Dünya Bankasi'nda görevli oldugum yillarda
küresellesmenin bilhassa gelismekte olan ülkeler ve onun yoksul halklari
üzerinde yikici etkilerini gördükten sonra bu kitabi yazmaya karar verdim.
Bir profesör olarak Washington'da görevli oldugum 7 yil
boyunca ekonomik ve sosyal konular üzerinde yogun bir sekilde çalisma ve
arastirma yapma firsatim oldu. Bu tür konulara yaklasimda, ideolojileri bir
yana birakip hislerimizin etkisi altinda kalmaksizin olaylari tarafsiz bir
sekilde incelemek ve irdelemek gerektigine hep inanmisimdir. Gerek Beyaz Saray
gerekse Dünya Bankasi'nda görevli oldugum yillarda ise maalesef alinan
kararlarin ideolojik ve politik etkiler altinda, sorunlari çözmekte basarisiz
ama yöneticilerin inanç ve çikarlarina uygun bir tarzda alindigini gördüm.
Bulunan çözüm önerilerinin hemen hepsi bir “sok
tedavisi” ve kisa vadede ulasilacak basari hedeflerini içeriyordu. Oysa ben 20
yili askin bir süredir Çin'in ekonomi politikalarini izler ve bir danisman
olarak tartisirken, hatta daha önceleri bir ekonomi profesörü olarak Kenya
üzerinde akademik çalismalar yürütürken, yazdigim kitaplarda “sok tedavisi”
yerine orta ve uzun vadeli, çok yönlü ve tüm kesimlerin nihai refahini
amaçlayan ekonomi politikalarini tavsiye ettim. 20 yildir Çin'de basariyla
uygulanan sabir ve kademeli gelisme tarzini savundum.
Bir tek örnek vermek gerekirse: Özellestirmeye bir tek
sartla taraftarim. O da bu kamu kuruluslari bu sayede daha etkin bir yönetime
kavusarak tüketiciye ayni ürün veya hizmetleri daha ucuza sunabileceklerse.
Washington'daki yillarim bilhassa Beyaz Saray'daki
görevim sirasinda bana devleti daha iyi tanima firsatini verdi. Bu arada
yillarca üzerinde çalistigim teorileri devlet yönetimine aktarmak firsatini
buldum. Tartismalar sirasinda bazen fikirlerimi kabul ettirdim, bazen de
fikirlerim reddedildi. Ama genel kabul gören düsünce tarzim, devlet ile
piyasanin birbirini tamamlayici ve ortak bir iliski içinde olduguydu. Sayet
piyasa ekonominin merkezi ise, devletin de sinirli ama çok önemli bir rolü
oldugu idi.
Ne devletin piyasa ekonomisinin tüm bosluklarini
doldurabilecegine inanacak kadar saf, ne de piyasa ekonomisinin ortaya çikan
tüm sosyal sorunlari kendi basina halledebilecegine inanacak kadar deliydim.
Esitsizlikler, issizlik, çevre kirlenmesi ve bu gibi sorunlarin çözümlenmesinde
devletin çok önemli bir rolü vardi.
Devleti yeniden yapilandirmak, onu daha etkin ve
diyaloga daha açik bir yapiya kavusturmak için çok ugrastim. Böyle bir reformun
ne kadar güç oldugunu fakat hatiri sayilir bir iyilestirmenin mümkün oldugunu
gördüm ve kismen gerçeklestirdim.
Dünya Bankasi'na geçtigimde bu tespit ve düsüncelerimi
uluslararasi alandaki korkunç
esitsizliklerin de giderilmesi yönünde kullanabilecegimin umudunu tasiyordum.
Biliyordum ki fikirler kadar olsa da politika da önemlidir. Bu yüzden
insanlari, önerdigim çözümlerin sadece ekonomik degil ayrica iyi politikalar
içerdigine ikna etmeye çalisiyordum.
Ama uluslararasi alanda, özellikle IMF'de ne ekonomik
çözüm önerileri, ne de iyi politikalar geçerliydi. IMF'de karar alma
mekanizmasi “ilginç bir ideoloji karisimi ile kötü bir ekonomi”ye dayaniyordu.
Herhangi bir ülkeyi bir kriz vurdugunda IMF süphesiz
standart olan ama köhnemis ve uygulama kabiliyeti az çözüm reçeteleri
sunuyordu. Bu reçetelerin, uygulanacagi ülke vatandaslari üzerinde ne tür
etkiler yapacagini hiç dikkate almiyordu. Bu reçetelerin o ülkelerdeki fakirler
üzerindeki etkilerinin veya ülke ekonomisine getirebilecegi yan etkilerin
sosyal yönlerinin tartisildigini çok nadir gördüm.
Bir tek reçete vardi; farkli görüslere yer yoktu. Açik
ve samimi bir tartisma asla özendirilmiyor, tedavi yöntemlerini sadece ideoloji
yönlendiriyordu. Bu davranis biçimi beni perisan ediyordu. Sadece çogu zaman
kötü sonuçlar verdigi için degil, ayni zamanda çok antidemokratik oldugu için.
Özel hayatimizda baskasinin fikrini almadan kör bir
sekilde ilk karsimiza çikan fikri asla
uygulamayiz. Halbuki IMF ile biz, sikintidaki tüm dünya ülkelerinden aynen
böyle hareket etmelerini istiyorduk.
Gelismekte olan ülkelerin sorunlari güçtür ve IMF'ye
daima en zor zamanda, kriz aninda yaklasirlar ama IMF'nin çözüm tedavileri çogu
zaman basarisiz olur. IMF reçeteleri pek çok ülkede açliga ve isyanlara
sebebiyet verdi. Etkilerinin çok feci olmadigi ve kisa bir süre için, hatta
ülkede bir gelisme izlendigi vakalarda dahi o ülkenin zenginini daha zengin,
fakirini ise daha fakir yapti. Ama beni saskinliklar içinde birakan sey gerek IMF'nin, gerekse
Dünya Bankasi'nin bu temel politikalari üreten üst yönetiminin, uygulamalarin
dogrulugundan bir nebze bile süphe duymamalariydi.
Gelismekte olan ülkelerin yöneticileri tabii ki bu
politikalarin dogrulugundan ciddi bir sekilde süphe ediyor fakat gerek IMF
kredisini, gerekse bu sayede açilan diger kredi kapilarini kaybetmek endisesi
ile seslerini çikartamiyor, resmen itiraz etmeyip tüm endise ve elestirilerini
özel görüsmeler sirasinda yapiyorlardi.
