Bu kitap sicak ve evsiz para hakkindadir. Bu kitap ayni zamanda kriz boyutlarina ulasmis dis borçlar hakkindadir. Ve bu kitap ikisi arasindaki iliskiyi irdelemektedir. Zira sicak para ve dis borç, kaçak finansin ayrilmaz ikizidir.
Mantiken, bazi ülkelerin ödemeler dengesi arti veriyorsa digerlerinin de o miktara tekabül eden eksi vermesi gerekir. Yillar boyu gerçek hesaplamalarda her zaman bazi tutarsizliklar olur ve sonuç sifir çikmazdi. Ama bu ufak farklar hesap hatalarina verilirdi.
Ancak 1970'lerin sonlarinda isler degismeye basladi. Dünya ödemeler dengesi sistematik ve artan bir sekilde tutarsizlik göstermeye basladi. Öyle ki, 1980'de dünyanin kendisiyle olan ödemeler dengesi açigi 100 milyar $'a ulasti. Baska bir deyisle dünya ile ay arasinda toplam dünya ticaretinin % 10'u oraninda açik vardi. IMF buna “asimetri” adini verdi.
Bu “asimetri”nin en önemli nedeni sicak ve evsiz para miktarinin olaganüstü artmasidir. Bu para azicik bir faiz artisi, parite degisikligi veya politik ortamda bir dalgalanma oldugunda evini birakip daha konuksever iklimlere gitmeye her an hazir ve nazirdir. Bu yüzden bugün dünya döviz piyasalarinin günlük cirosu 150 milyar $ dolayindadir.
1970'lerden sonra bir taraftan sicak para artarken bir taraftan da yasadisi piyasalari kontrol eden, yasal piyasa islemlerini yasadisi hale getiren ve bunlari denetlemesi gereken politik sistemlere de dinamit koyan “beyaz yakali” suçlu sayisinda artis gözlenmistir. Bu kisiler önceleri yalnizca süper zengin vergi ve uyusturucu kaçakçilarina, gizli servis ajanlarina hizmet verirken simdi artik parasi olan herkese hizmet verir olmuslardir.
Yine bu artislara paralel olarak bankacilik teknolojisinde, özellikle elektronik islemlerde kaydedilen ilerleme sayesinde paralar aninda transfer edilirken, ilgili ülkelerin denetim mekanizmalari tas devrinde kalmistir. Para transferi kolaylasinca bu paralarin gittigi kurumsal ve cografi “siginak”larin sayisinda da patlama olmuslardir.
Tabii ki dünyadaki tüm sicak paranin gizli veya yasadisi islemlerden kaynaklandigini varsaymak yanlis olur. Kara para sicak paradir, ancak bunun tersi dogru degildir. Kara para bile kendi içinde ikiye ayrilir. Bir kismi kazanilma sekli dolayisiyla kirli olurken bir kismi da yasal yollardan kazanildiktan sonra vergi ve kambiyo denetimlerinden kaçirildigi için kirlidir.
Dahasi, sicak paranin büyük bir bölümü yanlis ekonomik politikalardan dogmaktadir. 1970'lerin sonlarinda Batili ülkelerin hükümetleri enflasyona savas açtilar. Genellikle enflasyon kazandi. Siki kredi politikalarinin etkisiyle faizler yükselip sermaye piyasalari daralinca mesru para uzun vadeli üretim yatirimlarina gidecegi yerde gayri mesru para gibi likiditesi yüksek, kisa vadeli siginaklara kaçti. Bugün Amerikan Kizilhaçi'nin bir görevlisi ile Kizil Tugaylarin bir teröristi ayni dis bankaya para yatiriyor olabilirler.
Kredi darligi bankalari da mevduat arayisi içine sokar ve kara parayi sokmak için para aklama isine iter.
Sicak paraya basvuran hükümetlerin sayisi da gitgide artmaktadir. Kredi darligi sicak para birimini hizlandirma yaninda uzun vadeli yatirimlari ve ekonomik büyümeyi de zora sokar. Dolayisiyla, devletin harcamalarini karsilayacak vergi geliri toplanamaz olur. Sonuçta zaten mali sorunlarin ortaya çikmasindan büyük ölçüde sorumlu olan sicak para havuzuna hükümetler de vergi aflari ve “hamiline” bonolar çikararak kendileri katkida bulunurlar.
Amerika da bütçe açigini kapatmak için kepçesini büyük bir oburlukla dünya sicak para havuzuna daldirmaktadir. Asil problem bütçe açiginin kendisi degildir; problem, devletin borçlanmasiyla elde edilen fonlarin üretken altyapi yatirimlari yerine hükümetin ve askeriyenin harcamalarini karsilamak için kullanilmasidir.
Sicak para ile ülkelerin dis borçlari birbirleriyle çok yakin iliski içindedir. Dis borçlarin bu korkunç düzeye ulasmasinin suçu ister aliciya (“ayagini yorganina göre uzatmamak”) ister vericiye (“temkinsiz bankacilik”) yüklensin, borçlularin borç yükünü kaldiramayacak duruma geldigi kesindir.
