KÜRESELLESMEDE BÜYÜK DÜS KIRIKLIGI

KÜRESELLESMEDE BÜYÜK DÜS KIRIKLIGI

Fevzi BOZKURT
Psikoloji


 
Dünya Bankasi'nda görevli oldugum yillarda küresellesmenin bilhassa gelismekte olan ülkeler ve onun yoksul halklari üzerinde yikici etkilerini gördükten sonra bu kitabi yazmaya karar verdim.
Bir profesör olarak Washington'da görevli oldugum 7 yil boyunca ekonomik ve sosyal konular üzerinde yogun bir sekilde çalisma ve arastirma yapma firsatim oldu. Bu tür konulara yaklasimda, ideolojileri bir yana birakip hislerimizin etkisi altinda kalmaksizin olaylari tarafsiz bir sekilde incelemek ve irdelemek gerektigine hep inanmisimdir. Gerek Beyaz Saray gerekse Dünya Bankasi'nda görevli oldugum yillarda ise maalesef alinan kararlarin ideolojik ve politik etkiler altinda, sorunlari çözmekte basarisiz ama yöneticilerin inanç ve çikarlarina uygun bir tarzda alindigini gördüm.
Bulunan çözüm önerilerinin hemen hepsi bir “sok tedavisi” ve kisa vadede ulasilacak basari hedeflerini içeriyordu. Oysa ben 20 yili askin bir süredir Çin'in ekonomi politikalarini izler ve bir danisman olarak tartisirken, hatta daha önceleri bir ekonomi profesörü olarak Kenya üzerinde akademik çalismalar yürütürken, yazdigim kitaplarda “sok tedavisi” yerine orta ve uzun vadeli, çok yönlü ve tüm kesimlerin nihai refahini amaçlayan ekonomi politikalarini tavsiye ettim. 20 yildir Çin'de basariyla uygulanan sabir ve kademeli gelisme tarzini savundum.
Bir tek örnek vermek gerekirse: Özellestirmeye bir tek sartla taraftarim. O da bu kamu kuruluslari bu sayede daha etkin bir yönetime kavusarak tüketiciye ayni ürün veya hizmetleri daha ucuza sunabileceklerse.
Washington'daki yillarim bilhassa Beyaz Saray'daki görevim sirasinda bana devleti daha iyi tanima firsatini verdi. Bu arada yillarca üzerinde çalistigim teorileri devlet yönetimine aktarmak firsatini buldum. Tartismalar sirasinda bazen fikirlerimi kabul ettirdim, bazen de fikirlerim reddedildi. Ama genel kabul gören düsünce tarzim, devlet ile piyasanin birbirini tamamlayici ve ortak bir iliski içinde olduguydu. Sayet piyasa ekonominin merkezi ise, devletin de sinirli ama çok önemli bir rolü oldugu idi.
Ne devletin piyasa ekonomisinin tüm bosluklarini doldurabilecegine inanacak kadar saf, ne de piyasa ekonomisinin ortaya çikan tüm sosyal sorunlari kendi basina halledebilecegine inanacak kadar deliydim. Esitsizlikler, issizlik, çevre kirlenmesi ve bu gibi sorunlarin çözümlenmesinde devletin çok önemli bir rolü vardi.
Devleti yeniden yapilandirmak, onu daha etkin ve diyaloga daha açik bir yapiya kavusturmak için çok ugrastim. Böyle bir reformun ne kadar güç oldugunu fakat hatiri sayilir bir iyilestirmenin mümkün oldugunu gördüm ve kismen gerçeklestirdim.
Dünya Bankasi'na geçtigimde bu tespit ve düsüncelerimi uluslararasi alandaki  korkunç esitsizliklerin de giderilmesi yönünde kullanabilecegimin umudunu tasiyordum. Biliyordum ki fikirler kadar olsa da politika da önemlidir. Bu yüzden insanlari, önerdigim çözümlerin sadece ekonomik degil ayrica iyi politikalar içerdigine ikna etmeye çalisiyordum.
   
Ama uluslararasi alanda, özellikle IMF'de ne ekonomik çözüm önerileri, ne de iyi politikalar geçerliydi. IMF'de karar alma mekanizmasi “ilginç bir ideoloji karisimi ile kötü bir ekonomi”ye dayaniyordu.
Herhangi bir ülkeyi bir kriz vurdugunda IMF süphesiz standart olan ama köhnemis ve uygulama kabiliyeti az çözüm reçeteleri sunuyordu. Bu reçetelerin, uygulanacagi ülke vatandaslari üzerinde ne tür etkiler yapacagini hiç dikkate almiyordu. Bu reçetelerin o ülkelerdeki fakirler üzerindeki etkilerinin veya ülke ekonomisine getirebilecegi yan etkilerin sosyal yönlerinin tartisildigini çok nadir gördüm.
Bir tek reçete vardi; farkli görüslere yer yoktu. Açik ve samimi bir tartisma asla özendirilmiyor, tedavi yöntemlerini sadece ideoloji yönlendiriyordu. Bu davranis biçimi beni perisan ediyordu. Sadece çogu zaman kötü sonuçlar verdigi için degil, ayni zamanda çok antidemokratik oldugu için.
Özel hayatimizda baskasinin fikrini almadan kör bir sekilde ilk karsimiza çikan fikri  asla uygulamayiz. Halbuki IMF ile biz, sikintidaki tüm dünya ülkelerinden aynen böyle hareket etmelerini istiyorduk.
Gelismekte olan ülkelerin sorunlari güçtür ve IMF'ye daima en zor zamanda, kriz aninda yaklasirlar ama IMF'nin çözüm tedavileri çogu zaman basarisiz olur. IMF reçeteleri pek çok ülkede açliga ve isyanlara sebebiyet verdi. Etkilerinin çok feci olmadigi ve kisa bir süre için, hatta ülkede bir gelisme izlendigi vakalarda dahi o ülkenin zenginini daha zengin, fakirini ise daha fakir yapti. Ama beni saskinliklar  içinde birakan sey gerek IMF'nin, gerekse Dünya Bankasi'nin bu temel politikalari üreten üst yönetiminin, uygulamalarin dogrulugundan bir nebze bile süphe duymamalariydi.
Gelismekte olan ülkelerin yöneticileri tabii ki bu politikalarin dogrulugundan ciddi bir sekilde süphe ediyor fakat gerek IMF kredisini, gerekse bu sayede açilan diger kredi kapilarini kaybetmek endisesi ile seslerini çikartamiyor, resmen itiraz etmeyip tüm endise ve elestirilerini özel görüsmeler sirasinda yapiyorlardi.
Bir miktar aci çekmeden krizden çikilamayacagi asikardir. Ama kanaatimce IMF ve diger finans kuruluslarinin gelismekte olan ülkelere küresellesmeyi çabuklastirmak amaciyla uyguladiklari ekonomi politikalari gereginden çok abartili olmustur. Bugün dünyada küresellesmeye artarak karsi koymanin temelinde iki sebep yatmaktadir: Ideolojik nedenlerle dikte edilen politikalarin yarattigi yikim (ravage) ve dünya ticaret sisteminin içermekte oldugu adaletsizlik. Bugün artik bu sistemden direkt olarak yararlananlar disinda hiç kimse bu ikiyüzlü politikalari savunabilecek durumda  degildir.
Gelismekte olan ülkeler, yardim etme iddiasi ile piyasalarini gelismis ülkelerin mallarina açmaya (liberalize etmek) zorlanirken, gelismis ülkeler kendi piyasalarini korumaya devam ediyorlar. Bu politikalar (dünya çapinda) zenginleri daha zengin, fakirleri ise daha fakir ve daha öfkeli kilmaktadir.
   
