SAPIENS INSAN TÜRÜNÜN KISA BIR TARIHI YUVAL NOAH HARARI
I.KISIM BILISSEL DEVRIM
Bilimsel çevreler madde, enerji, zaman ve uzayin ortaya çikisini, bundan 13,5 milyar yil önce gerçeklesen büyük patlamaya (Big Bang) atfeder. Evrenimizin bu temel özelliklerinin hikâyesine FIZIK diyoruz.
Bunlarin ortaya çikisindan yaklasik 300 bin yil sonra, madde ve enerji atomu, atom da zamanla birleserek molekülleri olusturdu. Atomlarin, moleküllerin ve aralarindaki etkilesimin hikâyesine KIMYA diyoruz.
Yaklasik 3,8 milyar yil önce, dünya gezegenindeki bazi moleküller organizma denen karmasik yapilar olusturdu. Bunlarin hikâyesine BIYOLOJI diyoruz.
70 bin yil kadar önce Homo Sapiens’e ait organizmalar, kültür adi verilen daha da karmasik yapilar olusturdu. Bunu takip eden insan kültürlerinin gelisimine de TARIH diyoruz.
Tarihin akisini üç önemli devrim sekillendirdi. 70 bin yil önce baslayan Bilissel Devrim, 12 bin yil önce bunu hizlandiran Tarim Devrimi ve 5 bin yil önce baslayip, tarihi sonlandirarak bambaska bir seyi baslatabilecek Bilimsel Devrim. Bu kitap, konu edilen üç devrimin, insanlari ve diger organizmalari nasil etkiledigini anlatiyor.
Modern insanlara benzeyen canlilar ilk olarak 2,5 milyon yil kadar önce Dogu Afrika’da ortaya çikti ama sayisiz nesiller boyunca gezegeni paylastiklari çok sayidaki organizmadan temel yasamsal huylar bakimindan fazlaca ayrismadi. Biyologlar organizmalari türler hâlinde siniflandirir. Birbirleriyle çiftlesip üretken yavrular yapabilenlerin ayni türe ait olduklari kabul edilir. Örnegin atla esek tesvik edilirse çiftlesebilir ama DNA’larini birbirlerine geçiremezler. Katir adi verilen yavrulari ise kisir olur. Bu yüzden, atla esek benzer görülse de ayri türler olarak kabul edilir. Oysa birbirlerine hiç mi hiç benzemeyen köpekler çiftlesebilir, ortak DNA havuzunu paylastiklarindan yavru sahibi olabilir, o yavrular da yeni yavrular yapabilir. Ortak bir atadan evrimlesen türler “cins” adi verilen bir baslikta toplanirlar. Örnegin aslanlar, kaplanlar, leoparlar ve jaguarlar Panthera cinsinin altindaki farkli türlerdir. Bizler Homo sapiens’iz; Homo (insan) cinsinin Sapiens (zeki) türü.
Son 10 bin yilda dünyadaki tek insan türü Homo sapiens oldugundan, baska bir insan türü olmadigini saniyorduk. Ama bunun dogru olmadigi anlasildi. Ilk insanlarin bazilari yaklasik 2 milyon yil önce Dogu Afrika’yi terk ederek, Kuzey Afrika, Avrupa ve Asya’nin çesitli yerlerine göç ettiler. Yasadiklari degisik ortamlarin sartlarina uyarak, farkli biçimde evrildiler. Böylece degisik türler ortaya çikti. Bilim insanlari bunlarin her birine ayri birer satafatli Latince isim koydu. Birkaç örnek vermek gerekirse; Avrupa ve Bati Asya’dakiler Homo Homo Neandertalensis (Neandertal Vadisi Insani), Asya’nin daha dogu bölgelerindekiler Homo Erectus (Dik Adam), Endonezya’daki Java Adasindakiler Homo Soloensis oldu. Bütün bunlarin ve digerlerinin düz bir soy çizgisi izleyerek neticede bize, yani Homo Sapiens’e evrildigini düsünmek yaygin bir hatadir. Gerçekte 2 milyon yil önceden, 10 bin yil öncesine kadar dünya ayni zamanda pek çok insan türüne ev sahipligi yapmistir. Aralarinda birçok farklilik olmasina ragmen onlari diger hayvanlardan ayristiran unsur olaganüstü büyük bir beyinleri olmasiydi. Büyük beyin büyük enerji harcar. Bu sayede Homo sapiens canlilar âleminin en büyük düsünce makinesi oldu ama bunun bir bedeli vardi; kaslari köreldi. Simdilerde bu büyük beyinler çok ise yariyor, akla hayale gelmedik icatlar yapabiliyoruz ama 2 milyon yildan uzun bir süre boyunca çakmaktasindan birkaç biçak ve sivri sopadan baska bir sey icat edemedik. Neden? Dogrusu bunu bilmiyoruz. Ama iki ayagi üzerinde dik yürüyebilme özelliginin insana çok katkisi oldugunu söyleyebiliriz. Hareket etme isini bacaklar yaparken eller ayni anda baska isler yapti, örnegin tas atti, isaret verdi. Hareketsiz hâlde iken eller alet yapimi ve kullanimi gibi ince isler yapmaya devam etti. Bunun ilk kanitlari 2,5 milyon yil öncesine kadar gider. Alet üretimi ve kullanimi, arkeologlarin eski insanlarin varligini tanimalarindaki temel ölçüdür.
Dik durabilmenin bazi dezavantajlari da vardi ve bunu hâlâ sirt agrilari ve boyun tutulmalari yasayarak ödüyoruz. Kadinlarin kalçalari ve dolayisiyla dogum kanallari daraldi, bu nedenle daha zor dogum yapar oldular, dogumda ölüm sorun hâline geldi. Erken dogum yapan kadinlarin hayatta kalma sansi daha fazlaydi çünkü bebegin kafasi o kadar büyümüs olmuyordu. Zamanla insanlar diger hayvanlara kiyasla daha erken dogum yapar hâle geldiler. Hayati sistemleri gelismemisken dogan insanlar bunun bedelini diger hayvanlara göre çok daha uzun süre boyunca büyüklerine bagimli biçimde yasamak zorunda kalarak ödediler. Bunun sosyal sonuçlari oldu; disi insanlarin eteklerinde yardima muhtaç çocukla kendilerine ve yavrularina gida bulmasi çok zordu. Çocuk büyütmek ailenin diger üyelerinden, komsulardan yardim alinmasini gerektiren bir eylemdi, evrim böylece güçlü sosyal baglar kurabilenleri destekledi. Pek çok memeli, anne karnindan firindan alinan toprak kap gibi çikar, yeniden sekillendirilmeye çalisilmasi onlara zarar verir. Hâlbuki insanlar ana karnindan, bir ocaktan alinan ergimis cam gibi çikarlar ve sasirtici biçimde yeniden sekillendirilebilirler. Bu yüzden çocuklarimizi, Müslüman veya Budist, Kapitalist veya Sosyalist, savasçi veya barisçi olarak egitebiliyoruz.
Ilk tas aletlerin en önemli kullanim alanlarindan biri kemikleri kirmakti. Insanlar böylece ilik yiyebildiler. Bazi arastirmacilar bunun insanligin ilk orijinal bulusu oldugunu söylerler. Peki, ilik neden önemli? Çünkü insanlar avlanip öldürülmüs hayvanlarin yanina ancak diger vahsi hayvanlar islerini tamamladiktan sonra yaklasabiliyordu. O zamana kadar da ortalikta kemikten baska bir sey kalmamis oluyordu. Bu yüzden kemigi kirip içinden iligi çikarmak, beslenebilmek açisindan elzemdi.
Bu durum tarihimizi psikolojimizi anlamak bakimindan çok önemlidir. Milyonlarca yil boyunca insanlar kendilerinden küçük hayvanlari avlayip beslendiler, kendilerinden büyük hayvanlara da besin oldular. Ancak 400 bin yil önce büyük hayvanlari avlamayi ögrendiler ve yine ancak 100 bin yil önce Homo sapiens’in ortaya çikisiyla besin zincirinde yukari dogru bir hamle yapmayi basardilar. Daha yakin zamana kadar savandaki orta hâlli yaratiklar oldugumuz için hâlâ korku ve endiselerle doluyuz. Bu da bizi fazlasiyla zalim ve tehlikeli kiliyor. Ölümcül savaslar çikarabiliyor, çevre felaketlerine neden olabiliyoruz. Bazi insan türleri 800 bin yil önceden beri zaman zaman atesi kullaniyordu. Atesin yaygin kullanimiyla pisirme eylemi ögrenildi. Bu sayede parazit ve mikroplardan, dolaysiyla hastaliklardan nispeten kurtulundu, sindirim kolaylasti. Sempanzeler günde bes saatlerini çig besinleri çignemeye harcarken pisirme sayesinde insanlar bu isi bir saatte halleder oldular. O kadar uzun bagirsaklara ve büyük dislere gerek kalmadi. Çok enerji tüketen bagirsaklar kisalinca, kazanilan enerji beyinleri büyütmeye yaradi.
Bilim insanlari 70 bin yil önce Dogu Afrika kökenli Sapiens’in Arap yarimadasina, oradan da tüm Avrasya’ya dagildigina ama oralarin daha önceden baska insanlar tarafindan mesken tutulmus olduguna inaniyorlar. Peki, Sapiens’in gelmesinden önce oralarda yasayanlara ne oldu? Birbiriyle çelisen iki teori var: Biri “Irk Karisimi”. Ortadogu ve Avrupa’ya ulasan Sapiens, oradaki Neandertallerle, Dogu Asya’ya ulasanlar ise yerli Erectuslarla karsilasti ve karistilar. Diger teori, “Yerine Geçme “ teorisidir. Buna göre, Sapiens’in diger insanlardan farkli bir anatomisi ve genetik yapisi vardi. Bu farkli yapi yüzünden diger insan türleriyle çiftlesebilse bile üretken çocuklar yapamiyordu. Bu yüzden iki tür birbirinden tamamen ayrismis olarak var oldu ve Neandertaller tamamen ölünceye ya da Sapiens tarafindan soykirima ugratilinca, genleri de kendileriyle birlikte yok oldu, yani Sapiens diger türlere hiç karismadan onlarin yerine geçti. Geçtigimiz on yillarda “Yerine Geçme” teorisi genel olarak kabul edilen ana teoriydi. Bu da tamamimizi Sapiens yapiyor. Ama uzun arastirmalar sonunda 2010 yilinda açiklanan Neandertal genom haritasindan anlasildi ki, modern Ortadogu ve Avrupa insani DNA’sinda yüzde 1 ile 4 oraninda Neandertal DNA’si vardir! Büyük bir oran degil ama bir akrabalik belirtisi mevcut… “Karisim” teorisi taraftarlari hakli olabilir. Arastirmalar sürüyor. Sonucun ne olacagini bilmiyoruz ama eger diger insan türleri yok olmayip Sapiens’le birlikte hayatta kalabilmis olsaydi, nasil kültürel, sosyal ve siyasi yapilar ortaya çikardi diye hayal ederek ilginç senaryolar üretebiliriz.
Sapiens’in suçu mudur bilinmez ama gittikleri her yerde yerli nüfus bir biçimde tükendi. Homo soloensis’in son kalintilari günümüzden 50 bin yil önceye, Homo denisova’ninkiler bundan kisa süre sonraya tarihleniyor. Neandertal’ler yaklasik 30 bin yil önce, Flores adasindaki son cüce insanlar 12 bin yil önce yok oldular. Geriye kemiklerini, tastan aletlerini ve DNA’mizdaki bazi genleri biraktilar. Böylece kendimizle (Homo sapiens) bas basa kaldik, tabi bir yigin cevaplanmamis soruyla birlikte. Örnegin, türdaslarini yok olusa iterek, birbirinden çok uzak ve ekolojik olarak çok farkli yerlere bu kadar hizli yerlesmeyi nasil basardilar? 70 bin yildan 30 bin yil öncesine kadar geçen sürede sallar (bu sayede denizleri astilar), yag lambalari, ok ve yaylar, igneler (sicak tutan giysi dikimi için çok önemli bir bulustu) gibi aletlerin icadi gerçeklesti. Sanat olarak kabul edilebilecek ilk mücevherler ve dinlerin olusumunu gösteren ilk buluntularla, ticaret ve toplumsal katmanlar da yine bu dönemde olusmustu. Bilissel Devrim, bu dönemde ortaya çikan yeni düsünce ve iletisim biçimleri (dil) anlamina gelir. Sapiens dili ilk sesli dil degildi. Birçok hayvanin sesli bir dili vardi. Zoologlar yesil maymunlarin birbirlerini sesle “Dikkat aslan – kartal!” diye uyarabildiklerini kanitladilar. Ama Sapens’in dilini bunlarinkinden farkli kilan, sinirli sayida sesi ve isareti kombine ederek her biri farkli anlama sahip sonsuz sayida cümle üretebilmesine olanak tanimasiydi. Bu sayede dedikodu yapabildiler, sosyallestiler. “Dikkat aslan!” ile yetinmeyip, bizon sürülerinin nerede oldugunu tarif edebildiler, kabilede kimin kimden nefret ettigini, kimin hilebaz, kimin dürüst oldugunu birbirlerine söyleyebildiler. Dedikodu teorisi basta saka gibi gelir ama önemlidir. Bugün bile insanlar arasindaki iliskinin büyük bölümü, e-postalar, yoluyla olsun, TV ve gazeteler yoluyla olsun, dedikodudan olusur. Dil Sapiens’lere sadece bilgi paylasimi olanagi vermedi, belki de daha önemlisi, var olmayan seyler hakkinda bilgi üretme ve birbirlerine aktarma olanagi da verdi. Bildigimiz kadariyla, sadece Sapiens dokunmadigi ya da koklamadigi varliklar hakkinda konusabiliyor. Efsaneler, mitler, putlar böyle ortaya çikti. Topluluklara üye birey sayisi arttikça yönetim sorunlari ortaya çikar. Kritik esik 150’dir. Homo sapiens bu kritik esigi asip on binlerce üyeden olusan sehirler kurmayi, milyonlari yöneten imparatorluklari hayata geçirmeyi nasil basardi? Bunun sirri ortak bir mite inanmaktir. Örgütlenmeler, insanlarin hayal güçlerinde yasattiklari ortak mitlere dayanir. Örnegin, birbirini tanimayan Katolikler, ortak inançlari ugruna Haçli Seferlerine çikabildiler. Arkaik insanlarin davranis örüntüleri on binlerce yil sabit kalirken, Sapiens toplumsal yapisini, ekonomik faaliyetlerini ve pek çok diger davranis biçimini on ile yirmi yilda bir degistirebiliyordu. 1900’de dogan ve yüz yasina kadar yasamis bir Berlinliyi düsünün. Çocuklugunu II. Wilhelm’in Hohenzollern Imparatorlugunda, yetiskinligini Weimar Cumhuriyetinde ve Nazi yönetiminde geçirirken, öldügünde demokratik ve birlesmis bir Almanya’nin vatandasiydi ama DNA’si hep ayniydi. Sapiens’in basarisi buradadir. Bir Neandetal birebir mücadelede, daha güçlü bir yapiya sahip oldugu için muhtemelen Sapiens’i yenerdi ama yüzlerce üyeyi içeren bir karsilasmada Neandertal’lerin hiçbir sansi yoktu.
