,02 isçi ölürken biz 4,33 isçimizi ölüme gönderiyoruz. Bu oranlara 2014
verilerini, yâni Soma olayini eklersek çikacak sonucun vahametini tahmin edin.
Çin’de olaylarin üzerini örtme gelenegi vardi ama durum 2005 yilinda meydana gelen ve
214 isçinin ölümüyle sonuçlanan kazadan
sonra olusan toplum baskisiyla degisti. Alinan ciddi
tedbirler ve sorumlular hakkinda uygulanan agir
cezalar sonucu, 2005 yilindan sonra is kazalarinda
ve ölümlerde önemli düsüsler kaydediliyor. Üstelik de üretim düsmüyor, aksine
artiyor!
Eger Soma’yi bir milat yapamaz, Çin’in
2005’de yaptigini biz 2015’de yapamayarak ölen
canlarin hesabini hakkiyla soramazsak daha çok aglariz.
Ülkemizde is kazalarini ekmek
kavgasinin dogal bir sonucu olarak gören güçlü bir
zihniyet var. Eger öyleyse, bizdeki ölümlerle baska ülkelerdeki ölümlerin sayisi arasinda
önemli bir fark olmamasi gerekir. Oysa tablo öyle degil. Her 100 bin çalisan basina Avrupa’da en çok isçi ölümü kaydeden ülke Türkiye. Bizim isçilerimiz, örnegin Ispanyol meslektaslarindan üç,
Yunan meslektaslarindan bes kat
daha fazla ölüyor is kazalarinda. Buna ragmen Avrupa’nin en zayif denetim agina sahibiz. Yâni bir nevi bos vermislik
ortami. Ülkemizde ne yazik ki insan ölümüne sebebiyet vermenin
caydirici bir cezasi yok! O halde çare denetimleri ve
cezalari arttirmak.
Mademki basligimiz Toplumsal Sorunlar, bir baskasiyla devam edelim; kitap okumuyoruz! IPSOS
(Uluslararasi bagimsiz bir piyasa arastirmasi sirketi)
tarafindan yapilan bir arastirmaya göre halkimizin
yüzde 45’i açikça kitap okumadigini söylemis. Evlerin çogunda
(%54) kitap sayisi 25’i geçmiyor (onlarin da çogu üniversiteye
hazirlik test kitabidir herhalde). Ya okullarda? Okulunda 5 binden fazla
kitabi olan ögrenci orani bizde yüzde 1, G. Kore’de
yüzde 92, dünya ortalamasi yüzde 32! Özetle evde ve okulda kitap olmadan
çocuklarini egitmeye çalisan bir ülkede yasiyoruz.
Hal böyle olunca, elinde çekiç olanin,
herkesi çivi gibi görmesi misali tüm toplumsal sorunlar polisiye tedbirlerle
çözülmeye çalisiliyor. On dördünü bulmamis çocuklar maçta tartisiyor, gelsin polis, Facebook’da Twitter’da birkaç abes
paylasim, arkasi sorusturma, demokratik haklar çerçevesinde bir
protesto yürüyüsü, buyursun biber gazi…
BM verilerine göre Avrupa’da Danimarka’nin
ardindan en fazla sorusturma açan ülkeyiz. Danimarka mi?
Evet, çünkü bu ülkede trafik ve belediye cezalari mahkemelik oluyor. Sorusturma sayisinda zirveye oynuyoruz ama yine BM
verilerine göre, sorusturmalari sonuçlandiracak hâkim ve
savci sayisi bakimindan son siralardayiz. Her 100 bin kisiye Bulgaristan’da 57, Almanya’da 25, bizde 14 hâkim
ve savci düsüyor. Polis sayilarina gelince, Avrupa’da
kisi basina
en çok güvenlik personeli istihdam eden besinci ülkeyiz.
Türkiye’nin toplumsal sorunlari eger
daha fazla sorusturma ve polisle çözülseydi bu
noktaya gelinmezdi. Çözümü toplumsal uzlasmada aramamiz gerekir. Aksi halde bugünlerde yasadigimiz gibi, Baris Süreci, yerini Ölüm Sürecine birakir.
Soru su: 90’li yillara geri mi dönüyoruz,
dönersek ne olur? Meclis verilerine göre, 1984’de baslayan ve Baris Süreci
ile sona eren terör saldirilarinda 35 binden fazla insan kaybetmisiz (8 bin kamu görevlisi, 5 bin bes yüz sivil yurttas,
22 bin PKK’li). 386 bin kisi göç etmek zorunda
kalmis. Terörle mücadeleye 300 milyar dolar
harcamisiz. Bu parayla, 150 Bogaz Köprüsü, 15 bin adet 24 derslikli okul
yapilabilirdi.(4) Bu müthis rakamlar
akla savunmaya harcanan kaynaklari getiriyor. Askeri harcamalarin Yurt Içi Milli Hasila’ya oranina bakildiginda 1997 yilinda harcamalarin doruga çiktigini,
2000’li yillarda büyük düsüs yasandigini görüyoruz.
Savunmadan kesilen kaynaklar baska alanlara kaymis. Örnegin
1997 yilinda bütçeden savunmaya yüzde 4,1, egitime
yüzde 1,7 ayirmisken, 2014’de birincisine yüzde 2,2, egitime yüzde 3,2 ayirabilmisiz.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bizim tesbitimiz. 4 Saptamada
bir yanlislik olmali. Bu hesaba göre bir okulun
maliyeti 20 milyon dolara geliyor. Bu çok yüksek bir meblag. 2015 Emlak Vergisi rakamlarina göre okul yapilarinin
metrekare maliyeti ortalama 452 TL, kabaca 160 $ diyelim. Arsa payi da eklense
20 milyon dolara ulasilamaz. Belki de 150 bin okul denilmek
istendi)
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yine Meclis raporuna göre, “Terörü
güvenlik eksenli bakis açisiyla çözmeye çalismak, olayi belli seviyede tutmaktan baska bir ise
yaramamistir.” Özetle, ya 90’li yillarin kargasasina dönüp canimizdan ve malimizdan olacagiz, ya da zaten kit olan kaynaklarimizi çocuklarimizin
ortak gelecegine harcayacagiz. Tercihiniz?
Bu noktada hakli olarak, “Tamam,
kaynaklarimizi çocuklarimiza harcayalim da, ülkeyi teröristlere mi teslim edecegiz?” sorusu gelecektir. Bu soruya isik tutabilmek için veriye dayali arastirmalariyla taninan RAND5’in
analizine bakalim. 1986 ilâ 2006 yillari arasinda faaliyetlerine son vermis 404 terör örgütü incelenmis. Sonuçlar, bu örgütlerin yüzde 43’ünün seffaf bir siyasi müzakere süreci sonrasinda imzalanan
anlasmayla terör sahnesinden çekildigini gösteriyor. Kalani? Polisiye ve istihbarata
dayali önlemlerle yüzde 40’i temizlenmis,
yüzde 7’si asker tarafindan bertaraf edilmis,
yüzde 10 oraninda ise teröristler kazanmis.
RAND’in raporunda terörist gruplarin üye sayisi ve yerel destegine özel bir vurgu yapilmis. Yerel destegi
olan ve üye sayisi 10 bini asan
terör örgütlerinin yüzde 25’i hedeflerine ulasmis, yüzde 50’si de siyasi
bir anlasmayla faaliyetlerine son vermis. Dünyadaki deneyimleri biliyoruz, kendimiz de büyük
acilar çekerek bazi seyleri ögrendik. Bu is silahla
olmuyor! Çözüm, öncelikle her iki tarafin da çözümü gerçekten istemesindedir.
Sonra da oturup müzakere edilecek, gerekirse baldiran zehiri esliginde…
Biraz da kadina karsi terörden bahsedelim. Ülkemiz erkekleri son
bes yilda 1134 kadin öldürdü! Her
gün 64 kisi cinsel suçlardan mahkûm oluyor. Bunlar
sadece kamuoyuna yansiyan sayilar. Isin
gerçek boyutu ne yazik ki çok daha büyük, çünkü toplumdan dislanmak veya aile baskisiyla birçok magdur sikâyetçi
olmaktan kaçiniyor. Siddet magduru
kadinlarin çogu egitim
ve gelir seviyesi düsük kesimden. Toplumsal tepkimiz ise
genellikle kolektif sorumluluktan kaçmak ve çareyi suçlunun
idamini ya da hadim edilmesini istemek seklinde
tezahür ediyor. Çözümü münferit düzeyde degil, sistem düzeyinde aramaliyiz.
Içinde yasadigimiz belâli cografya
durmadan sorun üretiyor. Kendi sorunlarimiz bize yetmezmis gibi, son yillarda ithal problemlerle de ugrasmaya basladik. Bunlardan biri Suriyeli mülteciler meselesi.