Bir miktar aci çekmeden krizden çikilamayacagi
asikardir. Ama kanaatimce IMF ve diger finans kuruluslarinin gelismekte olan
ülkelere küresellesmeyi çabuklastirmak amaciyla uyguladiklari ekonomi
politikalari gereginden çok abartili olmustur. Bugün dünyada küresellesmeye
artarak karsi koymanin temelinde iki sebep yatmaktadir: Ideolojik nedenlerle
dikte edilen politikalarin yarattigi yikim (ravage) ve dünya ticaret sisteminin
içermekte oldugu adaletsizlik. Bugün artik bu sistemden direkt olarak
yararlananlar disinda hiç kimse bu ikiyüzlü politikalari savunabilecek
durumda degildir.
Gelismekte olan ülkeler, yardim etme iddiasi ile
piyasalarini gelismis ülkelerin mallarina açmaya (liberalize etmek)
zorlanirken, gelismis ülkeler kendi piyasalarini korumaya devam ediyorlar. Bu
politikalar (dünya çapinda) zenginleri daha zengin, fakirleri ise daha fakir ve
daha öfkeli kilmaktadir.
Uluslararasi bürokratlarin kotalar, ülkelere taninacak
borç miktarlari, uluslararasi ticari kurallar konusunda eskiden kimsenin
dikkatini dahi çekmeyen toplantilari bir süredir büyük gösteri ve
protestolara sahne olmaktadir.
1999 yilinda Dünya Ticaret Örgütü'nün Seattle'daki
toplantisi tam bir sokla karsilasti. Binlerce protestocu günlerce toplantiyi,
katilimcilari, kararlari protesto ettiler. O günden beri bu protesto eylemi ve
öfke daha da artarak büyüyor. IMF, Dünya
Bankasi ve Dünya Ticaret Örgütü'nün her toplantisi bir çatisma ve
huzursuzluk kaynagi. 2001 yilinda Genova'da bir protestocunun ölümü sadece bir
baslangiç mi, yoksa küresellesme karsiti savas baska kurbanlar da verecek mi?
Aslinda bu kuruluslara karsi yapilan nümayisler dünyada
hiç de yeni degil. Ülkelerine karsi uygulanan aci reçetelerden zarar gören
çesitli kesimler daima bazi reaksiyonlar göstermis ve bati dünyasi bu tepkilere
karsi duyarsiz kalmistir. Simdi olan ise çok farkli bir olaydir. Protestolar
artik gelismis ülkelerin insanlarindan geliyor.
Eskiden muz ithalatina uygulanan kotalar veya gelismekte
olan ülkelere taninan düsük faizli uzun
vadeli borçlar pek az insanin ilgisini çekerken, bugün büyük sehirlerin
varoslarinda yasayan 16 yasindaki gençlerin dahi GATT veya Kuzey Amerika
Ekonomi ve Isbirligi anlasmasi hakkinda bir fikirleri mevcut. Genis kitlelerin
protestolari, yöneticilerin yogun bir vicdan muhasebesi yapmalarina sebep oldu.
Fransa Cumhurbaskani Jacques Chirac gibi muhafazakar bir baskan bile
endiselerini dile getirerek “küresellesme ondan asil yararlanmasi gereken
toplumlarin gelecegini daha iyi aydinlatmiyor”
dedi.
Tüm dünya için açik bir durum ki, bir sey korkunç
sekilde yanlis isliyor. Küresellesme çagimizin en yakici sorunu haline geldi.
Her yerde, yönetim kurullarinda, medyanin yazi kurullarinda, tüm egitim
kurumlarinda bu problemden bahsediliyor.
Neden pek çok iyiligi beraberinde getirmis olan
küresellesme simdi bir çeliskiler yumagina dönüstü? Uluslararasi ticarete
açilmak pek çok ülkeye ihracat imkani, daha çok dis kaynak ve daha süratli bir
kalkinma imkani getirdi. Nike'nin fabrikalarinda düsük ücretle çalismak dahi
pirinç tarlasindaki tarim isçiliginden daha iyi hayat sartlari sagliyordu.
Insanlar daha iyi yasam sartlarina, daha uzun bir yasama kavustular.
Bazi fakir ülkeler dünyadan kopukken elde edilen
haberlesme ve egitim imkanlarindan yararlanarak gelismis dünya ile
bütünlestiler. Gümrük duvarlarinin kalkmasi sayesinde bazi ülkelerde (çok
pahali oldugu için) süt içemeyen çocuklar ucuz süte (Jamaika) kavustular.
Küresellesme pek çok ülkeye yeni teknolojiler, yeni
piyasalar ve faaliyet alanlari getirdi. Yeni is alanlari, egitim ve saglik
olanaklari yine küresellesme ile gelismekte olan ülkelere ulasti.
Küresellesmeyi acimasizca elestirenler ne kadar avantajlarini göz ardi
ediyorlarsa, ona methiyeler düzenler de onlardan çok daha büyük bir yanlisin
içindeler.
Her ne kadar küresellesme yandaslari gelismekte olan
ülkelerde büyüme ve fakirlikle etkin biçimde mücadele için baska yol olmadigini
iddia ederek, bunun adini gelisme koysalar da, gerçek hiç de öyle
olmamistir. Dünyada zenginlerle
fakirler arasindaki
uçurum azalmiyor, artiyor. Dünyada toplam gelir yillik
ortalama %2,5 oraninda artarken günlük bir dolarin altinda bir gelir ile yasamaya
mahkum insan sayisi azalmiyor, artiyor.
Afrika'da bu hayal kirikliginin en fecisi yasaniyor.
AIDS ve açliktan insanlar sinek gibi ölüyorlar. Eski sosyalist devlet
anlayisini terk edip, bütçesini denklestirmis, enflasyonu düsürüp makul
derecede dürüst bir devlet yapisina kavusmus Afrika ülkeleri dahi çok zor
durumda çünkü yabanci sermaye yeteri kadar gelmiyor, yatirim yapilamiyor ve
kalici bir gelisme saglanamiyor.
Küresellesme fakirlige bir çare olmadigi gibi ekonomik
istikrari saglayan bir unsur da olamadi. Asya ve Güney Amerika krizleri diger
gelisen ülkelerin ekonomilerini de olumsuz etkiliyor. Bir ülkenin düsen ulusal
parasi beraberinde diger baska ülkeleri de sürüklüyor. Dünya çapinda bir
finansal kriz ve çöküsten endise ediliyor.
