CHRYSTIA
FREELAND
Yazar, uzun yillar Financial
Times’da çalismis, Kanada’nin The Globe gazetesinde Genel Yayin Yönetmenligi
yapmistir. Yazilari sik sik The Economist ve The Washington Post gibi yayin
organlarinda yayinlanan Freeland, su an Thomson Reuters’in dijital versiyonunun
Genel Yayin Yönetmenidir.
Yazarin Notu
Plütokrasi, en basit tanimiyla zengin bir sinifin devlet yönetiminde
söz sahibi olmasi anlamina gelir.
Kavram, Yunanca “ploutos = zenginlik, servet” sözcügünden türetilmistir.
Amerikalilar süper zenginlerinden hosnutturlar ama fakirlikten, hele hele bu
iki kavramin bir arada telaffuz edildigi ekonomik esitsizliklerden
bahsedilmesinden pek hoslanmazlar.
Yugoslav kökenli bir Dünya Bankasi ekonomisti olan B. Milanoviç, bir
keresinde bana Washington’daki düsünce kuruluslarinin, basliginda gelir veya gelir adaletsizligi sözcüklerinin
geçtigi arastirma projelerini finanse etme olasiliginin çok düsük oldugunu
söylemisti. “Fakirligin azaltilmasi” olabilirdi belki ama “esitsizlik” baska
bir seydi çünkü bunun sorgulanmasi,
konuyu kazancin yasal olup olmadigini sorgulamaya sürükleyebilirdi. Süper
zenginler, Obama’nin kendilerinden “zengin” diye bahsetmesinden de hiç
hazzetmiyorlar. “Hali vakti yerinde”ye pek sesleri çikmiyor ama “zengin”
sözcügü, “ayirimcilik”, “yolsuzluk” gibi asagilayici bir takim kavramlari
çagristirdigindan, onu duyduklarinda tüyleri diken oluyor.
Küresel kapitalizmin atesli savunucularina bile bu sözcük itici
gelmekte. Öyle ya kapitalist düzenin gelir adaletsizligine yol açmasi,
kendisinden beklenen sonuçlardan biri hiç mi hiç degildi.
Birkaç on yil öncesine kadar genel kani, sanayilesmesini tamamlamis
toplumlarda egitimin daha yaygin hâle gelecegi ve devletin refahin hakça
dagitiminda daha etkin bir rol üstlenecegi seklindeydi. Oysa Fransiz siyaset
kuramcisi ve tarihçi Alexis de Tocqueville (1805 – 1859) farkli düsünmüstü. Ona göre, esitlik, uygarligin sadece
belli kutuplari için geçerliydi. Ilkel insanlar arasinda esitlik vardi çünkü
hepsi ayni ölçüde zayif ve cahildi. Ileri derecede uygarlasmis insanlar
arasinda da esitlik vardi çünkü hepsi nimetlerden ayni ölçüde
yararlanabiliyordu. Ancak, bu iki kutup arasindaki siniflarin ne yasam
sartlari, ne refahi, ne bilgisi birbirine esitti. Güç, dar bir kesimin elinde
bulunuyordu, geri kalanin elinde ise fukaralik ve güçsüzlük…
Görkemli bir ekonomik büyümenin yasandigi savas sonrasinin ABD’si,
1970 sonlarina kadar adeta herkesin zenginlikte esitlendigi bir toplum hâline
gelmisti. Ne var ki bu tarihten sonra orta siniflar patinaj yapmaya,
tepedekiler ise digerlerinden hizla ayrismaya basladi. Bu degisim ilk ABD’de
kendini gösterdi ama 21. YY ile birlikte Avrupa’yi ve yükselen piyasalarin
bulundugu ülkeleri de
kapsamaya basladi. 2011
yilinda yapilan bir
çalisma, ABD gelir piramidinin tepesindeki % 20’lik dilimin toplam zenginligin % 84’üne
sahip oldugunu gösteriyor. Oysa Isveç’te tepe % 20, toplam zenginligin %
36’sina sahip. Soruldugunda Amerikalilar kendi ülkelerinde bu oranin % 32
olmasi gerektigini söylüyorlar, yani Kibutz örnegi bir esitligin özlemi
içeresindeler. Ancak, Amerika ve dünya kapitalizminin nasil bir degisim içine
girdigini anlamak için tepenin, en tepesine bakmak gerek. ABD’de gelir
adaletsizligi o derecede büyüdü ki, bazi ekonomistler Büyük Bunalimdan bu yana
ilk defa, büyüme yerine, adil dagilim üzerine odaklanilmasi gerektigini savunur
oldular.
Verilere daha yakindan bakildiginda, 2009-2010 yillarindaki ekonomik
iyilesme sürecinde Amerikalilarin % 99’unun gelirlerinde sadece % 0,2’lik bir
artis meydana gelirken, en tepedeki % 1’in gelirlerinde % 11,6’lik bir artis
izliyoruz. Yükselen ekonomilerde de benzeri bir trend görülüyor.
Elinizdeki bu kitap, en tepedekilerin durumuna bakarak dünya
ekonomisinin nasil bir degisim içine girdigini irdelemeye çalisiyor. Onlar
kimlerdir, nasil düsünürler, geri kalanlarla nasil bir iliski içindedirler, bu
kadar parayi nasil yaptilar, gibi sorulari cevaplamaya çalisacagim. Bunu
yaparken, nasil mevcut siyasi sistemler içerisinde en iyisinin demokrasi oldugu
inanci öne çikiyorsa, ekonomik sistemler içinde de en iyisinin kapitalizm
oldugu hususundaki yaygin inanç yola çikis noktam olacak. Tabi, kapitalizmin
bugünkü isleyis tarzi ile
plütokratlarin, digerleriyle arayi açmasinin nasil sonuçlar dogurdugunu, bu
süper seçkinleri yaratan siyasi kararlarin hangileri oldugunu da inceleyecegiz.
Gelisen bu sinifin siyaset üzerindeki etkileri de göz atacagimiz bir baska konu.
“Isteyenler Evi” ile “Sahip Olanlar Evi” arasindaki fark
giderilmedikçe gerçek ilerlemenin saglanamayacagi, öyle görünse bile
sürdürülemeyecegi düsüncesiyle, “Sahip Olanlar Evi”nin kapilarini aralayacak,
içerdekilerin yasamlarini anlamaya çalisacagiz
I TARIH NEDEN ÖNEMLI
21 Temmuz 2007 tarihinde, yatirim fonu devi Blackstone, halka
açilmis ve bir anda 31 milyar $’lik bir piyasa degerine ulasarak 2002 yilindan bu yana ABD’deki en
büyük halka açilis olarak kayitlara
geçmisti. Operasyon sonucunda, fonun iki kurucu ortaginin sirketteki paylarinin
degeri 8 milyar $’a ulasmis, ortaklardan biri 677 milyon $, digeri 1,9 milyar $
sahsi kâr elde ederek kendilerini emekliye ayirmisti. Benzer sekilde, New
York’un Upper East Side bölgesinde, Hedge Fon’u isinden yilda 20-30 milyon $
para yapan 40 yasin altinda yiginla fon yöneticisi yasiyordu ve servetleriyle
ne yapacaklarini sasirmislardi.1970’lerde gelir piramidinin tepesindeki % 1’lik kesim, ulusal
gelirin % 10’unu aliyordu, 2005’e gelindiginde ayni kesim ulusal gelirin
neredeyse 1/3’ni kazanmaya basladi. Ayni yil
Bill Gates ve Warren Buffet’in toplam serveti (46,5 + 44 milyar $),
piramidin alt % 40’ini olusturan tam 120 milyon insanin toplam 95 milyar $’lik
varligina esdeger bir seviyeye yaklasmisti.
2011 tarihli bir OECD raporuna göre bu durum bir ABD gerçegi. Ama
sanilmasin ki, daha uysal bir kapitalizmi benimsemis olan Isveç, Finlandiya,
Israil ve Yeni Zelanda’da vaziyet bundan çok farkli. Yükselen ekonomilerde de tepedeki % 1,
“digerleri”ne fark atiyor. Komünist Çin’de gelir dagilimi adaletsizligi ABD’den
beter hâle geldi. Hindistan ve Rusya’da da tepe % 1 ile kalan % 99 arasindaki
fark giderek açiliyor. Bu uçurum bir tek Brezilya’da fazla genis gözükmüyor, o da muhtemelen
farkin zaten baslangicindan beri çok fazla olmasindandir. Bugün bile Brezilya,
gelisen ekonomilere sahip ülkeler arasinda gelir adaletinin en bozuk oldugu ülkedir.
Gelismekte olan dünya diye adlandirdigimiz cografyalarda yüzen
paranin bollugu hakkinda bir fikir sahibi olunabilmesi için örnek verelim.
Servetini ana vatani olan Misir’da yapmaya baslayan, sonra Italya ve Kanada’ya
el atan telekom milyarderi ve Tahrir Meydani isyancilarinin hamisi Naguib
Sawiris’in sözleri söyle: “Su diktatörlerin 1 milyar $ çaldiktan sonra
fazlasini neden halkina dagitmadigini bir türlü anlayamamisimdir.” Çalma
sinirini neden 1 milyar $ olarak belirledigini sordugumda bana, özel jetler,
yatlar ve benzeri gereksinimler (!) için bu rakamin alt sinir oldugunu
söylemisti.
Amerika’da çalisan ve isinin erbabi genis bir isçi kesimi bu parasal
bolluktan nasibini alamadi. Birçogu
mesleklerini, sirketlerini ve ömür boyu biriktirdiklerini kaybetti. Onlari
zayiflatan dinamikler, plütokratlarin güçlenip semirmelerine yariyordu.
Teknoloji ve küresellesme Bati dünyasindaki birçok meslegi islevsiz hâle
getirirken ustalik seviyesindeki Batili isçiler, çok daha az maasla çalisan,
düsük gelirli ülkelerin isçileriyle dogrudan rekabet etmeye zorlandi. Makineler
ve gelismekte olan ülkelerin isçileri, Bati dünyasindaki orta sinifin gelirinin düsmesine neden oldu.
Çagimizin zenginleri, eskinin zenginlerine göre farkli özellikler gösteriyor.
Birbiriyle küresel anlamda siki sikiya bagli ve isik hiziyla hareket eden
günümüz ekonomileri süper seçkin bir sinifin ortaya çikmasina yol açti. Bu
sinifin mensuplari, genellikle çok çalisan, çok iyi egitim almis insanlardan
olusuyor. Ya kendi yetenekleri ile zengin olmuslar ya da servetin ikinci nesil
temsilcileri. Uluslararasi rekabetin zor sartlarinda belirtilen özellikleri ile
basarili olduklari inanciyla oyunu kazananin kendi haklari oldugunu
düsünüyorlar ve kendileri kadar basarili olmayanlara karsi ikircikli duygular
tasiyorlar. Sosyal akiskanligi mümkün kilan kurumlara sicak bakiyorlar ama o
kurumlarin yasamasi için gerekli olan ekonomik faydanin paylasimi konusuna (Ör:
Vergi) mesafeliler. Kendi esdegerlerinin bir araya gelmesiyle olusan zümrenin
milliyeti adeta yok. O sinifa ait bir birey New York, Hong Kong, Moskova veya
Mumbai’yi esas ikamet adresi olarak benimsemis olabiliyor ama bunun onlarca
fazla bir önemi yok çünkü kendi aralarinda ulusal sinirlari olmayan farkli bir
sanal ülke kurmus gibiler.
Citigroup bireysel bankacilik danismanlari müsterilerine sahsi
portföylerini, bu süper zenginlerinkini örnek alarak sekillendirmelerini
tavsiye ediyor. Onlara göre dünya iki bloktan olusmakta; plütonomi ve
digerleri. Bir plütonomide, Amerikali veya Ingiliz tüketici diye bir sey yok.
Sayilari, kazandiklarinin ve tükettiklerinin büyüklügü ile kiyaslanamayacak
kadar az olan zengin tüketiciler ve “digerleri” var. Toplumun “zenginler ve
digerleri” diye ikiye bölündügünü gören Citi’ciler, “Kum Saati Teorisi” diye
bir kuram gelistirmisler. Buna göre, ya plütokratlara dönük süper lüks tüketim
mali üreten sirketlerin hisse senetleri alinmali ya da “digerlerine” hitap eden
ucuzcu firmalarinkiler. Çünkü orta sinif, kum saatinin ortasi gibi giderek
zayifladigindan, bu sinif için üretim yapan kuruluslarin da zayiflamasi
kaçinilmazdir. Veriler bu teoriyi dogruluyor. Citigroup’un bu görüsü ortaya
attigi 2009 yilinin Aralik ayi ile 1 Eylül
2011 arasindaki dönemde,
içinde Saks’in da
bulundugu zengin kesime
hitap eden sirketlerle, içinde Family Dollar’in bulundugu dar gelirli kesime
hitap eden sirketlerin hisse senetleri % 56,5 degerlenmis ancak ayni dönemde
Dow Jones endeksi sadece % 11 artmistir.
ILK YALDIZLI ÇAG2010 yilinda vefat eden Angus Maddison, en büyük özelligi sayilarla
oynasmak, onlari sagdan sola, yukardan
asagiya yorumlamak olan bir ekonomi tarihçisiydi. Bu yorumlar sayesinde dünya
hallerinin daha iyi anlasilabilecegini savunan Maddison, hayatinin 60 yilini
küresel ekonominin son 2000 yillik tarihinde meydana gelen degisimleri
arastirmaya adamisti. Ortaya koydugu ilginç bulgulardan biri, özellikle Bati
dünyasinda ve onun “uzantilari” diye tanimladigi ABD, Kanada, Avustralya ve
Yeni Zelanda’da 19. YY ’da meydana gelen degisimlerle ilgilidir. Buna göre MS 1
ile 1000 yillari arasinda Bati Avrupa ekonomisi her yil ortalama % 0,01
oraninda küçülüyordu. MS 1000 yilinin dünya sakinleri, 1000 sene önceki
hemcinslerine oranla fakirlesmisti. 1000 ve 1820 yillari arasinda Bati Avrupa’da yillik % 0,34, “uzanti”larda % 0,35’lik büyümeler yasandi. Sonrasinda dünya
hepten degisti. 1820 ile 1998 yillari arasinda Bati Avrupa yillik ortalama %
2,13, “uzanti”lar % 3,68 büyüdü. Bu, sanayi devriminin bir sonucuydu.
Zenginlesilmisti ama sanayilesmis ülkeler ile bunu basaramayanlar arasindaki
fark da açilmisti. Aradan neredeyse 200 yil geçtikten sonra, yükselen
ekonomilerin ortaya çikmasiyla, bu farkin bir gün kapanabilecegi ihtimal
dâhiline girdi.
Zenginligin büyük sosyal bedeli ise tarima dayali ekonomiden
sanayiye dayali ekonomiye geçis sirasinda yasanan toplumsal çatlamalar seklinde
kendini gösterdi; güç belâ ögrenilmis bazi
mesleki beceriler birden
islevsiz kaliverdi. Sanayi
devrimi, kendi plütokratlarini ( bunlar Robber Barons1 =
Soyguncu Baronlar olarak anilir) yaratti. O ayricalikli sinif ile “digerleri”
arasindaki uçurum da bunun sonucunda meydana
geldi.
Soyguncu Baronlar, toplumun kazananlar ve “digerleri” diye ikiye
bölünmesini, sanayi devriminin kaçinilmaz ve dogal bir sonucu olarak görüyordu.
Pittsburgh’lu çelik krali Andrew Carnegie’nin bu konudaki yorumu söyledir:
“Degisimin bu dogal sonucunu hepimiz kabullenmeliyiz. Evet, adaletsizlik var
ama ticari ve sinai faaliyetlerin küçük bir zümrenin elinde toplanmasi ve bu
zümre mensuplari arasindaki rekabet, sadece faydali degil, ilerleme yarisinin
gelecegi için gereklidir de…”
Sanayi devriminden önce Amerika’da birbirine oldukça yakin olan
toplumsal siniflar, devrimden sonra yasanan birinci “Gilded Age2 =
Yaldizli Çag” boyunca kati kastlara bölündü. Kalabalik isçi kesimi ile az
sayidaki isverenden olusan kesim birbirinden koptu, bu kopus beraberinde
güvensizligi getirdi. Oysa ABD’nin kurucu babalarinda T. Jefferson, ülkesinde
yoksul olmamasiyla övünür, hali vakti yerinde olanlarin Avrupa’daki zenginlerin
yaninda çirak bile olamayacagini söylerdi. Jefferson’a göre, Amerikali
zenginlerin, dar gelirlilerden tek farki biraz daha yüksek düzeyde konfora
sahip olmalariydi, o kadar. Tarihçi Tocqueville, o yillarda ABD’yi ziyaret etmis ve ülkedeki esitlikçi yapidan çok
etkilenmisti. Bahsedilen bu sahsiyetlerin gözünde, 18.YY ve 19.YY baslarindaki
ABD, gelir piramidinin tepesindeki % 2’lik kesim hariç bugünün Isveç’i gibi
olmaliydi. % 2’lik kesimde yer alan plantasyon sahipleri ise, Ingiltere’deki
toprak sahibi soylular ile mukayese edildiklerinde, onlarin yaninda tarim
isçisi gibi kalirlardi.
_________________________________________________________________
1 Robber Barons = Soyguncu
Baronlar: Bu tabir, 18.YY sonlarinda, insanlari ve dogal kaynaklari istismar
ederek ve yönetim kadrolari ile yolsuzluk iliskileri kurarak sahsi servetlerini
inanilmaz boyutlara tasiyan Amerikan is adamlari için kullanilir.
2 Gilded Age = Yaldizli Çag: Ilk
olarak Mark Twain’in C.D. Warner ile birlikte yazdigi “The Gilded Age”
romaninda
kullanilan bu
tabir, 1870 ile 20.YY’in baslari arasindaki dönemde ABD’de yasanan muazzam
ekonomik büyüme sürecindeki esitsizlikleri anlatmak için kullanilir. Bu dönemde
bir yandan zenginlik artarken, toplumun alt katmanlarinda büyük bir yoksulluk
hüküm sürüyordu. Tabir, altin yaldizla kapli görüntünün altindaki ciddi sosyal
sorunlara isaret eder.
Sanayi devrimi sürecinde, ekonomik alandaki esitlikçi yapi
gerilerken siyasi alanda esitlikçilik yükselise geçti. Ilerici ve popülist
hareketler ivme kazandi, devletin denetlemeci rolü artti, homurdanmakta olan
genis kitleleri memnun edecek vergi düzenlemeleri getirildi. Birkaç on yil
sonra patlayan Büyük Bunalim, plütokrat kesimi daha da sikacak tedbirlerin
alinmasina yol açti. 1944 yilina
gelindiginde, yüksek gelirlilerin vergi orani % 94’e ulasmisti, oysa 1897’de gelir vergisi diye bir sey yoktu.Sinif savaslari Avrupa’da Marxizmin yesermesine yol açti. ABD’de F.
D. Roosevelt tarafindan uygulamaya sokulan New Deal (Yeni Düzen/Anlasma) ve
Avrupa’da devletçe saglanan sosyal yardimlarin giderek artmasi, bir anlamda
yayilan kizil tehdidin önünü kesmek içindi. % 99 tarafindan yutulmaktansa,
onlarla bir anlasmaya gitmek tercih edilmisti. Ne gariptir ki, proletaryanin
durumunu düzeltmek amaciyla yola çikan Bolsevikler döneminde Sovyet blok, bir diktatoryaya
dönüstü ve isçi kesiminin yasam standartlari, Bati’daki sinifdaslarinin
gerisine düstü. ABD’de ise, plütokratlarla, digerleri arasindaki uzlasma ise
yaramisti. 1940 ile 1970 yillari arasinda ABD gelir piramidinin tepesindeki %
1’i ile digerleri arasindaki uçurum daraldi; tepe % 1’in toplam ulusal gelirden
aldigi pay % 15’den % 7’nin altina düstü. 1947 ile 1977 yillari arasi, Amerikan
orta sinifi için gelecekleri bakimindan güven ve umut dolu olabilecekleri bir
altin çag idi. Bati Avrupa’da da, güçlü ekonomik büyüme, yüksek vergiler ve
yaygin sosyal refah uygulamalari gibi unsurlarla bir araya gelmis, böylece ABD
benzeri bir ortam olusmustu.