Mülteci lâfi sözün gelisi. Onlar ülkemizde
uluslararasi güvencesi olan mülteci statüsünde degil, sadece misafirimiz! Vahsi bir savasin
bedelini ödeyen bu zavallilarin arasindaki en magdur kesim ise misafirlerimizin korunmasiz çocuklari.
Büyük çogunlugu siddet görmüs ya
da bizzat yasamis,
yakinlarini kaybetmis, fiziksel ya da psikolojik engellilik
seviyesinde olan, egitim ve insanca yasam olanaklarindan yoksun, gelecegi olmayan bu bireyler, önümüzdeki günlerin
suçlulari, belki de ISID’çileri olacak. Dünyadaki deneyimler
gösteriyor ki, birinci kusak mültecilerin temel
insanî ihtiyaçlarina çare bulunamazsa, ikinci kusak siddet
sarmalindan kurtulamiyor. Onlara gerekenin verilmesi elbette çok masrafli ve
toplumsal destegi az olan bir proje. Ya bu insanlara ve
özellikle de çocuklarina dogru dürüst barinma, egitim ve saglik
hizmetleri verecegiz, ya da karsimiza sürekli olarak çikacak siddete ve suça meyilli yeni bir alt sinif yaratacagiz. Tercihiniz?
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
RAND: Büyük
ölçüde ABD devleti tarafindan, kismen de özel bagislarla finanse edilen ve kâr amaci gütmeyen bir düsünce kurulusu.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Iyi de ne yapabiliriz? Onlarin hem sosyal,
hem ekonomik hayata entegre olabilecekleri bir
mekanizmayi kurmaya çalisarak
ise baslayabiliriz
mesela. Çünkü istesek de istemesek de kabul etmeliyiz ki onlar artik
bizim bir parçamiz, nüfusumuzun yüzde 2’sinden fazlasini teskil ediyorlar ve biliniyor ki gelenlerin çogu, Suriye’deki çatismalar
bitse bile geri dönmeyecek! Evet zor ve masrafli bir is. Simdiye
kadar Suriyeliler için 7 milyar lirayi askin
bütçe kullanilmis. Bu miktar, enerji ve ekonomi
bakanliklari dâhil toplam sekiz bakanligin
bütçesine denk! Siginmacilari is gücüne katmakla yetinmeyerek girisimciliklerinden de faydalanmak her iki tarafin da
hayrina. Gelenlerin egitim seviyeleri de Türkiye ortalamasina
yakin ayrica… Donanimli olmalarinin ötesinde, Türkçe ögrenmek ve ekonomik hayata katilimlarini kolaylastiracak yeni beceriler edinmek için ciddi bir istek ve
talepleri de var. O halde?
Belali cografyamizin
bir baska gerçekligi ISID! Bunu digerlerinden
ayiran en önemli özellik, ellerindeki finansal kaynaklar. Bu
zengin çetenin Ortadogu’da egemenlik kurmasi
ülkemizi nasil etkiler? Daha önemlisi, halkimiz bu tehdidin ne kadar farkinda,
ISID’e sempatimiz hangi seviyede?
Metropoll’un 2014 Eylüllünde yaptigi arastirmaya göre (neyse ki) halkimizin yüzde 83’ü Islam adina siddeti
onaylamiyor ve bu çetenin Islami
hassasiyetlerle hareket ettigine inanmiyor.
Türkiye’nin, bu hareketi sonlandirmak için kurulan koalisyona katilmasini
destekleyenler de çogunlukta (yüzde 59). Hatta bu konuda
ABD’nin önderligi bile kabul görüyor. Halkimizin ISID’in ne mal oldugunu
anlamis olmasi iyi haber.
Buna karsin,
Ortadogu’da olup biten her melaneti dis mihraklarin üzerine atmak, bir noktada
içerideki sorumlulari aklamak anlamina geliyor. Dünyanin hiçbir yerinde çocuk,
yasli demeden, bayram, kutsal mekân
tanimadan her gün yüzlerce insanin vahsice
katledildigi bu kadar büyük bir bataklik yok. Elbette
dis güçler özellikle enerji
yataklarinin oldugu yerlerde ciddi istikrarsizliklar
yaratiyor ama içeriye hiç mi bakmayacagiz?
Devletler savasa mi, barisa
mi yatirim yapiyor, öncelik silah mi, insan mi? Stockholm
International Peace Research Institute verilerine göre Ortadogu ülkeleri 1988’de 40 milyar dolari silaha
yatirmisken, 2013 yilinda tam 120 milyar dolar
yatirmislar. Aralarinda Türkiye’nin de yer aldigi demokratik ülkeler ise ya savunma
harcamalarini kismis, ya da sabit tutabilmis.
Bir devletin bütçesinde barisa yatirimi görecegimiz
temel kalemlerden biri egitim harcamalari. Ortadogu’da demokrasi eksikliginden
kaynaklanan veri boslugu
ile karsi karsiyayiz.
Demokratik baski olmayinca, buralarin yöneticileri devleti babalarinin çiftligi gibi yönetebiliyorlar, bütçe mütçe hak
getire… Ama yine de kabaca bir fikrimiz var; dünya ülkeleri ortalama
olarak bütçeden egitime yüzde 5 pay ayirirken (Avrupa 5,5)
Ortadogu bu oranin yarisini zor buluyor.
Buradaki asil soru su: Diyelim ki Ortadogu ülkeleri zengin petrol yataklarini korumak
için silahlanma yarisina girdiler. Peki, neden bu
zengin ülkeler gelirlerinin daha önemli bir
bölümünü çocuklarinin gelecegine,
insanlarinin aydinlanmasina ayirmiyor? Halklarinin
aydinlanmasini iktidarlari açisindan bir tehdit olarak görmüyorlarsa,
gelirlerinin kaynagi halktan toplanan vergiler olmayip
petrolden saglandigi için
halka verecekleri bir hesaplarinin da olmadigini düsündüklerindendir herhalde…
Ortadogu, Islam’i kullanan terörist örgütleriyle uzun süre
kurumayacak bir batakliga dönmüs durumda.
Türkiye ya bu çatismalarda taraf olarak batakliga dalacak, ya da silah yerine insana yatirimin
tek çikar yol oldugunu bütün bir bölgeye demokratik bir model
olarak sunacak. Tercih hâlâ bizim.
Ve gelelim, bütün bu agir sorunlar arasinda küçümsenerek göz ardi edilen
ama uygar bir yasam tarzini benimseyenleri çok
rahatsiz eden toplumsal bir baska
sorunumuza: Çöp! Insanlarimiz, evlerinde
görmek istemedikleri ne varsa bunlari hepimizin ortak alanlarina, yâni dogamiza atmakta hiçbir sakinca görmüyor. Bunu adeta
kendilerine verilmis bir hakmisçasina hiçbir rahatsizlik duymadan yapiyorlar.
Plajlarimiz, ormanlarimiz, tarihi mekânlarimiz çöpten geçilmiyor. “Dünya
Vurdumduymazlik Endeksi” diye bir sey
var midir bilmiyorum ama yapilirsa basa
güresecegimizden
eminim. Insanimiza cömertçe bahsedilen tüm dogal
güzelliklerimizin ortalik yeri, ambalaj atiklarindan, izmaritten, findik fistik
kabuklarindan geçilmezken, Yunan Adalari, Hopa’dan bir tas atimlik mesafedeki Gürcü sahilleri piril
piril. Neden? Bizdeki yaygin inancin aksine egitim
ya da bilinç eksikligi tek basina
bu davranis biçimini etkilemiyor.
Aslolan çevrenin arzu edilen davranisi özendirecek sekilde organize edilmesi. Eger etrafta çöpü atacak kutu yoksa birileri
çöpü atar. Daha bilinçli ve duyarli olanlar bir süre direnir, sonra onlar da
atar. Eger kutu var da insanlar buna ragmen çöpünü kutuya atmiyorsa toplumsal
baskinin zayifligindandir. Bizde saga sola çöp atmak neredeyse dogal bir davranis biçimiymis gibi algilaniyor ve yeterince ayiplanmiyor.
Yazligimizin önünde
bulunan ve eskiden çöpten geçilmeyen plajimizi önce çoluk çocuk güzelce
temizledik. Sonra etrafa çöp kutulari ve uyarici levhalar yerlestirdik. Buna ragmen çöpünü atani görürsek
herkesin bakislari altinda o çöpü alip
kutuya atarak kisiyi mahcup etmeye çalistik ve sonuç aldik. Tabii ki kamu TV spotlarinin
ve sair toplumsal bilinçlendirme kampanyalarinin yarari vardir ama bizim ise yarayan bu yöntemimizi bir de siz deneyin derim.
