Douwe DRAAISMA: Hollanda’daki Groningen Üniversitesi’nin Psikoloji Tarihi ve Teorisi bölümünde profesör olarak görev yapmaktadir. Hollanda Psikoloji Dernegi’nin 2002 yilinda Medya Ödülü verdigi yazarin “Why Life Speeds Up as You Get Older: Yaslandikça Hayat Neden Çabuk Geçer? 2008”adli kitabi bilimsel eserlere verilen edebiyat ödülüne de aday olmustur. Bu eser büyük bir yanki uyandirmis ve on bir dile çevrilmistir. Draaisma bu kitapta Hollanda’da dört ödül almistir.
Yaslandikça Hayat Neden Çabuk Geçer? Bellegimiz Geçmisimizi Nasil Sekillendirir?
“Bellek, Cani Nereye Isterse Oraya Oturan bir Köpek Gibidir” Bellegimizin kendi iradesi vardir. “Bunu hiç unutmamaliyim, bu ani aklindan çikarmamaliyim, bu bakisi, bu duyguyu, bu dokunusu asla unutamam.” deriz, ama birkaç ay, hatta birkaç gün geçtikten sonra bu aniyi hatirlayacagimizi ümit ettigimiz renkte, kokuda ve ya tatta hatirlayamadigimizi görürüz. Cees Nooteboom Rituals’da (Ritüeller) “Belek, cani nereye isterse oraya oturan bir köpek gibidir,” der. Bellegimiz bir seyi muhafaza etmeme emrimizi de kaale almaz: “Keske bunu görmeseydim, yasamasaydi, duymasaydim; bunu tamamen unutabilsem,” deriz. Ama hepsi bosunadir; unutmak istedigimiz sey gece, uykumuz kaçtiginda kendiliginden, davetsiz bir sekilde çikiverir tekrar karsimiza. Bellek o zaman da bir köpek gibidir; az önce attigimiz seyi kuyrugunu sallaya sallaya bize geri getirir. Psikologlar, bellegimizin kisisel deneyimlerimizi depoladigimiz bölümünü 1980’li yillardan beri “otobiyografik bellek” adiyla aniyorlar. Otobiyografik bellek ayni anda hem hatirlar hem de unutulur. ? Otobiyografik bellegimizde neden üç veya dört yaslarimizdan önceki dönemlere ait hiçbir sey yoktur? ? Neden aci verici olaylar mürekkepli kalemle yazilmisçasina silinmez sekilde kaydedilir? ? Gurur kirici olaylar neden aradan yillar geçse de sabika kayitlarindakine benzer bir kesinlikle hatirlanir? Zaman zaman bellegimiz bizi gafil avlar. Bir koku, kirk yildir düsünmedigimiz bir seyi hatirlatir bize aniden. Yasliyken çocukluk anilarini kirk yasimizdakinden daha net hatirlariz, ama bu hatirladiklarimiz daha ziyade alelade, harcialem seylerdir. Psikologlarin “otobiyografik bellek” gibi bir seyi daha düne kadar tanimlamamis olmalari tuhaf gelebilir. Bunun nedeni “bellek” sözcügünün halk dilinde zaten hem kisisel deneyimlerinizi depolama yetenegi hem de bunlari daha sonra hatirlama yetenegi anlaminda kullanilmasidir. Burada asil sorulmasi gereken soru, otobiyografik bellekle ilgili arastirmalarin neden bu tarihlerde baslamis oldugudur. Neden bu kadar geç baslamistir? Wagenaar otuz yedi yasinda kendi anilarini incelemeye baslamis. Bu incelemeyi alti yilda tamamlamis. Wagenaar her gün, yasadigi bir olayi kaydetmis: Ne oldugunu, olayda kimlerin yer aldigini ve olayin ne zaman meydana geldigini not etmis. Bu notlarin yaninda bu olayin duygusal yönden kendisini ne kadar etkiledigini ve olayin ne derece önemli veya güzel oldugunu, 1 ila 5 arasinda sayilarla derecelendirmis. Bütün bunlarin haricinde Wagenaar, olayi gerçekten hatirlayip hatirlamadigini test etmesini saglayacak, olayla ilgili önemli bir ayrintiyi da not etmis. 1979 ila 1983 yillari arasinda kisisel olaylarla ilgili 1605 kisa rapor toplamis. Bir yil sonra ipuçlarindan birini (kim, nerede, ne zaman) rasgele seçmis ve olayi hatirlamaya çalismis. Bir ipucu hatirlamasina yardimci olmayinca ikincisine, gerekirse üçüncüsüne, olayi hatirlayana kadar ne kadar ipucu gerekiyorsa hepsine basvurmus. Günde en fazla bes olay üzerinde çalisabiliyormus, ki bu da deneyin neden bir yil sürdügünü açikliyor. Wagenaar’in bu deneyinde ipuçlari arasinda “olaya kimlerin istirak” ettigini ve olayin “nerede” gerçeklestigini bildirenlerin en etkili ipuçlari oldugu, olayin “ne zaman” gerçeklestigini bildiren ipuçlarinin pek ise yaramadigi ortaya çikmisti. Toplumsal açidan önemli olsalar da tarihlerin bellekte pek önemli bir yer isgal etmedigi anlasilmisti. Wagenaar kisa vadede güzel olaylari nahos olaylardan daha iyi hatirladigini, ama bu farkin zamanla yok oldugunu fark etmisti. Ilk anilarimiz ile yasliligin unutkanligi arasinda, aninin olusumu ile anilarin yikimi arasinda, henüz hatirlama kabiliyetine sahip olunmadigi zamanlar ile hatirlama kabiliyetinin yitirildigi zamanlar arasinda hepimizin aklinda sorular olusmasi kaçinilmazdir; nedeni basit, çünkü hepimizin bir bellegi vardir. Hayatimiz boyunca bize eslik etmis bir seyin bizi hayrete düsürmemesi imkansizdir. Aklimizda olusan sorularin cevaplarini çapi, içerigi ve coskusu hazla büyüyen bir arastirma biçimiyle aramamiz gerekir, yani otobiyografik bellek arastirmalariyla. Bellegimizle yasadigimiz seylerin çogu deneysel arastirma kabul etmeyen bir zaman diliminde gerçeklesir. Bazi fenomenler kayit edilmeyecek kadar uçucudur. Dejavular birden ortaya çikar, dejavu yasadiginizi aradan biraz zaman geçtikten sonra anlarsiniz ve hayatinizin bir bölümünü tekrar yasadiginiz duygusu, bu güzel duygu yine yok olur. Zamanin insana yaslandikça hizlaniyormus gibi gelmesi ise, çok uzun bir zamana yayilan bir fenomendir. Bir insan ömrünün tamamini kapsayan deneyler yapmak imkansizdir. Bazi deneyimlerse deneysel arastirmaya müsait olmayan sartlar altinda yasanir. Giris bölümlerinde okur ile yazar karsi yönlerden bakarlar. Okura göre kitap gelecektedir, yazara göreyse geçmiste. Bu kitabin yazari geriye baktiginda, eserin Ebbinghaus’tan ziyade Galton’in ruhuna uygun bir kitap haline geldigini ve “eski” çagrisimlarin çogunlukla düsüncelerini psikolojinin ilk yillarina götürdügünü görüyor. Bu yüzdendir ki Yaslandikça Hayat Neden Çabuk Geçer’in bizatihi kendisi bir hatira efektinin ifadesi haline gelmistir. Ah neydi o eski günler! Karanlik Içindeki Anlik Görüntüler: Ilk Anilar Çocuklar için geçmis çok uzun ve farklilasmamis bir “dün” dür, ama bu dünü hatirladiklarina süphe yoktur. Gelgelelim birkaç yil içinde bütün bu anilar yok olur ve geriye karanlik içindeki anlik görüntülerden baska bir sey kalmaz. Freud bu biçimdeki hafiza kayiplarina “bebeklik amnezisi” adini vermistir. Freud bebeklik dönemini dogumdan alti-yedi yaslarina kadar ki dönem olarak kabul eder. Yirmi dört yasinda bir adam su sahnenin hatirladigi en eski ani oldugunu bildirmisti: “Yazlik bir villanin bahçesinde, halasinin yanindaki küçük bir sandalyede oturuyor. Halasi ona alfabeyi ögretiyor. Çocuk m ile n’yi ayirt etmekte güçlük çekiyor, halasina ikisini nasil ayirt edecegini soruyor. Halasi ona m’nin n’ye göre bir fazlaligi oldugunu söylüyor.” Bütün hatirladigi buydu. Dört yasindayken yasadigi masum bir sahne; özel hiçbir tarafi yok. Peki ama böylesine önemsiz bir olayi neden hatirliyordu? Bu aninin bayagi karakteri önemli bir seylerin hali altina süpürüldügünün bir isareti degil midir? Bu sahnenin asil önemi, bu aninin “çocugun baska bir merakini simgeledigini ortaya çiktiktan sonra anlasildi. Çocuk m ile n arasindaki farki anlamaya çalistigi gibi daha sonra erkekler ile kizlar arasindaki farki da kesfetmeye çalismisti”. Sonunda “aradaki farkin benzer oldugunu kesfetmisti: Erkeklerin de kizlara göre bir fazlaligi vardi. Bu bilgili edindiginde çocukluk dönemindeki bu paralel meraki hatirlamisti”. Freud böyle demisti. Küçük çocuk ve halasi örnegi Günlük Yasamin Psikopatolojisi’nden alinmadir. Ilk animiz zannettigimiz sey aslinda çok daha sonra gerçeklestirilmis bir yeniden kurgudur, o animizin bastan asagi degistirilmis bir versiyonudur. Ilk anilarin incelendigi arastirmalar genelde ayni yas örüntüleri ile ani tiplerini yansitir. Usher ile Neisser adli psikologlarin karsit bir yaklasimla gerçeklestirdigi çalisma, bir arastirma modeli sunar bize: Usher ile Neisser önce açikça tarihlenip dogrulanabilen dört olay tanimlamis (kardesin dogumu, hastaneye yatma, aile fertlerinden birinin ölümü, tasinma), sonra da bir anket yardimiyla bu olaylarla ilgili anilari çözümlemislerdir. Deneklerin, “Anneniz hastanedeyken size kim bakti? Kardesiniz oglan mi kiz mi oldugunu size kim söyledi? Bebegi ilk nerede gördünüz? Annenizi hastaneden kim aldi?” gibi on yedi soruyu cevaplamalari gerekiyordu. Bu arastirmada bir olay “daha erken” bir aniyi ortaya çikarsa da (Dogum ve annenin hastaneye yatmasi erken, aile fertlerinden birinin ölümü ve tasinma daha geç anilarda) genel örüntünün eski arastirmalar sayesinde çoktandir bilinen örüntüye uygun oldugu ortaya çikmisti: Iki yasindan önceki döneme ait anilar son derece seyrekti; çogu çocugun ilk anisi üç yasindan, hatta daha yukari yaslardan önce ortaya çikmiyordu. Bellege daha çok aykiriliklar, istisnalar, sürprizler depolanir. Bu açiklamanin en önemli noktasi sudur: Ilk anilarimiz bir tekrar ve rutin arka plani talep eder, ki böyle bir arka plan üç yasindan önce olusmaz. Insanin hayatinin ilk yillarinda beyninin (özellikle de, lezyon arastirmalarinin bellek için önemli oldugunu ortaya koydugu hipokampusun), ilk deneyimlerinin izlerini koruyamayacak kadar ham oldugu düsünülmektedir. Çocuklarin çok erken yaslarda çok fazla sey hatirlayabilmesi bu nörolojik açiklamayla pek bagdasmasa da, bu gerçek Nelson’in açiklamasinin basinda yer alir: Anilar insanin daha ilk yillarinda mevcuttur, ama sonra daha soyut yapilarin içine karisirlar ve artik tek baslarina hatirlanamaz hale gelirler. Erken yaslardaki hafiza kaybiyla ilgili açiklamalar