PLÜTOKRATLAR  KÜRESEL YENI SÜPER ZENGINLERIN YÜKSELISI VE DIGERLERININ   DÜSÜSÜ

PLÜTOKRATLAR KÜRESEL YENI SÜPER ZENGINLERIN YÜKSELISI VE DIGERLERININ DÜSÜSÜ

Fevzi BOZKURT
Felsefe


CHRYSTIA FREELAND
Yazar, uzun yillar Financial Times’da çalismis, Kanada’nin The Globe gazetesinde Genel Yayin Yönetmenligi yapmistir. Yazilari sik sik The Economist ve The Washington Post gibi yayin organlarinda yayinlanan Freeland, su an Thomson Reuters’in dijital versiyonunun Genel Yayin Yönetmenidir.
Yazarin Notu
Plütokrasi, en basit tanimiyla zengin bir sinifin devlet yönetiminde söz sahibi olmasi  anlamina gelir. Kavram, Yunanca “ploutos = zenginlik, servet” sözcügünden türetilmistir. Amerikalilar süper zenginlerinden hosnutturlar ama fakirlikten, hele hele bu iki kavramin bir arada telaffuz edildigi ekonomik esitsizliklerden bahsedilmesinden pek hoslanmazlar.
Yugoslav kökenli bir Dünya Bankasi ekonomisti olan B. Milanoviç, bir keresinde bana Washington’daki düsünce kuruluslarinin, basliginda gelir veya gelir adaletsizligi  sözcüklerinin geçtigi arastirma projelerini finanse etme olasiliginin çok düsük oldugunu söylemisti. “Fakirligin azaltilmasi” olabilirdi belki ama “esitsizlik” baska bir seydi çünkü  bunun sorgulanmasi, konuyu kazancin yasal olup olmadigini sorgulamaya sürükleyebilirdi. Süper zenginler, Obama’nin kendilerinden “zengin” diye bahsetmesinden de hiç hazzetmiyorlar. “Hali vakti yerinde”ye pek sesleri çikmiyor ama “zengin” sözcügü, “ayirimcilik”, “yolsuzluk” gibi asagilayici bir takim kavramlari çagristirdigindan, onu duyduklarinda tüyleri diken oluyor.
Küresel kapitalizmin atesli savunucularina bile bu sözcük itici gelmekte. Öyle ya kapitalist düzenin gelir adaletsizligine yol açmasi, kendisinden beklenen sonuçlardan biri hiç mi hiç degildi.
Birkaç on yil öncesine kadar genel kani, sanayilesmesini tamamlamis toplumlarda egitimin daha yaygin hâle gelecegi ve devletin refahin hakça dagitiminda daha etkin bir rol üstlenecegi seklindeydi. Oysa Fransiz siyaset kuramcisi ve tarihçi Alexis de Tocqueville (1805 – 1859) farkli düsünmüstü. Ona göre, esitlik, uygarligin sadece belli kutuplari için geçerliydi. Ilkel insanlar arasinda esitlik vardi çünkü hepsi ayni ölçüde zayif ve cahildi. Ileri derecede uygarlasmis insanlar arasinda da esitlik vardi çünkü hepsi nimetlerden ayni ölçüde yararlanabiliyordu. Ancak, bu iki kutup arasindaki siniflarin ne yasam sartlari, ne refahi, ne bilgisi birbirine esitti. Güç, dar bir kesimin elinde bulunuyordu, geri kalanin elinde ise fukaralik ve güçsüzlük…
Görkemli bir ekonomik büyümenin yasandigi savas sonrasinin ABD’si, 1970 sonlarina kadar adeta herkesin zenginlikte esitlendigi bir toplum hâline gelmisti. Ne var ki bu tarihten sonra orta siniflar patinaj yapmaya, tepedekiler ise digerlerinden hizla ayrismaya basladi. Bu degisim ilk ABD’de kendini gösterdi ama 21. YY ile birlikte Avrupa’yi ve yükselen piyasalarin bulundugu  ülkeleri  de kapsamaya  basladi.  2011 yilinda  yapilan  bir çalisma,  ABD     gelir piramidinin tepesindeki % 20’lik dilimin toplam zenginligin % 84’üne sahip oldugunu gösteriyor. Oysa Isveç’te tepe % 20, toplam zenginligin % 36’sina sahip. Soruldugunda Amerikalilar kendi ülkelerinde bu oranin % 32 olmasi gerektigini söylüyorlar, yani Kibutz örnegi bir esitligin özlemi içeresindeler. Ancak, Amerika ve dünya kapitalizminin nasil bir degisim içine girdigini anlamak için tepenin, en tepesine bakmak gerek. ABD’de gelir adaletsizligi o derecede büyüdü ki, bazi ekonomistler Büyük Bunalimdan bu yana ilk defa, büyüme yerine, adil dagilim üzerine odaklanilmasi gerektigini savunur oldular.
Verilere daha yakindan bakildiginda, 2009-2010 yillarindaki ekonomik iyilesme sürecinde Amerikalilarin % 99’unun gelirlerinde sadece % 0,2’lik bir artis meydana gelirken, en tepedeki % 1’in gelirlerinde % 11,6’lik bir artis izliyoruz. Yükselen ekonomilerde de benzeri bir trend görülüyor.
Elinizdeki bu kitap, en tepedekilerin durumuna bakarak dünya ekonomisinin nasil bir degisim içine girdigini irdelemeye çalisiyor. Onlar kimlerdir, nasil düsünürler, geri kalanlarla nasil bir iliski içindedirler, bu kadar parayi nasil yaptilar, gibi sorulari cevaplamaya çalisacagim. Bunu yaparken, nasil mevcut siyasi sistemler içerisinde en iyisinin demokrasi oldugu inanci öne çikiyorsa, ekonomik sistemler içinde de en iyisinin kapitalizm oldugu hususundaki yaygin inanç yola çikis noktam olacak. Tabi, kapitalizmin bugünkü isleyis tarzi  ile plütokratlarin, digerleriyle arayi açmasinin nasil sonuçlar dogurdugunu, bu süper seçkinleri yaratan siyasi kararlarin hangileri oldugunu da inceleyecegiz. Gelisen bu sinifin siyaset üzerindeki etkileri de göz atacagimiz bir baska konu.
“Isteyenler Evi” ile “Sahip Olanlar Evi” arasindaki fark giderilmedikçe gerçek ilerlemenin saglanamayacagi, öyle görünse bile sürdürülemeyecegi düsüncesiyle, “Sahip Olanlar Evi”nin kapilarini aralayacak, içerdekilerin yasamlarini anlamaya çalisacagiz
I  TARIH NEDEN ÖNEMLI
21 Temmuz 2007 tarihinde, yatirim fonu devi Blackstone, halka açilmis ve bir anda 31 milyar $’lik bir piyasa degerine ulasarak 2002 yilindan bu yana ABD’deki en büyük halka açilis  olarak kayitlara geçmisti. Operasyon sonucunda, fonun iki kurucu ortaginin sirketteki paylarinin degeri 8 milyar $’a ulasmis, ortaklardan biri 677 milyon $, digeri 1,9 milyar $ sahsi kâr elde ederek kendilerini emekliye ayirmisti. Benzer sekilde, New York’un Upper East Side bölgesinde, Hedge Fon’u isinden yilda 20-30 milyon $ para yapan 40 yasin altinda yiginla fon yöneticisi yasiyordu ve servetleriyle ne yapacaklarini sasirmislardi.1970’lerde gelir piramidinin tepesindeki % 1’lik kesim, ulusal gelirin % 10’unu aliyordu, 2005’e gelindiginde ayni kesim ulusal gelirin neredeyse 1/3’ni kazanmaya basladi. Ayni yil Bill Gates ve Warren Buffet’in toplam serveti (46,5 + 44 milyar $), piramidin alt % 40’ini olusturan tam 120 milyon insanin toplam 95 milyar $’lik varligina esdeger bir seviyeye yaklasmisti. 2011 tarihli bir OECD raporuna göre bu durum bir ABD gerçegi. Ama sanilmasin ki, daha uysal bir kapitalizmi benimsemis olan Isveç, Finlandiya, Israil ve Yeni Zelanda’da vaziyet bundan çok farkli. Yükselen ekonomilerde de tepedeki % 1, “digerleri”ne fark atiyor. Komünist Çin’de gelir dagilimi adaletsizligi ABD’den beter hâle geldi. Hindistan ve Rusya’da da tepe % 1 ile kalan % 99 arasindaki fark giderek açiliyor. Bu uçurum bir tek Brezilya’da  fazla genis gözükmüyor, o da muhtemelen farkin zaten baslangicindan beri çok fazla olmasindandir. Bugün bile Brezilya, gelisen ekonomilere sahip ülkeler arasinda gelir adaletinin en bozuk oldugu ülkedir. Gelismekte olan dünya diye adlandirdigimiz cografyalarda yüzen paranin bollugu hakkinda bir fikir sahibi olunabilmesi için örnek verelim. Servetini ana vatani olan Misir’da yapmaya baslayan, sonra Italya ve Kanada’ya el atan telekom milyarderi ve Tahrir Meydani isyancilarinin hamisi Naguib Sawiris’in sözleri söyle: “Su diktatörlerin 1 milyar $ çaldiktan sonra fazlasini neden halkina dagitmadigini bir türlü anlayamamisimdir.” Çalma sinirini neden 1 milyar $ olarak belirledigini sordugumda bana, özel jetler, yatlar ve benzeri gereksinimler (!) için bu rakamin alt sinir oldugunu söylemisti. Amerika’da çalisan ve isinin erbabi genis bir isçi kesimi bu parasal bolluktan nasibini  alamadi. Birçogu mesleklerini, sirketlerini ve ömür boyu biriktirdiklerini kaybetti. Onlari zayiflatan dinamikler, plütokratlarin güçlenip semirmelerine yariyordu. Teknoloji ve küresellesme Bati dünyasindaki birçok meslegi islevsiz hâle getirirken ustalik seviyesindeki Batili isçiler, çok daha az maasla çalisan, düsük gelirli ülkelerin isçileriyle dogrudan rekabet etmeye zorlandi. Makineler ve gelismekte olan ülkelerin isçileri, Bati dünyasindaki  orta sinifin gelirinin düsmesine neden oldu. Çagimizin zenginleri, eskinin zenginlerine göre farkli özellikler gösteriyor. Birbiriyle küresel anlamda siki sikiya bagli ve isik hiziyla hareket eden günümüz ekonomileri süper seçkin bir sinifin ortaya çikmasina yol açti. Bu sinifin mensuplari, genellikle çok çalisan, çok iyi egitim almis insanlardan olusuyor. Ya kendi yetenekleri ile zengin olmuslar ya da servetin ikinci nesil temsilcileri. Uluslararasi rekabetin zor sartlarinda belirtilen özellikleri ile basarili olduklari inanciyla oyunu kazananin kendi haklari oldugunu düsünüyorlar ve kendileri kadar basarili olmayanlara karsi ikircikli duygular tasiyorlar. Sosyal akiskanligi mümkün kilan kurumlara sicak bakiyorlar ama o kurumlarin yasamasi için gerekli olan ekonomik faydanin paylasimi konusuna (Ör: Vergi) mesafeliler. Kendi esdegerlerinin bir araya gelmesiyle olusan zümrenin milliyeti adeta yok. O sinifa ait bir birey New York, Hong Kong, Moskova veya Mumbai’yi esas ikamet adresi olarak benimsemis olabiliyor ama bunun onlarca fazla bir önemi yok çünkü kendi aralarinda ulusal sinirlari olmayan farkli bir sanal ülke kurmus gibiler. Citigroup bireysel bankacilik danismanlari müsterilerine sahsi portföylerini, bu süper zenginlerinkini örnek alarak sekillendirmelerini tavsiye ediyor. Onlara göre dünya iki bloktan olusmakta; plütonomi ve digerleri. Bir plütonomide, Amerikali veya Ingiliz tüketici diye bir sey yok. Sayilari, kazandiklarinin ve tükettiklerinin büyüklügü ile kiyaslanamayacak kadar az olan zengin tüketiciler ve “digerleri” var. Toplumun “zenginler ve digerleri” diye ikiye bölündügünü gören Citi’ciler, “Kum Saati Teorisi” diye bir kuram gelistirmisler. Buna göre, ya plütokratlara dönük süper lüks tüketim mali üreten sirketlerin hisse senetleri alinmali ya da “digerlerine” hitap eden ucuzcu firmalarinkiler. Çünkü orta sinif, kum saatinin ortasi gibi giderek zayifladigindan, bu sinif için üretim yapan kuruluslarin da zayiflamasi kaçinilmazdir. Veriler bu teoriyi dogruluyor. Citigroup’un bu görüsü ortaya attigi 2009 yilinin Aralik ayi ile 1 Eylül 2011  arasindaki  dönemde, içinde  Saks’in  da bulundugu  zengin  kesime hitap eden sirketlerle, içinde Family Dollar’in bulundugu dar gelirli kesime hitap eden sirketlerin hisse senetleri % 56,5 degerlenmis ancak ayni dönemde Dow Jones endeksi sadece % 11 artmistir.
ILK YALDIZLI ÇAG2010 yilinda vefat eden Angus Maddison, en büyük özelligi sayilarla oynasmak, onlari  sagdan sola, yukardan asagiya yorumlamak olan bir ekonomi tarihçisiydi. Bu yorumlar sayesinde dünya hallerinin daha iyi anlasilabilecegini savunan Maddison, hayatinin 60 yilini küresel ekonominin son 2000 yillik tarihinde meydana gelen degisimleri arastirmaya adamisti. Ortaya koydugu ilginç bulgulardan biri, özellikle Bati dünyasinda ve onun “uzantilari” diye tanimladigi ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’da 19. YY ’da meydana gelen degisimlerle ilgilidir. Buna göre MS 1 ile 1000 yillari arasinda Bati Avrupa ekonomisi her yil ortalama % 0,01 oraninda küçülüyordu. MS 1000 yilinin dünya sakinleri, 1000 sene önceki hemcinslerine oranla fakirlesmisti. 1000 ve 1820 yillari arasinda Bati Avrupa’da   yillik % 0,34, “uzanti”larda % 0,35’lik büyümeler yasandi. Sonrasinda dünya hepten degisti. 1820 ile 1998 yillari arasinda Bati Avrupa yillik ortalama % 2,13, “uzanti”lar % 3,68 büyüdü. Bu, sanayi devriminin bir sonucuydu. Zenginlesilmisti ama sanayilesmis ülkeler ile bunu basaramayanlar arasindaki fark da açilmisti. Aradan neredeyse 200 yil geçtikten sonra, yükselen ekonomilerin ortaya çikmasiyla, bu farkin bir gün kapanabilecegi ihtimal dâhiline girdi. Zenginligin büyük sosyal bedeli ise tarima dayali ekonomiden sanayiye dayali ekonomiye geçis sirasinda yasanan toplumsal çatlamalar seklinde kendini gösterdi; güç belâ ögrenilmis bazi mesleki  beceriler  birden islevsiz  kaliverdi.  Sanayi devrimi,  kendi  plütokratlarini        ( bunlar Robber Barons1 = Soyguncu Baronlar olarak anilir) yaratti. O ayricalikli sinif ile “digerleri” arasindaki uçurum da bunun sonucunda meydana geldi. Soyguncu Baronlar, toplumun kazananlar ve “digerleri” diye ikiye bölünmesini, sanayi devriminin kaçinilmaz ve dogal bir sonucu olarak görüyordu. Pittsburgh’lu çelik krali Andrew Carnegie’nin bu konudaki yorumu söyledir: “Degisimin bu dogal sonucunu hepimiz kabullenmeliyiz. Evet, adaletsizlik var ama ticari ve sinai faaliyetlerin küçük bir zümrenin elinde toplanmasi ve bu zümre mensuplari arasindaki rekabet, sadece faydali degil, ilerleme yarisinin gelecegi için gereklidir de…” Sanayi devriminden önce Amerika’da birbirine oldukça yakin olan toplumsal siniflar, devrimden sonra yasanan birinci “Gilded Age2 = Yaldizli Çag” boyunca kati kastlara bölündü. Kalabalik isçi kesimi ile az sayidaki isverenden olusan kesim birbirinden koptu, bu kopus beraberinde güvensizligi getirdi. Oysa ABD’nin kurucu babalarinda T. Jefferson, ülkesinde yoksul olmamasiyla övünür, hali vakti yerinde olanlarin Avrupa’daki  zenginlerin yaninda çirak bile olamayacagini söylerdi. Jefferson’a göre, Amerikali zenginlerin, dar gelirlilerden tek farki biraz daha yüksek düzeyde konfora sahip olmalariydi, o kadar. Tarihçi   Tocqueville, o yillarda ABD’yi ziyaret etmis ve ülkedeki esitlikçi yapidan çok etkilenmisti. Bahsedilen bu sahsiyetlerin gözünde, 18.YY ve 19.YY baslarindaki ABD, gelir piramidinin tepesindeki % 2’lik kesim hariç bugünün Isveç’i gibi olmaliydi. % 2’lik kesimde yer alan plantasyon sahipleri ise, Ingiltere’deki toprak sahibi soylular ile mukayese edildiklerinde, onlarin yaninda tarim isçisi gibi kalirlardi.
_________________________________________________________________
1 Robber Barons = Soyguncu Baronlar: Bu tabir, 18.YY sonlarinda, insanlari ve dogal kaynaklari istismar ederek ve yönetim kadrolari ile yolsuzluk iliskileri kurarak sahsi servetlerini inanilmaz boyutlara tasiyan Amerikan is adamlari için kullanilir.
2 Gilded Age = Yaldizli Çag: Ilk olarak Mark Twain’in C.D. Warner ile birlikte yazdigi “The Gilded Age” romaninda
kullanilan bu tabir, 1870 ile 20.YY’in baslari arasindaki dönemde ABD’de yasanan muazzam ekonomik büyüme sürecindeki esitsizlikleri anlatmak için kullanilir. Bu dönemde bir yandan zenginlik artarken, toplumun alt katmanlarinda büyük bir yoksulluk hüküm sürüyordu. Tabir, altin yaldizla kapli görüntünün altindaki ciddi sosyal sorunlara isaret eder.
Sanayi devrimi sürecinde, ekonomik alandaki esitlikçi yapi gerilerken siyasi alanda esitlikçilik yükselise geçti. Ilerici ve popülist hareketler ivme kazandi, devletin denetlemeci rolü artti, homurdanmakta olan genis kitleleri memnun edecek vergi düzenlemeleri getirildi. Birkaç on yil sonra patlayan Büyük Bunalim, plütokrat kesimi daha da sikacak tedbirlerin alinmasina  yol açti. 1944 yilina gelindiginde, yüksek gelirlilerin vergi orani % 94’e ulasmisti, oysa  1897’de gelir vergisi diye bir sey yoktu.Sinif savaslari Avrupa’da Marxizmin yesermesine yol açti. ABD’de F. D. Roosevelt tarafindan uygulamaya sokulan New Deal (Yeni Düzen/Anlasma) ve Avrupa’da devletçe saglanan sosyal yardimlarin giderek artmasi, bir anlamda yayilan kizil tehdidin önünü kesmek içindi. % 99 tarafindan yutulmaktansa, onlarla bir anlasmaya gitmek tercih edilmisti. Ne gariptir ki, proletaryanin durumunu düzeltmek amaciyla yola çikan Bolsevikler döneminde Sovyet blok, bir diktatoryaya dönüstü ve isçi kesiminin yasam standartlari, Bati’daki sinifdaslarinin gerisine düstü. ABD’de ise, plütokratlarla, digerleri arasindaki uzlasma ise yaramisti. 1940 ile 1970 yillari arasinda ABD gelir piramidinin tepesindeki % 1’i ile digerleri arasindaki uçurum daraldi; tepe % 1’in toplam ulusal gelirden aldigi pay % 15’den % 7’nin altina düstü. 1947 ile 1977 yillari arasi, Amerikan orta sinifi için gelecekleri bakimindan güven ve umut dolu olabilecekleri bir altin çag idi. Bati Avrupa’da da, güçlü ekonomik büyüme, yüksek vergiler ve yaygin sosyal refah uygulamalari gibi unsurlarla bir araya gelmis, böylece ABD benzeri bir ortam olusmustu.
1970’lerde isler tepeden tirnaga degismeye baslayacakti. Bu  degisimi tetikleyen dinamiklerin baslicalari teknoloji devrimi ve küresellesme idi. Ikiz dinamiklerin yarattigi degisim, Bati dünyasi ve uzantilarinda, sanayi devriminin meydana getirdigi ölçüde büyük bir büyüme saglamadi ise de % 2-3 oraninda bir yillik ortalamanin sürekliligini mümkün kildi. Bu bile tarihsel açidan bakildiginda çok büyük bir oran sayilmalidir.
Esas degisim, Çin, Hindistan gibi gelisme yolundaki ülkelerde yasandi. 1820 ile 1950 yillari arasindaki uzun sürede bu iki ülkedeki kisi basina milli gelir neredeyse hep ayni kaldi. 1950 – 1973 arasi % 68, 1973 – 2002 arasinda ise tam % 245 artti ve mali krize ragmen artmaya devam ediyor!
Amerikan orta sinifini umutlandiran dönem, R. Reagan’in (Ingiltere’de M. Thatcher’in) is basina gelmesiyle tersine dönmeye basladi. Yüksek vergi diliminde yer alanlarin vergileri büyük ölçüde düsürüldü (% 70’den, % 28’e), sendikalar dizginlendi, sosyal yardim harcamalari tirpanlandi ve devletin ekonomideki kontrolü iyice gevsetildi. Bu politikalar dünya ölçeginde yayildi, serbest piyasa ekonomisinin benimsenmesi komünizmin çökmesine yol açti. Böylece piyasa ekonomisi, ise yaradigi kanitlanmis tek sistem olarak rakipsiz kaldi. Kizil tehlike bir tehdit olmaktan çikinca serbest piyasa yanlilari, daha da cesaretlenerek küresellesmeyi  destekleyen uluslararasi  kurumlari  ortaya çikardi.  Bu  ortam, plütokrat sinifinin bir kez daha yükselise geçmesine yol açacakti ama bu kez ülke bazinda  degil, küreselölçekte…