Kamunun 1982 yazinda “Borç Krizi”nden haberi oldugunda ati alan çoktan Üsküdar'i geçmisti. Bankalar bir taraftan sosyal ve politik dokusu gerilim altinda olan ülkelerden sermaye kaçisina araci olurken, diger taraftan da kaçan bu parayi ayni ülkelere döviz kredisi olarak veriyorlardi.
Amerikan ekonomisi de doymaz bir istahla kaçak sermayeye kucak açiyor, onunla ödemeler dengesi ve bütçe açiklarini kapatiyordu. Amerikan hükümeti absürd bir duruma düsmüstü. Amerikan yönetimi etkisi altindaki ülkelerde politik ve ekonomik istikrari olusturmaya çabalarken, Amerikan bütçe mekanizmasi ve dis ödemeler dengesi de gitgide politik ve ekonomik iktidarsizliktan, dolayisiyla sermaye kaçisindan medet umuyordu.
Bu cenderenin eninde sonunda kirilmasi gerekecek zira bir taraftan toplam borçlar artarken, diger taraftan da borçlu ülkelerin ödeme güçleri azalmakta. 400 milyar $ uluslar arasi banka borcu, bir o kadar da banka disi borç ilelebet ertelenemez. Kriz sistematik oldugundan çözümünün de sistematik olmasi gerekir. Oysa bugüne kadar önerilen “tedavi”ler hastaliktan beterdir. Ülkelerin gelirlerine el koymayi ve kaynak transferini öngörmektedir. Borçlar ödenmezse faturayi kreditör ülkelerin halklari, ödenirse borçlu ülkelerin halklari ödeyecektir; hem de kendi ülkelerinin zenginlerinin uluslar arasi bankalarla isbirligi yaparak kaçirdiklari paranin faturasini. Insanlarin ülkelerini terk edip baska yerlerde yasamaya hakki tabii ki vardir. Ancak geride kalanlarin, parasiyla birlikte kaçanlari biraktigi yükü kabul etmememe haklari da ayni derecede vardir.
Kamunun dikkati borçlarin mali yönüne ve bankalarin alacaklarini nasil tahsil edecegine çekilirken, arka planda daha önemli bir çaba yürütülmektedir; borcu mesrulastirarak kalkinmakta olan ülkelerin resmen kabul edilmis kamu yükümlülügü haline getirmek. Böylelikle borcun ortaya çikma sebebi istedigi kadar yasa disi veya
düzen disi olsun, bu borcun borçlu ülkeler tarafindan ödenme yükümlülügü uluslar arasi diplomasi ve hukuka yerlestirilmek istenmektedir. Dolayisiyla kreditörler ile borçlular arasinda yapilan erteleme tartismalari aslinda muazzam bir para aklama operasyonunu örten sis perdesidir. En önemli soru kalkinmakta olan bir ülkenin borcunu “nasil” ödeyecegi degil “neden” ödemesi – hatta ödememesi – gerektigidir.
DIS BORÇ VE IMF
Parayi devlet yetkililerinin denetiminden kaçirmak dünyanin en eski ikinci meslegi olabilir fakat kaçak sermayenin uluslar arasi para sisteminin istikrarini tehdit eden boyutlarina ulasmasi 1. Dünya Savasi sonrasina rastlar. Savas sirasinda birçok ülke altin ve döviz hareketlerine kati ambargolar uygulamisti. Savastan sonra büyük devletler uluslar arasi finans hareketlerine serbestlik getirmeye çalistilar ancak muazzam dis borç yükü ve kontrol edilemez miktarda sicak para hareketi karsisinda aciz kaldilar.
1920'lerin yüzer – gezer sicak para havuzlari uluslar arasi finans sisteminin çökmesinde büyük rol oynadi. Izleyen yillardaki büyük buhran, silahlanma yarisi ve yeni savasla birlikte altin ve döviz hareketlerine daha kati kisitlamalar getirildi. Ulusal paralar altina veya dövize serbestçe çevrilemez olunca, paralarini daha güvenli yerlere tasimak isteyenler bu yolculuk için daha farkli araçlar seçer oldular; karaborsa altin, mücevher, degerli tablolar ve pullar, elmaslar ve Isviçre franki banknotlar gibi. 1970'lerden sonra bunlara eroin ilave edildi. Eroinin yükte hafif pahada agirligi ve likiditesi elmasla basa basti.