Sapiens ticaret yapabiliyordu. Bunu yasadiklari yerlerde var olmayan maddelerle yapilmis aletlerin bulunmasindan anliyoruz. Bunlari, baska yerlerde yasayan Sapienslerden temin ediyor olmaliydilar. Sapiens’ten baska hiçbir canli ticaret yapamaz. Ticaret de güven olmadan yapilamaz ve yabancilara güvenmek çok zordur. Günümüzdeki ticaret aglari, Dolar gibi, itibarli markalar gibi unsurlara güvenimiz sayesinde mümkün olabiliyor. Kabile toplumlarinda iki kisi ticaret yapmak istediginde ortak bir puta veya bir totem hayvanina dayanarak karsilikli güveni olusturuyorlardi. Nihai tahlilde, “Dolar” da, “totem hayvani” da Sapiens kurgusunun eseridir yani hayalî bir gerçekliktir.
Sapiens’in icat ettigi hayalî gerçekliklerin muazzam çesitliligi ve bunun sonucu olarak gelisen davranis örüntülerinin çoklugu “kültür” dedigimiz seyin baslica bilesenleridir. Kültürler, ortaya çiktigindan beri sürekli gelisip degismislerdir. 30 bin yil önce ucu çakmaktasindan yapilmis bir sopadan yola çikip nükleer baslik tasiyan kitalar arasi füzeler yapabilir hâle gelmissek ve bunu fizyolojik olarak ciddi bir degisim geçirmeden becerebilmissek, bu basariyi Bilissel Devrim sayesinde çok sayida yabanciyla isbirligi yapabilme yetenegimize borçlu oldugumuzu teslim etmemiz gerekir.
Simdi biraz da Sapiens’in 70 bin yil önceki Bilissel Devrimle, 12 bin yil önceki Tarim Devrimi arasindaki dönemde nasil yasadigini anlamaya çalisalim. Geçtigimiz 200 yil boyunca besinimizi çogunlukla sehirlerde çalisip yasayarak kazandik. Ondan önceki Sapienslerin çogu çiftçi olarak yasiyordu. Ancak bu süre atalarimizin avci ve toplayicilikla geçindigi on binlerce yilin yaninda göz kirpma süresidir. Bilinçaltimizda bu uzun sürenin izlerini hâlâ tasiriz. Örnegin, neden kendimize pek az fayda saglayan yüksek kalorili yiyeceklere saldirip obez oluruz? Bunu anlamak için avci toplayici atalarimizin yeme aliskanliklarini analiz etmemiz gerekiyor. Onlarin yasadigi savanlarda çok ender olarak ulasabildikleri tek tatli, olgun meyvelerdi. Bulunca tika basa yediler ve bu aliskanlik genlerimize kazindi. DNA’miz hâlâ savanda yasadigimizi saniyor.Modern evliliklerde görülen sadakatsizliklerin nedenlerini eski çok esli yasam tarzina baglayan teoriler var. Buna göre, kadinlarin o toplumlarda mümkün oldugunca degisik erkekten gelen spermi rahimlerinde birlestirmeleri sonucu, ortaya en iyi avci, en iyi dövüsçü çikacagina inanilirdi. Erkegin de hangi çocugun kendisinden oldugunu bilmedigi için, hepsine esit ilgi gösterecegi varsayilirdi. Bu tezi savunanlara göre, tek esli çekirdek ailelerde yasamaya zorlanmamiz, biyolojik yazilimimiza aykiri ve psikolojik sorunlar yaratiyor. Bu tez ve buna karsi gelen tezler, zayif kanitlar üzerinden sürüp gitmekte.
Eski avci toplayicilarla, onlarin tarim ve endüstri dönemi torunlari arasindaki en bariz farklardan biri, kullanilan esya çesitliligidir. Mukayese edildiginde, avci toplayicilarin kullandiklari esya sayisi, tasiyabildikleri ile kisitliydi ve bu yüzden esyalar onlarin yasamlarinda daha sinirli rol oynadi. Günümüzden 100 bin yil sonra kazi yapan arkeolog herhangi bir kilise kalintisindan çikardigi sayisiz esya ile inanis ve ibadetin oldukça gerçekçi bir resmini çizebilir. Ama bizler, atalarimizla ilgili bu olanaktan yoksunuz. Bu yüzden avci toplayicilardan kalma esyalara dayanarak çikarimda bulunmak, yanli sonuçlara varmaya neden olur. Yine de eldeki bulgular bize, yüzde yüze yakin bir ihtimalle Tarim Devrimi öncesinde dünyaya yayilmis bes ila sekiz milyon arasinda avci toplayici bulundugunu ve bunlarin yüzlerce farkli dil ve kültüre ev sahipligi yapan, binlerce farkli kabileye bölünmüs oldugunu söylüyor. Bilissel Devrim’in temel miraslarindan biri budur.
Tarim ve sanayi toplumlari üyelerinin büyük bir kismi evcillestirilmis hayvanlardir. Sahipleriyle esit olmasalar da yine de onlar gibi toplulugun üyeleridirler. Bugün Yeni Zelanda toplumu 4,5 milyon Sapiens ve 50 milyon koyundan olusur. Ilk evcillestirilen hayvan ise köpektir. Nesiller boyunca insan ve köpek, birbirleriyle daha iyi iletisim kuracak sekilde birlikte evirildiler ve birbirlerinden yararlandilar. Bazi durumlarda köpeklerin de tipki insanlar gibi törenle gömüldüklerini, ortaya çikan mezarlardan anliyoruz.
Çogu Sapiens, gida ararken bir yerden baska yere göçer, adeta yolda yasardi. Hareketleri, degisen mevsimlerden, hayvanlarin yillik göçlerinden ve bitkilerin büyüme döngülerinden etkilenirdi. Bu gezintiler insanin dünyayi kesfetmesinin motoru oldu ama yavas bir biçimde; Sapiens’in Dogu Afrika ile Çin arasindaki mesafeyi 10 bin yilda kat ettigi hesaplaniyor.
Insanlik tarihindeki ilk kalici yerlesimler, balik zengini nehir ve deniz kenarlariydi. Endonezya’daki bazi buluntular bizi 45 bin yil öncesine götürüyor. Avustralya’nin isgalinin de buradan basladigini söyleyebiliriz. Avci toplayicilar gida pesinde dolanirken bilgi de toplarlardi. Hayvan davranislari, doga sartlari, ham maddelerden neler yapabilecekleri konusundaki bilgileri, büyük ihtimalle siradan günümüz insanindan daha fazlaydi, çünkü hayatta kalabilmek için buna ihtiyaçlari vardi. Oysa bizler diger insanlarin becerilerini daha fazla kullanabiliyoruz. Avci toplayicilar, yasantilarinin tüm zorluklarina ragmen modern insanlardan daha az çalisirlardi ve dedikodu yapmaya bolca zamanlari olurdu. Fosillesmis iskeletlerden anladigimiz kadariyla açlik ve yetersiz beslenme sikintilari, kendilerinden sonra gelen köylülere göre daha azdi. Ortalama yasam süreleri 30-40 yildi ama bunun nedeni çocuk ölümlerinin fazla olmasiydi. Zorlu yillari asabilenlerin 80 yila kadar yasayabildikleri düsünülüyor. Küçük gruplar hâlinde sürekli gezindiklerinden, hijyenik olmayan kalici konutlarda yasayan köylü toplumu mensuplarina kiyasla salgin hastaliklara yakalanma ihtimalleri daha azdi.Paraguay’da 1960’lara kadar yasamis olan Ache toplulugu, avci toplayiciligin karanlik yüzüne iliskin fikir verir. Bunlarin antropologlarla yaptiklari görüsmelerden biliyoruz ki, av pesinde veya baska maksatlarla yapilan gezintiler sirasinda grubun gerisinde kalan yaslilarin ve mecalsizlerin öldürülmeleri ya da saygin bir grup mensubunun vakitsiz ölümü hâlinde küçük bir kizi öldürmeleri ve onlari birlikte gömmeleri siradan adetlerdendir. Ihtimaldir ki onlar, bu yaptiklarini, günümüzde pek çok kisinin kürtaj ve ötenaziyi gördügü gibi görüyordu. Ve unutmayalim ki Acheler, Paraguayli çiftçiler tarafindan kovalaniyor ve yakalandiklari yerde öldürülüyorlardi. Bu yüzden de sürekli olarak bir kaçma ve gizlenme hâlindeydiler. Yani Acheler ne seytandi ne de melek, eski avci toplayicilar gibi sadece insandilar.
Tas devri dinlerinin neler oldugu konusunda mezar kalintilarina, kemik heykelciklere dayanarak koca teoriler üretmek, gerçeklerden ziyade çikarimlari yapan akademisyenlerin ön yargilarini yansitir. Bu konuda pek az sey biliyoruz ve bu da insanlik tarihiyle ilgili kavrayisimizin en büyük eksikliklerinden biridir. Keza avci toplayicilarin barisçil mi, savasçi mi olduklarini kesin bir dille söyleyebilmek de zordur. Portekiz’de, Sudan’da Tuna Vadisinde, daha pek çok yerde on binlerce yil önce yasamis insanlarin mezarlari bulundu. Kiminin kemiklerinde siddet izleri varken, kiminde yoktu. Bir genelleme yapmak olanaksizdir. Bazi mezarlarda baslari binlerce fildisi boncukla, ya da yüzlerce tilki disiyle taçlandirilmis 10-12 yaslarinda kiz ve erkek çocuk iskeletlerine rastlandi (bu taçlarin birini yapmak için en az 60 tilkinin dislerinin çekilmis olmasi, fildisi boncuklarin islenmesi için ise 7500 saat, yani 3 yildan fazla çalisilmis olmasi gerektigi hesaplaniyor). Bu çocuklarin o yaslarda birer savas kahramani olmalari mümkün degildi, o halde neden ödüllendirilmislerdi?
Arastirmacilar, yalnizca mantikli bir sekilde cevaplayabileceklerini umduklari sorulari sorarlar. Henüz elimizde olmayan yeni arastirma araçlari kesfedilmezse eski avci toplayicilarin kutsallarini veya nasil siyasi olaylar yasadiklarini belki de hiç bilemeyecegiz. Sapienslerin, degisik inançlar ve toplumsal yapilar olusturduklarini, diger insan ve hayvan türlerinin davranis biçimlerinin çok ötesinde sosyopolitik kodlar icat edebildiklerini söylemekten fazlasi pek mümkün degil. Ama yine de “o tarihlerde yasayan insanlar kayda deger hiçbir sey yapmadi” seklinde bir saptama yaparak 60-70 bin yillik insanlik tarihini yok saymamak için, her hangi bir cevabi (simdilik) olmayan sorulari sormaya devam etmeliyiz. Çünkü biliyoruz ki Sapiens, Sibirya tundrasindan, Orta Avustralya’nin çöllerine, Amazon yagmur ormanlarina kadar gitti ve gezegenimizin ekolojisini bastan asagiya sekillendiren isler yapti. Bu yüzden de canlilar âleminin en yikici gücüdür. Deniz engeli yüzünden, Afrika-Asya kökenli Homo sapiens Madagaskar, Avustralya gibi uzak bölgelere gidemedi. Bu nedenle oralarin organizmalari, milyonlarca yil boyunca izole kalarak evrimlesti, Afrika ve Asya’li uzak akrabalarindan farkli biçim ve yapilar olusturdu. Gezegenimiz farkli pek çok ekosisteme bölünmüstü. Bilissel Devrim’in hemen ardindan Sapiens dis dünyaya açildi. Ilk önemli basarisi 45 bin yil kadar önce Avustralya’yi yerlesime açmasiydi. Artik besin zincirinin en üstüne tirmanmis ve dünyanin en tehlikeli canlilarindan biri hâline gelmistir.