1970’lerde isler tepeden tirnaga degismeye baslayacakti. Bu degisimi
tetikleyen dinamiklerin baslicalari teknoloji devrimi ve küresellesme
idi. Ikiz dinamiklerin yarattigi degisim, Bati dünyasi ve uzantilarinda, sanayi
devriminin meydana getirdigi ölçüde büyük bir büyüme saglamadi ise de % 2-3
oraninda bir yillik ortalamanin sürekliligini mümkün kildi. Bu bile tarihsel
açidan bakildiginda çok büyük bir oran sayilmalidir.
Esas degisim, Çin, Hindistan gibi gelisme yolundaki ülkelerde
yasandi. 1820 ile 1950 yillari arasindaki uzun sürede bu iki ülkedeki kisi
basina milli gelir neredeyse hep ayni kaldi. 1950 – 1973 arasi % 68, 1973 –
2002 arasinda ise tam % 245 artti ve mali krize ragmen artmaya devam ediyor!
Amerikan orta sinifini umutlandiran dönem, R. Reagan’in
(Ingiltere’de M. Thatcher’in) is basina gelmesiyle tersine dönmeye basladi.
Yüksek vergi diliminde yer alanlarin vergileri büyük ölçüde düsürüldü (%
70’den, % 28’e), sendikalar dizginlendi, sosyal yardim harcamalari tirpanlandi
ve devletin ekonomideki kontrolü iyice gevsetildi. Bu politikalar dünya
ölçeginde yayildi, serbest piyasa ekonomisinin benimsenmesi komünizmin
çökmesine yol açti. Böylece piyasa ekonomisi, ise yaradigi kanitlanmis tek
sistem olarak rakipsiz kaldi. Kizil tehlike bir tehdit olmaktan çikinca serbest
piyasa yanlilari, daha da cesaretlenerek küresellesmeyi destekleyen
uluslararasi kurumlari ortaya
çikardi. Bu ortam,
plütokrat sinifinin bir kez daha yükselise geçmesine yol açacakti ama bu kez
ülke bazinda degil, küreselölçekte…
Gelir dagilimi adaletsizligini inceleyenler, tepedeki % 1’lik
kesimin yükselisini, hangi ideolojik bakis açisiyla baktiklarina bagli olarak
üç farkli sekilde izah ediyorlar. Reagan’cilara göre bu yükselisin kisilerle
ilgisi yok, olay tamamen teknoloji devrimi ve küresellesmeyle ilgili. 1950
yilinda otomotiv sanayiinde gerçeklestirilen ve isçilerin grev yapmamalari
sartina bagli olarak daha genis saglik ve
emeklilik haklari elde etmeleri konusundaki Detroit Uzlasmasi aleyhtari
liberallere göre, gelir adaletinin bozulma nedeni siyaset. Plütokrasinin
zirvesindekiler ise her iki tezin de dogru oldugunu söylüyor.
Tezlerden hangisinin dogru oldugu daha epey tartisma kaldirir ama
tartismasiz olan gerçekler sunlardir ki, teknoloji devrimi ve küresellesme,
tepedeki % 1’in daha da zenginlesmesine ve siyaseten güçlenmesine yol açiyor.
Detroit Uzlasmasinin çökmesi sonucu zengin kesimin üzerindeki vergi yükünün ve
devlet denetiminin azalmasi, oyunun kurallarini, kazananlar lehine
degistiriyor, bu da 1. Yaldizli Çaga dönüsün isaretlerini veriyor.
BRIC3 ÜLKELERININ SAHNEYE ÇIKISI VE IKIZ YALDIZLI ÇAG19.YY’daki sanayilesme devrimi, ABD’de yaldizli yillari ve o yillari
yöneten Soyguncu Baronlari ortaya
çikarmisti. Günümüzde dünya ekonomisi teknoloji devrimi ve küresellesme ile farkli
bir yapiya evrilirken, yeni bir yaldizli
çaga, yeni bir plütokrasi takimi
ile giriyoruz.
Sanayilesmis Bati dünyasi için bu ikinci Yaldizli Çag oluyor,
yükselen ekonomiler için ise birincisi. Yükselen ekonomilerde isin kaymagini
süphesiz tepedekiler yiyor ama degisim milyonlarca insani, dar gelirlilikten
çikarip orta sinifa terfi ettiriyor, yüz milyonlar ise fukaraligin pençesinden
kurtulmaya basliyor. Ekonomistler bu es zamanli yaldizli çag olusumunu yeni
teknolojilere oldugu kadar komünizmin çöküsüne ve dünyadaki liberal
uygulamalarin zaferine bagliyorlar. Bunun, her seyden öte, siyasi bir devrim
oldugu konusunda ayni fikirdeler. Massachusetts Institute of Technology (MIT)
ögretim görevlisi Istanbullu ekonomi profesörü Daron Acemoglu’na göre,
gelismekte olan ekonomilerdeki – özellikle Çin ve Hindistan – hizli büyüme,
Bati’daki siyasi ve teknolojik uygulamalar sonucunda birçok isin, sözü edilen bu
ülkelerdeki orta derecede beceriye sahip isçi ordusu tarafindan yapilabilir
duruma gelmesi sayesinde gerçeklesti. “Bu nedenle” diyor Acemoglu, “Gelismekte
olan ülkelerin ilk Yaldizli Çagi, Bati’nin ilk Yaldizli Çagina oranla çok daha
hizli ilerliyor. 1950’lerde, Hindistan’da is gücü ucuzdu ama Bati dünyasi bu is
gücünü etkili biçimde kullanamiyordu. Simdi durum farkli, Çinli ve Hintli
isçiler dünya ekonomisi ile çok daha bütünlesmis durumdalar ve bu yüzden çok
hizli bir ekonomik büyüme saglayabiliyorlar ”.
Ikinci Yaldizli Çagini yasayan Bati dünyasinda, teknolojik devrimin
bir sonucu olarak, mavi yakalilarin yerini robotlar, beyaz yakalilarin yerini
ise bilgisayarlar aliyor. Bir yandan ikinci Yaldizli Çagini yasamakta olan Bati
dünyasi, bir yandan da ilk Yaldizli Çagini yasamakta olan gelisme yolunda
yolundaki ülkeler, hüküm süren degisimden yararlaniyor. Eger Dallas veya
Duesseldorf’ta bir sirket sahibi iseniz, köylülükten sehirlilesmeye evirilen
bir yükselen ülke isçisini mutlaka istihdam ediyorsunuzdur.
___________________________________________
3 BRIC
Ülkeleri: Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin
Batili plütokratlarin durumu iyi. Çünkü hem 19.YY Soyguncu
Baronlarinin sürdügü sefayi, hem 21.YY teknoloji zenginlerinin keyfini es
zamanli olarak sürdürüyorlar ama olan, iki Yaldizli Çagi ayni anda yasamak
zorunda kalan orta sinifa oluyor. Basi sikisan eger bir sirketse, isçi
çikariyor, maaslari kisiyor, isini baska ülkelere tasiyor, bir biçimde paçayi
siyiriyor, en azindan seçenekleri daha fazla. Ama isçiler için durum vahim! Bir
yandan pasta büyüyor ama bir yandan da o pastadan pay alanlarin dilimi
ufaliyor. Daha iyi bir egitim alin, daha iyi yerlere gelin demek kolay, bunu
kirkindan, ellisinden sonra yapmak zor. Bu yüzden son 15 yilda en büyük
sikintiyi orta siniflar çekti.
ÇIN SENDROMU
Gelir dagilimi adaletsizligini inceleyen Amerikali ekonomistler ana
nedenin teknoloji devrimi oldugu konusunda uzlassalar da ABD is gücü
piyasasinin verilerini derinlemesine arastiran “Çin Sendromu” kitabinin
yazarlari, ana sebebin küresellesme ve özellikle Çin’le yapilan ticaretin çok
daha etken oldugunu söylüyorlar. ABD imalat sektöründeki mavi yaka is
kayiplarinin dörtte birini bu nedene bagliyorlar ve ekliyorlar; “Çin sendromu
sadece is kayiplari yaratmakla kalmiyor, maaslar düsüyor ve umutlarini yitiren
insanlar artik is aramaz oluyor, ortalama hane gelirleri hizla azaliyor,
devletin issizlik sigortasi ödemeleri yükseliyor”. Üst kademelerde iyi gelir
getiren isler var, en alt düzeyde gelir saglayan islerde de fazla bir fark yok
ama orta düzeyde gelir getiren isler hizla azaliyor ve orta sinif güç
kaybediyor. Bazi yazarlar buna isgücü piyasasinin “balli ve b..tan isler”
olarak ikiye bölünmesi diyorlar. Ortadaki islerin nasil yok olduguna dair bir
örnek: 2006 yilinda, iPod üretimi için, cihazin icat edildigi ülke olan ABD’de
13.920 isçi çalisirken, ABD disinda neredeyse bunun iki misli (27.250) isçi
çalisti (Bunlarin 12.270’i Çin’de, 4.750’si Filipinler’de, kalani diger
ülkelerde).
Bu gerçege fazla sasirmamis olabilirsiniz, bir de suna bakin: iPod
isinde çalisan 13.920 ABD’li isçi emekleri karsiliginda toplam 750 milyon $
kazandi. Buna karsin, ABD disinda ayni isi yapan 27.250 isçi toplam 320 milyon
$ kazandi. Bu esitsizlige, ABD’deki iPod çalisanlari açisindan biraz daha
yakindan bakalim; toplam 13.920 ABD’li çalisanin yarisindan fazlasi (7.789),
lojistik, destek, perakendecilik gibi mesleki uzmanlik gerektirmeyen alanlarda
görevliydiler ve toplamda 220 milyon $ para yaptilar. Esas parsayi götürenler,
mühendisler ve sair uzmanlar oldu, tam 530 milyon $ kazandilar. Bu meblag, iPod
isinde çalisan 27.250 yabanci isçinin kazandiginin toplamindan bile bir hayli
fazla. Ne demistik? Balli ve b…tan isler…
ABD’de teknolojik devrime ve küresellesmeye karisik duygularla bakan
birçoklarinin endisesi, parlak Amerikan beyinleri tarafindan icat edilen
birçok yeniligin, ABD disinda, içeride oldugundan daha fazla istihdam
yaratmasi. Küresellesmenin bazi ülkelerde gelir dagilimi adaletsizligi
yarattigi kabul edilse de büyük resme bakildiginda ekonomideki büyüme etkisiyle yoksul kesimi varsillik
yönünde hareketlendirdigi, birçok saygin bilim adaminca kabul ediliyor. Goldman
Sachs’in tahminlerine göre, BRIC ve N-114 ülkelerinin
ekonomileri gelistikçe, 2030 yilina kadar
dünya orta sinifina
2 milyar yeni katilim olacak.
_______________________________________________________________
4 N-11 : “Next Eleven = Bir
Sonraki Onbir Ülke” anlaminda kullaniliyor ve su ülkelerden olusuyor; Türkiye,
Banglades, Misir, Endonezya, Iran, Meksika, Nijerya, Pakistan, Filipinler,
Güney Kore, Vietnam.
Birbirleriyle iletisim kurma özellikleri sayesinde insan unsuruna
giderek daha az ihtiyaç duyan makinelerin zenginligi yarattigi asikâr ama artan
refahin daha adil biçimde dagitilmasi,
üzerinde durulmasi gereken esas zorlugu teskil
ediyor.
MUTLU KÖYLÜLER,
MUTSUZ MILYONERLER
Yaygin inanisin aksine, belli bir asgari esik asildiktan sonra
fazlalasan gelirin insan mutlulugunu artirmadigi ortaya çikmakta. 2006 yilinda
Gallup tarafindan yapilan ve “Mutsuz büyüme paradoksu” diye adlandirilan
anketin sonucu böyle. Örnek Çin’den verilmis; sehirlere göçen köylüler
zenginlesmis ama bu onlari köylerinde oldugundan daha mutlu hale getirmemis.
Mucize ekonomilerin hemen hepsi için ayni sonuç geçerli. Bu çeliskiyi tam olarak izah eden bir çalisma henüz ortaya
çikmadi ama genellikle hizli ekonomik gelismelerin, adaletsizligi ve
belirsizligi de beraberinde getirdigi düsünülüyor.
Avusturya kökenli ABD’li ekonomist ve siyaset bilimci J. Schumpeter
(1883-1950), bu duruma “yaratici
tahribat” diyor ve ekonomik oynakligin (volatilite), kaybedenler üzerinde
yikici etkileri oldugunu, kazananlari bile tedirgin ettigini söylüyor.
Yükselen piyasalarda bu durum psikolojik olmaktan ibaret degil. Bati
dünyasindaki ilk Yaldizli Çagda oldugu gibi, sermaye ile isgücü, varsil ile
yoksul arasindaki bir sürtüsme bu.
KAZANANLAR
Saygin bir gelir dagilimi arastirmacisinin konuyla ilgili olarak,
ABD’nin son yüzyili üzerine yaptigi bir saptama var. Buna göre, 1920 ve 1940
yillari arasinda ülke gelirinin % 45’i, tepedeki % 10’luk kesime gidiyor. Ikinci
dünya savasi döneminde bu oran % 33’lere düsüyor ve 1970’lerin sonlarina kadar
böyle devam ediyor. Bu yillardan sonra oran zenginler lehine hizla yükseliyor,
2006 yilina gelindiginde tepedeki % 10’luk kesim ulusal gelirin % 50’lik
kismini elde eder hale gelmis oluyor. Ama esas degisim, tepedeki % 10’un kendi
içinde! 2002 ile 2006 arasinda meydana gelen büyümenin yarattigi gelirin ¾’ü
tepedeki % 1’e gidiyor. Yani sosyal
uçurum sadece zenginle fakir arasinda degil, zenginle çok zengin arasinda da
fazlasiyla genisliyor.
Credit Suisse’nin hesaplamalarina göre dünyada, net sahsi varliklari
1 milyon $’i asan 29,6 milyon insan yasiyor (dünya nüfusunun yaklasil % 0,5’i).
Bunlarin % 37,2’si Avrupa’da, % 37’si
Amerika’da, % 19,2’si Çin – Hindistan hariç Asya ve Pasifikte, % 3,4’ü Çin’de,
gerisi Hindistan, Afrika ve Latin Amerika’da yasiyor. 2011 verilerine göre,
serveti 100 milyon $’i asan 84.700 zenginin ise % 44’ü ABD’de, % 28’i
Avrupa’da, % 15’i Çin ve Hindistan’da, gerisi Asya – Pasifik’te yasiyor. Süper
zenginlere gelince, % 42 ile ABD en basta (35.400), Çin % 6,4 ile ikinci sirada (5.400),
bunlari sirasiyla Almanya
(4.135), Isviçre (3.820),
Japonya (3.400), Rusya (1.970), Hindistan (1.840), Brezilya (1.520), Tayvan (1.400), Türkiye
(1.100), ve Hong Kong (1.030) takip ediyor. ABD’de finansal krizi takip eden 2009 – 2010 toparlanma döneminde
elde edilen kazancin % 93’ü, tepedeki % 1’lik kesime gitmis. Söz konusu % 93’ün
% 37’si ise en tepedeki % 0,01’lik kesimi temsil eden plütokratlarin olmus.
2009 yilinda ABD’nin en çok kazanan 25 Hedge Fonu yöneticisinin beherinin
ortalama kazanci 1 milyar $’i geçmis.
II PLÜTOKRAT
KÜLTÜRÜ
ADINI HIÇ DUYMADIGINIZ EN MESHUR AMERIKAN IKTISATÇISI
Adini muhtemelen hiç duymadiginiz Henry George, 19.YY’da yasamis çok
sevilen bir iktisatçiydi. Yasadigi dönemdeki söhretini ancak T. Edison ve M.
Twain gibi ünlüler gölgeleyebiliyordu. 1879 yilinda yayinlanan Progress and
Poverty = Kalkinma ve Yoksulluk adli kitabi 3 milyon satmis, onlarca dile
çevrilmisti. Denizcilikten, gaz sayaci okuyuculuguna, yazarliktan,
politikaciliga bir sürü ise girip çikan George, çok küçük bir farkla kaybettigi
New York Belediye Baskanligi seçimlerine ikinci kez adayligini koymus, büyük
ihtimalle bu kez kazanacagi seçimlerden dört gün önce vefat etmisti. New York
Times, Lincoln’in cenaze töreninin bile onunki kadar görkemli ve kalabalik
olmadigini yazmisti.
George’a göre sanayi devriminin en gizemli iktisadi sonuçlarindan
biri, refahi adil biçimde dagitamamasi olmustur. Kazananin her seyi götürdügü
ortamda gaz lambalari ile aydinlatilan
sokaklari üniformali polisler koruyordu ama o sokaklarda sayilamayacak kadar
çok dilenci, üç bes kurusun pesinde, gelene geçene avuç açiyordu. George’un bu
duruma koydugu teshis alabildigine basitti; yenilesimin (inovasyon) meyvelerini
mülk sahipleri yemekteydi. Çagdasi Karl Marx, kalkinma ve yoksullugun Avrupa
versiyonuna toptanci bir yaklasimla bakiyor, suçu özel mülkiyete atiyordu.
George’in, sanayilesmeyle, serbest ticaretle, devlet müdahaleciliginin az
olmasi gerektigi fikriyle bir problemi yoktu.
Onun derdi, sanayilesmenin ve sehirlesmenin kaymagini yiyip bu döngüye
hiç katki koymayan rantiye kesimiyleydi. Bir sistem olarak kapitalizmin kendisini
degil ama 19.YY Amerikan kapitalizmini elestirdigi için halk arasinda çok
seviliyordu, amaci ülkeyi Soyguncu Baronlardan kurtarip Thomas Jefferson
demokrasisine dönüs yapmakti.
ÇALISAN
ZENGINLER
Gerge’un acimasizca elestirdigi 19. YY rant zenginlerinin aksine
günümüzün plütokratlari genellikle çalisan kesimden çikiyor. Buna Süryani
asilli Meksikali mültimilyarder Carlos Slim ve Rus oligarklari da dahil. Evet,
bunlar da rant pesindeler ama servetlerini atalarindan kalan mülklerden degil
çalisarak elde ettikleri mülklerden çikarmaktalar.
Iktisat tarihçisi P. Lindert’in bulgularina göre 1916 yilinda
Amerika’nin en zengin % 1’i, kazançlarinin sadece beste birini maasli islerden
elde ediyordu, 2004 yilinda bu oran üçe katlandi, tepe % 1’in kazançlarinin % 60’ini
bordro gelirleri olusturur hale geldi. Dolayisiyla, 20.YY’da gelir
hiyerarsisinin tepesindeki sermaye sahipleri (rantiyeler) yerlerini üst düzey
yöneticilere (çalisan zenginler) birakmis oldu. Tepedeki % 1’in gelir
yapisindaki, rant kazançlarindan, bordro kazançlarina dogru kayma, kazananin
her seyi götürdügü türden bir ekonomik isleyisin meydana çiktigi döneme denk
geldi.
Forbes’in 2012 yili için yaptigi milyarderler siralamasindaki 1.226
kisiden 840 adedi zenginliklerini kendileri yaratanlardan. Aristokrat degiller.
Iktisadi liyakate sahip, refahi tüketmek kadar refah yaratmakla da mesgul olan
insanlar. Küresel plütokratlar, lüks yasantilarini çok çalismalarinin ödülü
oldugu için hak edilmis sayiyorlar.
Dünya genelinde de benzer bir durum var. Hindistan’in kirsal
kesimlerinde hâlâ varliklarini sürdüren ve kast sisteminin en diplerinde yer
alip üsttekilerle ayni kuyunun suyunu bile paylasmasi yasaklanmis Dalit’ler
arasindan dahi, açik deniz sondaj kuleleri yapimcisi Ashok Khade gibi mültimilyarderler
çikabiliyor. Khade, kendi ifadesine göre, kast sistemiyle mücadelesini,
kapitalizm vasitasiyla sürdürüyor.
TEKNOLOJI KURTLARININ (ALFA BIREYLER) YÜKSELISI
Teknoloji Kurtlarinin en yaygin biçimde yasadiklari ortam, tabi ki
kültürünü ve ekonomik motorunu yarattiklari yer olan Silikon Vadisi ama bu tür
bireyler, plütokratlarin oldugu her yerde var. Teknoloji taseronlugunun icat
edildigi Hindistan’in Bangalore kentinde sürüler halinde dolasirlar. Rusya’nin
dogal kaynaklarini ele geçiren oligarklar ise, ahbap çavus iliskilerinin
yarattigi plütokrat türünün tipik birer örnegidirler. Bu oligarklarin en önemli
yedi tanesinden altisi, bilimsel alanlarda üst düzey diplomalara sahiptir.
