TÜFEK MIKROP VE ÇELIK / JARED DIAMOND

TÜFEK MIKROP VE ÇELIK / JARED DIAMOND

Fevzi BOZKURT
Felsefe


Tüfek, Mikrop ve Çelik: Insan Topluluklarinin Yazgilari, Kaliforniya Üniversitesi cografya ve fizyoloji profesörü Jared Diamond'un 1997'de yazdigi kitabin adidir. 1998'de kurgusal olmayan genel eser dalinda Pulitzer Ödülü ve En Iyi Bilim Kitabi, ödülü almistir.

                                                                                                                                    Jared DIAMOND

tfc.jpg“Neden Avrupalilar Amerika’yi kesfetti de Amerikalilar Avrupa’yi kesfetmedi?” Bu basit sorunun ardinda insanligin MÖ 11.000’den günümüze tarihi gizli. Fizyoloji profesörü Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik’te, aklimiza gelmeyen, geldiginde çocukça buldugumuz sorularin yanitlarini arastirirken, tarimin baslamasindan yazinin bulunusuna, dinlerin ortaya çikisindan imparatorluklarin kurulusuna, tarihin seyrini belirleyen pek çok önemli adimi ayrintisiyla inceliyor. Insan topluluklari arasindaki farkliliklarin, esitsizliklerin nedenlerini, temellerine inmeye çalisarak sorguluyor; günümüz dünyasini biçimlendiren etkenlerin izini sürüyor… Biyoloji, jeoloji, arkeoloji, cografya gibi degisik bilim dallarindan beslenen, “Batili” kosullanmalardan arinmis, gelecegi gösteren bir tarih kitabi.


 

GELECEGI GÖSTEREN TARIH KITABI…..

Önsöz

MS 1500’lü yillarda Avrupali sömürgeciler dünyaya yayilmaya baslarken farkli kitalardaki halklar arasinda teknoloji ve siyasal örgütlenme bakimindan büyük farkliliklarin bulundugu anlasilmistir. Son buzul çaginin sonuna (MÖ 11.000) kadar bütün kitalardaki bütün halklar avcilik ve toplayicilik ile geçiniyorlardi. MÖ 11.000- MS 1500 yillari arasinda farkli anakaralardaki farkli halklar farkli hizda gelisim göstermistir. Avustralya ve Amerika yerlileri avci ve toplayici iken, Avrasya halklarinin büyük bölümü ile Güney Amerika ve Sahra’nin güneyinde yasayan halklar tarim, hayvancilik, metal isleme teknolojisi, karmasik siyasal örgütlenme becerilerini gelistirmislerdir. Avrasya da yasayan kabilelerin ekonomik ve sosyal alani düzenleme biçimleri (yazi, bronz alet yapimi, tas yontma yöntemleri vb) diger bölgelerdeki halkalara göre tarihsel olarak çok erken evrede gerçeklesmistir.

Bu kitap su soruya cevap aramaktadir: “Insanlar neden farkli  kitalarda farkli  hizda gelisti?”

Tarihin seyrini bu hiz farkliliklari (tarihsel yörünge farkliliklari) olusturur ve kitap da bu farkliliklarin günümüze yansimalarini, bu mirasin özellikle Avrupali olmayan halklar arasindaki karsilikli etkilesimlerini incelemeyi amaçlamaktadir. Yazar, insan topluluklarindaki cografi farkliliklari inceleme amacini ; belirli bir insan toplulugunu bir baskasiyla karsilastirip onu göklere çikarmak degil, yalnizca tarihte nelerin olup bittigini anlama çabasi olarak belirtmektedir.

MS 1500 den sonraki yillarda Avrupali kasifler insan topluluklarinin teknoloji ve siyasal örgütlenme açisindan farkli oluslarinin nedenlerini, dogustan gelme yeteneklere bagli olarak açiklamislardir. Özellikle Darwin’den sonra bu tezin sahipleri, teknolojik açidan ilkel halklarin maymunsu atalardan gelen insan soyunun kalintilari oldugu, sanayilesmis toplum temsilcilerinin bu halklari yurtlarindan kovmasini evrim teorisinin “uy ya da yok ol” ilkesiyle savunmuslardir. Daha sonraki yüzyillarda genetik biliminin bulgulari da Avrupalilarin Afrikalilardan, Avusturya yerlilerinden daha zeki olduklarini ileri süren tezlere dayanak olarak kullanilmistir. Özellikle Avustralya bu tezin savunuculari için iyi bir kanit olusturmaktadir. Ayni cografyada (ayni çevre kosullari) yasayan iki halk farkli gelisim evrelerine sahiptir. Bu bölgede yasayan yerli halk en az 40.000 yildir avci ve toplayici kabileler olarak hala yasarken, beyaz göçmenler sadece bir yüzyil içinde okuryazar, sanayilesmis, demokratik, metal alet kullanan, yiyecek üretimine dayanan bir toplum yaratmislardir.

Ancak insan topluluklari arasindaki teknolojik farkliliklarla paralellik gösteren zeka farkliliklarinin varligi bilimsel olarak kanitlanmamistir. Çünkü birbirleriyle karsilastirilan halklar arasinda toplumsal çevre ve egitim olanaklari bakimindan var olan farkliliklar, teknolojik farkliliklarin zeka farkliliklarindan dogdugunu sinamayi zorlastirmaktadir. Yani beyaz olmayan halklarin zekalarinda var sayilan genetik bozukluk saptanamamis; hatta çevrelerindeki nesneler ve insanlarla daha ilgili olduklari, daha zeki, daha uyanik ve daha disavurumcu olduklari tespit edilmistir. ( Uzak köylerden kentlere gelen yerliler batililara aptal görünürken; sik ormanlarda geçit bulmak gibi basit ! bir isi bile beceremeyen batililar da yerlilere aptal görünmektedir.

Geleneksel toplumlarda zeki insanlarin kendilerini ölüm tehlikelerinden (yiyecek bulma, cinayet, kabile savaslari gibi) koruma olasiligi toplulugun daha az zeki olanlarina göre yüksektir. Oysa geleneksel Avrupa toplumlarinda karsilasilan can kayiplarindan ( çogunlukla salgin hastalik) korunma nedenlerinin zeka ile ilgili degil vücut kimyasinin genetik direnciyle ilgisi oldugu tespit edilmistir. Ayni sekilde yerli topluluklarin çocuklari zihinsel gelisim açisindan doga kosullarinda uyari ve etkinliklerin fazla olmasi nedeniyle üstün düzeyde ortalama zihinsel isleve sahipken; Avrupali ve Amerikali çocuklar ise zamanlarinin çogunu edilgen (radyo, tv) faaliyetlerle geçirerek gelismisligin kötü etkisine maruz kalmaktadir.

Yine de bu tespitler, Avrupalilarin genetik sanssizliklara ve gelismisligin zararlarina karsin, yerlilerden teknolojik bakimdan neden üstün olduklarini açiklamamaktadir. Avrupalilarin baska halklari egemenlikleri altina almalarina olanak saglayan (silahlar, bulasici hastaliklar, çelik aletler, mamul ürünler) etkenler sonucu belirlememekte ve silahlarin, mikroplarin ve çeligin neden Afrikalilara degil de Avrupalilarin payina düstügünü tam açiklayamamaktadir. Genelde ilk olma bir üstünlük tasimaktadir. O halde ilk insanin evrimlestigi Afrika Kitasi neden daha önce çeligi bulamamis, avcilik ve toplayicilik evresini asamamistir.

Dünya tarihini bu genel perspektif içinde ele alan nedensellik iliskilerini böyle kurgulayan bir tarih bilimi ne yazik ki mevcut degildir. Çevre bilimci cografyacilar, kültürel insan bilimciler, bitki ve hayvanlarin evcillestirilmesini inceleyen biyologlar, bulasici hastaliklarin insanlik tarihini nasil etkiledigini inceleyen bilim adamlari dünya tarihinin bu karanlik noktalarina kismi cevaplar bulmuslardir fakat büyük sentez hala tamamlanamamistir. Bu kitap;

  • Insan atalarimizin Afrika’dan öteki kitalara nasil yayildiklarini,
  • Son 13.000 yil içinde çevresel kosullarin avci ve toplayici kabilelerden imparatorluklara kadar çok çesitli yasam biçimlerini olusturmadaki etkisini,
  • Farkli  kitalardaki halklarin dramatik karsilasmalarini,
  • Avcilik ve yiyecek toplayiciligindan yiyecek üretimine geçis sürecinin bölgesel farkliliklarla iliskisini,
  • Bu üretim sürecinin dünya kitalarinda yayilma hizi  ve mikroplarla baglantisini,
  • Kalabalik nüfuslu toplumlarda görülen mikroplarin evrimini,
  • Halklar arasindaki mikrop degisiminin esitsizligini,
  • Yazi ve cografya iliskisini, bugün dünya nüfusunun üçte birini olusturan ve ekonomik gücün merkezi hale geldigi ülkelerin nasil biçimlendigini, evrimsel biyoloji-jeoloji-iklimbilim yöntemleriyle insanlik tarihinin gelisme evrelerinin anlasilmasina dair bir çerçeve sunmaktadir.

Tek bir cümle ile kitabin temel savi söyle söylenebilir; tarih farkli halklar için farkli yönde gelisti ama bu çevresel farklardan dolayi böyle oldu biyolojik farkliliklardan ötürü degil.

CENNETTE

Modern tarih, fetihle, dünyanin Avrupalilar tarafindan fethiyle sekillendi. Yeni Dünya'ya gelen ve yerli nüfusun büyük bir kismini yok eden birkaç yüz Ispanyol fatihi bu fethe öncülük etti. Peki, basarilarinin sirri neydi?

Avrupa kökenli insanlar, o zamandan bu yana ayni sekilde, askeri güç, ölümcül mikroplar ve gelismis teknolojiden olusan bir bilesim ile dünyaya hakim oldular. Fakat bu avantajlari baslangiçta nasil elde etmislerdi? Dünyada bu kadar çok esitliksiz nasil ortaya çikti? Sahip olanlari sahip olmayanlardan ayiran nedir?

Iste bu sorularin yanitlarini arayan Jared Diamond'in, esitsizligin kökenlerini ortaya çikartmak için yürüttügü arastirma Papua Yeni Gine'nin yagmur ormanlarinda basladi. Yeni Gine'de en azindan kirk bin yildir insanlar yasamakta. Kuzey ve Güney Amerika kitalarinda oldugundan çok daha uzun bir süre. Yeni Gineliler dünyanin kültürel olarak en çesitli ve uyum saglayabilen insanlarindan biri. Peki, neden modern Amerikalilardan çok daha fakirler?

Bu soru Diamond'a, otuz yildan fazla bir süre önce, kumsalda karsilastigi Yali adindaki, bir adam tarafindan sorulmustu.

“Beyaz adamin bu kadar çok kargosu varken, neden biz Yeni Ginelilerin bu kadar az?”

Yeni Gineliler kargo kelimesini, ülkelerine ilk defa batililar tarafindan getirilen esyalari, tarif etmek için kullanmislardi. Kargo birçoklari tarafindan beyaz adamin kudretinin bir kaniti olarak görülüyordu. Kargoya neredeyse dinsel bir saygi ile yaklasiyorlardi.

Yali'nin sorusu gerçekten sasirticiydi. Çok basit ve açik bir soru gibi görünüyordu. Kolay ve apaçik ortada olan, bir cevabi olmaliydi ama Diamond’in bu sorunun cevabinin ne oldugu konusunda hiçbir fikri yoktu. Batili koloniciler tipik olarak gücün irk tarafindan belirlendigine inaniyordu. Kendilerini yerli halktan genetik olarak, daha üstün görüyorlardi. Onlara göre, batililarin bu kadar çok kargosu varken Yeni Ginelilerde bu kadar az olmasi, dogal bir seydi.

Ancak Diamond’a göre irk üzerinden yapilan, bir açiklama çok anlamsizdi. Yeni Ginelilerin genetik olarak daha az gelismis olmalarina inanmasini engelleyecek, gerçekten akilli birçok Yeni Gineli taniyordu. Peki, bu yetenekli insanlar neden metal aletleri icat etmedi, büyük sehirler kurmadi ya da çagdas uygarliga ait araçlari gelistirmediler?

Amerika, dünyanin en zengin ve en güçlü ülkesi. Birçok Yeni Gineli'nin hayal edebileceginden çok daha fazla kargo ile tika basa dolu. Peki ama neden? Yali'nin ögrenmek istedigi buydu. Nasil oldu da dünyalarimiz birbirinden bu kadar farkli hale geldi?

Diamond, Yali'nin sorusunun basta göründügünden çok daha büyük ve karmasik oldugunu fark etti. Soru gerçekten esitsizligin kökenleriyle, insanlik tarihinin kendisi kadar, eski bir meseleyle ilgiliydi. Antik zamanlardan beri neden bazi toplumlar digerlerinden daha hizli gelistiler? Dünyanin büyük bölümünde insanlar kendilerine bir yasam kurma çabalarinin basindayken, Misirlilarin büyük piramitleri insa etmelerine, olanak veren sey neydi? Yunanlilar nasil oldu da, bu kadar gelismis bir medeniyet kurdular? Romalilar? Mayalar?

Tüm büyük medeniyetlerin ortak bazi noktalari var; gelismis teknoloji, büyük nüfus ve iyi düzenlenmis is gücü. Eger bunlarin nasil ortaya çiktigini anlasilirsa tarihin akisi içinde bazi topluluklarin neden digerlerinden daha hizli gelistigi anlasilabilir. Esitsizligin nereden geldigini anlamak için Diamond'in esitsizlikten önce, tüm dünyadaki insanlarin asagi yukari ayni sekilde yasadigi bir zamani belirlemesi gerekiyordu.

Saati binlerce yil geriye, ilk uygarliklardan daha öncesine çevirmek durumundaydi, tarih öncesine, on üç bin yil önce. Son Buzul Çagi'nin tahrip edici etkileri artik bitmisti. Dünya daha sicak ve nemli hale geliyordu. Insanligin gelistigi bölgelerden biri Orta Dogu'ydu. On üç bin yil önce daha çok ormana agaca ve bitkiye sahip olan Orta Dogu bugünkünden çok daha az kurakti.

Buradaki insanlar o zamanlar dünyadaki tüm diger insanlar gibi yasiyorlardi gezici küçük gruplar halindeki avci-toplayicilar (hunter gatherer) olarak. Genelde hareket halindelerdi, avlayacak hayvan ya da toplayacak yiyecek bulduklari yerlere barinaklar kuruyorlardi. Bu barinaklarda haftalarca ya da aylarca kalabiliyorlardi. Fakat mevsimler degistikçe ve hayvanlar göç ettikçe bir sonraki vadiye ya da tepeye dogru, yeni yiyecek kaynaklari aramak için hareket ediyorlardi.

Dünyada avci-toplayici insanlari bulmanin hala mümkün oldugu az sayidaki yerlerden birisi Papua Yeni Gine'nin yagmur ormanlaridir. Bu hayat tarzini sadece arkeoloji kitaplarindan okumak yerine, buna dogrudan dogruya sahit olarak on üç bin yil önce hepimizin nasil yasadigini ve nasil yiyecek buldugunu görmek burada mümkün.

