BÖLÜM I
DEVLETTEN ÖNCE -- SIYASETIN GEREKLILIGI
1970 ile 2010 yillari arasinda dünya üzerinde demokrasi ile yönetilen ülke sayisi 45’den 151’e çikti. Arap Ortadogusu hariç, Çin’den Afrika’ya, Avrupa’dan Güney Amerika’ya, diktatörlüklerin ve kralliklarin yerini seçimli demokrasiler ve piyasa ekonomileri aldi. Samuel Huntington’in “Üçüncü Dalga Demokratiklesme” adini verdigi bu degisim sonucunda demokratik hükümet tarzi genel kabul gören sistem haline geldi.
Ancak 21.yy’in ilk on yilinda, demokrasiye geçen ülkelerin beste biri yeniden otoriter rejime döndü veya demokratik kurumlarinda erozyona ugradi çünkü liberal demokrasi, seçimlerde çogunlugun iktidari belirlemesinden ibaret degildir; hukuk ve çesitli denetim mekanizmalariyla iktidarin uygulamalarini düzenleyen ve denetim altinda tutan karmasik bir kurumlar silsilesidir. Birçok ülkede iktidari denetleyen bu sistemler kaldirildi. Hukuk zaafa ugratildi. Ayrica, bir ülkenin demokrasi ile yönetiliyor olmasi onun iyi yönetildigini de göstermez. Pek çok demokraside örnegin Hindistan’da yolsuzluk, adam kayirma, esitsizlik, halkin temel gereksinimlerini karsilayacak beceriden yoksunluk ve kararsizlik hüküm sürerken, Çin’de isler çok daha kararli ve verimli bir biçimde yürütülmektedir.
Piyasa ekonomileri de kusursuz degildir. Dönem dönem bir ülkeyi, bir bölgeyi, hatta 2008-2009’daki gibi Amerika’da baslayip tüm dünyayi sarsabilir. Bu demektir ki kapitalizmin uçuculugunu dizginleyecek dogru düzenleyici mekanizmalar siyasi düzlemde henüz kesfedilemedi. Ancak bütün kusurlarina ragmen demokrasi genel kabul görmüs “ Fabrika Ayari” siyasi sistem olmayi sürdürmektedir.
Danimarka’ya Ulasmak
Dünya bankasindan iki görevlinin yazdigi tezin basligi olan bu ifade, modern siyasi kurumlarin yaratilmasi sorununu tanimlamaktadir. “ Danimarka” iyi siyasi ve ekonomik kurumlara sahip, istikrarli, demokratik, huzurlu, varlikli, bütün vatandaslarini esitlikçi biçimde içine alan, siyasi yolsuzlugu olaganüstü düsük düzeyde olan hayali bir yerdir. Uluslararasi kalkinma camiasi, en geri kalmis ülkeleri bu düzeye getirmenin yollarini aramaktadir.
Bu çabayi köstekleyen bazi gerçekler vardir: Asiri yoksul ve kargasa içindeki ülkeler, uzun bir evrim sürecinden geçerek gelen bu ideal kurumlari kisa sürede kendi toplumlarina oturtamazlar. Dahasi, kurumlar bulunduklari yerin kültürel degerlerini yansitirlar; farkli bir kültüre kolayca adapte edilemez. Kurumlar öylesine uzun ve sancili bir evrim sonucu ortaya çikmistir ki bugün “ Danimarka” lilarin kendisi bile bu süreci hafizalarindan silmistir.
Iki ciltten olusacak bu kitabin birinci cildinde, Insan öncesinden baslayarak Fransiz - Amerikan ihtilaline kadar olan dönemde siyasi kurumlarin ortaya çikma süresi ele alinacak, ikinci ciltte ise, hikayeyi günümüze tasiyarak özellikle Batili kurumlarin Batili olmayan toplumlara yönelik etkisine agirlik verilecektir. Dolayisiyla bu cildin bir sonraki cilt dikkate alinarak okunmasi çok önemlidir.
INSANIN DOGASI
Insanlarin ve sempanzelerin 5 milyon yil önce ortak bir primat atadan iki dal halinde ayrildigini biliyoruz. Insan ve Sempanze genomlari %99 ayni olup, kalan %1 de dil, din, soyut düsünce, anatomik farklar gibi bizi sempanzelerden ayiran çok önemli özellikleri olusturmaktadir.
Zekasi ve kognitif yetenekleri dolayisiyla Homa Sapiens (bilen insan) adi verilen türümüzün beyin büyüklügü 5 milyon yilda sempanzenin üç katina çikmistir. Biyologlar bu farki birlikte yasamaya baglamaktadirlar.
Cari bir teoriye göre Afrika disindaki bütün modern insan nesli yaklasik 150 kisilik tek bir gruptan türemistir. Primatlardan insana geçisin gerçeklestigi Afrika’yi 50.000 yil önce terk eden bu grup Hürmüz bogazini geçerek Arap yarimadasina gelmis, oradan da Çin’den Avustralya’ya, Avrupa’dan Güney Amerika’ya, bütün dünyaya yayilmislardir.
Evrimin hiçbir döneminde insanlar tek basina, izole bireyler halinde yasamamistir. Hep toplu olarak, isbirligi içinde nesillerini sürdürmüslerdir. Isbirlikçi davranisin iki dogal kaynagi vardir: akrabalari ( kan bagi olan yakinlari) kayirma ve karsilikli fayda iliskisi. Biyolojik evrimde esas olan sey herhangi bir organizmanin yasamasi degil, o organizmanin genlerinin yasamasidir. Bu yüzden, eseysel (seksüel) üreyen herhangi bir türün bireyleri, akrabalariyla paylastiklari gen sayisi oraninda birbirlerine iyi davranirlar. Böylece ebeveyn ile çocuklari ve kardes ile kardes %50 ortak gene sahip olduklarindan, %25 ortak gene sahip olduklari kuzenlerinden çok daha iyi davranirlar birbirlerine.
Genetik açidan yabanci olan kisilerle isbirligi yapabilme yetenegi için ise biyologlar “karsilikli fayda” terimini kullanmaktadirlar. Akraba kayirmadan sonra en önemli özelliktir bu insanlarin sosyal yasaminda.
Dilin ortaya çikmasi hem isbirligini, hem de kognitif gelismeyi saglayan yepyeni firsatlara kapi açmistir. Ancak dil ayni zamanda yalan ve kandirmaya da kapi açar. Örnegin kur yapmak için gereken kognitif beceriler neokorteks’in gelismesine önemli katkida bulunmustur. Zira erkek ve kadinin farkli üreme stratejileri kandirma ve üreme kalitesini fark etme becerilerine ihtiyaç duyar. Erkek üreme stratejisi olabildigince çok sayida cinsel partner aramak suretiyle basari sansini arttirmayi hedef alirken, kadin üreme stratejisi yavrusu için en zinde erkegin kaynagina ulasmayi hedef alir. Iki strateji birbirine zit amaç güttügünden evrim partneri kandirma kapasitesini güçlendirmistir ki bunda dil önemli rol oynar.
Dilin gelismesi soyut düsünce ve teori olusturma özelligini de gelistirmistir. Dil, agaç, masa gibi somut nesneleri tanimlamakla kalmaz, “Hava isinacak çünkü günes açti” seklinde zihinsel modeller üzerinden neden / sonuç cümleleri kurmamizi mümkün kilar. Soyut zihinsel modeller, neslin süregelmesi için büyük avantaj saglamistir.
Zihinsel model yaratma becerisi din olgusunun temelini atmistir. Din, yani olaganüstü, görünmeyen bir düzene olan inanç, bütün toplumlarda mevcuttur. Günümüzde bazilari dinin tam bir siddet, çatisma ve toplumsal uyumsuzluk kaynagi oldugunu savunmaktadirlar. Ancak tarihte din kaynasmayi ve isbirligini gelistirmistir. Bunu da ceza / ödül vaadiyle, koydugu kurallar ve normlarla saglamistir.
Inananlar için dini ögretiler aksi ispat edilince çöpe atilacak teoriler degildir; kosulsuz sartsiz dogru kabul edilen, aksini söyleyenlere toplumsal ve psikolojik baski uygulanmasina yol açan dogmalardir.
Peki ama insanlar neden bu kadar kati ve degismez teorilerin baskisi altinda yasiyorlar ?
Bunun cevabi sudur: Insanlar için kurallara, normlara uymak aslinda mantikli bir süreç olmayip duygulara dayanir. Örnegin baskalarinin önünde bir normu veya kurali ihlal eden herkes utanç duyar. Normlara uyma, insanin tabiatinda öfke, utanç, suçluluk, gurur gibi duygular vasitasiyla içsellesmistir. Dogrudan bizi etkilemese bile normlari ihlal edenlere kizariz. “Adaletin yerini bulmasini” isteriz. Bu da neden polisiye filmlerin / dizilerin olaganüstü popüler oldugunu ve skandallarla neden asiri ilgilendigimizi açiklar.
Normlara böyle güçlü bir alt anlam yüklenmesi, Hegel’in deyimi ile “sayginlik çabasi”na yol açmistir. Sayginlik görme arzusu maddi kaynaklara duyulan arzudan çok farklidir. Sayginlik, bir insanin baska birisinin degerini veya statüsünü, yahut da o kisinin tanrilarini, adetlerini ve inançlarini kabul ettigi öznel bir durumdur. Ben iyi bir piyanist veya ressam olduguma inanabilirim fakat beni esas tatmin edecek sey konserlerime ilgi gösterilmesi, resimlerimin satilmasidir.
Çagdas siyasetin önemli bir kismi sayginlik talepleri etrafinda döner; özellikle de, degerlerinin tarih boyunca yeterince kabul görmedigine inanmak için hakli sebeplere sahip azinliklar, kadinlar, geyler, yerliler v.b nin talepleri ön plana çikar. Insanlar yalnizca sahsi kazançlari için degil, ayni zamanda adetlerine, geleneklerine ve tanrilarina, kisacasi kendi yasam tarzlarina baskalarinin saygi göstermesini istedikleri için mücadele vermislerdir. Buna “kimlik politikasi” da denmektedir.
Zorlama ile ulasilan sayginligin bir anlami yoktur. Siyasi liderlik, bir toplumun üyelerinin belli bir sahsin fiziki gücüne, cesaretine veya aklina hayranlik duyup kendi istekleriyle o sahsa kendilerinden üstün bir statü atfetmeleri ve onun buyruguna girmeleriyle ortaya çikmistir. Siyasi sistemler gelistikçe liderlerin sayginligina anayasa, meclis vs gibi kurumlarin sayginligi eklenmistir. Siyasi düzenin temeli mesruiyet ve mesru egemenlikten kaynaklanan otoritedir. Mesruiyet ise, bir toplumu meydana getiren halkin temelde bir bütün olarak sistemin adaletine inanmalari ve onun kurallarina uygun biçimde yasamaya hazir olmalari demektir. Siyasi güç, bir toplumun sahip oldugu insan sayisi veya kaynaklardan ziyade liderlerinin ve kurumlarinin mesruiyetinin sayginlik derecesi ile ölçülür.
Sonuç itibariyle siyasi güç, sosyal birlesiklige (cohesion) dayanir. Birlesiklik sahsi çikar hesaplarindan kaynaklanabilir fakat bireylerin toplumlari ugruna fedakarlik yapmalari veya ölmeleri için sahsi çikarlar tek basina kafi gelmez. Çok daha farkli sebepler rol oynar.
Siyasi gelisme teorisinin yapi taslari:
Ekonomistlere göre insanlar mantikli, çikarlarina düskün yaratiklar olup, yalnizca çikarlari için isbirligi yaparlar. Ancak insan tabiati bunlarin ötesinde yukarida da sözü geçen bazi özellikleri sayesinde siyasetin gelismesini mümkün kilmistir. Bunlari topluca özetlersek:
- Akraba tercihi ve karsilikli fayda: sosyallesmenin temeli
- Soyutlama ve teori gelistirme kapasitesi, böylece din olgusunun ortaya çikip toplumsal kaynasma saglamasi,
- Mantiktan ziyade duygulara dayanan normlara uyum,
- Sayginlik Arzusu. Sayginlik kisinin yalnizca kendi degeri için degil, tanrilarinin, yasalarinin, adetlerinin ve yasam tarzlarinin degeri açisindan da istenir. Sayginlik mesruiyetin temelini olusturur. Mesruiyet de siyasi otoritenin kullanilmasina izin verir.
Bu dogal özellikler, gitgide karmasik hale gelen toplumsal örgütlenmenin temel taslaridir.
KUZENLERIN ZORBALIGI
Insan toplumlari öylesine çesitlidir ki kültürlerinin karsilastirmali incelenmesi suretiyle genellemelere varmak zordur. Yine de bazi ortak özelliklerini gözlemlemek mümkündür.
Antropologlar toplumsal ve siyasi örgütlenmenin gelisimine bakarak dört ana safha belirlenmislerdir. Bu safhalar oba, kabile, asiret (beylik/reislik/derebeylik) ve devlettir
Tarim baslamadan önce avci - toplayici toplumlar on binlerce yildir göçebe ailelerden olusan küçük gruplar halinde yasiyorlardi. Tarim henüz baslamadigi için özel mülkiyet yoktu. Oldukça esitlikçiydiler. Erkekler avci, kadinlar toplayici rolü üstlenmisti. Liderlik, aileler arasinda fark veya hiyerarsi bulunmuyordu. Toplum çekirdek aile üzerine kurulmustu. Kadinlar kendi gruplarinin disinda evlenerek kocasinin yasadigi yere tasinirdi. Böylece genlerde çesitlilik artarken yeni yerlesimler olusuyordu.
Obadan kabile yasamina geçis tarimla mümkün oldu. Tarim yaklasik 10.000 yil önce Mezopotamya, Çin, Orta Amerika da dahil dünyanin çesitli bölgelerinde, çogunluk nehir havzalarinda basladi. Tarimla birlikte nüfus hizla artarak km2 de 01 , 1 kisiden 40 – 60’a çikti. Artik insanlar daha büyük ölçüde bir arada olduklarindan farkli biçimde sosyal örgütlenme geregi dogmustu.
Kabile, Klan, Boy, soydas grup, hepsi ayni anlamda kullanilan terimlerdir. Ortak noktalari, ayni soydan gelmeleri ve segmentlerden, yani daha küçük birimlerden olusmalaridir.
Bütün insan toplumlari belli bir dönemde kabile seklinde örgütlendigine göre bu sürecin insanin dogasinda oldugu asikardir. Asikar olmayan sey ise insanin, genlerinin yalnizca 64’te birini paylastigi dördüncü kusak kuzeniyle isbirligi yapmayi, neden daha iyi tanidigi ama kan bagi olmayan biriyle isbirligi yapmaya tercih ettigidir. Hiçbir hayvanda veya oba toplumlarinin ilk döneminde bu özellik yoktur.
Bu tür sosyal örgütlenmenin bütün insan topluluklarinda ortaya çikmasinin sebebi dini inanç , yani ölmüs atalara tapmadir. Atalara tapma, obalarda baslamistir. Her grupta görevi ölenlerle iletisim kurmak olan bir saman veya din adami bulunurdu. Boylarin daha büyümesiyle din de daha karmasiklasip kurumlasti ki bu da liderlik ve mülkiyet gibi yeni kurumlarin dogmasina yol açti.
Akrabalik ve din, kabile toplumlarda yakin iliskilidir. Ata tapma soya özeldir. Tüm toplumun inandigi tek bir tanri yoktur. Ölen kisilerin yer altinda yasamaya devam ettigine inandiklari için onlari esyalariyla, hatta bazen öldüklerinde esleri, köleleri, atlariyla birlikte gömerler, sonra da mezara yiyecek, su vs götürürlerdi. Bu bakimi yapmak yalnizca yakinlarinin göreviydi. Baskasi yerine getiremezdi.
Kabileler tarihin belli bir baglaminda ortaya çikmis ve bazi dini inançlar temelinde sürdürülmüstür. Bu inançlar yeni bir dinle degisince de kabileler parçalanmistir. Barbar Avrupa’da Hiristiyanligin baslamasiyla meydana gelen budur. Asiret ve kabile tipi sosyal örgütlenme zayif biçimlerde dünyanin bazi yerlerinde sürdürülmektedir.
KABILE TOPLUMLARI: MÜLKIYET, ADALET, SAVAS
Fransiz devriminden bu yana sag ile solu ayiran en önemli meselelerden biri mülkiyet konusu olmustur. Rousseau adaletsizligin, topragin bir bölümünü çitle çevirip kendisinin oldugunu ilan eden ilk insanla basladigini ileri sürmektedir. Karl Marx özel mülkiyeti tümden reddederken Amerika’nin kurucu atalari devletin asli görevinin bireyin mülkiyet hakkini korumak oldugunu söylemislerdir. Modern neoklasik ekonomistler ise güçlü mülkiyet haklarini uzun vadeli ekonomik kalkinmanin kaynagi olarak görmüslerdir.
En ilkel sekliyle özel mülkiyet bireylere degil, aile veya akraba gruplarina aitti. Aidiyetin sebebi de ekonomik olmak yaninda sosyal ve diniydi. Kabile toplumlarinda merkezi otorite ( büyük adam veya reis) zayif oldugundan bireyleri zorlama gücü de zayiftir. Modern hukuk sisteminin bir parçasi olan yaptirim gücüne sahip kurallar sistemi de yoktur. Kan davalari kabilelerde kurumsallasmistir. Bir kabilede kan davasini baslatma korkusu en önemli hukuksal yaptirimdir zira ayni sekilde karsilik bulacagini bilir. Diger hatalar da ya kisasa kisas sistemiyle, ya da kabile büyüklerinin ara buluculuguyla çözüme kavusturulur.
Obadan kabileye geçisin bir nedeni tarimin baslamasiyla üretkenligin ve nüfusun artmasi, dolayisiyla daha büyük ölçekte örgütlenmeye ihtiyaç duyulmasi ise, bir nedeni de savasma içgüdüsüdür. Yerlesik tarim toplumlarinin ortaya çikmasi insan gruplarinin daha yakin temasla yasamasini gerektiriyordu. Ihtiyaçtan fazla üretim yapilmasi, çalinacak veya korunacak meta bulunmasi anlamina geliyordu.
Siddete yatkinlik maymun atalarimizla modern insan arasinda kesintisiz süregelen en önemli noktalardan biridir. Siddetin insanin dogasinda oldugu fikrini kabul etmek çogu kisi için zordur. Avcilik döneminde baslayan siddet, kabile toplumlarinda ayri bir savasçi sinifini ortaya çikarmistir. Bu da en temel ve en dayanikli siyasi örgütlenme sekli olan bir lider ve etrafinda silahli adamlar grubunu dogurmustur.