Meksikali Carlos Slim, mühendislik egitimi almistir ve servetini sayilarin
dilinden iyi anlamasina atfeder.
Teknoloji kurtlarinin süperlerinden biri, çocuklarin hangi dalda
egitim almalari konusundaki tavsiyesi soruldugunda duraksamadan “istatistik”
demistir. Ona göre verileri analiz etme yetenegi 21. YY’in en aranan becerisi
olacaktir. Alfa bireylerin gelir piramidinin
tepesindeki % 1’in içine tirmanmalari çok iyi egitim almis olmalarindandir. Bu
da gösteriyor ki iyi bir egitim, gelecege dönük olarak yapilabilecek en verimli
yatirimlardan biridir.
Teknoloji ile egitim arasindaki etkilesim gelir dagilimini
sekillendirir. 19.YY’da yasanan ilk Yaldizli Çagda teknolojik ilerlemeler,
egitim alanindaki iyilesmelerden daha hizli cereyan ediyordu. Bunun
neticesinde, o zamanin ölçülerine göre iyi bir egitim almis iseniz, (lise mezuniyeti
iyi bir egitim sayilirdi. Unutulmasin, yukarida sözünü ettigimiz Henry George,
14 yasindayken okulu terk etmisti) kazanciniz egitimsiz isçilere oranla daha
yüksek oluyor, taban maasiniz üzerine
bir de egitim munzam ödentisi (primi) alabiliyordunuz. Sonraki elli yil boyunca
Amerika, kamu orta egitimine muazzam yatirim yapti, egitimdeki ilerleme hizi,
teknolojik ilerleme hizini yakaladi, egitimli insan sayisi artinca da taban
maaslar ile primli maaslar arasindaki makas daraldi. Ne var ki son otuz yilda
egitimin hizi kesildi, teknoloji ise aldi basini gitti. Bu ortamda Alfa
Bireyler dogal olarak kiymete bindi. 1979 ile 2005 yillari arasindaki dönemde
üniversite mezunlarinin maas primleri, lise mezunu olanlara göre iki mislinden
fazla artti ve gelir dagilimi dengelerini fena halde bozdu. Lisansüstü egitim
alanlar bu farki daha da açti. Çok nitelikli egitim sahibi olanlar ise,
kazananin her seyi götürdügü bir sistem içinde asiri biçimde ödüllendirildiler. ABD’nin en saygin
üniversitelerinde (Ivy League5)
okuyan birinci sinif ögrencilerinin sayisi (27 bin civari), üniversite
çagindaki toplam ögrenci sayisinin % 1’i kadardir. Iste, gelir piramidinin en
tepesindeki % 1’in içinde yer alacaklarin en kuvvetli adaylari bunlardir.
Ögrencilerin, kendilerine bu kategoride yer açmak için söz konusu
üniversitelere kapagi atmalari ise iyice zorlasti. Çünkü böylesi nitelikli bir
egitim genellikle, aileden kalacak mirasa oranla daha yüksek bir gelir vaat
ediyor. Bu nedenle olsa gerek, ailelerin evlâtlarini bu üniversitelere sokmak
için çilginca bir yarisin içinde olduklarini da belirtmek gerek. Çok iyi bir
not ortalamasi, saygin
bir üniversiteye girmenin
garantisi degil artik,
farklilasarak
___________________________________________________________________________________________________________________________________
5 Ivy League: ABD’nin kuzey dogusunda
bulunan ve 8 vakif üniversitesinden olusan birlik. Üye üniversiteler sunlardir:
Brown, Columbia, Cornell, Dartmouth, Harvard, Princeton, Pennsylvania, Yale
digerlerinden ayrismak da gerekiyor. Harvard Üniversitesi rektörünün
yakin bir geçmiste verdigi röportajdan bir alinti yapalim; “Bir keresinde,
belli bir bölüme, notlari olaganüstü iyi olan birçok aday içinden sadece bir
tanesini seçecektik. Çincenin Mandarin lehçesini konusabilen bir çocuk vardi,
ailesinin destegiyle büyük paralar harcayip, rakiplerinden ayrismak için bu
konuda özel ders almisti. Onu kabul ettik tabi, yazik oldu digerlerine”.
HERKESIN IKINCI BIR SANSI OLMUYOR
Ekonomideki hizli degisim süreci, start takozundan hizli çikis
yapamayanlarla, ilk birkaç tur boyunca yanlis yöne kosanlara ikinci bir sans
vermiyor. Sartlar o denli hizli degisiyor ki, tecrübe, kisinin sahip olmakla
övünebilecegi bir özellik olmaktan neredeyse çikti. Internet üzerinden satis
yapan Sikago merkezli Groupon’un üst düzey bir yöneticisi, Wall Street Journal
benzeri önemli kurumlardan transfer ettikleri elemanlardan bile bekledigi
performansi alamadigindan yakiniyor. Söyledikleri; “Bunlara bildiklerini
unutturmak, yeni bir sey ögretmekten daha zor!”
Is dünyasinin belirsizlikleri, en basarili çalisanlara dahi her an
isini kaybetme korkusu yasatiyor bu da onlari mutsuz ediyor. Erken yasta elde
edilen basarilar ise ekonomideki dengesizlik ve belirsizliklere karsi faydali
bir güvence.
SERMAYENIN
ÖKSÜZLERI
Hizli yasayan süper seçkinler için haftanin dört gününü evden
uzaktan geçirmek adeta bir statü sembolü. Yazar N. S. Turow, “Uçan Sinif” diye
tanimladigi bu kesimin mensuplarina “Sermayenin Öksüzleri” adini yakistirmis.
Aile yasantilari yok gibi, en büyük güdüleri, is anlasmalari ve piyasalarin
durumu. New York’daki bazi borsa uzmanlari çalar saatlerini Frankfurt
borsasinin açilis saatine ayarlayip öyle yatiyor, bazilari uyumuyor bile, uyku
kaçirici ilaçlarin kullanimi da çok yaygin.
EGOLARI YIKAN BIR MAKINE
Süper seçkinlerin yasadiklari zirvelerde kalici olma süreleri
giderek kisaliyor. Fortune 500 CEO’larinin belli bir firmadaki ortalama çalisma
süreleri son on yilda, 9,5 seneden 3,5 seneye düsmüs vaziyette. Kendi
sirketinin patronu olmak da kisiyi piyasalarin belirsizligine karsi
koruyamiyor. Piyasalar, adeta egolari paramparça eden bir makine. Kendilerine
kâinatin efendileri sayan finansman dâhileri, tek bir hatali yatirimla
milyonlarini kaybedip kendilerini cehennemin en sicak yerinde bulabiliyorlar.
Sapina kadar laik bir kisilik olan Soros, kendi elemanlarina yatirimlarda
yapilacak hatalarin “Günah” oldugunu anlatiyor.
Süper elitlerin kafa yapisini anlayabilmek için önce o kisilerin
endise dolu bir yapilari oldugunu ve belirsizlikler içindeki bir dünyada, çok
agir bir tempo ile çalistiklarini kabul etmemiz gerekiyor. Bu insanlar, sadece
sahsi çikarlarin pesinde kosan bencil bireyler olmadiklari iddiasindadir.
Örnegin Google’in sirket düsturu “Seytan olmayin!” seklinde dile getiriliyor.
Sirketin kurucularindan simdiki CEO Larry Page, hayirli islerin hâmisi
olduklarini su örneklerle belirtir;
arama motoru sayesinde elde edilen bilgiler birçok hayati kurtarmistir,
soförsüz otomobil projesi ise, siyasetçilerin, sosyal ve insani yardim
kuruluslarinin kurtarabileceginden çok daha fazla hayati kurtaracaktir. Page’e
göre insanlarin Google’da çalismak
istemelerinin ana nedeni
zengin olmak degil,
dünyayi iyi yönde
degistirmek arzusudur. Ona göre Silikon Vadisi, üniversite havasi içerisinde,
esitlikçi ve liberal bir kültürün yeserdigi
vahadir.
Plütokratlar, serbest piyasalarin, özgür insanlar anlamina geldigi
inanciyla kapitalizmi bir özgürlük teolojisi olarak görürler. Onlara göre,
ülkelerin ekonomileri özgürlestikçe, siyasi yapilari da özgürlesir.
Plütokratlar giderek kitalararasi bir sinif haline gelmekte. Bu
sinifin mensuplari, ait olduklari ülkelerdeki vatandaslarindan ziyade kendi
aralarindaki iliskiye önem veriyorlar. Adeta basli baslarina bir ulus
olusturmus vaziyetteler. Davos olsun, Cannes film festivali olsun, Ascot at
yarislari olsun, nerede uluslararasi bir etkinlik varsa, dünya vatandasi kimlikleriyle
orada boy gösteriyorlar, uçmanin kolayligiyla da bunu kolaylikla
yapabiliyorlar. Iletisim kolayliklari sayesinde dünyanin neresinde olurlarsa
olsunlar islerini takip edebiliyorlar. Elbette kendi ülkelerinde olup
bitenlerle de ilgileniyorlar ama küresel olaylar onlarin daha fazla ilgisini
çekiyor. Mesele bir ülkeden bir ülkeye beyin göçü olayi olmaktan çikmis
durumda, söz konusu olan uluslararasi bir beyin sirkülasyonu.
Süper seçkinler için ülkelerinin pasaportlarindan çok, mezun
olduklari üniversitenin diplomasi önemli. Çocuklarinin egitimine de çok önem
veriyorlar. Rus oligarklari bunu çocuklarinin mezuniyet törenleri için
üniversite bahçelerine helikopterleriyle inerek, gösterisli bir biçimde ifade
ediyorlar. Çinli plütokratlarin yillik harcamalarini 1/5’i çocuklarinin egitimine gidiyor. Bu sinifin
mensuplari evlâtlarinin orta egitimi için, uluslararasi ölçekte arkadas çevresi
edinmeleri maksadiyla Ingiltere’yi tercih ediyor. Yüksek egitimin tartismasiz favorileri
ise Amerikan Ivy League üniversiteleri. Artan sayida beynelmilel plütokrat,
bagislariyla bu seçkin egitim kurumlarini destekliyor ve karsiligini da,
adlarinin üniversitelerin sinif odasi, konferans salonu gibi mekânlarina
verilmesi suretiyle aliyor. Bu önemli bir statü sembolü.
DÜNYA VATANDASLARI
Uluslarin insan yapilari nasil tek tip degilse, süper seçkinler de
tek tip degil, kendi aralarinda ayrisiyorlar ama gerçek anlamda küresel
plütokratlar genellikle baskici ve istikrarsiz yönetimlere sahip ülkelerden
çikiyor (Örn. Ruslar ve Orta Dogulular). Ingilizce ortak dilleri, bir kültür
ortami olarak da Ingiltere’de yasamayi seviyorlar. Bu ülkede degeri 2,5 milyon
Pound ‘un üzerindeki malikânelerin % 60’i yabancilarin mülkiyetinde.
Amerikalilar, is dünyasinin küresel elit yöneticileri arasina son
katilanlardan. Beyin avcilarinin
verilerine göre Ingilizler gerek kendi sirketlerinde yabanci CEO’lar
çalistirmak ve gerekse yabanci ülkelere CEO ihraç etmek açisindan Amerikalilara
göre üstünler ama yarisa sonradan katilan Amerikalilar arayi hizla kapatiyorlar.
Degisim özellikle Wall Street’de belirgin. 2006 yilinda önde gelen sekiz Wall
Street bankasinin sekizinin de CEO’lari Amerika dogumlu Amerikalilardandi.
Günümüzde bu sayi bese düstü, bunlardan ikisi ise (Citigroup ve Morgan Stanley)
Amerika disinda dogup büyümüslerden.
1982 yilinda General Electric’de ise baslayan günümüzün CEO’su J.
Immelt, finansal balonlarin patladigi 2007 yilina kadar geçen 25 yillik sürede
dünya ekonomisini sürükleyen gücün, tartismasiz olarak Amerikan tüketicisi
oldugunu söylüyor ve ekliyor “ancak, gelecek 25 yillik süreçte bu degisecek.
Küresel büyümenin motoru Asya’dan, orta sinif saflarina 1 milyar yeni tüketici katilacak. Bu yüzden de, benim yerimi alacak
yeni CEO’nun, yükselen piyasalara sahip bir ülkeden çikmasi beklenmeli”.
Silikon Vadisi sirketlerinden birinin CEO’su, satislarin % 90’inin
ABD disina yapildigini ifade etti. Çalisanlarinin da büyük bir bölümünün
yabanci oldugunu söyleyen bu yönetici, bu durumun ABD’li isçiler için bir sorun
olabilecegini ama isverenin yeni sartlara kolaylikla ayak uydurabilecegini
belirtti.
Efsanevi enflasyon savasçisi ABD Merkez Bankasi eski baskani Paul
Volcker, büyük Amerikan sirketlerinin kendilerini artik Amerikan degil
uluslararasi sirket olarak tanimladiklarindan bahsederken, hükümetin bunlara
iyi davranmamasi halinde çekip baska ülkelere gitmelerinden tedirginlik duymaya
basladigini söyledi. Diger Amerikan sirketlerinin de hizla beynelmilel bir
kimlik kazanamamasi halinde, yarisin gerisinde kalacaklarindan endiseli. Bunun
belirtileri var; küresel ticaret ve sermaye akisi hareketlerinde New York
siklikla devre disi kalabiliyor. Dünyanin en büyük metal sirketi bir Hint
kurumu, en büyük Alüminyum sirketi ise Ruslarin elinde. Dünyanin en hizli
gelisen ve en büyük bankalari Çin, Rusya ve Nijerya’da, hepsi de yerel
nitelikli kurumlar.
FIKIRLERIN ARISTOKRASISI
Sanayi Devrimi henüz baslangiç evresindeyken Adam Smith, dünya
ekonomisinde çok önemli degisimler
meydana gelecegini öngörmüs, bunlarin basinda da sermayenin mülk sahipliginden
çikip hisse senedi sahipligine dönüsmesi olacagini söylemisti. 1776 yilinda
yazdigi The Wealth of Nations = Uluslarin
Zenginligi adli kitapta söyle devam eder Smith: “ Toprak sahipleri,
mülklerinin bulundugu ülkenin vatandasi olmak zorundadirlar. Oysa hisse senedi
sahipleri dünya vatandasidirlar, hiç bir ülkeye bagli olmak zorunda
degildirler. Can sikici vergilere tabi tutulduklari anda hisselerini alip,
servetlerini gönüllerince kullanabilecekleri baska ülkelere çekip
gidebilirler”. Smith, seçkinlerin globallesmesini tarif ediyordu adeta.
Statülerinin kamuoyu önünde tescillenmesi anlaminda günümüzün süper
seçkinlerini ne yat, ne özel jet, ne de Sövalye nisani tatmin ediyor. Onlarin
en çok öykündükleri statü sembolü, adindan sikça bahsedilen bir hayir kurumu
vakfina sahip olmak. Bunu, dünyayi degistirebileceklerini kanitlamanin bir yolu
olarak gördükleri için arzuluyorlar. Degisim yaratma potansiyeline sahip büyük
vakiflarin ana destekçiligine soyunmus onlarca plütokrat mevcut. Iki örnek vermekle
yetinelim; Afrika’daki hastaliklarla mücadele etmek için kurdugu vakifla Bill
Gates ve Newark’daki devlet okullarinin kalkindirilmasi amaciyla kurulan vakfa
yüz milyonarlarca dolar bagislayan Mark Zuckerberger. Bu çabalar, kiskanilasi
süper elitlerin toplumsal kabul görmelerinin, adeta fânilikten çikarilip
azizlik mertebelerinde algilanmalarinin bir yöntemi olarak görülüyor.
M. Bishop, servetlerin hayir islerine harcanmasina
“Filantro-kapitalizm” tanimini getirmis. Yazar, ayni ismi tasiyan (Philantro-Capitalism) adli kitabinda,
hayirseverlerce (philanthropists) servetlerin edinilmesi sirasinda gösterilen
liyakat ve çaliskanligin, hayir islerinin yönetilmesi sirasinda da gösterilmesi
halinde dünyanin olumlu anlamda nasil degisebilecegine, sorunlarla nasil bas
edilebilecegine dair örnekler veriyor.
Özellikle Rus oligarklarin sergiledigi, özel jet edinmek, futbol
takimi satin almak gibi “yeni zengin” davranislari, yerini, hayir isleri
yapmak, sanatsal etkinliklere destek olmak gibi sosyal davranis biçimlerine
birakmakta. Artik ulusal kimliklerini bir kenara koymus ve küresel kimlik
haline gelmis olan plütokratlar, söz konusu bagislari dogduklari ülkelere
yapmaktan çok, sosyal ve hatta siyasi anlamda en büyük degisimi
gerçeklestirebilecekleri alanlara yapmayi tercih ediyorlar.
FILANTRO
KAPITALIZM
Siyasilesmis plütokratlar, dünyayi yöneten elitlerin arasina hizli
bir katilim sürecindeler. Bunlarin arasinda, sahsi servetlerini ülkelerindeki
siyasi iktidarda yer alma adina harcayan Mike Bloomberg ve Mitt Romney
gibilerini oldugu kadar, ideolojilerini baska bir ülkeye, bölgeye hatta dünyaya
yayma adina harcayan G. Soros gibilerini de sayabiliriz. Soros’un, kurdugu Açik
Toplum Enstitüsü vasitasiyla tek basina komünizmin yikilmasina yol açtigini söylemek
abarti olur ama eski Sovyetler Birligi ile Dogu Avrupa ülkelerinde demokrasi ve
çogulculugun yükselmesi hareketlerini fazlasiyla etkiledigi çok açik.
Esas sorun siyasilesmis plütokratlarin servetlerini, çikar çatismali
alanlarda harcamasi. Örnegin, Koch kardesler, dev rafinerilere, petrol boru
hatlarina, orman ürünleri isleme tesislerine sahiptir. Bu ikili, hükümetin
sanayii denetlemesine karsi çikiyor, küresel iklim degisikligine süpheci gözle
bakiyor ve servetlerinin hatiri sayilir bir bölümünü, çevreci kültürü
zayiflatmaya dönük islere harciyorlar.
Yüksek gelir gurubunun vergilerinin artirilmasi gerektigini savunan
Warren Buffet bir istisna olsa da, ünlü zenginlerin, dar gelirlilere yönelik
sosyal harcamalarin azaltilmasi, üst dilim mükelleflerin vergilerinin
düsürülmesi ve benzeri konularda ciddi lobi harcamalari yaptiklari da bilinen
bir gerçek. % 0,1, % 1’E
KARSI Ukrayna’daki Turuncu Devrimi yakindan izleyen Isveçli ekonomist
Anders Aslund’a göre, ülkedeki siyasi baskilara artik tahammül edemeyen
ögrencilerle, Rusya yanlisi politikalara karsi çikanlarin direnisleri, devrimi
tetikleyen unsurlardir ancak isin bir de üçüncü boyutu bulunur; milyonerlerle
milyarderlerin çatismasi! Ülkedeki ahbap-çavus iliskileri tepedeki oligarklarin
çok isine geliyordu ama bu iliskiler pastadaki payini büyütmeye çalisan
orta sinifa ve küçük burjuva kesimine
büyük zarar veriyordu. Sonunda sabirlari tasti ve oyunun kurallarinin daha
esitlikçi olmasi için isyan ettiler.
******Milyonerlerle milyarderlerin çatismasi, Tahrir Meydani dâhil,
dünyanin her yerinde kendini göstermektedir. Iyi kazanan, üst düzey bir Google
çalisani olan Misirli Wael Ghonim, Tahrir meydanindaki protestocularin ana
organizatörlerinden biriydi. Eylemcilerin internet üzerinden örgütlenmesini
saglamis ve Mübarek rejiminin yolsuzluklarina karsi durusuyla askeri elitin de
güvenini kazanmisti. Time dergisinin düzenledigi geleneksel yilin en etkili 100
bireyi siralamasinda, 2011 yilinda listeye girmeye hak kazanmis, katkilariyla
ivme kazanan direnis Mübarek’in tüm yetkilerini Subat 2011’de Silahli Kuvvetler
Konseyine birakarak iktidardan çekilmesiyle sonuçlanmisti.