Gelir dagilimi adaletsizligini inceleyenler, tepedeki % 1’lik kesimin yükselisini, hangi ideolojik bakis açisiyla baktiklarina bagli olarak üç farkli sekilde izah ediyorlar. Reagan’cilara göre bu yükselisin kisilerle ilgisi yok, olay tamamen teknoloji devrimi ve küresellesmeyle ilgili. 1950 yilinda otomotiv sanayiinde gerçeklestirilen ve isçilerin grev yapmamalari sartina bagli  olarak daha genis saglik ve emeklilik haklari elde etmeleri konusundaki Detroit Uzlasmasi aleyhtari liberallere göre, gelir adaletinin bozulma nedeni siyaset. Plütokrasinin zirvesindekiler ise her iki tezin de dogru oldugunu söylüyor.
Tezlerden hangisinin dogru oldugu daha epey tartisma kaldirir ama tartismasiz olan gerçekler sunlardir ki, teknoloji devrimi ve küresellesme, tepedeki % 1’in daha da zenginlesmesine ve siyaseten güçlenmesine yol açiyor. Detroit Uzlasmasinin çökmesi sonucu zengin kesimin üzerindeki vergi yükünün ve devlet denetiminin azalmasi, oyunun kurallarini, kazananlar lehine degistiriyor, bu da 1. Yaldizli Çaga dönüsün isaretlerini veriyor.
BRIC3  ÜLKELERININ SAHNEYE ÇIKISI VE IKIZ YALDIZLI ÇAG19.YY’daki sanayilesme devrimi, ABD’de yaldizli yillari ve o yillari yöneten Soyguncu  Baronlari ortaya çikarmisti. Günümüzde dünya ekonomisi teknoloji devrimi ve küresellesme ile farkli bir yapiya evrilirken, yeni bir yaldizli çaga, yeni bir plütokrasi takimi ile giriyoruz. Sanayilesmis Bati dünyasi için bu ikinci Yaldizli Çag oluyor, yükselen ekonomiler için ise birincisi. Yükselen ekonomilerde isin kaymagini süphesiz tepedekiler yiyor ama degisim milyonlarca insani, dar gelirlilikten çikarip orta sinifa terfi ettiriyor, yüz milyonlar ise fukaraligin pençesinden kurtulmaya basliyor. Ekonomistler bu es zamanli yaldizli çag olusumunu yeni teknolojilere oldugu kadar komünizmin çöküsüne ve dünyadaki liberal uygulamalarin zaferine bagliyorlar. Bunun, her seyden öte, siyasi bir devrim oldugu konusunda ayni fikirdeler. Massachusetts Institute of Technology (MIT) ögretim görevlisi Istanbullu ekonomi profesörü Daron Acemoglu’na göre, gelismekte olan ekonomilerdeki – özellikle Çin ve Hindistan – hizli büyüme, Bati’daki siyasi ve teknolojik uygulamalar sonucunda birçok isin, sözü edilen bu ülkelerdeki orta derecede beceriye sahip isçi ordusu tarafindan yapilabilir duruma gelmesi sayesinde gerçeklesti. “Bu nedenle” diyor Acemoglu, “Gelismekte olan ülkelerin ilk Yaldizli Çagi, Bati’nin ilk Yaldizli Çagina oranla çok daha hizli ilerliyor. 1950’lerde, Hindistan’da is gücü ucuzdu ama Bati dünyasi bu is gücünü etkili biçimde kullanamiyordu. Simdi durum farkli, Çinli ve Hintli isçiler dünya ekonomisi ile çok daha bütünlesmis durumdalar ve bu yüzden çok hizli bir  ekonomik  büyüme saglayabiliyorlar ”. Ikinci Yaldizli Çagini yasayan Bati dünyasinda, teknolojik devrimin bir sonucu olarak, mavi yakalilarin yerini robotlar, beyaz yakalilarin yerini ise bilgisayarlar aliyor. Bir yandan ikinci Yaldizli Çagini yasamakta olan Bati dünyasi, bir yandan da ilk Yaldizli Çagini yasamakta olan gelisme yolunda yolundaki ülkeler, hüküm süren degisimden yararlaniyor. Eger Dallas veya Duesseldorf’ta bir sirket sahibi iseniz, köylülükten sehirlilesmeye evirilen bir yükselen ülke isçisini mutlaka istihdam ediyorsunuzdur.
___________________________________________
3 BRIC Ülkeleri: Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin
Batili plütokratlarin durumu iyi. Çünkü hem 19.YY Soyguncu Baronlarinin sürdügü sefayi, hem 21.YY teknoloji zenginlerinin keyfini es zamanli olarak sürdürüyorlar ama olan, iki Yaldizli Çagi ayni anda yasamak zorunda kalan orta sinifa oluyor. Basi sikisan eger bir sirketse, isçi çikariyor, maaslari kisiyor, isini baska ülkelere tasiyor, bir biçimde paçayi siyiriyor, en azindan seçenekleri daha fazla. Ama isçiler için durum vahim! Bir yandan pasta büyüyor ama bir yandan da o pastadan pay alanlarin dilimi ufaliyor. Daha iyi bir egitim alin, daha iyi yerlere gelin demek kolay, bunu kirkindan, ellisinden sonra yapmak zor. Bu yüzden son 15 yilda en büyük sikintiyi orta siniflar çekti.
  ÇIN SENDROMU
Gelir dagilimi adaletsizligini inceleyen Amerikali ekonomistler ana nedenin teknoloji devrimi oldugu konusunda uzlassalar da ABD is gücü piyasasinin verilerini derinlemesine arastiran “Çin Sendromu” kitabinin yazarlari, ana sebebin küresellesme ve özellikle Çin’le yapilan ticaretin çok daha etken oldugunu söylüyorlar. ABD imalat sektöründeki mavi yaka is kayiplarinin dörtte birini bu nedene bagliyorlar ve ekliyorlar; “Çin sendromu sadece is kayiplari yaratmakla kalmiyor, maaslar düsüyor ve umutlarini yitiren insanlar artik is aramaz oluyor, ortalama hane gelirleri hizla azaliyor, devletin issizlik sigortasi ödemeleri yükseliyor”. Üst kademelerde iyi gelir getiren isler var, en alt düzeyde gelir saglayan islerde de fazla bir fark yok ama orta düzeyde gelir getiren isler hizla azaliyor ve orta sinif güç kaybediyor. Bazi yazarlar buna isgücü piyasasinin “balli ve b..tan isler” olarak ikiye bölünmesi diyorlar. Ortadaki islerin nasil yok olduguna dair bir örnek: 2006 yilinda, iPod üretimi için, cihazin icat edildigi ülke olan ABD’de 13.920 isçi çalisirken, ABD disinda neredeyse bunun iki misli (27.250) isçi çalisti (Bunlarin 12.270’i Çin’de, 4.750’si Filipinler’de, kalani diger ülkelerde).
Bu gerçege fazla sasirmamis olabilirsiniz, bir de suna bakin: iPod isinde çalisan 13.920 ABD’li isçi emekleri karsiliginda toplam 750 milyon $ kazandi. Buna karsin, ABD disinda ayni isi yapan 27.250 isçi toplam 320 milyon $ kazandi. Bu esitsizlige, ABD’deki iPod çalisanlari açisindan biraz daha yakindan bakalim; toplam 13.920 ABD’li çalisanin yarisindan fazlasi (7.789), lojistik, destek, perakendecilik gibi mesleki uzmanlik gerektirmeyen alanlarda görevliydiler ve toplamda 220 milyon $ para yaptilar. Esas parsayi götürenler, mühendisler ve sair uzmanlar oldu, tam 530 milyon $ kazandilar. Bu meblag, iPod isinde çalisan 27.250 yabanci isçinin kazandiginin toplamindan bile bir hayli fazla. Ne demistik? Balli ve b…tan isler…
ABD’de teknolojik devrime ve küresellesmeye karisik duygularla  bakan birçoklarinin endisesi, parlak Amerikan beyinleri tarafindan icat edilen birçok yeniligin, ABD disinda, içeride oldugundan daha fazla istihdam yaratmasi. Küresellesmenin bazi ülkelerde gelir dagilimi adaletsizligi yarattigi kabul edilse de büyük resme bakildiginda ekonomideki  büyüme etkisiyle yoksul kesimi varsillik yönünde hareketlendirdigi, birçok saygin bilim adaminca kabul ediliyor. Goldman Sachs’in tahminlerine göre, BRIC ve N-114 ülkelerinin ekonomileri gelistikçe, 2030 yilina kadar dünya orta sinifina 2 milyar yeni katilim olacak.
_______________________________________________________________
4 N-11 : “Next Eleven = Bir Sonraki Onbir Ülke” anlaminda kullaniliyor ve su ülkelerden olusuyor; Türkiye, Banglades, Misir, Endonezya, Iran, Meksika, Nijerya, Pakistan, Filipinler, Güney Kore, Vietnam.
Birbirleriyle iletisim kurma özellikleri sayesinde insan unsuruna giderek daha az ihtiyaç duyan makinelerin zenginligi yarattigi asikâr ama artan refahin daha adil  biçimde dagitilmasi, üzerinde durulmasi gereken esas zorlugu teskil ediyor.
MUTLU KÖYLÜLER, MUTSUZ MILYONERLER
Yaygin inanisin aksine, belli bir asgari esik asildiktan sonra fazlalasan gelirin insan mutlulugunu artirmadigi ortaya çikmakta. 2006 yilinda Gallup tarafindan yapilan ve “Mutsuz büyüme paradoksu” diye adlandirilan anketin sonucu böyle. Örnek Çin’den verilmis; sehirlere göçen köylüler zenginlesmis ama bu onlari köylerinde oldugundan daha mutlu hale getirmemis. Mucize ekonomilerin hemen hepsi için ayni sonuç geçerli. Bu çeliskiyi  tam olarak izah eden bir çalisma henüz ortaya çikmadi ama genellikle hizli ekonomik gelismelerin, adaletsizligi ve belirsizligi de beraberinde getirdigi düsünülüyor.
Avusturya kökenli ABD’li ekonomist ve siyaset bilimci J. Schumpeter (1883-1950), bu  duruma “yaratici tahribat” diyor ve ekonomik oynakligin (volatilite), kaybedenler üzerinde yikici etkileri oldugunu, kazananlari bile tedirgin ettigini söylüyor.
Yükselen piyasalarda bu durum psikolojik olmaktan ibaret degil. Bati dünyasindaki ilk Yaldizli Çagda oldugu gibi, sermaye ile isgücü, varsil ile yoksul arasindaki bir sürtüsme bu.
KAZANANLAR
Saygin bir gelir dagilimi arastirmacisinin konuyla ilgili olarak, ABD’nin son yüzyili üzerine yaptigi bir saptama var. Buna göre, 1920 ve 1940 yillari arasinda ülke gelirinin % 45’i, tepedeki % 10’luk kesime gidiyor. Ikinci dünya savasi döneminde bu oran % 33’lere düsüyor ve 1970’lerin sonlarina kadar böyle devam ediyor. Bu yillardan sonra oran zenginler lehine hizla yükseliyor, 2006 yilina gelindiginde tepedeki % 10’luk kesim ulusal gelirin % 50’lik kismini elde eder hale gelmis oluyor. Ama esas degisim, tepedeki % 10’un kendi içinde! 2002 ile 2006 arasinda meydana gelen büyümenin yarattigi gelirin ¾’ü tepedeki % 1’e gidiyor.  Yani sosyal uçurum sadece zenginle fakir arasinda degil, zenginle çok zengin arasinda da fazlasiyla genisliyor.
Credit Suisse’nin hesaplamalarina göre dünyada, net sahsi varliklari 1 milyon $’i asan 29,6 milyon insan yasiyor (dünya nüfusunun yaklasil % 0,5’i). Bunlarin % 37,2’si Avrupa’da, %  37’si Amerika’da, % 19,2’si Çin – Hindistan hariç Asya ve Pasifikte, % 3,4’ü Çin’de, gerisi Hindistan, Afrika ve Latin Amerika’da yasiyor. 2011 verilerine göre, serveti 100 milyon $’i asan 84.700 zenginin ise % 44’ü ABD’de, % 28’i Avrupa’da, % 15’i Çin ve Hindistan’da, gerisi Asya – Pasifik’te yasiyor. Süper zenginlere gelince, % 42 ile ABD en basta (35.400), Çin % 6,4 ile ikinci sirada (5.400), bunlari sirasiyla Almanya (4.135), Isviçre (3.820), Japonya (3.400), Rusya (1.970), Hindistan (1.840), Brezilya (1.520), Tayvan (1.400), Türkiye (1.100), ve Hong Kong (1.030) takip ediyor. ABD’de finansal krizi takip eden 2009 – 2010 toparlanma döneminde elde edilen kazancin % 93’ü, tepedeki % 1’lik kesime gitmis. Söz konusu % 93’ün % 37’si ise en tepedeki % 0,01’lik kesimi temsil eden plütokratlarin olmus. 2009 yilinda ABD’nin en çok kazanan 25 Hedge Fonu yöneticisinin beherinin ortalama kazanci 1 milyar $’i geçmis. II  PLÜTOKRAT KÜLTÜRÜ
ADINI HIÇ DUYMADIGINIZ EN MESHUR AMERIKAN IKTISATÇISI
Adini muhtemelen hiç duymadiginiz Henry George, 19.YY’da yasamis çok sevilen bir iktisatçiydi. Yasadigi dönemdeki söhretini ancak T. Edison ve M. Twain gibi ünlüler gölgeleyebiliyordu. 1879 yilinda yayinlanan Progress and Poverty = Kalkinma ve Yoksulluk adli kitabi 3 milyon satmis, onlarca dile çevrilmisti. Denizcilikten, gaz sayaci okuyuculuguna, yazarliktan, politikaciliga bir sürü ise girip çikan George, çok küçük bir farkla kaybettigi New York Belediye Baskanligi seçimlerine ikinci kez adayligini koymus, büyük ihtimalle bu kez kazanacagi seçimlerden dört gün önce vefat etmisti. New York Times, Lincoln’in cenaze töreninin bile onunki kadar görkemli ve kalabalik olmadigini yazmisti.
George’a göre sanayi devriminin en gizemli iktisadi sonuçlarindan biri, refahi adil biçimde dagitamamasi olmustur. Kazananin her seyi götürdügü ortamda gaz lambalari ile  aydinlatilan sokaklari üniformali polisler koruyordu ama o sokaklarda sayilamayacak kadar çok dilenci, üç bes kurusun pesinde, gelene geçene avuç açiyordu. George’un bu duruma koydugu teshis alabildigine basitti; yenilesimin (inovasyon) meyvelerini mülk sahipleri yemekteydi. Çagdasi Karl Marx, kalkinma ve yoksullugun Avrupa versiyonuna toptanci bir yaklasimla bakiyor, suçu özel mülkiyete atiyordu. George’in, sanayilesmeyle, serbest ticaretle, devlet müdahaleciliginin az olmasi gerektigi fikriyle bir problemi yoktu. Onun derdi, sanayilesmenin ve sehirlesmenin kaymagini yiyip bu döngüye hiç katki koymayan rantiye kesimiyleydi. Bir sistem olarak kapitalizmin kendisini degil ama 19.YY Amerikan kapitalizmini elestirdigi için halk arasinda çok seviliyordu, amaci ülkeyi Soyguncu Baronlardan kurtarip Thomas Jefferson demokrasisine dönüs yapmakti.
  ÇALISAN ZENGINLER
Gerge’un acimasizca elestirdigi 19. YY rant zenginlerinin aksine günümüzün plütokratlari genellikle çalisan kesimden çikiyor. Buna Süryani asilli Meksikali mültimilyarder Carlos Slim ve Rus oligarklari da dahil. Evet, bunlar da rant pesindeler ama servetlerini atalarindan kalan mülklerden degil çalisarak elde ettikleri mülklerden çikarmaktalar.
Iktisat tarihçisi P. Lindert’in bulgularina göre 1916 yilinda Amerika’nin en zengin % 1’i, kazançlarinin sadece beste birini maasli islerden elde ediyordu, 2004 yilinda bu oran üçe katlandi, tepe % 1’in kazançlarinin % 60’ini bordro gelirleri olusturur hale geldi. Dolayisiyla, 20.YY’da gelir hiyerarsisinin tepesindeki sermaye sahipleri (rantiyeler) yerlerini üst düzey yöneticilere (çalisan zenginler) birakmis oldu. Tepedeki % 1’in gelir yapisindaki, rant kazançlarindan, bordro kazançlarina dogru kayma, kazananin her seyi götürdügü türden bir ekonomik isleyisin meydana çiktigi döneme denk geldi.
Forbes’in 2012 yili için yaptigi milyarderler siralamasindaki 1.226 kisiden 840 adedi zenginliklerini kendileri yaratanlardan. Aristokrat degiller. Iktisadi liyakate sahip, refahi tüketmek kadar refah yaratmakla da mesgul olan insanlar. Küresel plütokratlar, lüks yasantilarini çok çalismalarinin ödülü oldugu için hak edilmis sayiyorlar.
Dünya genelinde de benzer bir durum var. Hindistan’in kirsal kesimlerinde hâlâ varliklarini sürdüren ve kast sisteminin en diplerinde yer alip üsttekilerle ayni kuyunun suyunu bile paylasmasi yasaklanmis Dalit’ler arasindan dahi, açik deniz sondaj kuleleri yapimcisi Ashok Khade gibi mültimilyarderler çikabiliyor. Khade, kendi ifadesine göre, kast sistemiyle mücadelesini, kapitalizm vasitasiyla sürdürüyor.
TEKNOLOJI KURTLARININ (ALFA BIREYLER) YÜKSELISI
Teknoloji Kurtlarinin en yaygin biçimde yasadiklari ortam, tabi ki kültürünü ve ekonomik motorunu yarattiklari yer olan Silikon Vadisi ama bu tür bireyler, plütokratlarin oldugu her yerde var. Teknoloji taseronlugunun icat edildigi Hindistan’in Bangalore kentinde sürüler halinde dolasirlar. Rusya’nin dogal kaynaklarini ele geçiren oligarklar ise, ahbap çavus iliskilerinin yarattigi plütokrat türünün tipik birer örnegidirler. Bu oligarklarin en önemli yedi tanesinden altisi, bilimsel alanlarda üst düzey diplomalara sahiptir. Meksikali Carlos Slim, mühendislik egitimi almistir ve servetini sayilarin dilinden iyi anlamasina atfeder.
Teknoloji kurtlarinin süperlerinden biri, çocuklarin hangi dalda egitim almalari konusundaki tavsiyesi soruldugunda duraksamadan “istatistik” demistir. Ona göre verileri analiz etme yetenegi 21. YY’in en aranan becerisi olacaktir. Alfa bireylerin gelir piramidinin tepesindeki % 1’in içine tirmanmalari çok iyi egitim almis olmalarindandir. Bu da gösteriyor ki iyi bir egitim, gelecege dönük olarak yapilabilecek en verimli yatirimlardan biridir.
Teknoloji ile egitim arasindaki etkilesim gelir dagilimini sekillendirir. 19.YY’da yasanan ilk Yaldizli Çagda teknolojik ilerlemeler, egitim alanindaki iyilesmelerden daha hizli cereyan ediyordu. Bunun neticesinde, o zamanin ölçülerine göre iyi bir egitim almis iseniz, (lise mezuniyeti iyi bir egitim sayilirdi. Unutulmasin, yukarida sözünü ettigimiz Henry George, 14 yasindayken okulu terk etmisti) kazanciniz egitimsiz isçilere oranla daha yüksek  oluyor, taban maasiniz üzerine bir de egitim munzam ödentisi (primi) alabiliyordunuz. Sonraki elli yil boyunca Amerika, kamu orta egitimine muazzam yatirim yapti, egitimdeki ilerleme hizi, teknolojik ilerleme hizini yakaladi, egitimli insan sayisi artinca da taban maaslar ile primli maaslar arasindaki makas daraldi. Ne var ki son otuz yilda egitimin hizi kesildi, teknoloji ise aldi basini gitti. Bu ortamda Alfa Bireyler dogal olarak kiymete bindi. 1979 ile 2005 yillari arasindaki dönemde üniversite mezunlarinin maas primleri, lise mezunu olanlara göre iki mislinden fazla artti ve gelir dagilimi dengelerini fena halde bozdu. Lisansüstü egitim alanlar bu farki daha da açti. Çok nitelikli egitim sahibi olanlar ise, kazananin her seyi götürdügü  bir sistem içinde asiri biçimde ödüllendirildiler. ABD’nin en saygin üniversitelerinde  (Ivy League5) okuyan birinci sinif ögrencilerinin sayisi (27 bin civari), üniversite çagindaki toplam ögrenci sayisinin % 1’i kadardir. Iste, gelir piramidinin en tepesindeki % 1’in içinde yer alacaklarin en kuvvetli adaylari bunlardir.
Ögrencilerin, kendilerine bu kategoride yer açmak için söz konusu üniversitelere kapagi atmalari ise iyice zorlasti. Çünkü böylesi nitelikli bir egitim genellikle, aileden kalacak mirasa oranla daha yüksek bir gelir vaat ediyor. Bu nedenle olsa gerek, ailelerin evlâtlarini bu üniversitelere sokmak için çilginca bir yarisin içinde olduklarini da belirtmek gerek. Çok iyi  bir not  ortalamasi,   saygin bir  üniversiteye  girmenin garantisi  degil  artik,  farklilasarak
___________________________________________________________________________________________________________________________________
5 Ivy League: ABD’nin kuzey dogusunda bulunan ve 8 vakif üniversitesinden olusan birlik. Üye üniversiteler sunlardir: Brown, Columbia, Cornell, Dartmouth, Harvard, Princeton, Pennsylvania, Yale
 