Bir hayvani yakalamak, yetenek, sinsilik ve yüzlerce hayvan türü hakkinda ansiklopedik bilgi gerektirir. Bir avci olmak için oldukça akilli olmaniz gerekir. On üç bin yil önce Orta Dogu'daki insanlar, ayni Yeni Gine’deki gibi, bulabildikleri tüm avlarin izini sürerek avlaniyorlardi. Fakat avciligin en temel sorunu, yeterli yemegi bulmak için asla verimli bir yol olmamasidir. Her bir hayvani takip etmek zaman alir. Ayrica bir ok ve bir yay ile avin nasil sonlanacagini kestirmek zordur. Avcilik bu kadar tahmin edilemez oldugu için geleneksel toplumlar genellikle yiyecek toplamaya daha fazla güvenmislerdir.

Papua Yeni Gine'de toplama isi kadinlar tarafindan yapilmakta. Buradaki önemli yiyecek kaynaklarindan biri yabani sagu. Sagu palmiyesinin kabuklarini soyarak, agacin ortasinda bulunan ve daha sonra hamur haline getirilip pisirilebilen öze ulasirlar. Fiziksel olarak daha zorlu bir is olsa da toplayicilik avciliktan daha verimli, bir yiyecek edinme yöntemidir. Fakat gene de büyük bir nüfusu beslemek için gerekli olan kaloriyi saglamaz. Buradaki ormanlarin, çok bereketli oldugunu düsünebilirsiniz, ama degil. Ormandaki agaçlarin birçogu ürün vermez ve yenebilecek bir sey saglamaz.

Birkaç sagu palmiyesi var ve diger agaçlar yiyebilecegimiz herhangi bir sey saglamiyor. Sagunun da kendine özgü kisitlamalari var bir agaç otuz kilo civarinda sagu saglayabiliyor. Bu agaci islemeleri üç ya da dört günlerini alir, yani bu gerçekten pek de fazla olmayan yiyecek için çok fazla is demek, ayrica sagu nisastasi protein bakimindan fakirdir ve sagu uzun süre saklanamaz. Avci-toplayici toplumlarin seyrek nüfuslu olmasinin sebebi budur.

Eger çok fazla insan beslemek istiyorsaniz farkli bir yiyecek saglama yöntemi ve verimli bir çevre bulmak durumundasiniz ve bu ortam sagularin oldugu bir bataklik olamaz.

Orta Dogu’da durum farkliydi.

Orta Dogu'da toplamak için çok farkli bitkiler vardi. Agaçlarin arasinda yabani olarak yetisen iki tahil vardi: arpa ve bugday. Sagudan çok daha fazla miktarda ve çok daha besleyici bu basit bitkiler, insanligi modern medeniyete götüren yola sokarak büyük bir etkide bulunacaklardi. Fakat bunun olmasi için iklimde katastrofik bir degisim olmasi gerekliydi. On iki bin bes yüz yil önce dünyanin iklimi çok degisken bir hale geldi. Son buzul çagini bitiren uzun vadeli erime aniden tersine döndü. Küresel sicakliklar düstü ve buzul çagi kosullari geri döndü.

Dünya daha soguk ve daha kurak bir yer haline geldi. Orta Dogu'da çevresel bir çöküs yasandi. Hayvan sürüleri birbiri ardina öldü. Birçok bitki için de aynisi geçerliydi. Kuraklik bin yildan daha uzun sürdü. Insanlar daha uzun yolculuklar yapmak ve yiyecek kaynagi bulmak için çok daha fazla çaba sarf etmek zorunda kaldi. Fakat tüm bu kosullara ragmen bir sekilde hayatta kalmayi basardilar, hatta gelistiler.

Burada, Orta Dogu'da yeni bir yasam sekli ortaya çikiyordu, dünyanin görünüsünü degistirecek bir yasam sekli. Insanlar kök salmaya basliyorlardi. Ayni yerde yasayan, 40-50 insandan olusan gruplar olusmaya basladi.

Orta Dogu’da Lut Gölü yakinindaki Ürdün Vadisi'nde bulunan ve Dhra olarak bilinen bir yerlesim alaninda yapilan çalismalar, Avci/toplayici topluluklarin barinaklarindan çok daha karmasik olan antik yerlesim yerlerinin varligini ispatladi. Buranin bir köy, dünyadaki ilk yerlesik köylerden biri oldugu düsünülüyor. Yerlesim alaninin radyo karbon tarihini belirlediklerinde, köyün ilk olarak on bir bin bes yüz yil önce, Orta Dogu'daki kurakligin bitisi ile ayni zamanda ortaya çiktigi tespit edildi. Fakat sartlar bu kadar zorken bütün bir köyü beslemek nasil mümkün olmustu?

Dhra'daki dört yillik kazinin ardindan arkeologlar bir yanit bulduklarina inaniyordu. Yanit köy içerisindeki essiz bir yapida gizliydi. Bu yapi içerisinde bir bölmede; tahillari ya da herhangi bir bitkinin, kurutulup konulabilecegi, böceklerden, nemden ve sizan sudan korunabilecegi kuru, nemi kontrol edilebilen bir yer kesfedildi. Arkeologlarin bakis açisina göre, ortaya çikan sey muhtemelen dünyanin ilk tahil ambariydi. Yiyecekleri belirli bir mekanda, yillik olarak depolayabilecekleri bir yer. Depolanan tahillar esas olarak bugday ve arpaydi. Diger bitkileri bulmak artik mümkün degilken bu tahillar hayatta kalacak kadar saglam ve yillarca depolanacak kadar dayanikliydi. Fakat kitlik yasanan bir zamanda bir ambari dolduracak kadar tahil nasil olabilirdi? Cevap insan davranisinda kökten bir degisime isaret ediyor.

Orta Dogu'da yasanan kurakligin bir noktasinda insanlar kendi yiyeceklerini yetistirmeye baslamislardi. Gezici bir hayat seklini sürdüremeyince, bulabildikleri su kaynaklarina yakin yerlerde kaldilar ve çevrelerinde yeni arpa ve bugday tarlalari olusturdular. Yiyecek kaynaklarini farkli yerlerde aramak yerine insanlar ilk defa bu kaynaklari kendi yakinlarina çektiler. Sadece hasat edilmis yiyecek olarak degil, ayni zamanda tohum olarak da. Bunlari köylerinin yakininda yetistirdiler. Bu, dünyanin herhangi bir yerinde görülen ilk örnektir.

Orta Dogu'nun Tas Devri insanlari çiftçi oluyorlardi. Dünyanin ilk çiftçileri. Bu yeni çiftçiler farkinda olmaksizin çevrelerindeki ekinlerin niteliklerini de degistiriyordu. Ekme ve hasat sürecinin her döngüsünde tohumlari en büyük, en lezzetli ya da tohumlari toplanmasi en kolay olan arpa ya da bugday basaklarini tercih ediyorlardi.

Döngüye müdahale ettiler. Çevrenin olagan düzenine müdahale ettiler ve kendilerine en fazla kazanci saglayacak olanlari ödüllendirerek bu bitkileri seçmeye basladilar. Her ne kadar rastlantisal olsa da, bu sürecin baslamasi, insanlarin dogayi kontrol etmeye baslamasiydi. Ekinlerin insan müdahalesi yolu ile degistirilmesi yöntemi tarimda evcillestirme olarak bilinir.

Bugün bu is, genleri seçerek, insanlar için daha yararli olacak ekinler üreten bilim insanlarinin oldugu arastirma laboratuarlarinda yapiliyor. Bu, belirli bir plan çerçevesinde dikkatle yürütülen bir süreç. Fakat binlerce yil önce Orta Dogu'da çiftçilerin bilinçsizce yaptiklarindan çok da farkli degil.

Tarima geçis insanlik tarihte önemli bir dönüm noktasiydi. Avci/toplayici olarak kalan insanlar, dünyanin hiçbir yerinde çiftçiler kadar yiyecek üretemediler, depolanabilecek kadar yiyecek de üretemediler. Hep kronik bir dezavantajlari olacakti.

Bu bulgular dogrultusunda, insanlarin antik dünyanin baska hangi yerlerinde çiftçi olduklarini incelemek gerekiyordu. Eger tarimin yayilmasi ile uygarligin yayilmasi arasinda baglantilar kurulabilir ise, Yali'nin sorusunu cevaplamak adina dogru yolda ilerleniyor demekti. Antik dünyada birbirinden bagimsiz olarak tarimi gelistiren sadece birkaç bölge vardi. Orta Dogu'dan kisa bir süre sonra Çin geldi, insanlar burada yüksek verimli diger bir tahil olan pirinç yetistiriyordu. Amerika'da da tarim yapilan bölgeler ortaya çikti, buradaki tarim misir, kabak ve baklagillere dayaliydi.

Daha sonra, Afrika'da insanlar süpürgedarisi, akdari ve yer elmasi yetistirdiler ve tarimin görüldügü yerlerin çogunda, tarimi, görece büyük ve gelismis bir medeniyet izledi. Fakat bir istisna vardi. Yeni Gine.

Arkeologlar burada insanlarin yaklasik on bin yildir tarim yaptiklarini düsünüyor, yani neredeyse Orta Dogu'da bulunan insanlarinki kadar bir süre. Bu insanlarin, Yali'nin halkinin, dünyanin ilk çiftçilerinden olduklarini düsünmek çok sasirtici. Fakat çiftçilik yaptilarsa neden Orta Dogu'daki, Çin'deki ya da Orta Amerika'daki insanlarin medeniyete dogru gittigi yoldan gitmediler? Neden kendi mallarini üretir hale gelmediler?

Süphesiz Yeni Gine'deki çiftçiler dünyanin diger yerlerindeki çiftçilerden daha yeteneksiz degiller. Peki, fark neydi?

Daglik bölge tarimi, tahillardan çok farkli olan taro kökleri gibi ürünlere dayaliydi. Taro yetistirmek çok daha fazla emek isteyen bir sey. Taroyu tek tek ekmek zorundasiniz, elinizle tohumu atip, topraga yaydiginiz bugday gibi degil.

Ve bu Yeni Gine ürünü, bugdayda oldugu gibi yillarca saklanamaz çok çabuk çürür, kisa bir süre içinde yenmesi gerekir. Ayrica bugdayla karsilastirildiginda protein bakimindan fakirdir, yani Yeni Gine dagligindaki çiftçiler protein eksikligi sorunu yasiyordu. Yeni Gine'deki diger ürünlerden de alinacak çok protein yoktu. Muz, seker ve nisasta açisindan zengin olsa bile, taro gibi, protein bakimindan fakir bir üründü.

Aslinda bu daglik bölgedeki insanlarin bulabilecekleri o kadar az protein kaynagi var ki bazen beslenmelerine takviye yapmak için dev örümcekleri bile yemeleri gerekiyor. Tüm bu bulgular bir seyi ortaya çikariyordu. Tarim insan esitsizliginin hikayesini anlamak için çok önemliydi fakat yapilan tarimin türü de ayni derecede önemliydi. En verimli ürünlere ulasimi olan insanlar, en üretken çiftçiler haline gelmisti. Sonuçta her sey cografi sansa baglaniyordu. Dünyadaki esitsizliklerin yedigimiz yiyeceklerden kaynaklandigi düsüncesi çok çarpici bir iddia.

Amerikalilar Yeni Ginelilerden daha avantajliydi çünkü asirlardir daha besleyici ve daha bereketli ürünler üretmislerdi. Aldiklari kalorilerin beste birini saglayan bugday gibi ürünler. Modern Amerika'nin zenginligi taro ve muz ile asla saglanamazdi. Sadece bitkiler, insanlik tarihinin akisinda belirleyici bir güce sahip olabilir mi? Yoksa isin içinde baska seyler de mi var?

Dünyanin sahip olanlar ve sahip olmayanlar seklinde ikiye bölünmesinin baska bir sebebi mi var?

Dokuz bin yil önce, Orta Dogu'daki ilk yerlesim alanlari, yerlerini çok daha büyük köylere birakiyordu. Insanlar daha üretken çiftçiler haline geldikleri için bu ölçekte asabiliyorlardi. Etraflari evcillestirilmis bugday ve arpa tarlalari ile çevrilmisti, fakat bu noktaya gelinceye kadar, bir baska düzenli yiyecek kaynagi daha bulmuslardi. Yaklasik dokuz bin yil önce gerçeklesen sey, insanlarin hayvanlarla etkilesimde gözle görülür bir dönüsümdür. Biz insanlarin, hayvanlarin hareketlerini, beslenmelerini ve üremelerini kontrol ettikleri bir evcillestirme süreci görüyoruz.

Ava çikmak zorunda olmak ve avlanmada görülen mevsimsel degisiklere maruz kalmak yerine, yasadiginiz yere yakin, yil boyunca kullanabileceginiz canli ve güvenilir bir et kaynagina sahipsiniz. Hayvanlar, etin yani sira sürekli bir protein kaynagi saglayan sütleri için de kullanilabilirler. Killari ve derileri, sicak tutan giysiler yapmak için kullanilabilir.

Zaman içinde evcil hayvanlar yeni tarimsal yasam seklinin ayrilmaz bir parçasi oldular. Evcillestirilmis hayvanlara ilk sahip olan topluluklarin tahil ürünlerine zaten sahip olduklarini biliyoruz, yani çiftçilikle ugrasiyorlardi ve birbirlerini tamamlar nitelikte olduklari için, bu bitkiler ve hayvanlarin bilesimi oldukça çekici bir hal aliyor.

Hayvanlar, hasat döneminden sonra bitkilerden kalanlari yiyebilmeleri için tarlaya otlamaya çikarilabiliyordu. Bunun karsiliginda hayvan diskisi ekinlere bir tür gübre saglamak için de kullanilabiliyor, bütün bu paket, karsilikli olarak hem hayvanlar hem bitkiler ve tabii insanlar için de yararli görünüyor.

Keçi ve koyun antik dünyada evcillestirilen ilk hayvanlardi, daha sonra onlari günümüz büyükbas çiftlik hayvanlari takip etti. Baslangiçta hepsi etleri için kullaniliyordu fakat baska sekillerde de ise yaradilar, özellikle sabanin icadiyla beraber.

Endüstri devriminden önce yük hayvanlari yeryüzündeki en güçlü makinelerdi. Bir sabana baglanmis bir at ya da bir öküz, tarlanin verimliligini arttirarak çiftçilerin daha fazla yiyecek üretmesini ve daha fazla insani beslemesini sagliyordu.

Yeni Gine'de ve dünyanin birçok baska yerinde insanlar hiçbir zaman saban kullanmadilar çünkü sabani çekecek hayvanlara hiçbir zaman sahip olmadilar. Yeni Gine'deki tek evcil büyükbas hayvan domuzdu ve o bile yerli degildi birkaç bin yil önce Asya'dan gelmisti.

Domuz size süt, yün, deri ya da post saglamaz ve her seyden önemlisi domuzlar kas güçleri için kullanilamaz domuzlar saban ya da araba çekmez. Yeni Gine'deki tek kas gücü insanin kas gücüydü. Bugün bile Yeni Gine'de yük hayvani yoktur ve neredeyse tüm tarla isleri hala el ile yapilir. Fakat eger çiftlik hayvanlari bu kadar çok ise yariyorsa neden Yeni Gineliler kendi hayvanlarini evcillestirmediler?