iki gruba ayrilabilir. Ilkinde, insan hayatinin ilk yillarinda hiç ani depolanmadigi iddia edilir. Beynin bu dönemde henüz olgunlasmamis oldugu ve kalici bir iz muhafaza edemedigi hipotezi ile anilari depolamak için dile ihtiyaç oldugu hipotezi bu gruba bir örnektir. Diger grupta anilarin depolandigi, ama daha sonra ulasilamaz hale geldigi iddia edilir. Yetiskin biri çocuklugundan beri hiç degistirilmemis bir odaya yillar sonra tekrar girdiginde bile, o oda artik o eski oda degildir. Göz seviyesinde koltuk ayaklariyla ve alt kisimlarindan ibaret masalariyla dolu oda yoktur artik. Ilk birkaç yilin üzerine örtülen örtüyle ilgili en yeni açiklama, bunun nedenini çocugun özbilinçten yoksun olusuna baglar. “Ben” veya “benlik” olmadigi sürece deneyimlerin kisisel anilar halinde depolanmalari imkansizdir. Nasil ki ana karakteri olmayan bir otobiyografi düsünülemezse, “Ben’i olmayan bir bellek de düsünülemez. Bir çocukta özbilinç olustugunun ilk belirtileri ancak birinci yas gününden sonra gözlemlenebilir. Çocuklar çok erken bir yasta aynadaki görüntülerine tepki gösterirler. Aynadaki görüntülerine uzanir, güler ve ona konusurlar. Birinci yas günlerine yaklasirlarken aynalarin özelliklerini sezmeye baslarlar, aynada gördükleri nesneleri aynanin arkasinda ararlar. Çocuklar ancak yaklasik on sekiz aylik olduktan sonra aynada kendi görüntülerinin yansidigini kavrarlar; ancak on sekiz aylik olduktan sonra burunlarina ruj sürüldügünde aynadaki kendi burunlarina hayretle bakarlar. Çocuk, kendisiyle ilgili bir “Ben” kavrayisini ancak on sekiz aylik zihin seviyesinde (takvim yasi ne olursa olsun) edinir. Koku ve Bellek Kokularin çocukluk anilarini canlandirabilecegi konusu, Proust’tan çok önce genel kabul görmüs bir seydi. Colgate Üniversitesi’ndeki Psikoloji Laboratuvari daha güvenilir veriler toplamak amaciyla 1935 yilinda aralarinda yazarlarin, bilim insanlarinin, avukatlarin ve din adamlarinin bulundugu 254 “mümtaz sahsiyet”e bir anket göndermisti. Bu kisilerin yaslari ortalama elliydi. Anketin Donald Laird tarafindan Scientific Monthly’de yayimlanan sonuçlarini okumak, bilhassa kokuyla ilgili kisisel deneyimler ve bu kokularin uyandirdigi anilar yüzünden büyük bir zevk. Ankete katilanlarin büyük bir çogunlugu kendilerini çocukluk günlerine daha ziyade kokularin götürdügünü söylüyor. Ankete katilanlardan biri çocukken at ve ahirlarla hasir nesir oldugunu yazmisti. “Yirmi yaslarindayken bir gün köy yolunda yürüyordum. Yüz metre kadar önümde tezek yüklü bir at arabasi gidiyordu. Tezek kokusu birden beni çocukluk yillarimin anisiyla bas basa birakti, donakaldim.” Bazi çagrisimlar varliklarini ömür boyu sürdürür. Kokular bize son derece gizemli gelebilecek ani ruh hali salinimlari yaratabilir. “Bir keresinde trende, gayet mutlu bir ortamda ansizin bir hüzne kapildim, kendimi mutsuz hissettim.” Diye yazmisti bir kadin. Ankete katilanlardan biri de, bir kitap okurken içini birden bir yalnizlik hissi kapladigini belirtiyordu. Sonradan, çocukken okudugu kitaplarin hepsinin Londra baskisi oldugunu, Ingiltere’de basilan kitaplarin kokusunun Amerika’da basilan kitaplarin kokusundan çok farkli oldugunu anlamis. Kokular yalnizca olay ve sahneleri degil, ayni zamanda o sirada onlarda baglantili olan ruh hallerini, yani insanin çocukluk döneminin bir parçasinin duygusal rengini de hareke geçirir. Çagrisimlar genellikle hos, bazen de nahostur, ama asla nötr degildir. Bunlar zevkle yeniden yasadigimiz duygulardir: ankete katilanlardan bazilari bu duygulari harekete geçiren kokulari elinin altinda bulundurdugunu yazmisti. Görüntü ve kokunun her ikisinin de anilari harekete geçirdigi durumlarda (bir taze talas yigini, birkaç funda filizi gibi) en etkilisi kokudur; fundaya bakmak yetmez, onun kokusunu da duymak gerekir. Anilarin varolmaya basladigi andan itibaren, yani çocukluk amnezisi döneminin hemen ardindan, korkular daha yasli insanlarda koku adlarinin uyandirdigindan iki kat daha fazla aninin uyanmasini saglar. Ne var ki, bu bulguda paradoksal bir durum söz konusudur. Yetmis yasindaki insanlarin kokulari ayirt etme yetenekleri önceki yillarina oranla epey azalir, öncekinin yüzde birkaçi kadardir en fazla. Yirmi yasindan sonra koku duyumuzun gücü birden düser (her on yilda tahmininden iki faktör). Algi esigi sürekli yükselir. Ama yine de yasli insanlarda ilk anilari kokular uyandirir. Bellegimize depoladigimiz hemen her yeni seyin halihazirda bellegimizde bulunanlar üzerinde bozucu bir etkisi vardir. Kokularda bu bozulma durumu daha az oranda gerçeklesir. Bu nedenle, bir dizi yeni kokuyu tanimayi ögrenmek daha önce tanimayi ögrendiginiz kokulari pek etkilemez. Bir kere yer edindiginde iz çok uzun bir süre, hatta bir ömür boyu bellekte varligini sürdürür. Evrimsel açidan bakildiginda koku ilkel bir duyudur. Koku duyusu nöral tübün iki bulbusundan, koku bulbuslarindan gelismistir. Koku bulbuslarinin hacmi beynin toplam hacminin binde birlik kismindan daha küçüktür. Burun mukozasi ile bulbuslar arasindaki koku uyaranlariyla kapli yol kisadir. Burnun üst kisminda koku epiteli, her biri 1 cm2 büyüklügünde, sari kahve renginde iki küçük parça yer alir. Koku epiteli 6 ila 10 milyon duyu hücresine sahiptir; bu sayi sadece çoban köpeginin sahip oldugu 220 milyon koku hücresinin degil, insan retinasindaki isiga duyarli yaklasik 200 milyon hücrenin yaninda da çok önemsiz kalir. Koku epiteli, rengini koku hücrelerinin titrek tüylerinden alir. Bu tüyler, Diane Ackerman’in deyisiyle. “mercan resifindeki çanak çiçekleri gibi disari bas verir ve hava akimi önünde dalgalanirlar.” Beyinde duyu bilgilerinin analiz edildigi yere koku duyusu kadar yakin baska duyu yoktur. Anatomi terimleriyle ifade edilecek olursak, koku uyarimini almak için beynin iki küçük parçasi burnun içine düsmüs gibidir adeta. Koku hizli bir duyu sayilmaz: hos ve nahos kokular arasindaki ilk ayrimin ardindan, uyarim ile tanimlama arasindaki bir-iki duraklama ani yasanir, ama varis ile depolama arasindaki yol kisadir ve bu yol üzerinde herhangi bir yan yol yoktur. Koku uyarani, mahkeme salonuna merakli gözlerinden irak, gizlice sokulan sansasyonel bir süpheli gibidir adeta. Bu ayricalikli yolun bedeli, koku duyusunun beynin dili kavrama ve olusturmadan sorumlu bölümleriyle irtibattan yoksun olusudur. Koku uyarani mahkeme salonuna girer girmez suskunlasir. Koku. “sessiz duyu” olarak bilinir. Körlerin koku duyulari normalden çok gelismis olmadigi halde kokulari, gören insanlardan daha iyi ayirt edip isimlerini söyleyebilmeleri ilgi çekici bir durumdur. Bunun nedeni, kokunun kaynagini belirlemekte zorlandiklari için dikkatlerini kokunun nitelikleri üzerine yogunlastirmalari muhtemelen. Koku duyusunun beyindeki özel “baglanti”si sayesinde bu anilar dogrudan hipokampusa gider ondan sonra bu anilar ancak tekrar ayni yol izlenmek suretiyle canlandirilabilir. Bu, bir kokunun insana çogunlukla neden sözcüklerle ifade edilemeyecek bir atmosferden, bir ruh halinden baska bir seyi hatirlatmadigini, buna sebep olan aniyi neden ancak çok sonra, kimi zaman da büyük bir çaba sonucunda bulabildigimizi açiklar. Dünün Kaydi Öfkelenmelerine neden olan bir olayi hatirlarken insanlar asirdan uzun bir zaman sonra bile yine öfkeyle titrer veya oturduklari koltugun kollarini öfkeyle yumruklar. Kendinizi çok mahcup hissetmenize yol açan olaylari, yüzünüzü tekrar ellerinizle kapamadan veya karsinizdaki kisiden yüzünüzü kaçirmadan anlatamazsiniz. Küçük düsürücü olaylarla ilgili anilarin bir tuhafligi daha var. Bu anilarda kendinizi görebilirsiniz. Asagilandiginizi hissettiginiz bir olayi hatirlayin, o olay sirasinda kizaran yüzünüzü, kirildiginizi gizleme çabalarinizi görürsünüz; baskalarinin size güldügünü size aciyarak baktigini görürsünüz. Sanki o sahneyi kaydeden kisi degil de onun oyuncularindan biri gibisinizdir. Asagilandigini hisseden herkes kendini hemen disaridan bakan birinin gözleriyle görür. Bu durum ayni zamanda bu tür anilarin neden canli oldugunu da açikliyor belki de. Mahcubiyet, öfke, kafa karisikligi gibi kendi içinizden bildiginiz ve oldugu gibi hatirladiginiz bütün duygulara içeriden ulasabiliyorsunuzdur: Ama ayni olay ayni zamanda disari da meydana gelmis bir olayin tescili seklinde de depolanmaktadir. Içimizdeki Flas Rasgele bir tarih seçilip de size bes-alti yil önce, mesela 31 Agustos 1997’de nerede oldugunuz, ne yaptiginiz, kimlerle beraber oldugunuz ve havanin nasil oldugu soruldugunda muhtemelen hiçbir cevap veremezsiniz. “Hatirlamaya çalis günlerden pazardi” gibi, yardimlar da hatirlamaniza hiçbir fayda saglamayacaktir. O gün de uzun zaman öncesinde kalan diger günler gibi tamamen unutulup gitmis gibidir. Ama 31 Agustos 1997’nin Prenses Diana’nin bir araba kazasinda öldügünü duydugunuz günün tarihi oldugu bilgisiyle birlikte her sey degisir. O ani tekrar düsündügünüzde bu haberi kimden duydugunuzu (ailenizin üyelerinden birinden, bir televizyon veya radyo spikerinden vs.) hatta haberi nerede duydugunuzu, yaninizda kimlerin oldugunu, o sirada neler yaptiginizi, haberi duydugunuzda ilk tepkinizin ne oldugunu, çevrenizdeki insanlarin nasil tepki verdigini muhtemelen hala hatirliyor oldugunuzu görürsünüz. Yalnizca bir olayin haberiyle ilgili anilar degil, ayni zamanda o olayin yeri ve zamaninin tasviriyle ilgili olan anilar da “flas anilar” adiyla bilinir. Bu karsiligi 1977’de Brown ve Kulik adli psikologlar bulmustur. Baskan Kennedy’nin ölümü, buna klasik bir örnektir. “Flas ani” terimi ilk 1977’de ortaya atilmis olsa da, bu fenomen çok eskidir. 