Thomos Hobbes, Leviathan adli eserinde insanin dogal hislerini ele almis ve en derin, en kalici hissin siddet sonucu ölmek oldugunu savunmustur. Buradan da, insanlarin en dogal hakkinin kendi hayatini korumak oldugu sonucuna varmistir. Insan dogasi ayrica üç sebeple çatismaya yatkinlik gösterir: rekabet, korku ve zafer. Birincinin amaci kazanç, ikincisi güvenlik, üçüncüsü ise nam, sayginliktir.
Kabile toplumlarinda zenginlesme arzusu tabii ki savasmak için bir dürtüydü. Fakat savasmanin tek dürtüsü ele geçirme arzusu degildir. Hayatini bir sebep ugruna tehlikeye atma serefi ve bunu diger savasçilarin takdiri, daha baskin bir dürtüdür.
Siyasetin bilim degil de bir sanat olmasinin bir nedeni de, bir liderle silahli adamlari arasindaki derin ve güçlü baglari anlamanin zorlugudur. Amerika 1991 ve 1993 de Saddam Hüseyin’e saldirdiginda, muharebe meydaninda kazanilan zaferin Saddam’in adamlari tarafindan ortadan kaldirilmasini saglayacagi, zira Saddamsiz hayatin daha iyi olacagini düsünecekleri zannediliyordu. Oysa yakin çevresi kendisini son noktaya kadar sadakatle korudu.
Kabile toplumlari millet toplumuna geçisle birlikte tamamen ortadan kakmamistir. Çin’de, Hindistan’da, Orta Doguda devlet kurumlari kabile toplumlarinin üstüne kuruldugundan gerek toplum, gerekse kurumlar çok hassas dengeler üzerinde yasamaktadir.
DEVLETIN DOGUSU
Devlet düzeyindeki toplumlar ile kabile düzeyindekiler arasinda birkaç önemli fark vardir.
Birincisi, Krallik, Baskanlik , Basbakanlik, diktatörlük vs seklinde merkezi bir otorite kaynagi mevcuttur. Bu otorite kendi topraklari üstünde tüm yetkiyi elinde tutar, yani egemendir. Yetki gerektigi ölçüde ve sekilde alt kademelere dagitilir.
Ikincisi, bu yetki kaynagi ordu ve/veya polis seklinde, mesru yaptirim gücüne sahip kurumlar tarafindan desteklenir. Devletin gücü asiretlerin, gruplarin veya bölgelerin ayrilmasini önlemek için yeterlidir.
Üçüncüsü, devletin otoritesi akrabalik degil, ülke bazindadir. Vatandaslik kan bagina dayanmadigi için istendigi kadar büyüyebilir.
Dördüncüsü, devletler asiretlerden çok daha katmanli ve esitliksizdir. Kölelik ve irgatlik kabile toplumlarinda bilinmedigi halde devlet himayesinde alabildigine yayilmistir.
Nihayet devletler çok daha karmasik dini inanç sistemiyle iç içe yasarlar. Otoritenin din yetkililerinin elinde toplandigi yönetim biçimine teokrasi, laik bir yönetim elinde topladigi sekle Sezaropapist denir. Bazen da her ikisi de bir arada gücü paylasirlar.
Devletin ortaya çikmasiyla akrabalik iliskileri sisteminden ayrilip siyaset alanina girilmis olur. Öyle ki artik akrabalik siyasi gelismenin önünde bir engeldir. Zira siyasi iliskileri asiretlerde görülen küçük çapli, kisisel baglara dönüstürme riski tasir. O yüzden benim soydasliga dönüs ( repatrimonialization ) adini verdigim bu durumu önlemek devletin görevidir.
Devlet olgusunun temeli aslinda bir akittir. Akde göre, vatandas her istedigini yapma hakkindan vazgeçer. Devlet de bunun karsiliginda basta güvenligini saglamak olmak üzere vatandasa mülkiyet hakki, yol, para birimi, egitim, savunma gibi kendi basina yapamayacagi hizmetler sunar.
Devletlerin ilk olusumunda baslica su etkenler rol oynamistir.
1) Siddet ve Zorbalik
Kabileden devlete geçiste kisi özgürlük ve esitlikten çok büyük kayip verir. Bu tavizin verilmesinde en önemli sebep savunmadir. O yüzden merkezi siyasi birimlerin kurulmasinda, iç Asya steplerinden, Arap çöllerinden veya Afgan daglarindan vahsi kabilelerin saldirilari önemli rol oynadi.
2) Cografi Faktörler:
Ilk merkezilesmeler herkesin daginik yasamasina imkan veren genis alanlarda degil, etrafi daglarla, denizle veya çölle çevrili, vadi, nehir yatagi benzeri dar alanlarda gerçeklesmisti. Bu tür yerler insanlari bir arada yasamaya zorlar.
3) Karizma
Karizma kelimesinin Yunancada anlami, “ Tanrinin eli degmis” tir. Karizmatik bir lider, liderlik yeteneginden ziyade kutsalligina inanildigi için otorite sahibi olur. Lider, daha sonra otoritesini kullanarak merkezi bir ordu toplar ve kabile içi baris ve güvenligi sagladiktan sonra düsman kabileleri fetheder. Burada tek sorun, atalara tapmayi veya diger tapinma adetlerini bastiracak yeni bir tür dine gerek duyulmasidir.
Bunun en belirgin örnegi, Muhammed ve Araplarin devletlesmesidir. Araplar, çevrelerinde Misir, Pers, Bizans gibi yerlesik devletler oldugu halde tamamen kabileler halinde yasiyorlardi.
570’de dogan Muhammed 40 yasindayken Islam inanisina göre vahiy gelmeye basladi. O da bu ayetleri önce Mekke’deki kabilelere, orada düsmanlik görünce 622’den itibaren Medine’deki kabilelere yaydi.
Muhammed karizmasi sayesinde kabilelerdeki son derece güçlü baglarin üstesinden gelebildi. Medine anayasasi ile, kabileye sadakatin ötesine geçen bir inananlar toplumunu, yani “ümmet”i tanimladi. Böylece Muhammed’in karizmasi soydasligin önüne geçmis oldu. Daha sonraki halifeler de Arap devletinin kurulmasini ve Müslümanligin yayilmasini sagladi. Ancak Araplarda kabile kavrami o kadar güçlüydü ki, daha sonraki Arap devletleri kabilecilikten veya kabile siyasetinden tam olarak kurtulamadilar.
Netice olarak erken dönem devletlerin hepsinde siyasi iktidar, dini hükmü altina almis ve gücünü mesrulastirmak için dini kullanmistir.
Kabileden devlete geçise yol açan etkenleri özetlersek;
- Kendine yetecek kadardan fazla üretim yapilmasina imkan verecek toprak, deniz gibi
- Yöneten – yönetilene ve isbölümüne imkan verecek ölçüde nüfus
- Nüfusun dagilmasini önleyen, yogunlasan nüfus teknolojik gelismelere izin veren, cografi olarak dogal sinirlarla çevrili toprak;
- Kabile üyelerinin kendi rizalariyla özgürlükten fedakarlik etmesine yol açan güvenlik korkusu veya karizmatik bir lider.
Bu sartlarin mevcut olmadigi bölgelerde asiret gelenegi halen sürmektedir. Nüfusun çok daginik yasadigi Afrika ve Avustralya’da; yüksek daglarla kapli Afganistan ve Pakistan’da; Türkiye, Iran, Irak ve Suriye’nin daglik Kürt bölgelerinde asiret tipi toplum örgütlenmeleri mevcuttur.
BÖLÜM II
DEVLETIN INSASI / ÇIN’IN DEVLETLESMESI
Çin’de insanlik tarihi Homo erectus seklinde 800.000 yil öncesine kadar uzanmaktadir. Homo Sapien’ler Afrika’dan çiktiktan birkaç bin yil sonra Çin’de görülmüstür. Pirinç ekimiyle baslayan tarimi atin ehlilestirilmesi izlemistir.
Eski Çin, tarih öncesinden baslayip Çin’in tek bir imparatorluk halinde birlestigi Çin hanedaninin baslangicina kadar olan dönemi tanimlar. Kabileden devlet düzeyinde topluma geçis yavas yavas gerçeklesmis, devlet kurumlari akrabalik yapilari üzerine yerlestirilmistir. Aile baglari, özellikle erkek egemenligi çaglar boyu günümüze kadar önemini sürdürmüstür.
- yy dan itibaren kabileler gerek kendi aralarinda, gerekse dogudan gelen atli göçebelerle savasmislar ve aralarindan bazi kabilelerin büyüyüp güçlenmesiyle Çin’de feodal dönem baslamistir. Çin’deki devlet olusumu mukayese açisindan özellikle ilginçtir zira birçok açidan Avrupa’nin bin yil sonra yasayacaklarinin öncüsüdür. Hem Çin’de hem Avrupa’da devlet olusumunun baslica nedeni savaslardir. Savas açmak feodal topraklarin birlesmesine, siyasi gücün merkezilesmesine ve modern yönetim biçiminin ortaya çikmasina yol açmistir. Çin’in merkezi olmayan feodal yapidan birlesik imparatorluga geçisi tamamen fetihler sayesinde olmustur. Bu dönemde temeli atilan bütün modern kurumlar dogrudan veya dolayli olarak savaslara baglanabilir. Zira yogun savas durumu eski kurumlarin yikilip yenilerinin insasi için gerekli ortami yaratmistir.
Dogaldir ki sürekli savas halinin ilk neticesi askeri organizasyonda geçirilen evrimdir. Günümüze benzer askeri hiyerarsi kurulmus, terfi kosullari akrabalik ve soysal sinif baglarindan koparilip tamamen basariya baglanmistir. Askere alinan köylülerden olusan büyük ordularin seferberligi, onlari beslemek ve donatmak için kaynak gerektirmistir. Bu da M.Ö. 6 yy da tarim kaynaklarindan vergi alinmasini baslatmistir. Vergi toplama isi dünyanin ilk bürokrasisini, yani akrabalik iliskilerinden bagimsiz olarak, yeteneklerine bakilarak seçilen daimi idari kadroyu dogurmustur. Ordunun donanim ihtiyaçlari teknolojik innovasyonlari desteklemis, bu da üretimin artmasini saglayarak M.Ö. 4. ve 3 yy’larda Çin’in ekonomik açidan çok büyümesini mümkün kilmistir.
Bu dönem Çin’in kültürel açidan da en verimli dönemi olmustur. Yetenekli ögretmenler ve yazarlar için büyük firsatlar dogmustur. Bu gezici ögretmenlerden biri de Konfüçyüs idi. Aristokrasiden gelen Konfüçyüs’ün ögretileri Çin’i tarih boyunca yönlendirmistir. Gezici ögretmenler ve yazarlar Çin’in her noktasina milli kültürün yayilmasini, halkin bu kültürü benimsemesini ve gurur duymasini saglamistir. Sinirlardaki göçebe beylikler zaman zaman askeri açidan daha güçlü olsalar bile Çin’in entelektüel gelenegi ile asla boy ölçüsememislerdir.
MÖ. 3. yy da, yeni bir merkezi hükümetin mantigini net bir sekilde açiklayan “devlet kurma” ideolojisi ortaya konmustur. Eski dönemdeki akrabalik iliskilerinin iktidarin bütünlügüne engel teskil ettigi görüldügünden, yerine bireyleri dogrudan devlete baglayan ve legalizm adi verilen bir sistem getirilmistir. Ancak legalizm, aile baglarini her seyden, hatta vatandan dahi üstün tutan Konfüçyizm ile çatismis ve komünizm baslayincaya kadar itibar görmemistir. Konfüçyüs’ün “ Hükümdar her zaman halkin menfaatine uygun sekilde hükmetmelidir.” ögretisi Çin yönetimine “ hesap verme “ ilkesini yerlestirmistir.
M.Ö. 5 yilinda Çin’in kayitli nüfusu 60 milyondu. Merkezde ve vilayetlerde 130.000 bürokrat hizmet veriyordu. Genç erkekler 17 yasindan itibaren kamu hizmeti için egitiliyor, sonra da yapilan sinavda basarili olanlar ise baslatiliyorlardi.
Çin tarihinin baslangicindan beri hükümetlerin en degismez özelligi sivil otoritenin askeri otorite üzerindeki güçlü denetimidir. Çin bu açidan Roma imparatorlugundan büyük farklilik gösterir. Pompey ve Jul Sezar gibi hirsli generaller durmadan siyasi iktidar pesindeydiler: tipki günümüzün gelismekte olan ülkelerinde sik rastlanan askeri darbelerde oldugu gibi.
Çin dönemindeki devlette modernizasyon Avrupa’daki gibi ekonominin ve toplumun modernizasyonuna neden yol açmadi?
Bir devletin kurulmus olmasi ekonomik kalkinma için gerek sarttir. Fakat yeter sart degildir. Kapitalizm için diger kurumlarin da mevcudiyeti gerekir. Bati’da kapitalist devrimden önce kognitif devrim gerçeklesmis, bilimsel yöntemleri, modern üniversiteleri ve teknolojik innovasyonlari sayesinde büyük zenginlik yaratilmis, mülkiyet haklari insanlari innovasyon yapmaya tesvik etmistir.
Çin, modern bir devlet yaratan dünyanin ilk uygarligi olmus, ancak iktidari elinde tutanin gücünü sinirlayan hukukun üstünlügü, hesap verebilirlik gibi kurumlari yerlestirememistir. Çin’deki tek hesap verebilirlik ahlaki idi. Hukukun üstünlügü veya hesap verebilirligi bulunmayan güçlü devlet ise tam bir diktatörlüktür.
KABILE YAPISINDAN ISLAMIYETLE ÇIKIS
- yy baslarinda, Osmanli Imparatorlugu ihtisaminin dorugunda iken dört yilda bir çok degisik bir olay yasaniyordu. Imparatorluk görevlileri Balkan eyaletlerine dagilip 12 ila 20 yas arasindaki delikanlilari ariyorlardi. Yetenek avcilari gibi, bu görevliler de bu gençlerin fiziki ve akli yeteneklerini ölçmekte ustaydilar. Bir köye geldiklerinde, köyün papazi vaftiz edilen bütün erkek çocuklarin listesini çikarmak zorundaydi. Içlerinden en uygunlari seçildikten sonra ailelerinden koparilir, 100-500 kisilik gruplar halinde Istanbul’a getirilirdi.
Bu çocuklar belki ailelerini bir daha hiç göremeyeceklerdi ama sefil ve asagilik bir hayata da mahkum degillerdi. Aksine en iyi % 10’u Islam dünyasinda mevcut en iyi egitimden geçirilerek sarayda idari görevlere hazirlanirdi. Geri kalani sultanin yaninda savasan ünlü yeniçeri birliklerine katilmak üzere Türkçe konusan Müslümanlar olarak yetistirilirlerdi. Güçlü ve yetenekli olanlar pasa, vezir, vali, hatta sadrazam olabilirlerdi.
Tam devsirme olmamakla birlikte benzer bir sistem kizlar için de mevcuttu. Balkanlara ve Güney Rusya’ya yapilan akinlarda toplanarak esir pazarinda satilan kizlar saray hareminde titizlikle egitildikten sonra sultanin veya yüksek görevlilerin esleri veya cariyeleri olarak hizmet verirlerdi. Sultanlarin çogu esir kadinlardan dogmustu. Valide sultanlar ogullari vasitasiyla imparatorluk üzerinde epeyce etkiliydiler.
Ancak bu köleler üzerinde bir kisitlama vardi: Ne bulunduklari mevki, ne de kendilerine bahsedilen özel mülkler satilabilir veya mirasla gelecek nesillere devredilebilirdi. Zaten çogunlukla bekar kalirlar, kendileri gibi köle kizlarla evlenseler bile unvanlari çocuklarina geçemezdi. Üstelik devlet katinda ne kadar yükselirse yükselsinler neticede sultanin kölesiydiler: görevden alinmalari veya idam edilmeleri sultanin iki dudaginin arasindaydi.
Ancak zaman içinde bu süreç tersine döndü. Birbirleriyle kenetlenen ve güçlenen yeniçeriler keyiflerine göre sultanlari tahttan indirdiler, tahta çikardilar veya canlarini aldilar. O kadar ki, Osmanlinin tam çöküse geçtigi 19.yy da Yeniçeri ocagi Türk imparatorlugunun modernizasyon yetenegini engelleyen bir kurum haline geldi. Neticede II. Mahmut yeniçeri kislalarini atese verdirdi. 4000 küsur yeniçerinin öldügü bu olaydan sonra Osmanli ordusunun Avrupai modernizasyonunun önü açilmis oldu.
Dogaldir ki, çocuklari genç yasta ellerinden alinan veya sadece bu uygulamayi duyan Hiristiyan Avrupalilar olanlara dehsetle bakiyorlardi. Imparatorluk, Hiristiyan Bati gözünde Oryantal Despotizmin sembolüydü. Ve elbette ki böyle bir kurum modern demokratik degerlerle hiçbir sekilde bagdasamaz. Ancak yakindan incelendiginde askeri kölelik sisteminin, kabile baglarinin çok güçlü oldugu bir gelenekte devlet kurabilme sorununa çözüm olarak yaratildigi görülür.
Kabileleri çabucak sefere çikarip çabucak fetihler yapmak kolaydir ancak bir yeri uzun süre elde tutmaya uygun degildir. Zira kabileler kendi içlerinde hiziplesip çatismaya yatkindirlar. O yüzden askeri kölelik, dünyanin kabile baglari en güçlü toplumlarindan birinden bir devlet çikarabilmek için bulunan muhtesem bir sistemdi. Devlet gücünü tek elde toplama öylesine basarili olmustu ki Islam filozofu Ibn-i Haldun’a göre Islamiyet’in dünyanin önde gelen dinlerinden biri olmasinin yolunu açan uygulama olmustu.
Islamiyet ve Esirler Ordusu
Esirler ordusu fikrini icat eden Abbasilerdi. Peygamber Muhammed, Kureys kabilesinden dogmus ve inanç, güç ve kendi karizmatik otoritesini kullanarak Mekke ve Medine’nin birbiriyle kavga halindeki kabilelerini ümmet kavrami altinda birlestirmisti. Ümmetin öncelikli bagliligi kabileye degil, Tanri’ya ve onun kelaminaydi. Bu ideoloji, kabileler arasi uyumsuzlugu ortadan kaldirip ortak hareket etmenin zeminini hazirlamisti. Zira Islamiyet, Tanri’nin önünde insanligin evrensel esitligini vurgulayan bir dindi.