Dünyadaki evcillestirilmis hayvanlarin tümünü listelediginiz zaman bulduklarinizla hayrete düsüyorsunuz. Bilinen yaklasik iki milyon vahsi hayvan türü var fakat bunlarin büyük çogunlugu insanlar tarafindan hiç evcillestirilmemis. Çogu böcek ve kemirgenin, insanlar için yararli olabilecek bir kullanim alani yoktur, bu yüzden bu hayvanlari yetistirmek için harcanan çaba bosa olur. Bazi kuslar, baliklar ve sürüngenler evcillestirildi fakat bunlarin çogu yetistirilmeye uygun degildi. Çogu etobur için de aynisi geçerli, tehlikeli olduklari için degil, fakat onlari beslemek için baska hayvanlar yetistirmek durumunda oldugunuz için. Yetistirmek için en uygun hayvanlar, büyük ot obur memeliler. Muhtemelen insanlar yillar boyunca bu hayvanlarin hepsini evcillestirmeye çalistilar, genellikle basarisiz oldular.

Afrikalilar sürekli çabalarina ragmen filleri asla evcillestiremedi. Güney Asya'da bazi filler is hayvani olarak kullaniliyor. Fakat bu amaç için yetistirilmiyorlar. Bunun yerine filler vahsi dogada yakalaniyor ve daha sonra terbiye edilip egitiliyor. Olgunlasmasi ve üreyebilecegi yasa gelmesi 5 yil süren bir hayvan yetistirmek ekonomik açidan çok mantikli degil.

Evcillestirmeye uygun olan hayvanlar yasamlarinin ilk ya da ikinci yilinda dogum yapabilirler. Yilda bir, belki iki döl verirler, yani üreme potansiyelleri oldukça yüksektir. Davranissal olarak sosyal hayvanlardir, yani erkekler, disiler ve gençler hep beraber, grup olarak yasarlar, ayni zamanda grup içinde bir hiyerarsiye de sahiptirler, eger insanlar grubun liderini kontrol edebilirlerse tüm sürü üzerinde de kontrole sahip olabilirler.

Evcil hayvanlar için bir baska önemli sart daha var. Bu hayvanlarin insanlarla iyi geçinmeleri gerekir. Bazi hayvanlarin mizaci çiftlikte yasamaya uygun degildir. Potansiyel olarak bir at kadar kullanisli olan zebra ideal bir evcil hayvan olabilirdi. Fakat Afrika'nin büyük avcilari ortasinda evrilen zebralar ürkek ve tedirgin yaratiklar haline geldi. Insanlarin terbiye edemedikleri bir dogalari oldu. Bu, zebralarin hiçbir zaman bir sabana baglanmamasinin ya da savasta kullanilmamasinin sebebi olabilir.

Karada yasayan, 45 kilodan agir 148 farkli yabani ot obur hayvan var. Fakat bu 148 hayvandan basarili sekilde yetistirilenlerin sayisi sadece 14. Keçi, koyun, domuz, inek, at, esek, çift hörgüçlü deve, Arap devesi, su sigiri, lama, ren geyigi, yak, yaban sigiri ve Bali sigiri. On bin yil süren evcillestirme ve sadece 14 hayvan.

Peki, bu hayvanlarin atalari nerden gelmisti? Hiçbiri Yeni Gine'den ya da Avustralya'dan degildi. Sahra alti Afrika'dan ya da tüm Kuzey Amerika kitasindan da degildi. Güney Amerika'da bu büyük memelilerden sadece bir tanesinin atasi bulunuyordu; lama. Diger on üçünün tamami Asya, Avrupa ya da Kuzey Afrika'daydi. Bunlarin içinden dört tanesi; inek, domuz, koyun ve keçi Orta Dogu'nun yerel hayvanlariydi.

Dünyadaki en iyi ekinlere sahip olan bölge ayni zamanda en iyi hayvanlarin da anavataniydi.

Bu alanin Bereketli Hilal olarak adlandirilmasina sasmamak gerekir. Bereketli Hilal'in insanlari, antik dünyadaki en iyi ekinlere ve hayvanlara ulasimlari olduklari için cografi olarak kutsanmisti. Bu onlara önden baslamalari için, büyük bir firsat vermisti. Bugday yetistirmek ve keçi gütmekle baslayan sey, ilk insan uygarligina dogru ilerliyordu.

Güney Ürdün'deki Guer kazi alani dokuz bin yasinda. Fakat bir kasabanin tüm özelliklerini tasiyor. Burada birkaç yüz insan, teknoloji harikasi olan evlerde yasiyordu. Köyler büyüdükçe tarlalarda çalisacak daha çok insan oldu. Daha fazla insan, daha verimli, sekilde daha fazla yiyecek üretebiliyordu topluluktaki ustalari besleyebilecek kadar.

Çiftçilik yükünden kurtulan bazi  insanlarin yeni yetenekler ve yeni teknolojiler

gelistirmesi mümkün oluyordu. Örnegin kireç tasindan alçi üretilmesi büyük bir teknolojik gelismeydi. Taslarin bin derece sicaklikta, günlerce isitilmasi gerekiyordu. Bugün önemsiz görünebilir fakat atesle nasil çalisilacagini anlamak, dünyayi dönüstürecek bir teknolojiye, çelik islemeye giden yolda ilk adimdi.

Yeni Gine gibi yerlerde ise insanlar ileri teknolojiyi asla gelistiremediler. Bugün bile daglik bölgedeki bazi insanlar asirlardir degismemis yöntemlerle çalisiyorlar. Hala balta gibi tas aletler kullaniyorlar. Peki, neden Yeni Gine, kendi metal aletlerini gelistirmedi?

En sonunda, bakir ve demiri nasil karistiracagini bilen metal zanaatkarlarinin olmasi için toplumun çiftçi olan kisminin bu insanlari beslemek için yeterli yiyecegi, üretebilmesi gerektigini fark ettim. Fakat Yeni Gine tarimi bu yiyecegi saglayacak kadar üretken degildi ve sonuç Yeni Gine'de ustalarin, metal isçilerin, metal aletlerin olmamasiydi.

Yeni Gine'deki hayat tarzi tamamen sürdürülebilirdi. Binlerce yil dokunulmadan ayakta kalmisti. Fakat insanlar teknoloji gelistirmemisti çünkü kendilerini beslemek için çok fazla zaman ve enerji harciyorlardi.

Tüm üstünlüklerine ragmen Orta Dogu dünyanin iktidar merkezi ya da bir zamanlar oldugu gibi tahil ambari degil. Orta Dogu avantajini nasil kaybetmisti?

Ortaya çikmalarini takip eden bin yil içinde Bereketli Hilal'deki birçok köy terk edilmisti. Ironik bir biçimde, bölgenin çok önemli bir zayifligi vardi. Gezegen üzerindeki en besleyici ekinlere sahip olmasina ragmen iklimi çok kurakti ve ekolojisi sürekli, yogun tarimi kaldiramayacak kadar kirilgandi.

Insanlar çevreyi tahrip ediyordu. Su kaynaklari asiri kullanilmis, agaçlar kesilmisti ve az agacin oldugu, otlarin olmadigi ve az su bulunan bir cografya haline dönüsmüstü.

Topraklarini isleyemeyince topluluklar göç etmek durumunda kaldi. Yüzyillar süren evcillestirme süreci boyunca elde etmis avantajlari kaybetmis olabilirlerdi. Fakat cografya yine onlarin tarafindaydi. Bereketli Hilal devasa bir kara kitlesinin, Avrasya'nin ortasinda. Burada tarimin yayilabilecegi birçok yer vardi ve en önemlisi bu yerlerin çogu hemen hemen ayni enlemde sahip, Bereketli Hilal'in dogusundaki ve batisindaki yerlerdi.

Bu neden bu kadar önemli? Çünkü ayni enleme sahip herhangi iki nokta otomatik olarak ayni gün uzunluguna sahip olur ve çogu zaman benzer bir iklimi ve bitki örtüsünü paylasir. Bereketli Hilal'de evcillestirilen hayvanlar ya da ekinler Avrasya'nin dogu bati ekseni üzerindeki baska yerlerde de gelisebildi.

Bugday ve arpa, koyunlar ve keçiler, inekler ve domuzlar Bereketli Hilal'den, doguya dogru Hindistan'a, batiya dogu Kuzey Afrika'ya ve Avrupa'ya yayildi. Gittikleri her yerde insan toplumlarini degistirdiler. Bereketli Hilal'in ekinleri ve hayvanlari Misir'a ulastiginda burada bir medeniyet patlamasina sebep oldu. Birdenbire, firavunlari ve komutanlari, mühendisleri, katipleri ve piramitleri insa etmek için gerekli insan ordusunu beslemeye yetecek kadar, yiyecek ortaya çikmisti.

Aynisi Avrupa medeniyeti için de geçerliydi. Antik zamanlardan Rönesans'a kadar, Avrupa'nin sanatçilari, mucitleri ve askerleri Bereketli Hilal'in ekinleri ve hayvanlari ile beslendi. On altinci yüzyilda, ayni ekinler ve hayvanlar Avrupalilar tarafindan Yeni Dünya'ya götürüldü. O zamanlar Amerika'da ne tek bir inek ne de bir bugday basagi vardi. Simdi ise sadece Amerika'da yüz milyon inek var ve Amerikalilar yilda yirmi milyon ton bugday tüketiyor.

Günümüzün endüstrilesmis Amerikasi, tarimin Bereketli Hilal'den yayilmasi olmaksizin düsünülemezdi.

Zenginlik ve güç dagilimi gerçekten ineklere ve bugdaya indirgenebilir mi? Kültüre, politikaya ve dine ne demeli? Mutlaka onlar da önemliydi. Tabii ki çok büyük kültürel farklar var ama bunlar esas olarak esitsizligin sonuçlari, temelde yatan sebepleri degil.

Eninde sonunda, çok daha önemli olan sey insanlara dagitilan eller, yani kullanimlarinda olan ham maddeler oluyor.

Yeni Gineliler Avrasya'dan domuzu aldilar fakat inegi, koyunu, keçiyi ya da ati, bugdayi ve arpayi almadilar. Avrupalilarin ya da Amerikalilarin gelistigi sekilde gelismediler çünkü ayni ham maddelere sahip degillerdi.

Papua Yeni Gine'nin dünyanin geri kalanina yetismeye çalisan insanlarla dolu sehirleri büyüyor ve gelisiyor. Fakat ne yazik ki, onlar için asilmasi gereken bir uçurum var. Beyaz adamin bu kadar çok kargosu varken neden biz Yeni Ginelilerin bu kadar az var? Yali, otuz yil önce beni hazirliksiz yakalamisti.

O zaman ona ne diyebilecegim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Fakat simdi cevabi bildigime inaniyorum.

''Yali, senin halkinin modern teknolojiyi gelistirememesinin nedeni beceri eksikligi degildi. Yeni Gine'nin çetin ortamina hükmetmeleri için gereken hünerlere sahiptiler. Aslinda sorunun cevabi tamamen cografyada yatiyor.

Eger senin halkin benimkinin sahip oldugu cografi avantajlara sahip olsaydi, helikopteri icat eden belkide siz olurdunuz.''

FETIH

1532 Kasiminda bir gün, Eski Dünya ile Yeni Dünya çarpisti. 168 Ispanyol, Peru'nun daglik bölgesinde Inkalarin imparatorluk ordusuna saldirdi. Günes batmadan önce yedi bin insani katlettiler ve Inka Imparatorlugu'nun denetimini ele geçirdiler. Bu süreçte bir tek Ispanyol bile hayatini kaybetmedi. Eski Dünya ile Yeni Dünya Arasindaki güç dengesi neden bu kadar bozuktu ve sonraki yüzyillarda dünyanin büyük bölümünü fetheden neden Avrupalilar oldu?

Bir Ispanyol fatihleri kafilesi, iki yildir altin ve onur arayisi için seyahat etmekte. Hiçbiri profesyonel asker olmayan bu adamlar, emekli bir yüzbasi olan Francisco Pizarro tarafindan yönetilen parali askerler ve maceraperestler. Pizarro Orta Amerika kolonilerinde zaten bir servet edinmisti. Simdi askerlerini güneye, bilinmeyen bölgeye dogru sürüyor. Onlar, Andlara tirmanan ve Güney Amerika'da bu kadar güneye giden ilk Avrupalilar.

Seyahat ettikçe, yerli büyük bir medeniyetin izlerini bulurlar. Kudretli Inka Imparatorlugu'nun sinirina ulasirlar. Kizilderililer ve Ispanyollarin her ikisi içinde herhangi bir karsilasma, kültürel bir çatismadir.

Bu Kizilderililer daha önce, hiç beyaz adam görmemislerdir ve bu adamlarin temsil ettigi tehdit hakkinda hiçbir fikirleri yoktur. Bu yabancilarin, dünyalarini birkaç gün içinde altüst edecegini hayal bile edemezler.

Bin bes yüz otuzlarda Inka Imparatorlugu çok büyüktü. And daglari boyunda, günümüz Ekvator'undan Sili'nin ortalarina kadar 2500 mil uzunlugundaki bir alana yayilmisti. Fakat bes yüz mil kuzeyde Ispanyol Imparatorlugu'nun en degerli toprak parçalari olan Orta Amerika ve Karayip kolonileri uzaniyordu.

O zamanlar, Ispanyol krali, kita Avrupasi'nin üçte birini kontrol ediyordu, fakat 700 yil boyunca Magriplilerin istilasi tarafindan püskürtülen Ispanya, ancak yakin zamanlarda bütünlüklü bir devlet olmustu.

Ispanya hala bir tarim toplumuydu. Ispanyol fatihlerinin çogu Pizarro'nun büyüdügü yer olan Trujillo gibi, ülkenin merkezinde bulunan köylerden ya da küçük kasabalardan geliyordu. Pizarro çocuklugunun büyük kismini tarlalarda domuz çobanligi yaparak geçirdi. Bugün büyük bir savasçi olarak hatirlaniyor. Trujillo Meydani'nda bir heykeli var ve aile evi bir müzeye dönüstürüldü.

Neden Pizarro ve adamlari Inkalari yendiler ama bunun tersi olmadi? Basit bir soru gibi görünüyor. Cevap ise hemen ortaya çikacak türden degil. Ne de olsa Pizarro baslangiçta siradan bir insandi ve Trujillo da oldukça siradan bir kasaba. Peki, Pizarro ve adamlarina bu büyük gücü veren neydi?

Avrupali çiftçiler daha çok insani beslemek ve daha büyük ve karmasik toplumlar olusturmak için gerekli yiyecegi üretebiliyorlardi. Yeni Dünya'da tarimda kullanilabilecek at ya da sigir yoktu. Tüm is el ile yapiliyordu. Tek evcillestirilmis büyükbas hayvan lamaydi, fakat bu uysal yaratiklar hiçbir zaman sabana baglanmamisti. Inkalar patates ve misir yetistirmede oldukça yetenekliydiler, fakat cografi konumlari yüzünden asla Avrupalilar kadar üretken olamadilar.

Atlar Avrupalilara büyük bir avantaj sagliyordu, atlara binilebiliyorlardi. Inkalar için, tarlalarinin yanindan geçen Ispanyol fatihlerinin görüntüsü sira disiydi. Daha önce hayvanlari tarafindan tasinan insanlari hiç görmemislerdi. Bazilari yari insan, yari hayvan olan bu garip görünümlü adamlarin Tanri oldugunu düsünüyordu. Inkalara bu kadar yabanci gelen atlar, Ispanya'da dört bin yildir zaten kullaniliyordu. Atlar, motorlu tasimanin olmadigi bir dönemde insanlara hareketli olma ve topraklarini kontrol etme firsati veriyordu.