digerlerinden ayrismak da gerekiyor. Harvard Üniversitesi rektörünün yakin bir geçmiste verdigi röportajdan bir alinti yapalim; “Bir keresinde, belli bir bölüme, notlari olaganüstü iyi olan birçok aday içinden sadece bir tanesini seçecektik. Çincenin Mandarin lehçesini konusabilen bir çocuk vardi, ailesinin destegiyle büyük paralar harcayip, rakiplerinden ayrismak için bu konuda özel ders almisti. Onu kabul ettik tabi, yazik oldu digerlerine”.
  HERKESIN IKINCI BIR SANSI OLMUYOR
Ekonomideki hizli degisim süreci, start takozundan hizli çikis yapamayanlarla, ilk birkaç tur boyunca yanlis yöne kosanlara ikinci bir sans vermiyor. Sartlar o denli hizli degisiyor ki, tecrübe, kisinin sahip olmakla övünebilecegi bir özellik olmaktan neredeyse çikti. Internet üzerinden satis yapan Sikago merkezli Groupon’un üst düzey bir yöneticisi, Wall Street Journal benzeri önemli kurumlardan transfer ettikleri elemanlardan bile bekledigi performansi alamadigindan yakiniyor. Söyledikleri; “Bunlara bildiklerini unutturmak, yeni bir sey ögretmekten daha zor!”
Is dünyasinin belirsizlikleri, en basarili çalisanlara dahi her an isini kaybetme korkusu yasatiyor bu da onlari mutsuz ediyor. Erken yasta elde edilen basarilar ise ekonomideki dengesizlik ve belirsizliklere karsi faydali bir güvence.
SERMAYENIN ÖKSÜZLERI
Hizli yasayan süper seçkinler için haftanin dört gününü evden uzaktan geçirmek adeta bir statü sembolü. Yazar N. S. Turow, “Uçan Sinif” diye tanimladigi bu kesimin mensuplarina “Sermayenin Öksüzleri” adini yakistirmis. Aile yasantilari yok gibi, en büyük güdüleri, is anlasmalari ve piyasalarin durumu. New York’daki bazi borsa uzmanlari çalar saatlerini Frankfurt borsasinin açilis saatine ayarlayip öyle yatiyor, bazilari uyumuyor bile, uyku kaçirici ilaçlarin kullanimi da çok yaygin.
EGOLARI YIKAN BIR MAKINE
Süper seçkinlerin yasadiklari zirvelerde kalici olma süreleri giderek kisaliyor. Fortune 500 CEO’larinin belli bir firmadaki ortalama çalisma süreleri son on yilda, 9,5 seneden 3,5 seneye düsmüs vaziyette. Kendi sirketinin patronu olmak da kisiyi piyasalarin belirsizligine karsi koruyamiyor. Piyasalar, adeta egolari paramparça eden bir makine. Kendilerine kâinatin efendileri sayan finansman dâhileri, tek bir hatali yatirimla milyonlarini kaybedip kendilerini cehennemin en sicak yerinde bulabiliyorlar. Sapina kadar laik bir kisilik olan Soros, kendi elemanlarina yatirimlarda yapilacak hatalarin “Günah” oldugunu anlatiyor.
Süper elitlerin kafa yapisini anlayabilmek için önce o kisilerin endise dolu bir yapilari oldugunu ve belirsizlikler içindeki bir dünyada, çok agir bir tempo ile çalistiklarini kabul etmemiz gerekiyor. Bu insanlar, sadece sahsi çikarlarin pesinde kosan bencil bireyler olmadiklari iddiasindadir. Örnegin Google’in sirket düsturu “Seytan olmayin!” seklinde dile getiriliyor. Sirketin kurucularindan simdiki CEO Larry Page, hayirli islerin hâmisi olduklarini  su örneklerle belirtir; arama motoru sayesinde elde edilen bilgiler birçok hayati kurtarmistir, soförsüz otomobil projesi ise, siyasetçilerin, sosyal ve insani yardim kuruluslarinin kurtarabileceginden çok daha fazla hayati kurtaracaktir. Page’e göre insanlarin Google’da çalismak istemelerinin  ana  nedeni zengin  olmak  degil, dünyayi  iyi  yönde  degistirmek arzusudur. Ona göre Silikon Vadisi, üniversite havasi içerisinde, esitlikçi ve liberal bir kültürün yeserdigi vahadir.
Plütokratlar, serbest piyasalarin, özgür insanlar anlamina geldigi inanciyla kapitalizmi bir özgürlük teolojisi olarak görürler. Onlara göre, ülkelerin ekonomileri özgürlestikçe, siyasi yapilari da özgürlesir.
Plütokratlar giderek kitalararasi bir sinif haline gelmekte. Bu sinifin mensuplari, ait olduklari ülkelerdeki vatandaslarindan ziyade kendi aralarindaki iliskiye önem veriyorlar. Adeta basli baslarina bir ulus olusturmus vaziyetteler. Davos olsun, Cannes film festivali olsun, Ascot at yarislari olsun, nerede uluslararasi bir etkinlik varsa, dünya vatandasi kimlikleriyle orada boy gösteriyorlar, uçmanin kolayligiyla da bunu kolaylikla yapabiliyorlar. Iletisim kolayliklari sayesinde dünyanin neresinde olurlarsa olsunlar islerini takip edebiliyorlar. Elbette kendi ülkelerinde olup bitenlerle de ilgileniyorlar ama küresel olaylar onlarin daha fazla ilgisini çekiyor. Mesele bir ülkeden bir ülkeye beyin göçü olayi olmaktan çikmis durumda, söz konusu olan uluslararasi bir beyin sirkülasyonu.
Süper seçkinler için ülkelerinin pasaportlarindan çok, mezun olduklari üniversitenin diplomasi önemli. Çocuklarinin egitimine de çok önem veriyorlar. Rus oligarklari bunu çocuklarinin mezuniyet törenleri için üniversite bahçelerine helikopterleriyle inerek, gösterisli bir biçimde ifade ediyorlar. Çinli plütokratlarin yillik harcamalarini 1/5’i  çocuklarinin egitimine gidiyor. Bu sinifin mensuplari evlâtlarinin orta egitimi için, uluslararasi ölçekte arkadas çevresi edinmeleri maksadiyla Ingiltere’yi tercih ediyor. Yüksek egitimin tartismasiz favorileri ise Amerikan Ivy League üniversiteleri. Artan sayida beynelmilel plütokrat, bagislariyla bu seçkin egitim kurumlarini destekliyor ve karsiligini da, adlarinin üniversitelerin sinif odasi, konferans salonu gibi mekânlarina verilmesi suretiyle aliyor. Bu önemli bir statü sembolü.
DÜNYA VATANDASLARI
Uluslarin insan yapilari nasil tek tip degilse, süper seçkinler de tek tip degil, kendi aralarinda ayrisiyorlar ama gerçek anlamda küresel plütokratlar genellikle baskici ve istikrarsiz yönetimlere sahip ülkelerden çikiyor (Örn. Ruslar ve Orta Dogulular). Ingilizce ortak dilleri, bir kültür ortami olarak da Ingiltere’de yasamayi seviyorlar. Bu ülkede degeri 2,5 milyon Pound ‘un üzerindeki malikânelerin % 60’i yabancilarin mülkiyetinde.
Amerikalilar, is dünyasinin küresel elit yöneticileri arasina son katilanlardan.  Beyin avcilarinin verilerine göre Ingilizler gerek kendi sirketlerinde yabanci CEO’lar çalistirmak ve gerekse yabanci ülkelere CEO ihraç etmek açisindan Amerikalilara göre üstünler ama yarisa sonradan katilan Amerikalilar arayi hizla kapatiyorlar. Degisim özellikle Wall Street’de belirgin. 2006 yilinda önde gelen sekiz Wall Street bankasinin sekizinin de CEO’lari Amerika dogumlu Amerikalilardandi. Günümüzde bu sayi bese düstü, bunlardan ikisi ise (Citigroup ve Morgan Stanley) Amerika disinda dogup büyümüslerden.
1982 yilinda General Electric’de ise baslayan günümüzün CEO’su J. Immelt, finansal balonlarin patladigi 2007 yilina kadar geçen 25 yillik sürede dünya ekonomisini sürükleyen gücün, tartismasiz olarak Amerikan tüketicisi oldugunu söylüyor ve ekliyor “ancak, gelecek 25 yillik süreçte bu degisecek. Küresel büyümenin motoru Asya’dan, orta sinif saflarina 1 milyar yeni tüketici katilacak. Bu yüzden de, benim yerimi alacak yeni CEO’nun, yükselen piyasalara sahip bir ülkeden çikmasi beklenmeli”.
Silikon Vadisi sirketlerinden birinin CEO’su, satislarin % 90’inin ABD disina yapildigini ifade etti. Çalisanlarinin da büyük bir bölümünün yabanci oldugunu söyleyen bu yönetici, bu durumun ABD’li isçiler için bir sorun olabilecegini ama isverenin yeni sartlara kolaylikla ayak uydurabilecegini belirtti.
Efsanevi enflasyon savasçisi ABD Merkez Bankasi eski baskani Paul Volcker, büyük Amerikan sirketlerinin kendilerini artik Amerikan degil uluslararasi sirket olarak tanimladiklarindan bahsederken, hükümetin bunlara iyi davranmamasi halinde çekip baska ülkelere gitmelerinden tedirginlik duymaya basladigini söyledi. Diger Amerikan sirketlerinin de hizla beynelmilel bir kimlik kazanamamasi halinde, yarisin gerisinde kalacaklarindan endiseli. Bunun belirtileri var; küresel ticaret ve sermaye akisi hareketlerinde New York siklikla devre disi kalabiliyor. Dünyanin en büyük metal sirketi bir Hint kurumu, en büyük Alüminyum sirketi ise Ruslarin elinde. Dünyanin en hizli gelisen ve en büyük bankalari Çin, Rusya ve Nijerya’da, hepsi de yerel nitelikli kurumlar.
  FIKIRLERIN ARISTOKRASISI
Sanayi Devrimi henüz baslangiç evresindeyken Adam Smith, dünya ekonomisinde çok  önemli degisimler meydana gelecegini öngörmüs, bunlarin basinda da sermayenin mülk sahipliginden çikip hisse senedi sahipligine dönüsmesi olacagini söylemisti. 1776 yilinda yazdigi The Wealth of Nations = Uluslarin Zenginligi adli kitapta söyle devam eder Smith: “ Toprak sahipleri, mülklerinin bulundugu ülkenin vatandasi olmak zorundadirlar. Oysa hisse senedi sahipleri dünya vatandasidirlar, hiç bir ülkeye bagli olmak zorunda degildirler. Can sikici vergilere tabi tutulduklari anda hisselerini alip, servetlerini gönüllerince kullanabilecekleri baska ülkelere çekip gidebilirler”. Smith, seçkinlerin globallesmesini tarif ediyordu adeta.
Statülerinin kamuoyu önünde tescillenmesi anlaminda günümüzün süper seçkinlerini ne yat, ne özel jet, ne de Sövalye nisani tatmin ediyor. Onlarin en çok öykündükleri statü sembolü, adindan sikça bahsedilen bir hayir kurumu vakfina sahip olmak. Bunu, dünyayi degistirebileceklerini kanitlamanin bir yolu olarak gördükleri için arzuluyorlar. Degisim yaratma potansiyeline sahip büyük vakiflarin ana destekçiligine soyunmus onlarca plütokrat mevcut. Iki örnek vermekle yetinelim; Afrika’daki hastaliklarla mücadele etmek için kurdugu vakifla Bill Gates ve Newark’daki devlet okullarinin kalkindirilmasi amaciyla kurulan vakfa yüz milyonarlarca dolar bagislayan Mark Zuckerberger. Bu çabalar, kiskanilasi süper elitlerin toplumsal kabul görmelerinin, adeta fânilikten çikarilip azizlik mertebelerinde algilanmalarinin bir yöntemi olarak görülüyor.
M. Bishop, servetlerin hayir islerine harcanmasina “Filantro-kapitalizm” tanimini getirmis. Yazar, ayni ismi tasiyan (Philantro-Capitalism) adli kitabinda, hayirseverlerce (philanthropists) servetlerin edinilmesi sirasinda gösterilen liyakat ve çaliskanligin, hayir islerinin yönetilmesi sirasinda da gösterilmesi halinde dünyanin olumlu anlamda nasil degisebilecegine, sorunlarla nasil bas edilebilecegine dair örnekler veriyor.
 
Özellikle Rus oligarklarin sergiledigi, özel jet edinmek, futbol takimi satin almak gibi “yeni zengin” davranislari, yerini, hayir isleri yapmak, sanatsal etkinliklere destek olmak gibi sosyal davranis biçimlerine birakmakta. Artik ulusal kimliklerini bir kenara koymus ve küresel kimlik haline gelmis olan plütokratlar, söz konusu bagislari dogduklari ülkelere yapmaktan çok, sosyal ve hatta siyasi anlamda en büyük degisimi gerçeklestirebilecekleri alanlara yapmayi tercih ediyorlar.
FILANTRO KAPITALIZM
Siyasilesmis plütokratlar, dünyayi yöneten elitlerin arasina hizli bir katilim sürecindeler. Bunlarin arasinda, sahsi servetlerini ülkelerindeki siyasi iktidarda yer alma adina harcayan Mike Bloomberg ve Mitt Romney gibilerini oldugu kadar, ideolojilerini baska bir ülkeye, bölgeye hatta dünyaya yayma adina harcayan G. Soros gibilerini de sayabiliriz. Soros’un, kurdugu Açik Toplum Enstitüsü vasitasiyla tek basina komünizmin yikilmasina yol açtigini söylemek abarti olur ama eski Sovyetler Birligi ile Dogu Avrupa ülkelerinde demokrasi ve çogulculugun yükselmesi hareketlerini fazlasiyla etkiledigi çok açik.
Esas sorun siyasilesmis plütokratlarin servetlerini, çikar çatismali alanlarda harcamasi. Örnegin, Koch kardesler, dev rafinerilere, petrol boru hatlarina, orman ürünleri isleme tesislerine sahiptir. Bu ikili, hükümetin sanayii denetlemesine karsi çikiyor, küresel iklim degisikligine süpheci gözle bakiyor ve servetlerinin hatiri sayilir bir bölümünü, çevreci kültürü zayiflatmaya dönük islere harciyorlar.
Yüksek gelir gurubunun vergilerinin artirilmasi gerektigini savunan Warren Buffet bir istisna olsa da, ünlü zenginlerin, dar gelirlilere yönelik sosyal harcamalarin azaltilmasi, üst dilim mükelleflerin vergilerinin düsürülmesi ve benzeri konularda ciddi lobi harcamalari yaptiklari da bilinen bir gerçek. % 0,1, % 1’E KARSI Ukrayna’daki Turuncu Devrimi yakindan izleyen Isveçli ekonomist Anders Aslund’a göre, ülkedeki siyasi baskilara artik tahammül edemeyen ögrencilerle, Rusya yanlisi politikalara karsi çikanlarin direnisleri, devrimi tetikleyen unsurlardir ancak isin bir de üçüncü boyutu bulunur; milyonerlerle milyarderlerin çatismasi! Ülkedeki ahbap-çavus iliskileri tepedeki oligarklarin çok isine geliyordu ama bu iliskiler pastadaki payini büyütmeye çalisan orta  sinifa ve küçük burjuva kesimine büyük zarar veriyordu. Sonunda sabirlari tasti ve oyunun kurallarinin daha esitlikçi olmasi için isyan ettiler.
******Milyonerlerle milyarderlerin çatismasi, Tahrir Meydani dâhil, dünyanin her yerinde kendini göstermektedir. Iyi kazanan, üst düzey bir Google çalisani olan Misirli Wael Ghonim, Tahrir meydanindaki protestocularin ana organizatörlerinden biriydi. Eylemcilerin internet üzerinden örgütlenmesini saglamis ve Mübarek rejiminin yolsuzluklarina karsi durusuyla askeri elitin de güvenini kazanmisti. Time dergisinin düzenledigi geleneksel yilin en etkili 100 bireyi siralamasinda, 2011 yilinda listeye girmeye hak kazanmis, katkilariyla ivme kazanan direnis Mübarek’in tüm yetkilerini Subat 2011’de Silahli Kuvvetler Konseyine birakarak iktidardan çekilmesiyle sonuçlanmisti.
 
