KUANTUM PC ÇAGI - UMUTLAR VE OLASILIKLAR / NOAM CHOMSKY

KUANTUM PC ÇAGI - UMUTLAR VE OLASILIKLAR / NOAM CHOMSKY

Fevzi BOZKURT
Psikoloji


noam-chomsky-kimdir.jpgNOAM CHOMSKY :

1928'de Pensilvanya'da dogan ünlü düsünürün asil adi Avram Noam Chomsky'dir. Rus göçmeni bir ailenin içinde büyüyen Chomsky, 1945'te Pensilvanya Üniversitesi'nde felsefe ve dilbilimi üzerine egitimine baslamistir. 1950'li yillarin hemen basinda bir süre Harvard Üniversitesi'nde egitim alan Noam Chomsky, Dilbilim Teorisinin Mantiksal Yapisi olarak bilinen doktora çalismasiyla dikkatleri çekmistir.

1957 yilinda Sentetik Yapilar adli kitabiyla adini duyuran Noam Chomsky, doktorasinin ardindan asisten profesör olarak atanmistir. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde 1961 sonrasinda Dilbilimi ve Felsefe alanindan ordinaryüslüge yükselen Chomsky, kendisi gibi bir dilbilimci olan Carol Chomsky ile evlidir.

Dünyanin en ünlü dilbilimcileri arasinda gösterilen Chomsky, psikoloji bilimi için de önemli bir isimdir. 1960'li yillardan günümüze dünya politikalari üzerine düsüncelerini de açikça paylasan ve ilgi gören Noam Chomsky, Vietnam Savasi'na karsi durusuyla bir döneme damga vuran kisiler arasinda yer aldi. Bilim ve siyasetin hemen her alaninda çalismalara katkisi bulunan Chomsky'nin aldigi birçok ödül bulunmaktadir.

Chomsky'nin aldigi ödüllerden bazilari:

1984 Amerikan psikoloji örgütüne bilimsel katki ödülü 1988 Kyoto ödülü 1996 Berlin- Brandenburg Bilim ödülü 2004 Carl- von – Ossietzky çagdas tarih ve Oldenburg politika ödülü 2005 Dünya çapinda entelektüel ödülü 2006 Uppsala üniversitesi doktora ödülü
  1.Bölüm

Latin Amerika’nin Kesfiyle Baslayan Küresellesme

Insanlik tarihinde bazi olaylar vardir. Bunlar tam anlamiyla keskin bir dönüm noktasi olusturur. Örnegin, 11 Eylül 2001; bu tarihten itibaren Bati dünyasinda artik hiçbir seyin eskisi gibi olamayacagi söylemi hakimdir. Baska bir çigir açan hadise ise 1989 Berlin Duvari’nin yikilisidir. 1492 yili ise kuskusuz dünya tarihini kökten degistirerek yeni bir seyre sokmus ve bununla birlikte hayret verici ve uzun süreli sonuçlar dogurmustur.

Kolomb’un Bati yariküreyi kesfetmesinin ardindan Avrupalilarin Amerika kitasina gelisi, burada yasayan yerliler ve çok geçmeden kitaya Afrika’dan getirilen köleler için korkunç bir zulüm baslatmistir. Bitmek bilmeyen bu zulmün, Vasco de Gama’nin kesifleri sayesinde Afrika ve Asya’ya ulasmasi da uzun sürmedi. Ünlü iktisatçi Adam Smith’in Ingiltere’nin Hindistan’daki tüyler ürpertici suçlarina ithafen kullandigi tabirle “Avrupalilarin vahsi adaletsizlikleri” yayildikça yayildi. Yine 1492’de Hristiyan kasifler, barbar hükümranliklarini Avrupa’nin en gelismis ve hosgörülü toplumlarindan biri olan Endülüslere bile uygulamaktan kaçinmadi. Yahudileri ve Müslümanlari zorla göç etmeye yoksa din degistirip Engizisyon kurallarina uymaya mecbur ettiler. Müslüman nüfusa karsi etnik temizlik baslattiklarinda o döneme kadar korunup gelistirilmis klasik çaga ait bilgi birikimini de yok ettiler. Benzer sekilde etkileri halen süren ABD ve Ingiltere’nin Irak isgali sirasinda asirlik uygarlik hazineleri mahvedilmisti. Uygarlik tarihinin ana fikrine kisaca bakacak olursak, dünyanin büyük kisminin Avrupalilar ve Avrupa soyundan gelenler tarafindan fethedilisini görebiliriz.

Avrupa’nin dikkat çekici askeri basarisinin dayandigi temel nedenleri iyi anlamak gerekir. Birincisi Avrupa’nin pisligidir ki Bati yarikürede salginlara yola açmistir. Yerli halklar daha saglikli bünyelere sahip olduklari halde alisik olmadiklari mikroplar nedeniyle bulasici hastaliklara yakalanip telef olmustur. Ikincisi ise askeri üstünlükleridir. Beyazlar bu sayede, sömürgeci dönemde herhangi bir sosyal, ahlaki veya dogal avantajlari olmadigi halde tarihin ilk küresel egemenligini olusturup idare etmeyi becermislerdir. Amerika’dan  Güneydogu     Asya’ya          kadar   tüm            halklar aralarinda        pek      barissever sayilamayacaklar olsa bile yeni karsilastiklari Avrupalilarin vahseti karsisinda dehsete kapilmislardir.

Gelismis zengin ülkelerle dünyanin geri kalani arasindaki uçurum büyük oranda kesifler sirasinda olusmustur. Bilim dünyasi emperyalizmin kibirli tavrinin sakladigi bilgilere ulasmaya baslamistir. Avrupalilar Amerika’yi kesfetmeden çok daha evvel, kitada dünyanin en ileri medeniyetlerinin kurulmus oldugu ispatlanmistir. Su anda dünyanin en fakir ülkesi olan Bolivya’da refah içinde yasayan sofistike bir toplumun kalintilari bulunmustur. Arkeologlarin sanat eseri olarak kabul ettigi bu alan, geçis yollari, su kanallari ve kasabalariyla su ana kadar dünya üzerinde kurulmus en ekolojik, en büyük ve en degisik yerlesim alanidir. Peru’da Ant Daglari’na yerlesen Inkalar Çin, Rus, Osmanli Imparatorluklari’ndan, herhangi bir Avrupa Devleti’nden çok daha büyük bir uygarlik yaratarak sanatsal, tarimsal ve diger alanlarda basarilar elde etmistir.

Avrupa kesifleri sirasinda dünyanin öteki tarafindaki Çin ve Hindistan en büyük ticaret ve sanayi merkezleriydi. Kamu sagliginda oldugu gibi muhtemelen piyasa düzenekleri ve karmasikligi açisindan da Avrupa’dan çok daha ilerideydiler. O dönemde Ingiltere oradan buradan asirdigi yöntemleri kullanarak, yani günümüzde korsanlik olarak adlandirilan ve “serbest ticaret” adi altinda zengin ülkelerce yasaklanan yollarla, tekstil ve diger imalat alanlarinda Hindistan ve diger ülkelere yetismeye çabaliyordu. ABD de diger gelismis ülkeler gibi ayni mekanizmalara bel baglamisti. Ingiltere, artik uluslararasi suçlar kapsamina girmis bulunan korsanlikta da ilerlemisti. Keynes’e göre Ingiliz yabanci yatirimlarinin kaynagi, meshur Ingiliz korsan Sir William Drake’in ülkeye getirdigi ganimetlerdi. Ingiltere ekonomiye devlet müdahalesi ve korumacilikla geçirdigi yüzyillarda rakipleri üzerinde elde ettigi avantajla, Irlanda’ya yaptigi gibi Hindistan’daki imalati da mahvettikten sonra 1846’da bir çesit “serbest ticaret” uygulamasi benimsedi. Benzer nedenlerle ABD de ayni uygulamayi bir asir sonra benimsedi. Her ikisinde de taahhütler özenle belirlenmisti. Böylelikle Avrupa ve Avrupa soyundan gelenler, yurtta devlet müdahalesi ve siddet; fethedilen topraklarin ise barbarlik ve serbestlestirilmeye maruz birakilmasiyla zengin ve kalkinmis toplumlar olabilecek; fethedilen bölgeler ise “üçüncü dünya” olacakti. Elbet, tarihin birkaç etkene indirgenmesi mümkün degil ancak dünyanin kalkinmis ve kalkinamamis olarak ayrilmasindaki etkenler arasinda en çarpici olanlar bunlar.