Muhammed’in ölümünden sonra seçilen üç halife Ebu Bekir, Osman ve Ömer devrinde Islam imparatorlugu soluk kesici bir hizla büyüdü. Bu süreçte, Bizans gibi, Persler gibi çevrelerinde daha önce devletlesmis toplumlar kendilerine örnek oldu.
Ancak güçlü kabile baglari zamanla din ideolojisini bastirdi ve soy çatismalari, düsmanliklar tekrar su yüzüne çikti. Muhammed’in iki taraftan da akrabasi olan Hasimilerle Emeviler daha peygamber sagken hir gür içindeydi. Nitekim 4. Halife, Muhammed’in yegeni ve kizi Fatime’nin kocasi Ali’nin öldürülmesinden sonra Hasimiler, Hariciler ve Emeviler arasinda büyük kavgalar çikti. Neticede Ali’nin taraftarlari Sii, Emevi Halife Muaviye taraftarlari ise Sünni olarak adlandirildi. 21. Yy da bile arabalarin bombalanmasina, camilerin terör saldirisina ugramasina yol açan Sünniler ile Siiler arasindaki uçurum aslinda bir Arap kabile rekabetine dayaniyordu.
Esirler Ordusu
Hasimi soyundan gelen Abbasiler 750’de Sii ve Horasani güçlerin de yardimiyla Emevileri iktidardan indirdiler. Abbasi yöneticileri daha ilk günlerinde çesitli hizmetler için Mevali denen yabanci köleleri kendi soydaslarina tercih etmeye baslamislardi. Ancak devletin esas askeri gücü olarak yabancilarin kullanilmasi, Halife El Memun ve El Mutasim (813-842) dönemlerinde Orta Asya’daki Mavera-ün nehir’in fethi sirasinda Türk Kabilelerin imparatorluga katilmasiyla basladi.
Üstün savasma yeteneklerine sahip Türk kabileleri Orta Asya steplerinde Arap yayilmasini durdurmuslardi. Türkleri kabile olarak kendi saflarina katamayan Araplar tek tek aldiklari Türk esirleri ayri bir birlik halinde topladilar. El Memun döneminde 4000’le baslayan ve memluklar adi verilen bu birlik Mutasim döneminde 70.000 Türk askere çikti. Göçebe kabilelerden gelen sert askerler yeni benimsedikleri Islam Dinine dört elle sarildilar. Yigitlik, korkusuzluk, cesaret ve metanette diger bütün irklardan üstün olduklari için Abbasi ordusunun kalbini olusturdular. El Memun’un heyetinden bir gözlemci söyle diyordu:
“ Yolun sag tarafinda 100 Türk atli, sol tarafinda da Arap ve diger irklardan olusan 100 atli savas düzeninde dizilmisti. Öglen sicaginda El Memun’un gelisini bekliyorlardi. Bir süre sonra sicak dayanilmaz oldu. Memun geldiginde üçü dördü disinda bütün Türkler atlarinin üstünde dimdik duruyorlardi. Digerlerinin hepsi yere serilmisti ”
Esir askerlere yeni Türk isimleri veriliyor, hem kendi soylarindan kopariliyor, hem de Arap toplumuna girip kök salmalarina izin verilmiyordu.
Memluklarin bir askeri kurum olarak ortaya çikmasi geç basladigi için Abbasilerin çöküsünü önleyemedi ve parçalanma basladi. 756’da bir Emevi sehzadesi kaçarak Ispanya’da bagimsiz bir halifelik kurdu. 10. yy’a gelindiginde Fas, Tunus, Misir, Arabistan da elden çikmisti. Hanedanlik olsun, modern tipte olsun, bir daha hiçbir Arap yönetimi Müslüman veya Arap dünyalarini birlestiremeyecekti. Bunu ancak Türk Osmanlilar basarabilecekti.
Abbasi imparatorlugu parçalanip gitti ama, esirler ordusu kurumu devam ederek sonraki asirlarda Islam’i yok olmaktan kurtardi. Hepsi esirler ordusundan güç alan üç merkez ortaya çikti:
Birincisi , Dogu Iran’la Afganistan ve Orta Asya ve kuzey Hindistan’i birlestirerek Müslümanligi oralara yayan Gazneliler,
Ikincisi , Misir’da yerlesen ve Hiristiyan haçlilari durdurarak Islamiyet’in bir dünya dini olmasinin önünü açan Memluk sultanligi,
Üçüncüsü de, esirler ordusu kurumunu mükemmellestirip bir dünya gücüne çikaran Osmanlilarin kendisi. Üçünde de esirler ordusu temelde kabile yapisina sahip toplumlarda dayanikli bir askeri enstrüman vazifesi görmüstü.
Gaznelilerde ve Memluklarda zaman içinde akrabalik ve torpil iliskileri baskin gelince kurum çöküse geçti. Dahasi, Misir’da en güçlü toplumsal kurum olan Memluklar sivil denetim altinda yasamayi beceremediler. Günümüzdeki gelismekte olan ülkelerin askeri
diktatörlüklerine öncülük eder sekilde devlete el koydular. Yalnizca Osmanlilar devlet mekanizmasindan akrabalik iliskilerinin silinmesinin önemini kavradilar ve ayni zamanda orduyu denetim altinda tutmayi becerdiler.
Ayrica, Memluk sultanlarinin halka saldigi asiri yüksek vergiler uzun vadeli yatirim yapilmasini önleyip mallarinin vakiflar altinda toplanarak verimsiz kullanilmasina yol açti. Çagdaslari olan Italya, Hollanda ve Ingiltere’de Kapitalizm take-off’a geçerken Misirda daha basindayken öldü. Orduda yeni teknolojilere, özellikle de piyadelerin atesli silah kullanmasina geçilememesi Memluk devletinin 1517’de Osmanli Imparatorlugu tarafindan ortadan kaldirilmasiyla sonuçlandi.
Osmanlilar Avrupali düsmanlarla karsi karsiya olduklari için 1425’te Avrupa’nin innovasyonundan sonra atesli silahlar ve top kullanmada ustalasmislar, böylece Istanbul’u 1453’te kolayca ele geçirmislerdi. Esirler ordusunu mükemmel sekilde kullanan Osmanlilar çok daha güçlü bir devlet kurdular. Gelgelelim onlar da bu kurumu dejenere edince 17. yy ‘dan itibaren çöküse geçtiler.
OSMANLI DEVLETININ ISLEYISI VE ÇÖKÜSÜ
Nicola Machiavelli, siyaset konusunda ünlü kitabi “Prens” i 1517’de yazmisti. O sirada Osmanlilar gücünün dorugundaydi; Macaristani, Habsburg Imparatorlugunun merkezini fethetmek ve Viyana’yi ilk defa kusatmak üzeredeydiler. Prens’in 5. bölümünde Machiavelli su gözlemde bulunur:
“Zamanimizda iki farkli tipte hükümet var. Biri Türk, digeri de Fransa kralligi. Türk Monarsisinin tamamini tek bir kral yönetiyor; geri kalan herkes onun hizmetkari. Kralligi sancaklara bölüp, her birine istedigini atiyor veya görevden aliyor. Oysa Fransa krali bir sürü imtiyazli lordun ortasinda oturuyor ve kendini tehlikeye atmadan onlara el süremiyor. Türk devletini ele geçirmek isteyen birisi bunu basarmakta hayli zorlanir, ancak bir kere ele geçirdi mi de kolayca yönetir. Aksine Fransa devletini ele geçirmek kolay ama elde tutmak zor olacaktir.”
Machiavelli Osmanli Devletinin özünü yakalamisti: 16. yy’da Fransa’dan çok daha merkezi biçimde ve soy iliskilerinden uzak yönetiliyordu. Bu açidan daha moderndi. Daha sonra Fransa Krallari da merkezden ve homojen bir rejim kurmak amaciyla, sancaklari yöneten Türk beyleri gibi valiler göndererek toprak sahibi aristokratlarin belini kirmaya çalistilar.
Osmanli Devleti, kullandigi devsirme ve yeniçeri kurumlari ile farkliydi. Hayli güçlü ve istikrarli bir devlet kurarak çagdas Avrupa güç odaklarina meydan okumus, muazzam büyüklükte bir imparatorlugu yönetmeyi basarmisti. Devletin disindaki toplumsal aktörlerin zayif ve örgütsüz olmasi yönünden çagdas Ming Hanedanina benziyordu. Fakat siyasi gücün kanunlarla denetim altinda tutulmasi açisindan Çin’den farkliydi. Osmanli Devletinin kurumlari modernlik ve soya bagliligin ilginç bir karisimiydi. Ancak soya baglilik öne geçince bozulma da basladi. Osmanlilar Memluklarin esir askerler sistemini mükemmel hale getirmis, fakat daha sonra elitlerin mevki ve varliklarini çocuklarina geçirme arzusuna yenik düsmüstü.
Tek Kusaklik Aristokrasi
Machiavelli’nin tarif ettigi, Sultanin her vilayete idareciyi kendi atayip kendi azlettigi yönetim sisteminin kökeni, Osmanli Devletinin nispeten yeni fetihler üzerine kurulmus olmasina ve eski kurumlari tevarüs etmedigi için yenileriyle yeniden baslayabilmesine dayanmaktadir.
13.yy’da Mogol akinlari bazi Türkmen kabileleri Orta Asya ve Orta Dogu’dan Bati Anadolu’ya, Bizans’a dogru sürüklemisti. Bu sinir kabileleri Bizans’a karsi “gaza” denen bir dizi muharebeye girmisti. Bu gazilerden biri olan Osman, Bizans ordusunu 1302’de Baphaeon ‘da yenerek diger kabilelerin önüne geçmeyi ve onlari sancagi altinda toplamayi basardi. Böylelikle Osmanli devleti kurulmus oldu.
- yy’da gelistigi sekliyle Osmanli Vilâyet Yönetim sistemi sipahi ve sipahilere verilen Timar’a dayaliydi. En küçük timar, ati ve donanimiyla bir sipahinin bakimina yetecek vergi geliri olan bir köy veya köylerden olusuyordu. Zeamet denen bir üstü, Zaim denen orta seviyedeki subaylara, Has ise en üst düzeydekilere verilen topraklari ifade ediyordu. Her sipahi veya Zaim, köylülerden topladigi saman, odun, yem, ürün gibi ayni vergileri nakde çevirip bu parayla kendisini ve varsa emrindeki diger atlilari savasa hazirlamaktan sorumluydu. Timar sahipleri ayni zamanda, topraklarinda yasayanlarin güvenligini ve adalet dagitimini saglamak zorundaydilar. Tüm sistem Dirlik adiyla aniliyor ve henüz monetize olmamis bir ekonomide vergileri yükseltmeden sultanin ordusunun devamini sagliyordu.
Eyalet düzeyindeki hükümet sancak etrafinda toplanmisti. Sancaklar birkaç bin kilometrekare alana ve asagi yukari 100.000 kisilik nüfusa sahipti. Yeni topraklar fethedildikçe sancak seklinde organize ediliyor ve köy be köy titizlikle kadastrosu çikarilip insan ve ekonomik kaynaklari kaydediliyordu. Bu çalismanin amaci, vergi tabanini belirleyip araziyi ona göre timarlara bölmekti. Bey adi verilen sancak valileri Istanbul tarafindan üç yillik dönem için atanirdi.
Sancakbeyi bölgesinin sipahilerine savaslarda komuta ederdi. Sancaklarin bir üst kademesi imparatorlugun iki ana bölgesini kapsayan beylerbeylikleri idi.
Dirlik sistemi ile Avrupa’daki derebeylik sistemi arasindaki tek önemli fark timarlarin özel mülkiyet addedilmemesi ve Avrupa’daki gibi varislerine kalamamasiydi. Ancak Zeamet haklari miras birakilamadigi halde zeamette yasayan köylülerin haklari varislerine geçebiliyordu. Böylece Osmanli Devleti aristokrasiyi tek kusakla sinirlandirarak kendisine rakip güçlü bir aristokrat sinifin palazlanmasi önlemisti.
Mükemmellestirilen Köleler Ordusu Sistemi
Dirlik sistemi Yeniçerilik müessesine dayaniyordu. Ilk ve en önemli özelligi, sivil otorite ile askeri otorite arasinda kesin ayirim olmasi ve askeri otoritenin tartismasiz biçimde sivil otorite emrinde olmasiydi. Bir köle devlet hiyerarsisinde ne kadar yükselirse yükselsin asla sultan olamazdi. Yeniçerilerin en azindan ilk dönemlerinde, evlenmelerine ve çocuk sahibi olmalarina da izin verilmezdi. Osmanlilar ta en basindan unvan, mevki ve haklari miras yoluyla sonraki kusaklara aktarabilen bir elit tabaka olusmasini engellemenin mantigini kavramislardi. Terfi tamamen basari derecesine bagliydi. Kanuni sarayina Kutsal Roma Imparatoru Charles V’in elçisi olarak gelen Busbecq “ Sadrazamliga yükselen çoban figürü Avrupali gözlemcileri hep büyülemistir.” demisti.
Devletin idari kademelerine alinan Hiristiyan askeri kadro ile geri kalan halk, yani reaya arasinda kati bir ayirim vardi. Reaya aile kurabilir, mülk sahibi olabilir ve varligini varislerine birakabilirdi fakat asla yönetici elitlere katilamaz, silah tasiyamaz, asker veya bir bürokrat olamazdi. Idari kadro her yil aileleriyle bütün baglarini koparmis yeni Hiristiyan devsirmeler arasindan özenle seçilirdi.
Osmanli Devletinde Hükümet Kurumu
Yükselme döneminde Osmanli asgari düzeyde vergi aliyor, köylüleri organize suç örgütü gibi davranmaya egilimli elitler tarafindan soyulmaktan koruyordu.
Vergide asiriya kaçmama, Osmanlinin Devlet teorisinin esasini teskil ediyordu. Pers Imparatoru Hüsrev (531-579)’in su deyisini siar edinmisti:
“ Adalet ve temkinle halk daha fazla üretir, vergi gelirleri artar, devlet güçlenir ve zenginlesir. Adalet mülkün (devletin ) temelidir.”
Burada adalet kelimesiyle kastedilen vergi zamlarinda asiriya kaçmama idi. Kutadgu Bilig’de söyle diyordu:
“ Devleti kontrol etmek için büyük bir ordu gerekir. Orduyu beslemek için büyük bir varlik gerekir. Bu varligi elde etmek için halkin zengin olmasi gerekir. Halkin zengin olmasi için kanunlarin adil olmasi gerekir. Bunlardan bir teki bile ihmal edilirse devlet çöker”
Bu söz, askeri güç, ekonomik kaynaklar ve adalet (vergi oranlari dahil) arasindaki iliskiyi olaganüstü veciz biçimde ifade ediyordu. Türk hükümdarlarin hedefi dar bir bakis açisiyla ekonomik rantlari maksimize etmek degil, iktidar, kaynaklar ve mesruiyet dengesini kurarak tüm devletin gücünü maksimize etmekti.
Osmanli sisteminin en büyük zaafi, saltanatin babadan en büyük ogula geçisinin kesin bir kurala göre yürütülmemesiydi. O yüzden kardesler arasinda, hatta babalar ve ogullari arasinda çok kan dökülmüstü. Saltanatin geçisini belirleyen kurumsal bir mekanizma bulunmamasi büyük zaaf yaratmis, taht kavgalari sirasinda imparatorlugu yabanci tehditlerine maruz birakmis ve sultanin emrinde olmasi gereken yeniçerilerin tahta çikani belirlemesine yol açmistir.
Sultan ne kadar güçlü olursa olsun hükmettigi sistem siki kurallara bagliydi. Seriat yasalari yaninda aile, evlilik, miras, mülkiyet ve diger kisisel meselelere bakan mahkemeler vardi. Sistemin ne denli modern oldugunun bir göstergesi de imparatorlugun tamaminda ayni yasalarin ve kurallarin geçerli olmasiydi. Osmanlilar askeri kölelerini zorla Islamiyet’e sokmus olsalar da kendi inanç ve yasam sekillerini Müslüman olmayan halka empoze etmeye kalkismadilar. Rum ve Ermeni Ortodokslari ile Yahudilere belli bir ölçüde esneklik taninmisti. Bu cemaatlerin dini liderleri mali islerden , egitimden ve medeni hukukla ilgili islemlerden sorumluydu.
Gerileme
Osmanli sisteminin bozulmasi hem iç, hem de dis faktörler yüzünden gerçeklesti. Dis faktörler imparatorlugun fiziki limitlerine ulasmasi ve yalnizca Türk topraklarini degil, 16. yy sonu ile 17. yy’in baslarinda bütün büyük tarim imparatorluklarini etkileyen kapsamli demografik ve çevresel degisimlerdi. Iç faktörler ise askeri kölelik sisteminin yoldan sapmasi sonucunda yeniçerilerin devlet gücünün bir araci olmaktan çikip çikar gurubu haline gelmesiydi.
Fetih hanedanligi olarak baslayan Osmanli Sistemi yeni timarlar için toprak ve vergi gelirleri kaynagi olarak yeni fetihlere bagimliydi. Osmanlilar çok büyük bir orduyu sefere çikarabiliyorlardi fakat yil boyunca orada tutamiyorlardi. Zamanin teknolojisine kiyasla ileri bir lojistik sistemi kurulmus olmasina ragmen, baharda yola çikan ordu yüzlerce kilometre gidip sonbaharda dönmek zorundaydi. I. Viyana kusatmasinin basarili olamamasinin sebebi, ordunun 27 Eylül 1529’a kadar sehrin eteklerine ulasamamasi, üç hafta sonra da tekrar eve dönmek için kusatmanin kaldirilmak zorunlulugu dogmasiydi. Böylece imparatorluk Doguda ve Batida çok genisledigi için yeni yerlerin fethinde de sinirlara gelinmisti.
Bir Baska dis faktör, birbiriyle iç içe olan nüfus artisi ve enflasyondu. 1489’dan, 1616’ya kadar hububat fiyatlari sabit gümüs birimiyle 400 kat artmisti. Anadolu’da nüfus 1520-1580 arasi % 70 artmis, Istanbul’un nüfusu tek basina 1520’de 100.000 iken 1600’de 700.000 olmustu.
Bu degisimlerin Osmanli Kurumlari üzerinde dramatik etkisi oldu. Enflasyon timar sistemini git gide karli olmaktan çikardi. Timar sahiplerinin çogu seferlere çikmayi reddetti. Digerleri eskiya olup, köylüleri ve toprak sahiplerini soydu. Kentteki yeniçerilere, geçimlerini saglasinlar diye, esnaflik ve zanaatkarlik gibi sivil isler yapma izni verildi. Böylece asker ile reaya arasindaki keskin hat kayboldu.