Amerika’daki Occupy Wall Street hareketi de % 1 ile % 99 arasindaki savasa farkli bir boyut katmisti. Ne var ki bu iki kesim arasindaki adaletsiz gelir dagilimindan daha vahimi  tepedeki % 1’in kendi içinde yasaniyordu. Gelir piramidinin tepesindeki % 0,1 ile % 0,9 arasindaki büyük kültürel ve ekonomik uçurum, bir de siyasi ayrismaya dogru evrilirse ülkenin gündeminin degismesi mukadderdir.
Yillik gelir açisindan tepedeki % 0,1’i çogunlukla finans sektörü mensuplari olusturuyor. Tepedeki % 1’in kendi içindeki çekismelerin odak noktasi ise, % 0,9 mensuplarinin, üzerlerindeki guruba, ahbap-çavus iliskileri nedeniyle duyduklari hinç.
   KADINLAR BU ISIN NERESINDE?
Plütokratlar genellikle erkek. Forbes’in 2012 milyarderler listesine baktigimizda, 1226 milyarderin sadece 104’ünün kadin oldugunu görüyoruz. Çikartin miras ve sair yollarla  servet edinen esleri, kiz çocuklari ve dullari, sayi daha da küçülür. Isin sasirtici yani, % 99’a bakildiginda kadinlarin giderek daha iyi egitim aldiklarini, daha çok kazandiklarini ve daha fazla güç sahibi olduklarini görüyoruz, öyle ki eger bir plütokrat degilseniz amiriniz büyük ihtimalle bir kadindir. Erkek süper seçkinler tarafindan yönetilen ama kadinlarin hâkim konumda olduklari bir orta sinif düzeninden bahsediyoruz.
Dünyada da benzeri bir trend göze çarpiyor. Istatistiklerin yapilmaya baslandigi yillardan bu yana ABD’de ilk defa 2009 yilinda bordrolu çalisanlarin arasindaki kadin sayisi, erkek sayisini geçti. 2010 yilinda, çalisan her on aile sahibi kadindan dördü, evin esas gelir saglayicisi oldu. Hâl böyle iken, % 1 sinifinin içindeki kadin sayisinin neden daha fazla olmadigini, kadinlarin kariyer seçimlerine baglayanlar var.
En çok kazananlarin finans kesiminden oldugunu biliyoruz. Bu alana en çok asilanlarin basinda erkekler geliyor. B. Clinton döneminde Hazine Bakanligi, Obama döneminde Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörlügü yapmis, kariyerinde Harvard rektörlügü de bulunan ekonomi profesörü Larry Summers, yapilan özel bir sohbet sirasinda bir an bos bulunup konuya isik tutan su sözleri söyledi: “Profesyonel yasamim boyunca sayisiz kadin elemani ise aldim. Hiçbirinin mesleki açidan erkeklerden geri kalan yani yoktu ama yapitaslarinda, o erkeklere özgü öldürme içgüdüsünü göremedim. Kavgadan kaçiniyorlar, insanin sah damarina dalmasini bilmiyorlar. Bir kadin çalisanima, yaptigi isin hatali oldugunu söyledigimde agladi! Kazananlar aglamayanlarin arasindan çikar”. Larry Summers’in kamu sektörü disinda, çok yüksek maaslarla özel finans sektörü deneyimleri bulundugunu ve tüm is hayati boyunca kadinlara pozitif ayirimcilik uygulayan bir yönetici oldugunu da belirtmeden geçmeyelim… III   SÜPERSTARLAR
  SINIFSAL GÜÇ ODAGI OLMA YOLUNDAKI ENTELLEKTÜELLER
1970’lerde komünist rejim altindaki Macaristan’da gizlice yazilan ve Bati’ya kaçirilan yukaridaki isme sahip kitap, etik degerleri yüceltmesi gereken entelektüellerin (yazarlar, sairler, doktorlar,   fizikçiler   vb.) devlet   mekanizmasini   ve ekonominin   dizginlerini ele geçirmeye basladigindan ve çalisan siniflarin yönetimini öngören Marx’in hülyalarini saptirdigindan bahseder.
Komünizmin çökmesi ve küresel piyasa ekonomilerinin yükselmesi, çok iyi egitim almis teknokratlarin önünü açmis, yazarin sözünü ettigi gelismelerin benzeri 21. YY’in baslarinda dünyanin birçok yaninda kendini göstermeye baslamistir. Beceri odakli teknik degisimler, özellikle Bati’da, gelir dagilimi adaletini daha da bozmakta. Isgücü piyasalarinda yüksek egitim gerektiren meslek erbabina ödenen maaslar firlamis, alt düzeydeki isler degisimden fazla etkilenmezken orta sinifi destekleyen islere ödenen maaslar düsme egilimine girmistir. New York eyaletinin Merkez Bankasinin, profesyonel ekonomistlerden olusan bir topluluk nezdinde yaptigi bir arastirmaya göre, gelir kutuplasmasinin basta gelen nedeni, teknolojik ilerlemeler. Uzmanlar, ikinci siradaki nedenin hangisi oldugu konusunda bir mutabakata varamamislar ama üçüncü, dördüncü siralara, küresellesmeyi ve siyasi tercihleri (asgari ücretin düsürülmesi, sendikalarin geriletilmesi…) koymuslar. Degisik alanlarda yüksek egitim olanlarin hepsi nedense (!), öne çikan güçlü sinifin bir mensubu olamiyor. Örnegin, Ingiliz edebiyati üzerine PhD yapmis parlak bir birey, söz konusu sinifin yanindan geçemiyor ama finansçilarin, hukukçularin ve bilgisayar uzmanlarinin bu sinifa girme sanslari oldukça yüksek. Zaten hep sözünü ettigimiz o “% 1” de bunlardan olusuyor. Teknolojinin öne çiktigi, “kazanan her seyi götürür” mantigiyla isleyen küresel ekonomilerde, söz konusu % 1’in en tepesindekilere “süperstar” deniliyor.
Ekonominin hizli bir büyüme sürecine girdigi savas sonrasi dönemde bu olumlu gidisatin ana itici gücü mavi yakalilarla, yönetimsel islerin birçoguna hâkim olan orta sinifti. Teknolojik ilerlemeler sayesinde alfa bireyler yükselise geçti. Is imkânlari azalan ve kazançlari  düsen eski hâkim sinifin mensuplari, egemenlik alanlarina giren bu yeni seçkinlere karsi antipati duymaya basladilar. Isin ilginci, duyulan bu tepkinin anonim olmasiydi. Gerek muhafazakâr Tea Party hareketinin mensuplari, gerekse kendilerini % 99’un forumu olarak tanimlayan,  sol egilimli Occupy Wall Street hareketinin mensuplari, yükselen alfa bireylerden ayni derecede nefret ediyordu. Buna karsin, ideolojik yelpazenin hem solundan, hem sagindan gelen yeni seçkinler siyasal güç sahibi olma mertebesine yükselebiliyordu (Barack Obama - Mitt Romney). Buna bilissel bölünme denilebilir; bir tarafta kanita dayali bir dünya görüsü var, diger tarafta ise inanç ve ideolojileri esas alan bir dünya görüsü. Bu ayrisma, günümüz Amerika’sinin en önemli fay hattini olusturuyor. Obama’nin, Wall Street ve Silikon Vadisi gençleri arasindaki popülerliginin bir nedeni de tipki kendileri gibi yönetim gücünü verilerden almasi, neyin ise yarayip, neyin yaramadigini deneysel yaklasimlarla belirlemesi. Obama, danismanlarini da bu tip kisilerin arasindan seçiyor.
Veriyle yatip veriyle kalkan süper teknoloji kurtlari (super-geeks) artik sadece Wall Street, Silikon Vadisi veya bu tip sembolik yerlerin dünyadaki muadillerini yönetmekle yetinmiyorlar. Iktidardaki parti hangisi olursa olsun Washington’un da iplerini ele geçirmis vaziyetteler.
  ILK YALDIZLI ÇAGIN DIVASI: ELIZABETH BILLINGTON
1700’lü yillarin sonlarinda sanatinin zirvesine çikmis Ingiliz soprano Bayan Billington yilda 10 bin Pound kazaniyordu. Bu rakam, 500 tarim isçisinin bir yillik toplam gelirine esitti. Modern iktisat  biliminin babasi  sayilan  Alfred Marshall,  yaklasik  yüz yil  sonra,  sanayi devrimi sayesinde Ingiltere’de GSMH’nin olaganüstü boyutlarda arttigini belirtir ve ünlü sopranoyu bu artisin ortaya çikardigi ürünlere bir örnek olarak gösterir. Marshall’in tespitlerine göre, refah artisi siradan zanaatkâr takiminin gelirlerini düsürürken, konusunun gerçek birer uzmani olanlara yapilan ödemeleri asiri biçimde yükseltiyordu. Marshall, süperstar ekonomisinin dogusuna sahitlik etmekteydi.
Konularinin uzmanlari her devirde baskalarina fark atan gelir elde ediyorlardi. Rönesans devri sanatçilarin kazançlari, Rus Çarlarinin Batili askerî uzmanlara ödedigi paralar birer örnektir. Ancak, o günlerin imkânlari, uzmanlarin kazanabilecekleri gelirlere dogal bir sinirlama getiriyordu. Örnegin, Bayan Billington tas çatlasa sesini kaç kisiye duyurabilirdi ki? Bir de Pavarotti’nin olanaklarini düsünün…
Insanlarin ünlü sanatçilari izlemek için ödedigi ücretler eskiye oranla düsmüs olabilir ama teknoloji sayesinde ulasilan insan sayisindaki artis, söz konusu sanatçilara sinirsiz kazanç imkâni getirmistir. Tabi zirvede kalmayi basarabildikleri sürece.
Internetin yayginlasmasiyla müzik endüstrisinin ciddi bir darbe yedigi biliniyor. Ama burada ilginç bir paradoks var. Ünlü sarkicilar, bir yandan kendilerini zirveye çikaran teknoloji yüzünden gelir kaybina ugruyor ama bir yandan da o teknolojiyi kullanarak, hayranlari ile iletisim kuruyor ve zirvede kalmayi basarabiliyorlar. Sistemin temelinde Twitter var. Örnegin Lady Gaga ile ile Justin Bieber’in yirmi milyonun üzerinde takipçisi var. Tweet’ler onlara para kazandirmasa da bolca konser seyircisi kazandiriyor, seyirci de internet yüzünden ugranilan zarari telafi edecek parayi getiriyor.
 
ALFRED MARSHALL HAKLI ÇIKTI
Kendi alanlarinda süperstar olanlarin gelirleri sinirsiz biçimde arttikça, islerin ters gitmesi halinde kayiplari da büyük olabiliyor. Örnegin, büyük sigorta sirketi AIG, kurumu 4,3 milyar $ kayba ugrattigi gerekçesiyle kendi yöneticisi H. Greenberg aleyhine dava açmisti. Greenberg’in savunmasini, o güne kadar ismi pek duyulmamis D. Boies adli bir avukat yapti ve davayi kazandi, avukatlik ücreti olarak da 100 milyon $’i cebine indirdi. Kaybedebilecegi 4,3 miilyar $ düsünüldügünde Greenberg’in avukatina ödedigi ücret devede kulak sayilir ama bu sayede Boies elit avukatlar dünyasina girmis oldu. Mimarlik, güzel sanatlar gibi alanlarin öne çikan bireyleri de küresel plütokratlar sayesinde süperstarlar sinifina giriyor ve sansi olanlar da zamanla o plütokratlarin sinifina geçis yapabiliyor.
Bir dönem Google’in CEO’lugunu yapmis E. Schmidt, global plütokrasinin, lüks mallarin fiyatlarinin, bunlari üretip satanlarin servetleri üzerine etkisini söyle anlatiyor: “ Ben bir pilotum ve uçak endüstrisinin isleyisinden iyi anlarim. Bir ara özel jetlerin fiyatlari, olmasi gerekenden % 80 daha pahaliydi çünkü Rus oligarklar bir anda piyasaya üsüserek bu uçaklardan birer tane edinme yarisina girmisler, fiyatlar da çildirmisti. Moda mahallelerdeki gayri menkul fiyatlari için de ayni durum söz konusudur. Keyif için harcanabilecek para miktarindaki artisin ekonomiye etkisi böyle bir sey”.
Olup bitenler plütonomi ekonomisi. Küresel seçkinler sinifi, “digerleri” ile arayi açtikça, lüks hizmetlere olan talep, siradan hizmetlere olan talebe göre daha hizli artiyor. Küresel süper
 