Amerika’daki Occupy Wall Street hareketi de % 1 ile % 99 arasindaki
savasa farkli bir boyut katmisti. Ne var ki bu iki kesim arasindaki adaletsiz
gelir dagilimindan daha vahimi tepedeki % 1’in kendi içinde yasaniyordu. Gelir piramidinin tepesindeki % 0,1
ile % 0,9 arasindaki büyük kültürel ve ekonomik uçurum, bir de siyasi ayrismaya
dogru evrilirse ülkenin gündeminin degismesi mukadderdir.
Yillik gelir açisindan tepedeki % 0,1’i çogunlukla finans sektörü
mensuplari olusturuyor. Tepedeki % 1’in kendi içindeki çekismelerin odak
noktasi ise, % 0,9 mensuplarinin, üzerlerindeki guruba, ahbap-çavus iliskileri
nedeniyle duyduklari hinç.
KADINLAR BU ISIN NERESINDE?
Plütokratlar genellikle erkek. Forbes’in 2012 milyarderler listesine
baktigimizda, 1226 milyarderin sadece 104’ünün kadin oldugunu görüyoruz.
Çikartin miras ve sair yollarla servet
edinen esleri, kiz çocuklari ve dullari, sayi daha da küçülür. Isin sasirtici
yani, % 99’a bakildiginda kadinlarin giderek daha iyi egitim aldiklarini, daha
çok kazandiklarini ve daha fazla güç sahibi olduklarini görüyoruz, öyle ki eger
bir plütokrat degilseniz amiriniz büyük ihtimalle bir kadindir. Erkek süper
seçkinler tarafindan yönetilen ama kadinlarin hâkim konumda olduklari bir orta
sinif düzeninden bahsediyoruz.
Dünyada da benzeri bir trend göze çarpiyor. Istatistiklerin
yapilmaya baslandigi yillardan bu yana ABD’de ilk defa 2009 yilinda bordrolu
çalisanlarin arasindaki kadin sayisi, erkek sayisini geçti. 2010 yilinda,
çalisan her on aile sahibi kadindan dördü, evin esas gelir saglayicisi oldu.
Hâl böyle iken, % 1 sinifinin içindeki kadin sayisinin neden daha fazla
olmadigini, kadinlarin kariyer seçimlerine baglayanlar var.
En çok kazananlarin finans kesiminden oldugunu biliyoruz. Bu alana
en çok asilanlarin basinda erkekler geliyor. B. Clinton döneminde Hazine
Bakanligi, Obama döneminde Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörlügü yapmis,
kariyerinde Harvard rektörlügü de bulunan ekonomi profesörü Larry Summers,
yapilan özel bir sohbet sirasinda bir an bos bulunup konuya isik tutan su
sözleri söyledi: “Profesyonel yasamim boyunca sayisiz kadin elemani ise aldim.
Hiçbirinin mesleki açidan erkeklerden geri kalan yani yoktu ama yapitaslarinda,
o erkeklere özgü öldürme içgüdüsünü göremedim. Kavgadan kaçiniyorlar, insanin
sah damarina dalmasini bilmiyorlar. Bir kadin çalisanima, yaptigi isin hatali
oldugunu söyledigimde agladi! Kazananlar aglamayanlarin arasindan çikar”. Larry
Summers’in kamu sektörü disinda, çok yüksek maaslarla özel finans sektörü
deneyimleri bulundugunu ve tüm is hayati boyunca kadinlara pozitif ayirimcilik
uygulayan bir yönetici oldugunu da belirtmeden geçmeyelim…
III SÜPERSTARLAR
SINIFSAL
GÜÇ ODAGI OLMA YOLUNDAKI ENTELLEKTÜELLER
1970’lerde komünist rejim altindaki Macaristan’da gizlice yazilan ve
Bati’ya kaçirilan yukaridaki isme sahip kitap, etik degerleri yüceltmesi
gereken entelektüellerin (yazarlar, sairler,
doktorlar, fizikçiler vb.)
devlet mekanizmasini ve
ekonominin dizginlerini ele geçirmeye basladigindan ve çalisan siniflarin yönetimini öngören
Marx’in hülyalarini saptirdigindan bahseder.
Komünizmin çökmesi ve küresel piyasa ekonomilerinin yükselmesi, çok
iyi egitim almis teknokratlarin önünü açmis, yazarin sözünü ettigi gelismelerin
benzeri 21. YY’in baslarinda dünyanin birçok yaninda kendini göstermeye
baslamistir. Beceri odakli teknik degisimler, özellikle Bati’da, gelir dagilimi
adaletini daha da bozmakta. Isgücü piyasalarinda yüksek egitim gerektiren
meslek erbabina ödenen maaslar firlamis, alt düzeydeki isler degisimden fazla
etkilenmezken orta sinifi destekleyen islere ödenen maaslar düsme egilimine
girmistir. New York eyaletinin Merkez Bankasinin, profesyonel ekonomistlerden
olusan bir topluluk nezdinde yaptigi bir arastirmaya göre, gelir
kutuplasmasinin basta gelen nedeni, teknolojik ilerlemeler. Uzmanlar, ikinci
siradaki nedenin hangisi oldugu konusunda bir mutabakata varamamislar ama
üçüncü, dördüncü siralara, küresellesmeyi ve siyasi tercihleri (asgari ücretin
düsürülmesi, sendikalarin geriletilmesi…) koymuslar. Degisik alanlarda yüksek
egitim olanlarin hepsi nedense (!), öne çikan güçlü sinifin bir mensubu
olamiyor. Örnegin, Ingiliz edebiyati üzerine PhD yapmis parlak bir birey, söz
konusu sinifin yanindan geçemiyor ama finansçilarin, hukukçularin ve bilgisayar
uzmanlarinin bu sinifa girme sanslari oldukça
yüksek. Zaten hep sözünü ettigimiz o “% 1” de bunlardan olusuyor.
Teknolojinin öne çiktigi, “kazanan her seyi götürür” mantigiyla isleyen küresel
ekonomilerde, söz konusu % 1’in en tepesindekilere “süperstar” deniliyor.
Ekonominin hizli bir büyüme sürecine girdigi savas sonrasi dönemde
bu olumlu gidisatin ana itici gücü mavi yakalilarla, yönetimsel islerin
birçoguna hâkim olan orta sinifti. Teknolojik ilerlemeler sayesinde alfa
bireyler yükselise geçti. Is imkânlari azalan ve kazançlari düsen eski hâkim sinifin mensuplari,
egemenlik alanlarina giren bu yeni seçkinlere karsi antipati duymaya
basladilar. Isin ilginci, duyulan bu tepkinin anonim olmasiydi. Gerek
muhafazakâr Tea Party hareketinin mensuplari, gerekse kendilerini % 99’un
forumu olarak tanimlayan, sol egilimli
Occupy Wall Street hareketinin mensuplari, yükselen alfa bireylerden ayni
derecede nefret ediyordu. Buna karsin, ideolojik yelpazenin hem solundan, hem
sagindan gelen yeni seçkinler siyasal güç sahibi olma mertebesine
yükselebiliyordu (Barack Obama - Mitt Romney). Buna bilissel bölünme
denilebilir; bir tarafta kanita dayali bir dünya görüsü var, diger tarafta ise
inanç ve ideolojileri esas alan bir dünya görüsü. Bu ayrisma, günümüz
Amerika’sinin en önemli fay hattini olusturuyor. Obama’nin, Wall Street ve
Silikon Vadisi gençleri arasindaki popülerliginin bir nedeni de tipki kendileri
gibi yönetim gücünü verilerden almasi, neyin ise yarayip, neyin yaramadigini
deneysel yaklasimlarla belirlemesi. Obama, danismanlarini da bu tip kisilerin
arasindan seçiyor.
Veriyle yatip veriyle kalkan süper teknoloji kurtlari (super-geeks)
artik sadece Wall Street, Silikon Vadisi veya bu tip sembolik yerlerin
dünyadaki muadillerini yönetmekle yetinmiyorlar. Iktidardaki parti hangisi
olursa olsun Washington’un da iplerini ele geçirmis vaziyetteler.
ILK YALDIZLI ÇAGIN DIVASI: ELIZABETH BILLINGTON
1700’lü yillarin sonlarinda sanatinin zirvesine çikmis Ingiliz
soprano Bayan Billington yilda 10 bin Pound kazaniyordu. Bu rakam, 500 tarim
isçisinin bir yillik toplam gelirine esitti. Modern iktisat biliminin
babasi sayilan Alfred
Marshall, yaklasik yüz
yil sonra, sanayi
devrimi sayesinde Ingiltere’de GSMH’nin olaganüstü boyutlarda arttigini
belirtir ve ünlü sopranoyu bu artisin ortaya çikardigi ürünlere bir örnek
olarak gösterir. Marshall’in tespitlerine göre, refah artisi siradan zanaatkâr
takiminin gelirlerini düsürürken, konusunun gerçek birer uzmani olanlara
yapilan ödemeleri asiri biçimde yükseltiyordu. Marshall, süperstar ekonomisinin
dogusuna sahitlik etmekteydi.
Konularinin uzmanlari her devirde baskalarina fark atan gelir elde
ediyorlardi. Rönesans devri sanatçilarin kazançlari, Rus Çarlarinin Batili
askerî uzmanlara ödedigi paralar birer örnektir. Ancak, o günlerin imkânlari,
uzmanlarin kazanabilecekleri gelirlere dogal bir sinirlama getiriyordu.
Örnegin, Bayan Billington tas çatlasa sesini kaç kisiye duyurabilirdi ki? Bir
de Pavarotti’nin olanaklarini düsünün…
Insanlarin ünlü sanatçilari izlemek için ödedigi ücretler eskiye
oranla düsmüs olabilir ama teknoloji sayesinde ulasilan insan sayisindaki
artis, söz konusu sanatçilara sinirsiz kazanç imkâni getirmistir. Tabi zirvede
kalmayi basarabildikleri sürece.
Internetin yayginlasmasiyla müzik endüstrisinin ciddi bir darbe
yedigi biliniyor. Ama burada ilginç bir paradoks var. Ünlü sarkicilar, bir
yandan kendilerini zirveye çikaran teknoloji yüzünden gelir kaybina ugruyor ama
bir yandan da o teknolojiyi kullanarak, hayranlari ile iletisim kuruyor ve
zirvede kalmayi basarabiliyorlar. Sistemin temelinde Twitter var. Örnegin Lady
Gaga ile ile Justin Bieber’in yirmi milyonun üzerinde takipçisi var. Tweet’ler
onlara para kazandirmasa da bolca konser seyircisi kazandiriyor, seyirci de
internet yüzünden ugranilan zarari telafi edecek parayi getiriyor.
ALFRED
MARSHALL HAKLI ÇIKTI
Kendi alanlarinda süperstar olanlarin gelirleri sinirsiz biçimde
arttikça, islerin ters gitmesi halinde kayiplari da büyük olabiliyor. Örnegin,
büyük sigorta sirketi AIG, kurumu 4,3 milyar $ kayba ugrattigi gerekçesiyle
kendi yöneticisi H. Greenberg aleyhine dava açmisti. Greenberg’in savunmasini,
o güne kadar ismi pek duyulmamis D. Boies adli bir avukat yapti ve davayi
kazandi, avukatlik ücreti olarak da 100 milyon $’i cebine indirdi.
Kaybedebilecegi 4,3 miilyar $ düsünüldügünde Greenberg’in avukatina ödedigi
ücret devede kulak sayilir ama bu sayede Boies elit avukatlar dünyasina girmis
oldu. Mimarlik, güzel sanatlar gibi alanlarin öne çikan bireyleri de küresel
plütokratlar sayesinde süperstarlar sinifina giriyor ve sansi olanlar da
zamanla o plütokratlarin sinifina geçis yapabiliyor.
Bir dönem Google’in CEO’lugunu yapmis E. Schmidt, global
plütokrasinin, lüks mallarin fiyatlarinin, bunlari üretip satanlarin servetleri
üzerine etkisini söyle anlatiyor: “ Ben bir pilotum ve uçak endüstrisinin
isleyisinden iyi anlarim. Bir ara özel jetlerin fiyatlari, olmasi gerekenden %
80 daha pahaliydi çünkü Rus oligarklar bir anda piyasaya üsüserek bu uçaklardan
birer tane edinme yarisina girmisler, fiyatlar da çildirmisti. Moda
mahallelerdeki gayri menkul fiyatlari için de ayni durum söz konusudur. Keyif
için harcanabilecek para miktarindaki artisin ekonomiye etkisi böyle bir sey”.
Olup bitenler plütonomi ekonomisi. Küresel seçkinler sinifi,
“digerleri” ile arayi açtikça, lüks hizmetlere olan talep, siradan hizmetlere
olan talebe göre daha hizli artiyor. Küresel süper
elitlerin var oldugu dünyamizda, disçiler bile süperstar olabiliyor.
Fas dogumlu Fransiz dis hekimi Bernard Touati, bir keresinde ünlü bir Rus
oligarkini tedavi etmis ardindan da Allah kendisine yürü ya kulum demisti. Simdilerde
düzenli olarak Abramovich’in özel jetiyle Moskova’ya uçuyor ve müsterisinin dis
bakimini yapiyor. Touati’nin süper zenginlerden olusan müsteri listesine
baktigimizda plütonominin biz fânileri bir kenara ayirarak kendine özgü, izole
bir küresel sinif yarattigini görüyoruz. Rus oligarklar, süperstar Fransiz
disçileri, Wall Street bankacilari ve Arap Seyleri süperstar iç mimarlari
yaratiyor. Eger o lige girebilirseniz, kisitli sayidaki küresel seçkinin elinde
birikmis olan servetten istifade edebilirsiniz. Is hayatina Sibirya veya Orta
Bati Amerika’da baslamis olmaniz fark etmiyor. Eger süper seçkinler sinifina
girmisseniz, ayni disçiye, ayni iç mimara gidiyorsunuz. Plütonomi bu biçimde kendi içinden besleniyor
ve ahbap çavus iliskilerinin hâkim oldugu küresel bir köye dönüsüyor. Böylece,
A. Marshall’in bir asir önce dikkatini çeken olgu, günümüzde tam anlamiyla
gerçeklesiyor; dünya ekonomisi büyüyüp özellikle süper elitler servetlerini
katladikça, süper zenginlere hizmet sunan süperstarlar da süper ücretler talep
edebiliyor.
YETENEK VE
SERMAYENIN ÇATISMASI
Bir is idaresi okulunun dekani tarafindan yapilan incelemeye göre,
su aralar yeni bir egilim islerlik kazanmis durumda. Buna göre, alanlarinin
süperstarlari, bagli olduklari kurum üzerinden, sadece müsterilerden
kaynaklanan kazançlarini arttirmakla kalmiyorlar, bizatihi kendi
isverenlerinden aldiklari ücret ve primleri de yükseltme olanagini
yakaliyorlar. Bu olgu ise, yetenek, (ya da süperstarlar) ile sermaye arasindaki
dengenin, yetenek lehine bozulmasi anlamina geliyor.
Sanayilesme devrimi döneminde isgücü ve sermaye arasindaki çatismaya
benzer bir savas cereyan etmekte. Bahse konu incelemeye göre bu çatisma, bilgi
temelli 21.YY kapitalizminin en önemli gerilim konularindan biri.
Geçtigimiz yüzyilda, patronlar sendikalara karsi tartismasiz bir
zafer kazanmislardi. Bahse konu incelemenin müellifine göre, bilisim
isçilerinin is hayatinda yarattiklari devrim sürecinde, patronlarin isi eskisi
kadar kolay olmayacak. Daha önce deginildigi gibi, günümüzün en zengin
Amerikalilarinin üçte ikisi, bordrolu olarak çalisan insanlar. Bu oran 100 yil
önce beste bir idi. Ekonomik güç sanayi devriminden bu yana ilk kez
çalisanlarin, daha dogrusu çalisanlarin arasindaki çok iyi egitimli ve zeki
olanlarin eline geçiyor.
Eskiden, bir çalisanin buharli bir makinaya sahip olmasi ve is
yerini degistirirken makinayi da yanina alip götürmesi hayal bile edilemezdi.
Içinde bulundugumuz bilgi çaginda, çalisan kisi bilgisayarini koltugunun altina
sikistirip daha iyi bir kazanç veya istikbal gördügü bir baska is yerine çekip
gidebiliyor. Artik yatirimlar makinalara degil, bilgiye ve o bilgiye sahip olan
bireye yapiliyor. Bilgi alaninin süperstarlari daha çok kazaniyor ve gücü eline
geçiren sinif olarak öne çikiyor.
WALL STREET VE
SÜPERSTARLAR
Özellikle sanayi devrimi sürecinde oyunun en kârlilari bankacilardi.
Ama bunlar sermaye sahibi idiler, yanlarinda çalisanlarin görevi skoru tabelaya
yazmaktan ibaretti. Bilgi çagi ilerledikçe,
isin rengi degismeye
basladi. Finans kesimi
çalisanlari bilgilerini patronun sermayesini artirmaya dönük degil, sahsi çikarlari dogrultusunda
kullanmayi ögrendiler. Böylece Forbes milyarderler listesindeki en baskin
meslek grubu olarak yerlerini aldilar. Hedge fund ve benzeri türev ürünleri,
finansal kapitalizmi istikrarsizlastiran temel unsur olarak görebilirsiniz ama
süper elitlerin bunlar sayesinde ortaya çiktigi da bir gerçek.
Finans kesimi çalisanlari yillik kazanç açisindan kendilerini, hedge
fund, girisim sermayesi gibi islerle
ugrasan patron/yöneticilere kiyasla çirak çikmis gibi görürler. Oysa 2011
yilinda yapilan bir arastirma, Goldman Sachs’in yillik gelirinin % 42’sini çalisanlarina
ödedigini gösteriyor. Bu oran Morgan Stanley için % 51, Credit Suisse için %
44. Görülüyor ki, sermaye ile yetenek arasindaki çatisma, yetenek lehine
gelisiyor. Wall Street belki kapitalizmin kalesi ama Yugoslav isçi kolektifleri
gibi çalisiyor!
Bilim adamlari arasinda ise söyle bir isleyis göze çarpiyor.
Buluslar, içeriklerinden ziyade kimin tarafindan bulunduguyla
degerlendiriliyor. Esasen san, söhret sahibi olan bilim insanlarinin bulus ve
eserleri, fazla ün sahibi olmayanlarin ayni derecede öneme haiz çalismalarina
oranla daha fazla ilgi çekiyor, sahiplerine daha çok kazandiriyor. Süper seçkin
bilim insanlari böyle ortaya çikiyor.
SERMAYENIN KARSI SALDIRISIWalt Disney stüdyolarinin CEO’su 1991 yilinda emrindeki üst düzey
yöneticilere bir not gönderdi. Notta, süperstarlarin yükselisinden duydugu
endiseyi dile getiriyor ve yetenekten ziyade söhrete ödenen primlerin asiri
artmasindan bahisle bu durumun maliyetler üzerine çok olumsuz etkiler yaptigina
isaret ediyordu. Sanatçilar, yazarlar, senaristler ve benzerleri, ünlerini
kullanarak aldiklari ücretin üzerine bir de hasilattan pay ister olmuslardi.
Söhret ve yetenek sahipleri açisindan kazan/kazan durumu, sermayedar açisindan
kaybet/kaybet sekline dönüsmekteydi. Iste, notun muhatabi olan yöneticilerin
kafa kafaya verip çözüm gelistirme talimati aldiklari sorun buydu.
Kiyida kösede kalmis, yetenekli ama bir “söhret ek ödentisi/ primi =
Celebrity surcharge” talep edecek kadar ünlenmemis sanatçilarin arayisina
girilmesine karar verildi. Bazi stüdyolar ise çareyi çizgi filmlere
odaklanmakta buldular. Ne de olsa illüstratörler, seslendirme sanatçilari ve
teknisyenler henüz o ek primi talep edecek durumda degillerdi. Reality show’lar
ve yarisma programlari da siradan insanlara söhret vaat ederek ünlülere anormal
paralar vermekten kaçinmanin bir yöntemi olarak ortaya çikti. Sermaye, finans
olsun, hukuk olsun tüm sektörlerde bas gösteren sermaye / yetenek çatismasinda
öne çikmaya baslayan “yetenek” faktörü karsisinda bir çikis yolu ariyordu.