1970'lerin sonlarinda, tabela sirketleri, sifreli banka hesaplari ve diger modern araç gereçlerin labirentiyle parayi yetkililerin gözünden kaçirip emin yerlere aktarmakta uzmanlasmis finans kurumlari sebekesi olustu. Tercih edilen yer Isviçre veya daha az ölçüde Bahamalardi. Uygulanan yöntemler ise kuryelerle nakit tasinmasi, seyahat çekleri, hamiline çekler, hisse senetleri ve bonolar, hatta bos uçak biletleri idi. Yurt disina çikinca da bu araçlar paraya çevrilip gizli banka hesaplarina yatiriliyordu. Böylece milyonlarca dolar, özellikle az gelismis ülkelerin döviz mevzuatlarini asip, ekonomik kalkinma ümitlerine balta vurarak kaçiyordu.
15 yillik bir buhran, savas, korumacilik ve kambiyo denetiminden sonra 1944'te müttefik güçler savas sonrasi ekonomik ve mali düzen için kurumsal çerçeve planlamaya basladilar. Gündemin birinci maddesi uluslar arasi ödeme sistemini yeniden kurmakti. Savas öncesi finans sisteminde her ülke kendi parasinin degerini altina göre belirliyordu. (Bir gram altin su kadar lira gibi.) Ülke ulusal parasinin serbestçe giris ve çikisina izin veriyor, paranin sahibi talep ettigi takdirde altina çevirmeyi garanti ediyordu.
Savas sonrasinda bu “ideal” sisteme dönüs imkansizdi. Amerika'ya o kadar çok altin kaçmisti ki diger ülkelerin paralari büyük çapta altina çevirme taleplerini karsilayamiyordu.
1944 görüsmelerinin sonucunda kurulan alternatif kurumsal yapinin en önemli iki ögesi uluslar arasi para fonu (IMF) ve Dünya Bankasiydi. IMF, geçici ödemeler dengesi problemlerini halletmek için kisa vadeli finansman saglayacakti. Dünya bankasi ise önce Avrupa'nin yeniden insasini desteklemek, sonra da Avrupali emperyalist güçlerin kontrolünden kurtulan ülkelerin ekonomik kalkinmasina yardimci olmak için uzun vadeli finansman saglayacakti.
IMF'nin denetimindeki yeni uluslar arasi ödeme mekanizmasinda paranin altina çevrilmesi dolayli yoldan olacakti; bütün ülkeler paralarinin degerini Amerikan dolarina göre belirleyecekler, dolar da altina konvertibl olacakti. Yeni finansal yapinin temeli altin olmasina ragmen bu düzenleme pratikte iki gerçegi yansitiyordu: Dünya altin stoklarinin Amerikan hükümetinde yogunlastigini ve Amerikan ekonomisinin (ve tabii ki dolarin) uluslar arasi ekonomik ve diplomatik iliskilerdeki egemenligini.
Bu sistemin yürümesi istikrara ve yeterli likiditeye bagliydi. Birincisini saglamak için IMF üye ülkelerin kur politikalarini denetleyecek, IMF'ye danismadan kur degisikligi yapilmayacakti. Böylece IMF yetkilileri yardim istemek için kapisinda kuyruk olan az gelismis ülkeleri IMF'nin istedigi fakat o ülkeye uygun olmayan kur degisikliklerine zorlama firsati buldular. Sermaye kaçisi, savaslar, dogal afetler, sinailesmis ülkelere ihraç ettikleri hammadde fiyatlarindaki düsüs, onlardan ithal ettikleri mamul fiyatlarindaki artis gibi sebeplerle ödemeler dengesi bozulan ülkeler ödeme açigini kapatmak için IMF'den borç alabiliyorlardi. Ancak bunun bedeli, ekonomik politikalarinin IMF tarafindan yönlendirilmesine izin vermekti.
IMF'nin baslica hedefleri az gelismis ekonomilerdeki kamu sektörünün boyutlarini ve etkisini küçültmek, üretken kaynaklari iç piyasadan dis piyasaya (ihracata) yöneltmekti.
Hükümetler bütçe açigindan bütçe fazlasina geçecekler, özel sektörün rahat hareket edebilmesi için kamu sektörünü küçülteceklerdi. Dis ticaret fazlasi yaratmaya çalisacaklar ve elde ettikleri bu dövizle dis borçlarinin faizini ve ana parasini ödeyeceklerdi.
Bu hedeflere ulasma teknikleri arasinda kredi darligi, vergi artislari, hayati ürün ve hizmetlere yapilan sübvansiyonlarin kaldirilmasi, sosyal hizmet harcamalarinin azaltilmasi, döviz çikisini engelleyen mevzuatin kaldirilmasi ve ihracati ucuzlatip ithalati pahalandirmak için devalüasyona gidilmesi vardi.
Bu programlar Az Gelismis Ülkeler için çogunlukla felaket anlamina geliyordu. Uzun vadeli kalkinma olanagini yipratiyorlar, çok zenginler disinda hayat standartlarini düsürüyorlardi. IMF teorisinin aksine, kamu sektörünün kisitlanmasi özel girisime yol açmak bir yana, devletin altyapi yatirimlarina sekte vuruyordu. Bu kisitlamalar sosyal ve politik huzursuzluk yaratiyor, bu yüzden yurt disina para kaçisi da artiyordu. Devalüasyonla dis borçlarin ödeme maliyeti ve elzem ithalatin bedeli yükseliyordu. Ihracat artisina ise faydasi yoktu.