Bunun etkilerine gelince dramatik olmak bir yana ayni zamanda tüyler ürpertici oldugunu görürüz. Mesela Haiti’yi ele alalim. Bir zamanlar dünyanin en zengin sömürgelerindendi. Fransa’nin ana zenginlik kaynaklarindan biriydi. 1789’da dünyada üretilen sekerin %75’i burada geliyordu. Sanayi Devrimi’nin erken döneminde petrolün yerini tutan pamuk yagi için ekilen pamuk üretiminde basi çekiyordu. Zamanla sömürgeci güçlerin politikalari ve kölelige dayali ekonomiyle birlikte tarima elverisli araziler ve ormanlar yok edildi. Adaya köle getiren Fransiz gemileri Haiti kerestelerini yüklenip Avrupa’ya döndüler. Fransiz idarecilerin ormanlari yok etmesi yoksulluga, erozyona ve daha nihayetinde yikima yol açti. Amerikan destekli Fransiz ve Ingiliz ordulara karsi verdigi mücadeleden sonra 1804’de bagimsizligini ilan eden Haiti 1862’ye kadar ABD tarafindan taninmadi. Fransa, Haiti’ye bunun bedelini ödetmeye kararliydi. Bunu hakli bulan medeni dünya da karsi çikmadi. Bu yetmezmis gibi 1915’te Woodrow Wilson’in isgaliyle kölelik fiilen geri döndü. Binlerce insanin öldürüldügü dönemde Haiti, Amerikan isletmelerine açildi. Amerika tarafindan egitilmis Ulusal Muhafizlar, yalnizca ve yalnizca Haitili elit tabakanin ve beyazlarin çikarlarini korudu. Amerika’nin dayattigi bir anayasa kabul edildi. Ne de olsa mülk hakkini alamadikça Amerikali yatirimcilarin parasini Haiti’ye gömmeleri beklenemezdi. Amerikalilar ülkeyi resmen devralmis oldu. Hem de bunu elde edecekleri ticari avantajlari düsünmeksizin babacan bir tavirla yaptiklarini söyleyerek. Terör, baski ve yolsuzluk Ulusal Muhafizlar ve Duvalier’nin diktatörlügü sirasinda iyice artti. Elit kesim daha da zenginleserek toplumdan soyutlandi. Reagan’in baskanligi sirasinda Haiti’de demokrasinin pekistirilmesi adina Washington lehine yasalar çikartildi. Dünya Bankasi sözde rekabet avantaji ilkesine bagli kalarak, Haiti’yi Karayipler’in Tayvan’ina dönüstürmeyi amaçlayan ihracata yönelik programlar hazirladi. Oysa ki Tayvan disaridan idare edilmiyordu. Dünya Bankasi destegini kamu giderlerine ayirmaktansa özel  isletmelere    vermeyi tercih   ediyordu.

Haiti’nin Amerika’dan gida ve diger mallari ithal etmesi gerekirken çogunlukla kadin Haitili isçiler Amerikan menseili tesislerde berbat kosullarda çalisarak ömür tüketiyordu. 1990’da Amerika’nin destekledigi degil de Haiti halkinin seçtigi adayin baskan olusu, uluslararasi finans örgütleriyle ABD hükümetini sasirtti. Ülkenin demokrasiye yönelip Amerikan yörüngesinden                        çikmasi,            Amerikan        yandaslarinin  degil    de        yoksul çogunlugun ihtiyaçlarina yönelik bir siyaset benimsemesini Washington tehdit olarak algiladi. Amerikan’in destekledigi bir diktatörlük rejimiyle degil de demokratik bir hükümetle yönetilmeye baslayan ülkeye mülteciler geri dönmeye basladi. 1991’de CIA destekli askeri darbe   sonrasinda              basa  gelen askeri    cunta   yönetiminin     yarattigi    terör hükümranligina Baba Bush ve Bill Clinton arka çikti. Haiti yeniden zenginlere hizmet eden bir diktatörlüge dönüstürüldü. 1994’te Clinton “uygar”lastirdiklari eski baskan Aristide’in neoliberal rejimi kabul etmek kaydiyla yeniden basa getirilmesine karar verdi. Kurulusundan bu yana ülkenin en büyük düsmani kendi ordusuydu ve orduyu dagitmak isteyen Aristide’in bu hedefi engellendi. Ülke ekonomisinin gelisimine de özellikle engel olundu. Öte yandan ekonomik rasyonalite tarafindan empoze edilen kosullar altinda Haiti’nin küçük isletmelerinin ABD’nin indirdigi fiyatlarla bas edemeyerek batmasini engellemesi de mümkün degildi.

Sonunda en zengin sömürgesini soyup mahvederek zenginlesen Fransa, Washington ile bir olup, 2004 yilinda demokratik yollarla seçilmis Haiti hükümetini indirdi. Yeni kurulan terör hükümranliginda emniyet güçleri ve adli kurumlarca körüklenen amansiz bir siddetin egemen oldugu yozlasmis bir toplum olustu. 2010’da yasanan deprem dahil birbirini izleyen çogu insan eliyle yapilmis felaketler ve bu siyasi kararlarin sonucunda Haiti mahvoldu.

Haiti’ye karsi gösterilen “bilinçli umursamazlik” insan haklari meselesinin nasil da insan kaynakli oldugunun altini çizen çarpici bir örnek. Bu sorunlari yaratan da, önlemini almayan da insan. Haiti’de Fransiz isgaliyle baslayan yoksulluk bu sorunlarin basinda geliyor. Uluslararasi Af Örgütü’nün kaynaklarina göre dünya nüfusunun yarisini yani 3 milyar insani etkileyen yoksulluk insan haklari krizlerinin en büyügü. Felaketleri hafifletmeyi reddetmek de yine insana özgü. 2010 Haiti depreminden sonra Montreal’de düzenlenen yardim konferansinda Haiti’ye gerçekten faydali olabilecek iki konu; borçlarin silinmesi ve zengin ülkelerin tarimsal ödeneklerinin azaltilmasi gündeme geldiginde katilimcilar buna karsi çikti. Deprem sonrasi Haiti’ye yardimda basi çeken Küba ve Venezuela ise konferansa davet bile edilmedi. Küba, yillardir Haiti’de görev yapan doktorlarina ek olarak yüzlerce doktor daha gönderirken Venezuela Haiti’ye düsük fiyattan sattigi yüklü miktardaki petrol borcunu siliverdi.