On altinci yüzyila gelindiginde himeta tarzi at sürme Ispanyol süvarisinde hakim sürüs stili olmustu. Ispanyol fatihleri atlarini böyle sürüyor olmaliydilar. Bu tekniklerin ustasiydilar ve bu teknikleri bogalarla ugrasmak için ögreniyorlardi fakat bu teknikler askeri bir ortamda da çok faydaliydi ve bu kontrolün açik alanda insanlari ezip geçmenizi saglayacagini anliyorum.

Daha önce hiç at görmemis insanlar bu manzarayi gördüklerinde kesinlikle dehsete düsmüs olmalilar. Bu durum, bu hayvanlardan biri üstünüze dogru kosmaya baslamadan, sizi ezip geçmeden, sizi öldürmeden önce bile çok garip ve korkutucu olmaliydilar.

Dört bacakli hayvanlari üzerindeki Tanri benzeri yabancilarin haberleri kraliyet habercisi araciligiyla seksen bin kisilik bir ordu tarafindan korunan Kuzey Peru'daki Cajamarca Vadisi'nde bulunan Inka Imparatoru'na iletildi.

Atahualpa'ya yasayan bir Tanri olarak, günesin oglu olarak saygi duyuluyordu. Yakin zamanda kazandigi bir dizi askeri zafer için minnetini sunmak amaciyla Cajamarca'da dini bir inzivadaydi. Ispanyollarin ilerleyisini duydugunda onlari öldürmemeyi seçer. Onun yerine bir mesaj yollar. Onlari, bir an önce kendisine katilmasi için Cajamarca'ya davet eder.

Atahualpa, Ispanyollarin Cajamarca'ya gelmesini ve tuzaga düsmesini istiyordu ve Ispanyollarin böyle yapacagindan emin olmak için onlara hediyeler göndererek ve gelmelerini rica ederek bir tür psikolojik oyun oynadi.

Atahualpa Ispanyollarin Tanri olmadiklarini biliyordu. Istihbarat, yüzlerinde bir lama ya da bir alpaka gibi, yani bir hayvan gibi yün bulunan (sakalli), insanlardan bahsediyordu. Kafalarinda yemek pisirmede hiç kullanilmamis küçük tencerelerle, oradan oraya geziyorlardi.

Kafanizda bir tencere ile dolasiyorsaniz çildirmis olmalisiniz, bir kamp yerine gelip de bu tencereyi yemek pisirmede kullanmiyorsaniz, sizin için yapilacak pek bir sey kalmamistir.

Atahualpa karsisindakileri adamdan saymiyordu. Birkaç atli ve yüz küsur Ispanyol kudretli Inka'ya ne yapabilirdi? Neredeyse hiçbir sey!

Fakat Atahualpa'nin ajanlari Ispanyollarin dünya üzerindeki en iyi silahlarin bazilarina sahip oldugunu bilmiyorlardi. Ispanyol fatihleri zamaninda Ispanya, Avrupa'nin en büyük ordusuna sahipti ve bu ordu imparatorlugun baskenti olan Toledo'dan yönetiliyordu.

Magriplilerle ve diger Avrupa ordulariyla çarpisan Ispanyollar yedi yüz yildan uzun bir süredir savastaydilar. Avrupa'da bir silahlanma yarisi vardi. Ispanyollar ayakta kalabilmek için silah teknolojisindeki en son gelismeleri takip etmek durumundaydi.

Bin bes yüz otuzlara gelindiginde, çakmakli tüfekler Ispanyol cephanesinin önemli bir parçasiydi. Barut ilk olarak Çin'den gelmisti fakat bir silah olarak ilk defa Araplar tarafindan kullanilmisti.

Avrupalilarin elinde silahlar daha hafif ve tasinabilir hale geldi ve ilk defa savas alaninda piyadeler tarafindan kullanildi. Çakmakli tüfekler hala kaba bir silahti, fakat savaslarin görünümünü degistirmeye devam edecekti.

Bu silah, sesiyle, kokusuyla, çikardigi dumanla ve öldürdügü insanlarla, onu daha önce görmemis birine çok ürkütücü gelmeli. Bu 1532 tarzi, dehset ve korku uyandirmis olmali.

Tüm gösterisine ragmen barut teknolojisi hala emekleme dönemindeydi. Ispanyol fatihlerinin gerçek gücü baska bir noktaya dayaniyordu. Çelik üretimi.

Toledo dünyanin en iyi kiliç ustalarina sahipti. Fakat buradaki insanlar, ölümcül çelik silahlar üretebilirken Inkalar neden hala basit bronz aletler yapiyordu? Avrupalilarin yüksek kaliteli kiliç üretmelerini saglayan, dogustan gelme üstün özellikleri yoktu. Aynen silahlar gibi, kiliçlar da, Avrupa disinda baslayan uzun bir deneme-yanilma sürecinin sonucuydu.

Insanlar metal islemeye yedi bin yil önce Bereketli Hilal'de basladi ve Avrupa Bereketli Hilal'e cografi olarak yakin oldugu için Avrupalilar bu metal teknolojisinin varisi oldular. Avrupalilar bu teknolojiyi yeni bir düzeye tasidi. Avrupali askerler daha güçlü, daha sert ve daha keskin kiliçlar istiyordu.

Bir kiliçta gerekli olan nitelikleri düsünürseniz, her seyden önce yeterince sert olmalidir, metal keskin kenarlar olusturmaya yetecek kadar sert olmalidir ve bu da çeligi gerektirir, yani demirin karbonla karismis hali.

Demire ne kadar çok karbon eklerseniz metal o kadar sert olur. Fakat çok sert yaparsaniz kirilgan olur ve bunu da istemezsiniz çünkü eger birine vurursaniz kiliciniz kirilabilir, yani kilicinizin belli bir esneklige, ilk sekline geri dönme yetenegine de sahip olmasi gerekir.

Bunu da kilici belli sicakliklara kadar isitarak, soguk suya sokarak elde edebilirsiniz, bu çok fazla deneme demek. Uzun, zarif, ince ve meç kadar öldürücü bir seyin elde edilebilecegi düzeye gelmesi asirlar aldi.

Çok uzun bir biçaga sahip olan meç bir düello silahi olarak gelistirilmisti fakat Rönesans Avrupasi'nda o kadar moda oldu ki gözü yüksekte olan her centilmenin silah konusunda tercihi oldu.

Meç kelimesi, Ispanyolcadaki “espera ropera” teriminden geliyor ve bu, elbise kilici demek. Ispanya'da ilk defa insanlarin günlük islerini hallederken sivil elbiseleri ile kiliç tasidigini görüyoruz. Bunu Orta Çag'da yapmiyorlardi.

Bu on altinci yüzyilda ortaya çikan bir seydi ve “Iste ben geldim, ben bir centilmenim ve yüksek bir siniftanim ve Orta Çag sövalyelerinin soyundan geliyorum” demekti.

Meç gözü yüksekte olan Ispanyol fatihlerinin hirslarinin sembolüydü, onlari Amerika'ya sürükleyen sey, altina duyduklari tutku ve kendini gelistirme ihtirasiydi ve bence meç, bu küstahligi tamamen sembolize ediyordu.

On bes Kasim bin bes yüz otuz ikide Pizarro'nun maceraperestlerden olusan kafilesi Cajamarca Vadisi'ne geldi. Onlara Atahualpa'nin onlari burada bekledigi söylenmisti. Fakat onlari karsilayan manzaraya hazir degillerdi.

Cajamarca Sehri'nin arkasindaki tepelerde Inkalarin imparatorluk ordusu vardi, tam savas düzeninde seksen bin insan. Ispanyol fatihlerinin ilk izlenimlerine kendi günlükleri sahitlik ediyor.

“Kamplari çok güzel bir sehre benziyordu. O ana kadar böyle bir sey görmemistik ve bu bizi korkuttu çünkü sayimiz çok azdi ve bu topraklarda çok ilerlemistik.”

Pizarro en iyi atlilarindan bazilarini yüzbasi de Soto ile birlikte Inka kampinin kalbine gönderdi. Atahualpa'nin kamptan zarar görmeden geçmelerine izin vermesi ve onlarla bulusmaya riza göstermesi üzerine kumar oynuyordu.

Atahualpa basta Soto'nun varligina tepki göstermedi, sanki odaya kimse girmemis gibi. At Inka'yla göz göze geldiginde, Inka atin üzerinde bir etkisi olmadigini gösterecek sekilde sakindi, Soto'nun blöfünü görmüstü. Yüzbasi, atin burun delikleri Inka'nin alnindaki saçlara degecek kadar yaklasti. Fakat Inka hiç kipirdamadi. Daha sonra, kisa bir sessizligin ardindan Atahualpa'nin patlamasi geldi.

Onlara, yaptiklarinizin cezasini çekme zamaniniz geldi, diyordu. Soto kampa korku içinde dönecek kadar tedirgin olmustu ve bildigimiz kadariyla Ispanyollar bir önceki geceyi asiri korku içinde geçirmislerdi. Ispanyol fatihleri kamplarini Cajamarca Sehri'nde kurmuslardi. Birçogu unutulmakla yüzlestiklerini düsünüyordu.

En yakin Ispanyol'dan bin mil uzakliktaki yüz altmis sekiz asker, seksen bin Inka'dan olusan bir ordu ile karsi karsiyaydi.

“O gece çok azimiz uyudu. Yerli ordusunun kamp ateslerini görebildigimiz meydana gidip duruyorduk. Korku verici bir manzaraydi, sanki yildizlarla kapli gökyüzü gibi.”

Pizarro ve en güvendigi subaylari Atahualpa'yla nasil ugrasmalari gerektigi konusundaki düsüncelerini tartisirlar. Bazilari tedbirli olmayi önerir, fakat Pizarro en uygun olanin ertesi gün beklenmedik bir saldiri düzenlemek oldugunda israrci olur.

Bu geçmiste basarili olmus bir taktiktir. Pizarro Peru'ya gitmeden on iki yil önce bir baska ünlü Ispanyol fatihi, Hernan Cortez, Meksika'ya gitmis ve bir baska büyük uygarlikla, Azteklerle karsilasmisti.

Ülkeyi Aztek liderini kaçirarak ve bu olayi izleyen kaostan istifade ederek fethetmisti. Cortez'in hikayesi daha sonra yayinlandi ve her fatih adayi için bir el kitabi haline geldi. Bu kitap Kuzey Ispanya'daki Salamanca Üniversitesi'nin büyük kütüphanesinde hala bulunabilir.

Bu hikaye Pizarro'ya, Inkalar'a karsi deneyecegi fikirleri veren bir örnekti. Yaziya sahip olmayan Inkalar sadece sözlü hafiza yolu ile nakledilen yerel bilgiye sahipti ve bunlar yazinin eksikligi yüzünden, Ispanyollarla karsilastirildiginda basit ve naifti.

Fakat eger kitaplar bu kadar yararliysa, Inkalar neden okuyamiyor ya da yazamiyordu? Yeni bir yazim sistemini bagimsiz bir sekilde gelistirmek son derece karmasik bir süreçtir ve bu insanlik tarihinde çok nadir görülmüstür.

Bu, ilk olarak en az bes bin yil önce Bereketli Hilal'deki Sümerliler tarafindan basarildi. Sümerliler çivi yazisi denen ve muhtemelen anlasmalari kayit altina almanin bir yolu olan karmasik bir semboller sisteminin öncüsü oldular.

O zamandan beri, Avrupa'nin ve Asya'nin hemen hemen tüm yazili dilleri için çivi yazisi örnek alindi, çivi yazisi uyarlandi ya da çivi yazisindan ilham alindi.

Kagidin icadi, mürekkep ve tasinabilir basim harfleri yazinin yayilmasina önemli ölçüde yardimci olmustu, tüm bu yenilikler Avrupa disindan gelmisti fakat Avrupalilar bunlardan bilginin esas aktarim aracini, matbaayi yaratmak için faydalandi.

Yazili seyler artik Avrupa ve Asya boyunca, hizli ve eksiksiz bir sekilde yayilabiliyordu. Yazi icat edilmeseydi, modern dünya imkansiz olurdu. Fakat dünyada bagimsiz olarak yeni bir yazim sistemi gelistiren bir bölge daha vardi.

Güney Meksika'da, en az iki bin bes yüz yil önce yerli insanlar, daha sonra Maya yazisi seklinde evrimlesen bir yöntem gelistirdiler. Fakat Mayalar yaziya sahip oldularsa, yazi neden And Daglari boyunca güneye dogru yayilip Inkalarin okuryazar olmasina yardimci olmadi?

Diamond'a göre cevap kitalarin seklinde yatiyor.

Avrasya kitasini olusturan Avrupa ve Asya dev bir kita fakat dogudan batiya dogru yayiliyor ve kuzey güney yönünde dar. Amerika kitasi ise kuzey güney yönünde uzun, dogu bati dogrultusunda dar, yüz milin altina düstügü Panama'da çok çok dar.

Iki kita da en uzun oldugu yerde yaklasik sekiz bin mil uzunluga sahip. Avrasya dogu-bati boyunca sekiz bin mil, Amerika ise kuzey-güney dogrultusunda sekiz bin mil. Sanki bu kitalar birbirlerinin doksan derece döndürülmüs halleri gibiler.

Ayni enlemdeki yerler otomatik olarak ayni gün uzunlugunu ve benzer bir iklimle bitki örtüsünü paylasirlar. Fakat Amerika kitasi Avrasya'nin tam zitti. Amerika'nin bir ucundan diger ucuna yapilan bir seyahat, kuzeyden güneye, farkli gün uzunluklarinin görüldügü, farkli iklim bölgelerinden geçilen ve önemli ölçüde farkli bitki örtüsü ile karsilasilan bir seyahattir.

Bu temel farklar, ekinlerin ve hayvanlarin yayilimini engelledigi kadar, insanlarin, fikirlerin ve teknolojinin de yayilmasini engelledi. Andlardaki insanlar yaziya ya da Amerika'daki diger yeniliklere ulasimlari olmayacak sekilde yalitilmislardi.

Onlarla karsilastirildiginda Pizarro ve adamlari cografi olarak kutsanmisti. Ispanyollar, Avrasya boyunca kolaylikla yayilan teknolojilerden ve fikirlerden faydalaniyorlardi.

Bin bes yüz otuz iki olaylarinin üzerinde, tek bir Ispanyol'un ya da Inka'nin kontrolü yoktur. Kitalarin sekli, bitki ve hayvan dagilimi, Avrasya teknolojisinin yayilimi, bunlar cografi olgulardi ve oyunun her perdesinde cografya Avrupalilarin yanindaydi.

16 Kasim sabahi, bin bes yüz otuz ikide Atahualpa Ispanyollarla Cajamarca'da bulusmayi kabul eder ve maiyetini önden gönderir. Fakat kaderini etkileyecek bir karar verir; askerleri silahsiz olacaktir. Yerliler aslinda müzisyen ve dansçiydilar. Askerdiler fakat silahsizdilar. Atahualpa neden kendi askerlerini silahsizlandirdi, neden? Çünkü bayram havasi içindeydi, bir kutlama yapiyordu. Bir savasa gitmiyordu. Tüm insanlarin, bu sözde Tanri'larin korku içinde kaçisini görecekleri bir kutlamaya gidiyordu.