Zenginler ise IMF'nin kambiyo liberalizasyonu reçetesi sayesinde paralarini rahatça Isviçre bankalarina kaçirabiliyorlardi. Para kaçirmanin en gözde tekniklerinden biri sahte faturalama – merkez bankasi veya hazine yetkililerine ithalat bedelini oldugundan yüksek, ihracat bedelini düsük beyan etmek idi. Aradaki fark yurt disindaki gizli hesaplara yatiriliyor, sonra da sahibine “dis kredi” olarak geri veriliyordu. Merkez bankasina yasal dis kredi olarak beyan edilen bu paranin faiz ve ana para ödemesi de yine Merkez Bankasindan resmi kanalla çekilen dövizle ödeniyordu. Böylece kit döviz rezervleri iki defa bosaltilmis oluyordu.
Tam bu sirada yine IMF devreye giriyor ve ülkeye fazla açildigini söyleyip yeni kemer sikma reçetesi veriyor ve döviz giris – çikisinin daha da “liberallesmesini” talep ediyordu.
Liberallesme ise paranin yurt disina kaçisini daha da kolaylastiriyordu. Pek çok az gelismis ülke bu kisir döngünün tuzagina düsmüstü. Bunlardan biri de Türkiye idi.
Ekim 1980'de NATO ittifakinin Güney köse tasi Türkiye'de birkaç yildir süren politik kargasaya NATO sponsorlugundaki askeri darbe zalimce son verdikten bir ay sonra , Londra'nin Uluslar arasi Banka Raporu sevinçli bir açiklama yapiyordu: “Türkiye'deki askeri darbe, Türk ekonomisinin yeniden canlanmasini saglayacak olan istikrarin yolunu açti”. Ayni bankacilar yine ekonominin “canlanmasi” amaciyla, ayni heves ve istiyakla Sovyetlerin Polonya'yi isgal etmesini de bekliyorlardi. Yine ayni bankalar bir taraftan da Türkiye'deki militanlara silah satan firmalarin döviz islemlerini yürütüyorlar, Polonya ekonomisini çökerten direnisçileri el altindan destekliyorlardi.
Birinci Dünya Savasi sonrasinda Türkiye M. Kemal'in önderliginde ekonomik yapilanmanin zorlu sürecini baslatti. Ekonomik milliyetçilige dayanan bu model, 1950 ve 60'larin Latin Amerikan Modelinin öncüsüydü.
Bu modelin özellikleri arasinda devletin önderligi ve iç piyasaya yönelik agir sanayinin tesviki vardi. Bu sanayiye devlet denetimindeki bankalardan ucuz kredi ve KIT'lerden ucuz yari mamul ve ara ürün girdisi oluyordu. 1970 sonlarinda IMF devreye girdiginde Türkiye'nin sinai üretiminin %50'sinden KIT'ler, yatirimlarin % 60'indan devlet sorumluydu. Bu tarihlerde IMF'nin Türkiye'yi yaka paça alasagi etmesi 100 yil önce Batili Bankalarin Osmanli Sultanini mali krize sokmasina çok benziyordu.
Türkiye'nin borç politikasi, imparatorluk zamaninda oldugu gibi simdi de ülkenin jeopolitik açidan stratejik konumuyla yakindan ilgilidir. Tipki Osmanli Imparatorlugunun Rus donanmasini Akdeniz'den uzak tutmak için Fransiz – Ingilizlere kale vazifesi gördügü gibi bugün Türkiye de ABD disinda en büyük NATO askerini beslemektedir. Ülke askeri – politik açidan Orta Dogu ile Bati Avrupa arasinda hayati bir köprü durumundadir.
1979'da Iran Sahinin düsmesinden sonra güçlenen bu stratejik rol dolayisiyla, ülkenin iflas veya kargasaya düsmesi ihtimali Batili ülkeler açisindan bir tehdit unsuru olusturuyordu. Bu güvenlik endisesi yüzünden Bati Almanya 1970'lerde bankalarini Türkiye'ye büyük miktarda borç vermeye tesvik etti. 1978'den sonra bankalar borç vermekten kaçininca, açigi kapatmak için askeri ve ekonomik yardim sagladi.
Dis stratejik baskilar, Türkiye'de Cumhuriyet Devriminden beri varolan militarizasyon egilimini daha da güçlendirdi. Militarizasyon da, merkezi ekonomik planlama egilimini güçlendirdi.
Türkiye'nin ekonomik kalkinma stratejisi, “saglam para” prensiplerine kökünden aykiriydi. Kriz zamanlarinda bankacilik sistemi, batan sinai kredilerinin agirligi altinda ezildi. KIT'lerin büyümesini veya yalnizca yasamasini finanse etmek için bütçe açigi git gide artti. Sinailesmeyi sürdürmek için sermaye mallari akin akin girerken imalat yalnizca iç piyasaya hizmet ettiginden ödemeler dengesi açigi ars –i alaya çikti. Ülke IMF'nin atesi altindayken devreye askeriyenin girmesi hiç de sürpriz olmadi.