Uluslararasi bürokratlarin kotalar, ülkelere taninacak borç miktarlari, uluslararasi ticari kurallar konusunda eskiden kimsenin dikkatini dahi çekmeyen toplantilari bir süredir büyük gösteri ve protestolara sahne olmaktadir.
1999 yilinda Dünya Ticaret Örgütü'nün Seattle'daki toplantisi tam bir sokla karsilasti. Binlerce protestocu günlerce toplantiyi, katilimcilari, kararlari protesto ettiler. O günden beri bu protesto eylemi ve öfke daha da artarak büyüyor. IMF, Dünya Bankasi ve Dünya Ticaret Örgütü'nün her toplantisi bir çatisma ve huzursuzluk kaynagi. 2001 yilinda Genova'da bir protestocunun ölümü sadece bir baslangiç mi, yoksa küresellesme karsiti savas baska kurbanlar da verecek mi?
Aslinda bu kuruluslara karsi yapilan nümayisler dünyada hiç de yeni degil. Ülkelerine karsi uygulanan aci reçetelerden zarar gören çesitli kesimler daima bazi reaksiyonlar göstermis ve bati dünyasi bu tepkilere karsi duyarsiz kalmistir. Simdi olan ise çok farkli bir olaydir. Protestolar artik gelismis ülkelerin insanlarindan geliyor.
Eskiden muz ithalatina uygulanan kotalar veya gelismekte olan ülkelere taninan  düsük faizli uzun vadeli borçlar pek az insanin ilgisini çekerken, bugün büyük sehirlerin varoslarinda yasayan 16 yasindaki gençlerin dahi GATT veya Kuzey Amerika Ekonomi ve Isbirligi anlasmasi hakkinda bir fikirleri mevcut. Genis kitlelerin protestolari, yöneticilerin yogun bir vicdan muhasebesi yapmalarina sebep oldu. Fransa Cumhurbaskani Jacques Chirac gibi muhafazakar bir baskan bile endiselerini dile getirerek “küresellesme ondan asil yararlanmasi gereken toplumlarin gelecegini daha iyi aydinlatmiyor” dedi.
Tüm dünya için açik bir durum ki, bir sey korkunç sekilde yanlis isliyor. Küresellesme çagimizin en yakici sorunu haline geldi. Her yerde, yönetim kurullarinda, medyanin yazi kurullarinda, tüm egitim kurumlarinda bu problemden bahsediliyor.
Neden pek çok iyiligi beraberinde getirmis olan küresellesme simdi bir çeliskiler yumagina dönüstü? Uluslararasi ticarete açilmak pek çok ülkeye ihracat imkani, daha çok dis kaynak ve daha süratli bir kalkinma imkani getirdi. Nike'nin fabrikalarinda düsük ücretle çalismak dahi pirinç tarlasindaki tarim isçiliginden daha iyi hayat sartlari sagliyordu. Insanlar daha iyi yasam sartlarina, daha uzun bir yasama kavustular.
Bazi fakir ülkeler dünyadan kopukken elde edilen haberlesme ve egitim imkanlarindan yararlanarak gelismis dünya ile bütünlestiler. Gümrük duvarlarinin kalkmasi sayesinde bazi ülkelerde (çok pahali oldugu için) süt içemeyen çocuklar ucuz süte (Jamaika) kavustular.
Küresellesme pek çok ülkeye yeni teknolojiler, yeni piyasalar ve faaliyet alanlari getirdi. Yeni is alanlari, egitim ve saglik olanaklari yine küresellesme ile gelismekte olan ülkelere ulasti. Küresellesmeyi acimasizca elestirenler ne kadar avantajlarini göz ardi ediyorlarsa, ona methiyeler düzenler de onlardan çok daha büyük bir yanlisin içindeler.
Her ne kadar küresellesme yandaslari gelismekte olan ülkelerde büyüme ve fakirlikle etkin biçimde mücadele için baska yol olmadigini iddia ederek, bunun adini gelisme koysalar da, gerçek hiç de öyle olmamistir.   Dünyada zenginlerle fakirler   arasindaki
   