Bazi insanlarin, Ispanyollarin Tanri oldugunu düsünmesi Atahualpa'nin amacina daha iyi hizmet ediyordu. “Eger onlarin Tanri olmadigini biliyorsam ve onlari bozguna ugratirsam, tabii ki herkes benimle beraber olur. Fakat ya Tanri'lari hiçbir kuvvet gösterisi olmadan yenersem? O zaman Tanrilardan bile daha üstünümdür.” Diye düsünüyor olmaliydi. Atahualpa ve adamlari Cajamarca'ya girdiklerinde, Ispanyollar gözden uzak bir yerde bekliyordu.

Bes ya da alti bin adam vardi, arkalarinda ise tüylerle bezenmis, altin ve gümüsle süslenmis tahtirevaninda, Atahualpa oturuyordu.

Meydan Atahualpa'nin adamlari ile doluydu fakat ortalikta görünen tek bir Ispanyol bile yoktu. tahualpa sorar; “Nerede bu köpekler?” Sag kollarindan biri cevap verir; “Muhtesem Inka'dan korktuklari için kaçtilar.” Tabii ki tüm kalabalik bunu duyar ve olaylarin böyle gerçeklestigini düsünür.

Pizarro rahibini Atahualpa'ya gönderir. Ispanyol fatihleri, siddete basvurmadan önce yerli halkin dinini degistirmeye çabalamakla yükümlüdürler.

“Sen neden bahsediyorsun killi surat? Ben Günes'in ogluyum! Kendi halkimi yönetmeye hakkim var. Benimle bu sekilde konusmaya ne hakkin var?”

“Yetkim Tanri'dan geliyor. Sözleri bu kitapta yaziyor.”

“Bu mu gücünüz?” Atahualpa daha önce hiç kitap görmemisti. Onunla ne yapacagini bilmiyordu.

1Degersiz. Bahsettigin sözleri duymuyorum. Bu ne cüret, yerli köpek! Ortaya çikin Ispanyollar! Tanri'ya saygi duymayan bu köpekleri yok edin!”

Kalabaligin tamamen hazirliksiz oldugu o anda atlar ortaya çikti. Devasa bir panik vardi. Cajamarca'daki manzarayi bir düsünün. Inkalar daha önce hiç at görmemisti ve bunlar siradan atlar da degildi, Ispanyol atiydilar, hiddetli, büyük, savasçi atlardi.

Insanlarin arasina dalabilirler, insanlari ezebilirler ve en mükemmel platformu olustururlar. Atin üzerinden kilicinizi sol asagiya, sag asagiya saplayabilirsiniz, etrafinizdaki her seyi kesip dograyabilirsiniz.

Eger Inkalar, süvarilere karsi yapmalari gerekenin sabit durmak oldugunu bilselerdi, durumlari iyi olabilirdi, sayi bakimindan daha üstündüler fakat bunu bilmiyorlardi.

Kaçtilar, saflari dagittilar, daha sonra atlilar aralarina girebildi ve onlari öldürdü. Viracoxa isimli bir Inka Tanri'si vardi, beyaz bir adamdi ve gök gürültüsü Tanrisiydi, Inkalar bu adamlari Viracoxa'nin bizzat vücut bulmus hali sandilar.

Atahualpa tasiyicilarinin omuzlarindaki tahtirevanindaydi. Ispanyollar, yapabildikleri ilk anda, tahtirevanin pesinden gittiler ve tasiyicilari öldürmeye basladilar. Bir tasiyici öldügünde, bir digeri onun yerini aliyordu. Trajedinin sadece çok, çok, çok sonlarinda taht hareket etmeye basladi çünkü daha fazla tasiyici kalmamisti.

Taht düstügünde Atahualpa'yi Pizarro'nun kendisi yakalar. Plani kusursuz sekilde islemistir. Atahualpa Cajamarca'daki kraliyet merkezinde bulunan geçici bir hapishaneye götürülür. Onu öldüreceklerini düsünüyordu, fakat ona “Hayir, Hiristiyanlar sadece savasin sicakliginda öldürür” dediler.

Disarida binlerce Inka ölmüstür. Ordunun geri kalani tepelere çekilir. Sayidaki devasa dengesizlige ragmen Ispanyol atlari, kiliçlari ve stratejisi sonuç getirmistir. Fakat Ispanyollarda, sahip olduklarindan haberdar bile olmadiklari bir baska silah daha vardi onlarin önünden görünmez bir biçimde giden bir kitle imha silahi. Mikroplari!

Günümüzde bulasici hastaliklara karsi savas Güney Ingiltere'deki Porton Down gibi merkezlerde yürütülüyor. Burada, dünyadaki ölümcül virüslere karsi asi üretiyorlar.

On altinci yüzyilda asi yoktu ve bulasici hastaliklarin sinir tanimayan yayilmasina karsi bir önlem yoktu. Pizarro Cajamarca'ya gelmeden on iki yil önce, bir Ispanyol gemisi Meksika'ya yelken açti.

Güvertedeki kölelerden biri hummanin ilk belirtilerini yasiyordu. Bu, Amerika anakarasina, ölümcül bir hastalik getiren ilk insandi. Hastalik çiçek hastaligiydi. Haftalar içinde çiçek hastaligi virüsü, tek bir kaynaktan yayilarak binlerce Amerikan yerlisine bulasti.

Çiçek hastaligi virüsü, havadaki parçaciklari soludugunuzda vücudunuza girip bogazinizin arkasina ve akcigerlerinize yerlesir. Hastalanmadan önce iki ya da üç gün geçer, daha sonra klasik atak görülür ve en siddetli biçimlerinde bu hastalik, ilk önce sivilceler ve daha sonra oldukça büyük kabarciklarla eller ve yüzden baslar.

Tüm deri çiçek hastaligi  kabarciklari  ile doluncaya kadar, vücudun geri kalanini kaplayacak sekilde yayilir. Bu zamandan sonra hastaliginin baskalarina bulasma olasiligi oldukça yüksektir. Çünkü bu kabarciklarin her biri çiçek hastaligi parçaciklariyla doludur, eger bir kabarcigi patlatirsaniz, içindeki sivi disari çikacaktir ve büyük miktarda virüs dokundugu her seye bulasacaktir.

On, on iki gün sonra hastanin arkadaslari  hastalanir, ondan on-on iki gün sonra onlarin arkadaslari. Bu tarz bir oran, hastaligin eksponansiyel olarak yayildigi anlamina gelir. Artis hizi büyür, büyür, büyür ve hastalik en sonunda nüfusta çok büyük bir yikima sebep olacak kadar fazla insana bulasir.

Yeni Dünya'daki ilk çiçek hastaligi salgini Orta Amerika'yi süpürerek Inka Imparatorlugu'na kadar ulasti. Virüs, geçtigi her yerde yerli nüfusun büyük bölümünü yok ederek, onlari Ispanyol isgali için daha kolay bir av haline getirdi.

Peki mikroplar neden bu kadar tek tarafliydi? Neden Ispanyollar hastaliklarini Inkalara bulastirdilar da bunun tersi olmadi? Bu, Pizarro'nun gizli silahi; domuzlar ve inekler, koyunlar ve keçiler, evcil hayvanlar. Pizarro'nun domuz çobani oldugunu hatirlayin. Kulübelerde hayvanlar ile yakin temas içinde, mikroplarini soluyarak, sütlerindeki mikroplari içerek büyümüstü ve insanlar için ölümcül olan hastaliklar ev hayvanlarindaki mikroplardan evrimlesmisti, mesela bizim gribimiz domuzlarda bulunan ve tavuklar ve ördekler araciligi ile yayilan bir hastaliktan evrimlesti.

Kizamigi ineklerden aldik, çiçek hastaligini evcil hayvanlardan edindik, yani insan irkinin bu korkunç katilleri, sevgili ev hayvanlarimizla on bin yillik temasin bir mirasi. Orta Çag boyunca bulasici hastaliklar Avrupa'da yayildi ve milyonlarca can aldi. Fakat çeliskili bir biçimde, tekrar eden salginlar Avrupalilari daha dirençli yapti.

Her bir salginda virüsle savasmak için genetik açidan daha üstün insanlar vardi. Bu insanlarin hayatta kalmasi ve çocuk sahibi olmasi daha olasiydi. Süreç içinde genetik dirençlerini aktardilar. Yüzyillar içinde, insanlar çiçek hastaligi gibi hastaliklara karsi bir derece koruma kazandi Inkalarin asla sahip olmadigi bir koruma.

Çiçek hastaligi Yeni Dünya'ya götürüldügünde, Yeni Dünya'daki hiç kimse daha önce böyle bir hastalik görmemisti, bu yüzden bu hastaliktan etkilenebileceklerin sayisi çok daha fazlaydi. Dogal bagisikliklari yoktu ve bu yüzden hastalikla hem temas edecek hem de onu yayacak ve yayilan bu hastaligin bulasacagi insan sayisi çok daha fazla yükselecekti. Daha çok insan ölecek, daha çok insan hastaliga yakalanabilecekti. Nüfusta hizla yayilacak ve ölüm orani inanilmaz boyutlara varacakti.

Neden Amerika yerlileri çiçek hastaligiyla daha önce karsilasmamisti ve neden Ispanyollara bulastirabilecekleri kendi ölümcül hastaliklari yoktu?

Çünkü çiftlik hayvanlariyla temas konusunda ortak bir geçmise sahip degillerdi. Inkalarin lamasi vardi fakat lamalar Avrupalilarin inekleri ve koyunlari gibi degildi. Lamalar sagilmiyor, büyük sürüler seklinde tutulmuyor ve insanlara yakin kulübe ya da ahirlarda yasamiyorlardi. Lamalarla insanlar arasinda önemli bir mikrop alisverisi yoktu.

Lamanin disindaki büyük çiftlik hayvanlarinin tümünün anavatani  Avrasya ve Kuzey Afrika'ydi.

Hiçbiri, Kuzey Amerika'da, Sahra Alti  Afrika'da ya da Avustralya'da evcillestirilmemisti.

Sonuç olarak en kötü bulasici hastaliklarin da anavatani Avrasya ve Kuzey Afrika'ydi ve ölümcül etkileri olacak sekilde dünyaya yayilmislardi.

Ispanyol fethi sirasinda ölen yerli insanlarin sayisi hakkinda uzun bir tartisma olmustur. Bazi bilim insanlari, yirmi milyon yerli Amerikalinin ölmüs olabilecegini ve bunlarin büyük çogunlugunun, belki yüzde doksan besinin, Eski Dünya'nin hastaliklari tarafindan öldürüldügünü düsünmektedir. Neredeyse insanlari tamamen bosaltilmis bir kita.

Atahualpayla isleri bitip onu öldürdükten sonra, Ispanyol fatihleri Peru'nun geri kalanini kolonilestirmeye devam ettiler. Tüfeklerinin, mikroplarinin ve çeliklerinin gücüne güvenerek.

Ispanyol kolonilerindeki altin Güney Ispanya'daki Sevil'e getiriliyordu. Bugün Guadocreata'da Nehri'nde çok az faaliyet var, fakat on altinci yüzyilda burasi dünyanin en önemli, en kalabalik limanlari arasindaydi.

Amerika'dan altin tasiyan gemilerin sürekli akisi Ispanya'nin dünyanin en zengin milletlerinden biri olmasina yardim etti. Ispanyol fatihleri, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasindaki iliskiyi sonsuza kadar degistirmisti.

Fethin ve Avrupa'nin yayiliminin, Avrupalilarin cesur, gözü pek, yaratici ya da zeki olmasindan kaynaklandigini anlatan bir mitoloji var, fakat cevabin Avrupalilarin kisisel özellikleriyle hiçbir ilgisinin olmadigi ortaya çikti.

Evet, Pizarro ve adamlari cesurdu, fakat birçok cesur Inka da vardi. Avrupalilar tesadüfi olarak galip gelen oldular. Cografi konumlari ve tarihleri sayesinde tüfekleri, mikroplari ve çeligi edinen ilk insanlar oldular.

On dokuzuncu yüzyilin sonunda, Avrupali kuvvetler Amerika'nin içlerine ilerlemis, Afrika, Avustralya ve Asya'nin büyük bölümünü kolonilestirmislerdi. Cajamarca'da baslayan süreç mantiksal sonuçlarina ulasmisti.

Avrupali  tüfek, mikrop ve çelik dünyayi  yeniden sekillendiriyordu.

TROPIKAL BÖLGELERDE

  • Afrika, insanligin dogum yeri, atalarimizin ilk adimlarini  attigi  yer olarak adlandirilir.
  • Ancak büyük bir tropikal medeniyete de ev sahipligi yaptigi  daha yeni ortaya çikti.
  • Bu kitayi bir zamanlar sehirler ve kralliklar kapliyordu. Ama sonra arkalarinda iz birakmadan kayboldular. Bu büyük basariya ne oldu?
  • A sinifi, 19D Güney Afrika Demiryollari buharli lokomotifi. Iskoçya'nin Glasgow kentinde 1932'de üretildi. Teknoloji ve insanin basarisinin bir mirasi.
  • Bir kita boyunca uzanan bir yol açmak için insa edilmis bir araç. Avrupali tüfegin, mikrobun ve çeliginin zaferinin kalici sembolü.

Avrupalilar dünyaya yayildikça, diger insanlara hükmettiler, demiryollari insa ettiler, Avrupa modelinde zengin toplumlar gelistirdiler, bunu Kuzey ve Güney Amerika ve Avustralya'da basariyla yaptilar.

Daha sonra Afrika'ya ulastilar ve bu ayni seyin tekrardan baslamasi gibi göründü. Fakat Afrika farkli olacakti. Orasi, yabanci istilacilardan saklanmis tehlike ve sirlarin mekaniydi.

Ilk Avrupali yerlesimciler Güney Afrika'ya 1600'lerin ortalarinda geldiler. Kitanin güney ucundaki Ümit Burnu'nda karaya çiktilar. Çiftlikler kurarak, bugday ve arpa ekerek, sigir ve koyun güderek çabucak bu yeni kitaya yerlestiler.

Fakat Güney Afrika Avrupa'dan 5 bin mil uzakta. Yerlesimciler için Avrupa ekinlerini ve hayvanlarini dünyanin bunca uzak bir yerine ihraç etmek nasil mümkün olmustu?

Bu yetenek kadar iyi sansa da dayaniyordu. Cografi konum yerlesimcilere son derece iyi bir el dagitmisti. Güney yarimkürede, Avrupa'ya benzeyen az sayidaki bölgelerden birine rastlamislardi.

Çünkü Ümit Burnu ve Avrupa ayni enlemde veya ekvatordan ayni uzaklikta yer alir ve birbirinden oldukça ayri olan bu bölgelerin sicaklik ve ikliminin neredeyse tamamen ayni oldugu anlamina gelir.

Avrupalilarin gelisiyle beraber, yerel insanlar kendi kitalarindan sürüldüler. Fakat fethin görülmez ve hatta daha yikici bir yüzüyle de karsilastilar. Insanlik tarihinin en büyüklerinden biri olan bir güçle, mikroplarla.

Evcil hayvanlar Avrupalilara tamamen habersiz olduklari bir avantaj getirmisti. Çiftlik hayvanlarinin yakininda yasayarak, bu hayvanlardan, daha sonra insan hastaliklarina sebep olacak sekilde evrim geçiren mikroplari ve virüsleri aldilar.