Arastirmalara göre, sirket yönetimleri giderek kurucu ortaklarin
elinden çikarak, maasli yöneticilerin eline geçmeye baslamis vaziyette. Bu
durum yöneticilere olagan üstü güç ve yetki veriyor. Endüstrinin prensleri
denilen bu yönetici sinifi denetim altinda tutmak giderek zorlasiyor. Kamuya
açik sirketlerin küçük tasarruf sahibi ortaklarinin sayica artmasi, yönetimin
kurucu ortaklarin elinden çikip profesyonel yöneticilerin eline geçmesinde
büyük rol oynuyor. Bu gelismeler sonucunda yöneticileri yönetmek, 21. YY kapitalizminin
odagindaki sorunlardan biri haline gelmis durumda.
Harvard Business Review yazarlarindan K. J. Murphy çok ses getiren,
“Tepe Yöneticiler Aldiklari Her Kurusu Sonuna Kadar Hak Ediyor” baslikli
makalesinde, yöneticileri kamucu kafaya sahip memurlar haline getirmektense, onlari, yerlerini
aldiklari yürekli kurucu ortaklarinkine benzer bir düsünce tarzina dogru
yöneltmenin daha yerinde olacagini savunuyor. Bunu yolunun da, kazanç ve
kayiplarinin yönettikleri sirketin kâr veya zarariyla oranli bir hale
getirmekten geçtigini belirtiyor. Kisaca, performansa endeksli bir
ücretlendirme.
Savas sonrasi yillarda sürekli gerileyen CEO maaslari, ise yaradigi
belirlenen bu prensibin benimsenmesiyle hizla yükselmeye basladi. 90’lardan
itibaren de resmen uçusa geçti. S & P6 sirketleri
arasinda yapilan bir arastirmaya göre, 1992 yilinda 2,3 milyon $ olan yillik
ortalama CEO maaslari, 2001 yilinda 7,2 milyon $’a firladi. Kamuya açik
sirketler, 2001 – 2003 yillari arasindaki toplam net gelirlerinin % 10’undan
fazlasini zirvedeki bes yöneticisine maas ve ikramiye olarak ödedi. O yillar,
gelir piramidinin tepesindeki % 1’lik kesimin digerleriyle (% 99) arayi iyice açmaya basladigi yillardi. 1970’lerde CEO’lar,
ortalama bir isçinin 30 kati para kazaniyorlardi, 2005 yilina gelindiginde 110
kat fazla kazanmaya basladilar. Toplumun genelinde gelir dagilimi giderek
bozulurken, zirve yönetici ile bir kademe altindakinin arasindaki makas da
açilmaya basladi.
Bir CEO’nun süperstar olabilmesi ve onlar gibi kazanabilmesi için
sirketin sadik adami olmasi gerekmiyor artik. Eskiden bir ise, o isyerinde
emekli olana kadar çalismak amaciyla girilirdi. Bu düsünce günümüzde
geçerliligini yitirdi. Aksine, süperstar CEO’nun tek bir isyerine ve sektöre
takilip kalmasi artik makbul sayilmiyor. Önemli olan, örnek olabilecek liderlik
ve yönetim yeteneklerine sahip olmasi. Global sirketler, bu yeteneklere sahip
kisileri, dünyanin neresinde olurlarsa olsunlar, hangi ülkenin vatandasi
olurlarsa olsunlar istihdam edebilmek için birbirleriyle yaris halindeler. 10
milyar $ yillik geliri olan bir sirketin gelirini % 1 artiran bir CEO, sirketine 100 milyon $ kazandirmis
oluyor bu da dogal olarak kendisine ödenen ücrete yansiyor. 1980 ile 2005 yillari
arasinda büyük sirketlerin piyasa degerleri altiya katlanirken ayni dönemde
Amerikali CEO’larin maaslarinin da altiya katlanmasi tesadüf degil elbette.
Ne var ki, süperstar tipi CEO’luk modeli ile ilgili söyle bir ciddi
sorun var: Süper sporcularin ücretini takimin sahibi, süper sefin maasini
restoranin sahibi ödüyor ama CEO’larin maasini yönettikleri sirket ödüyor,
miktarini da o sirketin Yönetim Kurulu belirliyor. Özellikle ABD’de Yönetim
Kurulu Baskanlari genellikle ayni zamanda CEO’lugu da üstlenmis oluyorlar.
Sorun burada; kim kendi maasini kendi tayin etmek istemez ki? CEO’larin
basarilarinin hangi ölçüde kendi
yeteneklerine, hangi ölçüde piyasa sartlarina bagli oldugu da sorunlu bir alan.
Örnegin, petrol fiyatlarinin yüzde % 1 arttigi bir piyasada petrol
sirketlerinin CEO’larinin maas ve primlerinin % 2,5 arttigi tespit edilmis.
Buna karsin, petrol fiyatlari düstügünde, CEO maaslarinda herhangi bir azalma
görülmüyor. Sansin iyisi CEO’lari ödüllendiriyor ama kötüsü nedense
cezalandirmiyor! CEO’larin performansa dayali olarak ücretlendirilmesi iyi
bir sistem olabilir ama bunun güçlü bir
Yönetim Kurulu tarafindan denetlenmesi sart.
CEO ücretlerinin gelir dagilimi adaletini önemli ölçüde bozdugu bir
gerçek. Buna ragmen toplum süper CEO’lari seviyor ve bagrina basiyor. Bu
sevginin nedeni belki de insanlarin demokratik ortamlarda, uygun firsatlarin
çikmasi halinde bir gün kendilerinin de o pozisyona gelebileceklerine dair tasidiklari umuttur. Ne var ki, kazananin her seyi götürdügü ekonomik sistemlerde, tepede pek az kisiye yer var…
________________________________________________
6 S & P
Sirketleri: Standard & Poors tarafindan belirlenen ve piyasa degerleri
itibariyle Amerikan borsasinin % 75’ini temsil eden 500 büyük sirket.IV DEVRIMLERE DOGRU TEPKI VEREBILMEK
9 Agustos 2007 tarihinde BNP Paribas, yönettigi üç yatirim fonundan
para çekim islemlerini dondurunca, bunun bankalar arasi borçlanmayi
durduracagindan endise eden dünyanin önde gelen Merkez Bankalari ve AB Merkez
Bankasi, küresel para piyasalarina milyarlarla nakit pompalamaya basladi. Bu
iki olayin bir araya gelmesi, Büyük Bunalimdan bu yana yasanan en derin küresel
kredi krizinin baslangiç vurusu olarak kabul edilir.
Geriye dönüp bakildiginda, neyin dogru, neyin yanlis yapildigini
söylemek kolaydir ama süreç yasanirken balonun ne zaman
patlayacagini tahmin etmek o kadar kolay degildir. Örnegin, BNP olayindan sekiz
gün sonra, tertiplenen ve Wall Street’in en önemli yirmi yatirimcisinin bir
araya geldigi toplantida, sadece iki yatirimci durgunluga girilecegini
öngörmüs, digerleri olayin bir piyasa düzeltmesi oldugunu savunarak durgunluk
öngörüsüne katilmamislardi. O iki kötümserden biri Soros’du.
Soros dünyanin en basarili ve etkili yatirimcilarinin basinda gelir.
1969 yilinda kurdugu Quantum Fonu, 2000 yilina kadar yatirimcisina yillik
ortalama % 31 kazanç saglamistir (1969 yilinda bu fona yatirilan 10 bin $, 2000
yilinda 43 milyon $’lik bir degere ulasmisti). Soros arkadaslarinin
iyimserligini, kendi görüslerinin hakliligina bir kanit olarak görüyordu.
Bahsedilen toplantiyla yaklasik ayni tarihlerde Wall Street Journal, önde gelen
52 Amerikan ekonomi uzmaninin 2008 yilina yönelik beklentilerini derledi.
Bunlarin arasindan sadece bir tanesi, GSMH ’da bir düsüs olacagini öngördü.
Tahminler sadece finans alaninda yaniltici olmuyor, siyasi ve sosyal hayattaki
paradigma degisimleri de kolayca öngörülemiyor.
Örnegin onca belirtiye ragmen CIA, Sovyetler Birliginin çökmekte
oldugunu tespit edememisti. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden yaklasik bir yil
önce IMF yayinladigi bir raporda, ülkedeki ekonomik reformlari ve bunun
yarattigi istikrari öve öve bitirememisti.
Londra Üniversitesi profesörlerinden D. Sull, sirketlerin devrimsel
nitelikteki degisimlere tepkisini, eski tutumlarinin aynisini biraz daha
enerjik biçimde devam ettirerek verdigini söylüyor ve bu duruma “Active Inertia
= Aktif Atalet / Uyusukluk” ismini veriyor. Sull’un, tekeri çamura saplanmis
otomobil örnegiyle izah ettigi sekliyle, eger sürücü Aktif Atalet içindeyse, aracini
çamurdan çikarmak için ugrasmak yerine oturdugu yerden daha fazla gaza basarak
aracini iyice çamura gömer. Sirketler, piyasalardaki konumlarini tehdit eden
yeni teknolojiler veya rakiplerle karsilastiklarinda, alisilageldik yöntemlerle
sorunu asmaya çalisirlarsa kendi idam fermanlarini imzalamis olurlar.
Dünya genelinde 1980 sonlari ve 1990’lar, özellestirmelerin
yapildigi, devlet denetimlerinin azaltildigi ve gümrük duvarlarinin indirildigi
yillardir. Süper seçkin bireyler bu tür degisimlerin yasandigi ortamlara ayak
uyduranlar arasindan çikiyor (Soros gibi), büyük servetler de böyle zamanlarda
ediniliyor. Büyük degisimlerle teknolojik devrimin bir arada yasanmasi ise ekonomik, sosyal
ve siyasal volatiliteyi beraberinde getiriyor. Asirlarin
borsa uygulamalarinin terk edilip islemlerin bilgisayarlar vasitasiyla
yapilmasi iyi hos da, hatali bir yazilim, sirketlerin piyasa degerlerini bir
anda yerle bir edebiliyor. 6 Mayis 2010 çöküsünü hatirlayiniz. Teknoloji
devriminin bir yan ürünü olan Twitter ve Facebook üzerinden siyasi devrimler
bile organize edilebiliyor.
“Degismeyen tek sey degisimin kendisidir” söyleminde oldugu gibi
devrim artik yeni kültürel statüko. Devrimin getirdigi dönüsümlere en iyi
tepkiyi verenlerin, orta ögrenimlerini mahalli devlet okullarinda tamamlayip
yüksek egitimlerini Harvard benzeri saygin kurumlarda alanlarin arasindan
çiktigi sikça duyulan bir gözlemdir. Durumun nedeni söyle izah ediliyor:
Mütevazi ortamlardan gelip bu tür üniversitelere yerlesme becerisini
gösterebilenler esasen zeki ve hedefe odakli kimselerdir. Farkli bir dünyadan
terfi ederek buralara geldikleri için de geçerli paradigmalarin zayifliklarina
disardan bakabiliyor, o sisteme ait olmadiklarindan dolayi da disina düsmekten
fazla korkmuyorlar. Bu tiplere örnek olarak Mark Zuckerberg (Facebook) dâhil
birçok ünlü sayilabilir.
Bazilari, devrimlerle bas edebilme yetisinin genetik olarak tevarüs
eden biyolojik bir haslet oldugu iddiasinda. Eger toplum olarak devrimlere
uygun tepki verilecekse, mültecilere kapilari açik tutmali diyorlar, bunlarin
bir beyin kimyasali olan dopamin seviyelerinin çok yüksek oldugunu
savunuyorlar. Dopamin’in ise, merak, macera ve girisimcilik gibi yabanci
ortamlara uyumu kolaylastiran, nese ve cosku veren bir salgi oldugu biliniyor.
ABD, Kanada ve Ingiltere gibi çok göç alan ülke halklarinin yüksek dopamin
seviyesine sahip bireylerden olustugu da kabul edilen bir baska bilimsel
gerçek. Devrimlere tepki verme biçimi eger gerektigi gibiyse, bu durum süper
elitlerin dogmasina zemin hazirliyor. Süper elitlerin oldugu yerlerde ise,
onlar ile “digerleri” arasindaki gelir makasi açiliyor, orta sinif zayifliyor.
En büyük vurgunlar, ülkelerin merkezi plânlama sisteminden, piyasa
ekonomisi sistemine geçisi sürecinde yapiliyor. Tipki Rusya’da oldugu gibi. Bu
ülkedeki 20 yillik kapitalizm süreci, 100 civarinda mülti milyarder yaratti
(dünya genelinin % 8’i). Bu zümrenin sahsi varliklari, ülkenin toplam ekonomik
üretiminin kabaca % 20’sini satin alacak güçte.
Rusya örnegi, plütokrasi kavramina olumsuz bir algi yüklemekte.
Kremlin tipi kapitalizm, milyarderler yaratmakta basarili oldu ama alti yilda
ülke ekonomisi % 40 küçüldü, ortalama erkek yasam süresi, ‘90’lardaki Sahra
Alti Afrika’nin seviyelerine geriledi. Ama o yillar, Kremlin içindekilerle is
tutabilmeyi becerenler için en büyük özellestirme volilerinin vuruldugu
yillardi (ülkenin en zengin insanlarindan biri muhtemelen Vladimir Putin’dir).
Rusya’nin plütokratlarin da ABD’dekiler gibi, orta tabaka mensuplari
olarak ilk egitimlerini kamu okullarinda, yüksek egitimlerini prestijli
üniversitelerde yapmis olanlarin arasindan çikiyor. Bu sinifa girebilmek için
dogru zamanda dogru yerde ve dogru kisilerle irtibatta olmak kadar, sans da
büyük rol oynuyor. Örnek vermek gerekirse; Kakha Bendukidze, Gürcistan dogumlu
bir biyologdur. Bilimsel yetenekleri ve irtibatlari sayesinde multi milyarder
olmustur ama hiçbir zaman bir oligark haline gelememistir. Neden? Bendukidze
anlatiyor: “1992 yilinda Wall Street filmini seyrettim ve hiçbir sey anlamadim.
Eger siradan bir Amerikan sinema seyircisi kadar finans islerinden
anlamiyorsam, kendi bankami kurmaya kalkismam çilginlik olur diye düsündüm”. Ne
var ki, devlet bankalarinin faizlerinin düsük, enflasyonun çok yüksek oldugu
bir ortam, komünist sistemin çöküsünden sonra en büyük finans vurgunlarinin
vuruldugu dönemdi. Ucuz devlet kredileri sayesinde edinilen servetler, müstakbel oligarklar için sermayelerini katlama firsati oldu. Bu
birikim ise onlara, 1995 yilinda uygulamaya konulacak “borç karsiligi hisse”
düzenlemelerine katilma olanagi verecekti. Ellerinde büyük nakit bulunan is
adamlari, devlete ait dogal kaynaklari isleten kamu sirketlerinin hisselerini,
devlete verdikleri “borç“ karsiliginda çok uygun fiyatlarla aldilar. Hesapça,
borç geri ödendiginde hisseler de devlete iade edilecekti. Hükümetin bu borca,
1996 yilinda girecegi seçim harcamalarini karsilamak için ihtiyaci vardi.
Sonunda ne borçlar geri ödendi, ne de hisseler iade edildi. Muazzam dogal
kaynaklarin idaresi böylece üç bes kisinin eline geçmis oldu. Bendukidze’ye
dönecek olursak; müdebbir Gürcü, “Wall
Street” filmi yüzünden bu müthis firsati kaçirdigiyla kaldi.
Benzeri firsatlar, ekonomilerinde liberal açilimlar gerçeklestiren
tüm ülkelerde ortaya çikti. Bunlardan birini degerlendiren Hintli bir is adami,
dogru zamanda dogru ülkede bulunmanin kendi basarisindaki rolünü söyle
anlatiyor: “Hindistan % 8’lik bir hizla büyüyor ama bu ortalama hiz; bazi
sektörler % 20 büyüyor. Eger degisime, devrimlere dogru tepkiler verme
yeteneginiz varsa, % 20’lik sektörlerde yer alir, bir gecede milyarder
olursunuz”. Hizli büyüyen ekonomilerin cazibesi iste burada yatiyor. Eger
belirsizlikler sizi korkutmuyor, evinizden uzak bir yerde yasamaktan rahatsiz
olmuyorsaniz, gelismis ekonomileri olan ülkelerde pazar payinizi % 1
arttirmanin pesinde ömür tüketeceginize, uçlarda yasayan ülkelere gider büyük
para yaparsiniz.
ABD’de teknoloji devrimin yasandigi süreç, radikal paradigma
degisimlerini de beraberinde getirdi. Ortam, yetenegi, sansi ve bunlardan
yararlanma cesareti olanlara büyük servetler kazandiriyor. AT&T’nin CEO’su,
bu degisimlerin, elektrigin ve içten yanmali motorlarin kesfinden bu yana
yasanan en büyük ekonomik farklilasmalara yol açtigini söylüyor. Klâsik ve kablolu yayinciligin web temelli video
yayinciliga evirilme sürecini, bu farklilasmalara bir örnek olarak gösterebiliriz
(Bkz; You Tube). Web’in, kitap ve müzik islerinde yarattigi degisime bakinca
isin çapi anlasilabiliyor.Eger doktoranizi matematik veya istatistik alanlarindan birinde
yapmissaniz, geleceginizi “büyük veri” dünyasinda aramaya niyetlisiniz
demektir. Dijital verilerin toplanip islendigi uçsuz bucaksiz bir ortamin
(yaklasik 600 $’a alabileceginiz bir disk sürücüsüne, bugüne kadar dünyada
kaydedilmis tüm müzik parçalarini yükleyebiliyorsunuz) oyuncusu olmak,
biyoloji ve yükselen ekonomiler
konularinda uzmanlasmak, gelecek plânlari yapan
gençlere hararetle tavsiye ediliyor. McKinsey’in bir arastirmasina göre,
2018 yilina gelindiginde sadece ABD’de
derin veri analizi yapabilecek 140 bin ila 190 bin uzman açigi olacak, süphesiz
ki bunlarin arasindan da yeni milyarderler çikacak. Dünya, büyük baligin küçük
baligi yuttugu bir ortam olmaktan çikip, hizlinin yavasi yuttugu bir ortam
haline geliyor.
Büyük degisimlerin yasandigi dönemlerde bilinmesi gereken tek kural,
Tek Kural’in olmadigidir. Yeteri kadar kazandiginizi düsünüp masadan
kalktiginiz an, bir süper elit olmanin
firsatini kaçirdiginiz an olabilir. Özellestirmeler sirasinda bazi Rus
zenginleri bu hatayi yapip zengin olarak kaldilar, bazilari oligark oldu.
Bu günlerin Rusya’sinda herkesin diline doladigi moda kavram
“modernizasyon” . Rus liderler yarattiklari kapitalizm türünün 21. YY degil,
20. YY kapitalizmi oldugundan endiseliler. Bir Bengalore veya
Silikon Vadisine sahip olamadiklarina üzülüyor, geriye düstüklerine
inaniyorlar. Bu da harekete geçmelerine
sebep olmus. Ilk küçük servetini, 1988 yilinda Gorbachev’in baslattigi liberallesme döneminde, kendi
bilgisayar yazilimlarini satarak kazanan Viktor Vekselberg simdilerde Kremlin
tarafindan Rus Silikon Vadisini kurmakla görevlendirilmis. Vekselberg’in en
büyük endisesi petrol fiyatlarinin 100 $’i geçmesi. Yüksek petrol fiyatlarinin
inovasyon sektörünü baltaladigina inaniyor, böyle durumlarda tüm mühendislerin
bankalara ya da Gazprom’a kaçmalarindan sikâyetçi.
Teknoloji devriminin sirketleri daha verimli hale getirdigi, bunlarin
ortaklari ile tepe yöneticilerini zenginlestirdigi tartisilmaz ama isten
çikarmalara da yol açtigi bir gerçek. Yapilan arastirmalar, isten çikarilan bir
isçinin, baska bir yerde is bulacak kadar sansli olmasi halinde, eski isine
oranla ortalama % 30 daha az maasla çalismaya razi oldugunu gösteriyor.