- yy’in sonunda merkezi devlet de mali krizle yüz yüze kaldi. Atesli silahlarin kullanilmaya baslanmasi Osmanli Ordusunun omurgasini teskil eden atlilari ise yaramaz hale getirdi. Atlilar azaltilip piyadeler arttirilmak zorunda kalindi. 1527’de 5000 olan yeniçeri sayisi 1609’da 38.000’e, 1669’da 67.500’e çikti. Ayrica topraksiz köylüler sekban adi altinda geçici silahli asker yapildi. Kendi kendini besleyen sipahilerin aksine bu yeni piyade birliklerinin modern silahlarla teçhiz edilmesi ve kendilerine maas ödenmesi gerekiyordu.
Artan mali ihtiyaçlar karsisinda yeniçerilerin önce evlenmelerini, daha sonra da çocuklarinin yeniçeri olmalarini yasaklayan kurallar gevsetildi. IV Murat zamaninda da devsirme sistemi toptan kaldirilarak reayanin da yeniçeri olmasina izin verildi. Böylece yalnizca devlete ve sultana hizmet etmek üzere ta küçüklükten alip yetistirilen yeniçerilerin sultana bagliligi erozyona ugramis oldu; kendi çikarlarini ve ailelerini düsünen, maaslarini veya baska nedenleri bahane ederek sik sik isyan çikaran bir güruh haline geldiler.
Doguda, Iran’da Safevi hanedanliginin yükselise geçmesi Sünni - Sii çatismasini körükleyerek tüm imparatorlukta kati Sünniligin uygulanmasina yol açti. O da imparatorlugu disaridan yeni fikirler girisine kapatti. Osmanlilar komsu Avrupa ülkelerinin öncülük ettigi teknolojik ve organizasyonel yenilikleri uymakta git gide daha zorlandilar ve kendilerini ha bire toprak kaybeder durumda buldular. Buna ragmen Osmanlilar daha üç yüz yil ayakta kalmayi, Ingilizleri Gelibolu’da yenmeyi ve 20. yy’da Avrupa siyasetinde önde gelen oyunculardan biri olmayi basardilar
Osmanli Gelenegi
Osmanlilar Müslüman dünyasinda kimseyle kiyaslanamayacak kadar basarili bir rejimdi. Yarattiklari kurumlarla iktidari görülmemis derecede merkezilestirdiler. Asiret yapisindan devlet toplumuna olaganüstü kisa sürede geçis yaptilar. Seçimi ve terfileri objektif ölçütlere ve kisisel becerilere dayali merkezi bürokrasi sistemi ve ordu kurdular. Bu sistem, Orta Dogu toplumlarina egemen olan kabile zihniyetinin üstesinden gelmeyi basardi.
Dahasi, merkezden kontrol edebildikleri idari sistemle her yerde ayni kurallari ve yasalari uygulayarak günlük ekonomik yasami düzenlediler ve devasa imparatorluk çaginda barisi ve huzuru koruyabildiler. Yerel kaynaklardan güç alan asiller sinifinin dogmasina izin vermedikleri için Avrupali krallar gibi aristokrasinin iktidarini bastirmak durumunda kalmadilar.
15.yy da Osmanli kurumlari Avrupali çagdaslarinin çok ötesindeydi. Çin devletiyle daha çok benzerlik gösteriyordu. Çin’den en önemli farki devletten bagimsiz, yasa koyucu dini bir yapiya sahip olmasiydi. Çin’in bürokrasiye eleman alirken sinava tabii tutmasi gibi, bilgi ve beceriye dayali askeri kölelik sistemini kurmustu. Ancak Çin’in sinav sitemi Avrupa ve Asya’da bürokrasiye girme sarti olarak hala geçerli oldugu halde askeri kölelik kurumunun izi bile kalmamistir. Müslüman dünyasinin disinda hiç kimse, yabancilari önce esir alip sonra da devlette önemli mevkilere getirmeyi mesru görmedi. Sorun köleligin kendisi degildi. Kölelik kurumu, herkesin bildigi gibi, Batida 19.yy sonlarina kadar mesruydu. Avrupalilarin veya Amerikalilarin aklinin almadigi sey, köleleri yüksek devlet memuruna dönüstürmekti.
Osmanlilar uzun dönemde sürdürülebilir verimlilik artisi saglayan yerel kapitalizmi gelistirmeyi basaramadiklari için mali kaynaklar için disa bagimliydilar. Ekonomi ve dis politika hatalari birbirini besleyerek yerel kurumlarin sürdürülebilirligine sekte vurdu. 20. yy’a kadar ulasabilmeleri reformcu sultanlarin Bati kurumlarini adapte etmeleri ve sonunda da Genç Türkler sayesinde oldu. Neticede bu da yetmedi ve onu izleyen Türkiye Cumhuriyeti tamamen farkli kurumsal ilkelere dayandirildi.
HRISTIYANLIK AILE BAGLARINI ZAYIFLATIYOR
Simdiye kadar gördügümüz gibi Çin, Hindistan ve Orta Dogu’da devlet kurumlari dogrudan kabile toplumlarindan türemistir. Toplumun örgütlenmesi soydaslik çerçevesinde gelisiyordu. Devleti kuranlar, bireylerin kendi kabilelerine degil de devlete baglilik göstermesi için büyük ugras vermislerdir. Ancak hiç birinde bu tepeden inme çaba, kimlik ve yerel toplum örgütlenmesinin temeli olarak soy iliskilerini esas alan soydaslik sistemini ortadan kaldirmayi basaramamistir. Bu ülkelerde bugün bile aile ve akrabalik baglari son derece güçlü olarak devam etmektedir.
Avrupa Farkliligi
Akrabalik Avrupa’da farkli bir çehre edinmistir. Hem erkek, hem kadin daha geç evlenir veya bazilari hiç evlenmez. Dogum oranlari düsüktür. Is gücünde çalisan, mülk edinen kadin sayisi ve evin içinde esitlik daha fazladir.
Baska bir deyisle çok erken dönemden beri Avrupa toplumu “ bireyci” dir, yani evlilik, mülk edinme ve diger kisisel konularda aile veya akrabalar degil, bireyin kendisi karar verir. Aile içindeki bireycilik diger bütün bireyciliklerin temelidir. Bireycilik devletin bireycilikle ilgili yasalar çikarmasini ve o yasalari yaptirim gücüyle uygulatmasini beklememis, aksine devletler, akrabalarina karsi yükümlülük tasimayan bireylerin olusturdugu toplumlar üzerine insa edilmistir. Kisacasi Avrupa’da toplumsal gelisme siyasi gelismeden önce baslamistir.
Oysa modern Avrupa’yi olusturan halklarin atalari da bir zamanlar kabile halinde örgütlenmislerdi. Akrabalik baglarindan kopus siyasetin zoruyla degilse hangi etkenle ortaya çikti? Cevap sudur: Kopus Roma imparatorluguna saldiran Germen kabilelerin Hiristiyanligi kabul etmesiyle baslamistir. Faili de Katolik kilisesidir.
Modernizasyon “ durum(statü)’dan akit’e” geçisi içerir. Bunun anlami sudur: eski toplumlar evlilikten meslek seçimine, dini inancina kadar herseyi tarif ederek bireyin sosyal statüsünü tayin ederlerdi. Modern toplumlarda ise bireyler en önemlisi evlilik olmak üzere toplumsal iliskilerde birbirleriyle özgürce akitlesebilirler.
Karmasik akrabalik yapilarinin çözüldügünün bir göstergesi kadinin mülk edinme ve kullanma- satma hakkidir. Ataerkil toplumlarda kadin yasal kimlige ancak evlendikten ve erkek evlat sahibi olduktan sonra kavusur. Ingiliz kadinlari 11.yy’dan beri bu hakka sahiptir. Ataerkil toplumlarda kadinlara böyle haklarin verilmesi soyun mülkiyet üzerindeki denetiminin, dolayisiyla sistemin bütünüyle zaafa ugramasi anlamina gelirdi. Bu yüzden kadinlarin mülkiyet üzerinde tasarruf hakkina sahip olmasi asiret yapisinin çözülmesiyle es degerdir.
Konfüçyüs ögretisine göre bireylerin ebeveynlerine karsi yükümlülükleri kendi çocuklarina olandan daha öndeydi. Çin hukukunda ailesine iyi davranmayan evlatlar siddetle cezalandirilirdi. Oysa Ingiltere’de aptallik edip daha sagken mallarini evlatlari üzerine geçirenlerin hiç bir hakki kalmazdi. O yüzden mallari geçirirken “ölünceye kadar bakma sözlesmesi” yaparlardi. Sözün özü, ebeveynleri bakim evlerinde birakmak, bati Avrupa’da eski bir gelenektir.
Roma Imparatorlugunun sona ermesinden itibaren Bati Avrupa’nin evlilik usulleri yaygin Akdeniz geleneginden farklilasti. Akdeniz geleneginde evlilik aile içinde, bilhassa kuzenler arasinda olma egilimindeydi. ( Bugün de Arap dünyasinda, Pestular, Hintliler, Kürtler, ve bazi Türki halklar arasinda yaygin sekilde görülmektedir.) Kesin hatlarla cinsiyet ayrimi yapilir, kadinlarin mülk sahibi olmasina veya kamu ortamina katilmasina firsat verilmezdi. Bati Avrupa’da gelenekler tamamen farkliydi. Kuzenler arasi evlilik yasaklanmisti, kadinlarin mülk sahibi olma ve kamuya katilma haklari vardi.
Bu farkliliklari yaratan Katolik Kilisesidir. Kilise su dört uygulamaya siddetle karsiydi: Yakin akrabalar arasinda evlilik, ölen akrabalarin dul esleriyle evlenme, evlat edinme ve bosanma. Buna daha sonra cariye tutma da eklenerek kadinla erkek arasinda ömür boyu tek esli süren bir evlilik tesvik edildi.
Bu yasaklamalarin sebebi Incil’de yazili olmasi degildi. Isa dogdugunda bu uygulamalarin hepsi Filistin’de yaygindi. Hatta Isa bile muhtemelen kuzenler arasi evliligin bir ürünüydü. Kilisenin böyle bir tavir takinmasinin sebebi dini olmaktan ziyade maddiydi. Amaç ailelerin mallarini bir kusaktan ötekine aktarmak suretiyle kendi bünyelerinde tutmalarini önleyip, kiliseye bagislamalarini saglamakti.
Söz konusu kuzenler arasi evlilik, dul esle evlilik, cariye tutma, evlat edinme ve bosanma hep “miras stratejisinin”, yani akraba gruplarinin bir kusaktan ötekine bütün mal varligini kendi içlerinde tutma çabasinin bir sonucuydu. O dönemde Avrupa’da ve Akdeniz’de ortalama ömür 35’in altindaydi. Bir çiftin erkek varis sahibi olmasi, onun da eriskinlige ulasmasi ve soyu devam ettirmesi düsük bir ihtimal oldugundan, toplumlar soyu devam ettirecek her türlü uygulamayi mesru kabul ediyorlardi. Cariyelik erkek evlat sahibi olma ihtimalini yükseltiyordu. Bosanma da tek esli (monogam) toplumlarda arka arkaya cariye edinme gibi görülebilir. Ölen erkek kardesin dul esiyle evlenmek gibi, kuzenler arasi evlilik de mallarin bölünmesini önlemek amacini güdüyordu. Kilise sistematik biçimde, ailelerin mallarini varislerine aktarma yollarina set çekti. Ayni zamanda da kendisine toprak ve mülk bagislanmasini variyla yoguyla tesvik etti. Böylece kilise varissiz kalan mal sahibi Hiristiyanlardan adam akilli yararlaniyordu.
Bati Avrupa’da kadinin nispeten yüksek konumu Katolik kilisesinin çikarciliginin yan ürünüydü. Kilise kocasi ölen bir kadinin yeniden aile içinden biriyle evlenmesini yasaklayarak mallarinin tekrar kabileye dönmesini önlüyordu. Bu durumda mal kadina kaliyordu. Kadinin mülk sahibi olmasi ve bunun tasarrufunu haiz olmasi kilisenin isine geliyordu. Zira çocuksuz dullarin veya evlenmemis kizlarin mallarini kiliseye bagislama ihtimali artiyordu. Kadinin bu hakka sahip olmasi soy baglarinin ölüm fermani anlamina geliyordu.
Bu kurallarin konmasini izleyen yillarda Katolik kilisesinin mal varligi adam akilli büyüdü. 7. yy’da Fransa’daki verimli topraklarin üçte biri kilisenin eline geçmisti. 8. ve 9. yy’larda Fransa, Almanya ve Italya’daki mal varligi ikiye katlandi. Bagislar kiliseye müthis bir siyasi güç kazandirdi. Kiliselerin, manastirlarin ve din okullarinin her yana yayilmasi, kendi içinde idari hiyerarsi gelistirmesini ve orta çag siyasetinde bagimsiz bir oyuncu olmasini sagladi.
Bu degisiklikler 2-3 kusak içinde tüm Bütün Avrupa’daki asiret yapisinin köküne kibrit suyu döktü. Toplumsal ve kültürel düzeyde belirleyici ve düzenleyici faktör kilise oldu. Dinin ülkeler gibi sinirlari olmadigindan etkisi tüm Avrupa’da ve bireyler üzerinde oldu. Böylece devletlesme, Reform, Aydinlanma ve Sanayi devriminden yüzyillar önce Avrupa toplumu bireyci yapiya ulasmisti. Bu sayede, 16.yy da Italya, Ingiltere ve Hollanda’da palazlanan kapitalizm, sahip olduklari büyük servetleri korumak isteyen aile gruplarinin düzeniyle bas etmek zorunda kalmadi.
Ancak ortalik tamamen süt liman da degildi. Kabileler veya asiretler olmamakla birlikte, feodal dönemde büyük askeri güç, servet ve yasal haklara sahip aristokrasi mevcuttu. Bu sosyal kurumlarin asiret degil de feodal yapida olmasi Avrupa’nin müteakip yillardaki siyasi gelisiminde muazzam fark yaratti. Toprak sahibi ile topragi kullanan bireyler arasinda gönüllü akit imzalanmasi geregi, bireycilik ve yasal kimlik kavramlarini oturttu. Toprak sahibinin sözlesmeye uymadigi durumlarda köylüler rahatça isyan bayragini çekebildiler. Topraklarin asiretlere ait oldugu toplumlarda bu mümkün degildi.
Ele aldigimiz toplumlarin hiç birinde din Katolik kilisesi gibi kurumsal bir siyasi oyuncu olmamisti. Bunun Avrupa’da gerçeklesmesi, modern Avrupa devletlerinin gelismesi ve bugün hukukun üstünlügü adini verdigimiz kavramin ortaya çikisiyla çok yakin iliskilidir.
BÖLÜM III
HUKUKUN ÜSTÜNLÜGÜ / HUKUKUN KÖKENI
Avrupa devletlerinin kurulusu ile hukukun üstünlügünün yerlesmesi el ele ilerlemistir.
Eski Avrupa devletlerinde yargilama vardi ama bu hukuk degildi. Aile ve evlilik gibi kurumlari düzenleyen dini kurallar ve gelenekler hakimdi. Ara sira yeni yasalar çikarilsa da tarafsiz biçimde uygulanmasina pek önem verilmezdi.
Yasama ile hukuk arasindaki farki anlamak, hukukun üstünlügünü anlamak açisindan elzemdir. Hukuk, bir toplumu bir arada tutan soyut adalet kurallarinin bütünüdür. Yasama ise kral, diktatör, basbakan kim olursa olsun siyasi iktidarin bir fonksiyonu , yani gücünü ve yetkisini kullanarak yeni kurallar koymasi ve uygulamasidir. Bir ülkede hukukun üstünlügünden söz edebilmemiz için mevcut hukukun yasamaya egemen olmasi, yani iktidar sahibinin hukuk çerçevesinin disina çikamamasi gerekir. Bu, yasama gücüne sahip olanlarin yeni yasalar çikaramayacagi anlamina gelmez. Ancak hukuk çerçevesinde görev yapacaklarsa, çikardiklari yasalar da kendi keyiflerine göre degil, hukuka uygun olmalidir.
Siyasi düzen iki bileske üzerinden gelismistir. Birincisi devlet insa etme, yani gücü (iktidari) bir araya toplama ve kullanma yetkisi, digeri ise devletin bu gücünü sinirlayan hukuk. Dolayisiyla iktidar ve hukukun üstünlügü arasinda hep bir gerilim vardir. Bir taraftan liderler hukuk adina ve çerçevesinde hareket ederek otoritelerini arttirabilirler, öte taraftan da hukuk onlarin her istediklerini yapmalarini önleyebilir. Bu yüzden her zaman gücü ele geçirme hirsi hukukun üstünlügü ilkesini tehdit etmistir. Bu durum 17. yy’da Ingiliz krallari parlamentoya danismadan vergileri yükseltmeye kalktiginda da böyleydi, 20. yy’da Güney Amerika hükümetleri yasadisi teröristlerle savasmak için ölüm mangalarini kullanirken de böyle.
Hukukun üstünlügüne iliskin çagdas karisiklik
Günümüzün gelismekte olan ülkelerinde en büyük siyasi zaaflardan biri hukukta yasanmaktadir. Çagdas bir devletin bütün unsurlari arasinda yerlestirilmesi en zor olani etkin yasal kurumlardir. Vergilendirme ve askeri teskilatlar insanin temel yirticilik içgüdülerinden dogal biçimde ortaya çiktigi için zorlukla karsilasmamistir. Demokratik seçimler de pahali olmakla birlikte yapilmasi nispeten kolaydir. Ancak adli kurumlar tüm ülkeye yayilmak ve özenle korunmak zorundadir. Fiziki mekanlar yaninda, tüm adli görevlilerin ve yasalari uygulayacak olan polisin egitimi için büyük yatirim gerekir. Ama en önemlisi sudur: yasal kurumlar mesru ve otorite sahibi olarak görülmelidir; hem de yalnizca siradan insanlar tarafindan da degil, ayni zamanda toplumun güçlü elitleri tarafindan da.
Bunu gerçeklestirmek hiç de kolay bir is degildir. Bugün Latin Amerika tamamen demokratiklesmistir fakat hukuk yerlerde sürünmektedir; rüsvet alan polisten tutun da, vergi kaçiran yargica kadar. Rusya Federasyonunda göstermelik seçimler yapilmakta fakat bilhassa Putin’den beri, devlet baskanindan baslayarak bütün elitler fütursuzca yasalari çignemektedirler.