SIYASET ÜZERINE SAYISAL BIR DENEME
Isin basinda su saptamayi yapalim sonra ayrintiya gireriz:
Türkiye’nin seçmen pazari ideolojik olarak ikiye bölünmüs durumda, üçte ikisi sagda, üçte biri solda. Sag sol arasindaki makas zaman zaman daralip genislese de çok partili döneme geçildikten sonra
yapilan tüm seçimlerde genel durum bu. Davranis biliminin
bize ögrettigi
temel prensiplerden biri sudur: Bir davranisi tahmin etmenin en kestirme yolu, geçmis davranisa
bakmaktan geçer! Bunun nedeni insani bir zafiyet. Aliskanliklardan kolay kolay vaz
geçemiyoruz. Çok önemli bir kriz ya da lider degisikligi olmamissa,
seçmenler bir önceki seçimlerde kime oy vermislerse,
yeni seçimde de yine ona oy verir. Dolayisiyla Türkiye’de sagin hegemonyasinin neredeyse tamamini kendi
hanesine yazdiran AKP’nin üst üste kazandigi seçim
zaferleri benim için sürpriz degil. O bakimdan her
seçimden sonra, “Halk yolsuzlugu görmezden geldi”, “O
bunu dedi kazandi, beriki söyle deseydi kazanirdi”
mealindeki veriye dayanmayan analizlerin fazla bir anlami yok. Solun birinci
parti olarak en basarili performans gösterdigi 1977 seçimlerinde bile sag oylar, sol oylardan 10 puan fazlaydi!
Sagdan
sola oy kaymasinin bizdeki kadar zor oldugu
bir ideolojik ortamda iki taraf arasindaki makasin kapanmasi neredeyse
imkânsiz. Daralmasi ise basari sayilmalidir.
Peki, sol neden çogunlugun
destegini bir türlü alamiyor? Yolsuzluklar,
Soma benzeri is kazalari, dis politikada yasanan
olumsuzluklar, artan terör, hukuk garabetleri ve benzeri unsurlar neden AKP’nin
oyunu düsüremiyor? Foreign Policy dergisinin en
etkili 100 Global Düsünür arasinda gösterdigi J. Haidt, The Righteous Mind: Why Good People are
Divided by Politics and Religion (Adil Akil: Niçin Iyi Insanlar
Politika ve Din Yüzünden Birbirinden Ayriliyor) adli, siyasetçilerin ellerinden
düsürmedigi
kitabinda bu tip sorulara cevap aramis.
Öncelikle diyor ki, ideolojik tercihler
rasyonel degil duygusaldir. Tercihlerini parti
programlarina bakarak yapan seçmen sayisi yok denecek kadar azdir. Akil,
duygularin bir kölesi durumunda ve kisi,
kendi bireysel çikarlarina ters düsse
bile benimsedigi kültürel degerler üzerinden duygusal bir refleksle oyunu
belirliyor. Düsünür, kolay kolay degistirilemeyen ahlaki degerler sisteminin altinda 6 temel prensibin yattigini söylüyor: Dayanisma, Adalet, Özgürlük, Sadakat, Otorite ve
Kutsallik. Kisi ilk üç degere öncelik
veriyorsa sola, diger üçünü öne aliyorsa sag egilimli
oluyor. Ilginç nüans ise su: Sol partiler nadiren sagin hegemonya alaninda rekabet ederken, sag partiler mütemadiyen solun sahasinda rekabet
ediyor. Bu da su anlama geliyor: sag soldan oy devsirebiliyor
ama sol sagdan oy alamiyor, böylece dünyanin birçok
yerinde, özellikle de Türkiye’de sagin
egemenligi sürüp gidiyor. Dikkat edilecek olursa,
CHP ne zaman kendi tabani disindan
oy almak için bir adim atsa, içerideki ulusalci kanat bu adimi geçersizlestirmeye çalisir.
Bu noktada durup R. T. Erdogan’in siyasal basarisinin
nedenleri üzerinde birkaç söz söylemek gerekiyor. Erdogan’in bir kalkinma hikâyesi var. Yollar, köprüler,
havaalanlari vs. Bu propagandalari, söz konusu yatirimlarla alâkasi olmayan
illerde dahi yapmasi ona becerikli ve kudretli bir politikaci imaji veriyor.
Kalkinma hikâyesi olmasa Erdogan olmazdi!
Erdogan
efsanesinin ikinci ayagi, Türkiye sagini konsolide etmesidir. Bunu yaparken sagin diger partilerinde yer alan
etkili isimlere AKP saflarinda önemli pozisyonlar açmaktan kaçinmamistir. Üçüncü ayagi ise seçmenlere damardan seslenen biri
olmasidir, onlarin dilinden konusur.
Seçmeni, kendisiyle özdeslestirebilecegi
bir lider ile karsi karsiyadir.
Dikkat ederseniz bu analizde, dindarlik ya
da örgütlenmeye vurgu yapmadim çünkü veriler, bu iki faktörün gereginden fazla abartildigini söylüyor.
Sandik sonrasi bir arastirmaya göre, “Erdogan’a niçin oy verdiniz?” sorusu için sunulan 16
gerekçe arasinda onun dindarligi,
sondan üçüncü sirada yer aldi, üstelik bu gerekçe, onun “laik”
olma gerekçesinin arkasindan geldi! “Liderlik” avantaji ise örgütlenme yeteneginin önüne çikiyor. Bunu Erdogan olayinda çok net gördügümüz gibi Demirtas’in
HDP’ye baraj atlatmasi vakasinda da görebiliyoruz.
Seçmenlerin partileri neye göre seçtiklerine baktigimizda karsimiza üç tür
seçmen çikiyor: Ideolojik seçmenler,
lider odakli seçmenler ve ekonomi seçmenleri. Bu sonuncusuna “Stratejik
Seçmen” ya da “Kararsiz Seçmen” de diyebiliriz. Sayilari özellikle ekonomik
krizlerin oldugu dönemlerde yüzde 20’ye kadar çikabiliyor
ve ikna maliyeti en düsük seçmen kategorisinde yer aliyorlar.
CHP’nin, Baykal döneminden kalma ve seçmende karsiligi olmayan ulusalci söylemi geride birakarak,
stratejisini laiklik, çagdaslik
vurgusu yerine ekonomi, kalkinma ve refah üzerine kurmasi, sag-sol makasinin kapanmasi anlaminda seçmen davranisinin temel kodlarini çözme yolunda oldugunun isaretini veriyor.
EGITIM ÜZERINE SAYISAL BIR DENEME
Türkiye, nüfusunun yarisi 30 yasin altinda olan ve orta gelir tuzaginda debelenen bir ülke. Ekonomide bir üst
kümeye yükselmek istiyorsak bu genç kusagi iyi degil, çok
iyi egitmemiz gerekiyor. Bunu basarip basaramadigimizi anlamak için egitim alanindaki uluslararasi standart ölçüm
sistemleri olan TIMSS ve PISA6 verilerine göz atmak gerekiyor. OECD tarafindan
düzenlenen PISA arastirmasi dünya çapinda o
kadar önemseniyor ki, “PISA Günü” diye bir gün bile mevcut. Katilimci
ülkelerin pek çogunda, sonuçlar açiklandiginda PISA en çok tartisilan
ve haber basligi yapilan
konu oluyor.
PISA, basta
OECD ülkeleri olmak üzere dünya ekonomisinin yüzde 80’ni temsil eden
65 ülkede, 15 yasinda ögrencilerin
bilgi ve becerilerini ölçüyor. Arastirmanin
masraflarini katilimci ülkeler ödüyor (bu arada biz de 10 yildir
katiliyor ve ücret ödüyoruz). Bu çalismanin
2012 sonuçlarina göre OECD ülkeleri arasinda sondan üçteki yerimizi
koruduk, 65 ülke arasinda ise 44. geldik. Bu sonuçlarin bizatihi kendisi
disindaki en endise verici yani, siyasetçilerimizin ve medyanin ilgisini
çekmemesiydi.
Bir baska
endise verici durum ise bu arastirmalara katildigimiz
süre boyunca bütçeden egitime ayrilan payin üç kat
arttirilmis olmasina ragmen sondan üçüncülükten kurtulamamamizdir. Egitim sistemimizi masaya yatirmanin tam zamani degil mi sizce, yanlis olan
ne? Biz yurttaslarin, siyasetçilerden ve medyadan egitimi gündeme almalarini yeterince talep etmeyisimiz önemli bir eksiklik. Ilk 20 ekonomi arasinda olup da çocuklarimizin egitim alaninda ilk 40’da olmayisina tepkisiz kalisimiz
yaman bir çeliskidir. Hukuk sisteminde,
temel özgürlüklerde ve elbette egitimde
yapisal reform sart! Reformun vazgeçilmez unsurlarini
içerdigini düsündügüm listemle bu listeyi destekleyen düsüncelerimi asagida sunuyorum:
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
6 TIMMS:
Trends in International Mathematics and Science Study PISA: Programm for
International Student Assesment
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
· Veriye
dayali reform kültürü: Salt
degisiklik
reform degildir. Veriye dayanan bir anlayisla neye göre reform yaptigimizi saptamaliyiz.