Sapiens’in Avustralya’ya gelmesinden birkaç bin yil sonra buralarda yasayan dev canli türünün neredeyse tamami yok oldu. Simdilerde 50 kg’dan agir 24 Avustralya türünün 23’ü artik yasamiyor! Avustralya’da devasa bir kirima benzer yok oluslar sonraki yillarda insanlar ne zaman dis dünyanin baska bir bölgesine yerlesse tekrarlandi. Bazi akademisyenler bu yok oluslari ortalama her 100 bin yilda bir yasanan buzul çaglarina ve sair iklim olaylarina bagliyorlarsa da bu kiyimlarin neden hep Sapiens’in oralara gelisinden sonra oldugunu açiklayamiyorlar. Tarihsel kayitlar, Homo sapiens’in bir ekolojik seri katil oldugunu gösteriyor. Sapiens’in Avustralya’da kendinden çok daha büyük canlilari nasil yok edebildigine dair rivayet muhtelif; bu büyük hayvanlar insandan korkacak sekilde evrilmemislerdi, hazirliksiz yakalandilar, çok yavas ürüyorlardi, hizli tükendiler, Sapiens ates kullaniyordu ve diger canlilarin beslenme alanlarina yakti (atese dayanikli okaliptüsler yayginlasti bu da koalalarin isine yararken, diger hayvanlari perisan etti vs, vs.). Bu teorilerin biri mi yoksa hepsi birden mi dogru bilinmez ama bilinen su: eger Homo Sapiens buralara gitmeseydi bölge hâlâ keseli aslanlara, diprotodonlara ve dev kangurulara ev sahipligi yapiyor olacakti. Sapiens, yaklasik 16 bin yil önce ulastigi Amerika’da da büyük çevre felaketlerine neden oldu. Oraya göçebildiler çünkü o devirlerde Sibirya ile Alaska arasi yürüyerek geçilebilecek kadar sigdi. Afrika savanlarinda yasamaya uyumlu Homo sapiens, soguk iklime karsi dâhiyane bir çözüm üretti: igne! Bununla deri ve kürkten kar ayakkabilari ve termal giysiler yapmayi ögrendiler. Bilgileri arttikça yürüdüler, yürüdükçe bilgileri artti. MÖ 10.000 civarinda insanlar çoktan Amerika kitasinin en güney ucundaki Tierra del Fuego’ya yerlesmislerdi bile. Simdiye kadar hiçbir canli tamamen ayni genlerle bu kadar farkli habitatlarda bu kadar hizli yayilmamis, göç ettigi yerlerde bitki ve hayvan çesitliligine bu boyutlarda zarar vermemisti. O nedenle dogaseverlerin anlattigi, atalarimizin doga ile uyum içinde yasadigi masallarina inanmayin.
Karada yasayan muadillerinden farkli olarak deniz hayvanlari, Bilissel Devrim ile Tarim Devrimi’nden çok etkilenmediler. Ancak, sanayi kirliligi yaratarak ve kaynaklari asiri kullanarak atalarimizin eksik biraktigi okyanus canlilarini yok etme isini simdilerde biz tamamliyoruz.
II.KISIM TARIM DEVRIMIHomo sapiens dünyaya yayilirken her gittigi yerde yaban bitkileri toplayarak ve hayvanlari avlayarak beslendi. Ta ki bundan 10 bin yil öncesine kadar. Bu tarihten sonra tüm zaman ve enerjisini birkaç hayvan ve bitki türünün yasamini degistirmeye adadi. Bu çabanin kendisine daha çok meyve, tahil ve et olarak geri dönecegini düsünüyordu. Insan yasaminda bir devrimdi bu; Tarim Devrimi.
Tarima geçis, MÖ 9500 – 8500 yillarinda, Türkiye, bati Iran ve Levant bölgesinde basladi. Bugday ve keçiler yaklasik MÖ 9000’de, bezelye, mercimek MÖ 8000, zeytin agaçlari MÖ 5000, atlar MÖ 4000 yillarinda evcillestirildi. Tüm ileri teknolojimize ragmen bugün bile kalorimizin yüzde 90’indan fazlasini, atalarimizin MÖ 9500 ile 3500 yillari arasinda evcillestirdigi bir avuç bitkiden aliyoruz. Bunlar, bugday, misir, patates, dari ve arpadir.
Tarimin Ortadogu’daki tek bir noktadan çikip yayildigina iliskin teorinin yanlisligi kanitlandi. Tarim Ortadogu’da, Çin ve Orta Amerika’da benzer zaman araliklarinda ortaya çikti ama Avustralya, Alaska ve Güney Afrika’da görülmedi. Neden? Çünkü çogu hayvan ve bitki türü evcillestirilemez. Evcillestirilebilenler belli bölgelerde yasiyordu, tarim devrimleri de bu bölgelerde ortaya çikti.
Tarim Devrimi insanligin elindeki toplam gida miktarini kesin olarak arttirdi ama daha iyi bir beslenme veya atalarindan daha mutlu yasamalarina yol açmadi. Daha ziyade nüfus patlamasina yol açarak simarik seçkinler yaratti. Tarim Devrimi tarihin en büyük aldatmacasidir.1
Bedensel tarla isçiligi eziyetli bir istir ve Hamo sapiens’in vücudu bu tip islerden ziyade geyiklerin pesinden kosmaya, elma agaçlarina tirmanmaya uygun bir yapidaydi. Insanlar bu uyumsuzlugun bedelini omurga, diz, boyun ve bel agrilariyla ödediler. Kalici yerlesimler tarlalarin yaninda kuruldu. Konuya bugday baglamindan bakarsak, biz bugdayi degil, bugday bizi evcillestirdi. Peki, nasil oldu da Homo sapiens bugday ugruna, pek de fena olmayan bir yasami, sefalet içindeki bir yasamla degistirmeye ikna edilebildi? Üstelik daha iyi bir beslenme sunmadigi (sindirimi zor, mineral ve vitamin yönünden zayiftir), ekonomik güvenlik saglamadigi (iklim sartlari ve hastaliklar ekini yok edebilir, insanlar aç kalabilir), siddete karsi güvence getirmedigi (tarim için toprak gerekir, toprak çekismeleri ise siddetin temel nedenidir) halde?
Evrimin geçer akçesi, ne açlik, ne aci çekmektir. Sadece DNA sarmallarinin kopyalanmasidir. Nasil ki bir sirketin basarisi, çalisanlarinin mutluluguyla degil bankadaki dolarlarla ölçülüyorsa, bir türün evrimsel basarisi da DNA kopyalarinin sayisiyla ölçülür. Ortada DNA kopyasi kalmazsa o tür yok olur, parasi kalmayan sirketin iflas ettigi gibi. Tarim Devrimi insanligin elindeki toplam gida miktarini arttirdi bu sayede daha çok insan, daha kötü sartlar altinda da olsa hayatta kaldi. Tarim Devrimi’nin özü budur. Iyi de, Homo sapiens, cinsinin sayisi artsin diye kendi hayat standardini neden düsürür? Bunu kimse onaylamamisti zaten; Tarim Devrimi bir tuzakti. Sapiens daha kolay bir yasam arayisiyla tarima geçmis, kendini sagliksiz kosullara mahkûm etmis ama sayilari da, söz gelimi 100’den 110’a çikmisti. Simdi aralarindan hangi 10 kisi digerlerinin eski güzel yasamina dönebilmesi için kendini feda edecekti? Geri dönüs mümkün degildi, tuzaga düsmüslerdi artik…
Tarihin kesin yasalarindan biri de lükslerin ihtiyaç hâline gelmesidir. Günümüzde de aynisi yasaniyor. Insanlar daha fazla lükse ve hayati daha rahatlatacagini varsaydiklari zimbirtilarin daha çoguna sahip olabilmek için köle gibi çalisip duruyorlar, artik geri dönüp kök bitkilerini eselemeleri mümkün degildir. Modern zamanlarda, bize zaman kazandiracagini düsündügümüz bir sürü sey icat ettik. Bunun sonucu, günlerimizi daha endiseli ve kaygili geçirmemize sebep olacak sekilde hayatin hizini normalin on katina çikarmak oldu.
1 Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabindan alintidir. Bu kitabin özeti Özet Kitap arsivinde mevcuttur.
Dönelim eski günlere, MÖ 10.000 yili civarinda dünyanin, 5-8 milyon dolaylarinda avci toplayiciya ev sahipligi yaptigini yazmistik. Avci toplayici nüfusu 1. Yüzyilda 1-2 milyona düsmüstü. Bu sayi, ayni dönemde nüfuslari 250 milyonu bulan çiftçilerin yaninda hiçbir seydi. Tarlalarinin yani basindaki evlerde yasayan çiftçilerin “eve” olan bagliliklari onlari zihinsel olarak dönüstürdü ve benmerkezcilik en önemli psikolojik özellikleri hâline geldi. Yerlesik yasama geçebilmek için ormanlar yakildi, kesildi, evler, savunmaya yönelik yapilar ve daha pek çok yapay düzenlemeler yapildi. Ortaya çikan habitat, sadece insanlarin ve “onlarin” bitkileri ve hayvanlari için uygundu. Dünyadaki kara parçalarinin yüzeyi 155 milyon kilometrekaredir. MS 1400 gibi geç bir tarihte bile çiftçilerin çogu, hayvanlari ve bitkileriyle birlikte bu toplam alanin yüzde 2’sine sikismis vaziyette yasiyordu. Tüm tarih bu küçücük yüzde 2’lik alanda oldu bitti.
Çiftçiler, kitlik, kuraklik, savas, salgin gibi nedenlerle atalarina kiyasla çok daha fazla gelecek plânlamalari yaparlardi. Bu kaygiyla hem kendileri hem de çocuk ve torunlari için tüketebileceklerinden fazlasini üretmeye mecburdular. Hayatlarinin son demlerinde bile, meyvesini yeme imkâni bulamayacaklari zeytin ve benzeri agaçlari diktiler. Buna karsin ulasmayi arzuladiklari ekonomik güvenceye neredeyse hiç ulasamadilar. Çiftçilik, büyük ölçekli politik ve sosyal sistemlerin kurulmasina yol açti. Her yerde ortaya çikan yöneticiler ve seçkinler, köylülerin emegiyle üretilen fazla gidayla beslenip, çiftçileri bogaz tokluguna mahkûm ettiler.
El konan bu yiyecekler, siyaseti, savaslari, sanati ve felsefeyi canlandirdi. Kaleler, tapinaklar, anitlar insa edildi. Tarih çok az insanin “yaptigi”, geri kalanlarin da tarla sürüp ot ayikladigi bir süreçtir. Öyledir de, insanlarin birbirini dogramasinin, iç savaslarin nedeni, her zaman gidayi ve topragi paylasamama güdüsü degildir. Bunun nedeni insanlarin, milyonlarca yil boyunca birkaç düzine bireyden olusan küçük gruplar hâlinde evrimlesmis olmasidir. Tarim Devrimi’ni izleyen ve sehirlerin, kralliklarin ortaya çikisina taniklik eden birkaç bin yillik kisa süreç, kitlesel isbirligini saglayan bir içgüdünün evrimlesmesi için yeterli degildi. “Isbirligi” kelimesi kulaga çok özverili geliyor ama bu isbirligi çogu zaman gönüllü degildi ve nadiren esitlikçiydi. Toplumun çogunlugunu olusturan bireyler, seçkinlerin sömürüsüne, yönetimin koydugu agir vergilere ragmen bir arada yasamayi sürdürebilmelerini, ortak mitlere olan inançlara borçluydular. Büyük putlar, anavatan vs… Bunlar hayalî düzenlerdir ve insanlar onlara inanmayi biraktiklari anda çökmeye mahkûmdurlar. Ordular, polis kuvvetleri, hapishaneler, insanlarin hayalî düzene uygun olarak davranmasini saglamak için çalisirlar.