Modern dünyanin dogusu, kapitalist ekonominin dogusu da dahil, hukukun önceden mevcudiyeti sayesinde gerçeklesmistir. Gerçekten de güçlü bir hukuki yapinin bulunmamasi yoksul ülkelerin gelisememesinin baslica sebebidir.
Ekonomistler açisindan hukuk, mülkiyet haklari ve sözlesmelerin yaptirim gücüdür. Bunlarla ekonomik büyüme bire bir iliskilidir. Mülkiyet haklari güvencede degilse hiç kimse yatirim yapmak istemez. Hükümet bir yatirim basladiktan sonra aniden vergileri yükseltmeye kalkarsa mevcut yatirimcilar vazgeçtikleri gibi gelecekteki projeler için de caydirici bir faktör olur. Ayni sekilde ticaret de sözlesmelere uyulmasi ve taraflar arasinda kaçinilmaz biçimde ortaya çikan anlasmazliklari çözümlemek için yasal mekanizmalara ihtiyaç duyar. Sözlesme kurallari ve usulleri ne kadar seffaf, yaptirimlari ne kadar tarafsiz olursa ticaret o kadar canlanir. Bu yüzden ekonomistler bir devletin kurumsal gelisiminin göstergesi olarak “güvenilir islemler”in önemini vurgularlar.
Eger genel yasal kurallar güçlü elitlere veya en güçlü aktör olan hükümet üyelerine uygulanmazsa hiçbir sey güvencede olamaz.
Hukukun bir baska yönü de basitçe halkin güvenligidir; herkesin öldürülme veya soyulma korkusu olmadan günlük yasantisini sürdürebilmesidir. Bu güvenlik mevcutken hiç fark etmeyiz ama olmadigi ortamda kiymetini anlariz.
Ve nihayet hukukun kimi kapsadigini belirtmeden hukuktan söz etmek mümkün degildir. Devlete yakin olan veya devleti kontrol eden elitlerin çikarlarini kollayan hukuk, Platon’un “Devlet” adli eserinde Sokrat’in agzindan dedigi gibi, yalnizca “ Eskiya sürüsünün adaleti” dir.
Gelenekten Hukuka
Hukuk,toplumsal kurallarin kabileden devlete geçiste evrim geçirerek yaziya dökülmesi ve yaptirim gücü kazanmasiyla dogmustur.
Kabile hukukunda “ kan parasi” ve “dise dis” esasti. Temel özelliklerinden biri esitsizligiydi. Çesitli yaralamalar için ödenen tazminat zarar gören bireyin toplumsal konumuyla orantiliydi. Eger birisi asiret mensuplarindan birine bir zarar verirse bunun öcü zarar verenden veya yakin akrabasindan alinirdi. Kan parasi, sorununun fazla büyüyüp kan davasina dönüsmesini önlemenin bir yoluydu.
Hiristiyanligin yayilmasi gelenekler ve hukuk üzerinde çok büyük degisiklikler yapti. Hiristiyanlikta kahraman olarak görülen kisiler cesur savasçilar veya fatihler degil, barisçi azizler veya sehitlerdi. Asiret hiyerarsisine karsi çikmadan evrensel esitligi ve ümmetçiligi vaaz ediyordu. Kral da ortak atadan gelen bir soy gurubunun degil, daha genis bir Hiristiyan cemaatinin yöneticisi, koruyucusu ve adalet dagitici kimligini kazanmisti.
Hukukun üstünlügü hem kanunlara, hem de onu isleme koyan kurumlara (yargiçlar, avukatlar, mahkemeler vs.) ve kurumlarin izlemek zorunda oldugu resmi prosedürlere dayanir. Ancak hukukun dogru islemesi kurumsal ve prosedürel oldugu kadar ahlaki bir meseledir. Barisçi bir toplumda halkin büyük çogunlugunun yasalara uymasinin sebebi ceza korkusundan degil, hukukun temelde adil olduguna inandiklari ve uymayi aliskanlik haline getirmis olduklari içindir. Adil olmadigina inanildigi zaman yasalara uymama egilimi artar. Hukukun esasta adil olduguna inanilsa bile eger esit sekilde uygulanmazsa, zenginler ve güçlüler hukuki yaptirimlardan münezzeh tutulursa adil olmaktan çikar.
En derin anlamiyla hukuk, bir toplumda yasalarin adil, bagimsiz ve esitlikçi olduguna dair konsensus’u ifade eder. Lider egemen degildir. Egemen olan hukuktur ve lider hukuka uydugu derecede mesruiyet kazanir.
Madem ki modern hukukun 12. yy’da Katolik kilisesinin modern bir bürokratik yapiya kavusmasi ve kendi yasalarini koymasiyla basladigini kabul ediyoruz, dine dayali bir hukukun nasil olup da modern hukukun temelini attigini söyleyebiliyoruz?
Ayri bir dini otoritenin mevcudiyeti hükümdarlari, kendilerinin tek ve mutlak hakim olmadigi, kendilerinden de yüce bir varlik ve onun yasalari oldugu fikrine alistirmis, kurumlasmasini saglamistir. Kendilerini hukukun altinda kabul etmek açisindan Hiristiyan prensleri, Hint racalari veya Arap ve Türk sultanlari ayni konumdaydi. Oysa Çin devleti kendisinden üstün bir dini otoriteyi hiçbir sekilde tanimamis, din adamlarini kendi denetimi altinda tutmustur.
Avrupa disinda hukuk kurumunun dogdugu bir baska dünya medeniyeti de Müslüman Orta dogudur. Bugün bölgenin içinde ve disinda pek çok kisi Arap rejimlerinin hiçbir hukuk veya adalet tanimayan zalim diktatörlükler olduguna inanir. Batililar din ve devletin iç içe olmasini Hiristiyan Avrupa’ya yabanci, tamamen Islam’a özgü bir sey oldugunu, 1979 devriminden sonra Iran’da kurulan teokratik rejimin Islam’in geleneksel biçimine dönüs oldugunu düsünür. Oysa bunlarin hiç biri dogru degildir.
Modern Islami diktalarin ortaya çikisi, bölgenin Bati ile temaslarinda ve bilahare moderniteye geçisinde meydana gelen kazalarin bir sonucudur. Hiristiyan Avrupa’da siyasi ve dini otorite genelde birlesikti. Müslüman dünyasinda upuzun tarihi dönemlerde bunlar birbirinden etkin bir sekilde ayriydi. Müslüman topraklarinda hukuk, Hiristiyanlardaki gibi islev görüyordu: siyasi liderlerin gücünü kontrol altinda tutarak keyfi davranmalarini önlemek. Hukukun üstünlügü Islam medeniyetinin temeli, hatta bir çok açidan tanimlayicisidir.
Hz. Muhammed, onu izleyen dört halife ve Emeviler döneminde dini ve siyasi otorite tek bir kiside toplanmisti. Fakat Emevi prensinin Abbasilerden kaçip Ispanya’da ayri bir halifelik kurmasiyla ayrisma basladi. 11.yy’a gelindiginde, güç o yerin halifesiyle siyasi iktidar sahibi arasinda etkin biçiminde bölünmüstü. Gerçek iktidar sahibi laik liderdi ve “Emir-ül ulema” unvanini tasiyordu. Islam dünyasi teokratik degil, sezaropapist’ti: Iktidar, dini sifat tasimayan liderdeydi. Lider, topraklarinda seriati uygulayan bir halife ve ulema barindiriyordu.
Sünni Müslüman dünyasinda su asla olmadi: Halife ve ulema kendi hiyerarsisine, yetki alanina ve personeline sahip tek ve ayri bir kurum haline gelmedi. Baska bir deyisle, Katolik kilisesine benzer bir Müslüman “kilise” si dogmadi. Dört farkli mezhebin ulemasi kendi yorumunu ve hiyerarsisini olusturdugundan tek bir hukuk gelenegi de ortaya çikmadi. Dini ve laik otorite islevsel olarak birbirinden ayrildi.
- yy Osmanli Imparatorlugunda Tursun Bey sultanin seriattan bagimsiz olarak kendi inisiyatifiyle pozitif kanun çikarabilecegini yazmisti. Bu laik hukuk “kanunname ”adiyla aniliyordu ( kanun kelimesi Avrupa’da kullanilan cannon law – dini hukuk teriminden türemistir.) ve devlet yönetimi, vergi toplama , mülkiyet haklari , para basimi, ticaret gibi kamu islemlerinde uygulaniyordu. Geleneksel seriat ise evlilik, aile, miras gibi kisisel meselelere odaklaniyor ve kadilar eliyle yürütülüyordu. Osmanli Sarayi, dini otoritelerin bagimsizligini daha da kisitlamak amaciyla müftülük makamini kurdu. Müftülük seriatin içerigine yönelik görüs, yani fetva vermeye yetkiliydi. Türkiye Avrupa’nin tam ters yönüne gitmis, siyasetin din üzerindeki baski ve denetimini git gide arttirmisti. Roma kilisesi devletin yetkilerine el atarken Türk devleti dinin yetkilerini baltaliyordu.
Islam Hukuku geleneginden kopus 1869-1876 arasinda derlenen “Mecelle” ile daha da radikal biçimde gerçeklesti. Amaç seriat yasalarini kodlayip tek ve anlasilir bir hukuk seklinde sistematize etmekti. Ulemanin yerini yavas yavas batida hukuk egitimi görmüs yargiçlar aldi. Birinci dünya savasini takiben Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini kurmasiyla halifelik kaldirildi. Türk devletinin Islami temelinin yerini laik milliyetçilik aldi.
Araplara gelince, onlar mecelleyi hiç benimsemediler ve Genç Türkler hareketini takiben Osmanli kimliginden ayri bir kimlik duygusu gelistirdiler. Geleneksel seriat yasalari ile sömürge güçlerinin kendilerine dayattigi Bati hukuk sistemi arasina sikisip kaldilar. Sömürgeci devletlerin Misir, Libya, Suriye ve Irak gibi ülkelerin basina getirdigi geleneksel krallarin yerini çabucak milliyetçi, laik, kanun tanimayan subaylar aldi. Yalnizca hiç sömürge olmayan Suudi Arabistan’da kökten dinci rejim devam etti. Devrimci subaylarin yönettigi Arap ülkeleri halkina ekonomik büyüme ve kisisel özgürlük getirmeyen, baskici diktatörlüklere dönüstü.
21.yy’in basinda Islamciligin yükselisi ve Arap dünyasi boyunca seriat hukukuna dönme talebinin yayilmasinin sebebi, bölgedeki kanun tanimayan otoriter rejimlerden bikkinligin ve yöneticilerin yasalara saygili oldugu zamanlara duyulan özlemin bir yansimasidir. Bir çok Islamci partinin adina ilistirilen “adalet” sözcügü toplumsal esitlikten ziyade siyasi esit muameleye olan talebi yansitmaktadir.
Üstün vasifli otoriter rejimlerin Çin’de, Singapur’da, Güney Kore’de ve Taiwan’da basarili olduklari bir gerçektir. Hukuk ve hesap verebilirligin bulunmadigi bu ortamlarda sistem inanilmaz derecede verimli ve kararli olabilir fakat kaprisli beceriksiz yöneticilerin eline böylesine muazzam bir gücün geçmesi tüm idari sistemi alt üst eder.
BÖLÜM 4
SIYASI HESAP VEREBILIRLIK
Hesap verebilir hükümet demek, yöneticilerin hükümet ettikleri halka karsi sorumlu olduklarina inanmalari ve halkin menfaatlerini kendilerinden üstün tutmalari demektir.
Hesap verebilirlik birkaç sekilde olabilir. Çin’de ve Çin Konfüçyusçülügünden etkilenen diger ülkelerdeki gibi ahlak egitiminden ve kültüründen gelebilir.
Resmi hesap verebilirlik kurallara baglidir: hükümet keyfine göre davranma gücünü sinirlayan belli mekanizmalara tabii olmayi kabul ve taahhüt eder. Bu kurallar genelde anayasada belirtilir ve vatandaslarin kötü yönetim , beceriksizlik veya güç istismari gibi durumlarda hükümeti toptan degistirmesine imkan verir. Günümüzde kurala baglanmis hesap verebilirlik baslica çok partili seçimlerle icra edilir fakat bununla sinirli degildir. O yüzden demokrasi terimi ile esanlamli degildir.
Ingiltere, Bati Avrupa ve Amerika’da kurala bagli hesap verebilirlik ve tam demokratiklesme 20. yy’a kadar gerçeklesmemistir. Yakin çagda Avrupali devlet kurucular, Çinli ve Türk’lerinkiyle tipa tip ayni bir projeye giristiler: ülkenin tüm topraklari üzerinde egemen olan ve ayni tipte yönetilmesini saglayan güçlü bir merkezi devlet kurmak. Bu girisim 15.yy’in sonlarinda baslayip 17.yy’in sonunda tamamlanabildi. Ancak Avrupali monarklar projelerinde çok daha fazla dirençle karsilastilar zira toplumdaki siyasi aktörler Çinlilerin veya Türklerin karsisindakilerden çok daha güçlüydü. Toprak sahibi asiller bagimsiz gelir kaynaklarina ve askeri güce sahiptiler. Korunakli satolarda yasiyorlardi. Oysa Çinliler ve Osmanlilar aristokrasinin gelismesine en bastan izin vermemislerdi.
Hugo Grotius ve Thomas Hobbes gibi yazarlar gerçek egemenin yalnizca tanri degil kral oldugunu savunarak “ Devletin Egemenligi” teorilerini öne sürdüler. Ayni dönemde ticaretin ve imalatin yayginlasmasiyla B. Avrupa’da kapitalizmin emareleri görülmeye baslanmisti. Bir taraftan da kendi kurallarina ve milis birliklerine sahip özerk kentler gelisiyordu.
Matbaanin icadiyla birlesen reform hareketi insanlarin incili okuyup kilise gibi bir aracinin müdahalesi olmadan inanç yolunu bulmasini sagladi. Ampirik veri kütlesinden soyut genel kurallar çikarma ve bu teorileri deneylerle sinama seklinde açiklayabilecegimiz modern bilim yeni bir tür otorite yaratti ve üniversiteler halinde kurumsallasti. Bundan böyle iktidar sahipleri bilim ve teknolojiden yararlanabileceklerdi ama asla tam olarak kontrol edemeyeceklerdi. Bir taraftan da kitlelerin bilinçlenip hak talebinde bulunmasi, daha önce siyasi otoritenin pasif tebaasi konumunda olan burjuvazi, köylü sinifi, isçi, esnaf gibi sosyal gruplarin mobilize olmasina yol açti.
Bütün bu faktörler Monarkin (kralin) keyfi yönetimini önlüyor, asillerin mallarina el koymasina, canlarini almasina, vergileri sinirsiz arttirmasina imkan vermiyordu. Yavas yavas her eylemin belli yasalara, kurallara dayanmasi geregi ortaya çikti. Böylece, Avrupa’da devlet kurma projesinin gecikmesi, hukukun ve hesap verebilirligin gelismesini sagladi. Bunlar olmadan devlet kurulmasi, devletin vatandaslarini daha rahat baski altina almasina imkan verir.
Çagdas hesap verebilir hükümetin evrensel bir ilkeye dayanmasi gerekiyordu; Bu da sudur: “Bütün insanlar esit yaratilir”. Evrensel haklarin taninmasi, bundan sonra gelecek bütün siyasi reformlarin iktidari veya gücü bir elit guruptan alip yerine baska bir elit guruba vermesi degil, tüm toplumun esit siyasi haklara sahip olmasi anlamina geliyordu.
Toplumun içindeki farkli siyasi aktörlerin arasinda kaba bir denge bulunmasi taraflarin hiç birinin tam baskin olmamasini ve uzlasmak zorunda kalmalarini sagladi. Böylece modern liberal demokrasi mucizesi dogdu. Liberal demokrasilerde hükümet hem yasalari uygulatacak kadar güçlüdür, hem de hukuk ve yasamanin denetimi altindadir.
Samuel Huntington’in “ Üçüncü dalga demokratiklesme” adini verdigi süreçte ve komünizmin çökmesiyle bu dinamik daha belirgin hale gelmistir. Üçüncü dalga Ispanya, Portekiz ve Türkiye’de 70’lerde baslamis, oradan Latin Amerika ve dogu Asya’ya siçramis, 1989’da Dogu Avrupa’da komünizmin çökmesiyle tepe noktasina varmistir. Demokrasinin tek mesru hükümet sekli oldugu dünyanin her kösesinde kabul edilmis, ilk olarak ya da yeniden demokratik anayasalar yazilmistir. Ancak gerçek liberal demokrasi bu ülkelerin sadece bir kisminda yerlesmis, ötekilerde tolumun güç dengesi farkli aktörlerin anayasal uzlasmaya kabul etmeye zorlayamamistir. Bir veya bir grup aktör digerlerinden baskin çikarak onlarin haklarini kisitlamistir.
NEDEN HESAP VEREBILIRLIK ? NEDEN MUTLAKIYET ?
Ele alacagimiz bes Avrupa ülkesi - Fransa, Ispanya, Rusya, Macaristan ve Ingiltere - hesap verebilirlik ve temsil sistemi açisindan farkli yollardan geçmistir. Fransa ve Ispanya’da devletin varliklari ufak ufak elitlere satilmis ve halk ezilirken bu tabaka çesitli imtiyazlar ve muafiyetlerle kralin keyfi eylemlerinden korunmus, böylece ortaya zayif bir mutlaki yönetim çikmistir. Rusya’da Çin tipi tam bir mutlakiyet kurulmus, monarsi elitleri istedigi sekilde devlet hizmetinde kullanmistir. Macaristan’da elitler el ele vererek kralin gücüne anayasal denetim koymayi ve hesap verme ilkesini yerlestirmeyi basarmistir. Fakat bu denetim fazla sert oldugundan devlet gelisememistir. Yalnizca Ingiltere’de Parlamento kralin güçlü ve birlestirici egemenliginden ödün vermeden hesap vermesini saglayabilmistir.
Ortaya çikan sonuçlar acaba neden farkliydi ? Çok basit bir model bu farkliligi açiklayabilir. Bu da inceledigimiz tarim toplumlarinda mevcut dört grup arasindaki güç dengesidir: kral , üst soylular , alt soylular ve esnaf.
Avrupa’da devlet, feodal yapidaki bazi soylu ailelerin, digerlerini alt edip daha güçlü hale gelmeyi basarmasiyla ortaya çikmistir: Fransa’da Capetian’lar , Macaristan’da Arpad’lar, Rusya’da Rurik hanedani ve Ingiltere’de fetihten sonra Norman’lar. Bunlarin yükselisi cografya, liderlik, organizasyon, mesruiyet, digerlerini savasla alt etme gibi karmasik nedenlere bagli olmustur.