· Herkes
için okul öncesi egitim: Türkiye okul öncesi egitime
katilimda yüzde 30 ile OECD ülkeleri arasinda açik ara son sirada
yer aliyor. Oysa verilere göre geri dönüsü en
yüksek yatirim, okul öncesi döneme yapilan yatirimdir. Okul öncesi egitim kadar, tatil dönemlerinde egitim de önemli bir kavram. Tatilde ögrenme kaybi, OECD’den
Obama’ya kadar herkesin dertlendigi
bir konu olmasina karsin nedense, en uzun yaz (ve sair) tatili
yapan ülke olarak bizde hiç önemsenmiyor. Tatiller, çocugun kendisini kesfetmesine,
okul döneminde yapamadiklarini yapmasina ve ögrenmeyi
yeniden ögrenmesine olanak veren keyifli bir ögrenme zamani olabilir. Ögrenciyi canindan bezdirmeyen kitaplar, tarih ve doga gezi programlarini içeren yaz kamplari, ama en
kiymetlisi tatillerde ebeveynlerin çocuklari ile daha çok zaman paylasmalari öneriliyor.
· Ögretmenlik
profesyonel bir meslek olmali: Ögretmenlerin seçimi, egitimi, sosyoekonomik
statüsü buna göre organize edilmelidir. Yeni hükümet, reformun merkezine
teknoloji yerine ögretmeni almak zorundadir. TIMMS verileri
bir anlamda bizim Fatih Projesine isik
tutuyor; “Okullarda ögrenme amaçli bilgisayar kullanimiyla
matematik ve fen testleri arasinda hiçbir bag yoktur!”
Bu testlerde ilk siralarda yer alan G. Kore ve Singapur’a baktigimizda, kisi
basina bilgisayar kullanimi arttikça,
matematik basarisinda düsme
söz konusu. Her ögrencinin eline bir tablet tutusturmak, tek basina
sorunlari çözmüyor. Örnek mi? Uluslararasi Bilgisayar ve
Enformasyon Okuryazarligi Çalismasi,
21 ülkenin 8. Sinif ögrencileri için bir test
hazirlamis. Bu test ile gençlerin evde, okulda ve is ortaminda bilgisayari, sorusturma, üretme ve iletisim amaciyla kullanma becerileri ölçülüyor.
Gençler kendilerine verilen sorulari bilgisayar araciligiyla çözmeye çalisiyorlar. Bizimkiler ne yazik ki bu yarismanin sonuncusu. Daha fazla ülkenin katildigi Enformasyon ve Iletisim Teknolojileri
Endeksinde ise dünyada 69. sirada yer aliyoruz. Neden? Yatirim yapacaksak
öncelikleri dogru saptamamiz gerekiyor. Önce ögretmen demem bundandir. Ögreteni egitmek
de isin bir baska
boyutu. Bu, beraberinde egitimde adaleti getiriyor. Yukarida
bahsettigim Finlandiya örnegine bakacak olursak egitimde
adaletten taviz verilmedigini görüyoruz. Bu ülke, iki okul
arasindaki basari farki en düsük olan ülke. En iyi okul ile en kötüsü
arasindaki basari farki hiçbir zaman yüzde
10’u asmiyor. Bizde birakin iki cografi bölgeyi, iki okul arasindaki fark bile yüzde
40’lara çikabiliyor.
· Ankara’nin egemenligine son: PISA’ya
katilan ülkeler arasinda en merkezî egitim sistemi
Türkiye’de. Zirvedeki ülkelerde müfredati belirlemede, ögretmen istihdamini yönetmekte, okul, il ve ilçe
yöneticileri daha etkin. Daren Acemoglu’nun,
Türkiye’yi seven ve gelecegini dert eden her yurttas tarafindan okunmasi gereken eserinden sunu anliyoruz: Bir ülkeyi zengin, digerini fakir yapan, iklim, kültür, ya da dogal kaynaklar degildir. Önemli
olan karar verme süreçlerini genis bir
tabana yaymak ve bu süreci hukuksal güvence altina almaktir. Kuzey ve Güney
Kore arasindaki farkin kaynagi dersek
meseleyi özetlemis oluruz.
· Dezavantajli ögrenciler için daha küçük siniflar: OECD ülkeleri arasinda fakir ögrenci sayisi arttikça siniflarin kalabaliklastigi tek ülke
Türkiye’dir ve bunun tam tersi olmalidir.
· Milli
STEM (Fen, Teknoloji, Matematik ve
Mühendislik egitimi)
seferberligi:
Mevcut sistemimiz gençlerimize, katma degeri yüksek üretimin esas oldugu yeni ekonomi için sart olan becerileri kazandirmiyor. Kurulmakta olan
yeni ekonomik düzende rekabet edebilmek için program yazma kabiliyeti sart. AB 2014 Agustos’unda
tüm üye ülkelerin Egitim Bakanlarina acil notuyla bir çagri yapti; genç issizlik ve ileri teknoloji sektörlerindeki nitelikli
eleman açigina vurgu yaparak “kodlama yâni
programlama bu sorunun çözümüdür” dedi ve gençlere ilkokul çagindan itibaren programlama egitimi verilmesini istedi. Asya ülkelerinin bu
alandaki tehdidini Obama daha önceden görmüs ve
büyük halkla iliskiler kampanyalariyla gençlere “Oyun
oynayin ama oynamakla kalmayin, o oyunlarin nasil yazildigini ögrenip
daha iyisini siz yazin” dedi. Bizim yetkililerimizin yaklasimi ise, “ Bu konuyla fazla ugrasirsaniz
kafayi siyirirsiniz, en iyisi bilgisayarin nimetlerinden istifade edip
gerisine fazla bulasmamak” tarzinda oldu. (Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=FnToDqMqlr4 )
2014 yilinin Aralik ayinda yapilan egitim sûrasinda, okullarda mescit ihtiyacinin karsilanmis olmasindan,
Osmanlica’dan bahsedildi ama fen, matematik ya da okudugunu anlama testlerinde 12 yildir ilk 40’a neden
giremedigimiz tartisilmadi. Ileri derecede problem çözen çocuklarimizin orani yüzde
2,2. Israil’de 8,8, G. Kore’de 28! “Vizyon”
diyene, “Basimiza yeni icat çikarma!” diye cevap
veren anlayisi yikmaliyiz.
· Baska
bir sinav mümkün: Çoktan seçmeli sorular,
ögrencilerin ezber yetenegini ölçmekten baska bir ise
yaramiyor. Ucu açik sorularla muhakeme, elestirel
düsünce gibi üst beceri seviyelerine
yönelik ulusal bir sinav sistemi üzerinde durmaliyiz. Sirasi gelmisken, mevcut sinav sistemi ortaminda dogup serpilen “Dershane” olgusuna da deginmekte yarar var. D. Acemoglu’nun, karar verme süreçlerini genis bir tabana yaymak fikrine atifla, dershanelerin
kaldirilmasi sürecinde konunun birinci derecedeki ilgilisi olan gençlerin
fikrine hiç basvurmadigimizi söyleyebiliriz.
Oysa Iksara Veri Arastirma kurulusunun
verilerine göre, kendilerine “Ikisi de ücretsiz
olsa, okula mi devam etmek isterdiniz, dershaneye mi?” sorusuna gençler
yüzde 60 oraninda “Dershane” cevabini veriyorlar. Benzer sekilde, her dört üniversite
adayindan üçü dershanenin, hedef belirleme, sosyal iliskilerde gelisme
saglama ve zamani verimli kullanma gibi
sinav hazirligina görece uzak konularda son derece
yararli oldugunu düsünüyor.
Rehber ögretmen eksikligi çekilen bir ortamda bu boslugu dolduran dershaneleri
devreden çikarmadan bir de gençlerin fikrini sorsa miydik
acaba? Çünkü sunu biliyoruz ki, toplumsal hayatta her
ihtiyaç sonunda karsiligini buluyor.
Bakalim bu boslugu
dolduracak bir degisim
yasanacak mi, yoksa reform olarak
tanitilarak, adina dershane denmeyen ama islevi
ayni olan baska kurumlarla mi karsilasacagiz.