Yüzyillar boyunca buna maruz kalan Avrupalilar bu hastaliklara karsi bir derece direnç kazandi. Fakat Avrupalilar dünyaya yayildikça ayni dirence sahip olmayan ve yikici hastalik salginlarina, özellikle de çiçek hastaligina yenik düsen insanlarla karsilastilar.

Amerika'da, milyonlarca yerli insan bu hastaliktan öldü. Hastalik, Ümit Burnu'nda Koisan halkina da ayni hasari verdi. Çiftçilikleri ve mikroplariyla, Avrupalilar Afrika'nin güney ucunda kendilerine saglam bir yer edindiler.

Artik genislemeye yönelmislerdi. 1830'larda öncülük ruhunda, Avrupalilarin, Kuzey Amerika'dan Avustralya'ya uzanan yayilisinda görülene benzer sekilde bir patlama yasandi.

Bu sefer söz konusu olan Hollandali yerlesimcilerdi, ve bu öncüler, Kuzey Amerika ve Avustralya boyunca ilerleyen öncüler gibi iç kisimlara girdiler.

1830'lar boyunca, binlerce Hollandali çiftçi, aileleri ve sahip olduklari ile beraber at arabalarina binerek yerlesmek için yeni topraklar bulmak üzere Ümit Burnu'ndan ayrildi.

Bu Hollandali yerlesimciler kendilerine Voerttekker dediler. Bu öncüler Avrupali fethin bir baska aracini, tüfegi kullandilar.

Her Voerttekker'in arabasinda bulunduracagi, tipik bir silah olan, agizdan doldurulan bir tüfek.

Tüfekler ve yapildiklari çelik Avrupalilarin kendileriyle beraber dünyaya tasidiklari büyük avantajlarin son ikisiydi.

Tüfekler, Avrupa'nin disinda baslayan fakat Avrupalilarin mükemmellestirdigi binlerce yillik karmasik teknolojik gelismelerin bir sonucudur. Ve bu tamamen, tarimin onlara binlerce yil önce verdigi avantajdan kaynaklaniyor.

Cep telefonu olmadan disari çikamazsiniz; o günlerde çakmaktasli silahiniz olmadan çikamazdiniz. Bu sekilde silahlanan Avrupali yerlesimciler Afrika içlerine dogru ilerlerken her türlü engelin üstesinden gelecekleri konusunda kendilerine güveniyor olmaliydilar.

Subat 1838'e gelindiginde, yerlesimciler Ümit Burnu'ndan 800 mil içeriye ulastilar. Fakat yabanci ve kesfedilmemis bir bölgeye giriyorlardi. Birdenbire, karanligin içinden Afrikali yerlilerden olusan bir ordu çikiverdi.

Kurbanlarinin tamamen bozguna ugramadan, tek bir el bile ates edecek zamanlari olmadi. Birkaç saat içinde, üç yüze yakin yerlesimci ölmüstü. Düsman acimasizca saldirdi. Erkekleri, kadinlari ve çocuklari öldürdü. Böylesine acimasiz ve hesaplanmis bir saldiriyi gerçeklestirebilen ve Avrupalilari yollarindan alan kim olabilirdi?

Aslinda Voertrekker'lar kudretli bir Afrika kralliginin sinirlari içinden geçmislerdi. Burada Ümit Burnu'ndaki Koisan'lardan çok farkli insanlar yasiyordu. Zulularla karsilasmislardi.

Zulular, o zamana kadar karsilastiklari herkesten çok farkli olan bir insan grubu idi. Bu, organize olmus bir insan topluluguydu. Zulular, bir benzeri olmayan ve oldukça gelismis bir Afrika devletinin kuruculariydi.

Askeri yetenekleri, yerli komsulari Afrikalilari yenmelerini saglamisti. Yaklasik 80 bin metrekare topragi ellerinde tutuyorlardi, oldukça karmasik bir ekonomi ve toplum kurmuslardi.

Zulularin topraklarini siddetli biçimde savunmalari Voertrekker'larin bekledigi bir sey degildi. Onlarin bas edebileceginden çok daha fazla sayidaydilar. Zululardan gelecek bir saldiriya hazir degillerdi. Hiçbir problemle karsilasmadan 10-15 bin askeri seferber edebilecek bir kralla karsi karsiyaydilar.

Her görevi üstlenebilirlerdi, tamamen korkusuzdular. Yerlesimciler sersemlemis ve mahvolmuslardi. Voertrekker'lar ve tüfek, mikrop ve çeligin gücü Afrika'da dengini mi bulmustu?

Voertrekker'lar Zulularin kim olduguyla ya da böylesine karmasik bir devleti nasil kurduklariyla çok az ilgilendi. Istedikleri kavgaydi. Daginik haldeki kuvvetleri at arabalarindan olusan büyük bir çemberin arkasinda topladi, ve kendilerini savasa hazirladilar.

16 Aralik'ta, safak vakti 10 bin Zulu sayilari kendilerinden çok daha az olan yerlesimcileri yok etmek için ansizin saldirdi. Fakat bu sefer Avrupalilar teknolojilerini mümkün olan en yüksek verimde kullanabildiler.

Agizdan doldurmali tüfeklerinin ates hizini arttirmak için, bazilari tüfekleri doldururken digerleri ates ediyordu. Ates ediyorlar, silahi geri veriyorlar ve baska bir silah daha aliyorlardi.

Böylece her bes ya da alti saniyede bir atis yapabiliyordunuz. Anlayacaginiz üzere, bu çok önemli bir seydi. Bu sefer tek bir Zulu bile kamp alanina 10 adim yaklasamamisti.

Tam bir katliamdi. Voertrekker'lar muhtemelen 3000-3500 Zuluyu öldürdü. Kendilerinde ise sadece 3 yarali vardi. Bu çatisma, Kan Nehri Savasi olarak bilinmeye basladi. Zulular bozguna ugramisti. Tüfek, mikrop ve çelik üstün gelmisti.

Muzaffer Avrupali yerlesimciler Zulu topraklarinin ötesine dogru devam ettiler bu arada teknolojilerindeki yeni gelismeler fethin kapsamini genisletmelerine izin veriyordu.

Demiryollari önemliydi. Demiryollariyla beraber, birçok insan ve bu insanlarin ihtiyaçlari genis bölgelerde tasinabiliyordu. Avrupalilar Afrika'da tren yollari insa ettiler iç bölgelere dogru ilerlediler, kendilerini ve gereksinimlerini tasidilar.

Endüstri devrimi çagiydi Afrika'nin kolonilestirilmesi için kullanilacak bir silah daha sunan bir çag. Kan Nehri'nde görülen yikici ates gücünü tek bir adamin eline veren bir silah gelisti. Mitralyöz! (Makineli Tüfek)

Eski, tek atislik silahlarla karsilastirildiginda bu silahi bu kadar mükemmel yapan sey, bu silahin dakikada 500 kere durmaksizin ates edebilmesi. Tek atislik silahlara sahip yaklasik 100 adaminkine esit bir ates gücü var.

Avrupalilar, Afrika'da ilerledikçe istilaya Zulular kadar düsmanca karsilik veren bazi kabilelerle karsilastilar. Fakat Matabele gibi halklarin dünyanin ilk tam-otomatik silahina verecekleri bir cevap yoktu.

1893'ün Ekim'indeki Matebele çatismasi  saatlerle ölçülebilecek kadar kisa sürdü.

Yerlesimciler, Matabele savasçilarini  geriye sadece birkaçi  kalincaya kadar öldürdü.

Antik teknolojinin, Avrupa'daki buluslar düsünüldügünde en son ve en ileri teknoloji ile karsilasmasinin gerçek bir örnegiydi. Bu yeni bir çagin dogusu gibi görünüyor. Afrika içlerine kadar uzanan yollar açan Avrupalilar.

Kabileleri arka arkaya yenmeleri gönüllerinin istedigi yere yerlesmeleri. Tüfegin, mikrobun ve çeligin galip gelmesi. Fakat artik bu yerlesimciler tamamen yeni bir düsmanla yüzleseceklerdi.

Bir zamanlar en büyük müttefikleri olan bir düsmanla. Cografyayla.

Yerlesimciler, kuzeye dogru ilerleyip topraklari tarla yapmak için temizlediler, Afrika'da refah içinde bir hayat kurabileceklerinden emindiler. Birdenbire isler ters gitmeye basladi. Topragi sürmek imkansiz hale gelmisti.

Ekinleri büyümeyi reddediyordu. Ayakkabilari çamurda parçalaniyordu. Ve bu daha sadece baslangiçti.

Avrupalilarin karsilastigi ikinci büyük problem hayvanlarin ölmesiydi. Atlari ve öküzleri dünyanin diger bölgelerindeki Avrupali avantajinin önemli bir parçasiydi.

Öküzler çekis hayvani, atlar askeri hayvanlar olarak kullaniliyordu. Fakat burada Avrupalilarin hayvanlari ölüyordu. Bu evcil hayvanlar ve ekinler Avrupa medeniyetini binlerce yil ayakta tutmustu.

Tüfek, mikrop ve çelik olmasa fetih ve kolonilesme tarihi olmazdi. Ve simdi, çevrelerinde Afrika yerlilerini saglikli bir sekilde çiftçilik yaparken ve sigir güderken gören yerlesimcilerin kendileri, korkunç atesler içinde hasta düsüyorlardi.

Bu nasil mümkün olmustu? Bu garip ve yeni topragin sirlari nelerdi? Tüfek, mikrop ve çeligin arkasindaki fikirlerin tümü cografyadan çikti. Ve cografya Avrupalilarin neden basarisizliga ugradigini açikliyor.

Avrupali ekinler Ümit Burnu bölgesinde iyi gelistiler. Çünkü benzer bir enlemde bulunan Ümit Burnu Avrupa'nin bir aynasi gibiydi. Fakat yerlesimciler Afrika'nin içlerine dogru ilerledikçe kuzeye hareket ediyor, yavas yavas Ekvatora yaklasiyordu.

Yaklasik 23 derece güney enleminde, Limpopo Nehri'nin yakinlarinda, Oglak Dönencesi olarak bilinen önemli bir cografi siniri geçtiler. Tanidik Avrupa iklimini arkalarinda birakiyor ve tamamen yeni bir dünyaya giriyorlardi.

Tropikal bölgeye girmislerdi. Avrupa'yla ya da iliman bölgelerle karsilastirildiginda, Tropik bölge tamamen farkli kurallarla isliyordu. Avrupa, Kuzey Amerika ve Ümit Burnu'nun dört mevsimi yerine burada sadece iki mevsim vardi. Kurak mevsim ve yagisli mevsim.

Bugday ve arpa, Avrupa uygarligini asirlardir ayakta tutan ekinler, bu tropik iklimde hayatta kalacak sekilde evrimlesmemisti. Fakat Afrika yerlileri, Zulular, Matabeleler yerlesimcilerin karsilastigi tüm kabileler tarima Avrupalilar kadar bagimliydi.

Avrupalilar basarisizliga ugruyorken onlar nasil basarili oluyorlardi? Bugün bile Afrika kitasi, binlerce farkli kabileden olusur. Her birinin gelenekleri ve dilleri digerinden çok ince çizgilerle ayrilmisti. Bu kadar büyük bir çesitlilik, çogu Afrikalinin birden çok dil ögrenmesi gerektigi anlamina gelir ve bu yetenekleri çok küçük yasta edinirler.

Günes kelimesiyle ilgili bulduklarim sunlar: Neanca dilinde günesin karsiligi azuba, Bemba dilinde haka zuba, Çiva dilinde ise dzuba ve Senga dillerinde tekrar zuba.

Ya da su için kullanilan kelime. Neanca dilinde manzi, Bemba dilinde amençi ve Çivada manzi. Gene birbirlerine çok benziyorlar. Bu linguistik benzerlikler bize ne anlatiyor?

Tropik Afrika'daki çogu modern dilin ortak bir kökenden geldigini. Bugün konusulan dillerinin çogunun atasi olan ve tek bir insan grubu tarafindan konusulan, atadan kalma tek bir dil.

Dilbilimsel analiz, bati Tropik Bati Afrika'da ortaya çikan ve Bantu olarak bilinen bir dil ailesini ayirdi. Yaklasik 5000 yil önce Bantu dilini konusan ilk insanlar, ekinleri, hayvanlari ve dilleriyle beraber yeni topraklara yayilmaya basladi ve yüzyillar içinde, Bantu kültürü, Afrika'nin tropikal bölgesine yayilan yüzlerce kabileye bölünerek evrimlesti.

Fakat bu pan-Afrikali uygarligin varligi uzun yillar boyunca gözardi edilmistir. Limpopo nehri kiyisindaki arkeolojik bir alanin Kraliçe Cape ya da erken dönem beyaz bir uygarligin merkezi oldugu söyleniyordu. Mapungudwe bir merkezdi, devasa bir devletin baskentiydi ve bu tepenin etrafinda 5000 kadar insan yasiyordu. Fakat vadide yasayan ve sehri beslemek için gerekli tarim mahsullerini üreten birkaç bin insan daha vardi.

Sigirlara, koyunlara sahiptiler, süpürgedarisi ve akdari yetistiriyorlardi, demir isliyorlardi. Bu, Güney Afrika'da görülen devasa, sasirtici bir gelismeydi ve bu, yalitilmis bir devlet degildi. Güney Afrika'ya ve ötesine yayilan çok daha büyük bir ekonomik agin parçasini olusturuyordu.

Kuzey Botswana'ya kadar giden ve oradan aldigi mallari Hint Okyanusu'na kadar tasiyan böylesine karmasik bir ticaret agi kurmak Afrikalilarin inanilmaz bir basarisi. Yani Afrikalilar, Avrupali yerlesimcileri bozguna ugratan tarim sorunlarini asmislardi.

Hindistan kadar uzak bir yerle ticaret yapabilen karmasik toplumlarin temeli haline gelen ve kita boyunca yayilan benzersiz bir tropik tarim sistemi gelistirdiler. Fakat filizlenmekte olan bu tropik uygarligin kalbinde çok daha sira disi bir hikaye yatiyordu.

Tropik bölgeye girer girmez, Avrupalilar ve hayvanlari korkunç hastaliklara yenik düstüler. Ates, nüfuslarini harap etti. Fakat tropik bölgedeki Afrikalilar ayni belirtilerin çok daha azini gösterdiler. Çogu, Avrupa silahlarinin en ölümcül olaninin, çiçek hastaliginin karsisinda bile hayatta kalmayi basardi. Kuzey ve Güney Amerika'nin yerli halkini ve Ümit Burnu'ndaki Koisanlari mahveden hastalik. Bu nasil mümkün olmustu?

Diamond hepsinin cografyayla ilgili oldugunu düsünüyor. Avrupali yerlesimcileri ve hayvanlarini öldüren hastaliklarin çogu tropik dünyaya özgüydü. Avrupalilar daha önce bu hastaliklarla karsilasmamislardi. Bu, fethin olagan gidisatinin tersine dönmesiydi. Yeni Dünya'da mikroplar, yerli insanlari öldüren Avrupalilarin tarafinda olan bir silahti. Burada ise Avrupalilari öldüren, Avrupalilarin geçmislerinde maruz kalmadigi yerli mikroplardi, yani burada da silahlar, mikroplar ve çelik is basinda fakat mikroplar Avrupalilari öldürerek ters yönde çalisiyordu.