uçurum azalmiyor, artiyor. Dünyada toplam gelir yillik ortalama %2,5 oraninda artarken günlük bir dolarin altinda bir gelir ile yasamaya mahkum insan sayisi azalmiyor, artiyor.
Afrika'da bu hayal kirikliginin en fecisi yasaniyor. AIDS ve açliktan insanlar sinek gibi ölüyorlar. Eski sosyalist devlet anlayisini terk edip, bütçesini denklestirmis, enflasyonu düsürüp makul derecede dürüst bir devlet yapisina kavusmus Afrika ülkeleri dahi çok zor durumda çünkü yabanci sermaye yeteri kadar gelmiyor, yatirim yapilamiyor ve kalici bir gelisme saglanamiyor.
Küresellesme fakirlige bir çare olmadigi gibi ekonomik istikrari saglayan bir unsur da olamadi. Asya ve Güney Amerika krizleri diger gelisen ülkelerin ekonomilerini de olumsuz etkiliyor. Bir ülkenin düsen ulusal parasi beraberinde diger baska ülkeleri de sürüklüyor. Dünya çapinda bir finansal kriz ve çöküsten endise ediliyor.
Uluslararasi finans kuruluslari basta Rusya olmak üzere ondan ayrilan yeni cumhuriyetlerde de basarisiz oldular. Rusya ile Çin'in mukayesesi buna çok iyi bir örnektir. 1990 yilinda Rusya IMF ile tanistiginda Çin'in gayri safi milli geliri Rusya'nin
%60'iydi. Çin uluslararasi finans kuruluslari ile isbirligini ve IMF'yi reddetti. Kendi imkanlari ile kalkinmayi tercih etti. Simdi 10 yil sonra Çin'in gayri safi geliri Rusya'ninkinden %60 daha fazladir.
Küresellesme karsitlari bati ülkelerini iki yüzlü olmakla suçluyorlar. Çok haklilar. Batili ülkeler fakir ülkeleri gümrük duvarlarini kaldirmaya zorladilar ama kendi duvarlarini muhafaza ettiler. Gelismekte olan ülkelerin en büyük üretim kaynagi olan tarim ürünlerine ihracat için geçit vermediler. Bir taraftan gümrük, ama daha acisi diger taraftan inanilmaz sübvansiyonlar ile kendi üreticilerini koruma altina aldilar. Beyaz Saray'da oldugum yillarda bu iki yüzlü politikaya karsi büyük bir savas verdim. Bu sadece sözde yardim vaad ettigimiz ülkelere degil, bizim kendi yurttaslarimiza da büyük kötülük oluyordu. Halk bu ürünleri çok daha pahaliya alabiliyor ve müthis sübvansiyonlari vergi mükellefleri ödüyordu. 2000'li yillara kadar ABD'nin tarim sübvansiyonlari yillik 100 Milyar $ civarindayken Bush iktidari ile (azaltilacagi tüm dünyaya vaad edilen) bu miktar yillik 176 Milyar $'a yükseltilmistir.
Bir taraftan tarimin disinda pek çok alanda, gelismekte olan ülkelerin ihracat kalemlerine kota uygulanmakta, kendileri tekstilden sekere kadar yerli sanayilerini korumaktayken, bir taraftan da hiç sikilmadan devamli bu ülkelere piyasalari zengin ülkelerin mallarina açmalari ve gümrükleri sifirlamalari için baski yapilmaktadir.
Finansal alanda Güney Amerika ve Asya ülkelerinin bankacilik ve finans sistemlerini liberalize etmesi Bati bankaciligi için yeni piyasalar ve kar imkanlar yaratti. Ancak spekülatif amaçlarla bu ülkelerin piyasalarina giren sermayelerin en ufak bir dalgalanmada süratle bu ülkeleri terk etmesi sadece ilgili ülkeyi degil, onunla dis ticaret iliskisi olan tüm ülkelerin ekonomilerini dahi süratle bir krizin içine çekmeye basladi. Bunun sonucu gelismekte olan ülkelerde beklenenin tam aksine zayiflayan bir milli para ve milli finans sistemi ortaya çikti.
   
“Uruguay Round” anlasmasi ile herkesin çok dogru buldugu fikri haklar teminat altina alindi. Buna da en çok saglik alaninda faaliyet gösteren sirketler ve ilaç firmalari sevindiler. Hindistan veya Brezilya gibi ülkeler artik onlarin reçetelerini çalamayacak ve taklit ilaç üretmeyecekti. Sonuçta bu fakir ülkelerde ilaç fiyatlari anormal bir sekilde yükseldi. Yerel halkin satin alma gücünü asti ve ölümle karsi karsiya kaldilar. Onlarin ülkelerinin bu fiyat farklarini sübvanse edecek gücü yoktur.
Ticaretin serbestlesmesi basta olmak üzere küresellesmenin tüm alanlarinda iyi niyetle ise baslanmis olsa dahi bazi sonuçlari feci oldu. Batili uzmanlar tarafindan tavsiye edilen ve Dünya Bankasi tarafindan finanse edilen ve gelismekte olan ülkeye bir kurtulus yolu olarak sunulan tarimsal ve/veya altyapi projeleri basarisizlikla sonuçlandiginda ise yine bu gelismekte olan ülkeler ana para ve faizlerini ödemek zorunda birakildilar.
Küresellesmenin yukarida bahsettigim sinirli yararlari yaninda ödenecek bedel çok agir olmustur. Çevre tahrip edilmis, politik çevrelerde yolsuzluklar kangren halini almis ve degisimin sürati ülkenin kültürel açidan bu degisime ayar uyduracagi yeterli zamani tanimamistir. Issizlik süratle artmis ve sosyal patlamalari tetiklemis, Güney Amerika'da sehir eskiyaligi, Endonezya'da etnik çatismalar yogunlasmistir.
Küresellesmeyi çesitli kurumlari itibariyle ele aldigimizda sorunun bir Kizilhaç, UNICEF, ILO, Birlesmis Milletler veya Dünya Saglik Örgütü gibi kuruluslardan kaynaklanmadigini, elestirilecek pek çok yönü olsa dahi bu kurumlarin yararli fonksiyonlarina tüm dünya ülkelerinin inandiklarini ve elestirilerin daha iyiyi  amaçlayan yapici elestiriler oldugunu görüyoruz. Fakirlere saglik hizmetlerinin bir an evvel ulasmasini, fakir çocuklarin korunmasini, dünyada barisin  kalici olmasini, herkes için esit ve adil bir çalisma dünyasini, dünyada mevcut salginlara karsi ortak mücadele edilmesini kim istemez ki?
Küresellesmede tüm ihtilaf ve tartisma konulari ekonomik uygulamalarindan ve bu uygulamalari tüm gelismekte olan ülkelere empoze eden uluslararasi finans kuruluslarinin basarisiz sonuçlarindan dogmaktadir. Neyin yürümedigini anlamak için bu üç uluslararasi kurulusa daha yakindan bakmamiz gerekiyor. “Dünya Ticaret Örgütü”, “Dünya Bankasi” ve IMF...
Tabii ki uluslararasi alanda bankacilik ve finans çevrelerinde daha pek çok yardimci aktör yaninda Birlesmis Milletlerin finansman saglayan bazi kuruluslari mevcuttur. Bu kurumlarin çogu zaman Dünya Bankasi ve IMF'den çok daha farkli görüsler açikladiklarini görüyoruz.
Dünya Çalisma Örgütü, IMF'nin çalisanlarin haklarini pek az dikkate almasini sürekli kiniyor. Öte yandan Asya Kalkinma Bankasi ülkeye çok sayida kalkinma stratejileri sunan bir “çogulcu rekabet” sistemini savunmaktadir. “Asya Modeli” denen bu sistemde devlet bir taraftan piyasadan güç alarak yeni teknolojilerin yaratilmasi, kolaylastirilmasi, yönlendirilmesi ve tesvik edilmesinde aktif rol oynarken ayni zamanda çalisanlarin sosyal ve parasal haklarini güvence altina almaktadir; ve bu model Washington merkezli kurumlarin Amerikan modelinden çok farklidir.
   