1899’da yapilan otobiyografik bellekle ilgili ilk arastirmalardan biri Abraham Lincoln’ün suikastinin da ayni etkiyi yarattigini ortaya koyar: Soru sorulan 179 kisiden 127’si Lincoln’ün öldügü haberini duyduklari sirada nerede olduklarini ve ne yaptiklarini söyleyebilmistir. Bunlarin haricinde, sevdiginiz biriyle ilgili kötü haber almak gibi, kisisel flas anilara yol açan olaylar vardir. Siyahi militan aktivist Malcolm X’in öldürülmesi beyaz Amerikalidan çok daha fazla sayida siyah Amerikalida flas aniya neden olmustu. Ayni sey Martin Luther King’in suikasti için de geçerliydi. Flas anilar “alelade” anilardan daha tutarli bir bütünlük arzeder, alelade anilar çogunlukla yeniden insa ve yorum parçalarindan olusur, diye yazar Conway. Prenses Diana’nin ölüm haberini aldigimiz ani hatirlarken o sirada nerede oldugumuzu, hatta o sirada ayakta mi duruyorduk, oturuyor muyduk, yoksa yatiyor muyduk, hepsini tekrar hatirlariz. Bütün bunlar, biz aldigimiz haberi sindirmeye çalisirken beynimizin kendi halinde kaydettigi görüntüye dahil edilmistir. Iç fotograf (daha dogrusu kisa film) belki de unutulmaya karsi bütünüyle bagisik degildir, ama diger anilardan çok daha dayanikli oldugu kesin. “Neden Geriye Dogru Degil de Ileriye Dogru Hatirlariz?” Kisa bir süre önce bir makale için Mind’in 1887 cildine göz gezdirirken bir makalenin su basligi gözüme çarpti: “Neden geriye dogru degil de ileriye dogru hatirlariz?” Makale dört sayfa bile tutmuyordu, Herbert Bradley (1846-1924) adli idealist ekolünden Oxfordlu bir felsefeci tarafindan kaleme alinmisti. Hatirlamamizin nasil bir yön izledigi sorusu basitçe, bellegimizin olaylarin gidisatini aynen kopyaladigi seklinde cevaplandirilabilir: Önce X olmustur, sonra Y, dogal olarak bunlari bu düzen içinde hatirlarsiniz. Ama daha yakindan bakildiginda durumun hiç de öyle asikar olmadigi anlasilir, ki gerisin geri kütüphaneye gitmeme neden olan da buydu: yani, olaylarin depolanmis paralelleri neden yine ayni düzende tekrar etsindi ki? Olaylari hatirlarken her zaman, deyim yerindeyse öteki taraftan girersiniz: Belleginizin dosyalama sisteminde en son gerçeklesmis olay, tipki klasörlerdeki hesap özetleri gibi, en üstte yer alir, sayfayi çevirdiginizde X’ten önce Y’yi görürsünüz. O halde neden geriye dogru degil de ileri dogru hatirlariz? Olaylari ileriye dogru hatirladigimiz inkar edilemez bir gerçektir. Geriye dogru hatirlamak arabayi geri geri sürmek gibidir: Böyle gidebilirsiniz ama arabalarin bu sekilde gitmek için yapilmadigini bilirsiniz. Geriye dogru yasamak siirlerle romanlarin imtiyazi altindadir. Jan Hanlo’nun “We are born” (Dogduk) adli siirinde cenaze arabasi atlari dizginlerinden geri geri çekerek cenaze evine götürür. Orada yas tutan insanlar geri geri kapiya gidip disari çikarlar. Birkaç gün sonra merhum cenaze evinde uyanir. Iyilestikten ve kuvveti yerine geldikten sonra çalismaya baslar. Yapilacak çok is vardir: Köprüler yikilacak, kasaba ve sehirler yerle bir edilecek, kömür ve petrol yerin dibine yerlestirilecektir. Is cezbedicidir. Yemek ocagin üzerinde sogumaktadir. Ömrümüzün sonunda okul siralari bizi beklemektedir: “Okul ögrendigimiz her seyi unutturur bize.” Gelgelelim siirde insanlar sadece hareket eder ve hiç konusmazlar. Biri konusmaya basladigi anda, zamani geriye çevirmeyle ilgili düsünce deneyini kararli bir biçimde sürdürmek imkansizdir artik. Bradley, hatirlamanin ileri dogru bir yön izlemesinin açiklamasini beynin biyolojik islevinde aramistir. “Hayat sürekli çürüme ve tamir sürecinden ve tehlikelere karsi sürekli mücadelelerden olusur; dolayisiyla yasamak için düsüncelerimiz aslen önsezide bulunma yolunu izlemek zorundadir.” Funes ile Serasevski’nin Kusursuz Bellekleri Serasevski, Rus nöropsikologlarindan Aleksandir Lurija’nin (1901-77) 1965 yazinda kaleme aldigi ve 1968’de Ingilizce The Mind of a Minemonist (Bir Hafiza Sampiyonunun Zihni) adiyla yayimlanan vaka çalismasinin ana konusuydu. O siralarda Serasevski yerel bir gazetede muhabir olarak çalismaktaymis. Lurija otuz yildan fazla bir zaman boyunca onun o olaganüstü bellegini düzenli araliklarla çesitli deneylere tabi tutacakti. Lurija psikanaliz üzerine bir monograf yazmis ve Freud’la birçok kez yazismisti. Psikanaliz, Sovyetler Birligi’nde itibarini kaybedince Larija da degisen kosullara ayak uydurmustu. Moskova Üniversitesine gitmis, nöropsikoloji alanindaki uzun ve üretken kariyerine ilk adimini atmisti. Kendisiyle görüsmek için psikoloji laboratuarina gelen Serasevski ilk bakista ürkek ve dalgin biri gibi görünmüstü Lurija’ya. Onu memnun etmek için ona bazi standart testler uygulamisti. Ona sözcük, sekil ve harflerden olusan çesitli uzunlukta listeler göstermis ve bunlari tekrarlamasini istemisti. Rutin bir is olarak baslayan sey birden göz kamastirici bir gösteriye dönüsmüstü: Lurija ne kadar uzun bir liste hazirlasa da (otuz, elli, hatta yetmis unsurdan olusan listeler) Serasevski diziyi bastan sona, hatta sondan basa veya rasgele bir noktadan baslatildiginda bile hatasizca tekrarlayabilmekteydi. Bellek esigi (bir kisinin tek bir sunumdan sonra hatasiz tekrarlayabildigi madde sayisi) çogu insanda yedi civaridir. Serasevki ise yüzlerce maddeden olusan dizileri hatasiz tekrarlayabilmekti. Ortalama bir kisi, anlamli sözcükleri anlamsiz hece gruplarindan daha rahat aklinda tutabilirken, Serasevski birbirine çok benzeyen anlamsiz hece gruplarindan olusan uzun listeleri aklinda tutabilmekteydi. Testten önce veya sonra benzer materyal ögrenildiginde normal hatirlama sürecinde gerileme yasanirken, Serasevski bu tür materyalleri belleginden ayni sekilde hatasizca çekip çikarabilmekteydi. Kusursuz bir hatirlama gücüne, geçici veya parçali izlerden ziyade sürekli ve bütün izler tasiyan bir bellege sahipti. Yapilan testler belleginin görsellige meyilli oldugunu ortaya koymustu. Her sözcük otomatik olarak bir resim olusturuyor ve bu resim silinmez bir sekilde bellegine kaziniyordu. 1936’da kendisiyle yapilan bir söyleside sunlari söylemisti: “Yesil sözcügünü duydugumda gözümün önüne yesil bir saksi geliyor: kirmizi sözcügünü duydugumda bana dogru gelen kirmizi gömlekli bir adam görüyorum; mavi ise bir pencereden küçük bir mavi bayrak sallayan birinin görüntüsü anlamina geliyor.” Sayilar bile ona imgeleri hatirlatiyordu. “Örnegin 1, gururlu, boylu, boslu bir adam; 2, hoppa bir kadin; 3 kederli biri (neden öyle bilmiyorum); 6, bir ayagi sismis bir adam; 7, biyikli bir adam; 8, çok iri bir kadin –çuval içinde çuval. Örnegim, 87 yasinda sisman bir kadinla biyigini buran bir adam görüyorum.” Kusursuz belleginin yani sira Serasevski az görülür bir baska zihin kabiliyetine daha sahipti. Serasevski asiri derecede sinestetikti. Farkli duyularinin izlenimleri birlikte çalisiyordu. Sözcüklerle birlikte renk ve tat duyusu aliyor, hatta istirap bile duyuyordu. Restoranda yemek siparisini yemek isimlerinin tadina göre veriyordu. Ilk bakista bu sinestezinin Serasevski’nin bellegini daha da anlasilmaz kildigi düsünülebilir. Her biri çok seyrek görülen norm disi bu iki özellik nasil olur da ayni kiside bir arada görülebilir? Tesadüf eseri mi? Lurija burada sinestezinin bir baska gizemli özellik olmadigini, açiklamanin ayrilmaz bir parçasi oldugunu gösterir. Serasevski sahne gösterileri sirasinda hatirlamasi gereken sonsuz sayi ve nesne dizisinin unsurlarini somut bir resimle bagdastirmakla kalmiyor, bu unsurlari seslerine, renklerine ve tatlarina göre bellegine yerlestiriyordu ayni zamanda. Lurija konusmalarindan ve mektuplasmalarindan, Serasevski’nin görsel sinestetik yaklasiminin ona belli seylerle bas etmesinde yardimci oldugu sonucuna varmisti. Bu yüzden Serasevski muazzam bir yön duygusuna sahipti: O güne kadar kat ettigi her yolu adeta sürekli genisleyen bir topografi arsivinde yer alan zihinsel bir haritaymis gibi açabiliyordu. “Serasevski çogu zaman yüzler konusunda zayif bir bellege sahip oldugundan yakinirdi: “yüzler çok degisken. Bir kisinin yüz ifadesi, ruh haline ve onunla karsilastiginiz siradaki kosullara bagli. Insanlarin yüzleri sürekli degisiyor; ifadesinin farkli gölgeleri aklimi karistiriyor ve yüzleri hatirlamami zorlastiriyor.” Ne zaman aynada yüzüne baksa sasirir. Baskalarinin devamlilik gördügü yerde o degisim görürmüs.” Uykusuzluktan mustarip olan herkes bir süreligine kusursuz bir bellegin lanetiyle yasar. Gecenin uzun süren, bitmek bilmeyen saatleri agir agir ilerlerken bir Ireneo Funes’e, bir Solomon Serasevski’ye, ansizin kusursuzluk patolojisinden mustarip olmanin nasil bir sey oldugunu anlayan hafizasi kuvvetli birine dönüsürüz. Bir Bozuklugun Yararlari; Aptal Dahi Sendromu 1887’de Ingiliz psikiyatrist John Langdon Down, Londra Tip Cemiyeti’nde bir dizi ders vermisti. Bu derslerde meslektaslarina Earlswood Yetimhanesi’ndeki otuz yillik bashekimlik görevi sirasinda karsilastigi vaka ve hastaliklarin bir dökümünü yapmisti. Down’in verdigi bu dersler esasen onun “mongolluk” adini verdigi, bugünse Down sendromu adiyla bilinen bir anormal zihin durumu sayesinde psikiyatri tarihinin bir kilometretasi