elitlerin var oldugu dünyamizda, disçiler bile süperstar olabiliyor. Fas dogumlu Fransiz dis hekimi Bernard Touati, bir keresinde ünlü bir Rus oligarkini tedavi etmis ardindan da Allah kendisine yürü ya kulum demisti. Simdilerde düzenli olarak Abramovich’in özel jetiyle Moskova’ya uçuyor ve müsterisinin dis bakimini yapiyor. Touati’nin süper zenginlerden olusan müsteri listesine baktigimizda plütonominin biz fânileri bir kenara ayirarak kendine özgü, izole bir küresel sinif yarattigini görüyoruz. Rus oligarklar, süperstar Fransiz disçileri, Wall Street bankacilari ve Arap Seyleri süperstar iç mimarlari yaratiyor. Eger o lige girebilirseniz, kisitli sayidaki küresel seçkinin elinde birikmis olan servetten istifade edebilirsiniz. Is hayatina Sibirya veya Orta Bati Amerika’da baslamis olmaniz fark etmiyor. Eger süper seçkinler sinifina girmisseniz, ayni disçiye, ayni iç mimara gidiyorsunuz.  Plütonomi bu biçimde kendi içinden besleniyor ve ahbap çavus iliskilerinin hâkim oldugu küresel bir köye dönüsüyor. Böylece, A. Marshall’in bir asir önce dikkatini çeken olgu, günümüzde tam anlamiyla gerçeklesiyor; dünya ekonomisi büyüyüp özellikle süper elitler servetlerini katladikça, süper zenginlere hizmet sunan süperstarlar da süper ücretler talep edebiliyor.
  YETENEK VE SERMAYENIN ÇATISMASI
Bir is idaresi okulunun dekani tarafindan yapilan incelemeye göre, su aralar yeni bir egilim islerlik kazanmis durumda. Buna göre, alanlarinin süperstarlari, bagli olduklari kurum üzerinden, sadece müsterilerden kaynaklanan kazançlarini arttirmakla kalmiyorlar, bizatihi kendi isverenlerinden aldiklari ücret ve primleri de yükseltme olanagini yakaliyorlar. Bu olgu ise, yetenek, (ya da süperstarlar) ile sermaye arasindaki dengenin, yetenek lehine bozulmasi anlamina geliyor.
Sanayilesme devrimi döneminde isgücü ve sermaye arasindaki çatismaya benzer bir savas cereyan etmekte. Bahse konu incelemeye göre bu çatisma, bilgi temelli 21.YY kapitalizminin en önemli gerilim konularindan biri.
Geçtigimiz yüzyilda, patronlar sendikalara karsi tartismasiz bir zafer kazanmislardi. Bahse konu incelemenin müellifine göre, bilisim isçilerinin is hayatinda yarattiklari devrim sürecinde, patronlarin isi eskisi kadar kolay olmayacak. Daha önce deginildigi gibi, günümüzün en zengin Amerikalilarinin üçte ikisi, bordrolu olarak çalisan insanlar. Bu oran 100 yil önce beste bir idi. Ekonomik güç sanayi devriminden bu yana ilk kez çalisanlarin, daha dogrusu çalisanlarin arasindaki çok iyi egitimli ve zeki olanlarin eline geçiyor.
Eskiden, bir çalisanin buharli bir makinaya sahip olmasi ve is yerini degistirirken makinayi da yanina alip götürmesi hayal bile edilemezdi. Içinde bulundugumuz bilgi çaginda, çalisan kisi bilgisayarini koltugunun altina sikistirip daha iyi bir kazanç veya istikbal gördügü bir baska is yerine çekip gidebiliyor. Artik yatirimlar makinalara degil, bilgiye ve o bilgiye sahip olan bireye yapiliyor. Bilgi alaninin süperstarlari daha çok kazaniyor ve gücü eline geçiren sinif olarak öne çikiyor.
WALL STREET VE SÜPERSTARLAR
Özellikle sanayi devrimi sürecinde oyunun en kârlilari bankacilardi. Ama bunlar sermaye sahibi idiler, yanlarinda çalisanlarin görevi skoru tabelaya yazmaktan ibaretti. Bilgi çagi ilerledikçe, isin  rengi  degismeye basladi.  Finans  kesimi çalisanlari  bilgilerini       patronun sermayesini artirmaya dönük degil, sahsi çikarlari dogrultusunda kullanmayi ögrendiler. Böylece Forbes milyarderler listesindeki en baskin meslek grubu olarak yerlerini aldilar. Hedge fund ve benzeri türev ürünleri, finansal kapitalizmi istikrarsizlastiran temel unsur olarak görebilirsiniz ama süper elitlerin bunlar sayesinde ortaya çiktigi da bir gerçek.
Finans kesimi çalisanlari yillik kazanç açisindan kendilerini, hedge fund, girisim sermayesi  gibi islerle ugrasan patron/yöneticilere kiyasla çirak çikmis gibi görürler. Oysa 2011 yilinda yapilan bir arastirma, Goldman Sachs’in yillik gelirinin % 42’sini çalisanlarina ödedigini gösteriyor. Bu oran Morgan Stanley için % 51, Credit Suisse için % 44. Görülüyor ki, sermaye ile yetenek arasindaki çatisma, yetenek lehine gelisiyor. Wall Street belki kapitalizmin kalesi ama Yugoslav isçi kolektifleri gibi çalisiyor!
Bilim adamlari arasinda ise söyle bir isleyis göze çarpiyor. Buluslar, içeriklerinden ziyade kimin tarafindan bulunduguyla degerlendiriliyor. Esasen san, söhret sahibi olan bilim insanlarinin bulus ve eserleri, fazla ün sahibi olmayanlarin ayni derecede öneme haiz çalismalarina oranla daha fazla ilgi çekiyor, sahiplerine daha çok kazandiriyor. Süper seçkin bilim insanlari böyle ortaya çikiyor.
   SERMAYENIN KARSI SALDIRISIWalt Disney stüdyolarinin CEO’su 1991 yilinda emrindeki üst düzey yöneticilere bir not gönderdi. Notta, süperstarlarin yükselisinden duydugu endiseyi dile getiriyor ve yetenekten ziyade söhrete ödenen primlerin asiri artmasindan bahisle bu durumun maliyetler üzerine çok olumsuz etkiler yaptigina isaret ediyordu. Sanatçilar, yazarlar, senaristler ve benzerleri, ünlerini kullanarak aldiklari ücretin üzerine bir de hasilattan pay ister olmuslardi. Söhret ve yetenek sahipleri açisindan kazan/kazan durumu, sermayedar açisindan kaybet/kaybet sekline dönüsmekteydi. Iste, notun muhatabi olan yöneticilerin kafa kafaya verip çözüm gelistirme talimati aldiklari sorun buydu. Kiyida kösede kalmis, yetenekli ama bir “söhret ek ödentisi/ primi = Celebrity surcharge” talep edecek kadar ünlenmemis sanatçilarin arayisina girilmesine karar verildi. Bazi stüdyolar ise çareyi çizgi filmlere odaklanmakta buldular. Ne de olsa illüstratörler, seslendirme sanatçilari ve teknisyenler henüz o ek primi talep edecek durumda degillerdi. Reality show’lar ve yarisma programlari da siradan insanlara söhret vaat ederek ünlülere anormal paralar vermekten kaçinmanin bir yöntemi olarak ortaya çikti. Sermaye, finans olsun, hukuk olsun tüm sektörlerde bas gösteren sermaye / yetenek çatismasinda öne çikmaya baslayan “yetenek” faktörü karsisinda bir çikis yolu ariyordu. Arastirmalara göre, sirket yönetimleri giderek kurucu ortaklarin elinden çikarak, maasli yöneticilerin eline geçmeye baslamis vaziyette. Bu durum yöneticilere olagan üstü güç ve yetki veriyor. Endüstrinin prensleri denilen bu yönetici sinifi denetim altinda tutmak giderek zorlasiyor. Kamuya açik sirketlerin küçük tasarruf sahibi ortaklarinin sayica artmasi, yönetimin kurucu ortaklarin elinden çikip profesyonel yöneticilerin eline geçmesinde büyük rol oynuyor. Bu gelismeler sonucunda yöneticileri yönetmek, 21. YY kapitalizminin odagindaki sorunlardan biri haline gelmis durumda. Harvard Business Review yazarlarindan K. J. Murphy çok ses getiren, “Tepe Yöneticiler Aldiklari Her Kurusu Sonuna Kadar Hak Ediyor” baslikli makalesinde, yöneticileri kamucu kafaya sahip memurlar haline getirmektense, onlari, yerlerini aldiklari yürekli kurucu ortaklarinkine benzer bir düsünce tarzina dogru yöneltmenin daha yerinde olacagini savunuyor. Bunu yolunun da, kazanç ve kayiplarinin yönettikleri sirketin kâr veya zarariyla oranli bir hale getirmekten geçtigini belirtiyor. Kisaca, performansa endeksli bir ücretlendirme. Savas sonrasi yillarda sürekli gerileyen CEO maaslari, ise yaradigi belirlenen bu prensibin benimsenmesiyle hizla yükselmeye basladi. 90’lardan itibaren de resmen uçusa geçti. S & P6 sirketleri arasinda yapilan bir arastirmaya göre, 1992 yilinda 2,3 milyon $ olan yillik ortalama CEO maaslari, 2001 yilinda 7,2 milyon $’a firladi. Kamuya açik sirketler, 2001 – 2003 yillari arasindaki toplam net gelirlerinin % 10’undan fazlasini zirvedeki bes yöneticisine maas ve ikramiye olarak ödedi. O yillar, gelir piramidinin tepesindeki % 1’lik kesimin digerleriyle (% 99) arayi iyice açmaya basladigi yillardi. 1970’lerde CEO’lar, ortalama bir isçinin 30 kati para kazaniyorlardi, 2005 yilina gelindiginde 110 kat fazla kazanmaya basladilar. Toplumun genelinde gelir dagilimi giderek bozulurken, zirve yönetici ile bir kademe altindakinin arasindaki makas da açilmaya basladi. Bir CEO’nun süperstar olabilmesi ve onlar gibi kazanabilmesi için sirketin sadik adami olmasi gerekmiyor artik. Eskiden bir ise, o isyerinde emekli olana kadar çalismak amaciyla girilirdi. Bu düsünce günümüzde geçerliligini yitirdi. Aksine, süperstar CEO’nun tek bir isyerine ve sektöre takilip kalmasi artik makbul sayilmiyor. Önemli olan, örnek olabilecek liderlik ve yönetim yeteneklerine sahip olmasi. Global sirketler, bu yeteneklere sahip kisileri, dünyanin neresinde olurlarsa olsunlar, hangi ülkenin vatandasi olurlarsa olsunlar istihdam edebilmek için birbirleriyle yaris halindeler. 10 milyar $ yillik geliri olan bir sirketin gelirini % 1 artiran  bir CEO, sirketine 100 milyon $ kazandirmis oluyor bu da dogal olarak kendisine ödenen ücrete yansiyor. 1980 ile 2005 yillari arasinda büyük sirketlerin piyasa degerleri altiya katlanirken ayni dönemde Amerikali CEO’larin maaslarinin da altiya katlanmasi tesadüf degil elbette. Ne var ki, süperstar tipi CEO’luk modeli ile ilgili söyle bir ciddi sorun var: Süper sporcularin ücretini takimin sahibi, süper sefin maasini restoranin sahibi ödüyor ama CEO’larin maasini yönettikleri sirket ödüyor, miktarini da o sirketin Yönetim Kurulu belirliyor. Özellikle ABD’de Yönetim Kurulu Baskanlari genellikle ayni zamanda CEO’lugu da üstlenmis oluyorlar. Sorun burada; kim kendi maasini kendi tayin etmek istemez ki? CEO’larin basarilarinin hangi  ölçüde kendi yeteneklerine, hangi ölçüde piyasa sartlarina bagli oldugu da sorunlu bir alan. Örnegin, petrol fiyatlarinin yüzde % 1 arttigi bir piyasada petrol sirketlerinin CEO’larinin maas ve primlerinin % 2,5 arttigi tespit edilmis. Buna karsin, petrol fiyatlari düstügünde, CEO maaslarinda herhangi bir azalma görülmüyor. Sansin iyisi CEO’lari ödüllendiriyor ama kötüsü nedense cezalandirmiyor! CEO’larin performansa dayali olarak ücretlendirilmesi iyi bir  sistem olabilir ama bunun güçlü bir Yönetim Kurulu tarafindan denetlenmesi sart.
CEO ücretlerinin gelir dagilimi adaletini önemli ölçüde bozdugu bir gerçek. Buna ragmen toplum süper CEO’lari seviyor ve bagrina basiyor. Bu sevginin nedeni belki de insanlarin demokratik ortamlarda, uygun firsatlarin çikmasi halinde bir gün kendilerinin de o pozisyona gelebileceklerine dair tasidiklari umuttur. Ne var ki, kazananin her seyi götürdügü ekonomik sistemlerde, tepede pek az kisiye yer var… ________________________________________________
6 S & P Sirketleri: Standard & Poors tarafindan belirlenen ve piyasa degerleri itibariyle Amerikan borsasinin % 75’ini temsil eden 500 büyük sirket.IV  DEVRIMLERE DOGRU  TEPKI VEREBILMEK
9 Agustos 2007 tarihinde BNP Paribas, yönettigi üç yatirim fonundan para çekim islemlerini dondurunca, bunun bankalar arasi borçlanmayi durduracagindan endise eden dünyanin önde gelen Merkez Bankalari ve AB Merkez Bankasi, küresel para piyasalarina milyarlarla nakit pompalamaya basladi. Bu iki olayin bir araya gelmesi, Büyük Bunalimdan bu yana yasanan en derin küresel kredi krizinin baslangiç vurusu olarak kabul edilir.
Geriye dönüp bakildiginda, neyin dogru, neyin yanlis yapildigini söylemek  kolaydir  ama süreç yasanirken balonun ne zaman patlayacagini tahmin etmek o kadar kolay degildir. Örnegin, BNP olayindan sekiz gün sonra, tertiplenen ve Wall Street’in en önemli yirmi yatirimcisinin bir araya geldigi toplantida, sadece iki yatirimci durgunluga girilecegini öngörmüs, digerleri olayin bir piyasa düzeltmesi oldugunu savunarak durgunluk öngörüsüne katilmamislardi. O iki kötümserden biri Soros’du.
Soros dünyanin en basarili ve etkili yatirimcilarinin basinda gelir. 1969 yilinda kurdugu Quantum Fonu, 2000 yilina kadar yatirimcisina yillik ortalama % 31 kazanç saglamistir (1969 yilinda bu fona yatirilan 10 bin $, 2000 yilinda 43 milyon $’lik bir degere ulasmisti). Soros arkadaslarinin iyimserligini, kendi görüslerinin hakliligina bir kanit olarak görüyordu. Bahsedilen toplantiyla yaklasik ayni tarihlerde Wall Street Journal, önde gelen 52 Amerikan ekonomi uzmaninin 2008 yilina yönelik beklentilerini derledi. Bunlarin arasindan sadece bir tanesi, GSMH ’da bir düsüs olacagini öngördü. Tahminler sadece finans alaninda yaniltici olmuyor, siyasi ve sosyal hayattaki paradigma degisimleri de kolayca öngörülemiyor. Örnegin onca belirtiye ragmen CIA, Sovyetler Birliginin çökmekte oldugunu tespit edememisti. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden yaklasik bir yil önce IMF yayinladigi bir raporda, ülkedeki ekonomik reformlari ve bunun yarattigi istikrari öve öve bitirememisti.
Londra Üniversitesi profesörlerinden D. Sull, sirketlerin devrimsel nitelikteki degisimlere tepkisini, eski tutumlarinin aynisini biraz daha enerjik biçimde devam ettirerek verdigini söylüyor ve bu duruma “Active Inertia = Aktif Atalet / Uyusukluk” ismini veriyor. Sull’un, tekeri çamura saplanmis otomobil örnegiyle izah ettigi sekliyle, eger sürücü Aktif Atalet içindeyse, aracini çamurdan çikarmak için ugrasmak yerine oturdugu yerden daha fazla gaza basarak aracini iyice çamura gömer. Sirketler, piyasalardaki konumlarini tehdit eden yeni teknolojiler veya rakiplerle karsilastiklarinda, alisilageldik yöntemlerle sorunu asmaya çalisirlarsa kendi idam fermanlarini imzalamis olurlar.
Dünya genelinde 1980 sonlari ve 1990’lar, özellestirmelerin yapildigi, devlet denetimlerinin azaltildigi ve gümrük duvarlarinin indirildigi yillardir. Süper seçkin bireyler bu tür degisimlerin yasandigi ortamlara ayak uyduranlar arasindan çikiyor (Soros gibi), büyük servetler de böyle zamanlarda ediniliyor. Büyük degisimlerle teknolojik devrimin bir arada yasanmasi ise ekonomik, sosyal ve siyasal volatiliteyi beraberinde getiriyor. Asirlarin borsa uygulamalarinin terk edilip islemlerin bilgisayarlar vasitasiyla yapilmasi iyi hos da, hatali bir yazilim, sirketlerin piyasa degerlerini bir anda yerle bir edebiliyor. 6 Mayis 2010 çöküsünü hatirlayiniz. Teknoloji devriminin bir yan ürünü olan Twitter ve Facebook üzerinden siyasi devrimler bile organize edilebiliyor.
“Degismeyen tek sey degisimin kendisidir” söyleminde oldugu gibi devrim artik yeni kültürel statüko. Devrimin getirdigi dönüsümlere en iyi tepkiyi verenlerin, orta ögrenimlerini mahalli devlet okullarinda tamamlayip yüksek egitimlerini Harvard benzeri saygin kurumlarda alanlarin arasindan çiktigi sikça duyulan bir gözlemdir. Durumun nedeni söyle izah ediliyor: Mütevazi ortamlardan gelip bu tür üniversitelere yerlesme becerisini gösterebilenler esasen zeki ve hedefe odakli kimselerdir. Farkli bir dünyadan terfi ederek buralara geldikleri için de geçerli paradigmalarin zayifliklarina disardan bakabiliyor, o sisteme ait olmadiklarindan dolayi da disina düsmekten fazla korkmuyorlar. Bu tiplere örnek olarak Mark Zuckerberg (Facebook) dâhil birçok ünlü sayilabilir.
Bazilari, devrimlerle bas edebilme yetisinin genetik olarak tevarüs eden biyolojik bir haslet oldugu iddiasinda. Eger toplum olarak devrimlere uygun tepki verilecekse, mültecilere kapilari açik tutmali diyorlar, bunlarin bir beyin kimyasali olan dopamin seviyelerinin çok yüksek oldugunu savunuyorlar. Dopamin’in ise, merak, macera ve girisimcilik gibi yabanci ortamlara uyumu kolaylastiran, nese ve cosku veren bir salgi oldugu biliniyor. ABD, Kanada ve Ingiltere gibi çok göç alan ülke halklarinin yüksek dopamin seviyesine sahip bireylerden olustugu da kabul edilen bir baska bilimsel gerçek. Devrimlere tepki verme biçimi eger gerektigi gibiyse, bu durum süper elitlerin dogmasina zemin hazirliyor. Süper elitlerin oldugu yerlerde ise, onlar ile “digerleri” arasindaki gelir makasi açiliyor, orta sinif zayifliyor.
En büyük vurgunlar, ülkelerin merkezi plânlama sisteminden, piyasa ekonomisi sistemine geçisi sürecinde yapiliyor. Tipki Rusya’da oldugu gibi. Bu ülkedeki 20 yillik kapitalizm süreci, 100 civarinda mülti milyarder yaratti (dünya genelinin % 8’i). Bu zümrenin sahsi varliklari, ülkenin toplam ekonomik üretiminin kabaca % 20’sini satin alacak güçte.
Rusya örnegi, plütokrasi kavramina olumsuz bir algi yüklemekte. Kremlin tipi kapitalizm, milyarderler yaratmakta basarili oldu ama alti yilda ülke ekonomisi % 40 küçüldü, ortalama erkek yasam süresi, ‘90’lardaki Sahra Alti Afrika’nin seviyelerine geriledi. Ama o yillar, Kremlin içindekilerle is tutabilmeyi becerenler için en büyük özellestirme volilerinin vuruldugu yillardi (ülkenin en zengin insanlarindan biri muhtemelen Vladimir Putin’dir).
Rusya’nin plütokratlarin da ABD’dekiler gibi, orta tabaka mensuplari olarak ilk egitimlerini kamu okullarinda, yüksek egitimlerini prestijli üniversitelerde yapmis olanlarin arasindan çikiyor. Bu sinifa girebilmek için dogru zamanda dogru yerde ve dogru kisilerle irtibatta olmak kadar, sans da büyük rol oynuyor. Örnek vermek gerekirse; Kakha Bendukidze, Gürcistan dogumlu bir biyologdur. Bilimsel yetenekleri ve irtibatlari sayesinde multi milyarder olmustur ama hiçbir zaman bir oligark haline gelememistir. Neden? Bendukidze anlatiyor: “1992 yilinda Wall Street filmini seyrettim ve hiçbir sey anlamadim. Eger siradan bir Amerikan sinema seyircisi kadar finans islerinden anlamiyorsam, kendi bankami kurmaya kalkismam çilginlik olur diye düsündüm”. Ne var ki, devlet bankalarinin faizlerinin düsük, enflasyonun çok yüksek oldugu bir ortam, komünist sistemin çöküsünden sonra en büyük finans vurgunlarinin vuruldugu dönemdi. Ucuz devlet kredileri sayesinde edinilen  servetler, müstakbel oligarklar için sermayelerini katlama firsati oldu. Bu birikim ise onlara, 1995 yilinda uygulamaya konulacak “borç karsiligi hisse” düzenlemelerine katilma olanagi verecekti. Ellerinde büyük nakit bulunan is adamlari, devlete ait dogal kaynaklari isleten kamu sirketlerinin hisselerini, devlete verdikleri “borç“ karsiliginda çok uygun fiyatlarla aldilar. Hesapça, borç geri ödendiginde hisseler de devlete iade edilecekti. Hükümetin bu borca, 1996 yilinda girecegi seçim harcamalarini karsilamak için ihtiyaci vardi. Sonunda ne borçlar geri ödendi, ne de hisseler iade edildi. Muazzam dogal kaynaklarin idaresi böylece üç bes kisinin eline geçmis oldu. Bendukidze’ye dönecek olursak; müdebbir Gürcü, “Wall Street” filmi yüzünden bu müthis firsati kaçirdigiyla kaldi.
Benzeri firsatlar, ekonomilerinde liberal açilimlar gerçeklestiren tüm ülkelerde ortaya çikti. Bunlardan birini degerlendiren Hintli bir is adami, dogru zamanda dogru ülkede bulunmanin kendi basarisindaki rolünü söyle anlatiyor: “Hindistan % 8’lik bir hizla büyüyor ama bu ortalama hiz; bazi sektörler % 20 büyüyor. Eger degisime, devrimlere dogru tepkiler verme yeteneginiz varsa, % 20’lik sektörlerde yer alir, bir gecede milyarder olursunuz”. Hizli büyüyen ekonomilerin cazibesi iste burada yatiyor. Eger belirsizlikler sizi korkutmuyor, evinizden uzak bir yerde yasamaktan rahatsiz olmuyorsaniz, gelismis ekonomileri olan ülkelerde pazar payinizi % 1 arttirmanin pesinde ömür tüketeceginize, uçlarda yasayan ülkelere gider büyük para yaparsiniz.
ABD’de teknoloji devrimin yasandigi süreç, radikal paradigma degisimlerini de beraberinde getirdi. Ortam, yetenegi, sansi ve bunlardan yararlanma cesareti olanlara büyük servetler kazandiriyor. AT&T’nin CEO’su, bu degisimlerin, elektrigin ve içten yanmali motorlarin kesfinden bu yana yasanan en büyük ekonomik farklilasmalara yol açtigini söylüyor. Klâsik  ve kablolu yayinciligin web temelli video yayinciliga evirilme sürecini, bu farklilasmalara bir örnek olarak gösterebiliriz (Bkz; You Tube). Web’in, kitap ve müzik islerinde yarattigi degisime bakinca isin çapi anlasilabiliyor.Eger doktoranizi matematik veya istatistik alanlarindan birinde yapmissaniz, geleceginizi “büyük veri” dünyasinda aramaya niyetlisiniz demektir. Dijital verilerin toplanip islendigi uçsuz bucaksiz bir ortamin (yaklasik 600 $’a alabileceginiz bir disk sürücüsüne, bugüne kadar dünyada kaydedilmis tüm müzik parçalarini yükleyebiliyorsunuz) oyuncusu olmak, biyoloji  ve yükselen ekonomiler konularinda uzmanlasmak, gelecek plânlari yapan gençlere hararetle tavsiye ediliyor. McKinsey’in bir arastirmasina göre, 2018 yilina gelindiginde  sadece ABD’de derin veri analizi yapabilecek 140 bin ila 190 bin uzman açigi olacak, süphesiz ki bunlarin arasindan da yeni milyarderler çikacak. Dünya, büyük baligin küçük baligi yuttugu bir ortam olmaktan çikip, hizlinin yavasi yuttugu bir ortam haline geliyor. Büyük degisimlerin yasandigi dönemlerde bilinmesi gereken tek kural, Tek Kural’in olmadigidir. Yeteri kadar kazandiginizi düsünüp masadan kalktiginiz an, bir süper elit  olmanin firsatini kaçirdiginiz an olabilir. Özellestirmeler sirasinda bazi Rus zenginleri bu hatayi yapip zengin olarak kaldilar, bazilari oligark oldu. Bu günlerin Rusya’sinda herkesin diline doladigi moda kavram “modernizasyon” . Rus liderler yarattiklari kapitalizm türünün 21. YY degil, 20. YY  kapitalizmi  oldugundan endiseliler. Bir Bengalore veya Silikon Vadisine sahip olamadiklarina üzülüyor, geriye düstüklerine inaniyorlar.  Bu da harekete geçmelerine sebep olmus. Ilk küçük servetini, 1988 yilinda Gorbachev’in baslattigi liberallesme döneminde, kendi bilgisayar yazilimlarini satarak kazanan Viktor Vekselberg simdilerde Kremlin tarafindan Rus Silikon Vadisini kurmakla görevlendirilmis. Vekselberg’in en büyük endisesi petrol fiyatlarinin 100 $’i geçmesi. Yüksek petrol fiyatlarinin inovasyon sektörünü baltaladigina inaniyor, böyle durumlarda tüm mühendislerin bankalara ya da Gazprom’a kaçmalarindan sikâyetçi. Teknoloji devriminin sirketleri daha verimli hale getirdigi, bunlarin ortaklari ile tepe yöneticilerini zenginlestirdigi tartisilmaz ama isten çikarmalara da yol açtigi bir gerçek. Yapilan arastirmalar, isten çikarilan bir isçinin, baska bir yerde is bulacak kadar sansli olmasi halinde, eski isine oranla ortalama % 30 daha az maasla çalismaya razi oldugunu gösteriyor. Faruk Kathwari, cebinde 37 $ ile Kesmir’den kalkip New York’a gelmis, dedesinin anavatandan gönderdigi ufak tefek objeleri satarak ticarete baslamis. Zamanla Amerika’da mobilya üreten 20 fabrikanin sahibi olmus. Rekabet sartlari nedeniyle, rakipleri üretimlerini ülke disina tasirken, o zenginlestigi ülkeye karsi duydugu vefa hisleriyle bunu yapmamak için uzun süre direnmis. Maliyet baskisi dayanilmaz bir hâl alinca teknolojinin nimetlerinden yararlanmaya karar vermis. Otomasyona geçerek verimliligi arttirmis ama bunun sonucunda 20 fabrikada yaptigi isi 7 fabrikayla yapar duruma gelmis ve bir sürü isçisine yol vermek zorunda kalmis. O da paradigma degisimlerine dogru tepki verenlerden ne var ki endiseli; “Uzun vadede basarili olmamiz, ülkenin tümünde islerin yolunda gitmesine bagli. Issizligin artmasiyla, gelir adaletinin bozulmasiyla nasil olacak bu?” diye soruyor.
RANT PESINDE
Hindistan kökenli ünlü bir profesör ve ayni zamanda IMF’nin eski bas ekonomi analisti R. Rajan, Hindistan’daki milyarder sayisinin GSMH’ye orani bakimindan dünya ikincisi oldugunu söylüyor. Ülkesinin adaletsiz bir oligarsi haline gelme riski tasidigini belirtiyor. (1. Rusya; 87 milyarder – 1,3 Trilyon $ GSMH, 2. Hindistan; 55 milyarder – 1,1 Trilyon $ GSMH) Yasal zenginlige karsi olmadigini ama Hindistan’da birçok kisinin hükümete yakin olmanin avantajiyla zenginlestigini, durumun bu açidan endise verici oldugunu ifade ediyor.
Yükselen ekonomilerin çogunda benzeri bir durum var. Servetlerin çok büyük bir bölümü, devletin elinde bulunan olanaklar (toprak, dogal kaynaklar, resmi ihaleler) sayesinde elde ediliyor. Süper seçkin tabakanin mensuplari, ekonomiye bir deger katarak mevcut gelir pastasini büyütmek yerine, siyasi nüfuzlarini kullanarak o pastadan paylarina düsen dilimi büyütmenin pesinde. Iktisatçilarin “rant ekonomisi” diye adlandirdiklari bu durum, süper zenginler ile “digerleri” arasindaki makasin açilmasini körüklüyor ve günümüzün en sicak siyasi sorunlarindan birini teskil ediyor.
Ekonomiye deger katarak ürettikleri ürünler büyük halk kitleleri tarafindan hayranlikla tüketilen Bill Gates ve Steve Jobs’un milyarlari istiflemesi ile vergi mükelleflerinin ödedigi trilyonlarla kurtarilan bankalarin yöneticilerine ödenen tazminatlarla o yöneticilerin istifledigi milyarlar farkli seyler.
 