Ön planda incelenmesi gereken iki kurulus Dünya Bankasi ile IMF'dir. Zira son 200 yilin büyük ekonomik problemlerinin merkezinde bu iki kurulus yer almaktadir. Her iki kurulus da 1944 yilinin Temmuz ayinda ABD'de (New Hampshire, Bretton Woods) toplanan Birlesmis Milletler para ve finans konferansi sonucu kuruldular.
Dünya Bankasi'nin adi “Uluslararasi Yeniden Yapilandirma ve Kalkinma Bankasi”ydi. O tarihte bahis konusu pek çok ülke koloni statüsünde oldugundan, hakim Avrupa ülkeleri eliyle bu amaca ulasmak daha kolay gözüküyordu. IMF'ye verilen görev ise “Dünyanin Ekonomik Istikrarini Saglamak”ti.
1944 toplantisina katilanlar, hala 1929 krizinin etkilerinden tam anlamiyla kurtulmus degillerdi. Bu kriz tüm dünyayi derin bir sekilde etkilemis ve hiç örnegi görülmemis tarzda issizlige neden olmustu. ABD'nin çalisan nüfusunun ¼'ü issiz kalmisti.
Bretton Woods'daki toplantiya katilan Ingiliz Ekonomist John Maynard Keynes için bu krizin ve sonrasinin çok basit bir izahi mevcuttu. Yetersiz talep ekonominin çökmesine sebep oluyordu. Bazi tedbirler alarak devlet bu global talebi yaratabilirdi. Para politikalari yetersiz kalirsa devlet bütçe kaynaklarini devreye sokup devlet giderlerini arttirarak veya vergileri indirerek ekonomiyi canlandirabilirdi. Keynes'in çok tartisilan önerileri, salt piyasa ekonomisiyle kisa sürede ekonomik düzelme veya kalkinmanin neden mümkün olmadigini gösterirken pek çok temel gerçegi de içeriyordu. Dolayisiyla IMF dünya çapinda bir ekonomik kriz ve daralmayi önlemek amacini güdüyordu.
ABD disindaki ülkelerin duraklama halindeki ekonomilerini uluslararasi bir baski araci olarak canlandirmak için gerekli ekonomik çözümü üretmek, gerekirse bizzat borç da vererek dünya çapinda talebin canlanmasini ve artmasini saglamak.
Nasil Birlesmis Milletler dünya çapinda ortak bir çalisma ile yeryüzünde politik istikrari saglamak için kurulduysa IMF de ayni sekilde ortak bir isbirligi ve anlayisla dünya çapinda ekonomik istikrari saglamak için kurulmustu.
Kamusal bir kurum olan IMF dünyadaki vergi mükelleflerinin paralarini kullanan fakat ne onu finanse eden, ne de hayatini degistirdigi insanlara hesap veren bir kurulustur. Dünyanin çesitli ülkelerinin maliye bakanlari ile Merkez Bankasi baskanlarinin yönetim ve denetiminde olan bu kurulus çok karmasik bir oylama sistemine sahip olup, sonuçta G7 ve özellikle ABD'nin yönetimi altindadir.
Kurulusundan bu yana IMF çok degisti. Onu piyasalar çogu zaman kötü isledigi için kurdular fakat o bugün piyasa hegemonyasinin bir fanatigi haline geldi. Onu, genisleyici ekonomi politikalari (kamu harcamalarinin arttirilmasi, faiz ve vergilerin indirilmesi gibi ekonomiyi canlandiran politikalar) benimsemeleri için ülkelerin üzerlerine uluslararasi baski uygulanmasi için kurdular fakat o bugün kemer sikma politikalari (bütçe açigini azaltmak, faizleri ve vergileri yükseltmek gibi ekonomiyi daraltan politikalar) uygulamadiklari takdirde ülkelere kurus koklatmiyor. Keynes herhalde çocugunun ne hale geldigini gördükçe mezarinda huzursuzca dört dönüyordur.
   