1970'lerde IMF yalnizca serbest piyasanin erdemlerinden söz edebiliyordu. Türkiye yurt disindaki isçilerin gönderdigi ve dis bankalardan temin ettigi yeterli döviz girisi sayesinde IMF'ye aldirmayabiliyordu. Ancak 1978'e gelindiginde ülke ithalat ödemelerinin bir yil gerisinde kalmisti; Merkez bankasi ise dis borcun miktarini takip etmekten bile aciz oldugunu açikça itiraf ediyordu. Dis bankalar muslugu kapadilar. Yardima IMF kostu: Borç ödemelerinin vadesini uzatti, ticari bankalarin çogunun paralarini alip evlerine gitmesini sagladi.
1978'deki kurtarma operasyonu Türk Hükümetinin bilinen kemer sikma ve “liberalizasyon” programi uygulamasini gerektirdi: Para arzini küçültmek, kamu sektörü açigini azaltmak, kamu sübvansiyonlarini kismak ve kaynaklari ihracata yöneltmek gibi. Hükümetin bu programa uyma çabalari ülkeyi 1979'da grev dalgasina ve neredeyse iç savasa sürükledi.
Her türlü politik görüse sahip militanlarin silahlarini ayni kaynaklardan temin etmeleri, siddet olaylarinin bir askeri darbe için psikolojik ortami hazirlamak üzere kasitli olarak yaratildigina isaret etmekteydi. Ayni zamanda, Türkiye'deki sokak terörünün artmasi ile uluslar arasi eroin ticaretinin iliskisini açikça gösteriyordu.
“Altin Hilal”in dirilmesi
Uzun yillar boyunca Türk afyonu morfin haline getirildikten sonra Sicilya Mafyasi yardimiyla Marsilya'ya kaçiriliyor, orada Korsikalilar tarafindan eroine dönüstürüldükten sonra Amerika'ya naklediliyordu. Bu eylemlerin tümüne “Fransiz baglantisi” deniyordu.
Vietnam savasi sirasinda Amerika'nin en önemli eroin kaynagi, Laos, Burma ve Tayland'in olusturdugu “Altin Üçgen” oldu. Derken, 1970 baslarinda Türkiye afyon üretimini durdurunca Uzak Dogunun kaçakçilari bayram ettiler. Oysa yarim milyon Anadolu köylüsü geçimini hashastan sagliyordu. 1971 darbesi, köylülerin haklarini 100 m $ lik Amerikan askeri yardimi için göz göre göre çignedi. Gerçekte Türkiye'nin yasadisi eroin piyasasindaki rolü abartilmaktaydi. Nitekim izleyen yillarda dünya uyusturucu arzi daha da artti. Uzak Dogu tedarik merkezi olmaktan çikip yerini Meksika ve Altin Üçgen'e birakti. 1979'da Sovyetlerin Afganistan'i isgal etmesiyle Pakistan'a geçti. Pakistan eroininin bir kismi, Türk mafyasi tarafindan Avrupa ve Amerika'ya tasinip, karsiliginda iç savasin silahlari girdi. Bu arada Türk hükümeti de kaçan dövizlerin agirligi altinda bir taraftan IMF'yi diger taraftan dis kreditör bankalari yatistirmaya çalisiyordu. Devlet gemisini yürütmek bir yana, bazen dümeni bile zaptedemiyordu.
Rüzgar ekip firtina biçmek
1979 ve 1980'de Türkiye'de issizlik ve enflasyon iyice artti. Isçi dövizi girisi iyice düstü. 20 milyar $'lik borcun faizi ve petrol ithalatin yükü, ödemeler dengesi açigini rekora götürdü.
1980 de hükümet ile IMF, o zamana kadarki en büyük rakam olan 1,6 milyar $'lik borç anlasmasi yaptilar. Borcun sartlari standartti: Sürekli devalüasyon, faiz hadlerinin yükseltilmesi, kamu harcamalarinin kisilmasi. Ekonomi bakani Turgut Özal durumu düzeltmek için parlamentodan 3 yil istediginde muhalefet lideri Bülent Ecevit “ Latin Amerika'da iflas etmis bir model simdi Türkiye'ye getirilmek isteniyor. Ya ise yaramayacak, yahutta demokrasiye zarar verecek. Bu model süngü zoru olmadan uygulanamaz” dedi ve birkaç ay sonra iktidari askerler ele geçirdi.