Insanlarin Hristiyanlik, demokrasi veya kapitalizm gibi hayalî düzenlere inanmasini nasil saglarsiniz? Öncelikle hayalî oldugunu asla itiraf etmeyerek. Mevcut bir hayalî düzeni degistirmek için ise alternatif bir hayalî düzene inanmaniz gerekir. Ancak milyonlarca insanin ayni anda bilincini degistirmek çok kolay bir is degildir. Bu ölçekte bir degisim sadece siyasi parti, ideolojik hareket veya dinî bir tarikat gibi karmasik bir örgütlenmenin yardimiyla basarilabilir. Etrafimizdaki hapishane duvarlarini yikip özgürlüge kavustugumuzu sandigimizda, aslinda daha büyük bir hapishanenin genis avlusuna dogru kosuyor oluruz. Sapiens’in toplumsal düzeni hayalî oldugundan, düzene uyum saglamasi için çok sayida bilgiyi depolamasi gereklidir. Örnegin, arilarin avukatlara ihtiyaci yoktur çünkü isçi ari artik terfi zamani geldigi hâlde terfi ettirilmedigi iddiasiyla hakkini aramaz. Onun ait oldugu sistemin islemesi için gereken bilginin büyük bölümü genomlarina kodlanmis hâldedir. Oysa insanlar, sürekli degisim içinde olan hayalî bir ortamda yasarlar ve bunun için gerekli olan devasa miktardaki bilgileri sadece DNA’larin kopyalanmasi suretiyle ve genlerin sonraki nesillere aktarilmasi yoluyla koruyamazlar. Insan beyni buna yeterli bir depolama araci degildir. Bu problemin üstesinden gelmeyi ilk basaranlar, güney Mezopotamya’da yasayan Sümerlerdi. Bilgileri beyinleri disinda bir yerde tutmak ve islemek için, özellikle de büyük miktardaki matematiksel veri için uygun bir sistem icat ettiler, buna “yazi” diyoruz (MÖ 3500-3000 yillari arasi). Böylece toplumsal düzenler insan beyninin sinirlarindan kurtuldu, büyük sehirlerin, imparatorluklarin önü açilmis oldu. Sümer yazisi insanligin her hâlini yansitabilen uygunlukta degildi, örnegin bu yaziyla ask siirleri yazilamazdi. Bu bakimdan müzik notalari gibi kismî yazi sayilir. Kolomb öncesi And Dagi kültürleri de kismî yazi kullandilar. Bunlar kâgitlara, kil tabletlere yazilmazdi, quipu adi verilen renkli ipliklere dügümler atilarak yazilirdi. Inkalarin yazdigi tek bir quipu, yüzlerce farkli iplik ve binlerce farkli dügüm barindirabilirdi. Bununla vergi, mülkiyet konulari dâhil büyük miktarda veriyi depolayip isleyebildiler. Aksi hâlde imparatorlugun getirdigi karmasik idari problemler çözülemezdi. Baslangiçta Ispanyol isgalciler bile quipu’dan yararlandi. Sonralari, bu isi bilen yerlilere bagimli kalmamak için Latince ’ye geçtiler, bu da quipu okuma sanatinin sonunu getirdi. Mezopotamyalilar sikici matematiksel verilerden daha fazlasini yazmaya ihtiyaç duyunca, mevcut isaretlere yenileri eklendi, ortaya çivi yazisi çikti (MÖ 3000’le 2500 arasi). Kraliyet emirleri, rahip kehanetleri bununla yazildi. Benzer tarihlerde Misirlilar hiyeroglifi icat ettiler. MÖ 1200 civarinda Çin’de, MÖ 1000-500 yillari arasinda Orta Amerika’da yazi islerinin iyice gelistigini görüyoruz.Yazilacak seyler ve özellikle bürokrasi arttikça arsivler devasa boyutlara ulasti. Bunlarin arasinda arananin bulunmasi sorun hâline geldi. Ortaya katalogcular, kütüphaneciler çikti. Sistemin isleyebilmesi için normal insanlar gibi düsünmeyi birakip kâtip ve muhasebeci gibi düsünmeye basladik. Her bilgi, ait oldugu çekmeceye girdi, özgür düsünce, bütüncül bakis yerini bürokrasiye ve siniflandirmaya birakti. Araplarin matematik dilini gelistirmesiyle rakamlarin dili uluslararasi bir dil hâline geldi. Isin uzmanlari, “fakirlik”, “mutluluk” ve “dürüstlük” gibi kavramlari bile rakamlara çevirmek için ellerinden geleni yaparlar (“yoksulluk siniri”, “bireysel mutluluk seviyesi”, “kredi notu”, vb.). Insan bilincinin hizmetçisi olarak dogan yazi, giderek insanin sahibi hâline geldi.
Insanligi ele geçiren bir baska olgu da hiyerarsik önyargilardir. Tüm toplumlar hayalî hiyerarsiler üzerine kuruludur ama bu hiyerarsiler farklilik gösterir. Örnegin Hint toplumu insanlari kasta göre siralarken Osmanli toplumu dine, Amerikan toplumu ise irka göre siralamistir. Böylesi ayirimciliklar yüzünden insanin insana çektirdigi eziyetler sinirsizdir. Çogu sosyopolitik hiyerarsinin, mantikli ve biyolojik bir temeli yoktur; hepsi tesadüfî olaylarin mitlerle güçlendirilerek kalici hâle getirilmesinden ibarettir.
Tarihte farkli toplumlar, farkli hiyerarsileri benimsediler. Örnegin kast ortaçagda Hindistan’da bir ölüm kalim meselesiyken, modern Avrupa’da söz konusu bile degildir ama nerdeyse bilinen insan toplumlarinin hepsinde cinsiyet hiyerarsisi önemli bir yere sahiptir. Insanlar her yerde kendilerini erkekler ve kadinlar olarak ayirdilar ve nerdeyse her yerde erkekler daha iyi durumdaydi, en azindan Tarim Devrimi’nden bu yana. 2006 yili itibariyle dünyada hâlâ 53 ülkede kocalar karilarina tecavüz etmekle suçlanamiyordu çünkü onlarin bedenlerinin mutlak hâkimi idiler ve ne isterlerse yaparlardi. Almanya’da aile içi tecavüz kavrami ancak 1997’de yapilan düzenlemeyle yasal bir kategori hâline getirildi.
Kadinlarla erkekler arsindaki bazi kültürel, yasal ve politik farkliliklarin cinsler arasindaki biyolojik farklardan kaynaklandigi çok bellidir ama bu farkliliklar, birini digerine göre üstün kilar mi? Neyi biyolojinin belirledigini, neyin insanlar tarafindan biyolojik mitler kullanilarak hakli çikarilmaya çalisildigini nasil bilebiliriz? Bunu anlamak için önemli kurallardan biri “Biyoloji izin verir, kültür engeller” kuralidir. Biyoloji hosgörülüdür. Biyolojiye göre mümkün olan her sey tanim geregi dogaldir, escinsellik bile. “Dogal” ve “ dogal olmayan” kavramlari biyolojiden degil Hristiyan ilahiyatindan alinmadir. “Dogal”in ilahiyattaki anlami “dogayi yaratan Tanri’nin niyetiyle uyumlu olma hâli” seklinde tanimlanabilir.
En azindan Tarim Devrimi’nden bu yana, çogu insan toplulugu, erkeklere daha fazla deger veren ataerkil yapidadir. Bunun sebebini, kas gücü üstünlügü, saldirganlik, rekabetçilik gibi niteliklere baglayan teoriler var ama hiçbiri inandirici degil. Bir görüse göre erkekler dogurgan kadinlari hamile birakabilmek için birbirleriyle yaristiklarindan, üreme sansina sahip olabilmek için rakiplerini yenmeliydiler. Zaman geçtikçe, gelecek nesillere en hirsli, saldirgan ve rekabetçi erkeklerin genleri aktarilmis oldu. Kadinlar ise, gerek hamilelikleri boyunca, gerekse çocugun ilk yillarinda avlanip beslenme ihtiyaçlarini gideremiyordu ve bu anlamda erkege muhtaçti. Bu yüzden de erkegin sundugu sartlari kabullenmek zorunda kaldi. Böylece gelecek nesillere uysal ve bakici kadin genleri aktarilmis oldu.
Tüm basarisini isbirligine borçlu bir türde (insan) daha az isbirligine yatkin olacagi varsayilan bireyler (erkekler) nasil oluyor da daha çok isbirligi yapmaya müsait oldugu varsayilan bireylere (kadinlar) üstünlük kurabiliyor? Bunun cevabini tam olarak bilmiyoruz. Bildigimiz ise, geçtigimiz yüzyilda toplumsal cinsiyet rollerinin olaganüstü bir devrim geçirdigi ve cinsler arasinda tam esitlige dogru bir evrimin basladigidir.
III.KISIM INSANOGLUNUN BIRLESMESITarim Devrimi’nden sonra insan topluluklari giderek daha büyük ve karmasik, hayalî kurgulari da daha rafine hâle geldi. Mitler ve kurgular insanlari belli biçimlere soktu. Kurallara ve dayatilan düsünce tarzlarina uyumlu yasam, belli içgüdülerin olusmasina yol açti. Bu yapay içgüdüler agina “kültür” diyoruz. Kültürler çevre kosullarindaki farkliliklar veya komsu kültürlerle etkilesim sonucu degisebilecegi gibi, kendi iç dinamikleriyle de dönüsüm geçirebilir. Fizik kurallarinin aksine, insan yapisi tüm düzenler, içsel çeliskilerle doludur. Kültürler bu çeliskileri gidermeyi denerler, bu süreç de degisimi getirir.
Örnegin, ortaçag Avrupa’sinda asiller hem Hristiyanliga hem de sövalyelige inanirdi. “Sana vurana öbür yanagini uzat” ögretisi ile sövalyelerin uyguladigi vahset nasil bagdasir? Haçli Seferleri, bu çeliskilerle bas etmeye çalismanin bir sonucudur. Sövalyeler bu sayede hem askerî becerilerini hem de dine bagliliklarini bir arada gösterebildiler. Bu tür çeliskiler her insan türünün ayrilmaz bir parçasidir ve türümüzün yaraticiligi ile dinamizminin motoru sayilmalidir. Bu tutarsizliklar bizi arastirmaya, elestirmeye, yeniden degerlendirmeler yapmaya mecbur eder; tutarlilik durgun zihinlerin oyun alanidir!
Tarih, küçük ve basit kültürlerin birleserek büyümeleri, sonra dil, mezhep ve sair nedenlerle ayrisma hikâyeleriyle doludur. Ama büyük resme baktigimizda, ticaretin de ilerlemesiyle, birlik yönünde bir dönüsümün gelistigi çok net olarak görülür. MÖ 10.000’de binlerce farkli insan dünyasi vardi. MÖ 2000’deyse sayilari yüzlere inmisti. MS 1450’ye gelindiginde ise çok daha az.
Ilk evrensel düzen ekonomi üzerinden yükseldi: Parasal Düzen. Ikinci evrensel düzen siyasî idi: Imparatorluk Düzeni. Üçüncüsü ise dinîydi: Budizm, Hristiyanlik, Islâm. Tüccarlar için tüm insanlar potansiyel müsteriydi, fatihler için tebaa, peygamberler için ise inananlardi. Onlar da her yerde, herkes için geçerli olabilecek bir düzen tesis etmeye çalistilar.
Simdi, günümüzdeki birlesik dünyanin temellerinin nasil atildigini tartisacagiz. Hikâye, tarihteki en büyük fatihle basliyor; bu fatih olaganüstü hosgörülü, uyumlu, insanlari atesli taraftarlara çeviriyor. Bu fatihin adi: PARA. Din, irk, dil farki gözetmeden insanlar paranin etrafinda birlesebildiler. Avci toplayicilarin elbette paralari yoktu. Ürettikleri mal ve hizmetleri paylasirlardi, bedavaya verilmis bir parça et, bir karsiligi olacagi beklentisiyle el degistirirdi. Tarim Devrimi sürecinde de fazla bir degisiklik olmadi. Kendine yeten küçük toplumlarda isler takas yöntemiyle sürdü gitti. Sehirlerin, kralliklarin yükselisi, ulasim altyapisindaki gelismelerle birlesince uzmanlasma için yeni firsatlar dogdu. En iyisi filânca yerde üretilen bir ayakkabinin karsiligini, falanca yerde ürettiginiz elma ile ödemek istiyorsunuz ama ayakkabicinin elmaya ihtiyaci yok. Ne olacak? Bazi toplumlar bu durumu merkezî bir takas sistemi gelistirerek çözdüler. Çiftçilerin ve zanaatkârlarin ürünleri ortada toplandi, ihtiyaci olanlara dagitildi. Bu tür bir deneyin en büyük ölçeklisi ve en ünlüsü Sovyetler Birligi’nde uygulamaya sokulmaya çalisildi ve sonucu fiyasko oldu. “Herkes yetenegine göre çalisacak ve ihtiyacina göre alacak” fikri pratikte, “herkes olabildigince az çalisacak ve mümkün olanin en fazlasini alacak” fikrine dönüstü.
Inkalar bir ara basarili bir sistem kurmuslardi ama çok sayida uzmani birbirine baglamanin daha kolay bir yolu bulundu, bunun adi paraydi. Para pek çok yerde farkli zamanlarda icat edildi. Bu olay, teknolojik olmaktan ziyade zihinsel bir devrimdi. Madeni para basimi icat edilmeden çok önceleri de mevcut olan para, çesitli kültürlerde farkli esyalar kullanilarak gelisti. Ilginçtir, 20. Yüzyil baslarinda Ingiliz Uganda’sinda vergiler hâlâ deniz kabuklariyla ödenebiliyordu. Modern hapishanelerde sigara hâlâ para yerine geçebiliyor. Ideal para türleri, insanlarin bir seyi baska bir seye dönüstürmesini sagladigi gibi, birikimlerini saklamalarina da olanak verir. Birikimi kullanabilmek için depolamak yetmez, bir yerden bir yere tasiyabilmek de gerekir. Deniz kabuklari ve dolarlarin sadece hayâl gücümüzde belli bir degeri vardir. Para psikolojik bir kurgudur. Insanlar nasil oldu da bereketli bir pirinç tarlasini, bir avuç ise yaramaz deniz kabugu ile degistirmeye razi olabildi? Insanlar böyle seyleri ancak kolektif hayal güçlerinin icatlarina inandiklarinda yaparlar. Güven, tüm para türlerinin hammaddesidir ve su ana kadar yaratilmis en evrensel ve en etkili karsilikli güven sistemidir. Amerikalilar “güven” meselesini bir adim öteye tasimis durumdalar. Paralarinin bir yüzündeki Hazine Müstesarinin imzasiyla yetinmemisler, isleri ruhani âlemlere tasiyarak, öbür yüzüne de “In God We Trust : Tanriya Güveniyoruz” yazmislardir. Çifte güvence!