Bu degisiklikleri ve çeliskiyi açiklayabilmek için Dünya Bankasi ve IMF'deki yönetim kadrolarini ve onlarin temel ekonomik anlayislarini bir miktar anlatmam gerekiyor.
1968 yilinda Dünya Bankasi'nin basinda Harvard Üniversitesi profesörlerinden çok degerli bir ekonomist olan ve Robert Mc Namara'nin da hem danismani hem de kisisel dostu olan Holis Chenery vardi. Chenery gelisme ekonomisi üzerine çok degerli eserleri olan ve dünyadaki fukaraligin üstesinden gelmenin dünya barisini saglamak için en önemli etken olduguna inanmis bir kisiydi. Etrafina dünyanin çesitli ülkelerinden bu anlayisi paylasan çok degerli bir ekip kurmustu. Chenery ve ekibi, gelismekte olan ülkelerdeki piyasalarin yetersizligini gidermek yaninda, devletin fukaraligi azaltma ya da ortadan kaldirmak için neler yapabilecegini arastirmaya odaklanmislardi.
80'li yillarda ABD'de Ronald Reagan, Ingiltere'de ise Margaret Thatcher  serbest piyasa ekonomisini savunan ve yaymayi misyon edinen iki lider olarak Dünya Bankasi ve IMF'nin tüm üst yönetimini ve ekonomi politikalarini degistirdiler. Bankanin basina baskan olarak William Clausen ve ekonomi sefi olarak Ann Krueger geldiler. Uluslararasi ticaret uzmani olan bu kisiler bilhassa rant ekonomisi üzerindeki arastirmalari ile taniniyorlardi. Gümrükleri yükseltip korumaci tedbirleri arttirarak özel gelirlerin baskalari aleyhine arttirilmasini savunuyorlardi.
Ann Krueger'e göre bir ülkede ekonomik problem varsa bunun tek sorumlusu devletti. Gelismekte olan ülkenin sikintisinin tek çözümü ise serbest piyasaydi. Bu yeni iklim ve anlayis Chenery'nin bir araya getirmis oldugu pek çok degerli ekonomistin bankadan ve IMF'den istifa edip ayrilmasina sebep oldu.
Dünya Bankasi ve IMF artik fakir ülkelere kendi düsüncelerini zorla empoze eden ve ellerindeki fonu ancak bu sartlar altinda kullandiran birer kurulus haline geldiler. Sikintili ülkenin Maliye Bakani o fonlara ulasmak için çogu zaman dinini bile degistirmeye hazir oldugundan ülkenin diger bazi kurum ve uzmanlari hiç mutlu olmasa, hatta siddetle karsi çiksa dahi sartlar kolaylikla dikte ediliyor.
Ilk kurulduklari yillarda Dünya Bankasi ile IMF'nin rolleri birbirinden ayri ve net bir sekilde tarif edilmisti. IMF ülkenin makro ekonomik sorunlari ile ilgilenecek (bütçe açiklari, para politikalari, enflasyon, dis ticaret açigi, dis borç), Dünya Bankasi ise yapisal problemlerle ilgilenecekti (devlet harcamalari, finansal kuruluslar, çalisma hayati, ticaret politikalari gibi).
IMF yesil isik yaktiktan sonra Dünya Bankasi devreye girecek ve fonlama Dünya Bankasi vasitasiyla olacakti. Zamanla IMF emperyalist bir bakis açisiyla yapisal sorunlarin ekonominin global yönüne direkt etki yaptigini ve örnegin devlet bütçesi veya dis ticaret açigi sonucu ekonominin tüm dengelerinin bozuldugunu ileri sürerek her konunun kendi alanina girdigini iddia etti ve Dünya Bankasi'nin çalismalarina müdahale etmeye, ülke yetkilileri ile yapilan uzun müzakere ve ortak çözüm arayislarini gereksiz bulmaya ve kendi reçetelerini (aslinda bir tane) empoze etmeye basladi.
   
Dünya Bankasi ile IMF arasindaki vaki görüs ayriliklarini ortadan kaldirmak ve en uygun ekonomi politikalarinin uygulanmasini saglayacak tedbirleri almak G7 ülkelerinin maliye bakanlari ve hazine müstesarlarinin isi olmasina ragmen bu konu etrafinda canli ve demokratik bir tartisma ortami yaratmak hiçbirinin  isine gelmiyordu.
Kurulusundan 50 yil sonra açiktir ki IMF, misyonunda basarisiz olmustur.
Yapmasi icap eden ülkelerin ekonomisinin ve bilhassa istihdamin gelismesi yönünde mali destek saglamak olmaliyken bunun tam tersi bir tablo olusturmustur. Para piyasalarinin serbestisi politikalari ise, IMF'nin saglamasi gereken ekonomik istikrar yerine her türlü spekülatif sermayenin süratli hareketine açik ve en küçük bir krizde süratle ülkeyi terk etmesi sonucu eskisinden de daha istikrarsiz ve kirilgan ekonomiler yaratmistir.
Nihayet, 90'li yillarda kendisine biçtigi yeni rol olan Demirperdeden kurtulan ülkelerin süratle piyasa ekonomisine geçmeleri ve basarili olmalari yolundaki misyonunda da basarisizligi ortadadir.
1944 Bretton Woods anlasmalari uluslararasi üçüncü bir organizasyonun kurulmasini da içermekteydi.
IMF finansal iliskileri düzenlerken bu kurulus da ticari iliskileri düzenleyecekti. Mallarin ve hizmetlerin serbest dolasimini saglayacak, dolayisiyla gümrük tarife ve pozisyonlarinda uluslararasi bir anlasma saglayacakti. Bu kurumun adi Uluslararasi Ticaret Örgütü'ydü. 50 yil sonra yani 1995 yilinda kurum nihayet hayata geçmis oldu. Dünya Ticaret Örgütü diger ikisinden (IMF ve Dünya Bankasi) çok net bir sekilde ayrilmaktadir. Örgüt kendi basina kural koymamakta, ticari müzakerelerin serbestçe tartisildigi ve kararlastirildigi demokratik bir forum yaratmakta ve alinan kararlarin uygulanmasini yakindan takip etmektedir.
Ekonomik amaçli kurulan bu uluslararasi organizasyonlarin arkasindaki düsünce baslangiçta dogru olsa da, zamanla ilk yaklasim süratle yerini yeni  düsüncelere birakti. Baslangiçta Keynes'ten esinlenen, yetersiz piyasa ve devletin istihdam yaratmadaki rolü yerini tamamen bir serbest piyasa ekonomisine birakti. Bunda en önemli etkenlerden birisi de Güney Amerika ülkelerindeki hiperenflasyonla birlikte yasanan ekonomik krizlerdir. Bu krizlerden devletin kötü yönetiminin yüzde yüz sorumlu oldugu fikrinin IMF de devleti gittikçe daha çok dislayan bir reaksiyona dönüsmüstür. Güney Amerika ülkeleri için (devletin ekonomiye çok fazla müdahale etmesi yüzünden) geçerli olan bu görüsler bilahare tüm dünya ülkeleri için uygulanan ekonomi politikasina da uygulanir oldu. Halbuki bilhassa yeni gelismekte olan veya liberal ekonomiye ilk defa açilacak ülkeler için bir anda uygulanmak istenen tam serbesti, bu ülkelerin ekonomik intihari oldu.
Sayet örneklemek gerekirse ABD veya Japonya gibi ülkeler kademeli olarak ve uzun yillar boyunca gelismekte olan ve henüz dünya rekabeti ile basa çikamayacak sektörlerini koruma altinda tuttular. Gelismekte olan bir ülkeyi serbest ithalat rejimine zorlayarak kendisinden  çok  önce rekabet  gücünü  kazanmis ülkelerin  mallari   ile rekabet etmek mecburiyetinde birakmak, (sosyal ve ekonomik) çok yikici sonuçlar dogurabilir.
Tarim alaninda çalisan kesimin fakir çiftçileri Avrupa ve ABD'den gelen ve yogun bir sekilde sübvanse edilmis ürünlerle tabii ki rekabet edemezlerdi. Pek çok is gücü, sanayi ve tarim alaninda süratle isini kaybederken ülkelerin süratle yeni is alanlari yaratmalari mümkün olamadigindan issizlik bir çig gibi büyümekteydi. Isini koruyabilen kesimlerde ise isini kaybetme endisesi hakimdi.
Sermayenin serbest hareketinin sonuçlarindan daha önce bahsetmistik. Spekülatif amaçli sermayenin gel-gitlerine bu küçük ve kirilgan ekonomilerin dayanmalari mümkün degildir. Gelismekte olan ülkelerin ekonomileri küçük gemiler gibidir ve tam firtinanin ortasinda okyanusa salinmalari asla düsünülemez.
IMF müdahale ettigi her alanda yanlislar yapti. Sonuç ülkeler için daha da  fakirlesmek, sosyal ve politik bir kaosa yuvarlanmak oldu. IMF'ye %100 teslim olan Bolivya gibi ülkelerde bile ekonomik bir gelisme gözlenemedi. Bir tek Sili'de basarili oldugunu iddia etmek her 10 ülkenin 9'unda basarisiz olundugu gerçegini degistiremez.
IMF probleminin arkasinda, ne yapilacagina ve nasil yapilacagina karar veren IMF yönetimi yatmaktadir. Bu yöneticiler en zengin ve gelismis sanayi ülkelerinin temsilcileri olup, bu ülkelerin ticari ve finansal çikarlarini korumak durumunda olan kisilerdir.
IMF ve Dünya Bankasi'nin tüm faaliyetleri gelismekte olan ülkelere yönelik olmasina ragmen bu kurumlarin ana politikasini tayin ve yürütmekle görevli baskanlar sanayilesmis ülkelerden seçilmektedir (bir centilmenlik anlasmasi ile daima IMF'nin basina bir Avrupali, Dünya Bankasi basina bir Amerikali seklinde yönetilmektedirler.) Bu yöneticiler kapali kapilar arkasinda seçilmekte ve hiçbir zaman gelismekte olan ülkeler konusunda bir tecrübeye sahip olup olmadiklarina bakilmamaktadir. Uluslararasi bu kurumlar, yönetimleri itibariyle hizmet verdikleri ülkeleri temsil etmemektedirler.
Ikinci önemli sorun ise IMF bünyesinde gelismekte olan ülkeler adina kimlerin müzakereye katildiklari ile ilgilidir. IMF'ye muhatap olanlar Hazine Müstesari, Merkez Bankasi Baskani ve Maliye Bakaniyken Dünya Ticaret Örgütü'nün muhatabi ise genellikle Ticaret Bakanlaridir. Tüm bu sahislar kendi ülkelerinde belli bir kesime çok siki baglarla bagli kisilerdir. Ticaret Bakani genellikle is dünyasinin tesiri altindadir. Is dünyasi daha çok ihracat ve tesvik ister. Küçük üretici, çalisan kesim, çevre gibi konular genellikle onun ilgi alanina girmez. Maliye Bakani ve diger bürokratlar ise çogunlukla ya özel finans kesiminden gelmis ya da bir gün oraya kapagi atmaya bakan kisilerdir. Bu insanlar ait olduklari topluluklarin gözlükleri ile olaylara bakarlar  ve karar mekanizmalari bu çevrelerin çikarlarinin etkisi altindadir. En azindan sunu unutmayalim ki uluslararasi bu kuruluslar gelismis sanayi toplumunun pek çok ticari  ve finansal kurumunun çikarlari ile direkt baglantili bir karar mekanizmasinin içindedirler.
   