Rant ekonomisi neticede, devlet kontrolündeki ekonomi mekanizmasinin gelir dagilimi konusundaki kurgusuyla ilgili bir seydir. Rantçiligin önünü almak maksadiyla devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü azaltmaya dönük liberal kararlarin, amaçlananin aksine rant ekonomisini sahlandirmasi da ilginç bir paradoks. Özellestirmeler yoluyla olsun, yeni yasalarin nüfuzlu kesimlere yarayacak sekilde düzenlenmesi yoluyla olsun muazzam kaynaklar el degistirmekte. Devlet mekanizmasina hâkim olanlar kolaylikla bas döndürücü bir servet edinebiliyor. Örnegin, Nikaragua’nin otoriter egilimli Somoza ailesi ile Haydarabat Nizami Mir Osman Ali Han ailesinin, 20. YY’in en zengin aileleri olarak liste basi olmalari bosuna degil.
YÜZYILIN SATISI
2005 yilinin Ekim ayinda Ukrayna, ülkenin en büyük demir/çelik fabrikasini özellestirme yoluyla satma karari aldi. Hint kökenli Mittal ailesi ile Ukraynali oligarklarla isbirligi halindeki Lüksemburg merkezli  Arcelor’un çekismesine  sahne  olan ihalenin  kazanani  Mittal oldu. 2 milyar $ olan muhammen bedele karsilik satisin 4,8 milyar $ olarak gerçeklesmesi ilginçti ama daha ilginç olani suydu; Ukrayna’nin ismi cismi duyulmamis bir kentinde, Stalin döneminden kalma bu hurda tesis, 1991 yilinda Sovyetlerin çökmesiyle ortaya çikan yeni devletler tarafindan yapilan özellestirmeler arasinda en yüksek bedeli getiren kamu kurumu olmustu. Yüz milyarlarca varil petrol rezervini kontrol eden sirketler, dünya nikel   rezervinin % 25’ini elinde bulunduran kurum, elmas madenleri, devasa alüminyum tesisleri bile bu fiyata ulasamamisti. Bu örnek, posasi çikmis bir demir/çelik fabrikasina ödenen ücretin yüksekligini degil, sözü edilen diger kamu mallarinin ne denli düsük bedelle satildigini, adeta hediye edildigini gösteriyor. Bahsedilen bu özellestirmeler, kamu malinin özel ellere geçisi anlaminda insanlik tarihinde görülen en büyük kaynak transferi olarak kabul ediliyor.
21. YY’in milyarderlerinin olusmasindaki en güçlü dinamik, eski Sovyetler Birligindeki yüz  yilin satislari olmustur. Ne teknoloji devrimi, ne de Wall Street oyunlari bu sayida milyarder yaratabilmistir (Forbes 2012 milyarderler listesine göre Rus özellestirme oligarklari birinci sirada, ikinci sirayi teknoloji sektörü, üçüncü sirayi finans sektörü zenginleri aliyor). Su kadari tartismasizdir ki, devlet kontrolünün azaltilmasindan yola çikilarak yapilan özellestirmeler, ister merkezî, ister karma ekonomilerde, hatta ister Bati ekonomilerinde (basta Ingiltere) yapilsin, küresel süper seçkin zümreye birçok yeni üye kazandirmistir.
DÜNYA TARIHININ EN ZENGIN ADAMI KIMDI?
Bu kadar zengin insandan bahsedince, aralarindaki en zengini hangisi sorusu akla geliyor. Genel kabul gören bir ölçütün bulunmamasi nedeniyle muhtelif çaglarda yasamis kisilerin zenginlik açisindan mukayese edilmeleri zordur. Adam Smith, bireylerin zenginligini, emrinde çalistirdigi insan sayisiyla ölçerdi. Günümüzde bu ölçüt, fakir ülkelerin zenginlerini mukayeseli olarak, daha varlikli ülkelerin zenginlerine oranla oldugundan daha zengin gösterebilir. Romali Marcus Crassus’un servetinin yillik getirisi, 32 bin Romalinin yillik ortalama gelirinin toplamina esitti yani neredeyse Roma Imparatorlugunun hazinesi büyüklügünde bir servetten bahsediyoruz. Soyguncu Baronlar döneminde Andrew Carnegie’nin 1901 yilindaki geliri, 48 bin ortalama Amerikalinin yillik gelirine, J. D. Rockefeller’in 1937 yilindaki geliri ise ayni yildaki 116 bin ortalama Amerikalinin gelirine esitti. Ancak 2012 Forbes listesinin basindaki Meksikali Carlos Slim bunlarin hepsine fark atti. Slim’in 69 milyar $ olarak hesaplanan servetinin o yildaki getirisi, tam 400 bin Meksikalinin kazancina denk geliyordu. Arastirmacilar ikinci siraya Rus oligark Mikhail Khodorovski’yi koyuyor. Adi geçenin tutuklandigi 2004 yilindan bir önceki yildaki servetinin  o yildaki getirisini, ayni yilda 250 bin ortalama Rus bir yil çalisarak eldeedebiliyordu.
Slim milyonerlikten milyarderlige terfi edisini, siki fiki iliskiler içinde oldugu siyasiler sayesinde kazandigi Meksika telekomünikasyon özellestirmesine borçludur. Sektördeki tekel olma konumunu, alti yil boyunca sürdürme ayricaligi da isin kaymagi olmustu. Sabit  hatlarin % 80’nini, GSM hatlarinin % 70’ini kontrol eden Slim Telekom Imparatorlugu, inovasyon konusunda neredeyse hiç yatirim yapmadi. Buna karsin Meksika’nin ticari telekom aboneleri OECD ülkeleri arasinda en yüksek konusma ücretini ödemekteydi. Bireysel abonelik tarifeleri ise OECD ülkeleri arasinda ikinci en yüksek olaniydi. Bunun bir sonucu olarak 2007 yilinda Meksika halkinin sadece yarisi sabit hatta % 60’i GSM hattina sahipti. Gerçi bu oranlar özellestirme öncesine göre ciddi ilerlemelere isaret ediyor ama Meksika ile kabaca ayni kisi basi milli gelire sahip Türkiye’nin performansina kiyasla oldukça düsük kaliyor.
Kirli iliskiler en çok, liberallesme adimlari atan gelismekte olan ülkelerin devlet  gücünü elinde tutan kesimiyle, o ülkelerin parali insanlari arasinda görülüyor. Nerede büyüme varsa, orada Gini katsayisi (gelir adaletsizligi endeksi) yükseliyor. Gelir piramidinin zirvesindeki % 1’in en büyük avantaji, gücü elinde tutanlara erisim kolayligi. Bu sayede yasalar da % 1’in menfaatlerini uygun olarak çikiyor.
 
KIZIL OLIGARKLAR
Çin ekonomik politikalarinin yönü, her yil Mart ayinda tertiplenen ve lianghui denilen ikili forumlarda belirlenir. Bunlardan biri 3 bin üyeli Ulusal Halk Kongresi (UHK)  (temsili özelliginin yüksek görünmesi için kalabaliktir ama gerçek güç 25 üyeden olusan Politbüro’nun elindedir) digeri ise, Çin Halk Siyasi Danisma Konferansi’dir. Çin’de kimin ne oldugunu anlamak için bu forumlarin delege listelerini incelemek yeterlidir.
Hurun Raporuna7 göre, UHK’nin en zengin yetmis üyesi 2011 yilinda, ABD hükümetinin en tepe üç organinin (Baskan ve kabinesi, Kongrenin her iki kanadi ve Yüksek Mahkeme hâkimleri) tüm üyelerinin net varliklarinin toplamindan daha fazla gelir elde etti. Amerikali milyarder politikacilar, Amerikan kamuoyunu rahatsiz ediyor ama onlarin serveti, Çinli meslektaslarinin serveti yaninda komik kaliyor.
Çin’de piyasa reformlarinin uygulamaya kondugu 1980’li yillarin sonundan bu yana 1,3 milyarlik bir insan toplulugunun içinden 300 milyonu yoksulluktan kurtuldu ama Pekin, rant ekonomisinin dünya baskenti haline geldi. Çin’deki piyasa reformlari, eski Sovyet ülkelerindeki gibi, yangindan mal kaçirircasina gerçeklestirilen özellestirmeler yoluyla yapilmadi. Daha yavas, daha farkli yöntemlerle ve daha gizli kapakli biçimde hayata geçirildi. Adlarinin çikmasindan çekinen Çinli milyarderler (95 kisiyle dünya üçüncüsü bir grup) gösterisi seven Ruslar ve Latin Amerikalilar gibi pek orta yerde gözükmezler ama sanat eserleri ve lüks tüketim ürünleri piyasalarinin itici gücü bunlardir. Ne de olsa komünist bir ülkede yasadiklari için alçaktan uçarlar. Çin, radarlara yakalanmayacak kadar alçaktan uçmasini bilen rant avcilari için tam bir cennettir. Ülkenin dogal kaynaklari Rusya kadar zengin olmadigi için Çinli rantçilarin hedefi, bu kaynaklara bagli özellestirmeler degildi. Onlar servetlerini, devlet kontrolündeki iki önemli ekonomik olanaga ayricalikli erisim kolayliklari (Kongre delegesi olmak gibi) sayesinde yaptilar. Bu olanaklardan biri arazi, digeri sermaye idi (ülkedeki kredilerin % 90’indan fazlasi hâlâ devlet bankalari tarafindan tahsis edilmektedir).__________________________________________ Hurun Report: Eski bir Arthur Andersen çalisani olan Lüksemburglu bir yayincinin aylik olarak hazirladigi Çinli zenginlerle ilgili en güvenilir kaynak.
C. Walter ve F. Howie’nin Çin ekonomisi hakkindaki “Kizil Kapitalizm” adli ödüllü eserinde belirtildigi gibi; “Çarklarin dönüsünü saglayan, piyasa ekonomisinin arz ve talep kanunlari degildir. Bu isi, siyasi eliti olusturan ve devrimi gerçeklestiren ailelerin (Mao ve yakin çevresinin uzantilari) olusturdugu zümrenin çikarlarini gözeten ve çok hassas dengeler üzerine kurulu bir sosyal mekanizma gerçeklestirir. Bu özelligi ile Çin, bir 'Aile Isletmesi' vasfindadir. Elit ailelerin gücünü dengeleyecek yasal ve etik kurullarin bulunmadigi Çin’de devletin sahip oldugu ekonomik güç, yüksek duvarlarla korunur, sistemin motoru hirs, konusulan dil, paranin dilidir”.
Siyaset Çin’de zengin bireyler yaratmakta etkin oldugu kadar, oligarklari tasfiye etmekte de etkindir. Ülke zenginleri için ters yönden esen rüzgârlarin sonuçlari fazlasiyla trajik olabilmektedir. Müstakbel hapishane sakinlerinin kimler olacagini tahmin etmek için, bugünün zenginler listesi iyi bir göstergedir.
Hapisteki is adamlarinin haksiz biçimde içeriye tikildiklari iddia edilmiyor, rant ekonomisinin hüküm sürdügü bir ortamda süphesiz ki yolsuzluklar da olacaktir. Ancak, Çinin yasal kültürü, “maymunlari korkutmak için tavuklari öldürmek” esasi üzerine kuruludur. Içerdeki Bay Zhou’lar8 , Bay Guangyu’lar bariz birer tavuktular.
WALL STREET VE LONDRA/CITY’DE RANTÇILIK
2008 mali krizinin baslamasindan kisa süre önce McKinsey tarafindan hazirlanan bir rapor, Londra, Hong Kong veya Dubai’nin yakin bir gelecekte, finans merkezi olan New York’un önemini gölgeleme tehlikesine dikkat çekiyordu. New York Senatörü C. Schumer ve New York Belediye Baskani M. Bloomberg, böyle bir felaketin önlenmesi için yapilacak ilk isin, Wall Street üzerine uygulanan kati denetim kurallarinin esnetilmesi oldugunu söylediler. Onlara göre Londra para piyasalarinin kurallari is dünyasi ile çok daha barisikti ve çözüm odakli çalisiyordu. Rapora göre ise, Amerika’nin kati finansal kurallari, gelismesine fazlasiyla önem verilen türev ürünler piyasasinin yurt disina kaçmasina neden oluyordu. Üstelik piyasa düzenleyici otoriteler, ABD bankalari için sermaye yeterliligi rasyosunu daha da yükseltmenin pesinde idiler. Bu durum, ABD bankaciliginin küresel piyasalardaki rekabet gücünü fena halde örseleyecekti
Geriye dönüp bakildiginda, kurallarin gevsekligi yüzünden patlayan krizden bu kadar kisa bir süre önce, böylesi bir raporun yayinlanmasi gerçekten absürt gözükmekte. Daha da sasirtici olani, birçok partiler üstü ve uluslararasi çevrenin bu görüslere destek vermesi olmustu. Ingiliz bankacilari, bu görüslerin yogunlasmasi üzerine, Amerikalilarin kendi kati kurallarini Londra’ya dayatmalarindan endise etmeye basladilar. __________________________________________
8 Zhou gayri mankul isinde, Guangyu perakendecilik alaninda büyük servet yapmis kisilerdir.
 