Tarihte bilinen ilk para Sümer topraklarinda, yaziyla ayni kosullarda, ayni yerde ve ayni zamanda ortaya çikti ve yogunlasan ekonomik faaliyetlere bir çözüm getirdi. Sümer parasi Arpa idi ve alinip satilacak seylerin degerine göre, takriben bir litreye denk gelen kapasiteye sahip standart çanaklarla ölçülerek mallarin degisimine vasita olurdu. Paranin tarihteki asil kirilma noktasi, insanlar kendinden bir degeri olmayan ama depolanmasi ve tasinmasi kolay olan paraya güven duymaya basladiklarinda oldu. Bu anlamda ilk para, yaklasik MÖ 3000’de Mezopotamya’da gümüs “sekel” adiyla ortaya çikti. Metallerden yapilmis agirliklar, zamanla madeni paralarin dogmasini sagladi. Tarihteki bilinen ilk madeni para MÖ 640 yilinda Lidya krali Alyatres tarafindan Bati Anadolu’da basildi. Üzerindeki isaretler de paranin degerini garanti eden bir siyasi otoritenin imzasiydi. Bu bir güven unsuruydu ve taklidi çok agir cezalara tabiydi çünkü egemenligi çignemek anlamina geliyordu. Sonralari büyük sayginligi olan Roma parasi “Denarius” geldi. Imparatorluk sinirlari disinda dahi çok genis bir cografyada güvenle kullanildi. Dinar hâlâ Ürdün, Irak, Sirbistan, Makedonya ve pek çok baska ülkenin resmi para birimidir.
Ilerleyen yillarda dinî inançlar konusunda anlasamayan Hristiyan ve Müslümanlar paraya inançta anlasiyorlardi çünkü din bir seye inanmamizi isterken, para baskalarinin da bir seye inandigina inanmamizi ister. Para hosgörülüdür, insanlar arasinda hiçbir konuda ayirim yapmaz. Para sayesinde birbirini hiç tanimayan ve güvenmeyen insanlar etkin isbirlikleri yapabilirler. Bu, paranin gerisinde yatan mekanizmalara duyulan güvendir. Karsimizdakinin parasi biterse kisisel olarak ona duyulan güven de biter. Para topluluklarin, dinlerin ve devletlerin duvarlarini yiktikça, dünyanin kocaman ve ruhsuz bir pazara dönüsmesi tehlikesi artiyor. Zaman içerisinde, binlerce farkli kültürün birleserek bu günkü küresel köyü nasil meydana getirdigini anlamak için madeni paralarin en saygin metali olan altin ve gümüsün rolünü anlamaliyiz ama çeligin de en az o kadar önemli olan rolünü göz ardi etmemeliyiz.
“Küresel Köy” dedik, bu küresel köyün olusumundaki rolü açisinda “Emperyal Vizyon” üzerinde biraz duralim. Geçmisteki kültürlerin çogu, er ya da geç, onlari tarihin çöplügüne gönderecek acimasiz imparatorluklara yem oldu. Ama imparatorluklar da eninde sonunda yikilir ancak geride zengin ve kalici miraslara birakirlar. 21. yüzyilda yasayan neredeyse herkes bir imparatorlugun bakiyesidir.
Imparatorluklar, farkli etnik gruplari ve farkli çevre kosullari gösteren bölgeleri tek bir siyasi semsiye altinda toplayabilmis ve hem dünya cografyasinin, hem de insan türünün giderek daha fazlasini bir araya getirip harmanlayabilmistir. Öte yandan, birçok küçük grubu da, daha büyük gruplar içinde eriterek insan çesitliligindeki ani ve ciddi azalmanin temel nedenlerinden biri olmustur. Peki, imparatorluklar kötü müdür? Günümüzde “emperyalist” sözcügü, “fasist”in ardindan siyasi hakaretler sözlügümüzdeki agir küfürler arasinda ikinci sirada yer aliyor. Algi böyle.
Çogu örnekte, bir imparatorlugun çöküsü tebaa halklar için bagimsizlik anlamina gelmedi. Genellikle çökenin yerini yeni bir imparatorluk aldi. Süphesiz, bir imparatorlugun kurulmasi ve sürdürülmesi, genellikle büyük kitlelerin katledilmesi ve geriye kalanlarin da zalimce bastirilip yasadiklari yerlerin kaynaklarinin seçkinlerce sömürülmesi anlamina gelir. Ancak tüm imparatorluklara kara çalmak ve hepsinin biraktigi mirasi önemsiz ilan etmek, insanlik kültürünün büyük bir bölümünü reddetmek demektir.
Imparatorluk seçkinleri, fetih ganimetlerini sadece kuleler yapmaya ve ordular beslemeye degil, felsefeye, sanata, hukuka, sosyal yardimlara ve merkezden çok uzak yörelere kültürel tesislerle, altyapi olanaklari yapmaya yatirirlardi. Daha öteye geçersek görürüz ki, kökenleri ne olursa olsun Alaska’dan, Macellan Bogazina kadar iki Amerikan kitasinda bugün yasayan tüm insanlar su dört emperyal dili konusurlar: Ispanyolca, Portekizce, Fransizca ve Ingilizce.
Imparatorluklar genellikle halklarin kültür birikimlerinden mümkün oldugu kadar çok sey alan melez medeniyetlere dönüstüler. Tebaa halklari için bu dönüsüm epey sanciliydi çünkü kendi kültürlerinden aci içinde ayrilirken, imparatorluk seçkinlerinin onlari “biz”in bir parçasi olarak görmeleri on yillar alabiliyordu. Roma Imparatorlugu, farkli kültür ve cografyalardan gelen insanlari komplekssiz biçimde yönetici seçkinler arasina kabul edebilen, tüm halkin kendini Roma Vatandasi olmaktan gurur duyabildigi bir emperyal vizyon örnegi olmayi basarabilmisti.
Günümüzde dünya, siyasi parçalanmislik hâlinde ve ekonomik, siyasi ya da iklimsel türden küresel sorunlar, ülkelerin tek baslarina halledebilecekleri boyutlari çoktan asmis vaziyette. Bu yüzden “bagimsizlik” kavrami iyice gevsiyor. Ülkeler, uluslararasi camianin baskisi yüzünden iç meselelerini bile kendi uygun gördükleri biçimde yönetme imkânindan uzaklasiyorlar. Gözlerimizin önünde bir küresel imparatorluk olusuyor. Dünya çapinda giderek daha fazla sayida girisimci, bilim insani ve yönetici, kendi ülkelerine sadik kalmakla, imparatorlugun çagrisina uymak arasindaki tercihlerini ikincisinin lehine kullaniyor.
Insanligi birlestiren “para” ve” imparatorluk” kavramlarina degindik. Her ne kadar bugün çogunlukla, ayrimcilik, anlasmazlik ve savas kaynagi olarak görülse de “din” insanlari birlestiren üçüncü unsurdur. Biraz da bu konuya deginelim.Din, insanüstü düzene olan inanca dayali bir insanî degerler ve normlar sistemi olarak tanimlanabilir. Bir dinin çok genis bir alanda yasayan farkli insan gruplarini bir araya toplayabilmesi için evrensel bir insanüstü düzeni benimsemesi ve bu inanci herkese yaymakta israr etmesi gerekiyordu, yani tebligci olmaliydi. Avci toplayicilarin evrensellikle ilgileri yoktu. Yasamlarini birkaç bin kilometrekarelik bir alanda geçirdiklerinden, belli bir bölgede hayatta kalabilmek için oradaki yasami düzenleyen insanüstü sistemle uyumlu olmalari yeterliydi, baskalarina bunu dayatmalarinin da anlami yoktu. Diger bölgelerde yasayan hemcinsleri de kendilerine özgü sistemleri kurabilirlerdi.
Avci toplayicilar, yabani bitkiler toplayip hayvanlari avliyorlardi ama bunlari kendilerinden üstün veya alt varliklar olarak degil, kendileriyle esit degerler olarak görüyorlardi. Tarim Devrimi bu esitligi ortadan kaldirdi. Çiftçiler, bitkiler ve hayvanlar âlemini sahiplenmek, onlara hükmetmek istiyordu. Antik çag mitolojilerinin büyük kismi aslinda insanlarin bitkiler ve hayvanlar üzerinde hâkimiyet kurabilmeleri karsiliginda Tanri’ya ebediyen sadakat sözü verme öyküleridir. Kralliklar ve ticaret aglari genisledikçe yerel ruhlar ise yetmez olmus, genisleyen havzanin tamamina erisebilen varliklarla iletisim kurabilme geregi duyulmustu. Çok tanrili dinler böyle ortaya çikti.
Iki bin yil önce, tektanriciligin zorlayici tavri, pek çok Batilinin, çoktanriciligi cahilce bir puta tapinma olarak görmesine neden oldu ama çoktanricilik tek bir gücün veya tüm evreni yöneten tek bir yasanin varligini yok saymaz. Aksine, bu üstün gücün varligini tanir. Romalilarin uzun süre boyunca hosgörü göstermeyi reddettigi tek tanri, Hristiyanlarin tanrisiydi. Hristiyanlardan inançlarini birakmalarini istemedi ama imparatorlugun koruyucu tanrilarina saygi göstermelerini bekledi. Bu onlar için bir siyasi sadakat meselesiydi. Saygi göstermeyenlere zulmettiler. Dogru ama bu zulmün boyutlari, Hristiyanlarin sefkat ve sevgi dini dedikleri inanisin farkli yorumlari yüzünden birbirlerine yaptiklari eziyetin yaninda fazla sayilmazdi. Bu ilahiyat tartismalari 16. ve 17. yüzyillarda o kadar siddetlendi ki Katolikler ve Protestanlar birbirlerini kitleler hâlinde yok ettiler, milyonlarca insan öldü.
Daha önceleri bazi basarisiz örnekleri olmasina karsin tektanricilik yönündeki büyük kirilma Hristiyanlikla birlikte geldi. Bu inanç, Nasirali Isa’nin uzun süredir beklenen Mesih oldugunu öne süren küçük bir Yahudi cemaati olarak dogdu. Tarsuslu Pavlus, tüm insanligin kurtulusu için kendini feda etmekten çekinmeyen Isa’nin ögretisinin yalniz Yahudilerce degil, herkes tarafindan bilinmesi gerektigini ileri sürdü. Hristiyanlar tüm insanligi hedef alan genis misyonerlik faaliyetler yürüttüler ve böylece ezoterik bir Yahudi grubu, büyük Roma Imparatorlugunu ele geçirdi.
Hristiyanlarin basarisi, 7. yüzyilda Arap yarimadasinda ortaya çikan diger bir tek tanrili dine; Islâm’a model oldu. Bu inanç da çok hizli bir sekilde Atlantik Okyanusu’ndan Hindistan’a uzanan devasa bir imparatorluga dönüstü. Böylece tek Tanrili din fikri dünya tarihinde merkezi bir role kavustu. Ama buna ragmen, çoktanricilik ile düalizm ve animizm miraslarindan tam anlamiyla kurtulamadi. Siradan bir Hristiyan veya Müslüman, tek Tanri’ya inanirken, ayni zamanda düalist bir kavram olan Seytan’a, çoktanrili azizlere ve animist hayaletlere de inanmaya devam eder. Ilahiyatçilar, çesitli kaynaklardan alinarak benimsenmis bu ibadet ve ritüeller için “bagdastirmacilik” tanimini kullanirlar. Aslinda bagdastirmacilik, tek basina dünyanin en büyük dini sayilabilir.
Tarihte dünyayi yöneten insanüstü düzenin, ilahi irade olmayip doga yasalari oldugunu savunan birçok inanç biçimi de görülmüstür. Bunlarin en önemlisi ve hâlâ en büyük olani Budizm’dir. Budizm’in temel figürü Tanri degil, bir insan olan Siddhartha Gautama’dir. Budist inancina göre Guatama, MÖ 500 civarinda küçük bir Himalaya kralliginin varisiydi. Etrafinda gördügü acilardan çok etkilenerek müreffeh yasamini terk etti ve yollara düstü. Insanlarin hirslarini yenerek özgürlüklerine ve dolayisiyla mutluluga kavusmalarinin çarelerini aradi. Inanisa göre insan, arzu ve hirslarindan kurtuldugunda Nirvana’ya (kelime anlami “atesi söndürmek”tir) ulasir, huzura kavusur. Elbette yine tatsiz ve acili deneyimler yasar ama bunlar istiraba yol açmaz. Arzularina gem vurabilenler aci çekmez. Bunu basarabilenler “Budha” yani, “aydinlanmis kisi” olur. Çogu Budist, Tanrilar yerine bu aydinlanmis varliklara tapar ve onlardan sadece Nirvana’ya ulasabilmeyi degil pek çok dünyevi sorun için de yardim ister.
Teist dinler Tanrilara tapinmaya odaklanir (bu yüzden adlari Yunanca Tanri demek olan Theos’dan gelen “Teist”dir). Hümanist dinlerse insanliga, daha dogru bir ifadeyle Homo Sapiens’e tapinirlar. Homo sapiens’in hayvanlardan ve varliklardan farkli, kendine özgü bir yapisi vardir ve onun iyiligi her seyin üzerindedir. Günümüzün en önemli Hümanist mezhebi, insanligin en temel özelliginin bireysellik oldugunu savunarak, birey özgürlügünün kutsal olduguna inanan Liberal Hümanizm’dir. Bireysel özgürlük ilkelerinin olusturdugu bütüne “Insan Haklari” diyoruz. Diger önemli bir mezhep, Sosyalist Hümanizm’dir. Insanligin bireyselden ziyade kolektif olduguna inanirlar. Sosyalistlere göre esitsizlik, insan kutsalligina yapilabilecek en büyük hakarettir.