Yerlesimciler ve beraberlerinde getirdikleri çiftlik hayvanlari, tropikal enfeksiyon ve hastalik ordusuna yenik düsmüstü. Fakat Afrika'daki sigirlar, binyillar içinde bu tropik mikroplarin çoguna karsi dirençli hale geldiler. Bu hayvanlar, tropik bölgedeki Afrikalilarda çiçek hastaligindan ölümün Koisanlarda oldugu kadar çok olmamasinin nedenini açiklayabilir.

Çiçek hastaligi virüsü, sigirdan insana ilk defa yüzyillar önce geçti ve su anda uzmanlar bu virüsün ilk olarak tropik Afrika'da ortaya çikmis olabilecegini düsünüyor. Afrikalilar kuskusuz bu hastaliga asinaydi. Hatta hayat boyu bagisiklik saglayacak asi yöntemleri bile gelistirdiler. Daha fazlasi da vardi.

Afrika yerlileri, dünya üzerindeki en ölümcül hastaliklardan birine, sitmaya karsi antikorlar gelistirdi. Avrupali yerlesimcileri alt üst eden, sivrisinek tarafindan tasinan bu hastalikti. Tropik bölgedeki Afrikalilar, sitmayla sadece antikorlardan fazlasi ile savasiyorlardi. Tüm bir uygarlik, öncelikle mikrop kapmayi engellemeye yardimci olacak sekilde evrimlesmisti.

Yüksek ve kuru yerlere, sivrisineklerin üredigi nemli ve rutubetli yerlerden uzaga yerlesmeye meyilliydiler. Genis alanlara yayilmis, nispeten küçük topluluklarda yasayarak, Afrikalilar sitmanin bulasma oranini sinirlayabiliyordu. Bu olaganüstü bir basariydi.

Fakat Avrupalilar Afrikalilarin yasam seklini pek anlamadi. Yerlesimlerini su için kullandiklari nehirlerin ve göllerin yakinina, sivrisinekler tarafindan istila edilen yerlere kurdular. Binlerce Avrupali öldü. Tropikler Avrupali tüfekleri, mikroplari ve çeligi maglup etmis, ve Afrikalilar galip olmus gibi görünüyordu.

Tropik dünyaya iyi uyum saglamis, kompleks bir medeniyete sahiptiler. Genis bir kültürel dagilimla kitaya yayilmis bir medeniyet. Bu Avrupali tüfeklerin, mikroplarin ve çeligin sonu muydu?

Gelecek bu kudretli tropikal uygarlik için ne getirecekti? Avrupalilar Afrika'ya yerlesemedi. Afrika, Kuzey ya da Güney Amerika gibi olmayacakti. Ama Afrika, kolonici güçleri hala kendine çeken bir seye sahipti. Büyük miktardaki dogal kaynak rezervi; bakir; elmas ve altin. Avrupa fethi, tüfek, mikrop ve çelik hikayesi artik yeni bir döneme giriyordu.

Belçikalilar, bin sekiz yüzlerin sonlarinda, su anda Kongo Demokratik Cumhuriyeti olarak bilinen yerde milyonlarca Afrika yerlisini köylerinden sürerek, kauçuk toplamak, bakir ve diger madenleri çikarmak için çalistirdilar.

Arkalarindan evlerini yaktilar. Bin yillik tropik medeniyetlerini küle ve toza dönüstürdüler. Çok azi Belçikalilarinki kadar merhametsizceydi, fakat kitadaki milyonlarca Afrikali tropik sartlara tamamen uyum saglamis bir hayat tarzini birakmaya ve Avrupalilar için çalismaya zorlandi.

Afrika'nin dogal zenginliklerini Avrupa'ya tasimak için Avrupalilar tekrar teknolojilerine döndü. Daha fazla demiryolu yaptilar. Yarim asirdan daha uzun bir süre ve on binlerin emeginden sonra, parlayan çelikten raylar, Ümit Burnu'ndan tropik bölgenin tam kalbine kadar ulasiyordu. Avrupalilarin Afrika'nin zenginliklerini ele geçirmeleri için yapilmisti. Afrika medeniyetinin harabeleri üzerine kurulmustu.

Bu raylar hala kullaniliyor. Baslangiçtaki görevlerini hala yerine getiriyor. Trenler Afrika'nin güney ucundan günümüz Kongo'suna ve Zambiya'sina yolculuk ediyor, tonlarca bakiri ve diger madeni tasiyor. Fakat Afrika artik bir koloniler kitasi degil. Milletleri özgür ve bagimsiz.

“Tüfek, mikrop ve çelik teorimi günümüz Afrika'sindaki yeri ne?”

Afrika'nin ve tüm dünyanin en fakir ülkelerinden biri olan Zambiya'da ortalama yillik gelir birkaç yüz dolar ve bir Zambiyalinin ortalama hayat süresi 35 yil, yani ben su ana kadar iki Zambiyali ömrü yasadim.

Buradayken aklimdan geçen “tarih, cografya, tüfek, mikrop ve çelik, Zambiya'nin bugünkü kötü durumunu anlamamizi saglayacak neler söyleyebilir?” sorusu.

Modern Zambiya'da, tropik Afrika'da bir zamanlar gelisen büyük yerli medeniyetlerin izlerini çok az görebiliyorum. Onun yerine gördügüm, kolonilesme ile sekillenmis bir ülke. Avrupa modeline göre insa edilmis ve Avrupalilar tarafindan kurulan madenlerin ve demiryollarinin hemen bitisiginde gelisen sehirler ve kasabalar görüyorum. Peki ya bu kitayi ve bu insanlari baslangiçta sekillendiren büyük kuvvetler?

Avrupalilar tarafindan fethinin arkasindaki güçler. Tüfek, mikrop ve çelik, modern Afrika'nin neresinde? Sitma, Zambiya'da endemik bir hastalik. Bu bir numarali kamu sagligi problemi ve özellikle çocuklara baktiginizda, bir saglik kurulusuna gittiginizde, hastanenin ayakta tedavi servisindeki çocuklarin %45'inde sitma var.

Diamond'in tarihin büyük güçlerinden biri olarak tanimladigi mikrop, modern Zambiya'nin hikayesini hala sekillendiriyor. Sadece yakin zamandaki AlDS felaketi degil fakat ayni zamanda Avrupalilari hezimete ugratan antik tropik hastalik sitma. Sitma su anda bes yasin altindaki Afrikali çocuklarin bir numarali katili.

Tropik bölgedeki Afrikalilar bir zamanlar genis alanlara yayilmis yerlerde yasiyorlardi, bu sitmanin yayilimini en aza indiriyordu. Fakat artik yüksek nüfus yogunluguna sahip modern sehirlerde ve kasabalarda yasiyorlar, enfeksiyon orani önemli ölçüde artti. Mikroplarin getirdigi yük, ülkenin basina bela olan en büyük problemlerden biri.

Süphe yok ki sitma ülkeye çok büyük bir ekonomik yük getiriyor çünkü, birçok çocukta sitma var, eger sadece bir kogustaki çocuklari göz önüne alirsak, onlarin anneleri bir yerlerde çalisip bir seyler üretiyor olabilirlerdi, bu üretkenligin dogrudan, büyük ölçüde etkilendigini bildigimiz yollardan biri.

Önemli iktisatçilar, son yarim asir boyunca, Afrika'daki yillik %1 büyümenin tamamiyla sitmaya baglanabilecegini tahmin ediyor. Afrikalilarin, bin yillar içinde sitmadan korunmak için gelistirdikleri bagisikliklar ve antikorlar artik onlara yeterli koruma saglamiyor. Hastaligin özellikleri mutasyona ugruyor, ve standart ilaçlar daha az etkili hale geliyor. Sitma vakalarinin yükseldigi mevsimlerde bir hastanede günde 7 çocuk ölebiliyor.

Otuz yil önce bir yolculuga basladim. Dünyamizdaki esitsizligin kaynagini ögrenmek için bir arayis. Hikayenin, uygarligin baslangicina kadar gittigini ve gezegenimizin cografyasinda yattigini kesfettim.

Insanlar çiftçilige ilk basladiklarinda, küçük bir alan en iyi ekinlere ve hayvanlara sahip olacak kadar sansliydi ve bu bir grup insana esi olmayan tarihsel bir üstünlük verdi.

Avrupalilar silahlari ve çeligi mükemmellestirdiler, ölümcül hastaliklari ve mikroplari evrimlestirdiler. Daha sonra bunlari kitalari fethetmek ve sira disi bir servet edinmek için kullandilar.

Cografyanin, tüfeklerin, mikroplarin ve çeligin, dünyamizin tarihini sekillendiren en güçlü etkenler oldugu sonucuna vardim.

Zambiya'da bu kuvvetler bugün dünyayi hala sekillendiriyor. Tropik mikroplar bu ülkeyi ve insanlarini alt üst ediyor onlari yoksulluga sürüklüyor. Bu Zambiya'nin her zaman tarihin ve cografyanin büyük kuvvetlerinin kurbani olacagi anlamina mi geliyor?

Ya da Afrika'nin simdi oldugu gibi fakir bir gelecege mahkum oldugu anlamina mi? Kesinlikle hayir. Ve mesajin umut dolu bir mesaj oldugunu söyleyebilirim, “Afrika ve az gelismis bölgeleri unutun” diyen, determinist, kaderci bir mesaj degil.

Dünyanin farkli bölgelerinin bu hale gelmesinin belirli sebepleri oldugunu ve bu sebepleri anlayarak, bu bilgiyi tarihsel olarak dezavantajli olmus bölgelere yardim etmek için kullanabilecegimizi söylüyor.

Malezya ve Singapur dünyanin en zengin ve en hareketli ekonomileri arasinda. Onlar da Afrika'yla ayni cografi problemlere ve saglik sorunlarina, ayni endemik sitmaya sahip olan tropik ülkeler. Fakat her ikisi de çevrelerini anlayarak kendilerini dönüstürdüler.

50 yil önce bu ülkeler cografyanin ve mikroplarin olusturabilecegi yükü fark ettiler. Ortaklasa bir çaba ile, sitmayi topraklarindan neredeyse tamamen kazimayi basardilar. Ekonomileriyle yasam biçimlerini degistirdiler. Malezya ve Singapur'un hikayesi, cografyayi ve tarihi anlamanin neler yapabilecegini gösteriyor. Açiklamalar size güç verir, degistirme gücünü. Bize, geçmiste neyin neden oldugu anlatirlar, ve biz bunlari gelecekte farkli seylerin olmasini saglamak için kullanabiliriz. Zambiya hükümeti buna katiliyor. Ülkedeki sitmayi sonlandirmak için ulusal çapta bir proje baslattilar, tipki Malezya ve Singapur'daki gibi.

Yeni ilaçlar, hatta muhtemel bir asi onlara artan bir basari sansi veriyor. Sitmanin kontrol altina alinmasi insanlarin refahinda artis anlamina gelecek ve insanlarin refahindaki artis yüksek verimlilik anlamina gelecek.

Tarihten bahsettigimizde gelisimden bahsederiz, toplumlar arasindaki rekabetten ve uluslarin zenginliginden bahsederiz, kulaga entelektüel gelebilir fakat Afrika'da insan bununla yüzlesiyor.

Ve Diamond için, 30 yillik sorusturma ve düsünmeden sonra bile tüfek, mikrop ve çeligin arkasindaki soru her zaman oldugu kadar önemli.

Neden dünyamiz zenginle fakir arasinda bölünmüs durumda ve bunu nasil degistirebiliriz?

“Hayatimin geri kalaninda ne konuda çalisirsam çalisayim, asla tüfek, mikrop ve çelik sorusu kadar heyecan verici olamaz, çünkü bunlar insanlik tarihinin en büyük sorulari.”

Kitalarin insanlik tarihinin yörüngelerini etkileyen çevre özellikleri bakimindan farklilik göstermelerinin nedenleri:

Gerek savaslarin kazanilmasini saglayacak sayida kalabalik nüfusun olusmasi gerekse teknolojik ve siyasal üstünlük saglayan toplumlarda yiyecek üretimiyle ugrasmayan uzmanlarin beslenebilmesi amaciyla yiyecek üretiminin gerçeklestirilmesi çok önemlidir. Ekonomik olarak karmasik, toplumsal olarak katmanli, siyasal olarak merkezilesmis toplumlarin, küçük olgunlasmamis sefliklerin düzeyini asan tüm gelismeleri gösterebilmeleri yiyecek üretimine bagli olmustur. Yiyecek üretimi ise, yaban hayvan ve bitki türlerinin evcillestirmeye uygunluguyla yakin iliskilidir. Ancak, evcilestirilmeye aday yaban türlerin sayisi; kitalarin yüzölçümüne ve soylari tükenen türlerin varligina baglidir. Her kitada evcillestirmeye uygun bitki ve hayvan varligi ancak birkaç merkezle sinirlidir. (kitapta her kita için büyük yaban etobur ve otobur kara memeli hayvanlarinin ve bitki türlerinin sayilari verilmistir). Dolayisiyla, kitalarin yiyecek üretme kapasitesine bagli olarak gelisim farkliliklari ortaya çikmistir.

Toplumlar kendi icat ettikleri seyden daha çogunu, teknolojik yenilikleri hatta siyasal kurumlari baska toplumlardan alirlar. Genelde uzun vadede, gelismeler topluluklar arasinda paylasilir. Yani üstünlükten yoksun toplumlar ya bu üstünlüge sahip toplumlara bakarak o üstünlügü kendileri de edinirler ya da yerlerini üstün topluma birakirlar. O halde, kita içinde yayilma ve göç toplumlarin gelismesinde önemli rol oynamaktadir. Yayilma ve göçü etkileyen kosullar ise; iklim, cografi enleme bagli olarak bitki ve hayvan hareketinin varligi, çevresel ve cografi engellerin varligina (örnegin, engebeli arazi, yüksel daglar siyasal ve dilsel birligi önlemektedir) bagli olarak olusmaktadir.

Kitalararasi yayilma kolaylik bakimindan farkliliklar göstermektedir. Bazi kitalar daha yalitilmis durumdadir. Hele yarikürelerarasi yayilma, asagi enlemlerde okyanuslar yukari enlemlerde sadece avcilik ve toplayiciliga elverisli bir iklim ve cografyayla yalitilmis olmasi nedeniyle çok yavas gerçeklesmistir.

Genis yüzölçümü ve kalabalik nüfus demek; mucitlerin birbiriyle yarisan toplumlarin, benimsenecek yeniliklerin sayisinin daha fazla olmasi demektir. Ayrica yenilikleri benimsem ve koruma baskisi da artar çünkü bunu yapamayan toplumlar genellikle yaristiklari diger toplumlar tarafindan elenirler. Kitalar arasinda yüzölçümü ve yarisan toplumlarinin sayisi en yüksek olan Avrasya, en düsük olan Avustralya idi, Amerika kitasi genis yüzölçümüne karsin cografya ve çevre kosullari yüzünden parçalanmis bir haldeydi.