Dünyanin öbür ucunda Ingiliz kasiflerin “Londra kadar kalabalik, büyük ve zengin” olarak tanimladigi, uygarligi, kültürü ve refahiyla Avrupalilari saskina çeviren Bengal, yüzyillik sömürge vahsetinden sonra can çekismeye basladi. Sehrin nüfusu 150 binden 30 bine düstü. Verimli pirinç ve tahil tarlalarina afyon ekimini mecbur eden Ingiltere’nin girisimleri sonucunda kitlik basladi ve yüzbinlerce insan öldü. Bengal’e özgü pamuk cinsinin soyu tükendi. Tekstil endüstrisi Ingiltere’ye kaydirildi. Simdiyse gelismis sanayi ülkelerinin yarattigi çevre felaketinin önüne geçilmedigi takdirde Banglades, yükselen deniz seviyesi altinda kalmaya mahkum olacak. Bir zamanlar birer cevher olarak gördügü Haiti ve Banglades’in kaderini karartan beyaz adamin, sebep oldugu fakirlik ve çaresizlik gözünden kaçmis olabilir mi acaba?

Sadece birkaç istisna disinda dünya çapinda ayni hikaye devam etmekte. Sömürgelesmekten kurtulmayi basaran Japonya, o dönemde kalkinmayi ve sanayilesmeyi becerebilen tek ülke. Bu da bize politik ve ekonomik tarih açisindan çok sey ifade ediyor. Buradan söyle bir sonuç çikarmak mümkün; egemenlik dolayisiyla harici iktisadi kalkinmayi kontrol edebilme yetisi ve uluslararasi piyasa sistemine kendi sartlarina göre dahil olabilme becerisi ekonomik kalkinmanin vazgeçilmez ön kosuludur.

Sunu eklemek gerekir ki; sömürgelestirme kesifleri yapan ülkelerin toplumlarinda farkli sekilde yayilmistir ve halen yayilmaktadir. Avrupali toplumlar da tarih boyunca sömürgelestirilip yagmalanmistir. Imparatorlugun çikarlari özellestirilmis ve maliyetler kamulastirilmistir. Imparatorluk ayni zamanda emperyal toplumlarin kendi aralarinda verdigi bir tür sinif mücadelesidir. Adam Smith’e göre Ingiliz tüccarlar ve imalatçilar devlet politikasinin baslica mimarlaridir ve bilhassa kendi menfaatlerini her seyin üstünde tutmuslardir; Ingiliz halkinin zararina olsa bile... Merkantalizmin dayandigi bu ilke ayni zamanda uluslararasi iliskilerin temelini olusturur. Sistemin güçlü olanin diledigini yaptigi ve zayifin da cefasini çekmesi gerektigine dayandigini fark etmek dünyayi kavramaya biraz daha yaklastirabilir bizi. Bu sistemi degistirip daha düzgün bir insan toplumu olabilmemiz ve hatta hayatta kalma sansini yakalayabilmemiz için neler yapmamiz gerektigine dair biz insanliga yol gösterebilir.

Ikna edici baska bir ilkeyse, eli saglam olanlarin etraflarina karsi kör ve sagir olup islerini etkin biçimde sürdürmeleridir. Bahsettigimiz temel ilkeler göz önüne alindiginda bu netice kaçinilmazdir. Tarihin begendikleri yerlerini alip begenmedikleri yerlerini yok saymak da buna dahildir. Eylemlerinin dogurdugu sonuçlari geçistirmeye çalismak için basvurmadik yol birakmazlar. Tam tersine mevcut hikayeyi destekledigi sürece düsmanlarin suçlarina yönelik olarak kahramanlik gösterisi yapmak adeta bir zorunluluktur. Buna en güzel örnek lise tarih kitaplaridir. Örnegin önde gelen Amerikali tarihçiler, Amerika’nin kesfini anlatirken Avrupalilarin sanki kitada hayat yokmus, medeniyet adina hiçbir sey yokmusçasina yeni dünyada uygarlik kurmaya geldiklerinden bahseder. 16.yy basinda Ispanyollarin yariküreyi kesfinin ardindan Güney Amerika’daki yerli halklari tehditkar bir tavirla Hristiyanlastirma çabalari, bir yüzyil sonra Ingiliz kolonicilerin Kuzey Amerika’ya yerlesmesiyle devam eder. Avrupalilar, yeni dünyanin ilk kasifleri olduklari inanciyla bu topraklari ele geçirdiklerini iddia ederek Amerika’nin asil sahibi vahsi kabileleri yerlerinden yurtlarindan eder. Burada yasayanlarin ilkel yerliler oldugu düsüncesi öylesine baskindir ki üstün beyaz irka ögretebilecekleri herhangi bir sey olabilecegi ihtimali dahi akillarina gelmemistir. Beyaz irkin yeni dünyada yayilmasi için adeta seferberlik baslatilir. Ingiltere boyundurugundan kurtulan Avrupa asilli Amerikalilar, Kizilderilileri yurtlarindan sürmekle kalmayip Latin asillilari da iyice güneye iterek boydan boya kaniyla, diliyle aliskanliklariyla ve hatta siyasi ideolojisiyle Amerikan bir kita yaratma hevesiyle, en azindan Kuzey Amerika’yi bütünüyle kapsayan benzer kanunlarla yönetilen, birbirine benzer insanlarin yasadigi bir ülke yaratma amaci güttüler. Batinin kesifleri ve yeni dünyaya yerlesmesi elbette bireysellik ve girisimciligi de beraberinde getirdi. Emperyalizmin en kaba hali olan yerlesimci koloniler, yerli halklarin sindirilmesinde önemli rol oynadi. Bu arada Kizilderililerin maruz kaldigi feci muamele ve asagilama devam etti. Vahsi hayatlarindan kurtarilma kisvesiyle sürgüne yollanan, kiyima ugrayan yerli halklar, yeni komsulari gibi olmaya zorlandi. Bunun barisçil yollarla ve adil bir sekilde yapilmis oldugu iddiasininsa düpedüz yalan oldugunu hepimiz biliyoruz. Bu insanlik suçunu isleyenler arasinda bu feci hatayi fark edip tarihin yargilayacagindan söz edenler de oldu tabii ki. Ziyadesiyle bir soykirim reddi yine önemsenmeden geçildi. Ne de olsa her sey hakli bir dava ugruna yapilmisti.

Özetle, aslinda sayilari onlarca milyonu bulan insanin yasadigi, ileri uygarliklar barindiran bir yer olmasina ragmen, bombos ve sahipsiz bir diyara geldigine inanmak isteyen beyaz adam kendisini insancil ve hayirsever bir kurtarici olarak addedip Kizilderilileri sözde kendi iyilikleri için daglik bölgelere tehcir etti. Günümüzde buna ‘etnik temizlik’ denmekte. Amerikan yerlileri, Afrikalilar ve Filipinliler ne düsünürse düsünsün Amerikalilar kendilerini kurtarici olarak görmeye devam etmekte. Tabii ki bes yüz yillik vahset ve yikimin neler getirip neler götürdügü tartisilir. Üstelik birkaç yil öncesinin siradan söylemleri bile bugün çogu çevrede basbayagi irkçilik sayilmaktadir. Bu da, medenilesen Bati toplumlarinda 1960’larda baslayan popüler aktivizmin etkisiyle olusagelen yaklasimlardan biridir. Ilerlemis olmak için daha çok yolumuz var.