Üst soylular kendi topragina, ordusuna ve kaynaklarina sahip eski derebeyliklerin kalintisi seklinde tanimlanabilir. Bu grup kendi topraklarini idare edebiliyor veya miras birakabiliyordu.
Alt soylular sosyal statüye sahip fakat fazla arazi ve kaynak sahibi olmayan elitlerdi.
Esnaf diye kisalttigimiz grup, tüccar, esnaf, zanaatkar gibi feodal sistemin disinda, kasaba ve kentlerde yasayan kisilerdi.
Bu dört gurubun disinda , nüfusun çogunlugunu olusturan köylü sinifi vardi. Ancak köylüler daginik halde yerlesmis ve egitimsiz olduklarindan kolektif eyleme geçememisler ve siyasi arenada pek etkili oyuncu olamamislardir. Çin’den Türkiye’ye, Fransa’ya kadar tarim toplumlari zaman zaman siddetli köylü isyanlarina maruz kaldilarsa da bazisi vahsetle olmak üzere hepsi bastirilmistir. Bu isyanlarin bir faydasi, tarimda vergileri arttirmayi düsünürken, Devleti temkinli davranmaya yöneltmistir.
Sz konusu dört gurup arasinda sürekli bir güç çekismesi vardi. Kralin temsil ettigi devlet kendi egemenlik alanini genisletmeye çalisirken devletin disindaki gruplar da hem devlete hem de birbirlerine karsi mevcut hak ve imtiyazlarini korumaya ve genisletmeye çalisiyorlardi. Bu çatismanin sonucu, hangi aktörün kolektif eylemi basarabilecegine bagliydi. Ister zayif ister güçlü, sonuçta ortaya mutlakiyet çikmissa, devlete direnen öteki gruplar kolektif eylemi basaramamislar demekti. Hesap verebilirligin yerlesik oldugu durumlarda devlet diger siyasi gruplarla iliskisinde nispeten zayif demekti. Birlestirici bir devlet ile ayni derecede iyi örgütlenmis, kendi çikarlarini koruyabilen toplum arasinda oldukça iyi bir güç dengesinin mevcut oldugu durumlarda parlamenter hükümet kuruluyordu.
Zayif Mutlakiyet
Zayif bir devletin nispeten iyi örgütlenmis bir toplumla karsilastigi ancak onu yine de egemenligi altinda tuttugu Fransa ve Ispanya’da zayif bir mutlakiyet kurulmustu. Her ikisinde de devletin iktidar tabani sarayin kraliyet topraklari ile dogrudan vergilendirebildigi, bagli topraklardan olusuyordu. Kral fetihlerle etki ve yetki alanini genisletmeye kalkinca yüksek savas giderleri Fransa ve Ispanya monarklarini iflasin esigine getirdi.
Fransa’da devleti temsil eden kral baslangiçta elitlere özel hak ve imtiyazlar vererek karsiliginda onlarin sadakatini satin aldi. 1557’de Iflastan ve borçlarin Grand Parti’ye temlikinden sonra devlet dairelerini zengin bireylere satmaya basladi.
Ispanya, Yeni Dünya’dan gelen gelirlerle 17.yy’in sonuna kadar idare etti ancak Italya ve Belçika – Hollanda ile giristigi hanedan savaslarina dayanamadi ve iflas ederek devletin topraklarinin bir bölümünü toptan açik arttirmayla satmak zorunda kaldi.
Fransa ve Ispanya monarklarinin sahip olduklari iktidar gücünü arttirma imkani, öteden beri mevcut hukuk sistemiyle ciddi biçimde kisitlanmisti. Monarklar tebalarinin feodal hak ve imtiyazlarina saygi göstermek zorundaydilar. Her firsatta vergilendirme ve savasa çagirma yetkilerini genisletmeye ugrasiyorlar, hukuku egmeye, bükmeye çalisiyorlar ancak asla hukuku ortadan kaldirmaya veya görmezden gelmeye kalkismiyorlardi.
Devletin zafiyeti her iki ülke için de ölümcül oldu. Devletin kurulma süreci elitlere vergi muafiyeti taninmasina dayandigindan yük tamamen esnaf ve köylünün sirtina binmisti. Her iki ülke de yöneticilerinin emperyalist hirslarini karsilamaya yetecek gelire sahip degildi. Sonuçta iki devlet de mesruiyetini kaybetti. Fransa’nin basarisiz reform çabalari ihtilalin yolunu açti.
Güçlü Mutlakiyet
Rusya’nin atli ordulara hiçbir engel çikarmayan dümdüz açik stepleri dört bir yandan gelen akinlara maruz birakiyordu onu. Bu atli akinlarla savasan Rus beyleri arasinda bulunan Muscovy dükü Tatarlara karsi savas kazanarak diger beylere üstünlük sagladi ve Muscovite devletini kurdu. Ülkedeki Mogol istilasi henüz yeni sona ermis oldugundan yerlesik soylular yoktu. Bati’ya benzer hukuk gelismemisti. Patrik Bizans’taki Dogu Kilisesi tarafindan seçiliyordu ve siyasette etkin degildi. B. Avrupa’dakinin aksine , serfler-köylülerin her türlü özgürlügü kisitlanmisti, kaçabilecekleri özgür kentler yoktu. Disaridan reform, aydinlanma gibi hiçbir fikir girip yayilamiyordu. Bu yüzden devletin güçlü oldugu bir mutlakiyet yerlesti Rusya’ya.
Ingiltere’nin Farki
Bu örneklere bakinca, Ingiltere’nin basarisinin daha da çarpici oldugu görülür. Ingiltere’de krala karsi haklarini korumak için kilit sosyal guruplar arasinda çok daha fazla dayanisma vardi. Bu dayanismanin merkezi olan parlamento üst soylulardan toprak sahibi köylülere kadar ülkenin bütün mülk sahibi temsilcilerini kapsiyordu.
Ingiltere de tipki Fransa, Ispanya, Macaristan ve Rusya gibi önce kabile, daha sonra feodal bir toplum yapisindaydi. Merkezi devlet 16.yy’in sonlari ile 17.yy’in baslarinda olusmaya basladi. Bu ülkelerde elitler özel meclisler çatisinda birlesmislerdi. Bu meclisler Ingiltere’de Parlamento, Fransa’da egemen mahkemeler, Ispanya’da Cortes, Macaristan’da Diet, Rusya’da Zemakiy sobor adini aliyorlar ve krala destek vermek yaninda Monark’in mesruiyetini onaylayan kurumlar olarak görev yapiyorlardi. Fransa, Ispanya ve Rusya’da bu meclisler birlesip kralin hesap verebilirligini garantileyen bir anayasa yapilmasini saglayamadilar. Ingiltere’de ise parlamento hem güçlü hem de kapsayici-birlestirici idi. Lordlar ve din görevlileri yaninda esas kitleyi temsil eden ve avam adi verilen mülk sahibi halki da içeriyordu. Krallarin vergileri yükseltme, yeni ordu kurma veya yasalari çigneme gibi niyetlerinin karsisina dikilecek kadar güçlüydü.
Macaristan
Macaristan’da da Diet’te temsil edilen soylular güçlü ve iyi örgütlenmisti. Krali Anayasanin denetimi altinda tutuyorlardi. 1490’da Matyas Hunyadi’nin ölümünden sonra soylular merkezi devletlesme yolunda baslatilan adimlari tersine çevirdiler. Tüm ülkeyi kalkindirmak yerine vergilerini düsürtüp, haklarini arttirdilar. Ülkeyi kendisini savunamayacak duruma düsürdüler. Ingiltere ise 17.yy’daki Anayasalasmayi takiben Avrupa’nin en güçlü ülkesi oldu. Bireysel özgürlük gelenegine ragmen halk da güçlü bir devletten yanaydi. Herkese esit adalet sistemini gelistiren ilk devletlerden biriydi, mülkiyet haklarini koruyordu ve donanmasinin üstüne yoktu.
Fikirler de etkili oldu. 17.yy’in sonlarinda Hobbes ve Locke gibi düsünürler “siniflara ve servetlere dayali feodal toplum düzeni ” kavramina karsi çikarak devletle vatandas arasinda sosyal kontrat olmasi gerektigini savundular. Hobbes, Laviathan adli eserinde insanlarin gerek tutkularinda, gerekse siddete egilimlerinde temelde esit oldugunu savundu. Hobbes da bu yargiyi kabul edip yönetilenin rizasi olmaksizin mesru yönetimin mümkün olamayacagi kavramini ilave etti. Haklar soyut ve evrenseldiler, güçlü bireyler veya makamlar tarafindan ilga edilemezdi. Bu ve buna benzer fikirler yayilincaya kadar Macaristan çoktan Türkler ve Avusturyalilar arasinda paylasilmisti.
Danimarka’ya Ulasmak
Madem ki baslangiçta Danimarka’nin nasil Danimarka, yani yasalara uyan, demokratik, zengin, dünyanin en düsük yolsuzluk oranina sahip, iyi yönetilen bir ülke haline geldigi sorusundan yola çiktik, o halde cevaplandirmaya çalisalim.
1500’de, diger Iskandinav ülkeleri gibi Danimarka’nin da Avrupali öteki toplumlardan bir farki yoktu. Çok eski soydan gelen kral iyice zayifti. Ekonomi önceleri toprak sahiplerinin elindeydi. Fakat Baltik Denizi girisindeki konumu sayesinde dis ticaret zamanla daha etkinlesince Norveç, Izlanda ve Germenleri kontrolü altina alan uluslar arasi bir güç haline geldi.
Protestan Reformu Danimarka ve öteki Iskandinav ülkeleri üzerinde müthis degisim yaratti. Martin Luther’in fikirleri uzun süredir Katolik Kilisesine duyulan öfkeyi körükledi. Danimarka’da kisa süren bir iç savas Protestanlarin galibiyetiyle sonuçlaninca 1536’da Lutheran Danimarka kilisesi kuruldu. Kral da bunu firsat bilip ülkenin %30’unu kaplayan kilise topraklarina el koydu.
Reformun Danimarka siyaseti üzerindeki gerçek etkisi köylülerin okuma- yazma ögrenmeye tesvik edilmesinde görüldü. Lutheranlar siradan insanlarin da Incil’i okuyarak Tanriya dogrudan dogruya ulasabilmesi gerektigine inaniyorlardi. 16.yy dan itibaren Lutheran Kilisesi’nin Danimarka’nin her köyünde açtigi okullarda papazlar halka okuma yazma ögretti. Öyle ki, 17.yy’a gelindiginde Danimarka’da ve diger Iskandinav ülkelerinde köylüler nispeten iyi egitimli ve iyi örgütlenmis bir sinif olarak ortaya çiktilar. 1848 de anayasal monarsi iktidara geçtikten sonra köylüler ve burjuvaziyi temsil eden liberaller siyasi katilim hakki için bastirdilar ve ertesi yil elde ettiler. Böylece Danimarka’da modern piyasa ekonomisinin ve demokrasinin gelismesi, çevresindeki bütün ülkelere göre çok daha sancisiz ve çatismasiz gerçeklesti.
Danimarka’ya ulasmak için Danimarkalilar çesitli yollardan, tarihi evrelerden geçmis, çesitli kosullar ve rastlantilar bir araya gelmistir. Tipa tip aynisi baska yerde kopyalanamaz. Fakat modern demokrasi için hangi yol seçilirse seçilsin önemli olan güçlü bir devlete, hukukun üstünlügü ilkesine ve hesap verebilir hükümete sahip olmaktir.
BÖLÜM 5
SIYASI GELISME TEORISINE DOGRU SIYASI GELISME VE SIYASI YOZLASMA
Insan toplumlari kurumlar söz konusu oldugunda olaganüstü tutucu davrandiklarindan, her kusakta bütün geçmisi silip süpürüp temiz bir sayfa açmazlar. Eski kurumlarin ömrü çok uzundur; yenileri genelde onlarin üzerine insa edilir. Örnegin asiretler sosyal örgütlenmenin en eski sekillerinden biri olmasina ragmen modern dünyanin pek çok bölgesinde mevcudiyetlerini sürdürmektedirler. Bu mirasi dikkate almadan, simdiki dünyada degisim olanaklarini anlamak imkansizdir. Zira günümüzün siyasi oyuncularinin önündeki seçenekleri kisitlarlar.
Dahasi, kurumlarin hangi tarihi sartlar altinda ilk ortaya çiktigini anlamak, bunlarin modern kosullarda bile transfer veya taklit edilmesinin neden çok güç olacagini anlamamizi saglar. Örnegin özel mülkiyet yalnizca ekonomik nedenlerle ortaya çikmadi; kabilelerin atalarini gömecek ve ölülerin ruhuna huzur verecek bir yere ihtiyaçlari vardi. Benzer sekilde, hukukun kutsalligi, hukukun dini temelinden kaynaklanmaktadir. Avrupa’da ve Çin’de devlet, durmaksizin süregelen savaslarin dogurdugu kosullar sonucu dogmustur. Dolayisiyla bu kurumlari söz konusu dis faktörler olmaksizin yeniden yaratmaya kalkismak bosuna mücadeledir. Bu kitapta verilen kurumsal gelismenin tarihçesini söyle özetleyebiliriz.
Siyasetin Biyolojik Temeli
Insanoglu, sosyal davranisini kendi belirlemekte tamamen özgür degildir. Ortak biyolojik yapiyi paylasirlar. Bu yapi tüm dünyada hayret edilecek derecede benzerlik gösterir. Zira çagimizda Afrika disinda yasayan insanlarin hepsi 50.000 yil önce Afrika’dan göç eden nispeten küçük bir gurup bireyin torunlaridir. Bu ortak yapi siyasi davranisi belirlemez fakat mümkün olan kurumlarin çerçevesini ve sinirlarini belirler.
Insanlar asla toplum öncesi bir dönemde, yani tek baslarina yasamamistir. Tipki primat atalari gibi her zaman soya dayali, çesitli boylarda sosyal guruplar halinde yasamislardir. Bu o kadar uzun sürmüstür ki toplumsal is birligi için gereken bilissel ve duygusal benlikler genlerine islemistir.
- Insanin dogal sosyalligi iki ilke çerçevesinde örülmüstür: akraba tercihi ve karsilikli fayda. Akraba tercihi ilkesine göre, insanlar paylastiklari gen oraninda genetik akrabalarina yakin davranirlar. Karsilikli fayda ilkesine göre ise insanlar diger bireylerle iliskileri sürdükçe zaman içinde karsilikli fayda veya karsilikli zarar verme iliskileri gelisir.
Karsilikli fayda, akraba tercihi gibi genetik akrabaliga degil, dogrudan dogruya tekrar tekrar sürdürülen kisisel iliskilere ve güvene dayanir. Bu tür sosyal is birligi akraba olmayan insanlarin da bir araya gelip kurumlar olusturmasinin genetik sifresidir.
- Normlara ve kurallara uymak insanlarin yaradilisinda vardir. Kurumlar esasinda bireylerin seçme özgürlügünü kisitlayan kurallar dizini olduguna göre insanlarin kurum yaratmaya dogal egilimleri vardir diyebiliriz. Kurallar bireylerin diger bireylerle sosyal akit yapmak suretiyle kendi çikarlarini maksimize ederken kolektif eylemi mümkün kilar. Ancak kurallara uyma içgüdüsü genellikle mantiktan ziyade duygulara dayanir. Suçluluk, utanç, gurur, öfke ve hayranlik gibi duygular dogustan var olup, kisi büyüdükçe kültürel olarak aktarilan kurallar çerçevesinde kisinin davranisini belirler.
Insanlarin kurallara içsel deger atfetme egilimi toplumlarin neden o kadar tutucu oldugunu açiklamaya yardim eder. Kurallar baslangiçta belli bir takim çevresel kosullara daha iyi uyum saglamak için kabul edilmis olabilir fakat bu kosullar degistikten ve kurallar islevsiz, hatta zararli hale geldikten sonra bile toplumlar onlara siki sikiya yapisir.
-Insanoglunun siddete dogal egilimi vardir. Var olduklari ilk andan itibaren insanlar tipki primat atalari gibi diger hem cinslerine siddet uygulamislardir. Ayni zamanda da bu siddeti kontrol veya kanalize etmek için kurumlar var olmustur hep. Aslinda siyasi kurumlarin en önemli islevlerinden biri siddetin basladigi esigi yükseltmek ve kontrol altina almaktir.
-Insanlarin yalniz maddi kaynaklara degil, sayginliga da dogal ihtiyaci vardir. Sayginlik, kisinin varliginin ve degerinin baskalari tarafindan kabul görmesidir. Baska bir deyisle Statü’dür. Sayginlik veya statü için verilen mücadele kaynaklar için verilen mücadeleden çok farklidir. Zira izafi- görecelidir. Bir insanin statüsünün yüksek olabilmesi için bazilarinin alçak olmasi gerekir. Siyaset’in çogu, statü etrafinda döner. Islamiyetin baslangicinda Arap kabilelerinin Orta Dogu ve Afrika’da savasmalarinin sebebi, dinlerine statü kazandirmakti; aynen Avrupali savasçilarin Hiristiyan bayragi altinda Yeni Dünya’yi fethettigi gibi. Unutmamak gerekir ki insanlarin ana dürtüsü ekonomik kaynaklar degildir. Tarihte siddet çogu zaman zenginlik degil, sayginlik pesinde kosan insanlar tarafindan gerçeklestirilmistir. Çatismalar da ekonomik fayda saglamanin ötesine tasinip ekonomik zarara yol açmistir.
Sebep olarak Fikirler
Toplumlarin neden farkli oldugunu ve gelismeleri esnasinda neden farkli yol izledigini açiklarken fikirleri esas sebep olarak kabul etmezsek anlamli bir siyasi gelisim teorisine ulasamayiz.
Bütün toplumlar gerçek durumun neden ve nasil meydana geldigini açiklamak için zihinlerinde çogunlukla görünmez, hayali bazi modeller olusturmuslardir. Bu modellerle gerçek durumlari anlamaya, tahmin etmeye veya degistirmeye çalismislardir. Eski toplumlarda bu görünmez güçler seytanlar, tanrilar, ruhlar vs idi. Günümüzde yerçekimi, radyasyon, meteorolojik olaylar vs. bunlarin yerini almistir. Bütün dini inançlar gerçegin zihinsel modelini olusturur. Dinde hala günümüzdeki olaylar görünmeyen güçler tarafindan gerçeklestirildigine yorulur zira her seyi sadece ampirik verilere dayanarak dogrulamak mümkün degildir.