Ülkesi dis borç faizi ve ana parasi ödüyor diye yoksulluga mahkum olan köylüler, anormal vergi yükü ile yatirim yapamayan mütesebbisler, Endonezya'da, Fas'ta, Papua Yeni Gine'de yükselen akaryakit ve gida fiyatlari ile bogulan halk kitleleri, Tayland'da IMF saglik harcamalarina ciddi kisitlamalar getirdigi için AIDS'de büyük bir tirmanis yasayan toplum, IMF baskisi ile devletin egitim bütçelerinde dahi kisitlamaya gitmesi sonucu pek çok gelismekte olan ülkede çocuklarini okutmakta zorlanan ve kiz çocuklarini okula göndermeyen aileler IMF'in yansittigi küresellesme politikalarina karsi ciddi bir hayal kirikligi yasamaktalar.
Bu insanlar çaresizlik içinde ve bir süre sonra seslerini duyuramamaktan sikayetle sokaga inecekler. Sokaklar bu konuda hak aramanin ve tartismanin yeri olmamalidir. Dünyada pek çok yönetici, ekonomist ve bu konulari inceleyen aydin kisi, gelismis ülkelerin pek çok temsilcisi de dahil olmak üzere bu dünyaya empoze edilen “Washington Anlasmasi”nin gelisme ve kalkinmaya tek çözüm olarak sunulmasina karsi olup, yeni yollar aranmasinda mutabiktirlar.
Ancak ticari çikarlar ugruna pek çok ülkenin çevresinin, demokrasisinin, insan haklari ve sosyal adaletinin tahrip edildigi bir gerçektir. ABD'nin 19. yüzyildaki tecrübesi simdilerde yasanan küresellesme ile tam bir paralellik arz etmekte ve içindeki çeliski dünün basarisi ile bugünün basarisizligini çok güzel izah etmektedir.
19. yüzyilda nakliye ve haberlesme maliyetlerinde ciddi ucuzlamalar meydana geldiginde ABD'de mahalli kuruluslar eyaletlerinin hudutlarini asarak ülke genelinde hizmet ve mallarini pazarlamaya basladir. Ama ABD hükümeti piyasalarin spontane gelismesine seyirci kalmadi; ekonominin gelismesinde bizzat hayati rol oynadi. Federal devlete eyaletler arasi ticarete kurallar getirmek, tek bir elden kurallarini koyarak finans sistemlerini kurumsallastirmak, ülke genelinde çalisma kosullarini ve asgari ücreti tek bir standarda kavusturmak, genis piyasa ekonomisinin getirdigi etkilerden küçükleri koruyucu tedbirleri almak, issizlik sigortasi gibi kurumlari olusturmak görevlerini verdi ve denetledi. Bazi sektörlerin kurulmasina ve  isletilmesine öncülük etti, (1842 yilinda Baltimore-Washington arasinda ilk telgraf hattini devlet kurmustur) çiftçileri koruma altina aldi, ziraat fakültelerinin kurulmasi, yeni teknolojilerin gelistirilmesi, ekonomik gelismenin saglanmasi için gereken tedbirlerin alinmasinda devlet basrolü oynadi. Dagitimin ve paylasimin içinde direkt yer almasa da bunun esit ve adil olmasi için direkt çalismalar yapti.
Bugün 19. yüzyilda ABD'de yasadigimiz milli ekonomimizin büyüme ve genislemesine imkan saglayan kosullarin benzerleri dünya çapinda mevcut. Ulastirma ve haberlesme maliyetleri düserken suni engellerinden kurtulan hizmet, mal ve sermaye serbestçe dünyayi dolasabilmekte. (Yalnizca emek gücünün serbest dolasimi önünde ciddi engeller mevcut.)
Tam bir küresellesme ortami mevcut ama maalesef bizim tüm ülkelerin vatandaslarina karsi sorumlu olan ve millilesme sürecinde ABD'de etkili olan tarzda ekonomik gelisme ve sonuçlarini destekleyen bir dünya devletimiz yok. Bizim sistemimiz dünya çapinda yönetim sistemini bir dünya hükümeti olmaksizin uygulama seklidir. Bu sistemde birkaç kurum (IMF, Dünya Bankasi, WTO) ve birkaç aktör (Maliye Bakanlari,   birkaç   bürokrat) rol   alirken   sistemden asil   direkt  olarak
   