Özal'in programinin 3 amaci vardi: Korumali ekonomiyi dis ticarete açarak ödemeler dengesini düzeltmek, faizleri yükselterek yatirimlar için mevduat saglamak ve kamu harcamalarini azaltmak. Her seyi basite indirgeyen mi dersiniz, yoksa büyük hata mi dersiniz, IMF'nin bu standart reçetesinin dördüncü ve gizli bir amaci daha vardi: Reel ücretleri düsürerek iç tüketimi azaltmak ve üretimi ihracata yönelterek kazanilan dövizle dis borcu ödemek. Askeri yönetim grevleri yasaklayip sendika liderlerini tutukladigindan programin bu bölümü nispeten kolayca uygulandi.
Ilk iki yilda program müthis bir basari gibi göründü. Enflasyon 1980 de % 130 iken 1982'de %30'a, bütçe açigi %7.1'den % 3.2'ye düstü. Ihracat artip ithalat kisitlandi. Dis bankalar o kadar etkilendiler ki kredi musluklarini tekrar açtilar. IMF sultanlarinin yüzü güldü.
Oysa her sey tamamen aldatmacaydi. Basarinin tek nedeni, IMF programinin dördüncü ve gizli hedefiydi. Kamu bütçesi daralinca KIT'ler toplu halde isçi çikardilar. Kredi darligi özel sektörde iflaslara ve daha çok issizlige yol açti. Büyük sirketlerin bilançolari çöktü, bankacilik sistemi Türkiye tarihinin en kötü krizine girdi.
Is dünyasi Özal'in politikalarindan yilinca, Özal'in “serbest piyasa” hevesini dizginlemesi için askeri yönetime baski yapmaya basladi. Bürokrasi de kamu sektörünün önemini savunuyordu. Oysa Özal'in arkasinda Washington oldugundan görevden almak zordu; ta ki Türkiye'nin yer alti dünyasi tüm kredi sistemini tehdit eden para piyasasi panigi yaratincaya kadar.
Tefeciler Türk Hamaminda
Az gelismis ülkelerin çogunda oldugu gibi Türkiye'de de büyük sirketler bir holding çatisi altinda birlesip holdinge finansman saglayacak banka kuruyorlardi. Bu bankalar ya dilenerek (merkez bankasindan) ya kredi alarak (dis para piyasalarindan – sendikasyon kredisi) yahut ta çalarak (enflasyonun altindaki faizlerle mevduat sahiplerinden) para buluyorlardi.
Türkiye Merkez Bankasi IMF'nin baskisiyla ticari bankalarin dis kredi almasini kisitlamaya çalisinca ve dis bankalar kredileri kesince paranin tek kaynagi olarak yurt içi mevduatlar kaldi. Fakat hem faiz hadleri yasalarla sinirliydi hem de bankalar kendi sirketlerine verecekleri kredi maliyetini yükseltmemek için buna hevesli degillerdi. Bu yüzden halk parasini emlaka, altina veya Tahtakale kara borsasindan dövize yatirmayi tercih ediyordu.
Derken 1980 Haziran'inda zamanin Basbakan Yardimcisi T. Özal baska bir fikirle ortaya çikti.
Faiz hadlerini adamakilli yükseltmek suretiyle halkin tasarruflarini kara borsa veya spekülasyondan bankalara çekecegini umdu. Böylece bankalar mesru kaynaktan para bulabilecekti. Teori buydu. Ancak gerçekte, tam da genel bir durgunluk döneminde faizlerin yükselmesi IMF'nin önerdigi üzere kamu hizmetlerine zamla birlesince birçok sirket finansman darligina düstü. Banka faizlerini ancak yeniden borçlanarak ödeyebilir hale geldiler. Çareyi, geleneksel bankacilik sistemi disindan yani kaçakçilik, silah ve uyusturucu ticaretinden dogan kara parada buldular. Tek sart bu paranin aklanmasiydi.
Kara paraya göz diken yalnizca bankalar degildi. Para arzinin çogalmasini sosyal düzenin bozulmasinin degil de hükümetin beceriksizliginin bir göstergesi olarak gören IMF,Para arzini azaltmasi için hükümete sürekli baski yapmaktaydi. Sicak paraya agzinin suyu akan bankalarla, IMF'yi yatistirmak için para arzi verilerini saklamak isteyen hükümetin hedefleri birlesince büyük çapli para yikama operasyonu baslatilmis oldu.
Para aklama operasyonu teknigi “hamiline mevduat sertifikasi” (MS) idi. Bu isimsiz, yüksek faizli 3. sahsa transfer edilebilir MS'lari kara parayi aklayacak ve bankalarin sirket müsterilerine orta vadeli fon saglayacakti. Nakit paranin aksine MS'lari resmi, ölçülebilen para arzi olarak görünmüyordu. Dolayisiyla tedavüldeki paradan veya isimli hesaplardan bu sirdas hesaplara aktarilan paralar otomatikman Türkiye'nin IMF'ye bildirdigi para arzi miktarindan düsülecekti.