Öngörüden bu denli yoksun bir raporun ortaya çikmasinda McKinsey’in uyguladigi metodoloji çok etkin olmustu. Rapordaki sonuçlara, bankacilik sektörüyle yapilan  görüsmeler sonucu ulasilmisti. Bu yöntem, bir çocuga günlük dondurma kotasini yeterli bulup bulmadigini sormakla es anlamliydi. Sürü psikolojisi içinde kendi çikarlarini düsünerek, kurallarin gevsetilmesi gerektigini söyleyenler, ABD ile birlikte birçok ülkede mevzuatin yeniden sekillendirilmesine yol açarak kendi ayaklarina kursun sikmis oldular. Bir istisna Kanada idi. Onlar, sermaye yeterliligi ve benzeri kurallarini gevsetmediler. Neticede banka kurtarmak zorunda kalmadiklari gibi, krizi, ABD’ye göre çok daha hafif siyriklarla atlatmayi basardilar. Kanadali kanun koyucular “Bizim isimiz büyümenize yardimci olmak degil, size ne yapmaniz gerektigini söylemek,” demesini bilmislerdi.
Londra ile New York arasindaki mevzuat çekismeleri ve plütokratlarin piyasa düzenleyicisi otoriteleri yanlis yönlendirmeleri, 2008 mali krizinin önemli nedenlerindendir ama ayni zamanda bir baska öykünün de ana unsurlarini teskil ederler: Süper seçkinlerin yükselisi! Gelir piramidini zirvesindeki % 1’in, özellikle de % 0,1’in yükselis öyküsü, finans sektörünün öneminin artisina paralel bir seyir izler. Daha gevsek mevzuat, daha karmasik islemler, daha fazla risk, basta ABD olmak üzere diger gelismis ekonomilerde mali sektörü öne çikarmis ve finansçilarin gelirlerini de neredeyse diger tüm sektörlerin çalisanlarinin çok üzerinde bir seviyeye tasimistir. Bu ayni zamanda rant avciligi öyküsünün de bir parçasidir.
Ünlü ABD Merkez Bankasi Baskanlarindan Paul Volcker, Harvard’daki ögrenciligi sirasinda ana hedeflerinin, yüksek sayginligi nedeniyle akademik alanda kariyer yapmak oldugunu, bu olmazsa kamu hizmetlerine yönelmeyi amaçladiklarini söyler. O günlerde finans sektörü, ancak en zayif olanlarin seçtigi bir alandir. Bu görüsler, çok derin kültürel bir degisime isaret ediyor. Bugünün Harvard adaylari açik ara finans alaninda egitim almayi tercih ediyor. Zaten süper seçkinler arasinda da finansçilar çogunlukta.
Bu insanlarin gelirleri diger sektör mensuplarininkilere kiyasla o denli yüksek ki, geride kalan 40 yil içinde, gelir seviyesi tepe % 10’un içinde olanlarla digerleri arasindaki farkin açilmasina % 26 oraninda katki yapmis. Finans sektörü iyi egitimli Amerikalilari miknatis gibi çekiyor. Bu bireyler, ayni seviyede egitim almis ancak farkli sektörlerde çalisan arkadaslarindan % 40 daha fazla kazaniyor. Iste bu farka, “maasin finans primi” deniyor. Bu ortamin  yaratilmasinda tek ve en önemli etken de deregülasyon, yani yasal düzenlemelerin gevsetilmesi ya dakaldirilmasi.
Deregülasyonun ana amaci devletin ekonomiye müdahalesini en aza indirmek ve piyasa güçlerine yol açmak olsa da uygulamanin sonuçlarindan biri, devletin, kazananlar ile kaybedenlerin kimler olacagina karar verme yetkisini kendinde toplamasi olmustur. Devlet de bu yetkisini finans mühendisleri lehine kullanmistir. Bir arastirmaci, dünya rant avciligi sampiyonlugunu en çok hangi ülkenin is adamlari hak ediyor sorusunu, “Finans sektöründeki Amerikalilar” diye cevaplamistir. Ayni arastirmaci isin bu hale nasil geldigini de söyle izah eder: “Baska hiçbir ülkede, mevzuati bu kadar kendi lehine manipüle eden bir isleyis yok!”
Deniz Igan’in (Ankara / Bilkent) aralarinda bulundugu bir grup IMF ekonomisti, Wall  Street’in Washington’un kararlari üzerindeki etkisini incelemis. Arastirmaya göre, 2000 ile 2006 yillari arasinda finans ve gayrimenkul piyasalarinin kurallarini sikilastiran yasalarin Kongre’den geçme orani sadece % 5 olmus, buna karsin yumusatma yönündeki kararlarin hemen hepsi kabul edilmis. Ayni çalismada, lobi faaliyetleri için Washington’da harcanan para konusu da incelenmis. Buna göre, 1999 ile 2006 yillari arasinda bu faaliyetler için 2,2 milyar $ harcanmis. Paranin en büyük bölümü ise (720 milyon $) 2005 ve 2006 yillarinda sarf edilmis. Bu çalismanin en önemli yani, 2008 mali krizi ve onu takip eden kurtarma operasyonlari öncesindeki Wall Street / Washington iliskilerini belgelemesi olmustur.
Benzeri bir durum da 1990 özellestirmeleri sirasinda Rusya’da görülmüstür. Rüsvet konusundaki bir soruyu cevaplandiran K. Kagalovski adli oligark, “Süreç içinde fazla rüsvet dagitmadim dogrusu. Çünkü yasalari zaten kendimiz yaptigimiz için, onlari egip bükmek zorunda kalmiyorduk” demistir.
Rant avciligi, rüsvet ve bu tip olumsuzluklarin topluma maliyetini inceleyen Dünya Bankasi ekonomisti D. Kaufmann’in bulgularina göre ABD, yolsuzluk siralamasindaki en temizler arasinda 25. sirada, Kanada’nin bir seviye altinda. Ispanya, Italya, Güney Kore gibi ülkelerin ise hayli üzerinde. Ancak is, “Legal Corruption9 = Yasal Yolsuzluk” konusuna gelince ABD ortalarda (53) ve Rusya (74), Hindistan (70) gibi ülkelere endise verecek derecede yakin yerlerde. Tahmin edilebilecegi gibi, gelir dagilimi adaletinin bozuk, piramidin tepesindeki % 1 ile “digerleri” arasindaki makasin fazlaca açik oldugu ülkelerde daha fazla yolsuzluk oluyor.
Dünyanin her yerinde liberallesme, ekonomilerin daha adil, etkin ve seffaf bir biçimde islemesi için, iyi niyetlerle yapiliyor ama uygulamada ortaya çikan büyük firsatlar, özellikle yönetisimim zayif oldugu ülkelerde muazzam yolsuzluklar yapilmasina zemin hazirliyor. O kadar ki, Rusya örneginde görüldügü gibi, liberal reformlari hayata geçirme mevkiindeki yetkililer, yapilan reformlar sonucu zenginlesenleri gördükçe, kendileri de o kervana katilip oligark olmaya özeniyorlar. Bunun nedenini anlamak kolay; 1980’de Amerikan bürokratlari, zabitaligini yaptiklari sirketlerin yöneticilerine göre on kat daha düsük maas aliyorlardi, bu oran 2005 yilinda daha da kötülesti ve 1/16’ya geriledi.
Global rant avciliginin dalgalanma etkisi günümüzde iyice yayildi. Rant avcilarinin bir ülkede yakaladigi firsatlar, o ülkenin binlerce kilometre uzagindaki ülkeleri etkileyebiliyor. Örnegin, Ingiltere’nin futbol kulüpleri, yayin organlari, baska ülkelerin oligarklari tarafindan satin alinabiliyor. Carlos Slim, 2008 -2011 yillari arasinda New York Times’in ikinci en büyük ortagi idi. Dünya, rant pesindeki küresel oligarsinin daha da yükselmesi tehlikesiyle karsi karsiya. VI     PLÜTOKRATLAR VE BIZ DIGERLERI MUTLULUK DAGITMAK
Zappos, basta ayakkabi olmak üzere on-line perakendecilik yapan bir kurulustur. Hem çalisanini hem müsteriyi mutlu etmek üzerine kurulu sirket kültürü o denli basarili olmustur ki, kurucu ortaklardan Tony Hsieh’in yazdigi “Delivering Happiness = Mutluluk Dagitmak” adli kitap, alaninda en çok satanlar listesinin basina oturmustur. Zappos’un basari öyküsü baska on-line perakendecileri de etkilemis ve artan istek üzerine Zappos bir yan sirket kurarak diger perakendecilere danismanlik hizmetleri vermeye baslamistir. 
9 “Legal Corruption9 = Yasal Yolsuzluk”: Yasalarin, ilgililerine menfaat saglayacak sekilde düzenlenmesi için bürokratlara ve politikacilara verilen rüsvet.
 
Çagri merkezi gibi sikici oldugu var sayilan bir is yerinde, 7/24 telefonlara cevap verme durumunda olan çalisanlar, sanilanin aksine islerinden son derece memnundurlar.  Zappos’da bir is edinme amacinda olanlar ise, buraya girmenin Harvard’a girmekten daha  zor oldugunu söylerler. Eglenceli, biraz uçuk, yaratici ve hiyerarsi kurallarina hiç mi hiç kulak asilmayan bir ortamda çalisan elemanlarin amaci, müsterilerine verdikleri hizmet  karsiliginda mümkün oldugu kadar çok “wow!” almaktir. Genel egilimi bir an önce isini görüp telefonu kapatmak olan müsteriler ise, karsilarinda alisik olmadiklari türden bilgili,  hos sohbet ve anlayisli servis elemanlarini bulunca, bazen tatli bir sohbete daliyor ve saatlerce konusabiliyorlar. Hsieh ve ekibi, hizmet sektörü içinde tasavvur edilebilecek en itici islerden birini insanilestirerek müthis bir basariya imza atmislar.
 
Zappos, 2009 yilinda 1,2 milyar $’a Amazon’a satildi. Tayvan kökenli göçmen olan kurucu ortaklar Hsieh ve Lin, sifirdan baslamislardi. Simdi yeni firsatlari degerlendiren süper seçkinler sinifindalar. Zappos gibi herkesin kot pantolon giydigi, kimsenin özel ofisinin olmadigi bir ortamda bile, tepe yöneticilerin maaslari ile digerlerininkiler arasinda uçurum var. Süper seçkinler ile “digerleri” arasindaki iliskileri incelerken gözden kaçan husus, sirket kültürü ne denli esitlikçi olursa olsun tepedekiler ile digerleri arasinda asiri oranda ekonomik ve sosyal bir adaletsizligin oldugudur. Asagida plütokratlarin, biz “digerleri” hakkinda neler düsündügünü arastiracagiz.
 
KOT PANTOLONLU MILYARDER
Amerikan yaldizli yillarinin demir/çelik merkezi Pittsburgh idi. O yillarin Soyguncu Baronlarindan Andrew Carnegie, disina pek çikmadigi milyonerlerin yasam ortamindan  basini söyle bir uzatip isçilerin yasadigi ortama baktiginda gözlemlerini saskinlikla söyle dile getirmisti: “Burada karsilikli olarak müthis bir güvensizlik ve birbirini tanimama hali var. Tam anlamiyla kati bir kast sistemi…”
Durumun bugün de fazla farkli oldugu söylenemez. Ancak günümüz Amerikan plütokratlarinin yazili olmayan davranis kurallarina göre, sahsi servetlerin bir gösteri malzemesi olarak kullanilmasi hiç hos karsilanmiyor. Örnegin Silikon Vadisi avenesi arasinda özel uçak sahibi olmak mubah ama soförlü bir Rolls Royce’un arka koltugunda ise gidip gelmek racona uygun degil. Kot pantolonlu milyarderlerin bu esitlikçi tutumu, vadideki asiri gelir kutuplasmasi ile çeliski halinde. Teknoloji sirketlerinden birçogu imaj bozan bu soruna, en düsük gelir seviyesi gurubundaki isçileri kadrolarindan çikarip, bu tip isleri taserona havale ederek çare bulmaya çalismis. Adeta, “Onlar bizim elemanlarimiz degil, bizimkilerin durumu iyidir” algisi olusturulmaya çalisiliyor.
Plütokratlar genellikle özgüveni çok yüksek insanlar. Örnegin Rusya’nin en zengin adami olan Khodorovsky “Eger bir adam oligark degilse, yanlisi kendinde arasin, hepimiz ayni yerden basladik” demisti. (Simdilerde sirketlerine devlet tarafindan el konmus vaziyette, kendi de hapiste o baska…).
 
Dostluklari hep kendi aralarinda, farkli siniflarin mensuplarina pek itimat etmiyorlar. Occupy Wall Street (Borsa Isgal Hareketi) eylemlerine olsun, kendi dislarindaki % 99’un sorunlarina olsun fazla kafayi takmiyorlar. Bu biraz da baskalarinin kendilerini konumlandirdiklari mertebe ile de ilgili; tehlikeli bir biçimde, ulastiklari mertebe itibariyle her seye haklari oldugu görüsündeler (Bu yorum, IMF baskaninin bir otel görevlisine sarkintilik ettikten sonra tutuklanmasi üzerine yakin çevresindeki bir arkadasindan geldi). Garsonun yemegi geç getirmesi, ya da servis yaparken çatali düsürmesi gibi ufak tefek aksiliklere verdikleri tepkiler, siradan insanlarinkine oranla çok daha hirçin ve yakisiksiz olabiliyor. Maddi güçleri sayesinde “digerlerinden” ayrismis olmalari onlara ayricalikli olduklari hissini veriyor. Yapilan bazi psikolojik deneyler gösteriyor ki, aslinda zengin olmadiklari halde kendilerine imkân verilip bir süreligine zenginmis gibi davranmalari istenen siradan insanlarda da bu ruh hali görülebiliyor. Örnegin altina Ferrari verilen bir denek, trafikte son derece  saygisiz davranislar sergileyebiliyor.
AMERIKAN ORTA SINIFININ MAASLARI DÜSÜRÜLMELI
Simdi de önemli bir Amerikan sirketinin CEO’sunun sözlerine kulak verelim: “Düsük vasifli bir Amerikan isçisi, yeteneklerine oranla dünyanin en yüksek maas alan isçisidir. Eger dünya ekonomisindeki degisimler Çin ve Hindistan’da 4 insani fakirligin pençesinden kurtarip, bunun karsiliginda 1 Amerikalinin orta siniftan bir alt sinifa düsmesine neden oluyorsa, bu hiç de fena bir oran sayilmaz”. Bu da önemli bir fon yöneticisinin sözleri: “ Amerikan üniversitelerinden lisans diplomasi almis arastirma elemanlarina gelecegi olmayan türden isler için yillik 120 bin $ maas ödüyordum, burun kiviriyorlardi. Simdi bu tip isleri Hintli bir taseron firmanin lisansüstü dereceli elemanlarina yaptiriyor ve yilda 60 bin $ ödüyorum, bizim için çalismaya can atiyorlar. Amerikan orta sinif çalisanlari, maaslarinda indirime gitme önerisini ciddi ciddi düsünmeliler. Hak edilenin on kati para istiyorlarsa, on kat daha verimli çalismak zorundalar”.
ABD’de yaygin olan bu düsünceleri, gelismekte olan ülkelerin plütokratlarindan da duymak mümkün. Bati dünyasinin orta sinif gelirleri, kalkinmis ve kalkinmakta olan ülke orta sinif gelirleri ile ortalarda bir yerde bulusuncaya kadar düsmek zorunda diye düsünenlerin sayisi giderek artiyor.
MALI KRIZI YARATAN SUÇLU: GOLF SOPALARINI TASIYAN ÇOCUK!
Yatirim / girisim sermayesi, hedge fon gibi türev ürün piyasalarinin yöneticileri kendilerini mali krizin sorumlulari olarak görmüyorlar. Onlara göre balonu sisirenler, Florida’da villa satin alan golf sopasi tasiyicilari, gelirleri el vermedigi halde altlarina Porsche çekenler ve benzerleri. Obama dönemi plütokratlari “Benim suçum degil” zihniyeti ile esas zarar görenlerin kendileri oldugu iddiasinda. Bunun nedeni kazançlarina uygulanan vergilerin yükseltilmesine iliskin yasa tasarisi. Aralarinda Obama’yi is yasaminin düsmani hatta sosyalist olmakla suçlayanlar bile var.
“Yarattiginiz dipsiz kamu borcu kuyusuna atacak tek kurusum dahi yok. Yasayi çikartirsaniz, tüm servetimi kendi kuracagim vakfa aktarir, dogru bildigim alanlarda harcar, ya da piliyi pirtiyi toplayip yurt disina çikarim”. Bu düsünce tarzi, finans dünyasi elitlerine ait. New York gelir piramidinin tepesindeki %1’in mensuplari, eyaletteki tüm gelir vergisi hasilatinin % 40’indan  fazlasini  karsilamakla topluma  yeteri  kadar katkida  bulunduklari  görüsündeler.
 
Ödedikleri vergi ve yaptiklari bagislarla, dünyayi daha yasanasi bir yer haline getirmek anlaminda, % 99’a kiyasla çok daha yararli olduklarini belirten % 1’likler, Occupy Wall Street benzeri eylemlerin konusu olmayi, agir biçimde elestirilmeyi içlerine sindiremiyor, toplumdan daha fazla saygi görmeyi bekliyorlar.
Günümüz plütokratlarinin bir kismi devletin üstlerine üstlerine gelmesine o denli kizgin ki, her hangi bir devletin yasalarinin ulasamayacagi açik denizlerde, “Seastead” adini verecekleri yapay bir ada olusturup burada gönüllerince yasamayi tasarliyorlar. Projenin fikir babasi, monetarizmin olusumunda ve tanitimindaki en önemli isimlerden biri olan Milton Friedman’in torunu Patri Friedman. Bu fikri hayata geçirmek için 2008 yilinda kurulan The Seasteading Institute, bir kisim Silikon Vadisi milyarderinin desteginde faaliyetlerini sürdürüyor.
Bu fikre hiç de sicak bakmayan, Occupy Wall Street hareketinin anlayisla karsilanmasi gereken bir orta sinif eylemi oldugunu düsünen, hatta bunun “Occupy G20” olarak genislemesini savunan plütokratlar da var. Onlarin endisesi, adaletsizligin egemen oldugu toplumlarda siklikla görüldügü gibi, kamulastirmalarin siyasi bir mekanizma olarak devreye girmesi.
KAMU YARARI – SIRKET ÇIKARLARI
Plütokratlarla devlet arasindaki iliskilerin de tartisildigi Basel III10 toplantilari sirasinda öne çikan konulardan biri su idi: Devletin çikarlari ile büyük sirketlerin çikarlari birbiriyle uyumlu mudur? Eger degilse kararlari kim verecektir? Çikarlarin zitlik göstermesi durumunda kamu yarari adina devletin büyük özel sirketlere bazi sinirlamalar getirmesine yetkisi – veya kudreti – var midir?
GM eski CEO’su Charlie Wilson (1890-1961) “GM’in çikarina olan Amerika’nin çikarinadir” diyerek tartismayi baslatmisti. 1990’larda Rus oligarklari Kremlin’i yönettiklerini söyleyerek övünüyorlardi (Bu tavir Putin’e devlet gücünü yeniden tesis etme firsatini vermis ve halkin sempatisi kazanilmisti). Çinli plütokratlar ise devletle çatismiyorlardi, zaten kendileri  devletti. Bunu unuttuklari anda da fena halde siddet görüyorlardi. 2003 – 2011 yillari arasinda en az 14 milyarder Çinli is adami idam edilmistir.
“Ticari faaliyetlerin yolunda gitmesi, ekonominin bir bütün olarak dogru istikamette oldugunun ifadesidir” anlayisinin öne çikmasi, Bati dünyasinda ve özellikle ABD’de, süper seçkinlerin yükselmesiyle ayni döneme denk geldi. Bundan da “Neyin ise yarayip neyin yaramadigi konusundaki en dogru karari piyasa verir” sonucu çikartildi. Ama 2008 krizinde yasananlardan sonra, aralarinda A. Greenpan’in da bulundugu birçok önemli sahsiyet tarafindan ifade edildigi gibi, “Serbest piyasa aktörlerinin kendi kendilerine polislik yapabileceklerine yeterinden fazla inandik galiba” noktasina gelindi.
ZIHINSEL TUTSAKLIK
Ingiltere Merkez Bankasinda para politikalari komisyonunda danismanlik yapmis, Citigroup’un bas ekonomisti, kendi de süper elitler sinifindan olan Hollanda asilli ABD’li Prof. Willem Buiter, ABD Merkez Bankasinin (FED) Wall Street’in taleplerine boyun egmesine “Cognitive state capture = Devletin zihinsel tutsakligi” adini takmis. “Çogu durumda hak etmis olmalarina ragmen, kriz sirasinda Wall Street gerçekten büyük aci içerisindeydi” diyor ve ekliyor “Ama taleplerini FED’e veya diger yasa yapicilara rüsvet vererek veya santaj yaparak kabul ettirmis degillerdi. O kurumlar, kamu çikarlari ile mali sektör çikarlarinin paralel oldugu inancini öylesine içsellestirmislerdi ki, zihinsel bir tutsaklik içinde  kurtarilmaya dönük sektör taleplerini11 kendiliklerinden yerine getirdiler”. O yetkililer simdi nedamet getirip hatalarini kabul etmis olsalar da sözü edilen tutsaklik yüzünden, gerek yasanan kriz sirasinda ve gerekse sonrasinda çok canlar yandi.
10 Basel III = 3. Basel Anlasmasi: Bankalarin sermaye yeterlilikleri, stres testleri ve likidite risklerini konu alan ve gönüllülük esasiyla bazi küresel standartlarin empoze edilmesini ön gören mutabakat.
Bankacilik lobisinin bazi sözcüleri, finans ve hukuk sektörü çalisanlari ile bürokratlarin maas seviyeleri arasindaki farka, bu iki kesimin zihinsel yeteneklerine vurgu yaparak yaklasirlar (JP Morgan CEO’su ile FED Baskani Bernanke’nin yillik gelirleri arasindaki fark 1 e 100’den fazladir, tabi JP Morgan CEO’su lehine). Onlara göre, bürokratlar zekâ parlakligi açisindan, finansçilara ve hukukçulara asla yetisemezler. Bu nedenle yasa yapicilarin koyacagi kurallar, bir biçimde finansçilar ve hukukçular tarafindan delinecek veya etrafindan dolanilinarak atlatilacaktir. Bankacilara ait bu teorilerinin, Mark Carney’in baskanligindaki Kanada Merkez Bankasina karsi islemedigine ve bu sayede Kanada’nin mali krizi nispeten hafif yaralarla atlattigina yukarida deginmistik. 1 Temmuz 2013 itibariyle Ingiltere Merkez Bankasi guvernörlügünü üstlenecek olan Carney, (yillik 500 bin $ tutarindaki maasiyla 2011 yilinda, Kanada’nin en yüksek maasli özel sektör bankacisinin yirmide biri kadar gelir elde etmisti) özel sektör bankacilarinin zekâ seviyelerinin daha ileri olduguna iliskin kibirli görüslere su cevabi veriyordu: “Gerçek veya degil, bu algi, kurallarin önemini daha da arttiriyor. Yeni ve daha iyi isleyen yasalar elbette gereklidir ama yeterli degildir. Regülasyonlar ancak onlari uygulayip denetleyecek organlarin basarisi ölçüsünde ise yararlar. Denetçilerin görevi, isin lafzina degil, ruhuna bakmak olmalidir.”
Piyasa ekonomisinin güçlü savunucularindan bir akademisyen, sanayi ve ticaret erbabinin lobicilik faaliyetleri için Kongre nezdinde harcadigi milyarlara ragmen, kapitalizmin ABD’de güçlü bir lobisi olmadigini söyler. Ona göre, harcanan paralar, bir kavram olarak “piyasa”nin degil, mevcut sirketlerin çikarlarini koruyup yüceltmek içindir. Güçlü sirketlerin yaptigi is, rekabeti kisitlayip kendi konumlarini güçlendirmekten ibarettir. Bu yüzden ticaret yanlilari  ile gerçek anlamda serbest piyasa yanlilari arasinda gerilim yasanir.
YENI SINIFI KIMLER OLUSTURUYOR?
Amerika’nin is çevrelerinde, ülkenin entelektüel ve ideolojik iklimini olusturan kurumlarin (üniversiteler, vakiflar, basin, STK’lar) kendilerine ve kapitalizme karsi düsmanca bir tutum içine girdiklerine iliskin bazi endiseler bulunuyor. Bu iklimi yaratan, egitimciler, entelektüeller ve yayimcilara kisaca “Yeni Sinif” deniliyor. Is çevreleri, bu Yeni Sinif içindeki özel sektör yanlilarinin desteklenmesini, aksi halde kamuoyu nezdindeki itibarlarinin daha  da örselenecegini söylüyor.  Bu çevreler, eger entelektüel savas alanlarina kendi  görüslerini paylasan aydinlari ve akademisyenleri çekemezlerse, önce siyasi savaslari, sonra  da ekonomik savaslari kaybedeceklerinden korkuyorlar. Bir fikrin, ancak yeni bir fikirle maglup edilebilecegini, fikrî ve ideolojik savaslarin da ancak Yeni Sinif’in kendi içinde kazanilip kaybedilebilecegini belirtiyorlar.
11 Wall Street kurtarmasi: 2008 – 2009 mali krizi sirasinda Wall Street bankalarinin kurtarilma operasyonu, harcanan 700 milyar $ ile Lenin kamulastirmalarindan bu yana, harcamanin GSMH’ye orani itibariyle tarihte görülmüs en büyük devlet müdahalesiydi.
 