Modern çag, liberalizm, komünizm, kapitalizm, milliyetçilik ve Nazizm gibi yeni bir takim doga dinlerinin yükselisine tanik olmustur. Bu inançlar kendilerine din degil ideoloji adini verseler de bu sadece anlambilimi ilgilendiren bir tartisma olabilir. Sadakat, ritüeller, kutsanmis figürler (Marx, Hitler vs), hatta kitaplar (Das Kapital, Kavgam…) baglaminda koyu inançlarla dolu bu ideolojilerle dinler arasinda paralellik kuran çok sayida saygin düsünür vardir.
Ticaret, imparatorluklar ve evrensel dinler, eninde sonunda dünyanin tüm Sapienslerini bugün içinde yasadigimiz küresel köyde birlestirdi. Tarihçiler bu birlesmenin “nasil” oldugu konusunda bir fikir verebilirler ama “neden”i pek açiklayamazlar. Örnegin, ortada onca seçenek varken Roma kendine resmi din olarak neden Hristiyanligi seçti? Tarihin altin kurallarindan biri, geriye dönüp bakinca bariz olarak görünen seyin, olay esnasinda son derece belirsiz olmasidir. Bu günümüzde de aynidir. Çin süper bir güç olana kadar büyüyüp ABD hegemonyasini sonlandiracak mi? Köktendinciligin yükselisi gelecegi etkisi altina alacak mi, yoksa geçici bir akim mi? Çevre felaketine mi, teknolojik bir cennete dogru mu gidiyoruz? Bu ve benzeri konularda güçlü argümanlar gelistirilebilir ama sonuçtan emin olamayiz. Oysa önümüzdeki on yillarda insanlar geriye dönüp baktiklarinda, bu sorularin cevabinin çok açik oldugunu söyleyecekler. O halde neden tarih okuyoruz? Fizik ve ekonominin aksine, tarih dogru ve tutarli tahminlerde bulunmak için uygun bir araç degildir. Ufkumuzu genisletmek, önümüzde akla hayale gelmeyecek olasiliklar bulundugunu anlamak için tarih okuyoruz. Tarih bir dönemeçten öbürüne yol alirken bilinmeyen, gizemli bir sebeple önce bir yolu, sonra bir baskasini seçer. 1500 yili civarinda tarih, en önemli seçimini yaparak sadece insanligin degil, muhtemelen gezegendeki tüm yasamin da kaderini degistirdi. Bu degisime Bilimsel Devrim adini veriyoruz.
IV.KISIM BILIMSEL DEVRIM
Geçtigimiz bes yüz yil, insan hâkimiyetinin daha önce görülmemis bir yükselisine tanik oldu. 1500 yilinda dünyada 500 milyon Homo sapiens vardi, simdi 7 milyar olduk. Yillik üretimin parasal degeri 250 milyar Dolardi, simdi 60 trilyon (dikkat: insan nüfusu 14 kat, üretim 240 kat artiyor). Günümüzün bes büyük yük gemisi, Kolomb döneminde nakliyat yapan dünyanin tüm ticaret filolarinin elindeki kargonun tamamini tasiyabilirdi. Tarihin büyük bölümünde insanlar, gezegendeki organizmalarin yüzde 99,99’uyla (yani organizmalarla) ilgili hiçbir sey bilmiyordu.
Geçtigimiz bes yüz yilin en önemli olayi 16 Temmuz 1945 sabahi 5:29:45’te gerçeklesti. Bu saatte Amerikan bilimcileri ilk atom bombasini patlattilar. Bu andan itibaren insanlik sadece tarihin akisini degil, tarihi sona erdirme kapasitesine de sahip oldu.
Modernite öncesi dönemlerde yöneticiler rahiplere, filozoflara, sairlere para vererek onlarin propagandasiyla kendi yönetimlerinin mesrulugunun ve toplumsal düzenin sürdürülebilmesini umarlardi; yeni ilaçlar, yeni silahlar icat etmek veya ekonomik büyümeyi canlandirmak gibi hedefleri yoktu. Bilimsel Devrim sürecinde insanlik, bilimsel arastirmalara kaynak aktararak olaganüstü yeni güçler edinmistir. Modern bilim üç önemli konuda kendisinden önceki tüm geleneklerden ayrilir; cehaleti kabullenir, gözlem ve matematigin temel önemini anlamistir ve yeni güçler elde etmek için canini disine takar. Bilimsel Devrim’e kadar çogu kültür ilerlemeye inanmiyordu. Insanligin bilgi birikiminin dünyanin en temel problemlerinin (açlik, kitlik, hastalik, fakirlik, savaslar vb.) üstesinden gelebilmesi imkânsiz görülüyordu. Bilinebilecek her seyi bilenler (ruhani liderler) bile bu sorunlari çözemedilerse siradan insan bunu nasil becerebilirdi ki, bununun gerçeklestirebilecegini düsünmek bile ne anlamsiz bir kibirdi… Bize ulasmis en eski mit olan Gilgamis Destani duruna iyi bir örnektir. Ölüme çare arama yolunda onca mücadele veren Gilgamis bile bunu beceremeyecegini nihayet anlayinca, çareyi ölüm fikri ile yasamayi ögrenmekte bulmustu. Ilerlemeciler bu kaderci tavri benimsemezler. Onlara göre ölüm kaçinilmaz bir kader degil sadece teknik bir problemdir. Her teknik problemin de teknik bir çözümü vardir! Bilim insanlarinin en önemli projesi, insanliga ebedi yasami sunmaktir. Tip konusunda gerçeklestirdikleri muazzam ilerlemeleri izledikçe insanin nerdeyse “bir gün belki” diyesi geliyor.
Geçtigimiz bes yüz yil boyunca modern bilim pek çok olaganüstü gelismeye imza atti. Bilim çok pahali bir istir. Bilim insanlari basarilarini, devletlerin, sirketlerin, vakiflarin, bireysel bagisçilarin akittiklari büyük kaynaklara borçludur. Bilimin finanse edilmesindeki gerçeklik ise arastirmalarin sonucunda ortaya çikacak bir takim siyasi, ekonomik veya dini seylere inanmaktir. Bilim kendi önceliklerini dayatma sansina sahip degildir, kesifleriyle ne yapilacagini belirleyemez. Din veya bir ideoloji ile ittifak hâlinde büyüyüp gelisir. Ideoloji, arastirmalarin maliyetini hakli gösterir ve kesiflerle ne yapilacagina karar verir. Bazi çalismalarin önünü keser, bazilarina yolu açar. Bu ideolojik güçlerden özellikle emperyalizm ve kapitalizm yakindan incelenmeye degerdir. Çünkü bilim, imparatorluklar ve sermaye arasindaki geri besleme döngüsü, geçtigimiz bes yüz yil boyunca tarihin baslica motoru oldu.
15. yüzyilin sonlarindan itibaren Avrupa önemli askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel gelismelere ev sahipligi yapmaya basladi. Bati Avrupa 1750’ye kadar hizla ilerleyerek iki Amerika kitasinin ve okyanuslarin efendisi hâline geldi. Oysa modern dönemin baslangici, Akdeniz’de Osmanli, Iran’da Safevi, Hindistan’da Babür Imparatorlugu, Çin’de Ming ve Qing hanedanlari için altin çag idi, Avrupa ise bunlarin yaninda cüceydi. Dünyanin soguk ve önemsiz bir kösesindeki Avrupa bu yalitilmisligi kirarak tüm dünyayi nasil fethetti? Bilim ve yukarida sözü edilen imparatorluklarin uzak cografyalariyla ilgilenmemesi sayesinde denilebilir.
Avrupalilarin dünyayi fetheden gemileri sadece ganimet pesinde kosmuyordu, bilginin de pesindeydiler. Bu gemilerde, gök bilimciden botaniste, ressamdan tip uzmanlarina kadar degisik alanlari inceleme yetenegine sahip arastirmacilar da bulunuyordu. Bir örnek: 1831’de Ingilizler savas durumunda hazirlikli olabilmek için Güney Amerika kiyilari ve Galapagos adalarinin haritasina ihtiyaç duydular. Görevlendirilen geminin kaptani beraberinde bir jeolog götürmek istedi ama bu ise gönüllü bir uzman bulunamadi. O da Cambridge Üniversitesi’nden yeni mezun olmus, doga bilimlerine merakli 22 yasinda bir Anglikan papazi olan Charles Darwin’e teklif götürdü. Gerisini biliyoruz…
Küresel gücün merkezi, 1759 ile 1850 yillari arasinda Avrupa’ya kaydi. Bu, Avrupalilar Asya güçlerini bir dizi savasta yenip Asya’nin genis bölgeleri fethetmesi üzerine gerçeklesti. 1900 yilinda Avrupalilar dünya ekonomisinin ve topraklarinin çogunu kontrol ediyordu. Halbuki 1770’de Avrupalilarin, Müslümanlara, Hintlilere ve Çinlilere karsi belirgin bir teknolojik üstünlügü yoktu. Bir sonraki yüzyilda, digerleriyle arayi nasil bu kadar açabildiler? Ingiltere ilerleme adina öne çiktiginda, neden hemen arkasindan Çin veya Osmanli gelmedi de, Fransa, Almanya ve ABD geldi? Çünkü zaten Ingiliz mitlerinin ve toplumsal yapisinin en önemli kisimlarini onlarla paylasiyorlardi. Çinliler ve Türkler ise, hem farkli biçimde düsündükleri, hem de toplumlarini farkli biçimde örgütledikleri için farki kapatamadilar. Avrupa’nin böylesi bir potansiyeli gelistirmesinin altinda modern bilim ve kapitalizm yatar. Teknoloji bollugu ortaya çikinca da bunun hasadini herkesten iyi toplayabildiler.
Modern “kesfet-fethet” zihniyeti, haritalarimizin gelisimiyle gayet iyi özetlenebilir. Modern çagdan çok önceleri de haritalar yapildi ama bilinmeyen yerler hayali canavarlar veya harikalarla dolduruldu. 15. ve 16. yüzyillarda Avrupalilar pek çok boslugu olan haritalar yapmaya basladilar. Bu, cehaletin itirafi ve bosluklarin doldurulmasi zamaninin geldiginin isaretiydi. Kirilma noktasi, 1492’de Kolomb’un Ispanya’dan batiya dogru yelken açarak, Dogu Asya’ya giden yeni bir yol arama macerasina giristiginde gerçeklesti. Kolomb hâlâ eski tam dünya haritalarina inaniyordu ve koskoca Amerika kitasini, Dogu Asya açiklarinda bir ada sandi, ona göre onca bilim adami ve ilahiyatçi yaniliyor olamazdi. Kitaya ismi verilen ise, 1502 ile 1504 arasinda buralara birçok seyahat düzenlemis olan Italyan denizci Amerigo Vespucci oldu. Avrupa’da yayinlanan seyahatnamesinde, bu topraklarin daha önce bilinmeyen yerler oldugundan bahsedince, saygin bir haritaci olan Waldseemüller buna ikna oldu ve güncellestirilmis bir harita yaparak yeni topraklara Vespucci’nin adini verdi: Amerika.
Amerika’nin kesfi Bilimsel Devrim’in temelinde yer alir çünkü Avrupalilara güncel gözlemlerin, geçmis geleneklerden daha dogru oldugunu ögretmekle kalmamis, onlari yeni cografyalara, yeni bilgilere ulasma yolunda hirslandirmis, adeta ateslemistir. Avrupalilar bu hirsla, yabanci kültürlerle dolu uzak topraklara yelken açip karaya ayak bastiklarinda “Buralara kralim adina el koyuyorum!” demek gibi huy edindiler… Ve bu sevimsiz huy yüzünden 1520 yilinda önce Aztek Imparatorlugu, on yil sonra da Inka Imparatorlugu Ispanyollar tarafindan ezilerek, sömürülerek yok edildi.
Aztekler ve Inkalar, burunlarinin dibindeki bölgelere karsi biraz daha ilgi gösterselerdi (ve Ispanyollarin daha önce geldikleri Karayipler’de, oranin yerlilerine neler yaptiklarindan haberdar olsalardi) isgalcilere karsi daha büyük bir azimle direnebilirlerdi.
Sinirli görüsleri yüzünden büyük bedeller ödeyenler sadece Amerika’daki yerli halklar degildi. Basta Osmanli olmak üzere Asya’nin büyük imparatorluklari Avrupalilarin büyük kesif yaptiklarini hemen duymuslardi ama dünyanin hâlâ Asya’nin etrafinda döndügü inanciyla olaya ilgi göstermeyip onlarla rekabete girismediler ve sonunda onlara yem oldular.
Tam üç yüz yil boyunca Avrupalilar, kesfedip fethettikleri yerlerden edindikleri zenginlik ve basardiklari bilimsel ilerlemelerle Asya’yi aralarinda bölüstüler. Avrupali olmayan kültürler ancak 20. yüzyilda gerçekten küresel bir vizyon edinebildiler.