haline geldi. Down’in verdigi örnekler üç kategoriye ayrilir. Birinci kategoride olaganüstü bir bellege sahip kisileri görürüz. Bazilari aptal dahiler büyük bir sehrin bütün otobüs tarifesini ezbere bilir. Bazilari tarihsel olaylar konusunda son derece iyi bir bellege sahiptir veya bir kurumun eski ve yeni çalisanlarinin dogum günlerini ve adreslerini ezbere bilirler. Ikinci kategoriyi hesaplamada üstün yetenege sahip aptal dahiler olusturur. Bu kategoride yer alanlarin çogu özellikle takvim hesaplamalarinda iyidirler. Bu kisiler belli bir tarihin haftanin hangi gününe denk geldigini birkaç saniye içinde söyleyebilirler. Üçüncü kategorideki aptal dahiler sanat alaninda üstün bir yetenege sahiptir. Genellikle yetenekleri kendini müzik parçalarini isiterek çalmak biçiminde gösterir. Bu kisiler nota okuyamazlar ve akortlari ayirt etme konusunda muazzam bir yetenege sahiptirler. Resim çizme yetenegi gelismis dahilere çok daha az rastlanir. Çogu aptal otistiktir veya genellikle otizmle baglantili belirtiler (ekolali, yani “söylenenleri papagan gibi tekrarlama” toplumsal iliski yoksunlugu, tekdüze faaliyetlere egilim ve çevrelerindeki degisiklikler karsisinda asiri öfkelenme) gösterirler. Otizm teshisi konmus çocuklarin yaklasik yüzde 10’u aptal dahilere özgü yeteneklere sahiptir. Aptal dahilerin yetenekleri arasindaki farkliliklari daha iyi anlayabilmek için birkaç aptal dahiyi tanimak yararli olacaktir. Jodediah Buxton 1702’de Derbyshire’a bagli Elmton köyünde dogdu. Babasi okul müdürü, büyükbabasi da kilise papaziydi. Jedediah okuma yazmayi asla ögrenemedi ve bir tarim isçisi oldu. 1754’te Gentleman’s Magazine’de yayimlanan biyografisine göre, Buxton’in “binbir zahmet ve yoksulluk içinde geçen hayati dogal olarak tekdüze ve silikti: Bir günü içinde olup bitenler neredeyse diger günleriyle ayniydi. Zaman Buxton’in yasindan baska bir seyini degistirmemis, mevsimler de çalismasini hiç degistirmemis, bir tek kislari harman döveni kullanirken, yazlari orak kullanmis.” Biyografiyi yazan kisi Buxton’in cehaletinin açiklamasinin bununla ilintili olabilecegini düsünüyordu: “Sürekli sayilarla hasir nesir olmasi baska seylerle ilgili en ufak bir bilgiyi bile edinmesini engellemis aklinda ayni sartlarda yasayan on yasindaki bir çocuktan daha az fikir kalmis gibi görünüyor.” Yaptigi hesaplamalar arasinda sekiz haneli üç sayinin çarpimi da vardi: bu sayilari çarpiyor ve islemin sonucu olan yirmi yedi haneli sayiyi söylüyordu. Istenirse çikan sonucu tersinden okuyabiliyordu. 1751’de Genteleman’s Magazine’in bir muhabiri Buxton’i ziyaret etmis ve ona bir dizi problem sormus. “Çevre uzunlugu alti yarda olan bir fayton tekerlegi 204 millik York-Londra seferi sirasinda kaç kez döner?” sorusuna Buxton on üç dakikada su dogru cevabi vermis: 59.840 kez. Baska bir soruyu (“üç arpa tanesi bir inç geliyor. Sekiz mil uzunluguna erismek için kaç arpa tanesi gerekir?”) on bir dakikada cevaplamis; 1.520.640. Gördügümüz gibi, Buxton çok az sey ögrenmisti ve çok az sey hatirlamaktaydi., öyle ki on yasindaki normal bir çocuktan daha az sey biliyordu. Ama kendisini ilgilendiren bir konu olunca bellegi olaganüstü bir verimle çalisiyor gibiydi. Nitekim kendisine ikram edilen bütün biralarin miktarini bellegine yerlestiriyordu. Bilindigi kadariyla, hesap dehalarinin belleklerinin niteligi aslinda ortalama ile çok zayif arasinda degismektedir. Fransiz hesap dehasi Mondeux’nün ögretmeni 1853’te ögrencisinin sayidan baska bir sey ögrenemedigini yazmistir. “Olaylar, tarihler, yerler tipki bir aynanin önünden geçiyormusçasina hiç iz birakmadan beyninin önünden geçip gidiyor.” 1894’te Binet, Inaudi adli hesap dehasini incelerken onun tek bir sunumdan sonra önüne konan her hesap problemini tekrar edebilmesine ragmen, besten fazla harf ezberleyemedigini kesfetmisti. Istisna derecesinde iyi bir görsel hatirlama yetenegine sahip olanlarin fotografik bir bellege sahip olduklari, bu kisilerin görsel izlenimleri belleklerine adeta isiga duyarli bir levha üzerine isler gibi depoladiklari, sonra da bunlari bir içsel izlenime dönüstürdükleri söylenir çogunlukla. Bellek psikologlari bu tür fotografik hatirlamaya benzeyen iki süreç tanimlarlar: Sipsak bellek ile görsel bellek. Çok gelismis bir sipsak bellege sahip olan kisiler kendilerine gösterilen bir resmi kisa bir süre, en fazla birkaç dakika boyunca “zihin gözleri önünde” tutabilirler. Zihin gözleri önünde gördükleri bu resim hatirlanan bir imgeden ziyade bir kalan imge, görsel bir ekodur. Sipsak bellek testleri genellikle su sekilde yapilir: Deneyi gerçeklestiren kisi tek tip bir zemin üzerine bir resim yerlestirir. Denek resmi inceler. Resim kaldirildiktan sonra denek imgeyi zemine “yansitabilir.” Resmi dis dünyanin bir parçasi olarak “görebilir.” Resim silindikten sonra tamamen yok olur; bir gün sonra resimle ilgili sorular soruldugunda denek tipki sipsak bellege sahip olmayan bir kisi gibi resmi hatirlayamaz. Oysa görsel bellege sahip olan bir denek kendisine gösterilen bir resmin imgesini görür, hatta haftalar sonra bile gayet dogru bir biçimde hatirlayabilir. Görsel bellege sahip olanlar sipsak bellege sahip insanlardan farkli olarak resmi “kafalarinin içinde” görürler. Iste içebakisla ilgili bu fark iki bellek süreci arasinda bir farklilik oldugunu akla getirir. Müzik psikologu Leon Miller Musical Savants (1989, Müzige Kabiliyetli Aptal Dahiler) adli kitabinda bu sinifa giren on üç kisinin vaka hikayesini aktarir. Hikayesini aktardigi ilk kisi, 1849’da bir köle plantasyonunda dünyaya gelen ve on yasinda gezici konser piyanisti olan “Kör Tom” dur. Yüzden az kelime bilgisine ve binlerce konser parçasi repertuarina sahip olan Tom, bir örüntü olarak tanimlanabilecek bir seyin ilk temsilcisiydi. Müzige kabiliyetli aptal dahilerin büyük bir çogunlugu, yüzde sekseni erkektir. Istisnasiz hepsi kusursuz bir ton duygusuna sahiptir. Yeteneklerinin genetik bir etkene bagli olduguna dair herhangi bir belirti yoktur. Müzige kabiliyetli aptal dahiler olagan disi bir müzik ortami içinde de yetismezler, ama yetenekleri kesfedildikte sonra genellikle yeteneklerinin gelismesi için her türlü imkan saglanir. Müzige kabiliyetli aptal dahiler piyano çalar; ne gitar, ne keman, ne de obua, yalnizca piyano. Bu kimselerin hemen hepsinde görme kusuru vardir. Aptal dahilerin çiplak müzikal yapilari yorumlamadan, yani onlara duygu katmadan ve bir metronomun intizamiyla (ve de duygusuyla) yeniden ürettikleri söylenir. Aptal dahileri yetenekleri hemen her zaman dogustan gelir, ama menenjit gibi bir beyin travmasi sonucu da ortaya çikabilir. Terapistler baska yeteneklerin gelismesini saglayabildiginde aptal dahinin yetenegi çogunlukla kaybolur, ama bazen kaybolmaz. Hemen her aptal dahide konusma kusuru görülür, ama son derece kisa bir süre içinde yabanci dil ögrenen aptal dahiler de vardir. On sekizinci yüzyilda insanlar hamile bir kadinin ani bir sok geçirmesi halinde bunun bebegi üzerinde ölümcül sonuçlar dogurabilecegini düsünürlermis. On dokuzuncu yüzyilda annelerinin sarhosken hamile kaldigi çocuklarin zihinsel kudretleri konusunda endise duyulurmus. Günümüzde ise hamilelik esnasinda annenin vücuduna zehirli madde karismasinin veya dogum esnasinda çocugun oksijensiz kalmasinin çocukta ciddi hasarlara neden olduguna inaniyoruz. Ama bir hasar, nedeni ne olursa olsun, tek bir yetenege zarar vermediginde aptal dahi örüntüsü ortaya çikar: kusurlarin ortasinda yalitilmis bir yetenek. Aptal dahilerin yetenekleri genelde sabit görünür. Nadia bes yasindayken yetenegi erken yasta gelisen Picasso’nun on yasindayken çizdiginden daha iyi resim çizebiliyordu, ama Picasso’nun yetenegi gelismesini sürdürürken onun yetenegi ayni seviyede kalmisti. Ayni sey resim çizmeye çocuk yaslarda baslayan, ama çocuklarin normal resim çizme seviyelerinden geçmeyen Stephen için de geçerlidir. Stephen resim çizmeye kafadan bacakli insan figürleri veya tirnaga benzer kollari olan küçük bebek resimleri çizerek baslamamisti. Stephen’in resimleri daha bastan yetiskinlerin çizdikleri resimleri andiriyordu. Leon Miller, müzige kabiliyetli aptal dahilerle ilgili çogu bulgusunu kortikal kayma hipotezine ikna edici bir biçimde uydurmustur. Inceledigi aptal dahilerden ikisi beyinlerinin sol yarisinda nörolojik araz belirtileri göstermekteymis. Birinin beyninin sag yarisi felçmis; digerinin beyin taramasinda beyinin sol yarisinda dokunun küçülmüs oldugu ortaya çikmis. Müzige kabiliyetli aptal dahilerin hemen hepsinde ciddi konusma bozuklugu vardir, ki bu durum normalde en önemli iletisim kanali olan psikolojik bir islevin kenara itilmesine yol açar. Ayni zamanda diger islevlerin gelisimini engelleyebilecek bir aracin yok oldugu anlamina da gelir bu. Konusma ve müzik bazi açilardan rakip islevlerdir, konusma müzige göre biraz daha baskin bir konumdadir: Arka planda müzik çalarken okuyup konusabiliriz; insanlar konusurken müzik dinlemekse çok daha zordur. Konusma gibi daha geleneksel iletisim araçlarinin gelisimine yardimci olmak amaciyla bazen aptal dahilerin yeteneklerinin gelisimi durdurulur veya engellenir. Bu tür tedavi amaçli müdahaleler farkli sonuçlar verir. Stephen Wiltchire meslek egitimi almis, simdi asçi yamakligi yapiyor. Çizim yetenegi bundan zarar görmemis ama. Çok güzel at resimleri çizen