Öte yandan Amerikan toplumunun genelinde, kitanin kesfinden sonra yerli halklara karsi islenen bu talihsiz suçlarin, ülkenin her daim baki kalacak askin amacinin asaletini bozamayacagi görüsü hakim. Geçmiste yasananlarin “gerçegin kendisi” degil “saptirilmis hali” oldugunu savunanlarin sayisi da az degil. Maalesef, tarihte böylesine farkli versiyonlarin yaratilmasi ne alisilmadik ne de sadece ABD’ye özgü. Tüm bunlar emperyal fetihlerin bir standardi adeta. Insanligin vazgeçilmez sarti olarak inanilan, güçlü olanin siddete basvurmasi ise günümüzde Baskan Obama’nin BM elçisi Susan Rice’in belirttigi gibi “kitlesel ölçekte ölümle karsi karsiya kalan masum sivillerin ‘korunmasina yönelik sorumlulugu’ taniyan uluslararasi bir normun ortaya çikisi” olarak tanimlanmakta. Böyle bir sorumlulugun olmasi ve BM ile diger ülkelerce kabul edilmis olmasi tartisma götürmeyebilir ancak güçlü devletlerin rastgele bu yola basvurmasi, tarihin açikça ortaya koymus oldugu üzere bambaska bir meseledir. Çünkü bu norm aslinda belirtildigi gibi ortaya çikmaz. Daha çok ezelden beri emperyal doktrin çerçevesinde siddete basvurulmasini mesrulastirmak için kullanilan bir bahanedir. Iktidar menfaatlerinin emrettigi durumlarda da umursanmadan yok sayilabilen bir meseledir. Tipki kitlesel açlik olasiligi örneginde oldugu gibi. Diplomatlar ve BM delegeleri “ortaya çikan uluslararasi norm”dan bahsedip durdukça gazeteciler devletlerinin suçlarini inkar etmekte uzmanlastikça çözümden uzaklastigimizi fark etmemiz gerekir. Oysa ki kitlesel kitlik sorunu herhangi bir müdahale gerektirmeyen özünde sadece insanlikla halledilebilecek bir konudur.

Amerika’nin Küba’ya yaklasimi da 19.yy sömürgecilik anlayisinin uzantisidir. Kübalilarin kurtarilmak için yalvarip yakardigini öne sürerek adaya asker çikarmis ve Küba’nin Ispanya’dan ayrilip bagimsizlasmasini engellemistir. Böylece ülkeyi 1959’a kadar neredeyse sömürgesi haline getirmistir. Sonrasinda da Küba halkini cezalandirip emirlerine itaat etmeyen hükümeti devirmek için ekonomik savas baslatmistir. Tek görüste birlesen bir dünyayi savunarak isgal, terör ve diger suçlarini günümüze kadar devam ettirmektedir. Küba’ya demokrasi götürme çabalarimizin sonuçsuz kaldigini dolayisiyla “oraya gidip yardim etmek” gerektigini söyleyenler acaba asil hedefin adaya demokrasi götürmek oldugundan nasil bu kadar emin olabilir? Bunun tek kaniti liderlerimizin iddialaridir. Oysa ki olaylar tam tersini kanitlamakta. Tüm bunlar gerçegin saptirilmasi olarak degerlendirilip göz ardi edilebilmektedir.

Aslen Amerikan emperyalizminin 1898’de Küba, Porto Riko ve Hawaii’yi ele geçirisiyle basladigini söylemek mümkündür. Bu müdahalelerin ardindan Filipinler örnegiyle ise neo-emperyalizme geçilmistir. Yeni gelistirilen sömürge egemenligi modelinde, Amerikalilarca kurulup gözetim, yildirma ve siddet alanlarinda egitilmis ve ileri teknolojiyle donatilmis polis teskilati ile saglanmistir. Ayni model dünyanin pek çok yerinde uygulamaya konmustur. Mesela Reagan döneminde Latin Amerika üzerindeki baski iyice artmistir. Yakin tarihin önemli figürlerinden biri olan Ronald Reagan, baskanlik görevi süresince dünyanin dört bir kösesinde kiyim ve yikima neden oldugu yetmemis gibi üstüne nükleer savas ve terör tehdidi yaratmis ve küresel cihat akimina büyük katki saglamistir. Tüm bunlara ragmen ülkesinde bir katil ve iskenceci olarak tanimlanmak yerine parlak bir lider olarak anilmaktadir.

Tarihsel unutkanligi söyle bir örnekle gözler önüne sermek uygun olacaktir: George W. Bush’un savasin engellenmesi doktrinine dair 2002’de yapilan akademik çalismalara bakalim. Simdi biliyoruz ki hepsi Irak’in isgaline hazirliktan ibaretti ve Bush ile yandasi Blair ne zaman diplomatik uzlasma pesindeymis gibi görüneceklerini çok iyi biliyordu. Amerika’nin kuruculari da kaçak kölelerle kanunsuz Kizilderililerin, Ingiliz ajani olarak çalistigi savini öne sürerek tehlike altindaki bir ABD’nin savunmaya geçmesi gerektigini iddia etmisti. Amerikalilarin özgürlüklerini ve yasamlarini tehdit eden muhtemel bir saldiriya karsi önleyici tedbir olarak harekete geçme gelenegi böyle dogmustu. Halbuki Ingiltere, eski kolonileriyle baris arayisi içindeydi. Amerika’nin Küba ve Kanada’yi fethine karsi çikmak disinda tehditkar bir tavri da yoktu. Aynisi günümüzde büyük güç olarak görülen baska ülkelerin durumu için de geçerli olabilir. Bu gelenege uymaya kararli olan Bush yönetimi de yayilmanin güvenligi saglayacagini zannetmis olacak ki; korkuyla yogrulan baska bir güce müdahale etmeye gerek duydu. Clinton doktrini de II. Dünya Savasi sonrasi ABD’nin Latin Amerika’daki ‘dogal kaynaklari’ni korumasinin önemini vurgulayan temayi yineliyordu bir anlamda. Her nasilsa dogal kaynaklarimiz baska bir yerdeydi. Aynen George Washington’in yerli halklardan bahsederken Amerikan topraklarinda izinsiz yasayanlar demesi gibi. Kilit pazarlar, enerji rezervleri ve stratejik kaynaklar üzerinde sinirsiz faaliyet hakkini garantilemek için ‘tek tarafli askeri güç’ kullanma hakki oldugunu söylüyordu. II. Dünya Savasi’ni takip eden dönemde, çikarlara tehdit olusturanin korkutucu yabanci düsmanlar degil, aslinda yerel kaynakli oldugunu dolayisiyla komünistlerin etkiledigi liberal bir rejimdense güçlü bir yönetim tercih edildi. Resmi politika, halkin düsük yasam standardinin iyilestirilmesine yönelik popüler baskilara cevap niteligindeki ‘radikal ve milliyetçi rejimler’in Amerikan çikarlarini tehdit ettigi ve bu egilimlerin özel yatirimlara olanak saglayan siyasi ve ekonomik bir ortamla çatistigi görüsündeydi. Bu nedenle Amerikali politikacilar yurt içi ve disinda, bilhassa Latin Amerika gibi yakin bölgesinde komünizmi veya ekonomik milliyetçiligin her türlüsünü engellemeye özen gösterdi.

Amerika’nin dünya çapinda yayilmaya baslayan, gelir dagilimini genis kitlelere yayacak politikalarin tasarlanmasini öngören yeni milliyetçilik hareketleriyle mücadele etmesi gerekliydi. Özellikle de Latin Amerika’da halk, bir ülkenin kaynak gelisiminden yararlanma hakkinin o ülkenin halkina ait oldugu düsüncesindeydi. Bunun tam tersine Amerikan ekonomik rasyonalizmi, Latin Amerika’nin Amerikan çikarlarini bozan sanayii asiri kalkindirmaktan geri durarak hizmet islevini yerine getirmesini ve kalkinmadan ilk yararlananin Amerikali yatirimcilar olmasini buyuruyordu. 1945’te Latin Amerika’ya dayatilan Amerika Kitasi Ekonomi Tüzügü’ne göre fanatik milliyetçilikle çilginca hareket eden, öz kaynaklarini kontrol etmek isteyen ülkeler disiplin altina alinacakti. Bu tarif, yakin tarihte Amerikan ve Ingiliz yönetiminin çikarlarina uymayinca Irak parlamentosunu devirip kendi istedikleri zorbayi basa geçirmesine benzetilebilir. Oysa ki ABD, kurulusundan bu yana ekonomik milliyetçiligin giderek daha da güçlendigi bir yer olmayi sürdürmektedir.