Modern Avrupalilar için imparatorluk kurmak bilimsel bir projeydi, bilimsel disiplini olusturmak da emperyal bir proje. Onlarin fetih seferlerine katilan bilim insanlarin kesifleri olmasaydi bugün eski uygarliklar hakkinda bu kadar bilgi sahibi olmayacaktik. Avrupali fatihler, edindikleri yeni topraklara ait bilgiler konusunda yerel halktan bile daha donanimli olabilmeyi becerdiler. Bu sayede onlari yönetebildiler ve kaynaklarini sömürebildiler. Bunu yaparken halki, onlarin da yararina çalistiklari konusunda inandirabildiler. Ne var ki ansiklopediler, hem beyaz adamin getirdigi “iyilikler” hem de yaptigi “kötülüklerle” ilgili hikâyelerle doludur.
Bilim ve imparatorluklarin birbirlerine destek olarak gerçeklestirdikleri muazzam ilerlemelerin arkasinda önemli bir güç daha vardi: Kapitalizm. Daha fazla para kazanmak için ugrasan isadamlari olmasaydi, ne Kolomb Amerika’ya, ne James Cook Avustralya’ya ulasir, ne de Neil Armstrong ay’in yüzeyindeki o küçük adimi atabilirdi.
Gerçeklestirilen ilerlemeler küresel ekonomik pastayi büyüttü, ona olan güveni arttirdi, sonuçta devrim niteliginde bir degisiklige yol açti. 1776’da Iskoç iktisatçi Adam Smith, muhtemelen tüm zamanlarin en önemli ekonomik manifestosu olan “Uluslarin Zenginligi” kitabini yayinladi. Smith, insanlarin bencil bir sekilde kâr arttirma dürtüsünün, kolektif zenginligin temeli oldugunu iddia ediyordu. Bu iddia simdilerde bize çok orijinal bir fikirmis gibi gelmeyebilir ama su anda hepimiz Smith’in bu iddiasinin çok dogal kabul edildigi bir dünyada yasiyoruz. Smith, “kâr artinca cimriler paralarini bir sandiga doldurur ve bu sandigi sadece para saymak için yeniden açar” demedi. Kârin yeni yatirima, üretime ve istihdama dönüsmesi gerektigini savundu. Servetini üretken olmayan bir piramide boca eden firavun kapitalist degildir, maasindan ettigi tasarrufu borsaya yatiran isçi kapitalisttir! Kapitalizm ile zenginlik ayri seylerdir.Kapitalizm zamanla ekonomik bir doktrin olmanin ötesine geçerek insanlarin nasil davranacagina, çocuklarini nasil egitecegine hata nasil düsünmeleri gerektigine dair bir ögreti hâline geldi. Ekonomik büyümenin “iyinin” bir araci oldugu, adaletin, özgürlügün hatta mutlulugun buna bagli oldugu fikri yerlesti. Sürekli büyüme ise laboratuvardaki insanlarin basarisina bagli. Teknolojik alanlarda yapilacak yeni kesifler, yeni sektörler yaratmaz, bu sektörlerin kârlari da arastirmalarin finansmanini karsilayamazsa zor zamanlara dogru ilerliyoruz demektir.
Kesifler Kolomb’dan bu yana kredilerle desteklendi. Geçtigimiz bes yüz yil boyunca ilerleme fikri insanlarin gelecege daha fazla güvenmelerini sagladi. Kredi mekanizmasi, bu güven sayesinde ortaya çikti. Avrupali olmayan imparatorluklar savaslari vergi ve yagmayla finanse ederek kredi sistemine pek ihtiyaç duymadilar. Tüccar kafali Avrupali ise, fetihlerini artan oranlarda kredi ile finanse ediyordu. Yatirimlarina azami geri dönüs isteyen kapitalistler de böylece yönetimde söz sahibi olabiliyordu. Kredinin yeni fark edilen gücü Ispanya ve Hollanda arasindaki amansiz mücadelede daha iyi görülebilir.
1568’de çogunlugu Protestan olan Hollandalilar, Katolik Ispanyol efendilerine baskaldirdi. Mucize gibi ama mücadelenin baslamasindan sekiz yil sonra hem bagimsizliklarini kazanmis hem de okyanus yollarinin hâkimi Ispanyollarin ve Portekizlilerin yerini almislardi. Küresel Hollanda Imparatorlugu Avrupa’daki en zengin devletlerden biri hâline geldi. Bu basarinin sirri krediydi. Savasçi bir ulus olmayan Hollanda’nin burjuvazisi parali askerler tuttu, filolarini genisletti. Askeri girisimlerini banka kredileriyle finanse ediyordu. Zaman da denk geldi çünkü Avrupa finansal sistemi Ispanya kralina olan güvenini kaybetmeye baslamisti. Hollanda, ticaret yollarinda basari kazandikça yüklü kârlar elde etti, aldigi kredileri tikir tikir geri ödedi, sistemin güvenini kazandi, çarklar böylece büyüyerek döndü. Ülkenin hukuk sistemi bagimsizdi ve bireysel mülkiyet haklarini titizlikle koruyordu. Sermaye, bireyleri ve onlarin mülkiyetini garantilemeyen diktatörlüklerden uzaklasirken, hukukun üstünlügünü el üstünde tutan ülkelere akti. Amsterdam bu meyanda Avrupa’nin en önemli limanlarindan ve finans merkezlerinden biri hâline gelmisti. Bu örnek, ortaya Fransiz ve Ingiliz rakipler çikardi.
Gerek Hollandalilarin, gerekse Ingiliz ve Fransizlarin uzak cografyalardaki hâkimiyetlerini, askeri gücü de olan kudretli sirketleri (Hollandali Verenigde Oosindische Compagnie-VOC, Fransiz Mississipi Company, Ingiliz British East India Company) vasitasiyla dayatmalari sik görülen bir uygulamaydi. Bu sirketlerin bizatihi kendileri birer imparatorluk gibiydiler (günümüzde, fazla büyüdükleri endise konusu olan sirketlerin durumu hiç de yeni bir sey degil). Imparatorluk gibi olan bir baska Hollanda sirketi (WIC) Atlantigi yagmalarken, Hudson nehrindeki ticareti kontrol edebilmek için Manhattan adasinda ticari bir yerlesim kurdu ve etrafini surlarla çevirdi. Surlarin nedeni, adadan kovaladiklari yerliler ve daha sonralari Ingilizler tarafindan tehdit edilmeleriydi. New Amsterdam adini verdikleri bu yerlesim simdilerde New York oldu, sur duvari kalintilarinin bulundugu sokagin adi da günümüz finans dünyasinin merkezi olan Wall Street’dir (Duvar Sokagi).
Yatirimcilarin çikarlari adina savasin kendisi meta hâline gelebiliyordu. Örnegin, 1821’de Yunanlilar bagimsizliklari için Osmanliya karsi ayaklandilar. Hareket, liberal ve entelektüel romantik (Bkz. Sair Lord Byron) çevrelerde sempatiyle karsilandi. Firsati kaçirmayan Londra bankerleri, kalkismanin liderlerine, çabalarini finanse edebilmeleri için Londra borsasinda islem görebilecek “Isyan Senetleri” arz edilmesini önerdiler. Bagimsizlik kazanilirsa, Yunanlilar bu senetlerin karsiligini faiziyle birlikte ödeyecekti. Yatirimcilar senetleri kapisti. Senetlerin degeri savasin gidisine göre borsada inip çikiyordu. Isler Yunanlilarin aleyhine dönmeye basladiginda senetler çakildi. Senet sahiplerinin tüm yatirimlari batmak üzereydi. Devlet buna izin veremezdi. Ingilizler, uluslararasi bir filo kurulmasina önayak olarak Osmanli’nin ana donanmasini 1827’de Navarin’de batirdi. Sonuçta Yunanistan nihayet özgürdü ama altindan kalkamayacaklari bir borcun altina girmislerdi. On yillar boyunca Ingiliz finansörlerine bagimli kaldilar.
Sermaye ile siyaset arasindaki muazzam etkilesim birçok tartismanin konusudur. Çikarlarin çakistigi ve çelistigi noktalar bulunur. Bunlar kâh halklarin (isçilerin), lehine olur, kâh felaketine yol açar. Kölelik sistemi bu felaketlerden sadece biridir.
1945’den sonra kapitalist açgözlülük kismen geriledi. Bunda komünizm korkusunun da payi vardi. Kapitalizmin katkilariyla büyüyen günümüzün ekonomik pastasi 1500’dekinden çok daha büyük ama çok esitsiz dagiliyor. Modern ekonominin büyümesi de tipki Tarim Devrimi gibi dev bir aldatmaca mi sorusunu akla getiriyor. Insan türünün nüfusu ve ekonomi, büyümeye devam ederken, giderek daha fazla insan, açlik ve yoksulluk içinde mi yasayacak? Kapitalizm bu soruya söyle cevap verir: Dünyayi farkli bir sekilde yönetmeye dönük tek denemenin (komünizm), kapitalizmden her anlamda çok daha kötü oldugu kanitlandi. O halde sevmeseniz de onunla yasamak zorunlu. Sabreder pastayi daha da büyütürsek herkes hak ettigi payi alacak. Peki, bu pasta sonsuza kadar büyüyebilir mi? Homo sapiens, büyümenin olmazsa olmazi hammadde ve enerjiyi er ya da geç tüketecek, sonra ne olacak?
Teselli sudur: kaynak kitligi ne zaman ekonomik büyümeyi tehdit eder hâle gelse insanlik, bilimsel ve teknolojik imkânlarla eldeki kaynaklari daha etkili kullanmanin yöntemlerini bulmus ve sikintiyi asmistir. Kas gücünden asama asama nükleere terfi ettigimizi unutmayin! Buhar makinalarinin icadi sirasinda gerçeklesen Sanayi Devrimi bir anlamda Ikinci Tarim Devrimi sayilmalidir. Bu devirde tarimin mekanizasyonundan öte, bitkiler ve hayvanlar bile mekaniklesti; artik fabrikaya benzer tesislerde genellikle seri üretime tabi tutuluyorlar. Tarimin sanayilesmesinden önce tarlada, çiftliklerde üretilen gidanin büyük bir bölümü köylüleri, çiftçileri ve hayvanlari besleyerek “bosa gidiyordu”. Üretimin ancak küçük bir bölümü seçkinleri besliyordu ve bu yüzden hemen bütün toplumlarda köylüler nüfusun yüzde 90’indan fazlasini olusturuyordu. Tarimin sanayilesmesiyle beraber çok daha az sayida çiftçi, giderek sayisi artan kentlileri besler hâle geldi. Bugün ABD nüfusunun sadece yüzde 2’si tarlada çalisiyor ve sadece kendi nüfusunu beslemekle kalmiyor, üretim fazlasini da ihraç ediyor. Tarim sanayilesmeseydi, Sanayi Devrimi gerçeklesmezdi. Bu devrimle birlikte üretim öyle bir hizla artti ki ortaya ilk defa karsilasilan yeni bir sorun çikti: bu kadar çok seyi kim satin alacakti? Üretilenin elde kalmasiyla, üretenlerin iflâsini önlemek gerekiyordu. Sanayi ne üretirse üretsin bunlarin satin alinmasi için belirginlesen yeni etigin adi “tüketimcilik”dir. Bir dönemler, erdemli olmakla özdeslestirilen tutumluluk, yerini bambaska bir anlayisa birakiyordu. Bu anlayis, zenginlere daha da zenginlesmeleri için durmadan çabalamayi, genis kitlelere de yüzeysel tutkularini tatmin etmek için durmadan tüketmeyi emrediyor, karsiliginda da “cennet”i vaat ediyordu. Tüketimcilik, tüm emirlerin inananlar tarafindan yerine getirildigi tarihteki ilk “din”e dönüsmekteydi. Isin sonunda cennete gidileceginden nasil emin olunabiliyordu? Çünkü TV’ler öyle söylüyordu…
Sanayi Devrimi enerjiyi dönüstürmek ve yeni ürünler gelistirmek için yeni yollar yaratti ama bedeli, bir zamanlar yesil ve mavi olan gezegenimizin plastik ve betondan bir AVM’ye dönüsmesi oldu. Bu anlamda yapilan is “doganin yok edilmesi” degil, doganin degistirilmesidir. Bu yüzden meydana gelen ve daha fazlasi beklenen çevre felaketleri, Homo sapiens’in kendi türünü tehdit edebilir. Ama fareler ve hamamböcekleri gibi dirençli yaratiklar hayatlarindan memnun. Belki günümüzden 65 bin yil sonra akilli fareler, insanligin neden oldugu yikima, tipki bizim dinozorlari yok eden göktasina baktigimiz gibi minnetle bakacak. Sanayi Devrimi ile birlikte insanligin basina, gelmis geçmis en ciddi toplumsal devrimlerden biri geldi: Ailenin ve Toplulugun Çöküsü. Sagliktan adalete, egitimden üretime, birçok isi kendi içinde halleden aile gibi nispeten küçük toplumsal yapilar yerini devlete birakti. Devlet bu ve benzer isleri üstlenerek ailenin ve toplulugun etkinligini kirdi, bireyselligi tesvik etti. Ancak, bireyin özgürlesmesinin bir bedeli vardir; devlet ve piyasa, birbirine yabancilasmis bireylerden olusan bir topluma daha kolay müdahale edebilir, bireyler de ailelerine itaat edeceklerine devlete itaat eder hâle gelirler. Devletler ve piyasalar ise milyonlarca yabanciyi, ulusal ve ticari çikarlarina uygun olarak tasarlanmis “hayali topluluklar” hâline getirir. Hayali bir topluluk birbirini tanimayan ancak tanidigini düsünen insanlardan olusur (uluslar, futbol kulübü taraftarlari, sarkici hayran gruplari vb.).