Uluslararasi finans kuruluslari basta Rusya olmak üzere
ondan ayrilan yeni cumhuriyetlerde de basarisiz oldular. Rusya ile Çin'in
mukayesesi buna çok iyi bir örnektir. 1990 yilinda Rusya IMF ile tanistiginda
Çin'in gayri safi milli geliri
Rusya'nin
%60'iydi. Çin uluslararasi finans kuruluslari ile
isbirligini ve IMF'yi reddetti. Kendi imkanlari ile kalkinmayi tercih etti.
Simdi 10 yil sonra Çin'in gayri safi geliri Rusya'ninkinden %60 daha fazladir.
Küresellesme karsitlari bati ülkelerini iki yüzlü
olmakla suçluyorlar. Çok haklilar. Batili ülkeler fakir ülkeleri gümrük
duvarlarini kaldirmaya zorladilar ama kendi duvarlarini muhafaza ettiler.
Gelismekte olan ülkelerin en büyük üretim kaynagi olan tarim ürünlerine ihracat
için geçit vermediler. Bir taraftan gümrük, ama daha acisi diger taraftan
inanilmaz sübvansiyonlar ile kendi üreticilerini koruma altina aldilar. Beyaz
Saray'da oldugum yillarda bu iki yüzlü politikaya karsi büyük bir savas verdim.
Bu sadece sözde yardim vaad ettigimiz ülkelere degil, bizim kendi yurttaslarimiza
da büyük kötülük oluyordu. Halk bu ürünleri çok daha pahaliya alabiliyor ve
müthis sübvansiyonlari vergi mükellefleri ödüyordu. 2000'li yillara kadar
ABD'nin tarim sübvansiyonlari yillik 100 Milyar $ civarindayken Bush iktidari
ile (azaltilacagi tüm dünyaya vaad edilen) bu miktar yillik 176 Milyar $'a
yükseltilmistir.
Bir taraftan tarimin disinda pek çok alanda, gelismekte
olan ülkelerin ihracat kalemlerine kota uygulanmakta, kendileri tekstilden
sekere kadar yerli sanayilerini korumaktayken, bir taraftan da hiç sikilmadan
devamli bu ülkelere piyasalari zengin ülkelerin mallarina açmalari ve
gümrükleri sifirlamalari için baski yapilmaktadir.
Finansal alanda Güney Amerika ve Asya ülkelerinin
bankacilik ve finans sistemlerini liberalize etmesi Bati bankaciligi için yeni
piyasalar ve kar imkanlar yaratti. Ancak spekülatif amaçlarla bu ülkelerin
piyasalarina giren sermayelerin en ufak bir dalgalanmada süratle bu ülkeleri
terk etmesi sadece ilgili ülkeyi degil, onunla dis ticaret iliskisi olan tüm
ülkelerin ekonomilerini dahi süratle bir krizin içine çekmeye basladi. Bunun
sonucu gelismekte olan ülkelerde beklenenin tam aksine zayiflayan bir milli
para ve milli finans sistemi ortaya çikti.
“Uruguay Round” anlasmasi ile herkesin çok dogru buldugu
fikri haklar teminat altina alindi. Buna da en çok saglik alaninda faaliyet
gösteren sirketler ve ilaç firmalari sevindiler. Hindistan veya Brezilya gibi
ülkeler artik onlarin reçetelerini çalamayacak ve taklit ilaç üretmeyecekti.
Sonuçta bu fakir ülkelerde ilaç fiyatlari anormal bir sekilde yükseldi. Yerel
halkin satin alma gücünü asti ve ölümle karsi karsiya kaldilar. Onlarin
ülkelerinin bu fiyat farklarini sübvanse edecek gücü yoktur.
Ticaretin serbestlesmesi basta olmak üzere
küresellesmenin tüm alanlarinda iyi
niyetle ise baslanmis olsa dahi bazi sonuçlari feci oldu. Batili
uzmanlar tarafindan tavsiye edilen ve Dünya Bankasi tarafindan finanse edilen
ve gelismekte olan ülkeye bir kurtulus yolu olarak sunulan tarimsal ve/veya
altyapi projeleri basarisizlikla sonuçlandiginda ise yine bu gelismekte olan
ülkeler ana para ve faizlerini ödemek zorunda
birakildilar.
Küresellesmenin yukarida bahsettigim sinirli yararlari
yaninda ödenecek bedel çok agir olmustur. Çevre tahrip edilmis, politik
çevrelerde yolsuzluklar kangren halini
almis ve degisimin sürati ülkenin kültürel açidan bu degisime ayar
uyduracagi yeterli zamani tanimamistir. Issizlik süratle artmis ve sosyal
patlamalari tetiklemis, Güney Amerika'da sehir eskiyaligi, Endonezya'da etnik
çatismalar yogunlasmistir.
Küresellesmeyi çesitli kurumlari itibariyle ele
aldigimizda sorunun bir Kizilhaç,
UNICEF, ILO, Birlesmis Milletler veya Dünya Saglik Örgütü gibi
kuruluslardan kaynaklanmadigini, elestirilecek pek çok yönü olsa dahi bu
kurumlarin yararli fonksiyonlarina tüm dünya ülkelerinin inandiklarini ve
elestirilerin daha iyiyi amaçlayan
yapici elestiriler oldugunu görüyoruz. Fakirlere saglik hizmetlerinin bir an
evvel ulasmasini, fakir çocuklarin korunmasini, dünyada barisin kalici
olmasini, herkes için esit ve adil bir çalisma dünyasini, dünyada mevcut
salginlara karsi ortak mücadele edilmesini kim istemez ki?
Küresellesmede tüm ihtilaf ve tartisma konulari ekonomik
uygulamalarindan ve bu uygulamalari tüm gelismekte olan ülkelere empoze
eden uluslararasi finans kuruluslarinin basarisiz sonuçlarindan dogmaktadir.
Neyin yürümedigini anlamak için bu üç uluslararasi kurulusa daha yakindan
bakmamiz gerekiyor. “Dünya Ticaret Örgütü”, “Dünya Bankasi” ve IMF...
Tabii ki uluslararasi alanda bankacilik ve finans
çevrelerinde daha pek çok yardimci aktör yaninda Birlesmis Milletlerin
finansman saglayan bazi kuruluslari mevcuttur. Bu kurumlarin çogu zaman Dünya
Bankasi ve IMF'den çok daha farkli görüsler açikladiklarini görüyoruz.