Isimler ve söylemler degismesine ragmen Amerikan tarihinde ayni temalar yankilanmaya devam etmektedir. Tabii ki bu ABD siyasetine özgü degil. Genel olarak kilit pazarlara, enerji rezervlerine ve stratejik kaynaklara ulasimi garantilemek için siddet ve diger müdahalelere basvurma hakkini tek tarafli olarak sakli tutan imtiyaz sahibi güçlü devletler ve onlara bagli olanlarin bu tür saldirilardan muaf olmasi gerektigi görüsü hakim. 11 Eylül saldirilarinin tüm dünyada ( hatta cihat hareketleri içinde bile ) kinanmis olmasi, asil amacin terörü azaltmak oldugu yapici bir tepkinin nasil olacagini göstermekte. Fakat Güney Amerika’dan gelen kinama mesajlarina eslik eden degerlendirmeler Bati’nin Latin Amerika’ya yüzyillardir uyguladigi zulme gönderme yapiyordu. 11 Eylül’de yasananlar feciydi ancak daha kötüsü de olabilirdi. El Kaide’nin ABD hükümetini devirme niyetindeki bir süper güç tarafindan desteklendigini düsünün bir de. Beyaz Saray’in bombalanip baskanin öldürüldügünü; yerine geçen acimasiz askeri rejimin elli bini askin insani öldürüp yüzbinlercesine iskence ettigini, ülkeyi altüst edip dünya çapinda suikastler düzenleyen bir terör merkezine çevirdigini ve baska yerlerde insanlari katleden neo-Nazi ‘Ulusal Güvenlik Devletleri’ kurulmasina yardim ettigini; hatta bir adim daha öte gidip diktatörlügün ekonomi danismanlarinin ülke ekonomisini tarihin en kötü felaketlerinden birine sürükledigini ve üzerine bir de Nobel ödüllerini topladiklarini zihninizde canlandirin. Iste bu çok daha fena olurdu.

Ancak herkesin bildigi gibi, tam da bu tarif ettigim süreç Sili’de gerçekten yasandi. 11 Eylül 1973 tarihinde yasananlar, Bati tarafindan nedense fazlasiyla normal karsilandi. Yayilmanin güvenlige giden yol olduguna dair resmi görüste güvenlik derken, toplumun güvenliginden bahsedilmemektedir. Daha çok politikanin mimarlarinin güvenligidir önemli olan. Adam Smith’in zamaninda tüccar ve imalatçilar günümüz dünyasindaysa büyük ölçüde hükmettikleri devletlerin semirttigi mega sirketler ve finansal kurumlardir. Sikça kullanilan ‘güvenlik’ teriminin gerçek anlamini gösteren pek çok örnek verilebilir. En vahim olanlari da nükleer savas ve çevre felaketidir. Her ikisi de siyasetin bas mimarlari ve hükmettikleri devletler tarafindan kasten abartilmaktadir. Bunu, düzgün bir yasama dair umut duyulmasindan vazgeçilmesini istedikleri için degil kisa vadeli kar ve iktidar pesinde olduklari için yaparlar. Bunlar da hüküm süren sosyoekonomik ve politik sistemlerin derinliklerinde yatan özelliklerdir. Terör tehdidi için de aynisi geçerlidir. Politikanin seyri degismedikçe ABD için nükleer terör, yüksek bir olasilik olarak görülmektedir. Çünkü izlenen politikalar terör tehdidini körüklemektedir. Irak isgali kendi basina yeterli bir örnektir. Terörü ve nükleer silahlarin yayilmasini arttirma ihtimaliyle yapilmis ve bunu basarmistir. Hatta her ikisini de istihbarat uzmanlarinin tahminlerinin çok üstünde arttirmis, terörü 7 katina çikartmistir. Bu Rumsfeld, Cheney ve digerleri terör istedigi demek degildir ama Washington’i sanayilesmis rakiplerine karsi avantajli duruma getiren, dünya enerji kaynaklari üzerinde kontrol sahibi olmakla karsilastirildiginda öncelik olarak görülmemistir. Irak’in isgalinin sebepleri üzerine yorum yapan danismanlardan Zbigniew Brzezinski de II. Dünya savasi sonrasinin akil hocalari gibi bunun ABD’ye rakiplerine karsi veto hakki ve kritik bir manivela sagladigini ileri sürmüstür. 2006’da Lübnan’in ABD-Israil tarafindan isgalinde de benzer bahaneler mevcuttur. Bunun da Amerikan ve Israil düsmanligiyla pekisen yeni kusak cihatçilar yetismesine yol açma olasiligi yüksektir.

Sinirlarin çogu gibi Meksika-ABD siniri da yapaydir. Fetih sonucu ortaya çikmistir. Tarihsel olarak insanlarin akrabalarini ziyaret için serbestçe iki yönde gelip gidebildigi bir sinirken 1994 yilinda Clinton’in Amerikan sinirlarini ülkeyi istismar etmek isteyenlere teslim etmeyecegini açiklayarak siniri askerilestirmistir. Fakat Adam Smith’in serbest ticaretin isgücünün serbest dolasimiyla mümkün olacagi savina neoliberal küresellesme tutkunlarinin nasil yaklastigini ve insanlarin ülkeyi istismar etmesini gerektirecek kosullarin nasil olusturuldugunu açiklamamistir. Neoliberal reformlarin sonuçlarindan kaçmaya çalisanlarin göçmen akini yaratacagi beklenen bir durum oldugundan Bush yönetimi, 11 Eylül’ü bahane ederek Meksika sinirindaki güvenligi arttirmistir.

1994 ayni zamanda NAFTA’nin imzalandigi yildir. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlasmasi olarak anildigi halde serbest ticaretle alakasi çok azdir. Uzmanlar, yüksek ödenekli ABD zirai üretiminin er ya da geç Meksika’da çiftçiligini bitirecegi; Meksikali isletmelerin Amerikan sirketleriyle rekabete dayanamayacagini öngörmüstür. Bir diger olasi sonuç da Meksikalilarin Amerika’ya kaçmaya çalisacagidir. 1980’lerde Reagan terörüne maruz kalan Orta Amerika ülkelerinden kaçan göçmenler de eklenince, Meksika sinirinin kaçak geçilmesine karsi sinir askerilestirilmistir. Buradan da kolayca anlasilmaktadir ki Amerikan yönetimi için, ülkeyi NAFTA’nin ve diger ekonomik tedbirlerin yol açacagi sonuçlardan korumak terör tehdidinden korumaktan daha önceliklidir. 2004’de Bush’un seçim kampanyasi ülkeyi terörden korumaya odaklanmis olmasina ragmen gerçekte bile bile terör tehdidini arttirdi. Kamuoyunun yanlis yönlendirilmesi Amerikan toplumu açisindan bir diger ciddi tehdidi gözler önüne sermekte. Demokratik kurumlarin islevine dair büyük bir bozulma söz konusu. Bu durum bas mimarlarin elindeki inanilmaz güç ve temsil ettikleri çikarlar göz önüne alindiginda tüm dünya için bir tehdit olusturmakta.