Bankalar birbiriyle yarisa girince MS'larinin faizi öylesine yükseldi ki halk evini, mücevherini satip bunlara para yatirdi. Piyasayi yükselten bir baska faktör de, MS'larini halka satmak için yeterli sube agina sahip olmayan küçük bankalarin adina MS pazarlayan profesyonel para tefecileri, yani bankerlerdi.
Bu bankerlerin en taninmisi ise Cevher Özdendi. Banker Kastelli adi altinda çalisan Özden 300.000 kisiye 700 $ tutarinda ülkenin tüm MS'larinin % 25'ini pazarlamisti.
Sicak para yarisinda hersey mutlu sonla bitmedi. 1981 sonlarinda Merkez Bankasi bankalarin zorunlu nakit rezervi oranini arttirdi. Izleyen likidite krizi birçok bankeri iflas ettirdi.
Olay klasik bir spiraldi. Faizler artip piyasa bozuldukça sirketler daha fazla banka kredisine ihtiyaç duydular. Bankalar müsterilerinin kredi talebini daha fazla MS çikararak karsiladilar. Bu sefer MS'larinin faizi daha da yükseldi. Bankalar Kastelli'ye daha fazla MS satmasi ve satislardan gelen parayi daha çabuk bankalara ödemesi için baski yapmaya basladilar.
Hükümet, MS'larinin yalnizca nakit karsiligi satilmasinda israr ediyordu zira defterlerde para arzinin azalmasi ancak bu sekilde görünebilecekti. Fakat bankalar Kastelli'ye vadeli çekle satmayi kabul etmislerdi. Kastelli vade farkini, kendi hesabina kredi vermekte kullaniyordu. Ancak piyasa kötülestikçe Kastelli'nin kredi verdigi sirketler borçlarini ödemekte geciktiler. O da bankalardan, vadeyi uzatmalarini istedi.
O noktada Merkez bankasi rezerv sartlarini daha da agirlastirdi. Siddetle nakite ihtiyaç duyan bankalar vadeyi uzatmayi reddettiler. 1982 Haziran'inda piyasa MS'larina doyup da bankalar ödeme için bastirinca Kastelli Merkez Bankasindan yardim istedi. Isteginin reddedilmesi üzerine kendisi Cenevre uçagina bindi, verdigi çekler de karsiliksiz çikti.
Iki büyük banker daha ayni akibete ugradi. Bankalara hücum basladi. Kastelli'nin binasini tanklar sardi. Sonunda hükümet müdahale ederek bankerlerdeki bütün mevduat ve MS'larinin ana parasini ödemeyi garanti eti. Bunun için sisteme giren 543 m$'la IMF'nin para arzi siniri fersah fersah asti.
Baslangiçta Özal rest çekip bankalari ve büyük sirketleri kurtarmayi reddetti. Ancak kriz ve sonrasinda olusan para kuyruklari askerlere Özal'i indirmek için gerekçe yaratti.
Yeni Maliye Bakani Adnan Baser Kafaoglu ayni problemle karsi karsiya kaldi; kara parayi aklamak ve IMF'nin hedefleriyle sirketlerin talepleri arasinda uzlasma saglamak. Kafaoglu olaya farkli bir çözümle yaklasti:
Hükümet, bütün karaborsacilarin, kaçakçilarin, vergi kaçiranlarin kara parasina af çikardi. Affin tek sarti vardi: Kara para hafta sonu, hiç soru sorulmadan, Ziraat Bankasina yatirilacakti. Devlet % 1 aklama ücreti aldiktan sonra pazartesi günü gicir gicir tertemiz teslim edilecekti.
Bu firsata müthis bir hücum oldu. Tam 100 milyar lira, yani tedavüldeki tüm paranin %25'i aklanmak için yatirildi. Ziraat Bankasina yatirmak için diger bankalardaki mevduatlar çekilince o bankalar zor durumda kalip Merkez Bankasina kostular. Tedavüldeki para tekrar tavana vurdu.
Kara parani bir defa yikanmasiyla Kafaoglu'nun problemleri bitmis olmadi. IMF'nin para arzi hedefi ile, kurtarilmayi bekleyen sirketlerin taleplerini nasil uzlastiracakti? Ülke ikilem karsisindaydi; ya para arzi ve bütçe açigi konusunda IMF'nin talimatina uyarak büyük sanayi sirketlerinin batmasina göz yumacak, yahutta sirketleri kurtaracak ama IMF'den baska borç alamayacakti. Neticede hem defterler IMF'nin hedeflerine uygun göründü, hem de batmakta olan sirketler kurtarildi. Peki ama sihir bunun neresindeydi?
Çözüm yine Ziraat Bankasinda bulundu. Temmuz 1982'den aldatmacanin ortaya çiktigi Aralik 1983'e kadar her Cuma Ziraat Bankasindaki para çekilip Merkez Bankasina yatiriliyor ve sonra haftalik para arzi hesaplari yapiliyordu. Ziraat Bankasi en büyük bankalardan biri oldugundan ve devletlestirilen özel bankalari da çalistirdigindan mevduat transferi defterlerde çok büyük bir bosluk açiyordu. Para Pazartesi sabahi normal islemler için tekrar Ziraat Bankasina dönüyordu. Gizli transferler ve defter aldatmacasi 15 ay boyunca devam etti; ta ki darbeden sonraki ilk genel seçim beklenmedik bir sekilde sonuçlanincaya kadar.