Eskiden toplumsal “düzen” kati ve sabitti, istikrar ana ilkeydi. Simdi en muhafazakâr siyasi partiler bile her seyi korumayi vaat etmiyor. Insanlar toplum düzeninin esnek ve degisebilir oldugu ve bu degisimin tasarlanarak, istege göre yönlendirilebilecegi fikrine alismis durumdalar. Bugün yasadigimiz dünyanin siddet ve vahsetle dolu oldugunu düsünmemizi hakli gösterecek çok sayida örnekle karsi karsiyayiz ama yönlendirilebilen halklardan olusan günümüz dünyasi insanlik tarihinin belki de en barisçil çagini yasiyor. Hiçbirimiz 1000 yil önce yasamadigimiz için o günlerin ne kadar vahsi oldugunu tam da bilmiyoruz. Kalabaliklardan ziyade bireylerin acilariyla daha çok ilgileniyoruz. 2000 yilinda savaslar 310 bin, cinayetler 520 bin can aldi. Makro perspektiften bakarsak bu 830 bin can, 2000 yilinda dünyada ölen 56 milyon insanin sadece yüzde 1,5’ini olusturur. Ayni yil 1 milyon 260 bin insan trafik kazalarinda (yüzde 2,25), 815 bin insan da (yüzde 1,45) intihar ederek öldü. Kitlesel ölümlerden sorumlu imparatorluklar artik kendilerini sessizce emekli edebiliyor. 1945’de dünyanin dörtte birini yöneten Ingiltere, otuz yil sonra kolonilerinden barisçil ve düzenli bir sekilde çekilerek birkaç adayla sinirli kalmayi kabullenmisti. 1989 yilindaki Sovyet Imparatorlugu yöneticileri, onca askeri güçlerine ragmen sistemin iflasini görünce fazla gürültü çikarmadan çantalarini toplayip evlerine gittiler.
Elbette her seyin güllük gülistanlik oldugunu söylemek naifligine düsmeyecegiz. Süphesiz dünyada bir yigin çatisma var ve olmaya devam edecek ama baris, daha önce hiçbir zaman, insanlarin savasi imkânsiz bulabilecegi kadar yaygin olmamisti. Bunun nedeni muhteliftir, biz ikisinin basligini verelim: Savasin maliyeti çok artarken faydalari azaldi. Eskiden fetihler yoluyla elde edilen topraklarin yagmalanmasi ve sömürülmesi suretiyle zenginlesiliyordu. Günümüzde zenginlik, büyük ölçüde beseri sermaye, teknik bilgi ve bankalar gibi karmasik sosyoekonomik yapilardadir ve bunlarin toprak ilhaki suretiyle el degistirmesi çok zordur.
Baris çaginin bir baska nedeni atom bombasinin icadidir. Bu silâhin karsilikli kullanimi, insanligin toplu intihari anlamina geleceginden bundan uzak duruluyor (Pax Atomica). Nükleer soykirim tehlikesi barisçiligi, barisçilik ticareti tetikliyor, barisin kârliligi savasin maliyetini artiriyor. Simdilerde cennetle cehennem arasinda gergin bir biçimde gidip geliyoruz. Tarih henüz nereye dogru gidecegimize karar vermedi. Bir dizi tesadüf, bizi bu iki yönden birine sürükleyebilir.
Peki, mutlu muyuz simdi, Bilissel Devrim’den bu yana geçen 70 bin inisli çikisli yil, dünyayi daha yasanilasi bir yere dönüstürdü mü? Mutlulugun tarifi nedir? Bu ve benzeri sorularin cevaplari asirlardir, filozoflar, psikologlar, edebiyatçilar ve sairleri tarafindan arastiriliyor, henüz üzerinde mutabik kalinan bir formül yok. Ama ilginç bir bulgu, mutlulugun zenginlik ve saglik gibi ölçülebilir kosullara bagli olmadigi yönündedir. Mutluluk daha ziyade somut durum ile soyut beklentiler arasindaki iliskiye baglidir. Durumumuz iyilesince beklentilerimiz artiyor ve sonuç olarak nesnel kosullarimizdaki büyük gelismeler bile bizi mutlu etmeye yetmiyor. Binlerce yil önce yasayan peygamberler, sairler ve filozoflar zaten elimizdekilerle mutlu olmanin, daha fazlasini elde etmeye ugrasmaktan çok daha önemli oldugunu söylemislerdi. Olsun, bu kadar çok sayiyla, anketlerle, istatistiki çalismalarla desteklenen modern arastirmalarin ayni sonuca varmasi yine de güzel…
Sosyal bilimciler mutluluk anketleri yaparak sonuçlari zenginlik ve politik özgürlük gibi sosyoekonomik etkenlerle, biyologlar ise biyokimyasal ve genetik etkenlerle iliskilendirirler. Öyleyse biyokimyamizi manipüle edelim, dayayalim Prozac’i, herkes mutlu olsun! Çesitli dinler ve düsünce akimlari mutluluk üzerine o kadar çok yazip çizdi ki, bunlari özetlemeye tesebbüs etmek dahi olanaksiz hâle geldi. Olaya tarih bilimi açisindan bakacak olursak sunu söyleyebiliriz: Tarih savaslarla kesiflerle, toplumsal yapilarin örülmesi ve çözülmesiyle, teknolojilerin gelistirilmesiyle ilgili çok sey anlatir ama bunlarin, insanlarin mutlulugunu ve aci çekmesini nasil etkilediginden bahsetmez. Bu boslugu doldurmaya baslasak iyi olur.
HOMO SAPIENS’ SONUHomo sapiens, diger tüm organizmalardan daha büyük bir alana hükmedecek yeteneklerle donatilmistir ama bunun biyolojik sinirlari vardir ve asilamaz. Acaba? 21. yüzyilin safaginda bu sinirlar zorlaniyor. Doga yasalarinin manipüle edilerek yerini akilli tasarimlara birakmasinin ilk örnegi 10 bin yil önce, Tarim Devrimiyle gerçeklesti. Av pesinde kosmaktan cani çikan Sapiens, sisman ve agir hareket eden tavuklarin hayalini kurdu. En sisman tavugu, en yavas horozla çiftlestirirse hayalini gerçeklestirebilecegini akil etti. Basardi da. Ortaya çikan sey, dogaya yabanci bir tavuk türüydü ve insan aklinin tasarimiydi. Ancak, hayvanin genetik havuzunda olmayan, tamamen yeni özelliklerin eklenebilmesi için binlerce yilin geçmesi gerekiyordu. Bugün bilim insanlari laboratuvarlarda dogal seçilim yasalarini bozarak, bir organizmanin özgün özelliklerini bile dikkate almadan canli yaratiklar tasarliyorlar. Fransiz bilim insanlari, Brezilyali bir biyosanatçinin siparisi üzerine fosforlu bir yesil tavsan yaptilar. Bunu, yeni dogmus beyaz bir tavsan embriyosuna, fosforlu yesil bir denizanasinin DNA’sini aktararak becerdiler. Bu hilkat garibesine Alba adi verildi.
Biyoloji mühendisligi, bir organizmanin biçimi, becerileri, ihtiyaçlari ve istekleri üzerinde degisiklikler yapmayi amaçlayan (gen asilama gibi) biyolojik düzeydeki kasitli insan müdahaleleridir. Bu aslinda pek de yeni bir sey sayilmaz zira insanlar binlerce yildir, kendilerini ve diger organizmalari, yaratildiklari hâlden çikararak farkli bir hâle getirip duruyorlar. En basit örnek hadim etmektir. Insanlar Tarim Devrimi sürecinde tavuklara yaptiklarinin benzerini, bogalara da yaptilar. Onlari, uysallasarak tarla sürmeye daha yatkin duruma gelsinler diye hadim ederek öküzlestirdiler. Muhafazakâr Osmanli saraylarinda da, sultanlar kendilerini güvende hissetsin diye erkek harem görevlileri, yaradilislarina müdahalede bulunularak hadim ediliyordu. Simdi ise bir takim cerrahi ve hormonal tedavilerle cinsiyet degistirilebiliyor. Genetik mühendisligiyle daha mucizevi seyler de gerçeklestiriliyor. Korkusuz askerler, güçlü sporcular ve itaatkâr isçilerin kopyalanarak çogaltilmasindan bahsediliyor. Bu olay bir dizi siyasi ve ideolojik tartismaya sebep oluyor.
Genetikçiler sadece yasayan türleri degistirmeyi amaçlamiyor, ortadan kalkmis canlilari da yeniden yaratmak istiyorlar. Bazi bilim adamlari Sibirya’da donmus halde bulunan eski mamutlarin genom haritasini çikardilar. Bundan yararlanarak modern fillerden mamut çikarmaya çok yakinlar. Bu egilim neden mamutlarla sinirli kalsin ki? Neden daha iyi, daha yararli ( istege göre, daha zararli) veya daha saglikli bir Sapiens tasarlanamasin ki? Bunun önünde, etik ve siyasi itirazlar disinda fazla bir engel kalmamis gibi görünüyor. Genlerimizle oynamak bizi öldürmez ama belki Homo sapiens’le o kadar çok oynariz ki, sonuçta Homo sapiens olarak kalamayabiliriz.Yasamin yasalarini degistirebilecek baska bir teknoloji daha var: Siborg Mühendisligi. Siborglar organik ve inorganik (örnegin biyonik elli bir insan gibi) bilesenli varliklardir. ABD’de DARPA (Gelismis savunma arastirmalari yapan bir kurulus), düsman ortamlardan bilgi aktarmalari maksadiyla böceklerden casus siborglar gelistiriyor. Sapiens’de siborglara dönüsüyor (lensler, kalp ritmi ayarlayan, duyu kaybini gideren cihazlar, düsünce gücü ile hareket ettirilebilen uzuvlar vb.).
Gelistirilmekte olan bir baska proje, bilgisayarlarin insan beynini okuyabilmesi ayni anda beyine okuyabilecegi türden sinyal göndermesi projesidir. Böylece pek çok beyin birbirine baglanacak, adeta bir beyin interneti olusacak. Doga kurallarina meydan okuma anlaminda üzerinde çalisilan bir baska proje, inorganik varliklar yaratmaktir. Pek çok bilgisayar programcisi, yaraticisindan bagimsiz olarak ögrenebilen ve kendisini evrim yoluyla gelistirebilen bir program yazmanin hayalini kuruyor. Bunun prototipi yapildi bile: Bilgisayar virüsü!Insan beynindeki sinir aglarinin tamamini temsil eden elektronik devrelerle dolu, yani beynin kopyasi olan bir bilgisayar yapilabilir mi? Simdilik belli degil ama üzerinde çalisiliyor. Üstelik 2013’de Avrupa Birliginden 1 milyar Euro ödenek aldi. Ilk insan genomu haritasini çikarmak 15 yil sürmüs ve 3 milyar Dolara patlamisti. Bugün ise bir insanin DNA’si birkaç haftada, birkaç yüz Dolara haritalanabiliyor. Kisisellestirilmis tip çagi (tedaviyi DNA’ya göre ayarlayan ilaçlar) baslamis durumdadir. Ilaçlarin asil hedefi hastaliklari önlemek ve tedavi etmek oldugu sürece sorun yok ama tip insanlarin çesitli özelliklerini gelistirmekle ugrasmaya baslayinca neler olabilir? Böyle bir olanak bütün insanlari hakki mi olacak yoksa süper insan seçkinleri mi çikacak ortaya? Esitlikçilik bir erdem sayilirken tarihteki en esitsiz toplumu mu kurma yolundayiz? Bilim insanlari beden üzerinde yaptiklari mühendisligi ruh üzerinde de yapabilecekler mi? Ciddiye almamiz gereken sey sudur: Tarihin bir sonraki asamasi, sadece teknolojik ve örgütsel dönüsümler degil, insan bilinci ve kimligi üzerinde de temelden etki eden dönüsümler içerecektir. Üstelik bu dönüsümler o kadar temelden olacaktir ki, bizzat “insan” kavramini bile sorgulatacaktir. Eger Sapens’in tarihi sona erecekse, neye dönüsmek istedigimizi düsünmeye baslasak iyi olur. Iyi olur çünkü Homo sapiens’i baska bir tür yaratiga çevirebilecek bilimsel projeleri durdurmak pek mümkün görünmüyor. Alba sapiens’e ne dersiniz?
SON SÖZLER
70 binyil önce Homo sapiens, Afrika’nin bir kösesinde kendi isiyle mesgul olan önemsiz bir canliydi. Ilerleyen bin yillarda kendisini tüm gezegenin efendisi ve ekosistemin bas belâsina çevirecek dönüsümü gerçeklestirdi. Simdi ise ebedi gençlik gibi ilahi beceriler de ele geçirmeye çalisiyor. Insan gücündeki ve yapabildiklerindeki olaganüstü artis birey olarak Sapiens’i daha mutlu bir canli türü haline getirmedi. Hedeflerimiz konusunda emin degiliz. Daha kötüsü, her zamankinden daha sorumsuzca davraniyor, kendi kendini yaratmis cüce tanriciklar gibi kimseye hesap vermiyoruz. Gezegeni paylastigimiz diger canlilari mahvediyor, ekosistemi sürekli tahrip ediyoruz. Bunu yaparken sadece kendi konforumuzu ve eglencemizi düsünüyor, üstelik tatmin de olmuyoruz. Ne istedigini bilmeyen, tatminsiz, tahripkâr ve sorumsuz cüce tanriciklardan daha tehlikeli bir sey olabilir mi?