Kaygi verici baska bir gerçek ise yurtiçinde demokrasinin altini oyan politik seçimler, yurtdisinda da siklikla eziyete ve potansiyel felakete katki saglamakta. Kamuoyunca karsi çikilmasina hatta büyük çogunlugun itirazina ragmen devlet planlamasinda çok bir farklilik izlenmemekte. Ekonominin ezici çogunlukla özel sirketlerin elinde oldugu büyük bir sir degil. ABD’de 1890’da daha ulusal servetin dörtte üçünün özel sektörde oldugu tahmin edilmekte. 20 yil sonrasinda ekonomi ve toplum üzerinde kurumsal sirketlerin kontrolü öylesine genislemisti ki Woodrow Wilson, Amerika’nin artik eskisi gibi olmadigini, bireysel girisim, bireysel firsatlar ülkesi degil sirket yöneticisi bir grup adamin ülkenin serveti ve is dünyasi üzerinde güç ve kontrol sahibi olduklarini; hükümetin rakiplerine dönüstüklerini dile getiriyordu. Adam Smith’in kuralina uygun olarak giderek ülkenin efendisi olacaklardi.

Kanuna göre sirket yöneticileri yalnizca maddi çikar gütmek zorunda. Kar ve pazar payina olumlu etkisi oldugu sürece hayir isleri yapmalarina izin var. Olaganüstü pek çok imtiyaza sahip olan kurumsal sirketlere taninan sinirli sorumluluk hakki sirketlerin suç islemesine imkan verirken hissedarlari muaf tutar. Sirketler tüzel kisilikler sayilmaya baslandiginda muhafazakarlar tarafindan bireyin özgürlügüne ve Amerikan toplumunun dayanikliligina bir tehdit olarak yerildi. Sirketler hukukuna göre bu tüzel kisiliklerin, aslina bakarsaniz gerçek insanlar yaptiginda patolojik olarak nitelendirerek topluma zarar vermelerini engellemek için kapatilmalarini isteyecegimiz sekilde davranmalari zorunlu. Yillar geçtikçe devletin yarattigi bu özel despotlarin imtiyazlari mahkemeler ve anlasmalarca genisletildi. Günümüzdeki örneklerinden biri ‘serbest ticaret anlasmalari’nin sirketlere yurtdisinda ulusal muamele görme hakki tanimasi. Mesela General Motors, Meksika’ya yatirim yaparsa Meksikali bir sirkete taninan haklara sahip olmali. Fakat bir Meksikali New York’a gelip ulusal muamele görmek istedigini söylese kendisini Guantanoma’da bulmazsa sanslidir. Bu manasiz bir örnek degil çünkü yasal olarak tüzel kisi kabul edilen sirketler, insanlarin haklarindan çok daha fazlasina sahipken Amerika’da ikamet etmeyen yabancilar mahkemelerce kisi sayilmaz. O yüzden de gemiye bindirilip Guantanoma’ya gönderildiklerinde herhangi birini koruyacak yasalar onlar için geçerli olmaz. Yeri gelmisken Amerika’nin Guantanoma’yu kömür madeni ve deniz üssü olarak kullanma hakkini, askeri isgal altindaki Küba’ya zorla imzalattirdigi anlasmadan aldigini fakat hapishane olarak kullanarak anlasmayi ihlal etmekte oldugunu hatirlatalim.

Bu yasalar bazen tüyler ürpertici rastlantilara yol açmakta. 2009 seçimlerinde iki siyasi parti yasadisi yabancilara saglik hizmeti verilmemesi gerektigini savunan sadist doktrine bagliliklarini göstermek için yaristi. Anayasa Mahkemesinin belirledigi yasalara dayanarak bu yaratiklarin kanuna göre insan olmadiklarini bu yüzden de insanlara taninan haklardan yararlanamayacaklarini iddia ediyorlardi. Öte yandan yasanin kisi olarak kabul ederek kanli canli insanlardan çok daha fazla hak tanidigi sirketlerin seçimleri satin alma hakkinin kisitlanip kisitlanmayacagi tartisiliyordu. Yüzyildir emsalleri mevcut bulunan karmasik bir anayasal meseleydi. Çünkü yüce mahkeme, ikamet belgesi olmayan yabancilardan farkli sekilde sirketleri kisi sayiyordu. Kurumsal sirket yöneticilerinin hissedarlarin parasini seçimlere harcamasini yasaklayan kanun 2010 basinda kaldirildi. Böylece CEO’larin maaslarini ve ikramiyelerini belirleyen kurulu seçmelerine izin verilmesi gibi sirket yönetiminin siyasi ifade özgürlügünü kullanirken hissedarlarin onayina ihtiyaci yok artik. Radikal yargi aktivizminin Bush-Gore çekismesinde siyasi sürece girerek seçimin tek adaya devredilmesini sagladigi ancak bugün siyasi sürece dahil olarak sirketlerin eline essiz bir güç verdigini söylemek abarti sayilmaz.

Burada Thomas Ferguson’un “siyasette yatirim kurami”nda seçimleri özel sektörün devleti kontrol etmek için güç birligine gittigi firsatlar biçiminde tanimladigini hatirlamak da fayda var. ABD’de mahkeme kararina göre artik sirket yöneticilerinin seçimleri dogrudan satin almasi mümkün. Kötü reklami önlemek için yine de dolayli yollara basvurmayi seçecekler muhtemelen. Bunu da ticari örgütler araciligiyla rahatça yapabilirler. Kurumsal kampanyalarin seçim sonuçlarinin belirlenmesinde önemli rol oynadigi bilinmekte; artik mahkemenin seçmenlere neredeyse sinirsiz reklam izni tanimis olmasi da kuskusuz belirleyici etkenlerden olacak. Bu da nüfusun çok küçük bir kesimini olusturan, ekonomiye hükmeden kurumsal lobilerin alinan siyasi kararlarda dogrudan etkili olmasi demek. Yarginin isleyen bir demokrasiye vurdugu can alici darbeyle demokrasinin alti her vesilede oyulmaya devam edilecek. Üstelik söz konusu büyük bir serveti idare eden ve hiçbir sekilde topluma, çalisanlarina veya paralarini harcadigi hissedarlarina hesap vermek zorunda olmayan kurumsal sirket yönetimi istedigi siyasi kampanyaya destek verebilecek. Böylece tüzel kisilik kavraminin gelistigini ve bununla birlikte hissedarlarin elinde bulundurdugu gücün yöneticilere geçtigini görmekteyiz. Kurumsal tüzel kisilik ve bagimsiz yönetim kanunlarca onaylandigina göre ekonominin kurumsal yönetiminin kontrolünün geldigi nokta, Wilson’in yüzyil önce yaptigi “çok farkli bir Amerika” tarifini dogrular. Siyasi düzen üzerindeki kurumsal kontrol artik çok daha kapsamli. Bu George Bush ve asiri sagci Cumhuriyetçiler için bir zafer niteliginde.