Faruk Kathwari, cebinde 37 $ ile Kesmir’den kalkip New York’a
gelmis, dedesinin anavatandan gönderdigi ufak tefek objeleri satarak ticarete
baslamis. Zamanla Amerika’da mobilya üreten 20 fabrikanin sahibi olmus. Rekabet
sartlari nedeniyle, rakipleri üretimlerini ülke disina tasirken, o
zenginlestigi ülkeye karsi duydugu vefa hisleriyle bunu yapmamak için uzun süre
direnmis. Maliyet baskisi dayanilmaz bir hâl alinca teknolojinin nimetlerinden
yararlanmaya karar vermis. Otomasyona geçerek verimliligi arttirmis ama bunun
sonucunda 20 fabrikada yaptigi isi 7 fabrikayla yapar duruma gelmis ve bir sürü
isçisine yol vermek zorunda kalmis. O da paradigma degisimlerine dogru tepki
verenlerden ne var ki endiseli; “Uzun vadede basarili olmamiz, ülkenin tümünde
islerin yolunda gitmesine bagli. Issizligin artmasiyla, gelir adaletinin
bozulmasiyla nasil olacak bu?” diye soruyor.
V RANT PESINDE
Hindistan kökenli ünlü bir profesör ve ayni zamanda IMF’nin eski bas
ekonomi analisti R. Rajan, Hindistan’daki milyarder sayisinin GSMH’ye orani
bakimindan dünya ikincisi oldugunu söylüyor. Ülkesinin adaletsiz bir oligarsi
haline gelme riski tasidigini belirtiyor. (1. Rusya; 87 milyarder – 1,3 Trilyon
$ GSMH, 2. Hindistan; 55 milyarder – 1,1 Trilyon $ GSMH) Yasal zenginlige karsi
olmadigini ama Hindistan’da birçok kisinin hükümete yakin olmanin avantajiyla
zenginlestigini, durumun bu açidan endise verici oldugunu ifade ediyor.
Yükselen ekonomilerin çogunda benzeri bir durum var. Servetlerin çok
büyük bir bölümü, devletin elinde bulunan olanaklar (toprak, dogal kaynaklar,
resmi ihaleler) sayesinde elde ediliyor. Süper seçkin tabakanin mensuplari,
ekonomiye bir deger katarak mevcut gelir pastasini büyütmek yerine, siyasi
nüfuzlarini kullanarak o pastadan paylarina düsen dilimi büyütmenin pesinde.
Iktisatçilarin “rant ekonomisi” diye adlandirdiklari bu durum, süper zenginler
ile “digerleri” arasindaki makasin açilmasini körüklüyor ve günümüzün en sicak
siyasi sorunlarindan birini teskil ediyor.
Ekonomiye deger katarak ürettikleri ürünler büyük halk kitleleri
tarafindan hayranlikla tüketilen Bill Gates ve Steve Jobs’un milyarlari
istiflemesi ile vergi mükelleflerinin ödedigi trilyonlarla kurtarilan
bankalarin yöneticilerine ödenen tazminatlarla o yöneticilerin istifledigi
milyarlar farkli seyler.
Rant ekonomisi neticede, devlet kontrolündeki ekonomi mekanizmasinin
gelir dagilimi konusundaki kurgusuyla ilgili bir seydir. Rantçiligin önünü
almak maksadiyla devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü azaltmaya dönük liberal
kararlarin, amaçlananin aksine rant ekonomisini sahlandirmasi da ilginç bir
paradoks. Özellestirmeler yoluyla olsun, yeni yasalarin nüfuzlu kesimlere yarayacak
sekilde düzenlenmesi yoluyla olsun muazzam kaynaklar el degistirmekte. Devlet
mekanizmasina hâkim olanlar kolaylikla bas döndürücü bir servet edinebiliyor.
Örnegin, Nikaragua’nin otoriter egilimli Somoza ailesi ile Haydarabat Nizami
Mir Osman Ali Han ailesinin, 20. YY’in en zengin aileleri olarak liste basi
olmalari bosuna degil.
YÜZYILIN SATISI
2005 yilinin Ekim ayinda Ukrayna, ülkenin en büyük demir/çelik
fabrikasini özellestirme yoluyla satma karari aldi. Hint kökenli Mittal ailesi
ile Ukraynali oligarklarla isbirligi halindeki Lüksemburg merkezli Arcelor’un
çekismesine sahne olan
ihalenin kazanani Mittal
oldu. 2 milyar $ olan muhammen bedele karsilik satisin 4,8 milyar $ olarak
gerçeklesmesi ilginçti ama daha ilginç olani suydu; Ukrayna’nin ismi cismi
duyulmamis bir kentinde, Stalin döneminden kalma bu hurda tesis, 1991 yilinda
Sovyetlerin çökmesiyle ortaya çikan yeni devletler tarafindan yapilan
özellestirmeler arasinda en yüksek bedeli getiren kamu kurumu olmustu. Yüz
milyarlarca varil petrol rezervini kontrol eden sirketler, dünya nikel rezervinin % 25’ini elinde bulunduran kurum, elmas madenleri, devasa alüminyum
tesisleri bile bu fiyata ulasamamisti. Bu örnek, posasi çikmis bir demir/çelik
fabrikasina ödenen ücretin yüksekligini degil, sözü edilen diger kamu
mallarinin ne denli düsük bedelle satildigini, adeta hediye edildigini
gösteriyor. Bahsedilen bu özellestirmeler, kamu malinin özel ellere geçisi
anlaminda insanlik tarihinde görülen en büyük kaynak transferi olarak kabul
ediliyor.
21. YY’in milyarderlerinin olusmasindaki en güçlü dinamik, eski
Sovyetler Birligindeki yüz yilin
satislari olmustur. Ne teknoloji devrimi, ne de Wall Street oyunlari bu sayida
milyarder yaratabilmistir (Forbes 2012 milyarderler listesine göre Rus
özellestirme oligarklari birinci sirada, ikinci sirayi teknoloji sektörü,
üçüncü sirayi finans sektörü zenginleri aliyor). Su kadari tartismasizdir ki,
devlet kontrolünün azaltilmasindan yola çikilarak yapilan özellestirmeler,
ister merkezî, ister karma ekonomilerde, hatta ister Bati ekonomilerinde (basta
Ingiltere) yapilsin, küresel süper seçkin zümreye birçok yeni üye kazandirmistir.
DÜNYA TARIHININ EN ZENGIN ADAMI KIMDI?
Bu kadar zengin insandan bahsedince, aralarindaki en zengini hangisi
sorusu akla geliyor. Genel kabul gören bir ölçütün bulunmamasi nedeniyle
muhtelif çaglarda yasamis kisilerin zenginlik açisindan mukayese edilmeleri
zordur. Adam Smith, bireylerin zenginligini,
emrinde çalistirdigi insan sayisiyla ölçerdi. Günümüzde bu ölçüt, fakir
ülkelerin zenginlerini mukayeseli olarak, daha varlikli ülkelerin zenginlerine
oranla oldugundan daha zengin gösterebilir. Romali Marcus Crassus’un servetinin
yillik getirisi, 32 bin Romalinin yillik ortalama gelirinin toplamina esitti
yani neredeyse Roma Imparatorlugunun hazinesi büyüklügünde bir servetten
bahsediyoruz. Soyguncu Baronlar döneminde Andrew Carnegie’nin 1901 yilindaki
geliri, 48 bin ortalama Amerikalinin yillik gelirine, J. D. Rockefeller’in 1937
yilindaki geliri ise ayni yildaki 116 bin ortalama Amerikalinin gelirine
esitti. Ancak 2012 Forbes listesinin basindaki Meksikali Carlos
Slim bunlarin hepsine
fark atti. Slim’in 69 milyar $ olarak hesaplanan servetinin o yildaki
getirisi, tam 400 bin Meksikalinin kazancina denk geliyordu. Arastirmacilar
ikinci siraya Rus oligark Mikhail Khodorovski’yi koyuyor. Adi geçenin
tutuklandigi 2004 yilindan bir önceki yildaki servetinin o yildaki getirisini, ayni yilda 250 bin
ortalama Rus bir yil çalisarak eldeedebiliyordu.
Slim milyonerlikten milyarderlige terfi edisini, siki fiki iliskiler
içinde oldugu siyasiler sayesinde kazandigi Meksika telekomünikasyon
özellestirmesine borçludur. Sektördeki tekel olma konumunu, alti yil boyunca
sürdürme ayricaligi da isin kaymagi olmustu. Sabit hatlarin % 80’nini, GSM hatlarinin % 70’ini kontrol eden Slim Telekom
Imparatorlugu, inovasyon konusunda neredeyse hiç yatirim yapmadi. Buna karsin
Meksika’nin ticari telekom aboneleri OECD ülkeleri arasinda en yüksek konusma
ücretini ödemekteydi. Bireysel abonelik tarifeleri ise OECD ülkeleri arasinda
ikinci en yüksek olaniydi. Bunun bir sonucu olarak 2007 yilinda Meksika
halkinin sadece yarisi sabit hatta % 60’i GSM hattina sahipti. Gerçi bu oranlar
özellestirme öncesine göre ciddi ilerlemelere isaret ediyor ama Meksika ile
kabaca ayni kisi basi milli gelire sahip Türkiye’nin performansina kiyasla
oldukça düsük kaliyor.
Kirli iliskiler en çok, liberallesme adimlari atan gelismekte olan
ülkelerin devlet gücünü elinde tutan
kesimiyle, o ülkelerin parali insanlari arasinda görülüyor. Nerede büyüme
varsa, orada Gini katsayisi (gelir adaletsizligi endeksi) yükseliyor. Gelir
piramidinin zirvesindeki % 1’in en büyük avantaji, gücü elinde tutanlara erisim
kolayligi. Bu sayede yasalar da % 1’in menfaatlerini uygun olarak çikiyor.
KIZIL
OLIGARKLAR
Çin ekonomik politikalarinin yönü, her yil Mart ayinda tertiplenen
ve lianghui denilen ikili forumlarda
belirlenir. Bunlardan biri 3 bin üyeli Ulusal Halk Kongresi (UHK) (temsili özelliginin yüksek görünmesi için
kalabaliktir ama gerçek güç 25 üyeden olusan
Politbüro’nun elindedir) digeri ise, Çin Halk Siyasi Danisma
Konferansi’dir. Çin’de kimin ne oldugunu anlamak için bu forumlarin delege
listelerini incelemek yeterlidir.
Hurun Raporuna7 göre, UHK’nin en zengin yetmis
üyesi 2011 yilinda, ABD hükümetinin en tepe üç organinin (Baskan ve kabinesi,
Kongrenin her iki kanadi ve Yüksek Mahkeme hâkimleri) tüm üyelerinin net
varliklarinin toplamindan daha fazla gelir elde etti. Amerikali milyarder
politikacilar, Amerikan kamuoyunu rahatsiz ediyor ama onlarin serveti, Çinli
meslektaslarinin serveti yaninda komik kaliyor.
Çin’de
piyasa reformlarinin uygulamaya kondugu 1980’li yillarin sonundan bu yana 1,3
milyarlik bir insan toplulugunun içinden 300 milyonu yoksulluktan kurtuldu ama
Pekin, rant ekonomisinin dünya baskenti haline geldi. Çin’deki piyasa
reformlari, eski Sovyet ülkelerindeki gibi, yangindan mal kaçirircasina
gerçeklestirilen özellestirmeler yoluyla yapilmadi. Daha yavas, daha farkli
yöntemlerle ve daha gizli kapakli biçimde hayata geçirildi. Adlarinin
çikmasindan çekinen Çinli milyarderler (95 kisiyle dünya üçüncüsü bir grup)
gösterisi seven Ruslar ve Latin Amerikalilar gibi pek orta yerde gözükmezler
ama sanat eserleri ve lüks tüketim ürünleri piyasalarinin itici gücü bunlardir.
Ne de olsa komünist bir ülkede yasadiklari için alçaktan uçarlar. Çin, radarlara yakalanmayacak kadar alçaktan uçmasini bilen rant avcilari için tam bir cennettir. Ülkenin dogal kaynaklari Rusya kadar zengin olmadigi için Çinli rantçilarin hedefi, bu kaynaklara bagli özellestirmeler degildi. Onlar servetlerini, devlet kontrolündeki iki önemli ekonomik olanaga ayricalikli erisim kolayliklari (Kongre delegesi olmak gibi) sayesinde yaptilar. Bu olanaklardan biri arazi, digeri sermaye idi (ülkedeki kredilerin % 90’indan fazlasi hâlâ devlet bankalari tarafindan tahsis edilmektedir).__________________________________________
7 Hurun Report: Eski bir Arthur Andersen çalisani olan Lüksemburglu bir yayincinin aylik olarak hazirladigi Çinli zenginlerle ilgili en güvenilir kaynak.
C. Walter ve F. Howie’nin Çin ekonomisi hakkindaki “Kizil
Kapitalizm” adli ödüllü eserinde belirtildigi gibi; “Çarklarin dönüsünü
saglayan, piyasa ekonomisinin arz ve talep kanunlari degildir. Bu isi, siyasi
eliti olusturan ve devrimi gerçeklestiren ailelerin (Mao ve yakin çevresinin
uzantilari) olusturdugu zümrenin çikarlarini gözeten ve çok hassas dengeler
üzerine kurulu bir sosyal mekanizma gerçeklestirir. Bu özelligi ile Çin, bir
'Aile Isletmesi' vasfindadir. Elit ailelerin gücünü dengeleyecek yasal ve etik
kurullarin bulunmadigi Çin’de devletin sahip oldugu ekonomik güç, yüksek
duvarlarla korunur, sistemin motoru hirs, konusulan dil, paranin dilidir”.
Siyaset Çin’de zengin bireyler yaratmakta etkin oldugu kadar,
oligarklari tasfiye etmekte de etkindir. Ülke zenginleri için ters yönden esen
rüzgârlarin sonuçlari fazlasiyla trajik olabilmektedir. Müstakbel hapishane
sakinlerinin kimler olacagini tahmin etmek için, bugünün zenginler listesi iyi
bir göstergedir.
Hapisteki is adamlarinin haksiz biçimde içeriye tikildiklari iddia
edilmiyor, rant ekonomisinin hüküm sürdügü bir ortamda süphesiz ki yolsuzluklar
da olacaktir. Ancak, Çinin yasal kültürü, “maymunlari korkutmak için tavuklari
öldürmek” esasi üzerine kuruludur. Içerdeki Bay Zhou’lar8 ,
Bay Guangyu’lar bariz birer tavuktular.
WALL STREET VE
LONDRA/CITY’DE RANTÇILIK
2008 mali krizinin baslamasindan kisa süre önce McKinsey tarafindan
hazirlanan bir rapor, Londra, Hong Kong veya Dubai’nin yakin bir gelecekte,
finans merkezi olan New York’un önemini gölgeleme tehlikesine dikkat çekiyordu.
New York Senatörü C. Schumer ve New York Belediye Baskani M. Bloomberg, böyle
bir felaketin önlenmesi için yapilacak ilk isin, Wall Street üzerine uygulanan
kati denetim kurallarinin esnetilmesi oldugunu söylediler. Onlara göre Londra
para piyasalarinin kurallari is dünyasi ile çok daha barisikti ve çözüm odakli
çalisiyordu. Rapora göre ise, Amerika’nin kati finansal kurallari, gelismesine
fazlasiyla önem verilen türev ürünler piyasasinin yurt disina kaçmasina neden
oluyordu. Üstelik piyasa düzenleyici otoriteler, ABD bankalari için sermaye
yeterliligi rasyosunu daha da yükseltmenin pesinde idiler. Bu durum, ABD
bankaciliginin küresel piyasalardaki rekabet gücünü fena halde örseleyecekti
Geriye dönüp bakildiginda, kurallarin gevsekligi yüzünden patlayan
krizden bu kadar kisa bir süre önce, böylesi bir raporun yayinlanmasi gerçekten
absürt gözükmekte. Daha da sasirtici olani, birçok partiler üstü ve
uluslararasi çevrenin bu görüslere destek vermesi olmustu. Ingiliz bankacilari,
bu görüslerin yogunlasmasi üzerine, Amerikalilarin kendi kati kurallarini
Londra’ya dayatmalarindan endise etmeye basladilar.
__________________________________________
8 Zhou gayri
mankul isinde, Guangyu perakendecilik alaninda büyük servet yapmis kisilerdir.
Öngörüden bu denli yoksun bir raporun ortaya çikmasinda McKinsey’in
uyguladigi metodoloji çok etkin olmustu. Rapordaki sonuçlara, bankacilik
sektörüyle yapilan görüsmeler sonucu
ulasilmisti. Bu yöntem, bir çocuga günlük dondurma kotasini yeterli bulup
bulmadigini sormakla es anlamliydi. Sürü psikolojisi içinde kendi çikarlarini
düsünerek, kurallarin gevsetilmesi gerektigini söyleyenler, ABD ile birlikte
birçok ülkede mevzuatin yeniden sekillendirilmesine yol açarak kendi ayaklarina
kursun sikmis oldular. Bir istisna Kanada idi. Onlar, sermaye yeterliligi ve
benzeri kurallarini gevsetmediler. Neticede banka kurtarmak zorunda
kalmadiklari gibi, krizi, ABD’ye göre çok daha hafif siyriklarla atlatmayi
basardilar. Kanadali kanun koyucular “Bizim isimiz büyümenize yardimci olmak
degil, size ne yapmaniz gerektigini söylemek,” demesini bilmislerdi.
Londra ile New York arasindaki mevzuat çekismeleri ve plütokratlarin
piyasa düzenleyicisi otoriteleri yanlis yönlendirmeleri, 2008 mali krizinin
önemli nedenlerindendir ama ayni zamanda bir baska öykünün de ana unsurlarini
teskil ederler: Süper seçkinlerin yükselisi! Gelir piramidini zirvesindeki %
1’in, özellikle de % 0,1’in yükselis öyküsü, finans sektörünün öneminin
artisina paralel bir seyir izler. Daha gevsek mevzuat, daha karmasik islemler,
daha fazla risk, basta ABD olmak üzere diger gelismis ekonomilerde mali sektörü
öne çikarmis ve finansçilarin gelirlerini de neredeyse diger tüm sektörlerin
çalisanlarinin çok üzerinde bir seviyeye tasimistir. Bu ayni zamanda rant
avciligi öyküsünün de bir parçasidir.
Ünlü ABD Merkez Bankasi Baskanlarindan Paul Volcker, Harvard’daki
ögrenciligi sirasinda ana hedeflerinin, yüksek sayginligi nedeniyle akademik
alanda kariyer yapmak oldugunu, bu olmazsa kamu hizmetlerine yönelmeyi
amaçladiklarini söyler. O günlerde finans sektörü, ancak en zayif olanlarin
seçtigi bir alandir. Bu görüsler, çok derin kültürel bir degisime isaret ediyor.
Bugünün Harvard adaylari açik ara finans alaninda egitim almayi tercih ediyor.
Zaten süper seçkinler arasinda da finansçilar çogunlukta.
Bu insanlarin gelirleri diger sektör mensuplarininkilere kiyasla o
denli yüksek ki, geride kalan 40 yil içinde, gelir seviyesi tepe % 10’un içinde
olanlarla digerleri arasindaki farkin açilmasina % 26 oraninda katki yapmis. Finans sektörü iyi egitimli
Amerikalilari miknatis gibi çekiyor. Bu bireyler, ayni seviyede egitim almis
ancak farkli sektörlerde çalisan arkadaslarindan % 40 daha fazla kazaniyor.
Iste bu farka, “maasin finans primi” deniyor. Bu ortamin yaratilmasinda tek ve en önemli etken de
deregülasyon, yani yasal düzenlemelerin gevsetilmesi ya dakaldirilmasi.
Deregülasyonun ana amaci devletin ekonomiye müdahalesini en aza
indirmek ve piyasa güçlerine yol açmak olsa da uygulamanin sonuçlarindan biri,
devletin, kazananlar ile kaybedenlerin kimler olacagina karar verme yetkisini
kendinde toplamasi olmustur. Devlet de bu yetkisini finans mühendisleri lehine
kullanmistir. Bir arastirmaci, dünya rant avciligi sampiyonlugunu en çok hangi
ülkenin is adamlari hak ediyor sorusunu, “Finans sektöründeki Amerikalilar”
diye cevaplamistir. Ayni arastirmaci isin bu hale nasil geldigini de söyle izah
eder: “Baska hiçbir ülkede, mevzuati bu kadar kendi lehine manipüle eden bir
isleyis yok!”