Askeri cuntanin muhalefetine ragmen zafer Özal'in oldu. Gizli transferler durduruldu ve açiklandi.
Iyi de, aylarca süren bu istatistik sahtekarligi karsisinda IMF nasil olup ta suskun kalmisti? Ya teknokratlari olayi fark edemediler – bütün az gelismis ülkelere müjde – yahut ta isin içinde IMF de vardi ki böylece diger borçlu ülkelere Türkiye'nin örnek davranisini göstererek onlarin kafasini ezebilsin.
SONUÇ
Az gelismis ülkelerin Batiya olan borçlari 400 m $'i ticari bankalara olmak üzere, bir trilyon dolara ulasmistir.
Bu borcun nasil ortaya çiktigi ve üzerine bu faiz yükünün nasil bindigi sorusu, ödeme müzakerelerinde hiç tartisilmamaktadir. Müzakerelerin baslica amaci borcun hükümetler tarafindan üstlenilmesini saglamak ve yeni bir ödeme planiyla kamunun gelirlerine el koymaktir.
Kuskusuz, 1970'lerde alinan borçlarin bir kismi çar çur olsa da büyük bir bölümü gerçek kalkinma projelerine gitmis, ancak bunlar, az gelismis ülkelerin ellerinde olmayan sebeplerden dolayi kendilerini amorti edememistir. 1981 den sonra alinan krediler ise ödemeler dengesi açigini kapatmakta kullanilmistir.
Ödemeler dengesi açiginin ortaya çikma nedenleri arasinda az gelismis ülkelerin sattigi hammaddelerin fiyatinin, Batili ülkelerden aldiklari sermaye mallari fiyatlarina göre düsük kalmasi (ki bunun da bir sebebi sahte faturalama idi), borç ödemelerinde faiz hadlerinin insafsizca yükselmesi ve para kaçisiyla bosalan döviz rezervlerini takviye etme ihtiyaci sayilabilir.
Az gelismis ülkelerin ihracat gelirlerinin düsmesi biraz da Batinin sorumlulugu oldugu ve bunu telafi etmesi gerektigi savunulabilir. Zira bu yardim yeni ihracat pazarlari yaratarak yeniden Batiya dönecektir.
Reel faiz hadleri uzun yillar boyunca % 1,5 – 2 dolayindaydi. Bu oranlar hem borç veren hem de alan tarafindan makul, adil ve kaldirilabilir kabul ediliyordu. Hesaplamalarda, 1973'ten sonraki yüksek faiz oranlari bir kenara birakilip mevcut borç yükü bu faizlere indirgenmelidir. Böylece bazi durumlarda net sonuç kreditör bankalari borçlu bile çikabilir.
Batiya büyük ölçüde para kaçisi olmasaydi “borç krizi” de olmayacagi açiktir. Para kaçisinda Batili hükümetlerin politik kararlari ve Bati bankalarinin kaçisi tesvikleri büyük rol oynadigindan borcun sorumlulugu da büyük ölçüde onlardadir. O bankalar ki borç arayan az gelismis ülke heyetlerini ön kapidan kabul ederken arka kapilarini da sermaye kaçiranlara hep açik tutmuslardir. Bu yapilan en açik tabiriyle riyakarlik degil de nedir?
Bir süre askeri rejimle yönetilen ülkelerde cuntalarin gizli silah ithalatlari veya yurt disinda paralari israf etmek için yarattiklari dis borçlara ne demeli? Eger Çin 1949 öncesi borçlarini, onlari kullanan hükümetin gayri mesru oldugu gerekçesiyle reddettigi halde dis sermaye piyasasini güler yüzle kabul edilebiliyorsa Arjantin'in demokratik rejiminin askeri cuntanin kullandigi dis kredileri müeyyidesiz reddetmeye neden hakki olmasin?
Sonuç olarak, dis borçlar konusu öylesine karmasik ve çok faktörlü bir denklem olusturuyor ki bunu bilinçli bir sekilde olusturan kurum ve ülkeler disinda borçlu ülkelerin genis kamu oylarinin gerçekleri tam anlami ile algilamalari olanak disidir. Sicak para ve dis borcun altindaki yegane iki degismez gerçek top, tüfek, asker, silah, zor kullanmadan çesitli yollardan elde edilen yasa disi gelirler ile vergi kaçagindan saglanan kara paralarin yurt disina kaçirilmasi ve bilahare bu paralarin yine ayni sistemin içine enjekte edilerek aklanmasi ve çalistirilmasindan ibarettir.
..................... ESEN KALIN