etkilenenlerin söz haklari bile yok. Uluslararasi ekonomi kurallarini yeniden gözden geçirme zamani gelmis bulunuyor. Ideolojilere daha az, verimlilige daha çok yer veren, karar mekanizmalarinin nasil ve kimlerin lehine isledigini tekrar gözden  geçiren, gelismeyi kesinlikle saglayan bir sistem gerekmektedir. Alinan tedbirlerden etkilenen tüm ülkelerin söz sahibi olduklari yeni bir yaklasimla küresellesmeyi yönlendirmek, adil ve uygulanabilir bir tarzda yönetmek sayesinde dogacak yeni bir dünya ekonomisinin meyvelerinin daha adil bir sekilde paylasildigi ve daha kalici oldugu bir çözüm kaçinilmazdir.
 
Sn. Dr. Ali Nail Kubali'nin 24 Eylül 2002 Tarihli Yazisi'ndan Alinti
1989 yilinda Istanbul Sanayi Odasi'nin düzenledigi bir panelde; uluslararasi piyasalarda çok büyük bir likiditenin birikiyor oldugunu, bu likiditenin paniklerden etkilenen, hizli hareket eden bir likidite oldugunu bu hareketliligin dünya  piyasalarinda ciddi bir istikrarsizlik ve kriz riski yaratabilecegini uzunca bir biçimde anlatmistim. Bu gelismenin nedenlerini ve isleyis mekanizmalarini da açiklamistim.
O tarihte Türkiye'de henüz Sermaye piyasalari gelismemisti. Döviz transferleri serbestlesmemisti. Sermaye ve kredi piyasalarimiza, ileriki yillarda “sicak para” olarak anilacak, büyük spekülatif fonlarin girmesi olanaksizdi. Bu sebeple uluslararasi likidite o günlerde Türkiye için tehdit degildi.
Ancak bir süre sonra TL konvertibl oldu, döviz transferleri de serbestlesti. Ben de Cumhuriyet gazetesinde yayinladigim bir makalede bu tehlikeden enine boyuna bahsettim. Türk ekonomisini yönetmenin eskiye oranla çok zorlastigini belirttim. Ekonomimizin paniklerle baslayacak krizlere ve belirsizliklere açik hale geldigini ileri sürdüm. Yil 1991 veya `92 idi.
O günden beri bir çok yazimda, konferanslarimda, ayrica hükümet yetkililerine ve Odalar Birligine verdigim raporlarda bu tehlikeden bahsettim. Krizin engellenmesi için de bir “Sermaye Piyasalari Stabilizasyon Fonu” kurulmasini önerdim. 1994'de, 1998'de ve 2000'de krizler pes pese geldi. Her biri de Türkiye'ye giren uluslararasi likiditenin aniden panikleyip ülkeyi terk etmesi ile basladi.
IMF reçetelerinin Türkiye'yi ve hiç bir ülkeyi bu krizlerden koruyamayacagini. Bir “kalkan”a ihtiyaç oldugunu. Mutlaka yeni ve özgün bir önlem gerektigini. Malezya'nin bu konuda basarili önlemler aldigini tekrar tekrar anlattim.
Peki ben bugün neden mutlu oldum? Çünkü Dünya Bankasi'nin eski Bas Ekonomi Danismani, Clinton'un Ekonomi Danismanlari Kurulu eski Baskani, Nobelli iktisatçi Joseph Stiglitz bu yaz yayinlanan kitabinda krizlerin suçunun hareketli uluslararasi likidite oldugunu açikça ifade etti. Çözüm için de Malezya Basbakani Mahatir Muhammed'in getirdigi kisitlayici önlemleri örnek verdi. IMF'yi de agir bir biçimde elestirdi!
Stiglitz'in önerilerini ben bugün okudum. Çok mutlu oldum. Çünkü artik sanirim bizim ekonomimizi yönetenler de bu konunun önemini kavrarlar. Belki Türkiye'yi bu kriz dalgalarindan koruyacak bir kalkan da gelistirilir. Türkiye bir kriz dalgasina daha dayanamaz!
Sn. Dr. Ali Nail Kubali'nin 15 Ekim 2002 Tarihli Yazisi'ndan Alinti
Stiglitz'in Eylül ayinda Arjantin ekonomisi ile ilgili bir makalesi yayinlandi. Makale Türkiye için de önemli dersler içeriyor.
Stiglitz'e göre Arjantin'in bugün ihtiyaci olan sey ekonominin "Yeniden Canlandirilmasi" yani "Reaktivasyon"dur. Hükümet politikalari ekonomiyi canlandirmaya yönelik önlemlere yogunlasmalidir. Eger özel kesim kendi basina kredi hacmini arttiracak önlemler alamiyorsa, Stiglitz, devletin devreye girerek kredi  hacmini arttirmak üzere mevcut kredi kurumlarini yeniden yapilandirmasini veya yenilerini kurmasini önermektedir.
Peki kredi hacmini arttirmak enflasyonu tehlikeli bir boyutta arttirmayacak midir? Stiglitz benim de birçok yazimda savunduklarimi vurguluyor: "Mal ve hizmet arzini arttirmaya yönlenecek krediler enflasyonu arttirmazlar. Aksine iç üretimin arttirilmasi enflasyonla mücadelenin etkin bir araci olabilir."
Stiglitz'e göre ülkeler IMF kredilerine degil ekonominin "reaktivasyon" una odaklanmalidirlar. Çünkü IMF kredileri ekonomiyi canlandirmaya degil, kredi geri ödemesine gidecektir. Stiglitz ayrica, "Sayet IMF daraltici mali politikalar ve mali sektörün yapilanmasinda (Endonezya'daki gibi) yanlis politikalar  dayatacaksa, ekonomi daha da zayiflayacak ve güven de erozyona ugrayacaktir!" demektedir.
Hiç süphe yok ki Stiglitz'in Arjantin için söyledikleri Türkiye için de geçerlidir. Türkiye, 1994 ve 1998 krizlerinde de, hala içinde bulundugumuz 2000 krizinde de, ekonomisi durmus, makine kapasiteleri atil, isçileri issiz, talep ortadan kaybolmus durumda ilen dahi parasal ve mali daraltici önlemler uyguluyordu. IMF'nin zorlamasi olan bu önlemler Türkiye'de kriz dönemlerinin gereginden çok fazla uzamalarina neden olmustur.
Eger Türkiye bu krizlerden yavas yavas çikiyor ve canlaniyorsa, bu tamamiyle uygulanan yanlis politikalara ragmen ekonomisindeki güçlü iç dinamiklerinin zorlamasi ile mümkün olmaktadir.
   