Ancak gençler arasinda, Beseri Bilimlere ilgi duyan yok, yani arkadan yeni fikir savasçilari gelmiyor. Mezuniyet sonrasi potansiyel kazanç kapilari itibariyle, varsa yoksa finans ve hukuk! Profesörler için alti sifirli maas kazandirma potansiyeli olan dört alan mevcut; hukuk, mühendislik, is idaresi ve bilgisayar bilimleri.
Is hayatinin görüslerini akademik düzeyde savunacak yeni düsünce insanlari gerekli ama bunlarin arasinda iyi para kazanabilenler sadece süper seçkin sinif ile dirsek temasinda olabilenler. Bu yakinlik, plütokratlara danismanlik yaparak veya süper elit çevrelerde konusmaci olmak suretiyle saglanabiliyor (özellikle Türkiye gibi ekonomisi yükselen ülkelerde). Bir baska yöntem de, plütokratlar için, Atlantik asiri uçuslar sirasinda okuyabilecekleri türden kitap yazmak.
Bahsedilen niteliklere sahip akademisyenlerin, ekonomi hakkindaki düsüncelerimizi sekillendirdikleri bir gerçektir. Bunlar ayrica, bilirkisi olarak yasal tartismalara da yön verebiliyor. Ne var ki, Reuters’in yaptigi bir arastirmaya göre, mali krizin en sicak dönemi olan 2008 – 2010 yillari arasinda Senato Bankacilik Komisyonu ile Kongre Mali Hizmetler Komisyonuna uzman görüsü bildiren akademisyenlerden üçte biri, özel mali kuruluslarla olan iliskilerini gizlemis.
KAZANAN HERSEYI ALIR POLITIKALARI
Politikacilar da bazen bu Yeni Sinif’in bir bileseni olarak kabul ediliyor. Üstelik bunlar, seçim için siyasi bagis toplama faaliyetleri nedeniyle akademisyenlere oranla süper seçkinler tabakasina daha fazla yaslanmak zorundalar. Aslinda kendileri de süper seçkin sinifina giren politikacilarin sayisi giderek artiyor. 2010 yilinda Kongre üyelerinin 250’si milyoner sinifindandi. Varliklarinin ortalamasi, ortalama bir Amerikalinin dokuz kat üzerinde, tam 913 bin $ olarak saptanmisti. Yasa yapicilarin en az on tanesi, 100 milyon $’in üzerindeki servetleri ile tam anlamiyla birer plütokrat. Washington’da çalismak onlari zenginlestiriyor. Yapilan arastirmalara göre, Kongre üyelerinin sahsi portföylerindeki hisse senetleri, ortalamanin % 6, Senatörlerininki ise % 12 daha yüksek prim yapmis. Ekonomistler bu farkliligi, siyasilerin bilgiye olan yakinligina bagliyor (Kanun yapicilar, 4 Nisan 2012’ye kadar, “Insider Trading = Içeriden ögrenenlerin ticareti” yasalarina tabi degildi. Obama yönetiminin bu tarihte yürürlüge koydugu kararname ile onlar da yasa kapsamina girdiler).
Siyasilerin kötü yatirimcilar oldugunu savunan arastirmalar da mevcut ama gerçek su ki, milletin temsilcileri ile millet arasindaki gelir makasi açiliyor. Politikacilar aktif siyasi yasamin içindeyken isin nemasindan tam olarak yararlanamiyorlar ama siyasi kariyerleri bittikten sonra deneyimlerini paraya tahvil etmekte büyük ustalik gösteriyorlar; örnek: Clinton’lar. 2000 – 2007 yillari arasinda, 111 milyon $ kazandilar, bu paranin yarisina yakini Bill Clinton’un konusma ücretleriydi.
 
HAZINE BAKANI H. PAULSON ILE ÖGLE YEMEGI
Tartismali isler her zaman kisisel yolsuzluklardan kaynaklanmiyor, sorun sistemik. Temmuz 2008’de, eski bir Goldman Sachs mensubu ve o günlerin Eton Park hedge fonunun yöneticisi tarafindan düzenlenen yemekli bir toplantiyi ele alalim. 2006 yilinda Hazine Bakanligina getirildigi güne kadar Goldma Sachs’in CEO’lugunu yapan Paulson’da davetliler arasinda. Bakan, Fannie Mae ve Freddie Mac’i devletin kontrolüne alacagini arkadaslarina söylüyor. Yedi hafta sonra da dedigini yapiyor. Gayrimenkul ipotekleriyle iliskili kredi islemleri yapan bu dev kuruluslarin hisse fiyatlari bir anda eski degerlerine kiyasla esamisi bile okunmayacak bir seviyeye, 1 $’in altina düsüyor. Simdi toplantida olup da karar yürürlüge girmeden ellerindeki hisseleri satanlarin kazancini bir düsünün. Olay gazetecilerin amansiz takibi sonucu ortaya çikiyor ama kimse Paulson’un bu bilgiyi kisisel menfaat saglamak amaciyla verdigini düsünmüyor. Çünkü toplanti herkesin gözü önünde cereyan ediyor, gizli sakli bir yani yok. Olsa olsa deniliyor, Paulson plânlarini, olacaklari gayri resmi bir biçimde önceden sizdirarak piyasalarin yikici bir tepki vermesini önlemeye çalismistir. Dolayli veya degil, bu bilgiden yaralanan birileri olmustur mutlaka. Plütokratlar aginin bir mensubu olmanin nimetleri iste…
O Paulson, 700 milyar $’lik kurtarma paketinin devreye girmemesi halinde dünyanin sonunun gelecegini söyleyen kisidir. Bakan artik meshur bir klise haline gelmis bu sözleri söylerken ciddi ve iyi niyetliydi ama Paulson’un dünyasi ile siradan Amerikalilarin dünyasi çok farkli yerlerdi. Nedense finansmancilar, kendi dünyalarinin çikarlari ile ülke çikarlarinin bir olduguna inanirlar. Politikacilarin bilgi kaynaklari genellikle çok güvendikleri bu finansal plütokratlarin arasindan çikar, böylece siyasi ufuklari kisitli ve yanli kalir.
Üniversite hocasi olan Cumhuriyetçi Profesör Zingales, benzeri bir durumun Fransa için de geçerli oldugunu söyler ve örnek verir; Ecole Polytechnique, yetistirdigi teknokratlarla Fransiz siyasi ve sinai elitini besleyen bir egitim kurumudur. Ülkenin birçok siyasi lideri de bu nedenle mühendislik (özellikle nükleer mühendislik) egitimi almistir. Bu liderler nükleer sektörünün zihinsel tutsagidirlar. Fransa’nin kullandigi elektrik enerjisinin yaridan fazlasinin (dünyadaki en yüksek oran) nükleer santrallardan saglanmasinin altinda yatan nedenlerden biri de bu olmalidir.
Gerçekleri belli bir bakis açisiyla görmenizde maddi bir yarariniz varsa, gördügünüzün gerçegin ta kendisi olduguna inanirsiniz. Kötülügünüzden ve çikarci olusunuzdan degildir bu, insan oldugunuzdandir. Biz insanlar, çok sosyal yaratiklarizdir. Olaylari yabancilarin bakis açilariyla degil, kendimize yakin bildiklerimizin açisindan degerlendirir, onlarin duygu ve duyarliliklarindan etkileniriz.SONUÇ
Adi sonradan Venedik olacak Kuzey Adriyatik’in bataklik bölgelerine ilk yerlesenler, verimli topraklarini birakarak Hun ve barbar Germen kavimlerinin zulmünden kaçan insanlardi. Kisin sisten, yazin sivrisinekten gözün gözü görmedigi bu berbat bölge kendileri açisindan çok güvenliydi zira üzerinde yagmalanmaya degecek hiçbir sey bulunmadigindan istilacilarin ilgisini hiç çekmiyordu.
 
14.YY baslarinda Venedik, Londra’nin üç misline varan büyüklügü ile Avrupa’nin en zengin sehri ve emperyal bir güç haline geldi. Bunu deniz asiri ticaret sayesinde basardilar. La Serenissima12, kudretini ve zenginligini dönemin süper seçkinlerine ve onlari besleyen siyasi ve ekonomik sisteme borçludur.
Venedik ekonomisini odaginda, bir çesit anonim sirket benzeri Commenda adli ticari bir yapilanma vardi. Bu yapilanmanin en akillica yani, yeni girisimcilere açik olmasiydi. Commenda’lar tek bir ticari misyon seferi süreci boyunca faal kalir, misyon tamamlaninca tasfiye edilirdi. Ortaklarindan biri Merkez’de sabit konumda kalir ve seferi finanse ederdi. Digeri ise, isin güç ve riskli bölümünü yüklenir, gemi konvoyu ile birlikte sefere katilirdi. Eger merkezdeki sabit ortak, misyon masraflarinin tümünü karsilamissa, kârin % 75’ini, 2/3’ünü finanse etmisse, % 50’sini alirdi. Bu tür sirketler, hem ekonomik büyümenin hem sosyal akiskanligin motoruydu. Resmi belgeler üzerinde arastirma yapan tarihçiler, kayitlarda ismi geçen elit yurttaslardan yarisindan fazlasinin sektöre yeni giren isimlerden olustugunu saptamistir.
La Serenissima’nin yükselisinden en büyük faydayi elit tabaka elde etmisse de bir süre sonra bu kesim, sektöre yeni girenlerin rekabetinden rahatsiz olmaya basladi. Cumhuriyetin yöneticilerini baski altina alarak, o güne kadar oldukça demokratik bir zeminde yönetilen ülkede bir asiller kasti olusturmayi basardilar (1315). Asillerin adi, yayinlanan Libro D’oro’ya (Altin Kitap) kaydedildi ve burada adi geçmeyenlerin oligarsiye katilmasi engellendi. Böylece deniz ticareti sektörüne yeni girenlerin önü kesilmis, sosyal akiskanlik bitirilmis oldu.
Görece temsili bir demokratik sistemden oligarsiye dönüsümün etkileri o kadar büyük olmustu ki, Venedikliler bu dönüsüme “La Serrata : Kapanis” adini vermislerdi. Iste bu siyasi “kapanis”, çok geçmeden ekonomik kapanisa dogru evrildi. Venedik’in ve diger Italyan sehir devletlerinin zenginlesmesini saglayan Commenda sistemi yasaklandi, ticaret yollarinin bereketi sadece hâkim sinifin üzerine yagar oldu. 1500 yilina gelindiginde sehir, 1330 yilinda oldugundan daha küçüktü, yillar geçtikçe daha da küçüldü.
Venedik’in yükselis ve düsüsünün öyküsü, Prof. Daren Acemoglu (MIT) ile Prof. James Robinson’un (Harvard) ortak bir tezini dogruluyor. Teze göre, basarili ve basarisiz ülkeleri birbirinden ayiran faktör, yönetimlerinin katilimci veya dislayici olmasiyla ilgilidir. Dislayiciligi tesvik eden yönetimlere seçkinler hükmeder ve ana amaçlari toplumsal refahtan mümkün oldugu kadar fazla pay almak ve bu sayede iktidarlarini güçlendirmektir. Katilimciligi destekleyen yönetimler ise toplumun yönetiminde herkesin söz sahibi olmasini gözetir ve ekonomik firsatlardan hakça yararlanmasini amaçlar. Katilimcilik arttikça refah, refah  arttikça katilimcilik artar. Bunun adi verimlilik döngüsüdür.
Ancak Acemoglu, La Serrata’nin hikâyesini, sözü edilen döngünün bozulabilecegine delil olarak gösterir. Katilimci sistemler sayesinde zenginlesenler, kendi tirmanislarina yaramis olan merdivenleri bir gün digerlerinin altindan çekiverirler.  _______________________________________________________ 12 La Serenissima: 7.Yy’in sonlarindan 1797 yilina kadar, bin yili askin bir süre hüküm süren Venedik Cumhuriyetinin resmi adi bu idi. Açilimi söyledir: “Most Serene Republic of Venice” ( Serrenissima Rapubblicca di Venezia) = Çok Huzurlu Venedik Cumhuriyeti. La Serenissima gücünün zirvesindeyken, 36 bin gemici ve 3300 gemi ile o zamanlarin petrolü addedilebilecek tuz isinin oldugu kadar, Bizans ve Yakin Dogu ile ticaretin de hâkimiydi. Kendi de bir Tüccar olan Marco Polo, Cumhuriyetin ufkunu Çin’e kadar genisletmistir.
 
Plütokratlarin yükselislerinden endise etmemiz için birçok neden bulunur. Gelir adaletsizliginin artisi, sosyal degerlerin erozyona ugramasindan, suç oranlarinin yükselmesine ve ahlaki degerlerin yikilmasina kadar birçok olumsuzlugun kaynagidir. En büyük tehlike ise, refahi arttikça artan seçkin sinifin güç dengelerini kendi lehine bozmasidir.
Sinif konusunda hassas olan Amerika benzeri ülkelerde böylesi bir gelismeye karsi toplumun tepkisi plütokratlari beyaz ve siyah sapkalilar olarak ikiye ayirmak oluyor. Steve Jobs bir kahramandir, Lloyd Blankfein (Goldman Sachs’in CEO’su) bir haydut,  büyük  sirketler kötüdür, küçük sirketler iyi, Wall Street bankacilari kurtarilmayi hak etmemislerdi, kurtarilmak Detroit otomotiv üreticilerinin hakkiydi, biçiminde algilamalar olusuyor. Bu algilamalarin hakli oldugu bir yan da var. Plütokratlari, rant avcilari ve deger yaratanlar olarak ikiye ayirarak, ekonominin katilimci mi yoksa dislayici mi olduguna karar  verebilirsiniz. Verirsiniz de, olaya hangi açidan baktiginiza bagli olarak vereceginiz kararin sübjektif olmasi kuvvetle muhtemeldir.
Kurallari kendi lehinize egip bükmekte anormal bir yan yok, bütün ticaret erbabi bunu yapiyor. Mesele is insanlarinin erdemli mi erdemsiz mi olmalari da degil. Mesele, toplumun dogru kurallara sahip olup olmadigi ve yönetimin bu kurallari uygulatmaya gücü olup olmadigidir.
La Serrata’yi olusturanlarin amaçlarindan biri de sahip olduklari oligarsik ayricaliklari kendi soylarindan gelecek yeni nesillere aktarmakti. Bugünün plütokratlarinin yaptigi benzeri uygulamalar da yeni seçkinlerin deger yaratici insanlar degil, rant yiyiciler olarak yetismelerine yol açabilir. Bunlarin yaptigina karsi çikmak da pek kolay degildir; çünkü netice itibariyle yapmaya çalistiklari sey, ne bankalarin yaptigi gibi mevzuati kendi lehlerine çevirmek için lobi yapmak, ne de Microsoft’un yaptigi gibi rekabeti yok etmek amaciyla tekel olusturmaktir. Bu % 1 mensuplari, tipki biz % 99 mensuplari gibi çocuklarina daha iyi bir gelecek saglamanin pesindeler.
Marx, kapitalist Serrata’nin tehlikelerini görmüs ve “kapitalist sistem, kendisini yok edecek nifak tohumlarini kendi içinde barindirir” demisti. Sasirticidir ki, geride kalan iki asir boyunca bu öngörü gerçeklesmemis aksine, rekabete açik, siyasi ve ekonomik açidan daha katilimci düzen sayesinde, insanlik tarihinde yasanan en yüksek büyüme oranlarina bu dönemde ulasilmistir.
20. YY bir bakima katilimciligin yüzyilidir. Bunun nedenlerinden biri de seçkinlerin (özellikle de, tartismasiz biçimde dünya sampiyonlugunu elinde bulunduran Amerikan seçkinlerinin) orta sinif olmadan servetlerini arttiramayacaklarini idrak etmis olmalaridir. Büyük kitlesel üretim, bunu tüketecek kitlelere muhtaçtir. Ancak unutulmamalidir ki, Bati is dünyasinin kendi cografyasindaki orta sinifin tüketim gücüne olan ihtiyaci, küresellesme sayesinde giderek azalmakta, boslugu gelismekte olan ülkelerin orta siniflari almaktadir. Batili plütokratlar, kendi toplumlarini daha katilimci hale getirmek ve bunu sürdürülebilir kilmak anlaminda üzerlerinde bir baski hissediyorlardi. Bu baski, teknoloji ve küresellesme yüzünden hafifliyor. Buna, plütokratlari “digerleri”nden ayiran kültürel Serrata diyebilirsiniz. Bu iki kesim arasindaki uçurum genisledikçe seçkin kesim kendi içine kapanmakta ve siyasi miyoplugu artmaktadir. Belki de “Venediklilerin düstügü hataya acaba yeniden düsme yolunda miyiz?” sorusunu kendimize sormamizin zamanidir.
 
Seçkinler, kendilerini yaratan sistemi bilinçli olarak sabote etmiyor. Kendi kisa vadeli çikarlarini toplumsal çikarlarin önüne koyma biçiminde yansiyan içgüdüleri ve sinifsal çikarlarin toplumsal çikarlar ile paralel oldugunu varsaymalari böyle bir egilime yol açiyor.
Yine Venedik’ten bir örnek vererek sözlerimizi bitirelim. 1343 yilinda La Serenissima’nin tacirleri, Papa’ya basvurarak Müslüman dünya ile ticaret yapma izni istemislerdi. Yeni cografyalara açilmalarinin sart olduguna iliskin gerekçelerini de söyle ortaya koyuyorlardi: “Allah’in yardimiyla bizler ve ogullarimiz, dünyanin dört bir yaninda ticaret yaparak sehrimizi büyüttük ve zenginlestirdik. Bizler baska bir is bilmeyiz. Servetimizin ve refahimizin yok olmamasi için her türlü düsünceye, inanisa ve girisime açik olmamiz gerekir”.
Gariptir ki, bu basvurudan birkaç yil önce, ayni seçkinler, Serrata uygulamasiyla ekonomik dislamayi benimsemis, La Serenissima’yi görkemli bir dünya gücü olmaktan çikarip, turistlerin pek hoslandiklari bir müze olmaya dönüstürecek süreci baslatmislardi. SON................ 
TED KOLEJI - BEYIN FIRTINASI Chrystia Freeland, ekonomik esitsizligin de ayni hizda arttigini söylüyor.

Benzer Kitaplar