Yukaridaki dört neden, ölçülebilir büyük çevresel degisikliklerle ilgilidir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, insanin yaraticiligina göz ardi eden “cografi gerekircilik” tuzagina düsmemek olacaktir. Bütün insan toplumlarinda yaratici insanlar vardir. Ancak bazi yasam çevreleri baska yasam çevrelerine göre bize daha fazla baslangiç malzemesi ve icatlari kullanmak için daha olumlu kosullar sunmaktadir. Önemsiz, geçici, yerel nedenlerden dolayi küçük kültürel bir özellik olusabilir, köklesir, toplumu önemli kültürel seçimlere önceden hazirlar. Bu durum tarihte öngörüde bulunmayi olanaksizlastiran süreçleri tanimlamakta yardimci olmaktadir. (MÖ 8.500 ve MS 1.450 yillari arasinda yasayan ve o zaman gelecekteki tarihsel yörüngeleri tahmin etmeye çalisan bir tarihçi Avrupa’nin egemenligini en az olasilik olarak görürdü)

Insan toplumlariyla ilgilenen bilimler özellikle tarih en uzak ve en yakin nedenlerle ilgilenir. Fiziki bilimlerde “en arkada yatan neden” “amaç” “islev” gibi kavramlar anlamsizdir ama genel olarak insan etkinligini anlama bunlar çok önemli kavramlardir. Fizikçiler ve kimyacilar mikroskobik düzeyde evrensel belirlenimci yasalar formüllendirebilirler ancak biyologlar ve tarihçiler yalnizca istatistiki egilimleri ortaya koyabilirler. Tekrarlanabilir, denetimli deneysel müdahaleler yapmanin olanaksizligi, degiskenlerin sayisinin fazlaligindan dogan karmasa, bu yüzden her sistemin benzersizligi, sonuçta evrensel yasalar olusturmanin imkansizligi, sonradan çikacak özellikleri ve ilerideki davranislari tahmin etmenin güçlügü gibi sikintilar tarih bilimini, en çok büyük mekanlar ve uzun dönemler ölçeginde çalismasini zorunlu kilmaktadir.

Tarih Öncesine Ait Son Sirlar

                                                                                    Jean Clottes /Express Dergisi Makalesi

Orta Fransa’da ve genelde halka kapali olan bazi tarih öncesi magaralara, zaman zaman yabanci ve tuhaf ziyaretçiler ugramaktadir. Bu magaralarda, karanlik içinde, çok eskiye dayanan, yaga bulanmis liken fitilinin yanmakta oldugu kalker lambalarini iç duvar boyunca dolastiran gizemli gölgeleri görmek mümkündür.

Bu titrek alev sayesinde, göz kamastirici sekilleri ancak fark edilebilen ve günümüzden 20.000-30.000 yil öncesindeki gibi mamutlar, yaban öküzleri, “rhinocéros”’lar ve diger magara hayvanlari, derin uykularindan uyanip kayalarin oyuklarindan firlarcasina, evrenin bilinmeyen özünü de beraberlerinde götürerek koyu karanlikta kayboluyor gibiler.

Merak etmeyin: bu izinsiz ziyaretçiler ne Saman ne de Vandaldirlar, onlar aslinda tarih öncesi kosullarina yakin kosullardaki gücü ile bizi sarsan, karmasikligi ile bize fazla gelen bir sanatin gizlerini anlamaya çalisan arkeologlardir. “Avlanmanin büyüsü” nden, yapisalciliktan geçerek samanizme, yüzyillardir inandirilmaya çalisan sofistike teorilere ragmen, bu primitif*lerin düsüncesi, belli belirsiz kayalik duvarlara kizil asi boyasi veya odun kömürü ile islenmis (kazilmis) ve bizleri neredeyse küçük düsürecek sekilde direniyor.

Atalarimiz, son yillarda birbirinden önemli görsel buluslarin isiginda bildiklerimizi alt üst etmekten gizli bir memnuniyet duymusa benziyorlar. Marsilya’da “Cosquer” magarasindaki foklarin ve penguenlerin, çok yakin bir geçmiste (1991’de), gün isigina çikarilmasinin ardindan 3 yil sonra kesfedilen “Chauvet” magarasinin içindeki estomp ile yapilmis yabani hayvan resimleri, olaganüstü ve görülmemis - duyulmamis güzellikleriyle dünyada sok etkisi yapmisti. Bu resimler özellikle yakin geçmiste yapilan incelemeler neticesinde de tespit edildigi gibi, akil almaz (yasi) ile: en yüksek tahminlere göre MÖ. 32.000 yil önce, yani Lascaux’ dan 10.000 yil önceye dayanmaktadir.

Ardes bölgesi magarasinin incelenmesinden sorumlu ünlü tarih öncesi uzmani Jean Clottes’a göre: “bundan böyle sanatin kaba ve degersiz ilklerle baslayip çizgisel bir gelisme gösterdigi düsünülemez” .

Bu sefer farkli bir ülkede ki diger bir büyük kesif ise bir baraj insa edilmesi söz konusu oluncaya kadar kimsenin fark etmedigi Portekiz’ de “Duoro” nehrinin kollarindan birinin kiyisinda, 17 km boyunca açik havada “Foz Côa”’ da çizilmis gravürlerdir. Tüm bunlar << Magara Adaminin>> birçok paradoks’tan sadece biri degil aslen disariya ait bir hayvan oldugunu kanitliyor. Ayrica 22.000 yil öncesine ait yüzlerce gravürü ve içinde gömülü 5 insani ile 8 sene önce Dordogne’da ortaya çikan Cussac magarasindan da söz edilebilir.

Burada, homurtular ile kendilerini ifade eden, Cadalozlarini saçlarindan tutup yerlerde süründüren silik Pierrefeu ailesinin klise olmus davranislarinin son buldugu kesin. 30.000 yil öncesinin << magara adami >> aslinda, 2008 yilinin sehirli insani ile ayni fiziki görünüme, ayni tanima becerisine, ayni teknik yeteneklere ve ayni sanatsal yaraticiliga sahipti. <<Cro-Magnon aslinda biziz ve bu hakikati her zaman hatirlamaliyiz>> diye vurguluyor Jean Clottes. Defne yapragi biçiminde sekillendirilmis çakmaktaslarina fildisinden yapilmis yari insan yari hayvan heykelciklere; ya da Marche magarasinda bulunan bir çizgi filmden alinmis gibi olan akil almaz karikatürlere nasil hayran kalinmasin? Tarih öncesi arastirmacisi Emmanuel Anati’nin güzelce söz ettigi gibi Homosapiens sapiens/O günün insani (<<iki defa bilge>>) bir anda bu merakli arastirmaci” oluveriyor. O, Silikon Vadisinin bin mühendisinden daha yenilikçi; hiç yoktan aletleri, ölülere saygiyi, sanati, mücevherleri, yay’i ve pismis topragi yaratmis.

Ayni Neandertal, Cro-Magnon’un hödük selefi, güncel bilim tarafindan yapilan degerlendirmeden yararlandi ve iki yüzlü - bifaces sofistiqués’lerden istifade edip ölülerini özenle topraga gömmeye devam etti. Tabii tüm bu küçük dünya yeri geldiginde biraz kana susamis gibi ...

Ilk toplumlar için çok normal olan ve kendilerine geçici olarak verilen bu uygulama hakkini ecdatlarimizin rencide edileceginden çekinen bazi eski çag tarihçileri kabul etmekte çok zorlandilar.

Magara adamlari, insan mi? fazlasiyla insan mi? Bu sorular Lascaux’nun 1940’li yillardaki kesfinden bugüne kadar durmadan zihnimizi karistirmaya devam ettiler.

Tarih öncesini incelemek; rüyalarin, masallarin, söylentilerin belirsizliklerini yeniden canlandirmak, bilinmezlikler ile ilgili kendimizi aydinlatmaktir. Jean Clottes’ a göre, bu durumda sasirtici bir sey yok, zira bizler << kisa bir süredir sanayiye ve kente degin bir kültürde yasiyoruz. Yüzlerce bin yildir avci - toplayici idik. Bakin günümüzde hala insanlar, paraya bile mal olsa hala avlanma ihtiyaci duyuyorlar >>.

Picasso’dan, Miquel Barcelo’ ya kadar Sanatçilarin magara duvarlarina yapilan resim sanatindan esinlenmeleri bir tesadüf degildir. Lascaux tarafindan büyülenmis olan Georges Bataille’ da bunu onayliyordu: <<derin hassasiyetimize dokunuyor , bizleri heyecanlandirmaya devam ediyor>>. La Roc aux Sorciers “Lascaux de la Sculpture” sit alani bilimsel sorumlusu, Genieve Pinçon << Bu sanat hissiyatimiza hitap ediyor, zira Evrendeki yerimiz konusunda bize bir seyler söylüyor. Bunu, farkli seyler ifade eden hayvanlar vasitasiyla, mantiga aykiri bir sekilde yapiyor” diye yorumluyor. Ne kadar tecrübeli olursa olsun, bu tarih öncesi arastirmacisi, Chauvet Magarasini süsleyen kurbanlarina dogru uzanan aslanlara karsi anlatilmasi güç büyük bir korku duydugunu da söylüyor. Bu çok etkileyici bir manzara, karanlikta karsilasildiginda insana hemen disari çikmasi, orada kalinmamasi gerektigini düsündürüyor.

Atalarimiz çok ciddi bir iklimsel isinmaya maruz kalmislar…

Tarih öncesi insanlar bizlere bilmediklerimizi mi yoksa daha fazlasini söylüyorlar? Bunun cevabi bilginlerin en temel sorulari çözmek amaçli yaptiklari tartismalari bile asmaktadir.

Her seyin ardindan, zamanin baslangicinda ilk Avrupalilar’in doga ile iç içe dayanisma içinde bir arada yasayarak <<kökten komünizm>> gibi bir sistem tatbik ettiklerini ögrenmek, önemsiz sayilmayacaktir, Ya da tam tersine dogustan yagmaci insanoglu kundaktan baslayarak planeti yagmalamaya baslayan ve sosyal hiyerarsilerden kurulmus en kötü vahsete çok erkenden kurban edilmistir.

Tarih öncesi arastirmacilari tarafindan verilen yanitlar ideolojik egilimleri dogrultusunda degisiktir ve bunu kabullenmek gerekir. Günümüzde yasanan olaylardan dolayi, bundan 11.000-12.000 yil önce yasanan, deniz seviyelerinin yüz metreden fazla yükselmesine neden olan iklimsel isinmanin tatli bir sakaya benzedigi ve atalarimizi geçmiste yasanan söz konusu isinma ile ilgili çevre konusunda sorgulamak isteyecegimiz kesindir.

Iklimsel isinma…

Bundan 12.000 yil önce buzullarin erimesiyle birlikte, denizlerin seviyesi birdenbire 100 mt’ nin üzerinde yükselmisti. Eski tas çagi tamamlaniyor ve Lascaux’ nun parlak uygarligi yok oluyordu. Mevcut iklimsel isinma ile, deniz seviyeleri günümüzden 2100 yilina kadar 3 mt yükselir mi? Bilim adamlari tarafindan günümüzde atilan alarm çigligi, tarih öncesi atalarimizi güldürecek gibi zira, tüm gezegende o dönemlerde iki - üç milyon ile sinirli olan insanoglu, günümüzde sera etkisi yaratan gazlarin neden oldugu etki ile hiçbir ortak boyutu olmayan, çok agir siddette bir iklimsel degisime maruz kalmislardi. Söz konusu ekolojik sarsinti; MÖ 10.000-9.000 yillarinda bir anda gerçeklesmis gibi görünse de, aslinda yavas degisimlerle olusmustu.

Yerküre ekseninin yer degistirmesi, büyük volkanik püskürmeler, günes lekelerinin tesiri gibi birçok hipotezler bu konuyu açikliga kavusturmak için öne sürüldü. Her ne olursa olsun, neredeyse Avrupa’nin tüm kuzeyini kaplayan buzullar eriyerek devasa hacimde siviyi serbest birakmis oldular. Sular, belki de birçok insan toplulugunu da içine alarak bazi kiyilarda 100 km’nin üzerinde içeriye girerek çok genis kara parçalarini kapladilar. Tepeler adalara, ovalar batakliklara ya da göllere dönüstü. Örnegin günümüzde Marsilya’ da denizin altinda 37 mt seviyesinde bulunan Cosquer magarasinin girisi ve geçitlerinin girisi bu sekilde sular altinda  kalmistir. Kuru ve günesli soguk, günümüzde yasanan iliman iklime dönüsmüstür. Bölge hayvanlari bozkirlara ve tundra’ ya uyum saglarken, ren geyikleri kuzeye yöneldi ancak mamutlar buzullasmanin sonunu göremediler. Cro-Magnon, bu sekilde çöken, büyük bas avciligi üzerine kurulu bir yasam tarzidir.

Cilali tas devrimi, insanoglu yerlesik hayata geçiyor.

Binlerce yil insanogullari göçebe- avci olarak hayatlarini sürdürürler ancak; “geçmis yasam tarzlarina sadik kalan << epipaleolitik >>’ lerden bazi kalifiye gruplar gün geçtikçe toplayici, balikçi yada midye toplayicilara dönüseceklerdir. Açik alanda büyükbas hayvanlarin avina yönelik mizrak yerini; ormanlik alanda nisan atisi yapma olanagi saglayan ok/ yay’ a birakmistir. Çakmaktasindan yapilan ok uçlari ve araçlar son noktasina kadar küçültülüyor ve “microlithe”’leri olusturuyorlar. Bu evrede Orta tas çagi insanin inanislari da degisir. Eski avcilarin kavramsal, dinsel ve ideolojik dünyalari dogrudan Lascaux yada Chauvet magaralarinin duvarlarinda yer alan hayvan öykülerine bagliydi. Tarih öncesi arastirmacisi Jean Airvaux’nun da belirtmis oldugu gibi “bölge hayvanlarinin seyrelmesi, ardindan da yok olmasi bu insanlarda; atalarimizin, hayvanlarin, düsüncelerin karsilasmaktan kaçindigi, derin bir sarsinti yaratmistir. Ancak insanoglu, uyum saglama konusunda çok rahattir; geçmis kültürlerde hazir bulunan kaynaklara basvurarak yeni durum ile yüzlesmeyi basarabilmistir>>. Fransiz topraklarinda terk edilmis kutsal magaralar ve görkemli resimler, kayalarin yüzeylerindeki magara sanati artik yerini soyutluga götüren daha sematik, daha sevimsiz bir sanata birakti. Tarimin ortaya çikisi; insanligin geçmisindeki bu köklü degisim, bazi arastirmacilar tarafindan, iklimlerdeki sarsintinin uzun vadedeki neticesi olarak nitelendiriliyor. M.Ö. 12.000 yilindan önce, insanlar su kaynaklarinin civarlarinda, gözde yerlesim yerlerinde yerlesik hayata geçmislerdir. Insanoglu bu yeni yasam tarzina uyum saglarken sikinti çekmenin yaninda bitkileri ve hayvanlari evcillestirir.

M.Ö. 8000 yilindan itibaren merkezlerde ayni anda dogan, bu “Cilalitas Devrimi”, Orta Dogu’dan itibaren öncüler halinde, en son toplayici-avci topluluklari yok sayarak yavas yavas Avrupa’ya yayilacaktir. Ancak insanoglu, tarihinin gelisim seklini degistiren iklimsel sarsintinin hatirasini unutmayacaktir. Zira, Incil’de yer alan veya Inka efsanelerinde anlatilan Déluge’nin evrensel masalinda ki, bazi tarih öncesi arastirmacilar bu (cataclysme) tufan’i ve de getirmis oldugu köklü degisikliklerin hatirasini net bir sekil de görüyor.

*primitif: ilkel

Benzer Kitaplar