Basta da söyledik, insaatla, madenle, turizm ve tarimla gelinebilecek
noktaya geldik. Bir siçrama yapacaksak, katma degeri
yüksek üretim gerek. Bunun için de analiz, sentez ve elestirel düsünceye
dayanan yüksek becerilere sahip gençlere ihtiyacimiz var. Bu durumda ya egitim sistemimizi verilerden yola çikarak tekrar
dizayn edecegiz, ya da çocuklarimizi sürekli
asagiladigimiz memleketlere “ucuz eleman” olarak kullandirtacagiz. Ikincisini
seçersek refah ve özgürlüge mi ulasiriz, sefalete mi? Karari siz verin.
Doç. Dr. Selçuk R. Sirin, New York Üniversitesi’nde (NYU) davranisbilim ve istatistik dersleri vermekte
ve NYU-Sirin Arastirma Labaratuvari‘nda
egitimden siyasete genis bir alanda bilimsel çalismalar yönetmektedir. ODTÜ’den lisans, State
University of New York’den (SUNY) yüksek lisans ve Boston
College’den doktora derecesi alan Selçuk Sirin’in 70’i askin
akademik yayini bulunmaktadir.
SON SÖZ YERINE: Ne Yapmali?
FIKRET
YÜCEL
Bu baslik
altinda, zaman zaman, neyin olmamasi, ya da yapilmamasi gerektigi dile getirilerek olmasi gerekene isaret etmek istenmistir.
Ülkemizde, ihtiyaca ve özellikli konulara
göre hizla ayarlanabilen, esnek tesvik,
destek ve koruma önlemleri ve anlayisi bulunmuyor.
Bu ifadenin ne anlama geldigi asagida verecegim örneklerle daha iyi anlasilacaktir:
Apple, yeni tablet bilgisayari ipad3’ü
2010 nisan ayinda piyasaya sürdü. Güney Korenin bu alanda iddiali firmasi
Samsung’un kendi tablet bilgisayari henüz hazir degildi. Bu bilgisayarlar Wi-Fi modelleri için herhangi
bir GSM operatörü aboneligi gerektirmemesine ragmen KCC (Korean Communications
Commission), ürünün internet baglantisi olmasi sebebiyle ülkede
satilabilmesi için sertifikasyondan geçmesi gerektigini açikladi. Bu olmadan kullananlara üç yil
hapis veya yirmibin ABD dolari para cezasi uygulaniyordu. Samsung
kendi tablet bilgisayarini Apple’dan on ay sonra piyasaya çikardi, bundan kisa
bir süre sonra da ipad3 için ithal müsadesi verildi7.
Bu davranisin serbest ticaret kurallarina uygunlugu tartisilabilir,
ama neticede Kore Hükümeti Samsung’a çok degerli
bir on ay kazandirmistir.
Bu konuyu geçmisten iki örnek daha vererek sürdürelim:
Japonyada bir dönemde sigara reklamlarinin
Japonca yapilmasi yasaklanmisti. Bundan amaç, halkin
sagligini koruma
tedbirlerine bir katki oldugu
gibi, yabanci sigaralarin kullanimini azaltmak idi.
Ikinci örnek Fransadan: Fransa, Japon
otomobillerinin rekabetine karsi kendi otomotiv
sanayisini korumak için ithal edilecek Japon otomobillerinin sadece Marsilya
limanindan ülkeye girebilme zorunlugunu
getirmisti. Burada da gümrük muayene memurlarinin
sayisini en azda tutarak ülkeye belirli zaman içinde girebilecek Japon
arabalari sayisini kisitliyordu.
2023 için konan hedeflerin en göze
çarpani, Dünyanin en büyük on
ekonomisinden birisi olmak. Oysa, devletlerin mevcudiyeti,
halkinin refah içinde, rahat ve güvenli bir yasam geçirmesini
saglamaktir. Bunu yansitan önemli bir
gösterge Birlesmis Milletler Gelisme Programi
(UNDP) tarafindan 1990 yilindan beri tanimlanan Insani Gelisme
Endeksi (Human Development Index) dir.
Bu Endeks milli gelir disinda, insanlarin refahini tanimlar.
Ülkelerden alinan verilerle hesaplanan Endeks üç ana bilesenden olusur:
Uzun saglikli yasam (ortalama ömür), egitim (yetiskin
okur yazarligi, bilgiye erisim, ilk, orta ve liseye kayit) ve insana yarasan iyi bir yasam
düzeyi. 2014 yilinda yayimlanan 2013 yilina ait ölçümlere göre, Türkiye 187
ülke içinde 69. siradadir. Yasam
beklentisi 75.3 yil, 25 yas üstü nüfusun
egitim süresi beklentisi 14.4 yil, ortalama
egitim görme süresi 7.6 yil, satin alma
gücüne göre kisi basina
milli gelir 18391 ABD dolari. Bu degerlerden
ve esitsizlik düzeltmesi sonucu ulasilan endeks 0.759. Bu endeksle Türkiye çok yüksek
insani gelisme seviyesindeki 49 ülkenin ardindan gelen
yüksek insani gelisme seviyesindeki 53 ülke arasinda yer
aliyor. Bunlar arasinda da 20. sirada.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
7 Bu
örnek, Türkiyede, gereksinimdeki önceligi
de tartismali olan, Fatih projesindeki tutumu
animsatiyor.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu pozisyon pek fena sayilmaz; ama 2014’de
UNDP tarafindan ilk kez yayimlanan Cinsiyet Esitsizligi
Endeksi’ne (Gender Inequality Index) göre 148 üye
ülke arasinda Türkiye 118. sirada bulunuyor. Bu deger, Türkiyeyi Insani
Gelisme Endeksinde yer aldigi yüksek insani gelisme seviyesinden orta insani gelisme seviyesine tasiyor.
Acaba niçin, Insani Gelisme
Endeksini ve Cinsiyet Esitsizligi
Endeksini, mesela bizi ilk otuz ülke arasinda bulunduracak degerlere yükseltmek gibi, hedeflerimiz yok?
Egitim,
bir toplumun yeni bilgi ve teknolojiyi özümseme yetenegini de insa
eder. Ekonomi yüksek seviyelere çiktikca teknoloji yetenegi önemli bir etken haline gelir. Bu sebeple insan
kaynagina ve egitime
büyük yatirimlar yapmak gerekir. Güney Kore Cumhuriyetinin gelisip sinif atlamasinda General Park döneminde baslatilarak sürdürülen egitim
seferberliginin büyük etken oldugu bilinmektedir.
Egitimin
yayginligi önemlidir, ama onun niteligi, kalitesi en az onun kadar önemlidir. Egitim, çok yöne ve disipline açik olacak sekilde yürütülmeli, meslek sinirlariyle
daraltilmamalidir. Ögrencilerin ille de egitimin ismini tasiyan
alanda is bulup çalisacagi ve böyle
sürdürecegi gibi bir beklenti ve garantisi olamaz.
Esasen zaman içinde hizli gelisme ve degisiklikler olmakta ve
insanlar yasam boyunca bir kaç kez is ve meslek degistirmektedirler. Bugünün aranan meslek ve meslek
dallari bundan on yil evvel mevcut degildi.
Son yillarda üniversitelerden, nitelikli
insan gücü yetistirme ve arastirma
geleneksel rollerine ilaveten, bir üçüncü misyon
olarak, ürettikleri bilginin ekonomik katma degere dönüstürülmesi
rolünü de üstlenmeleri beklentisi giderek yayginlasiyor. BTYK’nin Aralik 2011 tarihinde yaptigi toplantida aldigi üniversitede
yenilikçiligin ve girisimciligin
tetiklenmesi amaciyla politika araçlarinin
gelistirilmesi kararinin, ülkemizde de, bu konuda bir baslangiç teskil
etmesi ümit edilmektedir8.
Ülkemizde okul öncesi, ilk ve orta ögretimde uygulanan sistemler tam bir yaz boz
tahtasi görünümündedir. Uluslararasi alanda kabul gören performans
kriterleriyle degerlendirilerek objektif sekilde yansitilan orta ögretim durumu, kaygi verici bir görünüm sunuyor.
OECD’nin
Uluslararasi Ögrenci Basarisini Belirleme
Programi (Programme for International Student Assesment:
PISA) 15 yas grubundaki ögrencilerin ilk ögretim
sonundaki durumlarini degerlendirmeyi amaçlamakta
ve okuma-anlama, fen ve matematik olarak
üç dalda yapilan testlerle ölçülmektedir.
Türkiye, 2003’den beri yapilan bu
testlerde son siralara yakin yerlerde bulunmaktadir. Bu sistemden mezun
olup üniversitelere giren donanimsiz ögrencilere
yüksek ögretimin fazla bir sey katmak sansi çok
zayiftir.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
8Prof. Dr. Kemal Gürüz’ün Yirmi Birinci Yüzyilin
Basinda Türk Milli Egitim Sistemi isimli
kitabinda Türk Egitim Sistemi, dünyadaki belli basli egitim
sistemleriyle karsilastirmali olarak
incelenmektedir.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kendi
dilinde okudugunu anlamak, algilamak, meramini anlatmak
hususunda sorunu olan bu gençlige
Osmanlicayi ya ögreneceksin, ya ögreneceksin diye dayatmanin faydasi sorgulaniyor.