Özellikle din kisvesine bürünen zihinsel modeller büyük çapli kolektif eylemi kolaylastirir. Dini inanç insanlari yalnizca maddi çikar için yapmayacaklari seyleri yapmaya sevk eder. Inanç ve kültür paylasimi, ortak hedefler belirlenmesini ve ortak sorunlara isbirligi içinde çözüm bulunmasini saglar.
Çagdas dünyamizdaki dini çatismalari gözlemleyen pek çok kisi mevcut haliyle dine düsmanlik duymakta ve onu siddet ve hos görüsüzlügün kaynagi olarak görmektedir. Çok çesitli dinlerin mevcut oldugu, birbiriyle iç içe geçmis dünyamiz için bu dogru olabilir fakat unutulmamalidir ki tarihi baglamda din sosyal iliskide akrabaligi ve arkadasligi asan genis toplumsal isbirliginin kurulmasinda büyük faktör olmustur. Ayrica, Marksizm- Leninizm veya nasyonalizm gibi bazi toplumlarda dinin yerini alan laik ideolojiler de sirasinda yikicilikta dinden asagi kalmamistir.
Zihinsel modeller ve kurallar girift biçimde iç içe geçmistir. Zira toplumun izlemesi gereken açik kurallar koyarlar. Dinler teoriden ötedir; insanlarin siki sikiya bagli kalmasini talep eden kurallar silsilesidir. Mantiktan ziyade duygulara hitap eder. Dogrulanamamakla birlikte yalanlanamazlar da. Bütün bunlar toplumlarin tutuculugunu körükler. Zihinsel modeller bir defa benimsendi mi, yeni kanitlar ve sartlar aksine isaret etse bile vazgeçilmez.
Birbirinden ne kadar farkli olursa olsun dinin bütün toplumlarda varligi, onun insanin bünyesinin bir parçasi olduguna, sonradan ögrenme degil, dogustan geldigine isaret etmektedir. Samanizm ve büyüden baslayip atalara tapmaya , çok tanriliktan tek tanrililiga ve daha ileri doktrinlere kadar degisim göstermistir.
Dini fikirlerin siyasi sonuçlar vermesi çok sik rastlanan bir olaydir. Örnegin Katolik kilisesi mülkiyet haklarinin ve hukukun gelismesinde büyük rol oynamistir. Bir taraftan da Hindistan’daki Brahma, Müslüman toplumlarindaki ulema gibi din adamlari sinifi kendi kesesini doldurmaktan geri kalmamistir.
Kurumlar
-Bu kitapta ben “kurum” terimini Samuel Huntington’in anlamiyla kullandim:
“ Istikrarli, deger verilen, birbirini tekrarlayan davranis biçimi”.
Devlet adi verilen kurum için de hem Max Weber’in devlet tanimini kullaniyorum:
“Sinirlari belli bir alanda siddet uygulamanin mesruiyetini elinde bulunduran örgüt”,
hem de onun modern devlet için zikrettigi kriterleri:
“Devletler teknik uzmanlik ve deneyime dayali rasyonel bir isbirligine tabi olmali ve vatandaslarini kollarken de yasalari uygularken de vahsi davranmamalidir.”
Sahsa göre davranmayan modern devletlerin hem kurulmasi, hem de sürdürülmesi zordur. Zira akraba ve tanidiklarini kollama baska tür normlarin ve tesviklerin bulunmadigi durumlarda dogal iliski seklidir. Modern organizasyonlarin baska özellikleri de vardir. Samuel Huntington devleti olusturan kurumlarin gelismislik derecesini ölçen dört kriterden söz eder: esneklik-katilik, karmasiklik-basitlik, bagimsizlik-biat ve birlesiklik– daginiklik. Buna göre bir kurum ne kadar esnek, karmasik, bagimsiz ve birlesik ise o kadar gelismis demektir.
Esnek bir örgüt degisen bir dis çevreyi degerlendirip kendi iç prosedürlerini ona göre uyumlastirabilir. Dis çevreler her zaman degistigi için esnek örgütler ayakta kalabilir ancak.
Gelismis kurumlar, isbölümünün ve uzmanlasmanin daha fazla olmasi dolayisiyla, daha karmasiktirlar. Kabilede veya beylikte reis veya bey ayni zamanda bas komutan, bas rahip, vergi toplayici ve Yargitay baskani olabilir. Gelismis bir devlette bütün bu görevler is tanimlari belli, isinde uzmanlasmis kurumlar tarafindan yürütülür.
Kurumlasmanin son iki ölçütü olan bagimsizlik ve birlesiklik birbiriyle iç içedir. Bagimsizlik, bir kurumun, onu öteki sosyal güçlerden ayiran kendi tüzel kisiligini gelistirmis olmasi demektir. Örnegin hukukun hükümetin gücünü sinirlama derecesi büyük ölçüde yarginin kurumsal bagimsizlik derecesine baglidir. Bu durumda hukukta bagimsizlik, Baro ve Yargi mensuplarinin hiçbir siyasi müdahale olmaksizin egitilmesi, istihdami, terfisi ve disiplini anlamina gelir.
Birlesiklik ise, bir siyasi sistemde farkli örgütlerin rollerinin ve misyonlarinin ne derece net ve kabul görür oldugunun ölçüsüdür. Daginik bir siyasi sistemde bir isten, örnegin vergi toplamadan veya kamu güvenliginden bir çok kurum sorumlu görünür fakat hangisinin ne yapacagi, isin gerçek sahibinin kim oldugu belli degildir. Kendisine bagli kurumlardan ziyade bir çok bagimsiz kurumdan olusan devlet mekanizmasi çok daha birlesiktir. Daginik toplumlarda iktidarin yakinlarina farkli devlet hizmetleri için belirsiz yetki verilir veya bazi kisiler için özel yetkili mevkiler yaratilir. Kamu yönetiminde sadakat ve biat yetenegin önüne geçer.
Bu uygulamalar gelismekte olan ülkelerin çogunda, hatta bazi gelismis ülkelerde hala geçerlidir. Yetkilerin bakanliklar arasinda resmi dagilimi da her zaman daginikligi önlemeye yetmez.
Kurumlasmanin bu dört ayakli tanimi bizi su kavrama ulastirir: kurumlar, onlari her hangi bir zamanda isleten/yöneten kisilerin ötesinde varligini sürdüren yerlesik kurallar ve davranislar bütünüdür. Muhammed yasami süresince Medineli kabileleri kendi kisiligi ve karizmasinin gücü ile bir arada tutmustu fakat ölümünden sonra kimin halife olacagini belirleyen bir sistem birakmamisti. Arkadan gelen kusakta liderlik mücadelesi neredeyse genç dinin yok olup gitmesine sebep olacakti. Zamaninda kurumsallasmamanin sancilari bugün hala Sünni-Sii ayrimi seklinde çekilmektedir. Müslüman dünyasinda daha sonra basarili olan rejimler, Osmanlilarin devsirme sistemi gibi kisilere bagli olmayan kurumlari kurduklari için basarili olmuslardir. Kurumlari liderler sekillendirebilir ancak gelismis kurumlar zayif liderlere ragmen yasamini sürdürmekle kalmaz, yeni ve daha iyi liderleri istihdam edip egitecek sisteme de sahiptirler.
Siyasi Yozlasma
Kurumlarin gelismesi nasil siyasi gelisme sagliyorsa, tersine, toplumlarin kurumsuzlastigi siyasi yozlasma süreci de yasanabilir. Siyasi yozlasma yaratan iki süreç mevcuttur.
Kurumlar en basta, belli bir ortamin zorluklariyla mücadele edebilmek için kurulur. Bu ortam toprak, kaynaklar, iklim ve cografya gibi fiziki veya rahipler, düsmanlar, müttefikler gibi sosyal de olabilir. Kurumlar bir defa yerlesti mi genelde korunur; aksi halde “istikrarli, deger verilen, birbirini tekrarlayan davranis biçimi” olmazlardi. Ancak kurumlarin yasamasi için kendine has güçlü sosyal normlar, ayinler, törenler ve benzeri psikolojik unsurlarla desteklenmelidir. Kurumlasma olmasaydi, uyulacak hiçbir kural bulunmayacagi için toplumlar büyük kargasa içinde kalirlardi. Istikrar diye bir sey olmazdi.
Öte yandan kurumlar söz konusu oldugunda toplumlarin son derece tutucu davranmasi, baslangiçta bir kurumun yaratilmasina yol açan kosullar degistiginde o kurumun yeni sartlara çabucak uyum saglayamamasina sebep olur. Kurumlar ile dis ortamin degisim hizlari arasindaki tutarsizlik siyasi yozlasma veya kurumsuzlasma nedenidir.
Tutuculuk miadi dolmus, basarisiz kurumlari degistirmeyi önlemekle kalmaz, basarisizligi ve degisim geregini fark etmeyi de önler. Sosyal psikolojide “bilissel tutarsizlik” denen bu duruma tarihte sikça rastlanir. Bir toplum üstün kurumlari sayesinde daha zengin veya askeri açidan daha
güçlü hale geldiginde ondan daha kötü durumda olan öteki toplumlarin mensuplari varliklarini sürdürmek istiyorlarsa, ileri toplumun bu üstünlüklere gelismis kurumlari sayesinde ulastigini dogru teshis etmeleri gerekir. Sosyal sonuçlar çesitli sebeplerden dogabilecegi için zaaf ve basarisizliklara akla yakin fakat yanlis açiklamalar bulmak çok kolaydir. Roma’dan Çin’e nice toplumlar askeri yenilgilerini dini vecibeleri yeterince yerine getirmemeye baglamislardir; bu toplumlar vakitlerini ordularini yeniden donatmaya ve teskilatlandirmaya ayiracaklarina yeni ibadet ve kurban sekilleri bulmaya ayirdilar. Günümüzde de sosyal basarisizliklari Yahudiler olsun, Amerikan emperyalizmi olsun, dis mihraklara baglamak çok sik basvurulan, yaygin ve kolay bir yöntemdir.
Siyasi yozlasmanin ikinci türü yakinlari kollama, halk deyisi ile “torpil” dir. Akrabalari veya karsilikli fayda iliskisi içinde oldugu kisileri kollamak insanin dogasinda vardir. Siyaset tarihinin belli dönemlerinde siyasi örgütlenmenin tek sekli buydu. Fakat kurumlar gelistikçe islev ve yetenege dayanan istihdam için yeni kurallar kondu: Çinlilerin kamu hizmetine giris sinavi, Türkiye’de devsirme sistemi, Katolik papazlarinda evlenme yasagi bundan kaynaklaniyordu. Fakat sahsilige dayanmayan bu sistem daima baski altindadir. Bir mevkiye kisisel yetenekleriyle ulasan insanlar hemen çevrelerini kendi akraba ve yakinlariyla doldurmaya kalkarlar veya mevkilerini onlara devretmeye çalisirlar. Bu da hem kurumlar, hem de iktidarini sürdürmek isteyen liderler üzerinde baski yapar. Osmanlilarda enflasyon ve bütçe açiklari Yavuz Selim ve Kanuniyi Yeniçerilere taviz vermek zorunda birakmisti. Fransa ve Ispanya’da yozlasma iyice çigirindan çikmis ve kamu görevleri özellestirilerek miras birakilabilen mülk haline gelmisti.
Iki tip yozlasma - kurumsal katilik ve torpil - genelde birbirine paralel isler çünkü mevcut sistemden yararlananlar reformlara da karsi çikarlar. Sistem hep birlikte çöktügünde parçalari toplamak genelde torpili yapana düser.
Siddet ve Islevsiz Denge
Degisen çevre kosullarina uyum saglamakta kurumlarin neden bu kadar yavas davrandigini yalnizca insanin dogal egilimlerine baglamak yeterli olmaz. Bir toplumda bir kurum veya kurumlar sistemi toplumdaki bir grubun yararina olurken bazilarinin çikarlarina zarar verir. Devleti arkasina alan gruplar iktidara yakin olmanin rantini maddi kazanç veya statü seklinde elde ederler. Bu elit gruplar mevcut kurumsal düzenden yarar sagladiklari için statükoyu mümkün oldugunca uzun süre korumaya çalisirlar. Kurumsal degisim – örnegin vergileri yükselterek saglik sistemini iyilestirme - herkesin yararina olsa bile iyi örgütlenmis gruplar degisimi veto edebilir. Bu tür toplu harekete ekonomistler islevsiz denge adini verir. Mevcut kurumsal yapinin degismesi oyunculara fayda saglamaz ama degismemesi de tüm toplum açisindan faydali degildir; yani islevsiz denge söz konusudur.
Çikar gruplari her toplumda zaman içinde bir araya gelip kendi dar imtiyazlarini savunmak amaciyla rant pesinde kosan koalisyonlar olusturma egilimindedirler. Bu guruplar, Hak ve menfaatleri siyasi sistem içinde çogunlukla temsil edilemeyen genis halk kitlelerine nazaran çok daha iyi organizedirler. Demokrasi bu aykiriligi biraz düzeltse de tam olarak ortadan kaldiramaz.
Gerekli kurumsal degisimi engelleyerek siyasi yozlasmaya yol açan rantiyeci koalisyonlarin pek çok örnegi vardir. En klasik örnek bizzat rant teriminin türedigi eski Fransa rejimidir. Monarsi, iktidarini korumak için 200 yil boyunca elitlere durmaksizin taviz vermis, sonunda devlet parça parça satilmistir. Durum ancak ihtilal ile düzelmistir.
Sonuç itibariyle toplumlarin kurumsal innovasyona gidebilme yetenegi, reformlari veto gücüne sahip siyasi çikar guruplarini bertaraf etme becerisine baglidir. Bazen ekonomik degisim mevcut elitlerin konumunu zayiflatip yerine yenilerini getirir. 17. Yy Ingiltere’sinde topragin getirisi ticaret ve imalatin gerisinde kalinca burjuvazi güçlenirken aristokrasi zayiflamistir. Reformdan sonra Iskandinavya’da papazlarin okuma-yazma ögretmesi köylülerin sosyal hayatta daha aktif olmasini saglamistir. Bazen da sadece ve sadece liderligin gücü ve daha geride kalmis gruplardan koalisyon kurma becerisi degisimi dogurur. Zaten siyasetin özü de bu degil midir: liderlerin otorite, mesruiyet, ürkütme, pazarlik, karizma, fikirler ve organizasyon birlesiminden yararlanarak istedigini elde etmesi.
Islevsiz dengenin kolay kolay bozulmamasi, kurumsal degisim ve reformlarda siddetin neden ön planda oldugunu anlamimiza yardim eder. Klasik bakisla siddet, siyasetin çözmeye çalistigi bir problem olarak görülür. Fakat bazen de kurumsal degisimi engelleyen yerlesik çikar gruplarini yerlerinden etmenin tek yolu siddettir. Ölüm korkusu maddi kazanç arzusunun önüne geçtigi için davranislarda kökten degisime yönlendirir. Almanya’nin üst üste girdigi iki dünya savasi kurumsal degisimi engelleyen Junker sinifini ortadan kaldirdigi için 1945’te demokratik Almanya dogmustur. Amerikan Anayasasi kölelik kurumuna izin veriyordu.
Köleligin kaldirilmasi ancak iç savastan sonra mümkün olabildi. Bu da 600.000 cana mal oldu.
SIYASI GELISME DÜN VE BUGÜN
Samuel Huntington’in 1968 tarihli kitabi “Degisen toplumlarda Siyasi Düzen” de ana fikir sudur: Siyasi gelismenin kendine has bir mantigi vardir ve bu mantik kalkinmanin ekonomik ve sosyal boyutlarindan farklidir. Bazen ekonomik ve sosyal modernizasyon siyasi gelismenin önüne geçer. Bu durumda, mevcut siyasi sistemde barinamayan yeni sosyal guruplarin mobilize olmasiyla siyasi yozlasma baslar. Iste, yeni bagimsizligina kavusmus ülkelerin 1950’lerde ve 1960’larda yasadiklari ardi arkasi kesilmez darbelerin, ihtilallerin ve iç savaslarin sebebi budur.
Harvard, MIT gibi üniversitelerin de destekledigi modernizasyon teorisi ise iyi seylerin hep birlikte el ele gittigini savunur. Ekonomik kalkinma; akrabalik iliskilerinin zayiflayip bireyselligin ön plana çikmasi; egitimin daha yaygin ve kaliteli hale gelmesi; basari, rasyonellik ve laiklik gibi degerlerin önem kazanmasi ve demokratik siyasi kurumlarin ortaya çikmasi bir bütünün birbirine bagli parçalari olarak görülür.
Huntington, iyi seylerin her zaman el ele yürümedigini savunarak modernizasyon teorisini çürütmüstür. Ona göre bilhassa demokrasi her zaman siyasi istikrar getirmez. Siyasi düzen demokratiklesmeden daha fazla öncelik tasir. “ Otoriter geçis dönemi” adi verilen bu kalkinma stratejisi Türkiye, Güney Kore, Tayvan, Endonezya ve Singapur tarafindan uygulanmistir. Bu ülkeler önce otoriter yönetimler altinda ekonomik modernizasyon saglamislar daha sonra siyasi sistemlerini demokrasi sinavina açmislardir.
Tarih bize göstermektedir ki kalkinmanin farkli boyutlari birbirinden ayri tutulmalidir. Çinliler iki bin yil önce hukuk, demokrasi, bireysellik ve kapitalizm olmaksizin modern bir devlet kurmayi basarabilmislerdir.
Avrupa modernitesinin kökleri Protestan reformundan çok öncesine dayanir. Germen barbarlarin Hiristiyanligi kabulüyle daha orta çagda akrabaliga dayanan toplumsal örgütlenmeden çikis baslamistir. 13. yy’dan beri kadinlar dahil bireyler serbestçe mülk alip satabiliyorlardi. Modern
hukuk düzeninin kökleri Katolik kilisesinin 11.yy sonlarinda imparatora karsi yürüttügü mücadeleye uzaniyordu. Ilk bürokratik organizasyon kilisenin kendi iç islerini idare etmek için kurulmustu. Modernizasyonun önünde engel olarak lanetlenen Katolik Kilisesi uzun vadeli baktiginizda en az Reform kadar modernitenin öncülügünü yapmisti.
Neticede Avrupa’nin Modernizasyona geçisi ani bir patlamayla kalkinmanin bütün boyutlarinin degismesi seklinde degil, neredeyse 1500 yil süren bir dizi ufak ufak degisimler seklinde gerçeklesmistir. Bu yüzden kalkinmanin ekonomik, siyasi ve toplumsal boyutlarini birbirinden ayri tutmak ve dönem dönem iç içe geçen farkli olgular olarak aralarindaki iliskiyi anlamaya çalismak gerekir. Bu iliskilerin tabiati Malthus dünyasinin tarihi sartlarindan çok farklidir.