Dünya Çalisma Örgütü, IMF'nin çalisanlarin haklarini pek
az dikkate almasini sürekli kiniyor. Öte yandan Asya Kalkinma Bankasi ülkeye
çok sayida kalkinma stratejileri sunan bir “çogulcu rekabet” sistemini
savunmaktadir. “Asya Modeli” denen bu sistemde devlet bir taraftan piyasadan
güç alarak yeni teknolojilerin yaratilmasi, kolaylastirilmasi, yönlendirilmesi
ve tesvik edilmesinde aktif rol oynarken ayni zamanda çalisanlarin sosyal ve
parasal haklarini güvence altina almaktadir; ve bu model Washington merkezli
kurumlarin Amerikan modelinden çok farklidir.
Ön planda incelenmesi gereken iki kurulus Dünya Bankasi
ile IMF'dir. Zira son 200 yilin büyük ekonomik problemlerinin merkezinde bu iki
kurulus yer almaktadir. Her iki kurulus da 1944 yilinin Temmuz ayinda ABD'de
(New Hampshire, Bretton Woods) toplanan Birlesmis Milletler para ve finans
konferansi sonucu kuruldular.
Dünya Bankasi'nin adi “Uluslararasi Yeniden Yapilandirma
ve Kalkinma Bankasi”ydi. O tarihte bahis konusu pek çok ülke koloni statüsünde
oldugundan, hakim Avrupa ülkeleri eliyle bu amaca ulasmak daha kolay
gözüküyordu. IMF'ye verilen görev ise “Dünyanin Ekonomik Istikrarini
Saglamak”ti.
1944 toplantisina katilanlar, hala 1929 krizinin
etkilerinden tam anlamiyla kurtulmus degillerdi. Bu kriz tüm dünyayi derin bir
sekilde etkilemis ve hiç örnegi görülmemis tarzda issizlige neden olmustu.
ABD'nin çalisan nüfusunun ¼'ü issiz kalmisti.
Bretton Woods'daki toplantiya katilan Ingiliz Ekonomist
John Maynard Keynes için bu krizin ve sonrasinin çok basit bir izahi
mevcuttu. Yetersiz talep ekonominin çökmesine sebep oluyordu. Bazi tedbirler
alarak devlet bu global talebi yaratabilirdi. Para politikalari yetersiz
kalirsa devlet bütçe kaynaklarini devreye sokup devlet giderlerini arttirarak
veya vergileri indirerek ekonomiyi canlandirabilirdi. Keynes'in çok tartisilan
önerileri, salt piyasa ekonomisiyle kisa sürede ekonomik düzelme veya
kalkinmanin neden mümkün olmadigini gösterirken pek çok temel gerçegi de
içeriyordu. Dolayisiyla IMF dünya çapinda bir ekonomik kriz ve daralmayi
önlemek amacini güdüyordu.
ABD disindaki ülkelerin duraklama halindeki
ekonomilerini uluslararasi bir baski araci olarak canlandirmak için gerekli
ekonomik çözümü üretmek, gerekirse bizzat borç da vererek dünya çapinda talebin
canlanmasini ve artmasini saglamak.
Nasil Birlesmis Milletler dünya çapinda ortak bir
çalisma ile yeryüzünde politik istikrari saglamak için kurulduysa IMF de ayni
sekilde ortak bir isbirligi ve anlayisla dünya çapinda ekonomik istikrari
saglamak için kurulmustu.
Kamusal bir kurum olan IMF dünyadaki vergi
mükelleflerinin paralarini kullanan fakat ne onu finanse eden, ne de hayatini
degistirdigi insanlara hesap veren bir kurulustur. Dünyanin çesitli ülkelerinin
maliye bakanlari ile Merkez Bankasi baskanlarinin yönetim ve denetiminde olan
bu kurulus çok karmasik bir oylama sistemine sahip olup, sonuçta G7 ve
özellikle ABD'nin yönetimi altindadir.
Kurulusundan bu yana IMF çok degisti. Onu piyasalar çogu
zaman kötü isledigi için kurdular fakat o bugün piyasa hegemonyasinin bir
fanatigi haline geldi. Onu, genisleyici ekonomi politikalari (kamu
harcamalarinin arttirilmasi, faiz ve vergilerin indirilmesi gibi ekonomiyi
canlandiran politikalar) benimsemeleri için ülkelerin üzerlerine uluslararasi
baski uygulanmasi için kurdular fakat o bugün kemer sikma politikalari (bütçe
açigini azaltmak, faizleri ve vergileri yükseltmek gibi ekonomiyi daraltan
politikalar) uygulamadiklari takdirde ülkelere kurus koklatmiyor. Keynes
herhalde çocugunun ne hale geldigini gördükçe mezarinda huzursuzca dört
dönüyordur.
Bu degisiklikleri ve çeliskiyi açiklayabilmek için Dünya
Bankasi ve IMF'deki yönetim kadrolarini ve onlarin temel ekonomik anlayislarini
bir miktar anlatmam gerekiyor.
1968 yilinda Dünya Bankasi'nin basinda Harvard
Üniversitesi profesörlerinden çok degerli bir ekonomist olan ve Robert Mc
Namara'nin da hem danismani hem de
kisisel dostu olan Holis Chenery vardi. Chenery gelisme ekonomisi
üzerine çok degerli eserleri olan ve dünyadaki fukaraligin üstesinden gelmenin
dünya barisini saglamak için en önemli etken olduguna inanmis bir kisiydi.
Etrafina dünyanin çesitli ülkelerinden bu anlayisi paylasan çok degerli bir
ekip kurmustu. Chenery ve ekibi, gelismekte olan ülkelerdeki piyasalarin
yetersizligini gidermek yaninda, devletin fukaraligi azaltma ya da ortadan
kaldirmak için neler yapabilecegini arastirmaya odaklanmislardi.
80'li yillarda ABD'de Ronald Reagan, Ingiltere'de ise
Margaret Thatcher serbest piyasa
ekonomisini savunan ve yaymayi misyon edinen iki lider olarak Dünya Bankasi ve
IMF'nin tüm üst yönetimini ve ekonomi politikalarini degistirdiler. Bankanin
basina baskan olarak William Clausen ve ekonomi sefi olarak Ann Krueger
geldiler. Uluslararasi ticaret uzmani olan bu kisiler bilhassa rant ekonomisi
üzerindeki arastirmalari ile taniniyorlardi. Gümrükleri yükseltip korumaci
tedbirleri arttirarak özel gelirlerin baskalari aleyhine arttirilmasini
savunuyorlardi.