Oysa, temel egitimde süphe
duyan, sorgulayan ve arastiran bir nesil yetisirmek amaç olmalidir, dindar bir nesil yetistirmek degil.
Diger
yandan, sanki nativizm’e (dogustancilik, fitriye) geri dönüs isaretleri
veren sözler söyleniyor ülkemizde; sik sik fitraten, fitratinda kelimeleri
tekrarlaniyor yetkili agizlar tarafindan.
Her ne kadar insanlar her ortamda üretken
olabilir ve yeni fikirler gelistirebilirlerse de,
ekonomik özgürlük basta olmak üzere, her
türlü özgürlügün saglanmasi,
insanlarin yaratici gücünün ortaya çikmasinda, girisim cesareti sergilemesinde önemli etkendir.
Avrupa’da Aydinlanma Çagi’nin hazirlanmasinda,
orta çagin sonlarinda, bazi öncülerin
gösterdikleri cesaretin etkisi büyüktür. Bunlar din ile bilim ve hür düsünce arasindaki çatismada istirap çekmisler,bazilari hayatini kaybetmistir. Bunlardan birisi, Giordano Bruno evrenin sonsuzlugu ve baska
dünyalarda da yasam bulunabilecegi hususundaki düsüncesini
engizisyon mahkemesinde geri almayi reddetmesi üzerine kaziga baglanarak yakilmistir. Bizim kisaca Galile diye andigimiz Galileo Galilei ise, çikarildigi engizisyon mahkemesinde fikirlerini inkar
etmesine ragmen, hayat boyu ev hapsinde tutulmustur. Galile hakkindaki kararin ancak 1992 senesinde
beraate çevrildigini duymak ilginç gelebilir. Bu
konuda bir sembol haline gelmis olan Galile
tarafini tutmak, bugün dahi, arastirma özgürlügüne müdahaleye karsi çikmakla
es anlamda kabul edilmektedir.
Ülkemizde son yillarda giderek otoriter
hale gelen yönetim, “bitaraf olan bertaraf olur” deyiminde bitaraf kelimesini
bizim taraftan olmayan anlaminda açik ve pervasiz bir sekilde uygulamaktadir. Bu hali ile ülkemizde yasanan ortamin tam özgür oldugunu söylemek güçtür.
Daron Aceoglu
ve James Robinson siyasi otoritenin sinirli oldugu toplumsal kesimlerin kendi dinamikleriyle atilim yapabildigini, hür düsüncenin
yaygin oldugu toplumlarin gelistigini ifade ediyorlar (1).
Daron Acemoglu,
18 Aralik 2014’de Isveç Konsoloslugu ve Seffaflik
Dernegi tarafindan
düzenlenen toplantida Hukuk ve Iktisat Iliskisi: Özgürlügün Refah Boyutu konferansinda Türkiye her
zaman bir “padisahlar devleti” oldu .Ittihat Terakki, CHP dönemi, askeri rejimler ve simdi de yasanan
ayni demis ve bireysel
özgürlüklerin sinirli olmasi halinde, ancak bundan yararlanan ufak bir azinligin becerilerinin gelisecegini,
baski altindaki kesimlerde bulunan “büyük mucitler, is adamlari” potansiyelinin kaybedilecegini belirtmistir. Acemogluna
göre, sürdürülebilir bir büyüme için bagimsiz yargi, herkese esit mesafede kamu kurumlari ve beseri sermayeye ihtiyaç vardir (2).
Doksan yili askin süredir devam eden sanayilesme ve buna etkili elli yili askin bilim-teknoloji ve inovasyonda yetkin olma
çabalari sonunda, bir gelisme saglandigi gerçektir. Ama
bu, Türkiyenin ülkeler arasindaki pozisyonunu degistirmeye yetmemistir. 1955’de ulasilan
alt orta gelir seviyesinden üst orta gelir seviyesine ulasmak elli yil sürmüstür
(3). Üstelik, büyük bir gelir dagilimi dengesizligi sürmektedir.
Her alan için geçerli olacak sekilde, geçmisteki
ithal ikamesi modelinin bugün uygulanmasinin imkansizligi, hatta zararli olacagi açiktir.
Basta uluslararasi
alanda zaten rekabet eden sektörler olmak üzere koruma ve destek,
kaliplasmis bir
takim kaidelerin statik bir biçimde uygulanmasi yerine, yukarda
verilen örneklerdekine benzer, yaratici, o siradaki durum ve ihtiyaca
cevap verecek sekilde dinamik olarak sürdürülmelidir.
Yani, somut duruma özgü, somut çözümler bulunmalidir.
Bir takim hedeflere, örnegin dünyanin ilk on ekonomisi arasina girmek, ar-ge
harcamalarini GSYIH’nin %3’üne çikarmak gibi, ulasmada ve bazi ihtiyaçlarin karsilanmasinda kullanilacak büyük projelerimiz ya yok, ya
da gerçeklesme araçlarindan yoksun. Sanki her sey KOBI’lerden bekleniyor gibi
bir manzarasiyla karsi karsiyayiz. Süphesiz KOBI’ler
desteklenmeli, gelismeleri saglanmali, ülke
kalkinmasina katkida bulunmalari saglanmalidir.
Devlet Girisimciligi desteklemelidir,
bunu zaten Cumhuriyetin kurulusundan beri yapiyor.
Ancak, Türkiye büyük hedeflere bu yol ile ulasamaz
(4), (5), (6), (7). Bunun için büyük sirketlerle
saglanan özel sektör-devlet ortakligina ve isbirligine ihtiyaç vardir. Asagida Güney Kore (Kore
Cumhuriyeti) tarafindan bu konuda uygulananlar kisaca anlatilmistir:
Güney Kore, 1970 ve 1980’lerde
hükümet planlamalarina sadik aile sirketlerine
(chaebol)9 saglanan desteklerle kalkinma yolunu seçmistir.
1970’li yillardan baslayarak gemi yapimi, endüstriyel makine üretimi,
otomobil, petrokimya ve sonra elektronik endüstrisi için chaebol’lere vergi
indirimleri, Kore Kalkinma Bankasi eliyle yurt disindan
gelen yardimlardan düsük faiz ve uzun vadeli kredi saglandi. Yeni teknolojilerin endüstriye aktarimi
amaciyla Kore Makine ve Metal Enstitüsü, Elektronik
ve Telekomünikasyon Arastirma
Enstitüsü, Kore Kimyasal Teknoloji Enstitüsü, Kore Enerji Arastirmalari Enstitüsü ve Kore Okyanus Arastirmalari Enstitüsü gibi kuruluslar
kuruldu. Bu kuruluslar chaebol’lere yönelik
projelerin gelistirilmesine katkida bulunmuslardir (8).
O yillarda, bugün dev firmalar haline
gelmis olan Samsung, Hyundai, Daewoo, LG
gibi sirketlerin önüne Kore Hükümeti
hedefleri koyup yol haritasini çizmistir.
Bu dönemde firmalara 7.5 milyar $’in tesvik
olarak verildigi söyleniyor (9).
Türkiye ekonomisinin en zayif halkasinin
cari açik oldugu, bunun baslica
sebebinin de toplam ithalatin dörtte biri seviyesine ulasan enerji ham madde ithalati oldugu biliniyor. Cari açigi sürdürülebilir
seviyeye getirmek için ihracat fazlasi veren yeni sektörler yaratmak yaninda,
yenilenebilir enerji kaynaklarini, bilhassa günes enerjisini
kullanmak da yardimci olacaktir. Bu bakimdan
ülkemizin sansli bir konumda oldugu, hazirlanan günes enerjisi
potansiyel atlasindan (GEPA) açikça görülüyor.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
9 Chaebol,
Güney Korede 1960’li yillarda kurulan, tüm operasyonlarin yetkili bir baskan tarafindan yönetildigi, çok
sayida birbirinden farkli konularda çalisan isletmeye sahip büyük
aile sirketlerine verilen isimdir.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yenilebilir enerji kaynaklarinin önemli
bir özelligi disa
bagimliligi ortadan
kaldirmasidir. Ancak bunun için yenilenebilir kaynaklardan faydalanarak
elektrik enerjisi üretiminde kullanilan teçhizatin da yerli olarak
üretilmesi gerekir. 6094 sayili yasada, yerli üretimi tesvik için, enerji santralini kuran sirketlere, yerli üretilmis mekanik ve elektro-mekanik teçhizat kullanmalari
halinde, kWh satis bedellerine ilaveler yapmak
imkani getirilmistir. Bu faydali olmakla birlikte,
enerji üretim teçhizati üreticilerinin dogrudan,
ciddi sekilde desteklenmesi gerekir.