Yarginin sürekli saga kaymasi, neoliberal - destekli Amerikan siyasi ekonomi ve toplumunda genis yer bulan egilimleri yansitmakta. Günümüz Cumhuriyetçileri iktidar ayricaliklarini “kiskirtici düsünce yapisi”na sahip “yasalari yorumlarken muhafazakar bir yaklasim” benimsemis yargiçlari seçmek için kullanmaktadir. Üstü kapali bu tanimlar asiri milliyetçi, asiri is dünyasi yandasi, sosyal açidan gerici bir profili ifade etmektedir ki bu da partinin Reagan’dan beri asiri saga yönelmesini ve iliman Cumhuriyetçileri saf disi birakmasini yansitir. Demokratlar da ayni sekilde saga kaymaktadir. Yeni Demokratlar keskin liberal bir geçmise sahip yargiç adaylarindan kaçinarak orta karar liberalleri yeglemektedir. Obama’nin atadigi Sonia Sotomayor buna iyi bir örnektir. Sonuç olarak yargi, anayasa hakkinda nasil düsünülecegine dair bu çarpitilmis içisleri meselesini saga çekmis durumda. Bu nedenle 21 Ocak 2010 tarihi demokrasinin geri kalani için kara bir gün olarak tarihe geçecek. Yüzyil önceki klasik liberal ilkelere yapilan ilk anayasa saldirisiyla tutarli olan mantiklari tartisilabilir olsa da sagci yargiçlarin yeni kanunlari nasil degerlendirecegini tahmin etmek zor.

Kitanin fethedilmesinden sonraki bes yüzyilin özeti Amerika’nin ana mekanizmalarini göstermeye yeter de artar bile. Yurtdisinda, zorla liberallestirmeyle birlikte gerektiginde siddet uygulama; yurtiçindeyse, özel despotlarca yönetilebilmek için sürekli sinirlari zorlayan büyük bir gayretle birlesen devlet destekli ekonomik politika. Üstelik bu despot sirket yönetimleri, büyük ölçüde efendisi olduklari devlet tarafindan korunmakta; ayrica kimseye hesap vermeleri gerekmiyor. Simdiki haline ise küresellesme deniyor. Siyasi söylemin çogu gibi bu terimin de bir kelime anlami bir de teknik anlami var. Küresellesme sözcük anlamiyla uluslararasi entegrasyonu ifade ediyor. Basi çeken savunuculari her yil Dünya Sosyal Forum’unda bir araya gelip gerçekten insan toplumuna hizmet edecek bir ekonomik, sosyal ve politik birlesmenin biçimlerini görüsüyorlar. Fakat su anki düzende bu küresellesme karsitligi sayiliyor. Bu tabir, küresellesmeyi teknik anlamiyla kullanirsak dogru olur. Çünkü teknik anlamda uluslararasi ekonomik entegrasyonun bir sekline atifta bulunarak; liberal ve korumaci tedbirlerle karisik, mahkemelerce insanüstü haklar verilmis yatirimcilarin, finansal kurumlarin ve devlet-özel sektör iktidarinin çikarlarina göre tasarlanmis, ticaretle degil yatirimci haklariyla alakali kriterleri tanimlamakta.

Teknik anlamda küresellesmenin etkisinin anlasilmasi güç degil. Örnegin, NAFTA’nin hedeflerinden biri Meksika’yi 1980’lerin milyarderler yarattigi kadar fakirligi de arttiran sözde reformlarina kilitlemekti. Bu reformlar, isgücüne degil ama ABD’li sirket sahiplerine, yöneticilere ve yatirimcilara çok fayda sagladi. Birkaç yil sonra yapilan arastirmalar NAFTA’nin katilimcisi olan tüm ülkelerde (Kanada, ABD, Meksika) isçi nüfusuna hasar verdigini ortaya koydu. Amerikan isçi hareketi bu üç ülkenin isgücüne yararli olabilecek alternatifler sundu ama hiçbiri siyasi gündeme tasinamadi. Hatta medyada konusulmasina bile izin verilmedi. Kongre bünyesindeki Teknoloji Degerlendirme Bürosu bile bu sorunun çözümüne yönelik öneriler gelistirmeye kalkinca kapatildi. Bu da mevcut kapitalist devlet ekonomisinin gerçekte nasil isledigini gözler önüne seren baska bir örnek.

NAFTA’nin Kuzey Amerikali elitler için çekici tarafi, ekonomi politikasi açisindan Meksika’nin mevcut ve gelecek hükümetlerinin elini kolunu bagliyor olmasiydi. Özetle ABD, Meksika’da bir demokrasi açilimini ve ekonomik milliyetçiligi bertaraf etmek için tam zamaninda müdahale edip, halkin iradesine karsi gelerek NAFTA kurallarini zorunlu kildi.

Genel olarak Clinton yönetimi sirasinda analiz uzmanlari dünya ekonomisinin küresellesmesinin ekonomik uçurumu genisletecegi ve beraberinde derinlesen ekonomik durgunluk, siyasi istikrarsizlik ve kültürel yabancilasma dolayisiyla yoksul kesimlerde özellikle ABD’ye yönelik huzursuzluk ve siddet getirecegi sonucuna varmisti. Bu nedenle planlamacilar ABD’nin makul bir askeri harekata hazirlikli olmasi gerektigini kararlastirdi. Bunlarin arasinda uzaydan müdahale ile kitle imha silahlarinin yayilmasini önlemek de dahildi. ABD’nin agresif militarizm programlarinin sonucu olarak söz konusu silahlarin tüm dünyaya yayilmasi gayet muhtemeldi. Yaniltici biçimde ‘küresellesme’ ve ‘serbest ticaret’ olarak tabir edilen uluslararasi entegrasyonun beklenen sonucunun uçurumu derinlestirmesi olacagi gibi.

Amerikan dis siyasetinin ilk hedeflerinden biri olan Latin Amerika’nin kontrolü, kismen dogal kaynaklar ve pazarlar nedeniyle kismen de ideolojik nedenlerle halen dis politikanin merkezinde yer alir. ABD, Latin Amerika’yi kontrol edemedikçe “dünyanin baska bir yerinde basarili bir düzen olusturmayi” nasil hedefleyebilirdi ki? Nixon’in Ulusal Güvenlik Konseyi bu yaklasimla hareket ederek, 1971 yilinda Sili’de demokrasiyi çökertmeyi basardi. Çünkü Washington’a göre, Allende Soguk Savas politikasinin ideolojik temelini sorgulayarak Amerika’nin küresel çikarlarini tehdit etmekteydi. Sili’de basarili bir sosyalist devlet kurulmasi diger uluslara da örnek olabileceginden Amerika’yi endiselendiriyordu. Amerika buna karsi çikmakla kalmadi dogrudan olaya dahil olarak Sili’yi iskenceci bir devlet rejimiyle yönetilen uluslararasi bir terör merkezine dönüstürdü.

Soguk Savas boyunca iyi örnek bir sosyalist devlet olusmasi tehdidini kendine dert edinen Amerikan yönetimi, 1980’de demokrasi ve bagimsizlik yolunda ilerlemekte olan Nikaragua’ya da müdahale etti. Bagimsiz bir kalkinmanin basarili olup digerlerine örnek olmasindan duyulan korku, Guatemala, Küba, Vietnam ve daha bir çok ülkeye karsi Amerikan terörünün ve saldirganliginin artmasina yol açti. Dogu Berlin, Macaristan ve Çekoslavakya’da çikan ayaklanmalarda Sovyetler’in Bati tehdidine karsi basvurdugu kadar siddet ve saldirganliga mazeret olusturdu. Washington’in iyi örnek kaygisi da özgün degil elbette. Tarihte Çar ve Avusturya imparatorunun, Britanya boyundurugundan kurtulan sömürgelerde yayilmaya baslayan cumhuriyetçiligin habis ögretilerine ve ragbet gören özerklige karsi benzer endiseler dile getirdikleri kayitlara geçmistir.