Ann Krueger'e göre bir ülkede ekonomik problem varsa bunun
tek sorumlusu devletti. Gelismekte olan ülkenin sikintisinin tek çözümü ise
serbest piyasaydi. Bu yeni iklim ve anlayis Chenery'nin bir araya getirmis
oldugu pek çok degerli ekonomistin bankadan ve IMF'den istifa edip ayrilmasina
sebep oldu.
Dünya Bankasi ve IMF artik fakir ülkelere kendi
düsüncelerini zorla empoze eden ve ellerindeki fonu ancak bu sartlar altinda
kullandiran birer kurulus haline geldiler. Sikintili ülkenin Maliye Bakani o
fonlara ulasmak için çogu zaman dinini bile degistirmeye hazir oldugundan
ülkenin diger bazi kurum ve uzmanlari hiç mutlu olmasa, hatta siddetle karsi
çiksa dahi sartlar kolaylikla dikte ediliyor.
Ilk kurulduklari yillarda Dünya Bankasi ile IMF'nin
rolleri birbirinden ayri ve net bir sekilde tarif edilmisti. IMF ülkenin makro
ekonomik sorunlari ile ilgilenecek (bütçe açiklari, para politikalari,
enflasyon, dis ticaret açigi, dis borç), Dünya Bankasi ise yapisal problemlerle
ilgilenecekti (devlet harcamalari, finansal kuruluslar, çalisma hayati, ticaret
politikalari gibi).
IMF yesil isik yaktiktan sonra Dünya Bankasi devreye
girecek ve fonlama Dünya Bankasi vasitasiyla olacakti. Zamanla IMF emperyalist
bir bakis açisiyla yapisal sorunlarin ekonominin global yönüne direkt etki
yaptigini ve örnegin devlet bütçesi veya dis ticaret açigi sonucu ekonominin
tüm dengelerinin bozuldugunu ileri sürerek her konunun kendi alanina girdigini
iddia etti ve Dünya Bankasi'nin çalismalarina müdahale etmeye, ülke yetkilileri
ile yapilan uzun müzakere ve ortak çözüm arayislarini gereksiz bulmaya ve kendi
reçetelerini (aslinda bir tane) empoze etmeye basladi.
Dünya Bankasi ile IMF arasindaki vaki görüs
ayriliklarini ortadan kaldirmak ve en uygun ekonomi politikalarinin
uygulanmasini saglayacak tedbirleri almak G7 ülkelerinin maliye bakanlari ve
hazine müstesarlarinin isi olmasina ragmen bu konu etrafinda canli ve
demokratik bir tartisma ortami yaratmak hiçbirinin isine gelmiyordu.
Kurulusundan 50 yil sonra açiktir ki IMF, misyonunda
basarisiz olmustur.
Yapmasi icap eden ülkelerin ekonomisinin
ve bilhassa istihdamin gelismesi yönünde mali destek saglamak olmaliyken
bunun tam tersi bir tablo olusturmustur. Para piyasalarinin serbestisi
politikalari ise, IMF'nin saglamasi gereken ekonomik istikrar yerine her
türlü spekülatif sermayenin süratli hareketine açik ve en küçük bir krizde
süratle ülkeyi terk etmesi sonucu eskisinden de daha istikrarsiz ve kirilgan
ekonomiler yaratmistir.
Nihayet, 90'li yillarda kendisine biçtigi yeni rol olan
Demirperdeden kurtulan ülkelerin süratle piyasa ekonomisine geçmeleri ve
basarili olmalari yolundaki misyonunda da basarisizligi ortadadir.
1944 Bretton Woods anlasmalari uluslararasi üçüncü bir
organizasyonun kurulmasini da içermekteydi.
IMF finansal iliskileri düzenlerken bu kurulus da ticari
iliskileri düzenleyecekti. Mallarin ve hizmetlerin serbest dolasimini
saglayacak, dolayisiyla gümrük tarife ve pozisyonlarinda uluslararasi bir
anlasma saglayacakti. Bu kurumun adi Uluslararasi Ticaret Örgütü'ydü. 50 yil
sonra yani 1995 yilinda kurum nihayet hayata geçmis oldu. Dünya Ticaret Örgütü
diger ikisinden (IMF ve Dünya Bankasi) çok net bir sekilde ayrilmaktadir. Örgüt
kendi basina kural koymamakta, ticari müzakerelerin serbestçe tartisildigi ve
kararlastirildigi demokratik bir forum yaratmakta ve alinan kararlarin
uygulanmasini yakindan takip etmektedir.
Ekonomik amaçli kurulan bu uluslararasi
organizasyonlarin arkasindaki düsünce baslangiçta dogru olsa da, zamanla ilk
yaklasim süratle yerini yeni düsüncelere
birakti. Baslangiçta Keynes'ten esinlenen, yetersiz piyasa ve devletin istihdam
yaratmadaki rolü yerini tamamen bir serbest piyasa ekonomisine birakti. Bunda
en önemli etkenlerden birisi de Güney Amerika ülkelerindeki hiperenflasyonla
birlikte yasanan ekonomik krizlerdir. Bu krizlerden devletin kötü yönetiminin
yüzde yüz sorumlu oldugu fikrinin IMF de devleti gittikçe daha çok dislayan bir
reaksiyona dönüsmüstür. Güney Amerika ülkeleri için (devletin ekonomiye çok
fazla müdahale etmesi yüzünden) geçerli olan bu görüsler bilahare tüm dünya
ülkeleri için uygulanan ekonomi politikasina da uygulanir oldu. Halbuki
bilhassa yeni gelismekte olan veya liberal ekonomiye ilk defa açilacak ülkeler
için bir anda uygulanmak istenen tam serbesti, bu ülkelerin ekonomik intihari
oldu.
Sayet örneklemek gerekirse ABD veya Japonya gibi ülkeler
kademeli olarak ve uzun yillar boyunca gelismekte olan ve henüz dünya rekabeti
ile basa çikamayacak sektörlerini koruma altinda tuttular. Gelismekte olan bir
ülkeyi serbest ithalat rejimine zorlayarak
kendisinden çok önce
rekabet gücünü kazanmis
ülkelerin mallari ile rekabet etmek mecburiyetinde birakmak, (sosyal ve
ekonomik) çok yikici sonuçlar dogurabilir.
Tarim alaninda çalisan kesimin fakir çiftçileri Avrupa
ve ABD'den gelen ve yogun bir sekilde sübvanse edilmis ürünlerle tabii ki
rekabet edemezlerdi. Pek çok is gücü, sanayi ve tarim alaninda süratle isini
kaybederken ülkelerin süratle yeni is alanlari yaratmalari mümkün olamadigindan
issizlik bir çig gibi büyümekteydi.