Bu çerçevede öncelikle fotovoltaik günes pili’nin
ülkemizde imal edilmesinin saglanmasi çok önemlidir.
Fotovoltaik pil imalat teknolojisi, enerji tasarrufunda kullanilacak bazi
elemanlarin, (LED) gibi, üretimine de baslamak
hususunda yardimci olacaktir. Bu amaçla devlet tarafindan TEMSAN benzeri
bir tesis kurmak, büyük sirketlerle isbirligi halinde yatirimlarina
destek verilen bir kurulus olusturmak
gibi yollar hatira geliyor.
Bu baglamda,
gelecek için çok sey vadeden yakit
pili ve hidrojen teknolojisi’ni de ihmal etmemek gerektigine isaret edelim.
Prof. Kirim, (7)’de Yeni Girisimcilik adini
verdigi, özel sektör-devlet ortakligi temeline dayanan benzer bir model önermis, ancak, mevcut eski sirketlerin edindikleri aliskanliklardan kurtulma zorlugu karsisinda, ortakligin yeni kurulacak sirketlerle
yapilmasini tercih etmistir. Ayrica, doygunluga erismis alanlarda kesinlikle girisimci destegi
verilmemesini ileri sürmüstür.
Sektör seçimi, çok zor bir istir, ama, güncellestirilen
Vizyon 23’ün bu konuda yardimci olacak önemli bir kaynak teskil edecegi
kesindir. Yeri gelmisken yukarda deginilen Türkiye Sanayi Strateji Belgesi (2011-2014)
hakkinda Aykut Göker’in yazdiklarina yer vermek istiyorum (10). Aykut Göker,
hakli olarak, …bu ülkede çok strateji belgesi hazirlandi. Ne var
ki, bunlarin çogu ya
dogru dürüst hayata geçirilmedi; ya da
hiç uygulamaya konmadan rafa kaldirildi, diyerek bu belgeyi hazirlayanlarin aklina,
öncekilerin niçin basarisiz
olduklarini arastirmak
gelmedi diye sormaktadir. Bu merakinin
sebebini de söyle açikliyor Aykut Göker:
Stratejide öngörülen “üç temel hedef” dogrultusunda bazi sektörel politikalar da
belirlenmis. Bu politikalar, “Otomotiv, Makine, Beyaz
Esya. Elektronik, Tekstil ve Hazir Giyim,
Gida ve Demir-Çelik” sektörlerini kapsiyor. Peki, bu sektörlerde anilan
hedefleri gerçeklestirmek için ne yapmak gerekir? Simdi size bu sektörlerden bir kaçi için
bazi alintilar yapacagim:
“[Otomotiv sanayiinde] güvenlik ve
konfor özellikleri artirilmis motorlu araç komponentleri ve hafiflestirilirken güvenligi de artirilmis araç gövdesi gelistirebilmek… /Emisyon düzeyini en aza indiren
fosil yakit, biyoyakit, ya da hidrojen ile çalisan içten yanmali motorlara ve yakit pillerine
dayali araçlar gelistirip üretebilmek…”
“Ev konforu saglayan cihazlara [beyaz esya vb] farklilik yaratan ve çevreye duyarligi artiran yeni özellikler ekleyebilmek”
“Bilgi
ve iletisim cihaz ve aygitlarini üreten
sanayilerde [elektronik sanayiinde] nitelikli katma deger yaratabilmek için stratejik önemdeki
komponentleri [mikro elektromekanik sistemler vb)
tasarlayip ütretebilmek./ Tüketici elektroniginde yeni kusak ürünler tasarlayip üretebilmek.”
“Çok boyutlu- çok islevli akilli tekstiller gelistirebilmek./Tekstil terbiyesinde enerji tasarrufu saglayan çevre dostu teknolojiler gelistirip kullanabilmek.
Bunlar herhalde stratejiyi hazirlayanlarin
öngördükleri sektörel politika hedefleridir. Ama ben bunlari AKP iktidara geldiginde hazir buldugu
ve o tarihten bu yana rafta duran 2004 tarihli Vizyon 2023 strateji belgesinden
aldim (10).
Ben de bu belge ile ilgili olarak su suali sormak ihtiyacini duyuyorum:
Belgenin vizyonu olarak Orta ve
yüksek teknolojili ürünlerde Avrasya’nin üretim üssü olmak belirlenmis.
Bundan kastedilen, Avrupa ve Asyadaki
firmalarin outsourcing (dis kaynak kullanimi)
için tercih edecekleri taseron olmak midir?
Diger
yandan, BTYK’nin Aralik 2010 tarihinde yaptigi toplantida
kabul edilen Ulusal Bilim Teknoloji ve Yenilik Stratejisi
2011-2016 ve TTGV’nin Ileri
Teknoji Projeleri (ITEP)
Programinin destekleme kosulundan çikarilan asagidaki çerçeve mevcuttur:
Ilerde gelisip rekabet gücü kazanma ümidi veren, dinamik
karsilastirmali üstünlüklere
sahip, Türkiyenin kalkinmasinda ivme saglayacak
ve jeopolitik konumundan kaynaklanan ihtiyaçlarina cevap verecek ileri
teknolojili konular.
Bunun altini doldurmak en önemli isdir. Bu genel tanimin bir kademe ilerisi için,
BTYK’nun yukarda bahsedilen kararinda, daha önce karar altinaalinmis olan savunma ve uzay alanlarina enerji,
su ve gida ilave edilmistir.
TTGV’nin 2009’da baslatilan ITEP
Programinda ise destek kapsamina alinan teknolojiler:
*Tarimsal atiklardan yüksek katma degerli biyoürün üretim ve teknolojileri,
*Ileri
malzeme teknolojileri ve hassas üretim teknikleri,
*Yenilenebilir enerji üretim, depolama ve
dagitima yönelik teknolojiler,
olarak daha özellikli sekilde saptanmistir.
2011 yilinda bunlara
*Gida teknolojileri,
*Ileri
tip , saglik, biyomedikas teknolojileri,
*Iklim
degisikligine uyum teknolojileri ilave edilmistir.
Yukardaki
tanim içine giren bu tür teknolojilere ve sektörlere uluslararasi
alanda zaten rekabet edebilen sektörler eklenmelidir.
BTYK’nun 2011-2016 Stratejisi kararinda bu sektörler:
Otomotiv, Makine Imalat, Bilisim
Teknolojileri olarak belirtiliyor.
Bütün bunlarla ilgili teknolojilerin daha
özellikli olarak belirtilmesine ihtiyaç bulunmaktadir. Ayrica, öncelikli
olacaklari karari alinan bu sektör ve teknolojilere saglanacak farkindaliklarin da ortaya
konulmasi gerekir.
BTYK kararlarinin uygulanmasinda gecikme,
hatta benimsememe çok sikayet edilen bir
husustur. Bu, saptanan hedeflere ulasmayi engellemekte,
en azindan geciktirmektedir.
Kurumsal yapinin kamu, üniversiteler ve
sanayi arasinda iletisim ve isbirligini mümkün kilan bir duruma getirilmesi gerekiyor.
Siyasi kadrolarin bu yolda bilinçlendirilmesi, arastirma-teknoloji gelistirme-inovasyon (ATGI) ve sanayilesme
politikalarinin tesbit ve uygullanmasinin izlenmesi fonksiyonunun
icra organina yakin bir yere yerlestirilmesi
gerekir. Bu itibarla TÜBITAK’in dogrudan
Basbakan yerine Bilim Sanayi ve Teknoloji
Bakanligina baglanmasi uygun
olmamistir düsüncesindeyim.
Kanaatimce, kararlarin uygulanmasini takip mekanizmasinin islerliginin saglanmasi çok önemlidir.
Çuvaldizi bir de öbür tarafa batirmak
gerekirse, sanayicilige soyunmus kisi ve kuruluslara sunlar söylenebilir: Inovasyon, sanayinin dogasinda
var, 1960 ve 1970’lerde telaffuz edilip bilimsel sekilde disipline edilmeye baslanmadan önce de mevcuttu. Unutmamak gerekir ki,
sanayi ve sanayilesmede en önemli rol oynayan
burjuvalar, baslangiçta birer küçük mucit idiler. Bunlar
inovasyon yapa yapa büyümüs ve sanayi devrimi
ile birlikte sanayinin büyüyüp yayginlasmasini saglamislardir. Bir know-how ve
lisans anlasmasi yapip, soför becerisi ile sinirli kalarak eldeki
reçeteleri, niçinini bilmeden, bir seyler üretmek,
sanayicilikten baska bir seydir
diye düsünüyorum. Böyle davrananlar bunun
acisini 24 Ocak 1980 kararlarinin uygulanmasi sirasinda çekmislerdir. Sanayicilik ve inovasyonu rekabete açik bir
ortamda ayri düsünmek mümkün degildir.