küçük Nadia otistik çocuklara yönelik egitim yapan bir okulda konusmayi ve sayi saymayi ögrenmis, ama eskiden sahip oldugu o kendiliginden resim yapma yetenegi tamamen yok olmus, Simdilerde ara sira bugulu pencere camina bir seyler çizmekle yetiniyor yalnizca. Richard ve Anna Wagner;Kirk Bes Yillik Evlilik Hayati Bellegimiz günlük hayat konusunda pek iyi degildir. Dikkati pek çekmeyen olaylari, eskiden duyulan bir sesi, eski günlerin havasini, odalarin kokusunu veya yenen bir yemegin tadini hafizanizda yeniden olusturmak zordur. Sevdiginiz kisilerin eski görünüslerini de gözünüzde pek kolay canlandiramazsiniz. Anne-babanizin eski günlerdeki görüsleri, çocuklarinizin küçüklük halleri, karinizin, kocanizin, dostlarinizin yillar önceki halleri; bu kisiler yakinimizda olduklari ve siz farkina varmadan ve yavas yavas degistikleri için eski görünüsleri hafizanizdan silinip gitmistir. Kendi görünüsünüzdeki degisimler bile gözünüzden kaçar: Bugün aynada gördügünüz yüz, birakin bir ay veya bir yil önceki halini, yüzünüzün dünkü halini bile belirsizlestirir. Görünüsümüz bir kitap, bellegimiz de bir kitapsever olsaydi, bellegimiz kitabin her yeni basimini, dikkatle korunmus olan önceki basimlarin yanina eklerdi. Kitabin eski bir basimini seçer, onu daha yeni bir basimla karsilastirir, böylece nelerin çikarildigini, eklendigini, gözden geçirildigini veya düzeltildigini anlayabilirdik. Oysa bellegimiz evrime yararli amaçlar güdecek sekilde tasarlanmistir ve bu amaçlarin içinde eski nüshalar yer almaz. Neticede çocuklarimizi on-yirmi yil önceki halleriyle göremiyorsak, eski hallerini hatirlamamiza gerek yok demektir; o halde yolla gitsin. Berlinli Anna ve Richard Wagner çifti, 1900 yilinda baslayan evliliklerinin ilk yilindan itibaren yilbasi gününde kendi fotograflarini çekmis ve bunu Noel karti olarak dostlarina göndermisler. Bu fotograflar dizisi 1942 yilina, Anna’nin ölümünden üç yil öncesine kadar sürmüs, Sadece birkaç yil atlanmis. Wagnerlerin aile dostlarindan bir kadin bütün bu fotograflari saklamis. Neredeyse yarim asir sonra bu fotograflar eski Dogu Almanya’daki bir evin çatisinda bulunmus ve yayinlanmis. Söyle bir baktiginizda fotograflarin ayni sekilde oldugunu fark ediyorsunuz: Wagner çifti, Noel hediyeleriyle dolu bir masa, bir Noel agaci, çok az degisiklige ugramis bir oda. Fotograflarin her biri yilin ayni gününde çekilmis. Ama degismeyen arkaplanin önünde bir insan ömrünün degisen mevsimlerini çok daha net görebiliyorsunuz. Her çagin, insan ömrünün safhalari konusunda kendine özgü fikirleri vardir. Bunlar simgelerle, metaforlarla, deyislerle ve allegorilerle ifade edilmistir. Ortaçag muhayyilesinde hayat çogunlukla bir yolculuk veya hac yolculugu olarak nitelendirilmekteydi; kitaplarda ayrilma ve varis arasinda bir insanin basina neler geleceginden bahsedilmekteydi. Bazen bu yolculuk resimlerle tasvir edilirdi: Resimlerden birinde bir insanin bebek olarak basladigi hayatini yasli biri olarak tamamlayisini tasvir eden bir dizi figür vardir. O dönemde çok begenilen bir baska tasvir ise “hayat merdiveni” tasviridir. Bu tasvirde bu merdivenin solundaki ilk basamagina çikmakta olan küçük bir çocuk, merdivenin sag tarafindan yasli bir adam olarak inmektedir. Basamak sayisi degisir, tipki bir insanin hayatindaki evreler gibi: Insan hayatinda yedi olabildigi gibi, on evre de olabilir. Bu evreler zamanla iliskilendirilebilir. “Avare Bolasirirz Oval Aynalarda”; Dejavu Deneyimi Üzerine Dejavu duygusu ansizin baslar. Tanima duygusu belli bir süre belirir, bu süre içinde bu duygu hiç gelismez veya baska bir duyguya intikal etmez. Bu duygu basladigi andan itibaren her sey daha önce yasanmis gibi gelir size, çevrenizdeki seyler, sesler, yüzler konusmalar; o an içinde düsündügünüz seyleri bile daha önce düsündügünüz duygusuna kapilirsiniz. Hayatinizdan bir parçayi yeniden yasamis gibisinizdir, gerçi bunlari ilk ne zaman yasadiginizi söyleyemezsiniz. Her sey o kadar tanidiktir ki, biraz sonra neler olacagini bildiginizden emin gibisinizdir. Ama bu pasif bir bilgidir; okudugunuz bir kitabi uzun bir aradan sonra tekrar okurken kitapta biraz sonra neler olacagini görebiliyormus duygusuna çok benzeyen bir duygudur bu; ama ancak söz konusu bölüme geçtikten sonra kitaptaki o olaya tamamen vakif olursunuz. Dejavu duygusu hemen her zaman kisa süreli hissedilir. Bu duygu, kimi zaman bizatihi deneyimin kendisinin yarattigi saskinlik nedeniyle hemen dagiliverir. Çogu dejavu deneyimi birkaç kisa andan fazla sürmez; ondan sonra tanidik bir sahnenin tekrarina tanik oldugunuz duygusu yok olur. Az önce yasadiginiz seyin saskinligi bir süre daha devam eder., ama çok geçmeden normal hayat tekrar yoluna girer. 1844’te Ingiliz hekim A.L. Wigan dejavu deneyimini “önceden varolmusluk duygusu” olarak tanimlamis, birçok sair ve yazar da bunun bu fenomenin dogru açiklamasi oldugunu ima etmisti. Dejavu bize varolusumuzun ebedi dönüsüne ansizin bir göz atma firsati taniyan bir çatlaktir zamanda. “Bir örtü aralanir” ve kisa bir an için her sey berraklasir. Ama hayatin bir parçasinin aynen tekrar ettigi düsüncesi tuhaf bir soruyu gündeme getirir. Neden bütün hayatimizi uzayip giden bir dejavu olarak görmüyoruz? Bu durumda dejavu kuralin kendisi; olagan, kopya olmayan hayat da istisna olmaz mi? Bir baska nazik soru da, dejavunun önceki hayatlarin tekrarinin bir parçasi olup olmadigi sorusudur. Eger dejavu yeni bir olaysa, o zaman simdiki hayat tam bir kopya olarak kabul edilemez. Ayrica dejavu duygusu önceki hayatlarda ayni yerlerde meydana geldiyse bile, hala bir açiklamaya ihtiyacimiz vardir, insanin aklinda manasiz bir bitimsizlik yanilsamasi olusturan bir hipotezdir bu; ortaya koydugu açiklama gizemi sinirsizca tekrar eder. Wigan’in kendisi dejavunun nedenlerini kisa süreli bir beyin bozuklugunda aramisti. Reenkarnasyon veya ebedi tekrar gibi açiklamalara hiç yüz vermeyen Wigan, dejavunun nasil bir sey oldugunu izah ederken iddiasiz ama ikna edici bir yorumda bulunur: “Vücut durusu, yüz ifadesi, jest, ses tonu, bütün bunlar hatirlaniyor ve ikinci kez insanin dikkatini çekiyor gibidir. Bunun üçüncü kez tekrarlanacagi asla düsünülmez.” Sully’ye göre dejavu, Freud’un daha sonra günün kalintilari diye adlandiracagi seyin tam tersiydi. Günün kalintilari rüyaya yerlesmisse ve rüyanin içinde belirsiz bir parçadan ibaretse, o zaman bellekte yillarca depolanan bir rüya. Gündelik hayatimizda meydana gelen bir olayin anlik bir kopyasinin ortaya çikmasina neden olabilirdi. Rüyanin “ne zaman” görüldügü bilgisi tekrar ele geçirilemezdi, bu da dejavunun neden ayni seyin belirsiz bir geçmiste gerçeklestigi duygusunu yasattigini açiklamamaktaydi. Dejavu, simdi ile geçmisin kesismesi degildi, bellekteki belirsiz bir izle kurulan kisa süreli bir paralellikti. 1969’da psikiyatrist Harper, psikiyatrik bozuklugu olmayan kisilerde dejavu ile kisiliksizlesme sarasinda Heymans’in daha önce ortaya çikardigi bagintiyi tekrar bulmustur. 1972 yilinda dokuz yüz kadar ögrenci üzerinde yapilan bir kisiliksizlesme arastirmasinda da kisiliksizlesme ile dejavu arasinda bir iliski oldugu ortaya çikarilmistir. Richardson ile Winokur 1968’de, psikiyatrik bozuklugu olan hastalardan olusan bir grup içinde dejavunun, duygulari kararsiz olanlar ile adaptasyon bozuklugu olan etkenlerde daha sik görüldügü tespitinde bulunmustu. Sizofreninin belli biçimlerinde dejavu kronik bir karaktere bürünecek kadar uzun sürebilir. Bu evreden sonra dejavu o kadar karmasik bir sanri haline gelir ki, hasta çift hayat yasadigi veya ayni hayati tekrar yasadigi duygusuna kapilir. Tuhaf bir patolojidir bu; hasta kendi doppelganger’i haline gelir ve yasadigi veya düsündügü her seyi, baska bir yerde veya daha önce yasanmis baska bir hayatin kopyasi gibi yorumlar. Olagan dejavudan farkli olarak bu psikotik dejavu çesidi yavas yavas baslar, ama bir kez ortaya çikti mi giderilmesi neredeyse imkansizdir. Hastanin zaman algisindaki bir bozuklukla ortaya çiktigi saniliyor. “Olagan” dejavuda bile kisa süreli, hemen düzeliveren bir dezoryantasyon söz konusudur. “Bunu daha önce yasamistim” duygusu simsek hiziyla yerini “bana daha önce yasamisim hissini veren bir seyler yasiyorum” duygusuna birakir. Yanilsama yasadiginin farkinda olmak, insanin gerçeklikle yeniden temas kurmasini saglar. Bir dejavu türü daha var. Bu dejavu türü sizofrenlerin yasadigi dejavular kadar inatçi degilse de çogu insanin kendi deneyimlerinden tanidigi dejavulardan daha uzun sürelidir. Bu tür dejavular epileksiyle alakalidir ve on dokuzuncu yüzyilin son çeyreginde ingiliz nörolog John Hughlungs Jackson tarafindan uzun uzadiya tarif edilmistir. Sizofreni ile epilepsi neyse ki ender görülen hastaliklardandir, bu hastaliklarda dejavular da ender görülür. Sizofren ve epileptiklerin büyük bir çogunlugunun dejavu yasama orani sokaktan geçen herhangi biri kadardir. Psikiyatristlerin teshis kitapçiklarinda dejavu diye bir kategori yoktur. Bunun üzerine, elektrotlarla dejavu meydana getirmek kendiliginden olusan alelade dejavular hakkinda bize ne söylüyor diye sorulabilir. Ne de olsa hiç kimse nöroloji klinikleri hariç hiçbir zaman kafasinda elektrotla dolasmaz. Dejavularda üç yanilsama görülür. Ani gibi gelirler insana, ama anilarla alakalari yoktur; aslinda ilerisini tahmin edemediginiz