Isini koruyabilen kesimlerde ise isini kaybetme endisesi hakimdi.
Sermayenin serbest hareketinin sonuçlarindan daha önce
bahsetmistik. Spekülatif amaçli sermayenin gel-gitlerine bu küçük ve kirilgan
ekonomilerin dayanmalari mümkün degildir. Gelismekte olan ülkelerin ekonomileri
küçük gemiler gibidir ve tam firtinanin ortasinda okyanusa salinmalari asla
düsünülemez.
IMF müdahale ettigi her alanda yanlislar yapti. Sonuç
ülkeler için daha da fakirlesmek, sosyal
ve politik bir kaosa yuvarlanmak oldu. IMF'ye %100 teslim olan Bolivya gibi
ülkelerde bile ekonomik bir gelisme gözlenemedi. Bir tek Sili'de basarili
oldugunu iddia etmek her 10 ülkenin 9'unda basarisiz olundugu gerçegini
degistiremez.
IMF probleminin arkasinda, ne yapilacagina ve nasil
yapilacagina karar veren IMF yönetimi yatmaktadir. Bu yöneticiler en zengin ve
gelismis sanayi ülkelerinin temsilcileri olup, bu ülkelerin ticari ve finansal
çikarlarini korumak durumunda olan kisilerdir.
IMF ve Dünya Bankasi'nin tüm faaliyetleri gelismekte
olan ülkelere yönelik olmasina ragmen bu kurumlarin ana politikasini tayin ve
yürütmekle görevli baskanlar sanayilesmis ülkelerden seçilmektedir (bir
centilmenlik anlasmasi ile daima IMF'nin basina bir Avrupali, Dünya Bankasi
basina bir Amerikali seklinde yönetilmektedirler.) Bu yöneticiler kapali
kapilar arkasinda seçilmekte ve hiçbir zaman gelismekte olan ülkeler konusunda
bir tecrübeye sahip olup olmadiklarina bakilmamaktadir. Uluslararasi bu
kurumlar, yönetimleri itibariyle hizmet verdikleri ülkeleri temsil
etmemektedirler.
Ikinci önemli sorun ise IMF bünyesinde gelismekte olan
ülkeler adina kimlerin müzakereye katildiklari ile ilgilidir. IMF'ye muhatap
olanlar Hazine Müstesari, Merkez Bankasi Baskani ve Maliye Bakaniyken Dünya
Ticaret Örgütü'nün muhatabi ise genellikle Ticaret Bakanlaridir. Tüm bu
sahislar kendi ülkelerinde belli bir kesime çok siki baglarla bagli kisilerdir.
Ticaret Bakani genellikle is dünyasinin tesiri altindadir. Is dünyasi daha çok
ihracat ve tesvik ister. Küçük üretici, çalisan kesim, çevre gibi konular
genellikle onun ilgi alanina girmez. Maliye Bakani ve diger bürokratlar ise
çogunlukla ya özel finans kesiminden gelmis ya da bir gün oraya kapagi atmaya
bakan kisilerdir. Bu insanlar ait olduklari topluluklarin gözlükleri ile
olaylara bakarlar ve karar mekanizmalari
bu çevrelerin çikarlarinin etkisi altindadir. En azindan sunu unutmayalim ki
uluslararasi bu kuruluslar gelismis sanayi toplumunun pek çok ticari ve finansal kurumunun çikarlari ile direkt
baglantili bir karar mekanizmasinin içindedirler.
Ülkesi dis borç faizi ve ana parasi ödüyor diye
yoksulluga mahkum olan köylüler, anormal vergi yükü ile yatirim yapamayan
mütesebbisler, Endonezya'da, Fas'ta, Papua Yeni Gine'de yükselen akaryakit ve
gida fiyatlari ile bogulan halk kitleleri, Tayland'da IMF saglik harcamalarina
ciddi kisitlamalar getirdigi için AIDS'de büyük bir tirmanis yasayan toplum,
IMF baskisi ile devletin egitim bütçelerinde dahi kisitlamaya gitmesi sonucu
pek çok gelismekte olan ülkede çocuklarini okutmakta zorlanan ve kiz
çocuklarini okula göndermeyen aileler IMF'in yansittigi küresellesme
politikalarina karsi ciddi bir hayal kirikligi
yasamaktalar.
Bu insanlar çaresizlik içinde ve bir süre sonra
seslerini duyuramamaktan sikayetle sokaga inecekler. Sokaklar bu konuda hak
aramanin ve tartismanin yeri olmamalidir. Dünyada pek çok yönetici, ekonomist
ve bu konulari inceleyen aydin kisi, gelismis ülkelerin pek çok temsilcisi de
dahil olmak üzere bu dünyaya empoze edilen “Washington Anlasmasi”nin gelisme ve
kalkinmaya tek çözüm olarak sunulmasina karsi olup, yeni yollar aranmasinda
mutabiktirlar.
Ancak ticari çikarlar ugruna pek çok ülkenin çevresinin,
demokrasisinin, insan haklari ve sosyal adaletinin tahrip edildigi bir
gerçektir. ABD'nin 19. yüzyildaki tecrübesi simdilerde yasanan küresellesme ile
tam bir paralellik arz etmekte ve içindeki çeliski dünün basarisi ile bugünün
basarisizligini çok güzel izah etmektedir.
19. yüzyilda nakliye ve haberlesme maliyetlerinde ciddi
ucuzlamalar meydana geldiginde ABD'de mahalli kuruluslar eyaletlerinin
hudutlarini asarak ülke genelinde hizmet ve mallarini pazarlamaya basladir. Ama
ABD hükümeti piyasalarin spontane gelismesine seyirci kalmadi; ekonominin
gelismesinde bizzat hayati rol oynadi. Federal devlete eyaletler arasi ticarete
kurallar getirmek, tek bir elden kurallarini koyarak finans sistemlerini
kurumsallastirmak, ülke genelinde çalisma kosullarini ve asgari ücreti tek bir
standarda kavusturmak, genis piyasa ekonomisinin getirdigi etkilerden küçükleri
koruyucu tedbirleri almak, issizlik sigortasi gibi kurumlari olusturmak
görevlerini verdi ve denetledi. Bazi sektörlerin kurulmasina ve isletilmesine öncülük etti, (1842 yilinda
Baltimore-Washington arasinda ilk telgraf hattini devlet kurmustur) çiftçileri
koruma altina aldi, ziraat fakültelerinin kurulmasi, yeni teknolojilerin
gelistirilmesi, ekonomik gelismenin saglanmasi için gereken tedbirlerin
alinmasinda devlet basrolü oynadi. Dagitimin ve paylasimin içinde direkt yer
almasa da bunun esit ve adil olmasi için direkt çalismalar yapti.