Deniz Igan’in (Ankara / Bilkent) aralarinda bulundugu bir grup IMF
ekonomisti, Wall Street’in Washington’un
kararlari üzerindeki etkisini incelemis. Arastirmaya göre, 2000 ile 2006
yillari arasinda finans ve gayrimenkul piyasalarinin kurallarini sikilastiran
yasalarin Kongre’den geçme orani sadece % 5 olmus,
buna karsin yumusatma
yönündeki kararlarin hemen hepsi kabul edilmis. Ayni çalismada, lobi faaliyetleri için
Washington’da harcanan para konusu da incelenmis. Buna göre, 1999 ile 2006
yillari arasinda bu faaliyetler için 2,2 milyar $ harcanmis. Paranin en büyük
bölümü ise (720 milyon $) 2005 ve 2006 yillarinda sarf edilmis. Bu çalismanin
en önemli yani, 2008 mali krizi ve onu takip eden kurtarma operasyonlari
öncesindeki Wall Street / Washington iliskilerini belgelemesi olmustur.
Benzeri bir durum da 1990 özellestirmeleri sirasinda Rusya’da
görülmüstür. Rüsvet konusundaki bir soruyu cevaplandiran K. Kagalovski adli
oligark, “Süreç içinde fazla rüsvet dagitmadim dogrusu. Çünkü yasalari zaten
kendimiz yaptigimiz için, onlari egip bükmek zorunda kalmiyorduk” demistir.
Rant avciligi, rüsvet ve bu tip olumsuzluklarin topluma maliyetini
inceleyen Dünya Bankasi ekonomisti D. Kaufmann’in bulgularina göre ABD,
yolsuzluk siralamasindaki en temizler arasinda 25. sirada, Kanada’nin bir
seviye altinda. Ispanya, Italya, Güney Kore gibi ülkelerin ise hayli üzerinde.
Ancak is, “Legal Corruption9 = Yasal Yolsuzluk” konusuna
gelince ABD ortalarda (53) ve Rusya (74), Hindistan (70) gibi ülkelere endise
verecek derecede yakin yerlerde. Tahmin edilebilecegi gibi, gelir dagilimi
adaletinin bozuk, piramidin tepesindeki %
1 ile “digerleri” arasindaki makasin
fazlaca açik oldugu
ülkelerde daha fazla yolsuzluk oluyor.
Dünyanin her yerinde liberallesme, ekonomilerin daha adil, etkin ve
seffaf bir biçimde islemesi için, iyi niyetlerle yapiliyor ama uygulamada
ortaya çikan büyük firsatlar, özellikle yönetisimim zayif oldugu ülkelerde
muazzam yolsuzluklar yapilmasina zemin hazirliyor. O kadar ki, Rusya örneginde
görüldügü gibi, liberal reformlari hayata geçirme mevkiindeki yetkililer,
yapilan reformlar sonucu zenginlesenleri gördükçe, kendileri de o kervana
katilip oligark olmaya özeniyorlar. Bunun nedenini anlamak kolay; 1980’de
Amerikan bürokratlari, zabitaligini yaptiklari sirketlerin yöneticilerine göre
on kat daha düsük maas aliyorlardi, bu oran 2005 yilinda daha da kötülesti ve
1/16’ya geriledi.
Global rant avciliginin dalgalanma etkisi günümüzde iyice yayildi.
Rant avcilarinin bir ülkede yakaladigi firsatlar, o ülkenin binlerce kilometre
uzagindaki ülkeleri etkileyebiliyor. Örnegin, Ingiltere’nin futbol kulüpleri,
yayin organlari, baska ülkelerin oligarklari tarafindan satin alinabiliyor.
Carlos Slim, 2008 -2011 yillari arasinda New York Times’in ikinci en büyük
ortagi idi. Dünya, rant pesindeki küresel oligarsinin daha da yükselmesi
tehlikesiyle karsi karsiya.
VI PLÜTOKRATLAR VE BIZ DIGERLERI MUTLULUK DAGITMAK
Zappos, basta ayakkabi olmak üzere on-line perakendecilik yapan bir
kurulustur. Hem çalisanini hem müsteriyi mutlu etmek üzerine kurulu sirket
kültürü o denli basarili olmustur ki, kurucu ortaklardan Tony Hsieh’in yazdigi
“Delivering Happiness = Mutluluk Dagitmak”
adli kitap, alaninda en çok satanlar listesinin basina oturmustur.
Zappos’un basari öyküsü baska on-line perakendecileri de etkilemis ve artan
istek üzerine Zappos bir yan sirket kurarak diger perakendecilere danismanlik
hizmetleri vermeye baslamistir.
Çagri merkezi gibi sikici oldugu var sayilan bir is yerinde, 7/24
telefonlara cevap verme durumunda olan çalisanlar, sanilanin aksine islerinden
son derece memnundurlar. Zappos’da bir
is edinme amacinda olanlar ise, buraya girmenin Harvard’a girmekten daha zor oldugunu söylerler. Eglenceli, biraz
uçuk, yaratici ve hiyerarsi kurallarina hiç mi hiç kulak asilmayan bir ortamda
çalisan elemanlarin amaci, müsterilerine verdikleri hizmet karsiliginda mümkün oldugu kadar çok “wow!”
almaktir. Genel egilimi bir an önce isini
görüp telefonu kapatmak olan müsteriler ise, karsilarinda alisik
olmadiklari türden bilgili, hos sohbet
ve anlayisli servis elemanlarini bulunca, bazen tatli bir sohbete daliyor ve
saatlerce konusabiliyorlar. Hsieh ve ekibi, hizmet sektörü içinde tasavvur
edilebilecek en itici islerden birini insanilestirerek müthis bir basariya imza atmislar.
9 “Legal
Corruption9 =
Yasal Yolsuzluk”: Yasalarin, ilgililerine menfaat saglayacak sekilde
düzenlenmesi için bürokratlara ve politikacilara verilen rüsvet.
Zappos, 2009 yilinda 1,2 milyar $’a Amazon’a satildi. Tayvan kökenli
göçmen olan kurucu ortaklar Hsieh ve Lin, sifirdan baslamislardi. Simdi yeni
firsatlari degerlendiren süper seçkinler sinifindalar. Zappos gibi herkesin kot
pantolon giydigi, kimsenin özel ofisinin olmadigi bir ortamda bile, tepe
yöneticilerin maaslari ile digerlerininkiler arasinda uçurum var. Süper
seçkinler ile “digerleri” arasindaki iliskileri incelerken gözden kaçan husus,
sirket kültürü ne denli esitlikçi olursa olsun tepedekiler ile digerleri
arasinda asiri oranda ekonomik ve sosyal bir adaletsizligin oldugudur. Asagida
plütokratlarin, biz “digerleri” hakkinda neler düsündügünü arastiracagiz.
KOT
PANTOLONLU MILYARDER
Amerikan yaldizli yillarinin demir/çelik merkezi Pittsburgh idi. O
yillarin Soyguncu Baronlarindan Andrew Carnegie, disina pek çikmadigi
milyonerlerin yasam ortamindan basini
söyle bir uzatip isçilerin yasadigi ortama baktiginda gözlemlerini saskinlikla
söyle dile getirmisti: “Burada karsilikli olarak müthis bir güvensizlik ve
birbirini tanimama hali var. Tam anlamiyla kati bir kast sistemi…”
Durumun bugün de fazla farkli oldugu söylenemez. Ancak günümüz
Amerikan plütokratlarinin yazili olmayan davranis kurallarina göre, sahsi
servetlerin bir gösteri malzemesi olarak kullanilmasi hiç hos karsilanmiyor.
Örnegin Silikon Vadisi avenesi arasinda özel uçak sahibi olmak mubah ama
soförlü bir Rolls Royce’un arka koltugunda ise gidip gelmek racona uygun degil.
Kot pantolonlu milyarderlerin bu esitlikçi tutumu, vadideki asiri gelir
kutuplasmasi ile çeliski halinde. Teknoloji sirketlerinden birçogu imaj bozan
bu soruna, en düsük gelir seviyesi gurubundaki isçileri kadrolarindan çikarip,
bu tip isleri taserona havale ederek çare bulmaya çalismis. Adeta, “Onlar bizim
elemanlarimiz degil, bizimkilerin durumu iyidir” algisi olusturulmaya çalisiliyor.
Plütokratlar genellikle özgüveni çok yüksek insanlar. Örnegin
Rusya’nin en zengin adami olan Khodorovsky “Eger bir adam oligark degilse,
yanlisi kendinde arasin, hepimiz ayni yerden basladik” demisti. (Simdilerde
sirketlerine devlet tarafindan el konmus vaziyette, kendi de hapiste o baska…).
Dostluklari hep kendi aralarinda, farkli siniflarin mensuplarina pek
itimat etmiyorlar. Occupy Wall Street (Borsa Isgal Hareketi) eylemlerine olsun,
kendi dislarindaki % 99’un sorunlarina olsun fazla kafayi takmiyorlar. Bu biraz
da baskalarinin kendilerini konumlandirdiklari mertebe ile de ilgili; tehlikeli
bir biçimde, ulastiklari mertebe itibariyle her seye haklari oldugu
görüsündeler (Bu yorum, IMF baskaninin bir otel görevlisine sarkintilik
ettikten sonra tutuklanmasi üzerine yakin çevresindeki bir arkadasindan geldi).
Garsonun yemegi geç getirmesi, ya da servis yaparken çatali düsürmesi gibi ufak
tefek aksiliklere verdikleri tepkiler, siradan insanlarinkine oranla çok daha
hirçin ve yakisiksiz olabiliyor. Maddi güçleri sayesinde “digerlerinden”
ayrismis olmalari onlara ayricalikli olduklari hissini veriyor. Yapilan bazi
psikolojik deneyler gösteriyor ki, aslinda zengin olmadiklari halde kendilerine
imkân verilip bir süreligine zenginmis gibi davranmalari istenen siradan
insanlarda da bu ruh hali görülebiliyor. Örnegin altina Ferrari verilen bir
denek, trafikte son derece saygisiz
davranislar sergileyebiliyor.
AMERIKAN ORTA SINIFININ MAASLARI DÜSÜRÜLMELI
Simdi de önemli bir Amerikan sirketinin CEO’sunun sözlerine kulak
verelim: “Düsük vasifli bir Amerikan isçisi, yeteneklerine oranla dünyanin en
yüksek maas alan isçisidir. Eger dünya ekonomisindeki degisimler Çin ve
Hindistan’da 4 insani fakirligin pençesinden kurtarip, bunun karsiliginda 1
Amerikalinin orta siniftan bir alt sinifa düsmesine neden oluyorsa, bu hiç de
fena bir oran sayilmaz”. Bu da önemli bir fon yöneticisinin sözleri: “ Amerikan
üniversitelerinden lisans diplomasi almis arastirma elemanlarina gelecegi
olmayan türden isler için yillik 120 bin $ maas ödüyordum, burun
kiviriyorlardi. Simdi bu tip isleri Hintli bir taseron firmanin lisansüstü
dereceli elemanlarina yaptiriyor ve yilda 60 bin $ ödüyorum, bizim için
çalismaya can atiyorlar. Amerikan orta sinif çalisanlari, maaslarinda indirime
gitme önerisini ciddi ciddi düsünmeliler. Hak edilenin on kati para
istiyorlarsa, on kat daha verimli çalismak zorundalar”.
ABD’de yaygin olan bu düsünceleri, gelismekte olan ülkelerin
plütokratlarindan da duymak mümkün. Bati dünyasinin orta sinif gelirleri,
kalkinmis ve kalkinmakta olan ülke orta sinif gelirleri ile ortalarda bir yerde
bulusuncaya kadar düsmek zorunda diye düsünenlerin sayisi giderek artiyor.
MALI KRIZI YARATAN SUÇLU: GOLF SOPALARINI TASIYAN ÇOCUK!
Yatirim / girisim sermayesi, hedge fon gibi türev ürün piyasalarinin
yöneticileri kendilerini mali krizin sorumlulari olarak görmüyorlar. Onlara
göre balonu sisirenler, Florida’da villa satin alan golf sopasi tasiyicilari,
gelirleri el vermedigi halde altlarina Porsche çekenler ve benzerleri. Obama
dönemi plütokratlari “Benim suçum degil” zihniyeti ile esas zarar görenlerin
kendileri oldugu iddiasinda. Bunun nedeni kazançlarina uygulanan vergilerin
yükseltilmesine iliskin yasa tasarisi. Aralarinda Obama’yi is yasaminin düsmani
hatta sosyalist olmakla suçlayanlar bile var.
“Yarattiginiz dipsiz kamu borcu kuyusuna atacak tek kurusum dahi
yok. Yasayi çikartirsaniz, tüm servetimi kendi kuracagim vakfa aktarir, dogru
bildigim alanlarda harcar, ya da piliyi pirtiyi toplayip yurt disina çikarim”.
Bu düsünce tarzi, finans dünyasi elitlerine ait. New York gelir piramidinin
tepesindeki %1’in mensuplari, eyaletteki tüm gelir vergisi hasilatinin %
40’indan fazlasini karsilamakla
topluma yeteri kadar
katkida bulunduklari görüsündeler.
Ödedikleri vergi ve yaptiklari bagislarla, dünyayi daha yasanasi bir
yer haline getirmek anlaminda, % 99’a kiyasla çok daha yararli olduklarini
belirten % 1’likler, Occupy Wall Street benzeri eylemlerin konusu olmayi, agir
biçimde elestirilmeyi içlerine sindiremiyor, toplumdan daha fazla saygi görmeyi
bekliyorlar.
Günümüz plütokratlarinin bir kismi devletin üstlerine üstlerine
gelmesine o denli kizgin ki, her hangi bir devletin yasalarinin ulasamayacagi
açik denizlerde, “Seastead” adini
verecekleri yapay bir ada olusturup burada gönüllerince yasamayi
tasarliyorlar. Projenin fikir babasi, monetarizmin olusumunda ve tanitimindaki
en önemli isimlerden biri olan Milton Friedman’in torunu Patri Friedman. Bu
fikri hayata geçirmek için 2008 yilinda kurulan The Seasteading Institute, bir
kisim Silikon Vadisi milyarderinin desteginde faaliyetlerini sürdürüyor.
Bu fikre hiç de sicak bakmayan, Occupy Wall Street hareketinin
anlayisla karsilanmasi gereken bir orta sinif eylemi oldugunu düsünen, hatta
bunun “Occupy G20” olarak genislemesini savunan plütokratlar da var. Onlarin
endisesi, adaletsizligin egemen oldugu toplumlarda siklikla görüldügü gibi,
kamulastirmalarin siyasi bir mekanizma olarak devreye girmesi.
KAMU YARARI –
SIRKET ÇIKARLARI
Plütokratlarla devlet arasindaki iliskilerin de tartisildigi Basel
III10 toplantilari sirasinda öne çikan konulardan biri su idi: Devletin
çikarlari ile büyük sirketlerin çikarlari birbiriyle uyumlu mudur? Eger degilse
kararlari kim verecektir? Çikarlarin zitlik göstermesi durumunda kamu yarari
adina devletin büyük özel sirketlere bazi sinirlamalar getirmesine yetkisi –
veya kudreti – var midir?
GM eski CEO’su Charlie Wilson (1890-1961) “GM’in çikarina olan
Amerika’nin çikarinadir” diyerek tartismayi baslatmisti. 1990’larda Rus
oligarklari Kremlin’i yönettiklerini söyleyerek övünüyorlardi (Bu tavir Putin’e
devlet gücünü yeniden tesis etme firsatini vermis ve halkin sempatisi
kazanilmisti). Çinli plütokratlar ise devletle çatismiyorlardi, zaten kendileri devletti. Bunu unuttuklari anda da fena halde
siddet görüyorlardi. 2003 – 2011 yillari arasinda en az 14 milyarder Çinli is
adami idam edilmistir.
“Ticari faaliyetlerin yolunda gitmesi, ekonominin bir bütün olarak
dogru istikamette oldugunun ifadesidir” anlayisinin öne çikmasi, Bati
dünyasinda ve özellikle ABD’de, süper seçkinlerin yükselmesiyle ayni döneme
denk geldi. Bundan da “Neyin ise yarayip neyin yaramadigi konusundaki en dogru
karari piyasa verir” sonucu çikartildi. Ama 2008 krizinde yasananlardan sonra,
aralarinda A. Greenpan’in da bulundugu birçok önemli sahsiyet tarafindan ifade
edildigi gibi, “Serbest piyasa aktörlerinin kendi kendilerine polislik
yapabileceklerine yeterinden fazla inandik galiba” noktasina gelindi.
ZIHINSEL
TUTSAKLIK
Ingiltere Merkez Bankasinda para politikalari komisyonunda
danismanlik yapmis, Citigroup’un bas ekonomisti, kendi de süper elitler
sinifindan olan Hollanda asilli ABD’li Prof. Willem Buiter, ABD Merkez Bankasinin (FED) Wall Street’in taleplerine boyun egmesine “Cognitive state capture = Devletin zihinsel tutsakligi” adini takmis. “Çogu durumda hak etmis olmalarina ragmen, kriz sirasinda Wall Street gerçekten büyük aci içerisindeydi” diyor ve ekliyor “Ama taleplerini FED’e veya diger yasa yapicilara rüsvet vererek veya santaj yaparak kabul ettirmis degillerdi. O kurumlar, kamu çikarlari ile mali sektör çikarlarinin paralel oldugu inancini öylesine içsellestirmislerdi ki, zihinsel bir tutsaklik içinde kurtarilmaya dönük sektör taleplerini11 kendiliklerinden yerine getirdiler”. O yetkililer simdi nedamet getirip hatalarini kabul etmis olsalar da sözü edilen tutsaklik yüzünden, gerek yasanan kriz sirasinda ve gerekse sonrasinda çok canlar yandi.
10 Basel III = 3. Basel Anlasmasi: Bankalarin sermaye yeterlilikleri, stres testleri ve likidite risklerini konu alan ve gönüllülük esasiyla bazi küresel standartlarin empoze edilmesini ön gören mutabakat. |
Bankacilik lobisinin bazi sözcüleri, finans ve hukuk sektörü
çalisanlari ile bürokratlarin maas seviyeleri arasindaki farka, bu iki kesimin
zihinsel yeteneklerine vurgu yaparak yaklasirlar (JP Morgan CEO’su ile FED
Baskani Bernanke’nin yillik gelirleri arasindaki fark 1 e 100’den fazladir,
tabi JP Morgan CEO’su lehine). Onlara göre, bürokratlar zekâ parlakligi
açisindan, finansçilara ve hukukçulara asla yetisemezler. Bu nedenle yasa
yapicilarin koyacagi kurallar, bir biçimde finansçilar ve hukukçular tarafindan
delinecek veya etrafindan dolanilinarak atlatilacaktir.
Bankacilara ait bu teorilerinin, Mark Carney’in baskanligindaki
Kanada Merkez Bankasina karsi islemedigine ve bu sayede Kanada’nin mali krizi
nispeten hafif yaralarla atlattigina yukarida deginmistik. 1 Temmuz 2013 itibariyle
Ingiltere Merkez Bankasi guvernörlügünü üstlenecek olan Carney, (yillik 500 bin
$ tutarindaki maasiyla 2011 yilinda, Kanada’nin en yüksek maasli özel sektör
bankacisinin yirmide biri kadar gelir elde etmisti) özel sektör bankacilarinin
zekâ seviyelerinin daha ileri olduguna iliskin kibirli görüslere su cevabi
veriyordu: “Gerçek veya degil, bu algi, kurallarin önemini daha da arttiriyor.
Yeni ve daha iyi isleyen yasalar elbette gereklidir ama yeterli degildir.
Regülasyonlar ancak onlari uygulayip denetleyecek organlarin basarisi ölçüsünde
ise yararlar. Denetçilerin görevi, isin
lafzina degil, ruhuna bakmak olmalidir.”
Piyasa ekonomisinin güçlü savunucularindan bir akademisyen, sanayi
ve ticaret erbabinin lobicilik faaliyetleri için Kongre nezdinde harcadigi
milyarlara ragmen, kapitalizmin ABD’de güçlü bir lobisi olmadigini söyler. Ona
göre, harcanan paralar, bir kavram olarak “piyasa”nin degil, mevcut sirketlerin
çikarlarini koruyup yüceltmek içindir. Güçlü sirketlerin yaptigi is, rekabeti
kisitlayip kendi konumlarini güçlendirmekten ibarettir. Bu yüzden ticaret
yanlilari ile gerçek anlamda serbest
piyasa yanlilari arasinda gerilim yasanir.