halde biraz sonra neler olacagini bildiginiz duygusu uyandirirlar sizde ve ortada kaygilanacak bir sey olmadigi halde belli belirsiz bir kaygi duymaniza neden olurlar. Ne kadar hafif ve geçici olsa da bu üçlü adatmacanin akil karistirici bir etkisi vardir. Normal kosullar altinda sürekli akan bir çagrisim veya baglanti akintisi içinde bir an durmaniza neden olur. Ayni anda size hem yeni hem de tanidik gelen bir deneyimin kopyasi hemen içebakisa dayali bir baska deneyimin kopyasini ortaya çikarir; yani, hayret içinde, yasadiginiz deneyimi gözlemlerken bulursunuz kendinizi. Dejavularin hepsinde bu ayna etkisi vardir. Günümüzde dejavu hakkinda yazan en üretken yazarlardan Herman Snoy, çesitli arastirmacilarin bulgularinin sik sik birbiriyle çelistigini belirtir. Biri nevrotik sikayetlerle baglanti kurarken, digeri böyle bir baglanti kurmaz veya olumsuz bir bagintidan söz eder. Dejavunun ortaya çikma sikligi incelenen kategoriye göre degisir. “Olagan” dejavu ile “kronik” dejavu arasindaki farkin, derece farki mi yoksa tür farki mi oldugu sorusu üzerinde bir mutabakat yoktur. Dejavuyu kolaylastirdigi sanilan kosullara iliskin biraz daha açik bir örüntü bulunmustur; yorgunluk, stres, bitkinlik, travmalar, hastalik,alkol ve hamilelik. Bunlar ayni zamanda kisiliksizlesmenin, dejavularla açik bir iliskisi olan yegane fenomenin ortaya çiktigi kosullardir. Yaslandikça Hayat Neden Çabuk Geçer? Ernst Jünger çalisma odasinda oturmaktadir. Zaman hakkindaki (Kum Saati Kitabi) adli kitabinin taslagi üzerinde çalismaktadir. Önündeki masanin üstünde antik bir kum saati durmaktadir. Basit bir dövme demir çerçeve üzerine oturtulmus bir kum saatidir bu. Bir zamanlar epey bir ise yaramis olmalidir. Orta yeri asinmaktan opalimsi bir hal almistir. Kum saatinin her çevrilisinde geçen zaman tekrar elde edilir; bir el hareketi yeterlidir bunun için. Ama biriken kumlar ne kadar siklikla akitilirsa zaman o oranda hizli geçer. Kum saatlerinde akan kum taneleri her defasinda sürtünerek birbirlerinin yüzeylerini parlatir, sonunda bir kaptan ötekine neredeyse birbirine hiç sürtünmeden geçer ve her defasinda saatin boynunu da bir parça genisletirler. Kum saati ne kadar eskiyse, kum o kadar hizli akar. Böylece kum saati, fark edilmese de her defasinda belli bir zaman araligini daha kisa ölçer. Bu ölçüm hatasi, içinde bir metafor barindirmaktadir: “Insanlarda da böyledir, sonraki yillar gittikçe daha hizli akar, ta ki ölçüm kabi dolana kadar. Insanin içi de zamanla izlenimlerle doldukça dolar.” Gerrit Krol, (Frizonlar Aglamaz) adli kitabinda “Zaman parmaginizda salladiginiz küçük bir zincirdir” diye yazar. Peki ama bu zincir neden gittikçe daha hizli sallanir? Bu soruya salt sayilar üzerinden verilen cevaplar da tatmin edici degildir. Fransiz felsefeci Paul Janet 1877 de, bir kisinin hayatindaki bir dönemin görünür uzunlugunun o kisinin hayat süresinin uzunluguna bagli oldugunu ileri sürmüstür. Buna göre, on yasindaki bir çocuk bir yili hayatinin onda biri, elli yasindaki bir adam ise ellide biri uzunlugunda yasayacaktir. William James bu “yasa”yi bir açiklamadan ziyade öznel hizlanmanin bir tarifi olarak kabul eder, bunda haklidir da, Kendisi de yillarin görünür kisalmasini söyle açiklar. Bellegin içeriginin monoton, bu yüzden de geriye dönük bakisin basitlestirici olusuna baglidir bu. Çocuklugunuzda, özel veya nesnel, günün her saatinde tamamen yeni deneyimlerimiz olur. Kavrayisimiz canlidir, hafizamiz güçlüdür, o zamanki anilarimiz, hizli ve ilginç geçen bir seyahatle ilgili anilarimiz gibi girifttir, sayisizdir, anlata anlata bitiremeyiz. Ama her geçen yil bu deneyimlerimizi farkina bile varmadigimiz otomatik bir rutine dönüstürür, günler ve haftalar içeriksiz birimler haline gelir ve içi bosalan yillar birbirinin üstüne çöker. Bu açiklama, bellegi zaman deneyimimizin merkezine oturtur. Bir fikrin berrak olusunun yakinlik yanilsamasi yaratmasi, zamanin her iki yönü için de geçerlidir. Tekrar görmeyi arzuladigimiz bir seyi beklerken o seyi o kadar açik bir sekilde tahayyül ederiz ki, o seyle aramizdaki zaman farkini göz ardi ederiz. Bu yüzden gergin bekleyis sonsuzluk kadar uzun gelebilir. Ama vakit geldikten sonra dört gözle bekledigimiz olay çabucak geçip gider, önceki dönemle olusturdugu zitlik nedeniyle zaman hizlanir. Bellegin süre ve tempo degerlendirmesinde rol oynuyor olmasi, simdiki deneyimimizde geçmisin bulunabilecegi anlamina gelir. Vezüv’ün külleri altinda yatan sehirlerin altinda daha eski sehirlerin çok eski tarihlerde gömülmüs sehirlerin izleri kesfedilmistir. Sehir halki, içinde yasadigi sehri önceki sehri kaplayan küllerin üzerine kurmustur. Böylece sehir tabakalari olusmustur; sokaklarin altindan yeralti sokaklari geçer, kavsaklarin altindan da baska kavsaklar; yasayan sehir uyuyan sehirlerin tepesine kurulmustur. Ayni sey beynimizde de olur: simdiki hayatimiz ona destek ve gizli temel vazifesi gören geçmis hayatimizin üstünü kaplar farkinda olmadan. Iç benligimize indigimizde harabelerin içinde geziniriz. Nasil ki dikkat çekici nesneler baslangiç noktasiyla bitis noktasi arasina yerlestirildiginde aradaki mesafe bize oldugundan daha fazlaymis gibi geliyorsa, dikkat çekici ve çesitli olaylarla dolu geçen bir yil da bos ve monoton geçen bir yildan daha uzunmus gibi gelir. Guyau, bir dönemin görünür uzunlugunun maziye bakip da hatirladigimiz olaylarda dikkatimizi çeken açik ve yogun farkliliklarin sayisiyla tanimlandigi görüsündedir. Gençlik yillari bu nedenle uzun, yaslilik yillari da bu nedenle kisaymis gibi gelir bize. Guyau’nun yorumlari daha uzun bir alintiyla aktarilmayi hak ediyor: Gençlik, arzulari konusunda sabirsizdir; zamani yiyip bitirmek ister, ama zaman geçmek bilmez. Gençlik izlenimleri canli, taze ve sayisizdir ayrica, böylece yillar binlerce farkli sekillerde birbirinden ayrilir ve genç insan bir önceki yili mekan içinde birbirini izleyen uzun bir sahne silsilesi olarak görür. Yaslilik ise klasik tiyatronun degismez sahnesi gibidir, basit bir yerdir, bazen her seyi tek bir hakim faaliyetin etrafinda toplayan, gerisini bertaraf eden tam bir zaman, yer ve hareket birligi, bazen de zaman, yer ve hareket yoklugudur. Haftalar, aylar birbirine benzer, hayatin monotonlugu sürer gider. Bütün bu imgeler tek bir imgede bütünlesir. Muhayyilede zaman kisalir. Keza arzu da kisalir. Hayatimizin sonuna yaklastikça her yil “Bir yil daha geçti! Ne oldu bu zaman içinde? Neler hissettin, gördüm, neler geçti elime? Geride kalan üç yüz altmis bes gün nasil oluyor da birkaç aydan uzun degilmis gibi geliyor bana?” der dururuz. Zamanin perspektifini uzatmak istiyorsaniz, imkaniniz varsa içini binlerce yeni seyle doldurun. Heyecan verici bir seyahate çikin, çevrenizdeki dünyaya yeni hayat nefesi vererek kendinizi yenileyin. Geriye dönüp baktiginizda yol boyunca siralanan olaylarin ve kat ettiginiz mesafelerin muhayyilenizde üst üste yigildigini, görünür dünyanin bütün bu parçalarinin uzun bir sira olusturdugunu ve yerinde bir ifadeyle söylendigi gibi, ömrünüze ömür kattigini fark edeceksiniz. Guyau’nun bu “imkaniniz varsa” sözünü onun erken bir yasta, otuz dört yasinda öldügünü bilerek okumak insanin içini burkar. Hayatinin son birkaç yilinda heyecanlanmasina neden olacak seyahatler için geçerliydi bu yasak. Guyau’ya göre, zaman kavrami gelistirmek için hem deneyimler hem de onlari depolamak için bir bellek gerekir,zira “zaman tipki kum saatindeki gibi bilincimizde daha en basindan beri mevcuttur. Algilarimiz ile düsüncelerimiz kum saatinin o dar dehlizinden geçen kum taneciklerine tekabül eder. Topaklasmak yerine tipki o kum taneleri gibi çesitliliklerini koruyarak bir birlerinin yerini alirlar; düsen kum taneleri, iste budur zaman.” Günlük konusmada zamana bir yön hasretmenin yani sira ona degisik hizlar ve esneklikler de atfedilir. Zaman emekler veya uçar, hizlanir, yavaslar veya durur, kisalir, uzar, daralir veya genisler. Thomas Mann’in da belirttigi gibi, içinde “hiçbir sey”in gerçeklesmedigi zaman uzun gelir insana, ama yalnizca ilk degerlendirmede; ikinci degerlendirmede zaman kisalir. Camus de bu paradoksal iliskinin farkindaydi. Yabanci’da romanin kahramani hapse atilir. Hayatinda, anilari ve gece-gündüz çevriminden baska bir degisiklik olmadan zaman geçip gitmektedir. “Günler nasil ayni anda hem uzun hem kisa oluyordu anlamiyordum. Yasarken uzundular sanirim, ama öyle bir yayiliyorlardi ki sonunda birbirlerine karisiyorlardi.” Gardiyan bir gün ona bes aydir orada oldugunu söyleyince ona inanir ama söylediklerini tam olarak anlayamaz. “Bana hücremde her zaman ayni günü geçiriyormusum gibi geliyordu.” Ilk kez zamanla ilgili deneysel arastirmalarda ortaya çikan baska bir zorluk daha var. Willium James, yaslandikça zamanin bariz biçimde kisalisi hakkinda yazarken “içi bosalmis” yillardan söz eder. Thomas Mann ise hizla geçen “ciliz, yalin ve bos” yillara deginir. Peki ama içi bosalmis, bos zamanin deneysel muadili nedir? Uyaran olmayan zaman araligi mi? Hiçbir deneyci bunu deneklerine öneremez, bütün duygusal uyaranlari bertaraf etse bile bunu yapamaz. Hiç kimse kendini bombos biri haline getirip de tamamen bos geçen bir zaman araligi yasayamaz. Içi bos zaman, mutlak bir vakum gibi kurgusal bir seydir; düsünce, gözlem ve ani parçalarini gizlice emer. Fransiz