Inovasyonun sürdürülebilir
olmasi bilimsel bilgi üretmeyi gerektirir. Bilimsel
bilginin üniversiteler ve kamu yaninda, özel sektörde de üretilmesi çok
arzu edilir. Ama bunu ancak büyük sirketler
yapabilir. Bu suretle üniversitelerdeki temel bilim bölümlerinin çekiciligi de artar. Bugün ülkemizde sanayide çalisarak meslegini
kullanan matematikçi, fizikci ve kimyaci sayisi yok denecek kadar azdir.
Kamu ve özel sektör arasindaki iliskilerin daha gelistirilmesi, özel
sektörün, en azindan, kendisi ile ilgili kararlarda katilimda bulunabilecek bir
konuma getirilmesi, bazi çalisma gruplari ve
kurumlarda orantili temsil imkanina sahip olmasi gerekir. Bunlarin basinda BTYK vardir. Bu Kurumda özel sektör sadece
TOBB Baskani vasitasiyle temsil ediliyor.
Yukarda verilen Ulusal Yenilik Sistemi 2023 Hedefleri bu Kurum tarafindan
kararlastirilmistir
ve hedeflere ulasmada en büyük yükü özel sektör tasiyacaktir. Ama, basta
bu yükü kendisine veren karar olmak üzere bütün stratejik
kararlarda özel sektörün fikrine ve oyuna müracaat edilmemektedir.
Esasen, BTYK’nin kurulmasini saglayan
1983 tarihli Kanun Hükmündeki Kararname eskimistir
ve kanun haline getirilerek güncellestirilmeye
muhtaçtir.
Uygulanmakta olan destek ve tesvik araçlarinin çogalmasi ve çesitlenmesi memnuniyet vericidir. Inovasyon ve girisim
kültür ve ikliminin yerlesmesi için faydalidir. Ancak artik
bunlarin, agirlikli olarak, tesbit edilen
strateji ve politikalar yönünde kullanilmasi, aralarinda esgüdüm saglanmasi ve
bu görüs açisindan da denetlenmesi gerekir.
Kamu
kuruluslarinin ve bürokrasinin konuya (bilim,
teknoloji, inovasyon ve sanayi) yakinligi,
onu benimsemesi ve heyecanla desteklemesi çok önemlidir. Özel sektör dinamizmi
ile beslenen, kamunun teknolojiye dayali ulusal kalkinmaya inandigi ve siki sikiya bagli oldugu
bir ortam olusturulmalidir (3).
Bitirmeden Daron Acemoglu ve James A. Robinson’un Uluslarin Düsüsü isimli
eserlerinde (1) altini çizdikleri bir hususa dikkatleri çekmek
istiyorum:
Kurumlar gerçek hayatta davranis ve güdüleri etkilediklerinden ülkelerin basari ya da basarisizliklarini biçimlendirirler.
Bireysel yetenek toplumun her asamasinda önem
tasir, fakat pozitif bir kuvvete dönüstürülmesi için o bile kurumsal bir çerçeveye
ihtiyaç duyar.
Bunu teyiden yazarlar Amerika Birlesik Devletleri ekonomisinin büyümesini kamçilayan
dinamik enformasyon teknolojisi sanayisinin en önünde yer alan Microsoft,
Apple, Google ve Facebook’un kuruculari olan Bill Gates, Steve Jobs, Larry Page
ve Mark Zuckerberg’in çok büyük yetenek ve hirsa sahip olduklarini, ama basarilarinda içinde bulunduklari ortamin tesviklerinden yararlanmanin büyük payi oldugunu ifade ediyorlar.
Birlesik
Devletler’deki egitim sistemi Gates ve onun gibilere
yeteneklerini tamamlayacak özgün beceriler kazanma olanagini tanidi. Birlesik Devletler’deki ekonomik kurumlar, bu adamlarin asilmaz engellerle karsilasmadan
kolayca sirket kurmalarina olanak tanidilar. Bu
kurumlar ayni zamanda projelerinin finansmanini mümkün kildi. Birlesik Devletler emek piyasalari kalifiye çalisanlar bulmalarini sagladi ve nisbeten rekabetçi piyasa kosullari sirketlerini
büyütme ve ürünlerini pazarlama firsati sundu. Bu girisimciler rüya projelerinin hayata geçirilebilecegine basindan
beri güven duyuyorlardi. Kurumlara ve kurumlarin meydana getirdigi hukukun üstünlügüne güvenleri tamdi ve mülkiyet haklarinin
emniyetinden süphe etmiyorlardi. Son olarak, siyasal
kurumlar istikrar ve sürekliligi
güvence altina aldilar. Her seyden önce,
bir diktatörün iktidara gelip oyunun kurallarini degistirmeyeceginden, varliklarina el koymayacagindan, hapse atmayacagindan ya da yasamlarini ve
geçimlerini tehdit etmeyeceginden
emindiler. Ayrica toplumdaki hiçbir özel menfaatin hükümeti ekonomik bakimdan
felaketlerle dolu bir yöne sürükleyemeyeceginden
de emindiler; siyasal güç hem sinirlandirilmis hem de yeterince genis bir biçimde dagitilmis oldugundan refah için tesvik saglayan
bir dizi ekonomik kurum olusabilmisti.
Yukarda tanimlanan kurumlar ve sistemler
düzeninin yönettigi ortamin uzun sürede, istekle ve
hedefleyerek gerçeklestirilebilecegi
ortadadir. Bu sebeple hakli olarak ülkemizin ne zaman ve nasil böyle
bir ortama kavusacagi suali
soruluyor.
**************
********************* *************************
Fikret Yücel: 1928
yilinda Köycegiz’de (Mugla)
dogan Fikret Yücel, 1950 yilinda Istanbul Teknik Üniversitesi (ITÜ) Elektrik Fakültesinden Yüksek Elektrik Mühendisi
olarak mezun olmustur. 1965 yilinda PTT Genel Müdürlügü bünyesinde PTT Arastirma Laboratuarini kurmustur. 1982 yilinda Mustafa Parlar Vakfi tarafindan
“Elektronik Sanayiine verdigi hizmetler
ve üniversite-sanayi iliskilerine yaptigi katkilar” dolayisiyla Hizmet Ödülü’ne layik
bulunmustur.1991 yilinda kurulan Türkiye Teknoloji
Gelistirme Vakfi’nin (TTGV) kuruldugu günden 19 Nisan 2012 tarihine kadar Yönetim Kurulu
Baskanligi görevini
yürütmüstür. Farkli tarih ve sekillerde yayimlanmis kitap,
makale ve teblig tarzinda kirki askin eseri bulunmaktadir.
**************
********************* *************************
KAYNAKLAR
1. Daron Acemoglu
ve James Robinson, Uluslarin Düsüsü: Güç, Zenginlik ve Yoksunlugun Kökenleri, Dogan
Kitap, 2014.
2. Konu
ile ilgili olarak Taha Akyol (Hürriyet), Mehves Evin
(Milliyet), Müge Iplikçi (Vatan) gibi yazarlarin köse yazilari.
3.Fikret Yücel,TTGV ile 21 Yil,TTGV Yayinlari 2013.
4. Alphan Manas, Orta Gelir Tuzagi ve Türkiyenin Büyümesi, Alphan Manas Blog, 13
Ocak 2013.
5.Prof. Dr. Arman Kirim, Türkiye Nasil Zenginlesir?, Remzi Kitabevi, 2007.
6. Prof.
Dr. Arman Kirim, Farkli Olan Kazanir, Sistem Yayinlari, 2009.
7. Prof.Dr.
Arman Kirim, Türkiyenin Ulusal Girisimcilik
Politikasi Ne Olmali?, TOBB Genç Girisimciler
Kurulu tarafindan 6 Kasim 2010 tarihinde Akarada düzenlenen toplantidaki sunum.
8. Erhan
Atay, Krizden Innovasyona: Güney Kore Örnegi, Dumlupinar Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi (DPUJSS), Sayi 32, Nisan 2012.
9. Gila
Benmayor, Vestel, yeni bir Samsung olur mu? Hürriyet Gazetesi, 8 Eylül 2014
(Gila Benmayor’un Vestel Sirketler Grubu Icra Kurulu Baskani Turan
Erdogan’la yaptigi söylesi).
10. Aykut
Göker, Sanayi Stratejimiz de Var!, Cumhuriyet Bilim -Teknik, 21 Ocak 2011.