YENI SINIFI
KIMLER OLUSTURUYOR?
Amerika’nin is çevrelerinde, ülkenin entelektüel ve ideolojik
iklimini olusturan kurumlarin (üniversiteler, vakiflar, basin, STK’lar)
kendilerine ve kapitalizme karsi düsmanca bir tutum içine girdiklerine iliskin
bazi endiseler bulunuyor. Bu iklimi yaratan, egitimciler, entelektüeller ve
yayimcilara kisaca “Yeni Sinif” deniliyor. Is çevreleri, bu Yeni Sinif içindeki
özel sektör yanlilarinin desteklenmesini, aksi halde kamuoyu nezdindeki
itibarlarinin daha da örselenecegini
söylüyor. Bu çevreler, eger entelektüel
savas alanlarina kendi görüslerini paylasan aydinlari ve akademisyenleri çekemezlerse, önce siyasi savaslari, sonra da ekonomik savaslari kaybedeceklerinden korkuyorlar. Bir fikrin, ancak yeni bir fikirle maglup edilebilecegini, fikrî ve ideolojik savaslarin da ancak Yeni Sinif’in kendi içinde kazanilip kaybedilebilecegini belirtiyorlar.
11 Wall
Street kurtarmasi: 2008 – 2009 mali krizi sirasinda Wall Street bankalarinin
kurtarilma operasyonu, harcanan 700 milyar $ ile Lenin kamulastirmalarindan bu
yana, harcamanin GSMH’ye orani itibariyle tarihte görülmüs en büyük devlet
müdahalesiydi.
Ancak gençler arasinda, Beseri Bilimlere ilgi duyan yok, yani
arkadan yeni fikir savasçilari gelmiyor. Mezuniyet sonrasi potansiyel kazanç
kapilari itibariyle, varsa yoksa finans ve hukuk! Profesörler için alti sifirli
maas kazandirma potansiyeli olan dört alan mevcut; hukuk, mühendislik, is
idaresi ve bilgisayar bilimleri.
Is hayatinin görüslerini akademik düzeyde savunacak yeni düsünce
insanlari gerekli ama bunlarin arasinda iyi para kazanabilenler sadece süper
seçkin sinif ile dirsek temasinda olabilenler. Bu yakinlik, plütokratlara
danismanlik yaparak veya süper elit çevrelerde konusmaci olmak suretiyle
saglanabiliyor (özellikle Türkiye gibi ekonomisi yükselen ülkelerde). Bir baska
yöntem de, plütokratlar için, Atlantik asiri uçuslar sirasinda okuyabilecekleri
türden kitap yazmak.
Bahsedilen niteliklere sahip akademisyenlerin, ekonomi hakkindaki
düsüncelerimizi sekillendirdikleri bir gerçektir. Bunlar ayrica, bilirkisi
olarak yasal tartismalara da yön verebiliyor. Ne var ki, Reuters’in yaptigi bir
arastirmaya göre, mali krizin en sicak dönemi olan 2008 – 2010 yillari arasinda
Senato Bankacilik Komisyonu ile Kongre Mali Hizmetler Komisyonuna uzman görüsü
bildiren akademisyenlerden üçte biri, özel mali kuruluslarla olan iliskilerini gizlemis.
KAZANAN
HERSEYI ALIR POLITIKALARI
Politikacilar da bazen bu Yeni Sinif’in bir bileseni olarak kabul
ediliyor. Üstelik bunlar, seçim için siyasi bagis toplama faaliyetleri
nedeniyle akademisyenlere oranla süper seçkinler tabakasina daha fazla
yaslanmak zorundalar. Aslinda kendileri de süper seçkin sinifina giren
politikacilarin sayisi giderek artiyor. 2010 yilinda Kongre üyelerinin 250’si
milyoner sinifindandi. Varliklarinin ortalamasi, ortalama bir Amerikalinin
dokuz kat üzerinde, tam 913 bin $ olarak saptanmisti. Yasa yapicilarin en az on
tanesi, 100 milyon $’in üzerindeki servetleri ile tam anlamiyla birer
plütokrat. Washington’da çalismak onlari zenginlestiriyor. Yapilan
arastirmalara göre, Kongre üyelerinin sahsi portföylerindeki hisse senetleri,
ortalamanin % 6, Senatörlerininki ise % 12 daha yüksek prim yapmis.
Ekonomistler bu farkliligi, siyasilerin bilgiye olan yakinligina bagliyor
(Kanun yapicilar, 4 Nisan 2012’ye kadar, “Insider Trading = Içeriden
ögrenenlerin ticareti” yasalarina tabi degildi. Obama yönetiminin bu tarihte
yürürlüge koydugu kararname ile onlar da yasa kapsamina girdiler).
Siyasilerin kötü yatirimcilar oldugunu savunan arastirmalar da
mevcut ama gerçek su ki, milletin temsilcileri ile millet arasindaki gelir
makasi açiliyor. Politikacilar aktif siyasi yasamin içindeyken isin nemasindan
tam olarak yararlanamiyorlar ama siyasi kariyerleri bittikten sonra
deneyimlerini paraya tahvil etmekte büyük ustalik gösteriyorlar; örnek:
Clinton’lar. 2000 – 2007 yillari arasinda, 111 milyon $ kazandilar, bu paranin
yarisina yakini Bill Clinton’un konusma ücretleriydi.
HAZINE BAKANI H. PAULSON ILE ÖGLE YEMEGI
Tartismali isler her zaman kisisel yolsuzluklardan kaynaklanmiyor,
sorun sistemik. Temmuz 2008’de, eski bir Goldman Sachs mensubu ve o günlerin
Eton Park hedge fonunun yöneticisi tarafindan düzenlenen yemekli bir toplantiyi
ele alalim. 2006 yilinda Hazine Bakanligina getirildigi güne kadar Goldma
Sachs’in CEO’lugunu yapan Paulson’da davetliler arasinda. Bakan, Fannie Mae ve
Freddie Mac’i devletin kontrolüne alacagini arkadaslarina söylüyor. Yedi hafta
sonra da dedigini yapiyor. Gayrimenkul ipotekleriyle iliskili kredi islemleri
yapan bu dev kuruluslarin hisse fiyatlari bir anda eski degerlerine kiyasla
esamisi bile okunmayacak bir seviyeye, 1 $’in altina düsüyor. Simdi toplantida
olup da karar yürürlüge girmeden ellerindeki hisseleri satanlarin kazancini bir
düsünün. Olay gazetecilerin amansiz takibi sonucu ortaya çikiyor ama kimse
Paulson’un bu bilgiyi kisisel menfaat saglamak amaciyla verdigini düsünmüyor.
Çünkü toplanti herkesin gözü önünde cereyan ediyor, gizli sakli bir yani yok.
Olsa olsa deniliyor, Paulson plânlarini, olacaklari gayri resmi bir biçimde
önceden sizdirarak piyasalarin yikici bir tepki vermesini önlemeye çalismistir.
Dolayli veya degil, bu bilgiden yaralanan birileri olmustur mutlaka.
Plütokratlar aginin bir mensubu olmanin nimetleri iste…
O Paulson, 700 milyar $’lik kurtarma paketinin devreye girmemesi
halinde dünyanin sonunun gelecegini söyleyen kisidir. Bakan artik meshur bir
klise haline gelmis bu sözleri söylerken ciddi ve iyi niyetliydi ama Paulson’un
dünyasi ile siradan Amerikalilarin dünyasi çok farkli yerlerdi. Nedense
finansmancilar, kendi dünyalarinin çikarlari ile ülke çikarlarinin bir olduguna
inanirlar. Politikacilarin bilgi kaynaklari genellikle çok güvendikleri bu
finansal plütokratlarin arasindan çikar, böylece siyasi ufuklari kisitli ve
yanli kalir.
Üniversite hocasi olan Cumhuriyetçi Profesör Zingales, benzeri bir
durumun Fransa için de geçerli oldugunu söyler ve örnek verir; Ecole
Polytechnique, yetistirdigi teknokratlarla Fransiz siyasi ve sinai elitini
besleyen bir egitim kurumudur. Ülkenin birçok siyasi lideri de bu nedenle
mühendislik (özellikle nükleer mühendislik) egitimi almistir. Bu liderler
nükleer sektörünün zihinsel tutsagidirlar. Fransa’nin kullandigi elektrik
enerjisinin yaridan fazlasinin (dünyadaki en yüksek oran) nükleer santrallardan
saglanmasinin altinda yatan nedenlerden biri de bu olmalidir.
Gerçekleri belli bir bakis açisiyla görmenizde maddi bir yarariniz
varsa, gördügünüzün gerçegin ta kendisi olduguna inanirsiniz. Kötülügünüzden ve
çikarci olusunuzdan degildir bu, insan oldugunuzdandir. Biz insanlar, çok
sosyal yaratiklarizdir. Olaylari yabancilarin bakis açilariyla degil, kendimize
yakin bildiklerimizin açisindan degerlendirir, onlarin duygu ve
duyarliliklarindan etkileniriz.SONUÇ
Adi sonradan Venedik olacak Kuzey Adriyatik’in bataklik bölgelerine
ilk yerlesenler, verimli topraklarini birakarak Hun ve barbar Germen
kavimlerinin zulmünden kaçan insanlardi. Kisin sisten, yazin sivrisinekten
gözün gözü görmedigi bu berbat bölge kendileri açisindan çok güvenliydi zira
üzerinde yagmalanmaya degecek hiçbir sey bulunmadigindan istilacilarin ilgisini
hiç çekmiyordu.
14.YY baslarinda Venedik, Londra’nin üç misline varan büyüklügü ile
Avrupa’nin en zengin sehri ve emperyal bir güç haline geldi. Bunu deniz asiri
ticaret sayesinde basardilar. La Serenissima12, kudretini
ve zenginligini dönemin süper seçkinlerine ve onlari besleyen siyasi ve
ekonomik sisteme borçludur.
Venedik ekonomisini odaginda, bir çesit anonim sirket benzeri Commenda adli ticari bir yapilanma
vardi. Bu yapilanmanin en akillica yani, yeni girisimcilere açik olmasiydi.
Commenda’lar tek bir ticari misyon seferi süreci boyunca faal kalir, misyon
tamamlaninca tasfiye edilirdi. Ortaklarindan biri Merkez’de sabit konumda kalir
ve seferi finanse ederdi. Digeri ise, isin güç ve riskli bölümünü yüklenir,
gemi konvoyu ile birlikte sefere katilirdi. Eger merkezdeki sabit ortak, misyon
masraflarinin tümünü karsilamissa, kârin % 75’ini, 2/3’ünü finanse etmisse, %
50’sini alirdi. Bu tür sirketler, hem ekonomik büyümenin hem sosyal
akiskanligin motoruydu. Resmi belgeler üzerinde arastirma yapan tarihçiler,
kayitlarda ismi geçen elit yurttaslardan yarisindan fazlasinin sektöre yeni
giren isimlerden olustugunu saptamistir.
La Serenissima’nin yükselisinden en büyük faydayi elit tabaka elde
etmisse de bir süre sonra bu kesim, sektöre yeni girenlerin rekabetinden
rahatsiz olmaya basladi. Cumhuriyetin yöneticilerini baski altina alarak, o
güne kadar oldukça demokratik bir zeminde yönetilen ülkede bir asiller kasti
olusturmayi basardilar (1315). Asillerin adi, yayinlanan Libro D’oro’ya (Altin
Kitap) kaydedildi ve burada adi geçmeyenlerin oligarsiye katilmasi engellendi.
Böylece deniz ticareti sektörüne yeni girenlerin önü kesilmis, sosyal
akiskanlik bitirilmis oldu.
Görece temsili bir demokratik sistemden oligarsiye dönüsümün
etkileri o kadar büyük olmustu ki, Venedikliler bu dönüsüme “La Serrata :
Kapanis” adini vermislerdi. Iste bu siyasi “kapanis”, çok geçmeden ekonomik
kapanisa dogru evrildi. Venedik’in ve diger Italyan sehir devletlerinin
zenginlesmesini saglayan Commenda sistemi yasaklandi, ticaret yollarinin
bereketi sadece hâkim sinifin üzerine yagar oldu. 1500 yilina gelindiginde
sehir, 1330 yilinda oldugundan daha küçüktü, yillar geçtikçe daha da küçüldü.
Venedik’in yükselis ve düsüsünün öyküsü, Prof. Daren Acemoglu (MIT)
ile Prof. James Robinson’un (Harvard) ortak bir tezini dogruluyor. Teze göre,
basarili ve basarisiz ülkeleri birbirinden ayiran faktör, yönetimlerinin
katilimci veya dislayici olmasiyla ilgilidir. Dislayiciligi tesvik eden
yönetimlere seçkinler hükmeder ve ana amaçlari toplumsal refahtan mümkün oldugu
kadar fazla pay almak ve bu sayede iktidarlarini güçlendirmektir. Katilimciligi
destekleyen yönetimler ise toplumun yönetiminde herkesin söz sahibi olmasini
gözetir ve ekonomik firsatlardan hakça yararlanmasini amaçlar. Katilimcilik
arttikça refah, refah arttikça
katilimcilik artar. Bunun adi verimlilik döngüsüdür.
Ancak Acemoglu, La Serrata’nin hikâyesini, sözü edilen döngünün
bozulabilecegine delil olarak gösterir. Katilimci sistemler sayesinde
zenginlesenler, kendi tirmanislarina yaramis olan merdivenleri bir gün
digerlerinin altindan çekiverirler.
_______________________________________________________
12 La
Serenissima: 7.Yy’in sonlarindan 1797 yilina kadar, bin yili askin bir süre
hüküm süren Venedik Cumhuriyetinin resmi adi bu idi. Açilimi söyledir: “Most
Serene Republic of Venice” ( Serrenissima Rapubblicca di Venezia) = Çok Huzurlu
Venedik Cumhuriyeti. La Serenissima gücünün zirvesindeyken, 36 bin gemici ve
3300 gemi ile o zamanlarin petrolü addedilebilecek tuz isinin oldugu kadar,
Bizans ve Yakin Dogu ile ticaretin de hâkimiydi. Kendi de bir Tüccar olan Marco
Polo, Cumhuriyetin ufkunu
Çin’e kadar genisletmistir.
Plütokratlarin yükselislerinden endise etmemiz için birçok neden
bulunur. Gelir adaletsizliginin artisi, sosyal degerlerin erozyona
ugramasindan, suç oranlarinin yükselmesine ve ahlaki degerlerin yikilmasina
kadar birçok olumsuzlugun kaynagidir. En büyük tehlike ise, refahi arttikça
artan seçkin sinifin güç dengelerini kendi lehine bozmasidir.
Sinif konusunda hassas olan Amerika benzeri ülkelerde böylesi bir
gelismeye karsi toplumun tepkisi plütokratlari beyaz ve siyah sapkalilar olarak
ikiye ayirmak oluyor. Steve Jobs bir kahramandir, Lloyd Blankfein (Goldman
Sachs’in CEO’su) bir haydut, büyük sirketler kötüdür, küçük sirketler iyi, Wall
Street bankacilari kurtarilmayi hak etmemislerdi, kurtarilmak Detroit otomotiv
üreticilerinin hakkiydi, biçiminde algilamalar olusuyor. Bu algilamalarin hakli
oldugu bir yan da var. Plütokratlari, rant avcilari ve deger yaratanlar olarak
ikiye ayirarak, ekonominin katilimci mi yoksa dislayici mi olduguna karar verebilirsiniz. Verirsiniz de, olaya hangi
açidan baktiginiza bagli olarak vereceginiz kararin sübjektif olmasi kuvvetle muhtemeldir.
Kurallari kendi lehinize egip bükmekte anormal bir yan yok, bütün
ticaret erbabi bunu yapiyor. Mesele is insanlarinin erdemli mi erdemsiz mi
olmalari da degil. Mesele, toplumun dogru kurallara sahip olup olmadigi ve
yönetimin bu kurallari uygulatmaya gücü olup olmadigidir.
La Serrata’yi olusturanlarin amaçlarindan biri de sahip olduklari
oligarsik ayricaliklari kendi soylarindan gelecek yeni nesillere aktarmakti.
Bugünün plütokratlarinin yaptigi benzeri uygulamalar da yeni seçkinlerin deger
yaratici insanlar degil, rant yiyiciler olarak yetismelerine yol açabilir.
Bunlarin yaptigina karsi çikmak da pek kolay degildir; çünkü netice itibariyle
yapmaya çalistiklari sey, ne bankalarin yaptigi gibi mevzuati kendi lehlerine
çevirmek için lobi yapmak, ne de Microsoft’un yaptigi gibi rekabeti yok etmek
amaciyla tekel olusturmaktir. Bu % 1 mensuplari, tipki biz % 99 mensuplari gibi
çocuklarina daha iyi bir gelecek saglamanin pesindeler.
Marx, kapitalist Serrata’nin tehlikelerini görmüs ve “kapitalist
sistem, kendisini yok edecek nifak tohumlarini kendi içinde barindirir”
demisti. Sasirticidir ki, geride kalan iki asir boyunca bu öngörü
gerçeklesmemis aksine, rekabete açik, siyasi ve ekonomik açidan daha katilimci
düzen sayesinde, insanlik tarihinde yasanan en yüksek büyüme oranlarina bu
dönemde ulasilmistir.
20. YY bir bakima katilimciligin yüzyilidir. Bunun nedenlerinden
biri de seçkinlerin (özellikle de, tartismasiz biçimde dünya sampiyonlugunu
elinde bulunduran Amerikan seçkinlerinin) orta sinif olmadan servetlerini
arttiramayacaklarini idrak etmis olmalaridir. Büyük kitlesel üretim, bunu
tüketecek kitlelere muhtaçtir. Ancak unutulmamalidir ki, Bati is dünyasinin
kendi cografyasindaki orta sinifin tüketim gücüne olan ihtiyaci, küresellesme
sayesinde giderek azalmakta, boslugu gelismekte olan ülkelerin orta siniflari
almaktadir. Batili plütokratlar, kendi toplumlarini daha katilimci hale
getirmek ve bunu sürdürülebilir kilmak anlaminda üzerlerinde bir baski
hissediyorlardi. Bu baski, teknoloji ve küresellesme yüzünden hafifliyor. Buna,
plütokratlari “digerleri”nden ayiran kültürel Serrata diyebilirsiniz. Bu iki
kesim arasindaki uçurum genisledikçe seçkin kesim kendi içine kapanmakta ve
siyasi miyoplugu artmaktadir. Belki de “Venediklilerin düstügü hataya acaba
yeniden düsme yolunda miyiz?” sorusunu kendimize sormamizin zamanidir.
Seçkinler, kendilerini yaratan sistemi bilinçli olarak sabote
etmiyor. Kendi kisa vadeli çikarlarini toplumsal çikarlarin önüne koyma
biçiminde yansiyan içgüdüleri ve sinifsal çikarlarin toplumsal çikarlar ile
paralel oldugunu varsaymalari böyle bir egilime yol açiyor.
Yine Venedik’ten bir örnek vererek sözlerimizi bitirelim. 1343
yilinda La Serenissima’nin tacirleri, Papa’ya basvurarak Müslüman dünya ile
ticaret yapma izni istemislerdi. Yeni cografyalara açilmalarinin sart olduguna
iliskin gerekçelerini de söyle ortaya koyuyorlardi: “Allah’in yardimiyla bizler
ve ogullarimiz, dünyanin dört bir yaninda ticaret yaparak sehrimizi büyüttük ve
zenginlestirdik. Bizler baska bir is bilmeyiz. Servetimizin ve refahimizin yok
olmamasi için her türlü düsünceye, inanisa ve girisime açik olmamiz gerekir”.
Gariptir ki, bu basvurudan birkaç yil önce, ayni seçkinler, Serrata
uygulamasiyla ekonomik dislamayi benimsemis, La Serenissima’yi görkemli bir
dünya gücü olmaktan çikarip, turistlerin pek hoslandiklari bir müze olmaya dönüstürecek
süreci baslatmislardi. SON................
TED KOLEJI - BEYIN FIRTINASI Chrystia Freeland, ekonomik esitsizligin de ayni hizda arttigini söylüyor.