hekim Theodule Ribot 1881 tarihli klasiklesmis kitabi (Bellek Hastaliklari), bir aniyi tarihlendirmeye çalisan kisinin nisanlardan, zaman içindeki yeri iyi bilinen olaylardan yararlandigini yazar. Bu nisanlari biz seçmeyiz, bize kendileri dayatirlar. Günümüzde birçok yazar, otobiyografik bellekteki zaman iliskileriyle ilgili teorilerine bu nisan kavramini dahil etmistir: Conway bunlara referans noktalari, Shum “zamansal nirengi noktalari” adini verir. Bu nisanlar, bir seyin ne kadar zaman önce meydana geldigini, bir seyden önce mi , sonra mi meydana geldigini, hatta bazen o seyin tam olarak hangi tarihte meydana geldigini belirler. Kisacasi, zaman nisanlari dönem ve tarihleri belirlemekle kalmaz, yaslilikta hülyalara, dalip gitmelere de neden olur. Zaman deneyimimizi etkileyen birçok psikolojik etken 1930’lardan beri bilinmektedir. Vücut sicakliginin öznel zamani hizlandirip yavaslatabileceginin farkina varilmasi, Amerikali psikolog Hoagland’in tesadüfi kesfinin bir sonucudur. Hoagland karisinin ilaçlarini getirmek için odadan kisa bir süre ayrildigi halde hasta karisi çok vakit harcadigi için ona çikismis. Sonra Hoagland karisindan bir dakikalik zaman araligi belirlemesini istemis. Karisinin “dakika” sinin uzunlugunu otuz yedi saniye oldugu ortaya çikmis. Atesi yükseldikçe dakika daha uzun gibi geliyormus karisina. Günlük ritimler bir kisiyi tam bir sabah veya gece insani haline getirebilir. Sabah insanlarinda vücut sicakligi sabahin erken saatlerinde yükselmeye baslar, ögleden sonra dört civari zirveye ulasir, sonra düsmeye baslar. Sabah insanlarinin vücut saatleri gece insanlarinin vücut saatlerinden ileridir, onlarin vücut sicakliklari düserken gece insanlari aksam karanligi çöktükten sonra hala faal ve zindedir ve vücut sicakliklari daha geç saatlerde zirveye ulasir. Yaslandikça biyolojik saatimiz sabaha kayar ve sabah insanlariyla gece temposunun yavaslamasiyla kol kola gider –zaman zaman tren istasyonlariyla postanelerde gençlere, yasli emeklilere keske ayri yerler verilse dedirten durumlara yol açabilen bir seydir bu. Yasli insanlarda uyuma-uyanma çevrimiyle alakali sorunlara, suprakiyazmatik çekirdekteki (SCN) hücre kaybi yol açiyor olabilir pekala. SCN (noksansiz oldugunda 1 mm3 hacmindedir) yaklasik 8000 hücreden olusur ve optik sinirlerin kesisme noktasinin hemen üstünde yer alir. SCN ana saat gibi islev görür, yanlis giderse diger saatler de ayarlarini kaçirir. Yapilan deneyler SCN’nin isikla kontrol edildigini göstermistir. Nörotransmitterlerden dopamin bu süreçte önemli bir rol oynar; yaslandikça dopamin üretimi azalir. SCN’deki hücre azalisi ile dopamin yetersizligi zamanla olan iliskilerimizde önemli sorunlara yol açabilir. Amerikali nörolog Mangan bu sorunlarin, yasli insanlardan üç dakikalik bir zaman araligini tahminen belirlemelerinin istendigi deneylerin sonuçlarini açikladigi görüsündedir. Daha eski deneylerden de bilindigi üzere, çocuklarda zamani dogru tahmin etme yetenegi yasla ilerler, yirmi yasinda zirveye ulasir, ondan sonra da azalir. Yaslilarda bu yetenek çocuklarin seviyesine düser. Mangan, yaslilarin zaman araliklarini sürekli olarak fazla tahmin ettiklerini göstermistir. Öyle görünüyor ki, yaslaninca yavas çalisan saatler kullanmaya basliyoruz. Saatin çarklari eskisinden daha düzensiz, bazen çok hizli, bazen çok yavas çalismiyor; yalnizca daha yavas dönüyor ve bunu düzenli bir sekilde yapiyor. Yasliligimizda zaman tahmini yaparken, tipki Ernst Jünger’in beli asinmis antika kum saatinde oldugu gibi, bir yaslilik sabitini dikkate almamiz gerekir. Çocuklugunuzun sokaklari belleginizde göründügünden küçüktür. Eski mahallenize tekrar gittiginizde geçmisinizde size bitmez tükenmez gibi gelen sokaga girersiniz ve birkaç adimda sokagin sonuna ulasirsiniz. Geçitler, bahçeler, meydanlar, parklar, hepsi önceki boyutlarinin belki yarisina inmis gibidir. Okullar bile küçülmüstür; eski cüsselerinde olan ögretmenlerin bu binalara sigiyor olmalari bir mucizedir. Yaygin bir açiklamaya göre, çocuk kendini kistas aldigi için sokaklari uzunmus gibi algilar. Büyüyüp de boyu bir kat uzadiginda eskiden tanidigi sokaklar bir kat küçük görünür gözüne. Yasli insan adimlariyla ölçüldügündeyse yine eskiyle ayni uzunluktadir. Burada bellegin bütün insan hayatini kapsayan ölçekteki bir optik yanilsama tarafindan aldatildigi anlasiliyor. Büyükleriniz size hep büyük gelir, ta ki kendi çocugunuz olana ve çocugunuzun yasindayken anne ve babanizinkaç yasinda oldugu üzerinde kafa yorana kadar. Ögretmenler de hep yaslidir, ta ki yirmi yil sonra bir okul eglencesinde onlarla tekrar karsilasana kadar; o zaman gözünüze gençlesmis gibi görünürler. Birinci siniftakiler de her yil gözünüze daha genç görünür (tipki annenizle babaniz gibi.) Nesnel yavaslama öznel hizlanmaya neden olur ve biyolojik saatlerimizin hizi bu süreçte rol oynar. Bu saatlerin çogu genç bir vücutta yasli bir vücuttakinden daha hizli çalisir. Unutmak Bellegimiz ayni zamanda hem kirilgandir hem de dirençli. Ufacik bir sey onu kolayca devreden çikarabilir. Ufak bir kan pihtisi, kisa süreli bir oksijen yetmezligi, beyin zarindaki bir enfeksiyon, en ufak bir organik araz onarilmaz bir hasara yol açabilir. Buna karsilik en ciddi bellek kayiplarinda bile bellegin büyük bir bölümü zarar görmeyebilir. Bellek biçimleri içinde bozulmaya en fazla otobiyografik bellek açiktir. Bellekler bir zaman çizelgesine oturtulabilen iki tür bellek kaybinin ortaya çikisiyla birlikte isleyislerini yitirirler. Retrograd amnezide, hasardan önceki olaylari hatirlama yetenegi zarar görür. En ciddi durumlarda bütün anilar, nereden geldiginiz, ne yaptiginiz, kim oldugunuz bilgisi, hepsi yok olur. Geçmisle ilgili bilginiz gelecekle ilgili bilginiz kadardir, kendinizi bir yabanciyi tanidiginiz kadar tanirsiniz. Anterograd amnezi ise hasardan sonraki anilarin depolanmasina engel olur. Geçmisinizi sorursunuz, ama geleceginiz asla geçmisiniz haline gelmez. Otobiyografik bellek bir günlük defteri olsaydi, bütün bos sayfalar anterograd amnezi tarafindan parçalanmis olurdu, retrograd amnezi ise yalnizca bos sayfalarla bas basa birakirdi sizi. Hastanin hangi amnezi biçiminden mustarip oldugu fark etmez, hasta her iki durumda da zamanin bir yönünden mahrum kalir. Hatirlamak ile unutmanin birbirlerini disladiklarini düsünmeye alismisizdir. Hatirladiginiz seyi unutmamissinizdir, unuttugunuz seyi ise hatirlamiyorsunuzdur. Birinin bittigi yerde digeri baslar. Unuttugunuzu hatirlayabiliyorsaniz, bir sey belleginizin içinde gerilerde bir yerde duruyor demektir, duvarda gördügünüz ve özgün biçimden orada yillarca neyin asili oldugunu anladiginiz, rengi atmis bir yama gibi. Hatirlamak ile unutmak arasindaki iliski Salt karsilikli uyusmazlik iliskisinden çok daha karmasiktir. Bazen bellegimizde depolanmis oldugundan emin oldugumuz halde bir seyi hatirlayamayiz. Bir sözcügün dilinizin ucuna gelip de o sözcügün sesiyle hecelerini kafanizda bir türlü oturtamamanin nasil bir sey oldugunu bilirsiniz. Bir sözcügün belli bir anda akliniza gelmeyi reddetmesi, ama varligini size hissettirmesi son derece dikkate deger bir seydir. Hatirlamaniza imkan olmayan bir seyi unuttugunuza kesinlikle inanmak biçiminde tezahür eden bellek hatasi da ayni derecede yaygindir. Bu hataya bizzat yasadigim bir olaydan ben de asinayim. 1979’da Hollanda Isçi Partisi üyesi ve Ikinci Meclis eski baskani Anne Vondeling geçirdigi bir kaza sonucu ölmüstü. Ölüm ilaninda (hatirladigim kadariyla parti liderliginin imzasiyla çikmisti) bir siirin dört dizesi yer aliyordu. Ilk dize “Kirlarin üzerinden, seyrek sisin içinden”di; bunu pek hosuma gitmedigi için çabucak unuttugum bir dize izliyordu, ardindan su iki dize geliyordu: Zincirlerin sakirtisiyla çöker gece Ve dünyanin kapagi çarpar. Altinda Gerrit Achterberg yaziyordu. Bu zincirlerle çekilip açilabilen, üzerine kapandiktan sonra insanin tek basina kaldirip açamayacagi kapak imgesi bellegime iyice yerlesmisti, daha dogrusu onu bellegimden bir türlü çikaramamistim. Daha sonra, kizimin dogdugu yil birisi bana Achterberg’in Verzamelde gedichten’ini (toplu siirleri) verdi, kitapta saatlerce bu dizeleri aradim,bulamadim. Benzerine bile rastlayamadim. Yirmi yil sonra (kizimiz evden ayrildiginda) bir ölüm ilaninda ayni dizelerle karsilastim. Ama iki farklilik vardi: Unuttugum dize yoktu ve kapak çarparak kapanmiyordu, iniyordu. Altinda yine Achterberg yaziyordu. Hatirlamak ile unutmak arasinda bugüne kadar bilinen en ilginç iliski “örtük bellek” olarak bilinen bir fenomende ortaya çikar. Bu bellek biçimi, bellegimize bilinçli olarak yerlesmemis olsa da hareketlerimizi etkileyen deneyim katmaninin içerir. Bellegin içebakisin nüfuz edemedigi, varligi davranislarimiza olan etkilerinden anlasildigi bir bölümüdür bu. Burasi yeraltinda çalisir ve zarar görmesi adeta imkansizdir. En ciddi amnezi biçimlerinde bile örtük bellek zarar görmez. Örtük bellek gibi bir seyin varligina isaret eden ilk belirtiler anterograd amnezi hastalarindan elde edilmistir. 