Sn. Serdar Turgut'un 22 Ekim 2002 Tarihli Yazisindan Alinti:
IMF'nin son kredi diliminin açilmasinin seçim sonrasina ertelenmesinin tek bir anlami vardir. Issizligin, fakirligin daha da artirilmasina yol açacak tedbirler alinmasini istiyorlar ve bir seçim öncesinde bunun yapilmasi mümkün olmadigi için de anlayis göstererek beklemeye razi oldular.
Anlayacaginiz tekrar kabak gibi oyulacagiz yine 4 Kasim'dan itibaren. Isin acikli yani da kabagi oyacak kasigi kapmak için bütün partiler tuhaf bir sekilde, sanki bu utanilmasi gereken bir sey degilmis gibi yarismaktalar.
Bu politikalara sahip çikmanin ne anlama geldigini anladigindan süphe duydugum kalabaliklar ise onlari alkisliyorlar ha bire.
Dolayisiyla çok yakinda olup bitecekler oldugu zaman onlara oy verenlerin sikáyet edebilmelerine de imkán kalmayacak, IMF'nin oyma islemi tekrar baslayinca bas kaldiranlara, biz  size  söylemistik neden  simdi  sikáyet ediyorsunuz       denilecek.
Bir yalan söyleniyor Türkiye'de. IMF politikalarinin alternatifi yoktur deniliyor. Hayir, gayet tabii ki vardir. Siz siz olun televoleci zihniyetin hákim söylemine kanmayin bu konuda. Türkiye ne yazik ki basiretsiz politikacilar nedeniyle IMF konusunda ``Ben IMF'yi daha çok severim, sen az seversin, hayir ben çok daha fazla  severim'' türünden abuk bir söylemin içine itilmis durumdadir. IMF'nin tek bir hedefi vardir, o da borçlu ülkenin borcunu zamaninda ve aksamadan ödemesini saglamaktir. Bu böyle diye aman onlara da kizmayin, çünkü onlar bu konuda dürüstler, hayatta hiçbir zaman amaçlari konusunda yalan söylemediler, açik oynadilar oyunu.
Yalani söyleyen borcu ödeyen ülkelerdeki IMF yalakalaridir. Bu tutturduklari yoldan sapmamalarinin tek sonucu issiz sayisina yüz binlerce issiz daha katilmasi, fakirligin daha da artmasidir.
Ancak unutmaya çalistiklari bir nokta var. Kimden daha ne alacaklar ki? Biçak kemige filan dayanmadi, çoktan kemigi kesmeye basladi bile.
Yapilacak tek sey var.
Borç ödeme takvimimizi IMF ile yeni bastan konusmamiz, bazilarinda erteletmeye gitmemiz, bazilarinda ise silinmeye gidilmesi için bastirmamiz gerekiyor. Türkiye'nin bu dis borcu ödemesi artik mümkün degil, çünkü bu miktarda borç sadece halki ezerek ödenebilir. Türkiye'de ise halkin ezilecek yani kalmadi artik.
Anlayacaginiz Türkiye zor, hatta imkánsiz olmasi gereken bir isi basardi ve sömürecek insanini tamamen tüketme yoluyla sömürü düzeninin sonunu hazirladi. Kapitalizmde bile ender görülecek olaylardan bir tanesidir bu, bunu da bilin yani!
IMF ve yabanci sermaye ile bu meseleyi konusmaliyiz. Bunu onurlu bir sekilde yapabilmemizin tek sarti ise memleketteki ekonomik düzeni bastan asagiya radikal biçimde düzeltecek plan, program ve stratejiyi olusturmaktir.
   
Kisa, orta ve uzun vadeli kapsamli hedef ve planlari hazirlamaktir. Ve bu Ulusal Ekonomik Kurtulus Programi'yla dünyanin karsisina çikarak ``Baylar durum böyle, ben bunlari yapmaya basladim, artik borçlarimi da yeniden düzenlemeyi sizinle konusmaliyiz'' demektir.
Baska yapilacak hiçbir sey kalmamistir ve vardir, yola aynen devam diyenler de yalan söylemektedirler. Bu tür bir çikis dünya sisteminde tepki görmez, çünkü orta ve uzun vadede kendisini kurtaracak Türkiye dünyaya da yük olmayacaktir, onlar da bunu göreceklerdir.
Ama aksi olursa da iflas edecek bir Türkiye'nin yaratacagi sorunlarla bogusacaklar, alternatifleri budur, bu da sadece bizim için degil bölge için de bir felaketin kapisini açar.
Onurlu Ulusal Program olusturmak yerine yalanlarini sürdürüp de aynen yola devam diyenler bu ülkenin sonunu hazirliyorlar, onlarin dedikleri oldugu takdirde halki açliga itilmis bir ülke olarak iflas edecegiz, tamamen tükenecegiz.
 
Onurlu çikis yolunu yakalamak firsati hala daha var, yeter ki cesur olalim. Buna inanin.
 
 
 

Benzer Kitaplar