Bugün 19. yüzyilda ABD'de yasadigimiz milli ekonomimizin
büyüme ve genislemesine imkan saglayan kosullarin benzerleri dünya çapinda
mevcut. Ulastirma ve haberlesme maliyetleri düserken suni engellerinden
kurtulan hizmet, mal ve sermaye serbestçe dünyayi dolasabilmekte. (Yalnizca
emek gücünün serbest dolasimi önünde ciddi engeller mevcut.)
Tam bir küresellesme ortami mevcut ama maalesef bizim
tüm ülkelerin vatandaslarina karsi sorumlu olan ve millilesme sürecinde ABD'de
etkili olan tarzda ekonomik gelisme ve sonuçlarini destekleyen bir dünya
devletimiz yok. Bizim sistemimiz dünya çapinda yönetim sistemini bir dünya
hükümeti olmaksizin uygulama seklidir. Bu sistemde birkaç kurum (IMF, Dünya
Bankasi, WTO) ve birkaç aktör (Maliye
Bakanlari, birkaç bürokrat)
rol alirken sistemden
asil direkt olarak
etkilenenlerin söz haklari bile yok. Uluslararasi
ekonomi kurallarini yeniden gözden geçirme zamani gelmis bulunuyor.
Ideolojilere daha az, verimlilige daha çok yer veren, karar mekanizmalarinin
nasil ve kimlerin lehine isledigini tekrar gözden geçiren, gelismeyi kesinlikle saglayan bir
sistem gerekmektedir. Alinan tedbirlerden etkilenen tüm ülkelerin söz sahibi
olduklari yeni bir yaklasimla küresellesmeyi yönlendirmek, adil ve
uygulanabilir bir tarzda yönetmek sayesinde dogacak yeni bir dünya ekonomisinin
meyvelerinin daha adil bir sekilde paylasildigi ve daha kalici oldugu bir çözüm kaçinilmazdir.
Sn. Dr. Ali
Nail Kubali'nin 24 Eylül 2002 Tarihli Yazisi'ndan Alinti
1989 yilinda Istanbul Sanayi Odasi'nin düzenledigi bir
panelde; uluslararasi piyasalarda çok büyük bir likiditenin birikiyor oldugunu,
bu likiditenin paniklerden etkilenen, hizli hareket eden bir likidite oldugunu
bu hareketliligin dünya piyasalarinda
ciddi bir istikrarsizlik ve kriz riski yaratabilecegini uzunca bir biçimde
anlatmistim. Bu gelismenin nedenlerini ve isleyis mekanizmalarini da açiklamistim.
O tarihte Türkiye'de henüz Sermaye piyasalari
gelismemisti. Döviz transferleri serbestlesmemisti. Sermaye ve kredi
piyasalarimiza, ileriki yillarda “sicak para” olarak anilacak, büyük spekülatif
fonlarin girmesi olanaksizdi. Bu sebeple uluslararasi likidite o günlerde
Türkiye için tehdit degildi.
Ancak bir süre sonra TL konvertibl oldu, döviz
transferleri de serbestlesti. Ben de Cumhuriyet gazetesinde yayinladigim bir
makalede bu tehlikeden enine boyuna bahsettim. Türk ekonomisini yönetmenin
eskiye oranla çok zorlastigini belirttim. Ekonomimizin paniklerle baslayacak
krizlere ve belirsizliklere açik hale geldigini ileri sürdüm. Yil 1991 veya `92
idi.
O günden beri bir çok yazimda, konferanslarimda, ayrica
hükümet yetkililerine ve Odalar Birligine verdigim raporlarda bu tehlikeden
bahsettim. Krizin engellenmesi için de bir “Sermaye Piyasalari Stabilizasyon
Fonu” kurulmasini önerdim. 1994'de,
1998'de ve 2000'de krizler pes pese geldi. Her biri de Türkiye'ye giren
uluslararasi likiditenin aniden panikleyip ülkeyi terk etmesi ile basladi.
IMF reçetelerinin Türkiye'yi ve hiç bir ülkeyi bu
krizlerden koruyamayacagini. Bir “kalkan”a ihtiyaç oldugunu. Mutlaka yeni ve
özgün bir önlem gerektigini. Malezya'nin bu konuda basarili önlemler aldigini
tekrar tekrar anlattim.
Peki ben bugün neden mutlu oldum? Çünkü Dünya
Bankasi'nin eski Bas Ekonomi Danismani, Clinton'un Ekonomi Danismanlari Kurulu
eski Baskani, Nobelli iktisatçi Joseph Stiglitz bu yaz yayinlanan kitabinda
krizlerin suçunun hareketli uluslararasi likidite oldugunu açikça ifade etti.
Çözüm için de Malezya Basbakani Mahatir Muhammed'in getirdigi kisitlayici
önlemleri örnek verdi. IMF'yi de agir bir biçimde elestirdi!
Stiglitz'in önerilerini ben bugün okudum. Çok mutlu
oldum. Çünkü artik sanirim bizim ekonomimizi yönetenler de bu konunun önemini
kavrarlar. Belki Türkiye'yi bu kriz dalgalarindan koruyacak bir kalkan da
gelistirilir. Türkiye bir kriz dalgasina daha dayanamaz!
Sn. Dr. Ali
Nail Kubali'nin 15 Ekim 2002 Tarihli Yazisi'ndan Alinti
Stiglitz'in Eylül ayinda Arjantin ekonomisi ile ilgili
bir makalesi yayinlandi. Makale Türkiye için de önemli dersler içeriyor.
Stiglitz'e göre Arjantin'in bugün ihtiyaci olan sey
ekonominin "Yeniden Canlandirilmasi" yani
"Reaktivasyon"dur. Hükümet politikalari ekonomiyi canlandirmaya
yönelik önlemlere yogunlasmalidir. Eger özel kesim kendi basina kredi hacmini
arttiracak önlemler alamiyorsa, Stiglitz, devletin devreye girerek kredi hacmini arttirmak üzere mevcut kredi
kurumlarini yeniden yapilandirmasini veya yenilerini kurmasini önermektedir.
Peki kredi hacmini arttirmak enflasyonu tehlikeli bir
boyutta arttirmayacak midir? Stiglitz benim de birçok yazimda savunduklarimi
vurguluyor: "Mal ve hizmet arzini arttirmaya yönlenecek krediler
enflasyonu arttirmazlar. Aksine iç üretimin arttirilmasi enflasyonla
mücadelenin etkin bir araci olabilir."