1880’de Theodule Ribot, bellegin biyolojik demeli üzerine bir makale yayimladi. Makalesinde, günlük tabirlerle bellegin üç unsurdan olustugunu belirtir: Deneyimin depolanmasi, hatirlanmasi ve geçmisteki yerinin belirlenmesi. Ilk ikisi, bellegin vazgeçilmez unsurudur; bunlar her ne sebeple olursa olsun yok olursa, bellek bozulur. Üçüncü unsurun yok olmasi halindeyse, “bellek kendisi için varligini yitirir, ama kendisi varligini yitirmez”. Bu cümle neyin kaldigini, neyin gittigini tam olarak tarif eder. Bilinçli zihin açisindan, bellek isleyisini sürdüremese de, bir seyleri kaydetmeye, karanlikta yazi yazmaya devam ediyor gibidir. Insan bu karanlikta yazma nosyonunu, daha genis kapsamli kusursuz bellek teorisine dahil etmekten alamaz kendini. Bellegimiz gördügümüz, yasadigimiz, düsündügümüz, hayal ettigimiz her seyi veya bütün rüyalarimizi tutup sakliyor olabilir mi? 1980’de Elizabeth ve Geoffrey Loftus psikologlar arasinda gerçeklestirdigi bir anketin sonuçlarini yayimladi. Anketteki sorulara verilen cevaplar psikologlarin büyük bir çogunlugunun (yüzde 84) beynimizin bütün deneyimlerimizin tam bir kaydina sahip olduguna inandigini göstermekteydi. Simdi, bellegin belli bilgileri uzun bir süre sakladigi inkar edilemez. Wagenaar unutkanligin nedenini depolanmis deneyimlere ulasamamaya baglamistir; belki hala oradalar (aksini gösteren bir kanit yok) ama hatirlama gücümüz onlara artik ulasamiyor. Farkinda olmasak da pekala mükemmel bir bellege sahibizdir belki de. Bu bellek Ribot’nun saydigi üç unsurun yalnizca ilkinden olusuyor olacaktir. Bazi deneyim izlerinin insanin hayati boyunca hiç bozulmadigina süphe yok; bütün izlerin ayakta kaldigi ise süphelidir. Horror vacui1 Ciddi bir bellek bozuklugu geçiren herkes zihin sermayesinin büyük bir kismini hemen veya uzun vadede kaybeder. Sebep ister nörolojik bir hasar veya oksijen yetersizligi, ister bir enfeksiyon veya Alois Alzheimer ve Sergey Korsakoff’un adlarini verdigi patolojik durumlardan biri olsun, sonuç yikicidir; Edinilenlerin veya ögrenilenlerin, itinayla, disiplinle bünyeye katilanlarin çogu yok olur. Anterograd amnezisi olan bir hasta, yeni deneyimleri ileride hatirlayamayacagi sekilde depolar. Daha yasarken gelecegi silinmistir. Retrograd amnezili bir hastanin ise geçmisi silinmistir veya ulasilmaz hale gelmistir. Ribot, “yaslilik bunamasi” adini verdigi durumun yol açtigi bellek kaybinda ilk önce en yakin tarihli anilarin gittigini, en eski anilarin en son yok oldugunu belirtir. Ama bu süreçle ilgili çok basitlestirilmis bir fikir gelistirmememiz gerektigi konusunda da uyarir: “Anilarin beyninde yaslarina göre siralanmis tabakalar halinde, arkeolojik tabakalar gibi, üst üste yigilmis oldugunu ve yüzeyden baslayip derin katmanlara dogru inen hastaligin bir hayvanin beyninden dilim dilim örnekler alan bir deneyci gibi hareket ettigini varsaymak çocukça olurdu.” Ribot’nun bizatihi kendisi de, bugün “Ribot yasasi” olarak bilinen fenomeni, sik sik tekrar edilen, bu nedenle de baska anilarla daha yakin baglanti içinde olan eski anilar arasindaki güçlü çagrisim baglariyla açiklamaya çalismistir. Amnezinin güzergahi konusunda gelistirilen bugünün teorilerinde de, eski anilarin görece saglam olusunda çagrisimlarin gücünün rol oynadigi hipotezi önemini korur. Bazi bellek rahatsizliklari, bir bosluga neden olmasalar bile, içeriden “hissedilebilir”ler. Unuttugunuz seyi pek özlemezsiniz. Nasil ki insan görme alaninin ne kadar daraldigini ancak göz doktoruna gittiginde anlayabiliyorsa (gözümüzün önünde bir çerçeve yok ne de olsa) ayni sekilde bellekteki bir bozukluk da bazen teshis amaçli yapilan bir teste kadar ortaya çikmaz. Ileriye yönelik bellekteki bozulma, islerin pek yolunda gitmediginin ilk isaretidir çogunlukla. Ileriye yönelik bellek, yapmak üzere oldugunuz seyi hatirlama yetenegidir. Saglikli insanlarda bile “unutmamam lazim” demek, o seyi unutmanizi temin eden gizli sifre gibi görünür bazen. Bunun daha ciddi biçimlerinde, insanin yaptigi planlarla ilgili yasadigi sorunlar, neyi ne zaman yapacagini hatirlama konusunda çektigi sikintilar günlük hayatinin düzenini bozan seyler degildir yalnizca, belleginin asindigina ve zayifladigina isaret eden hassas göstergelerdir ayni zamanda. Bu sorundan mustarip olan kisiler için bellek kaybi dayanmasi güç bir durumdur, özellikle de ilk evresinde. Bellek kaybinin, hastanin kendi geçmisiyle veya çevresiyle temasinin pek kalmadigi daha ciddi evrelerinde bile,bilinçli zihin o kosullarda en ivedi sorulara cevap bulmak için umutsuzca çabalamayi sürdürür. Ben kimim, bu insanlar kim, bana neler oluyor? Seksen üç yasindaki bir kadin, kocasi öldügünden beri bir bakim evinde yasiyor. Kadin Alzheimer hastasi ve kocasinin sekiz yil önce öldügünü artik hatirlamiyor. Telasa kapildiginda kocasina mektup yaziyor. “Hayatimin Gözlerimin Önünden Geçtigini Gördüm” 1836’da Alman fizikçi ve felsefeci Gustav Fechner (1801-87) ölümünden sonra bizi nelerin bekledigiyle ilgili iç ferahlatici bir teori yayimladi. Fikirlerini (ölümden Sonraki Hayat Hakkinda Kitapçik) topladi. Gözlerimiz dis dünyaya kapandigi ve ebedi gecenin üzerimize çökmekte oldugunu sezinledigimiz an, iç dünyamizda isik gerçek anlamda parlamaya baslayacakti. O güne kadar ilgimizi çeken ne varsa, bellegimize ne depolanmissa, hepsinin bir bakista envanterini çikarabilecektik. Fechner’e göre, ölümden hemen önceki anlarda bunu zaten sezeriz. Geri dönüp hayatimiza baktigimizda tamamen yok oldugunu sandigimiz anilar geri gelir. 1 Bosluk korkusu. Bogulma tehlikesiyle karsi karsiya kalmis insanlar “ansizin zihnimizin içeriklerini aydinlatan bir parlaklik” görürler. Fecner’in hakkinda yazdigi seyler bugün genellikle “Hayatim gözümün önünden bir film seridi gibi geçti” deyimiyle tarif edilir. Ölümle yüz yüze gelen insanlar daima imgeleri mi hatirlar, yoksa zaman zaman görsel olmayan anilari hatirladiklari da olur mu? Insan, hayatini gözden geçirirken sözcük kullanir mi? Ölümcül tehlikenin nedeni farklilik yaratir mi? Yüksek bir yerden düsen insanlarin yasadiklari ile yüksek bir yerden bilinçli bir biçimde atlayan insanlarin yasadiklari farklilik gösterir mi? Ölümcül bir tehlikeyle karsi karsiya olmayan insanlarin da hayatlarinin hizla gözlerinin önünden geçtigini gördükleri olur mu? Bütün bu sorularin altinda bir de yasanan deneyimin temsili sorunu vardir. Fechmer ansizin bellegin ambarina her tarafi kaplayan bir isik tutar. Beaufort hayatini “panoramik bir hatir” halinde görür. “Hayatim bir film seridi gibi gözlerimin önünden geçti” ifadesi bir metafordur. Ingilizce teknik literatürde “panoramik bellek” terimi geçer, bu terim 1928’de Ingiliz nörolog S.A. Kinner Wilson tarafindan ortaya atilmistir. Ölümle yüz yüze gelindiginde görülenlere benzer imge dizilerine neden olabilen psikiyatrik ve nörolojik bozukluklarla ilgili arastirmalar yapilmistir. Nörofarmakolojik maddeler üzerine yapilan çalismalarda, bu maddelerin insanlara yasattiklari deneyimlerin panoramik bellekteki zaman deneyimiyle ilginç paralellikler tasidigi ortaya çikmistir. Ama saygi geregi, ölüm tehlikesi geçirilen anlarda yasananlar üzerine yapilmis ilk sistemli çalismayla baslamamiz uygun olur. Bu çalisma, arastirma konusunu bizzat yasamis bir biliminsani, Isviçreli jeolog Albert Heim (1849-1937) tarafindan gerçeklestirilmistir. Insan ölmeden hemen önce neler hisseder? Heim’in topladigi tanikliklara bakildiginda, egitim düzeyi ne olursa olsun, yüksek bir yerden gerçeklesen ani düsüslerde hemen herkes ayni zihin durumuna geçiyordu. Bu, Heim’in bizatihi kendisinin de yasadigi duruma benziyordu: Insan ne korku, ne keder, ne saskinlik, ne de aci hissediyordu; bu durumu yasamis hiç kimse, onun kadar akut olmayan yaygin bir ölüm tehlikesi anlarina eslik eden felç edici korkuyu hissetmemisti. Düsme esnasinda insanin düsünme hizi ve yogunlugu yüz kat artiyordu. Yasanan olaylari ve sonuçlarini nesnel bir berraklikla gözden geçiriliyordu. Zaman duruyordu. Bunu çogunlukla, kisinin aniden bütün geçmisini gözden geçirisi izliyor ve sonunda kisi muhtesem bir müzik duyuyordu. “Ondan sonra bilinç acisiz yok oluyordu, genellikle de yere inme aninda; yere inis ani olsa olsa isitiliyor, ama aci hissedilmiyordu, Öyleyse görünüyor ki, duyularin içinde en son yitirileni isitme duyusu.” Düsüs esnasinda zihnin berrak olusu, insanlarin yere inmeden önce bilinçlerini yitirdikleri inanciyla çelisir. Heim’in Karpfstock’un tepesinden tepe taklak düsmüs olan dagci arkadasi Sigrist, son ana kadar açik bir sekilde düsünüp gördügünü israrla belirtmekteydi: “Hiç aci veya endise hissetmeden durumumu, ailemin gelecegini, ve ailemin emniyeti için yaptigim hazirliklari daha önce hiç olmadigi kadar çabuk bir sekilde gözden geçirdim. Insanlarin sikça söz ettigi nefes tikanmasi gibi bir sey hiç gelmedi basima ve bilincimi de acisiz bir sekilde ve ancak altindaki kayaligi kaplayan kar yastiginin üzerine siddetle çarptigim anda kaybettim.” Sekiz yasindayken yirmi iki metre yüksekligindeki bir kayaligin zirvesinden düsmüs olan bir adam da Heim’a, havada üç-dört takla atigini ve o esnada babasinin verdigi çakinin cebinden düseceginden endise duydugunu bildirmisti. Kendi aktardiklari da dahil olmak üzere, Heim’a gönderilen bütün ölümle burun buruma gelme hikayelerinde ortak olan bir sey vardi, o da yasanan deneyimin berrak ve huzur verici olusuydu. Hiçbiri düsüsü esnasinda dehsetle çiglik atmamis, biraz sonra hayati sona erecek diye kedere bogulmamisti. “Daglarda ölen arkadaslarimiz son anlarinda kendi geçmislerini bir tür yücelme hali içinde görmüs olmalidirlar.” SON...