Thomas Malthus
Dünya 1800’lerde Sanayi Devriminin baslamasiyla olaganüstü degisim geçirmistir. Ondan önce, teknolojik gelismelerle saglanan verim artisina dayali büyüme söz konusu degildi. Ufak tefek verimlilik artisi ancak birkaç kusak sonunda elde ediliyordu. 1778 de Ingiliz din adami Thomas Malthus dünya nüfusundaki artisin tarimdaki artisin çok ötesine geçecegini, sonunda açlik, hastalik ve savasla normal hale dönecegini savunuyordu. Bu savin hemen akabinde Sanayi devriminin baslamasi ve onu izleyen teknolojik gelismeler sayesinde verim hizla arttigindan Malthus’un öngörüsü dogru çikmadi.
Ancak onun bu teoriyi ortaya koymasina yol açan o zamanki dünyanin kosullari çok farkliydi. Degisimin dinamik kaynaklari sinirliydi. Devletin insasi Çin’de ve Avrupa’da yüzyillar aldi. Zaman zaman görülen siyasi yozlasma dönemleri süreci geriletiyordu. Yeni dinler ve ideolojiler ortaya atilsa da bunlarin yayilmasini saglayacak teknolojik araçlar mevcut degildi. Roma’nin Çin’de kurulan devletten haberi yoktu.
Budizm ancak Himalayalari asip Çin’e kadar ulasabilmisti. Ortadogu, Hindistan ve Avrupa’da apayri hukuk gelenekleri yasaniyordu.
Çagdas Kosullarda Kalkinma
Sanayi devriminden sonra en önemli degisim ekonomik büyüme ‘de kaydedilmistir. Kalkinmanin bütün boyutlarini sekillendiren ekonomik büyümedir. Yaygin ekonomik büyüme devam etmekle birlikte siyasi degisimin motoru kisi basi gelirdir. Ekonomik büyümeye ilaveten siyasi gelismenin bileskeleri arasina devletlesme, demokrasi ve hukukun üstünlügü de katilmistir.
Devlet ve Ekonomik Büyüme
Ekonomik büyüme saglamak için bir devletin var olmasi temel ön kosuldur. Devletin parçalanmasi, iç savas, eyaletler arasi çatisma büyüme üzerinde negatif etki yapar. Ekonomik büyüme ile güçlü, birlesik bir devlet arasindaki iliski kesin olmakla birlikte sebep- sonuç iliskisi (yumurta – tavuk gibi) net degildir. Bazilari iyi yönetimin ekonomik büyümenin sebebi degil, sonucu oldugunu savunur. Bu mantikli bir savdir zira iyi yönetimin bir maliyeti vardir. Fakir ülkelerde bu kadar fazla yolsuzluk olmasinin sebeplerinden biri de kamu görevlilerine ailelerini geçindirmeye yetecek kadar maas ödenmemesi dolayisiyla onlarin rüsvete yönelmeleridir. Ordudan yollara, okullardan polislere tüm kamu hizmetleri için kisi basina harcanan para 2008 itibariyle ABD de 17.000$ iken Afganistan’da yalnizca 19 $ di. Dolayisiyla Afgan Devletinin Amerikan devletinden daha zayif olmasi veya yardim paralarinin yolsuzluga neden olmasi sasirtici degildir.
Öte yandan, ekonomik büyümenin daha iyi yönetisim saglamadigi veya tersine, iyi yönetisimin ekonomik büyüme yarattigi örnekler pek çoktur. Nijerya ile Güney Kore’yi ele alalim. 1954 te Güney Kore’nin kisi basi geliri Nijerya’nin altindaydi. Sonraki 50 yilda Nijerya petrol gelirlerinden 300 milyar $ kazanç sagladigi halde kisi basi geliri azaldi. Güney Kore ise her yil % 7-9 büyüyerek 1997’de dünyanin en büyük 12. Ekonomisi oldu. Bu farkin baslica nedeni, Güney Kore’de çok daha iyi bir yönetimin is basinda olmasidir.
Hukuk ve Büyüme
Hukuk, bazi literatüre göre yönetisimin bir bileskesi, bazilarina göre ise kalkinmanin farkli bir boyutudur. Bence de hukukun büyüme ile ilgili baslica unsurlari mülkiyet haklari ve akdin saglamligi, geçerliligidir.
Devlet ve Istikrarli Demokrasi
Demokrasi ile büyüme arasindaki iliski lineer olmayabilir; yani büyüme her zaman demokrasi getirmez. Otokrasiden demokrasiye geçis kalkinmanin herhangi bir asamasinda gerçeklesebilir fakat kisi basi gelir arttikça demokrasiden otokrasiye dönüs pek olasi degildir.
Güney Kore, Tayvan, Çin, Singapur, Sili gibi ülkelerin diktatörlükle yönetildikleri dönemlerde kaydettigi büyümeye bakilirsa demokrasinin büyüme üzerinde iyi yönetisim ve birlesik devlet kadar etkili olmadigi görülür.
Sosyal Hareketlilik ve Liberal Demokrasi
Modern liberal demokrasi canli bir sivil toplumun bulunmadigi ortamda varligini sürdüremez. Sosyal guruplarin mobilizasyonu zayif bireylerin çikarlarini birlestirip siyasi sisteme girmesini saglar. Sosyal guruplar siyasi amaç pesinde kosmasalar bile gönüllü kuruluslar bireylerin birlikte çalisma kapasitesini arttirir, buna da sosyal sermaye adi verilir.
Su var ki, çok gelismis sivil toplum ayni zamanda demokrasi için tehdit unsuru olabilir, hatta siyasi yozlasmaya neden olabilir. Etnik veya irksal milliyetçilige dayanan gruplar hos görüsüzlük saçarlar; çikar gruplari kendilerine rant saglama ugruna topluma zarar veren girisimlerde bulunabilirler; ekonomik ve sosyal farkliliklarin asiri derecede politizasyonu demokratik kurumlarin mesruiyetine gölge düsürebilir.
Demokrasi ve Hukuk
Demokrasinin yükselisi ile hukukun yükselisi tarih boyunca paralel gitmistir. Hukukun tüm vatandaslari kapsayacak sekilde uygulanmasi demokrasinin kilit komponenti olmustur.
Iktidarin mesruiyeti, büyümenin getirisinin dagilimina baglidir. Getirinin genis kesimlerce paylasilmadan dogruca üstteki küçük oligarsiye gitmesi, siyasi sisteme karsi kitleleri ayaklandirir.
Modern Degisim Paradigmasi
Kalkinmanin farkli boyutlari arasindaki çoklu baglanti, modernizasyon için birbirinden farkli yollar olabilecegini gösterir. Örnek olarak, kalkinma unsurlarinin dogru bir sekilde bir araya geldigi Güney Kore’yi alabiliriz.
- Kore, Kore savasi sonrasinda nispeten güçlü bir devlete sahipti. Konfüçyüs’ün devlet gelenegine, Japon sömürgesi oldugu dönemde olusturdugu kurumlari eklemisti. 1961’de ihtilalle basa geçen General Chung Hee hükümetinde hizli büyüme için uygulamaya konulan sanayi politikalariyla G.Kore bir kusak içinde geri bir tarim ülkesinden önemli bir sanayi devine dönüstü. Geleneksel Kore’de bulunmayan sendikalar, kilise gruplari , üniversite ögrencileri ve diger sivil toplum aktörleri sosyal hareketin içine girdiler. 1987’de müttefiki Amerika’nin da biraz dürtüklemesiyle ilk demokratik seçimler yapildi. Ülkenin hizli ekonomik büyümesi demokrasi ile birlesince rejimin mesruiyeti güçlendi, hukukun üstünlügü saglandi. Böylece 97 – 98 Asya krizini yara almadan atlatabildi.
Demokrasi ve hukuk biraz gecikmeli gelmis olsa da, G. Kore vakasinda modernizasyon teorisinin önerdigi sekilde kalkinmanin farkli boyutlarinin hepsi birbirini desteklemistir. Ancak Kore’nin izledigi yol evrensel degildir. Modernizasyona giden öncelikleri farkli yollar da vardir. Önemli olan bunlarin hepsinin bir araya getirilmesidir.
Degisen Ne?
Sanayi Devrimi öncesinin ekonomik kosullarinin geçerli oldugu tarihi dönemlerdeki siyasi gelisme ile sanayi devriminden itibaren geçerli olan durumu karsilastirdigimizda arada muazzam fark oldugunu görürüz. Burada anahtar kelime sürdürülebilir ekonomik büyümedir. Kisi basi üretim artisi, devletin eline daha fazla kaynak saglamanin ötesine geçer. Toplumda dönüsüm baslatarak yepyeni sosyal güçleri siyasi hareketin içine sokar. Rantiyeci koalisyonlarda kümelesen geleneksel elitlerin temsil ettigi islevsiz dengeyi yikmak için sosyal hareketlilik sarttir. Danimarka kralinin yerlesik aristokrasinin belini kirmak için basvurdugu yöntem, papazlar vasitasiyla köylülere okuma yazma ögretmekti.
O zamanki siyasi gelisme ile simdiki arasindaki bir baska büyük fark, uluslar arasi kurumlarin ulusal kurumlari etkileme derecesidir. Sanayi devrimi öncesinde sinirlari asan hareketler sadece savas, fetih ve dinlerdi. Simdi ise, birkaç yüzyildir ulasim, iletisim ve enformasyonda devam eden gelismelere küresellesme süreci eklenmistir. Dis dünyadan pek az girdi ile bir toplumun kendi basina gelisebilecegi düsünülemez; Afganistan veya Papua Yeni Gine olsa bile. Yabanci askeri birlikler, Çin kereste sirketleri veya Dünya Bankasi davet edilsinler veya edilmesinler, bir sekilde ortaya çikiverirler. O ülkeler de geçmise göre degisimin rüzgarini hissederler.
Tüm dünyada toplumlarin entegrasyonu, aralarindaki rekabeti arttirmak yaninda siyasi degisimi de körüklemistir. Bugün gelismekte olan herhangi bir ülke yerel gelenekleri ve kültürü ne olursa olsun, arzu ettigi kalkinma modelini seçmekte özgürdür. Dünya Bankasi, IMF, Birlesmis Milletler gibi kurumlar her konuda gerekli tavsiyelerde bulunmaya hazirdirlar. Geç kalkinan ülkelerin kurumlar ve politikalar konusunda tekerligi yeniden icat etmelerine gerek yoktur.
Öte yanda, kötü seyler de - uyusturucu, suç, terörizm, silah, kara para vb - sinirlardan ayni kolaylikla geçmektedir. Küresellesmeye “Alacakaranlik Egemenligi” de denmektedir. Bu tabi ki bir abartmadir ancak teknoloji ve hareketlilik hükümetlerin kendi topraklarinda yasalari uygulamasini, vergi toplamasini ve geleneksel siyasi düzenle ilgili diger seyleri yapmasini zorlastirmaktadir. Varligin çogunun topraktan ibaret oldugu eski günlerde hükümetler zengin elitler üzerinde mevcudiyetini hissettiriyordu fakat bugün varlik kolayca off-shore bir bankaya uçabilmektedir. Dolayisiyla “ulusal kalkinma” uluslar arasi kosullardan ayri düsünülemez.
Neticede, toplumlarin kendi tarihi geçmisleri içinde sikisip kalmalarina gerek yoktur. Ekonomik büyüme, yeni sosyal aktörlerin harekete geçmesi, sinir ötesi toplumlarin entegrasyonu, rekabet ve dis modellerin mevcudiyeti, hepsi, sanayi devriminden önce var olmayan siyasi degisimi mümkün kilar.
Ancak her seye ragmen toplumlar bir kusak içinde kendilerini yeni bastan yaratamazlar. Küresellesmenin tüm dünyadaki toplumlari ne kadar entegre ettigi konusunda asiriya kaçmak çok koladir. Sosyal alisveris ve ögrenme/egitim 300 yil öncesine göre çok daha ileri olsa da insanlarin çogu kendi geleneksel kültür ve aliskanliklarinin sekillendirdigi bir ufukta yasamlarini sürdürürler; toplumsal atalet hala çok yaygindir.
Sunu gözden kaçirmamak gerekir. Çagdas kurumlar öteki toplumlara onlarin kendi özelliklerini dikkate almadan, oldugu gibi aktarilamaz. Bir kurum insa etmek baraj veya yol insa etmeye benzemez. Insanlari en basta kurumsal degisimin gerektigine ikna etmek, eski sistemden çikar saglayanlarin direncini kirabilecek degisim yanlisi bir koalisyon kurmak ve sonra da halki yeni davranis biçimlerini olagan ve normal kabul edecekleri sekilde sartlandirmak adam akilli çaba sarf etmeyi gerektirir. Çogu zaman formel kurumlarin kültürel degisimlerle desteklenmesi gerekir; Örnegin hükümetin dürüst kalmasini saglayacak bagimsiz bir basin ve örgütlü sivil toplum olmadikça seçimli demokrasi iyi islemez.
Günümüzde hesap Verebilirlik
Bugün dünyanin bir çok yerinde demokrasinin yerlesememesinin sebebi fikrin kendisinin cazip olmamasindan ziyade hesap verebilir bir hükümetin iktidara gelmesini saglayacak maddi ve sosyal kosullarin ortada olmamasidir. Basarili bir liberal demokrasi güçlü, üniter ve kendi topraklari üzerinde yasalarini uygulatabilecek bir devlet ile güçlü, birlesik ve hükümeti hesap vermeye zorlayan bir toplum gerektirir. Demokrasiyi isler kilan hem güçlü bir devlet hem de güçlü bir toplumdur.
Bugünkü Siyasi Düzen
Sendikalar Is Dünyasi Ögrenciler STK’lar Medya Devlet Ordu Hükümet Örgütlenmemis Sosyal Gruplar
Bundan Sonrasi
Gelecekteki siyasi gelismeyle ilgili olarak bugünkü sartlarda cevabini bilmedigimiz iki soru sorabiliriz.
Birinci soru, Çin’le ilgilidir. En bastan beri sunu savundum: çagdas bir siyasi sistem güçlü bir devlet, hukukun üstülügü ve hesap verebilirlikten olusur. Bu üçüne sahip Bati toplumlari canli kapitalist ekonomiler gelistirmislerdir. Fakat bugünkü Çin yalnizca güçlü bir devlet olarak büyük bir hizla büyümektedir. Bu durum uzun vadede sürdürülebilir mi? Hukuk ve hesap verebilirlik olmadan siyasi istikrar korunabilir mi? Bati tarzi mülkiyet haklari ve kisisel özgürlük olmaksizin bilim ve teknolojinin sinirlari zorlanabilir mi? Yoksa Çin demokratik, hukuka dayali toplumlarin bilmedigi usullerle kalkinmak için siyasi gücünü kullanmayi sürdürecek mi?
Ikinci Soru, Liberal demokrasilerin gelecegi ile ilgilidir. Siyasi yozlasma olgusu Demokles’in kilici gibi durdugundan, tarihin bir döneminde basarili olan bir toplum her zaman basarili olacak demek degildir. Bugün liberal demokrasi en mesru yönetim sekli kabul edilmektedir. Ancak mesruiyeti performansina baglidir. Bu performans da devletin gerektiginde güçlü davranma ile kisisel özgürlükler arasindaki dengeyi dogru kurmasina baglidir.
Çagdas demokrasinin çesitli zaaflari vardir fakat 21. yy da muhtemelen en bariz olan devletin zayifligidir. Günümüz demokrasileri çok kolay kilitlenip tikanabildiginden uzun vadede ekonomik ve siyasi yasamini garanti edecek kararlar vermekte zorlanir. Demokratik Hindistan harap vaziyetteki alt yapisini -yollar, havaalanlari , su ve kanalizasyon sistemleri v.s. - yenilemekte olaganüstü güçlük çekiyor zira mevcut çikar gruplari yasalari ve seçim sistemini kullanarak harekete geçilmesini önlüyorlar. Avrupa birligi artik katlanilmaz hale gelen sosyal haklarda kisintiya gitmenin imkansizligini yasiyor. Japonya deseniz, ekonomisinin gelecekteki büyümesini engelleyecek katiligi ortadan kaldiramadigi için, gelismis ülkeler arasinda en yüksek kamu borçlarindan birini tasiyor.
Ve nihayet Amerika: saglik, sosyal güvenlik, enerji ve benzeri uzun vadeli mali meselelere ciddi biçimde egilmeyi beceremeyen Amerika; islevsiz siyasi denge içinde kistirilmis, herkesin önlem alinmasi gerektigi konusunda mutabik oldugu fakat güçlü çikar guruplarinin harcamalarda kisintiya gidilmesini veya vergi artisini engelledigi ülke. Buna bir de çözümü daha zorlastiran kurumlarin sert denetim mekanizmalarini ve ideolojik katiligi ekleyin. Bu zorluklar karsisinda Amerika’nin tipki eski Fransa gibi devlet ofislerini satmasi beklenemez ama kisa vadeli tedbirlerle yetinmeye kalkarsa sonunda Fransiz hükümeti gibi nihai krizi önleyemeyebilir.
Kurumlar baslangiçta o dönemin gereklerini karsilamak için ortaya çikmis, bu kurumlarin bazilari yayilarak evrensel hale gelmistir. Ancak kurumlarin yasamlarini sürdürmesi pek çok kosulun bir arada olmasina baglidir. Nüfusunun yas ortalamasi 20 olan ve hizla büyüyen bir ülkede iyi isleyen siyasi sistem, vatandaslarinin üçte biri emeklilik yasinda olan duragan bir toplumda ise yaramayabilir. Siyasi kurum adapte olmayi beceremezse toplum krizle karsi karsiya kalir veya çöker; bu durumda da farkli bir kurum benimsemek zorunda kalabilir. Bu olasilik hem liberal demokrasiler için hem de demokratik olmayan siyasi sistemler için ayni derecede geçerlidir. Ancak siyasi hesap verebilirligin mevcut oldugu toplumlarin digerlerine nazaran ayakta kalma olasiligi daha yüksektir. Çünkü hesap verebilirlik kurumsal adaptasyona giden yolun önünü açik tutar.
Bu Kitabin birinci cildinde agirlikli olarak Sanayi Devrimine kadar olan dönemi ele aldim. Sanayi Devrimi ile birlikte ekonomik büyüme ve sosyal hareketlilik öylesine hizlandi ki siyasi düzenin üç bileskesi olan güçlü bir devlet, hukukun üstünlügü ve hesap verebilirlik konusundaki beklentileri de dramatik biçimde degistirdi. II. Ciltte siyasi gelismenin hikayesine bu noktadan devam edecegim.