Stiglitz'e göre ülkeler IMF kredilerine degil ekonominin
"reaktivasyon" una odaklanmalidirlar. Çünkü IMF kredileri ekonomiyi
canlandirmaya degil, kredi geri ödemesine gidecektir. Stiglitz ayrica,
"Sayet IMF daraltici mali politikalar ve mali sektörün yapilanmasinda
(Endonezya'daki gibi) yanlis politikalar dayatacaksa, ekonomi daha da zayiflayacak ve
güven de erozyona ugrayacaktir!" demektedir.
Hiç süphe yok ki Stiglitz'in Arjantin için söyledikleri
Türkiye için de geçerlidir. Türkiye, 1994 ve 1998 krizlerinde de, hala içinde
bulundugumuz 2000 krizinde de, ekonomisi durmus, makine kapasiteleri atil,
isçileri issiz, talep ortadan kaybolmus durumda ilen dahi parasal ve mali
daraltici önlemler uyguluyordu. IMF'nin zorlamasi olan bu önlemler Türkiye'de
kriz dönemlerinin gereginden çok fazla uzamalarina neden olmustur.
Eger Türkiye bu krizlerden yavas yavas çikiyor ve
canlaniyorsa, bu tamamiyle uygulanan yanlis politikalara ragmen ekonomisindeki
güçlü iç dinamiklerinin zorlamasi ile mümkün olmaktadir.
Sn. Serdar Turgut'un 22 Ekim 2002
Tarihli Yazisindan Alinti:
IMF'nin son kredi diliminin açilmasinin seçim sonrasina
ertelenmesinin tek bir anlami vardir. Issizligin, fakirligin daha da
artirilmasina yol açacak tedbirler alinmasini istiyorlar ve bir seçim öncesinde
bunun yapilmasi mümkün olmadigi için de anlayis göstererek beklemeye razi
oldular.
Anlayacaginiz tekrar kabak gibi oyulacagiz yine 4
Kasim'dan itibaren. Isin acikli yani da kabagi oyacak kasigi kapmak için bütün
partiler tuhaf bir sekilde, sanki bu utanilmasi gereken bir sey degilmis gibi yarismaktalar.
Bu politikalara sahip çikmanin ne
anlama geldigini anladigindan süphe duydugum kalabaliklar ise onlari
alkisliyorlar ha bire.
Dolayisiyla çok yakinda olup bitecekler oldugu zaman
onlara oy verenlerin sikáyet edebilmelerine de imkán kalmayacak, IMF'nin oyma
islemi tekrar baslayinca bas kaldiranlara,
biz size söylemistik
neden simdi sikáyet
ediyorsunuz denilecek.
Bir yalan söyleniyor Türkiye'de. IMF politikalarinin
alternatifi yoktur deniliyor. Hayir, gayet tabii ki vardir. Siz siz olun
televoleci zihniyetin hákim söylemine kanmayin bu konuda. Türkiye ne yazik ki
basiretsiz politikacilar nedeniyle IMF konusunda ``Ben IMF'yi daha çok severim, sen az seversin, hayir ben çok daha
fazla severim'' türünden abuk bir
söylemin içine itilmis durumdadir. IMF'nin tek bir hedefi vardir, o da borçlu
ülkenin borcunu zamaninda ve aksamadan ödemesini saglamaktir. Bu böyle diye
aman onlara da kizmayin, çünkü onlar bu konuda dürüstler, hayatta hiçbir zaman
amaçlari konusunda yalan söylemediler, açik oynadilar oyunu.
Yalani söyleyen borcu ödeyen ülkelerdeki IMF
yalakalaridir. Bu tutturduklari yoldan sapmamalarinin tek sonucu issiz sayisina
yüz binlerce issiz daha katilmasi, fakirligin daha da artmasidir.
Ancak unutmaya çalistiklari bir nokta var. Kimden daha
ne alacaklar ki? Biçak kemige filan dayanmadi, çoktan kemigi kesmeye basladi
bile.
Yapilacak tek sey var.
Borç ödeme takvimimizi IMF ile yeni bastan konusmamiz,
bazilarinda erteletmeye gitmemiz, bazilarinda ise silinmeye gidilmesi için
bastirmamiz gerekiyor. Türkiye'nin bu dis borcu ödemesi artik mümkün degil,
çünkü bu miktarda borç sadece halki ezerek ödenebilir. Türkiye'de ise halkin
ezilecek yani kalmadi artik.
Anlayacaginiz Türkiye zor, hatta imkánsiz olmasi gereken
bir isi basardi ve sömürecek insanini tamamen tüketme yoluyla sömürü düzeninin
sonunu hazirladi. Kapitalizmde bile ender görülecek olaylardan bir tanesidir
bu, bunu da bilin yani!
IMF ve yabanci sermaye ile bu meseleyi konusmaliyiz.
Bunu onurlu bir sekilde yapabilmemizin tek sarti ise memleketteki ekonomik
düzeni bastan asagiya radikal biçimde düzeltecek plan, program ve stratejiyi
olusturmaktir.
Kisa, orta ve uzun vadeli kapsamli hedef ve planlari
hazirlamaktir. Ve bu Ulusal Ekonomik Kurtulus Programi'yla dünyanin karsisina
çikarak ``Baylar durum böyle, ben
bunlari yapmaya basladim, artik borçlarimi da yeniden düzenlemeyi sizinle
konusmaliyiz'' demektir.
Baska yapilacak hiçbir sey kalmamistir ve vardir, yola
aynen devam diyenler de yalan söylemektedirler. Bu tür bir çikis dünya
sisteminde tepki görmez, çünkü orta ve uzun vadede kendisini kurtaracak Türkiye
dünyaya da yük olmayacaktir, onlar da bunu göreceklerdir.
Ama aksi olursa da iflas edecek bir Türkiye'nin
yaratacagi sorunlarla bogusacaklar, alternatifleri budur, bu da sadece bizim
için degil bölge için de bir felaketin kapisini açar.
Onurlu Ulusal Program olusturmak yerine yalanlarini
sürdürüp de aynen yola devam diyenler bu ülkenin sonunu hazirliyorlar, onlarin
dedikleri oldugu takdirde halki açliga itilmis bir ülke olarak iflas edecegiz,
tamamen tükenecegiz.
Onurlu çikis yolunu yakalamak firsati hala daha var,
yeter ki cesur olalim. Buna inanin.