Diger yandan, son onyilda meydana gelen heyecan verici gelismeler arasinda yerel kültürlerin ve dillerin dirilisi, toplumsal ve siyasi haklar adina verilen mücadeleler bulunmakta. Güney Amerika’da uzun zamandir baskici devlet rejimlerince ihlal edilen insan haklari ve mülkiyet haklari konusunda baslatilan hareketler ve elde edilen kazanimlar oldukça önemlidir. Insan haklarina yönelik çalismalar yaninda yok olmaya yüz tutmus yerel dillerin yeniden kültürel hayata kazandirilmasinda, görevli oldugum Massachusettes Institute of Technology (MIT) de kayda deger bir rol oynamistir. Yerel kültürlerin gelisip serpilerek toplumda düzgün bir yer edinmesi açisindan insanlarin etnik kökenlerine dair egitilerek kültürel hayata kazandirilmasi dünyanin her yaninda uygulanmasi gereken bir modeldir.

“Kimin için küresellesme?” sorusunun yanitiysa yine terimin hangi anlamini seçtigimize baglidir. Teknik anlamda alirsak küresellesmenin politikanin baslica mimarlarinin menfaatlerine olacaginin ve halkin çikarlari zarar görse de desteklense de bunun tesadüfi olacaginin farkina varmak gerekir. Fakat güçlü olanin dayatmalarina boyun egmemizi gerektiren bir neden de yok. Amerikan mahkemeleri halkin kiskirtildiginda, güç odaklarini sinirlandirabilecegi veya bütünüyle bozabilecegine; hem yerel hem de küresel boyutta daha özgür ve adil bir toplum olusturmak için çalisacagina dair uyarmakta hakli. Geçmiste genelde böyle oldu. Günümüzün Latin Amerika’si, özgürlük ve adalet için verilen sonsuz mücadelede en heyecan verici gelismelerin yasandigi bir yer. Nihayet bölge fetihlerin mirasini devirip geçen yüzyillardaki dis baskilari yikma ve bu sayede kurulmus zalim ve tahripkar toplumsal biçimleri kirma yönünde hizla ilerlemekte.

Geçmiste Latin Amerika gelismekte olan dünyaya sosyal adalet ve insan haklarina yönelik olarak öncülük etmistir. 1948’de yayinlanan Insan Haklari Evrensel Bildirgesi uygarligin gelisiminde bir dönüm noktasidir. Uygulanmiyor olsa da hatta resmi olarak kabul edilmemis olsa bile etkisini göz ardi etmek mümkün degil. Bu bildirgenin ilham kaynaginin Sili oldugunu da eklemek lazim. Bildirge kritik bir biçimde sosyal, ekonomik ve kültürel haklari sivil ve siyasi haklarla ayni statüde ele almakta. Bu basari kismen Latin Amerika insiyatifine dayanmakta. Silili delege Santa Cruz’un belirttigi gibi politik liberalizm vatandaslara ekonomik, sosyal ve kültürel haklarini temin edemiyorsa süregelen bir basari yakalamasi olanaksizdir. Siyasi oldugu kadar sosyal ve ekonomik bir kavram olan demokrasi birbirinden ayrilmayan bir bütündür. Latin Amerika’nin liberal hukuk sistemi e baskici otoriteye karsi isyan gelenegi F.D. Roosevelt’e bile ilham vermistir. Bugün Latin Amerika’da yasanan halk mücadeleleri, diger uluslara ve dünyada düzgün insanlarin özlemini çektigi bir küresellesme biçimine yönelik ortak arayisa ilham kaynagi olma vaadindedir.

Latin Amerika ve ABD Disisleri Siyaseti

ABD dis politikasinin genel hatlari ister Latin Amerika için ister baska bir yer için olsun açikça bellidir. Anafikir Amerikan istisnaciligidir ki bu doktrinin temelinde ABD’nin diger büyük güçlerden farkli olarak Amerika’da ve dünya çapinda özgürlük esitliginin saglanmasi gibi askin bir amaç gütmesi yer almaktadir. Amerikan tarihinde bununla çelisen pek çok örnekle karsilasmamiza ragmen uluslararasi iliskiler alaninda realist ekolün öncüsü Morgenthau’ya göre bunlarla zihnimizi bulandirmanin manasi yoktur çünkü nasil olsa hepsi “saptirilan gerçekler”den ibarettir!

Amerika’nin karakteri ve amaci salt mantik seviyesine çikarilmakta. Harvardli Samuel Huntington’in açiklamasina göre ABD’nin ulusal kimligi, özgürlük, demokrasi, esitlik, özel mülkiyet, ve piyasalardan olusan bir dizi evrensel siyasi ve ekonomik degerle tanimlanir. Dolayisiyla ABD dünyanin yararina “uluslararasi üstünlügü”nü korumak gibi vakur bir vazife üstlenmistir. Bütün bunlar tabii ki elinde kozu olanlarin hos karsiladigi düsturlardir. Bu gibi ragbet gören kavramlarin baska bir türü de ideallerimizin asaletinin onlari düzenli olarak ihlal etmemize neden olmasidir. Siyaset bilimci Michale Desch’e göre ABD’nin afili degerleri, Amerikan liberalizminin bagnazciliga dönüsmesine yol açmakta. ABD’nin bugün bu denli dar görüslü olmasinin nedeni Amerikan liberalizminin ta kendisi. Bunun nedeni de kendi ulusal kimligini belirleyen degerleri, diger uluslara da götürme gayretinde olmasi ve bazen bunda asiriya kaçmasi. Washington’in demokrasinin altini oyan politikalariyla Mussolini ve Hitler’e verdigi destek üzerine derinlikli bir çalisma yapan, tarihçi David Schmitz’in ulastigi sonuca göre 20.yüzyilin büyük kisminda ABD, Amerikan siyasi ideallerini, demokrasi ve insan haklarinin tesvikine olan bagliligini ihlal ederek sagci dikatatörlükleri destekledi.

Ayni kalibi 20. yy basinda da görmek mümkün: Wilson’in Karayipler yagmasi ve Filipinler’in kanli fethi. 19. yy’da yasananlardan zaten ayrintisiyla bahsettik. Özetle ABD tarihi boyunca durmadan kendi ideallerini ihlal etmistir. Fakat Amerikan liderlerinin bu ideallere bagli oldugu inanci kutsal bir yazitmisçasina tartisilamaz bile. Örnegin, Saddam kitle imha silahi programlarindan vazgeçecek mi sorusuna yanlis cevap alan II. Bush, Irak isgaline bahane aradigi sirada Irak’a demokrasi götürme misyonuna bagliligini beyan etmisti. Ortadogu uzmanlari demokratiklesme trenine atlarken Iraklilarin %95’i Amerikan’in amacinin Irak halkina yardim etmek oldugunu reddediyordu.

Amerikan aydin kültüründe çigir açacak bir gelisme olmadigi bariz. Geleneksellesmis Amerikan istisnaciligi ibaresinin iki sorunu bulunmakta. Öncelikle istisnaciliga inanci saglamak için, insanin safi istismar edilen gerçekler olarak adledilen deneyimlerin büyük kismini titizlikle ayiklayip aklindan çikarmak zorunda kalisi. Ikinci sorun ise vaziyetin acayip bir sekilde Amerikan olmaktan ziyade güçlü devletler arasinda tarihsel ve evrensel olusu.

Su anki dis politikada, ayni bakis açisi önde gelen akademisyenlere de yol göstermekte. Bush doktrinin merkezinde demokrasi tesviki ve dolayisiyla teröre karsi savas ve büyük strateji bastan basa buna dayali. Idealist Amerikan dis politikasi giderek sertlesen bir zorlamayla baslica hedefi olan yurtdisinda demokrasi tesvikine devam etmektedir. Gazetecilik ve entellektüel yorumlarda ise bu doktrinler herkesçe bilinen gerçekler olarak kabul edilmekte.

Amerikan’in idealizminde fazla ileri gitmemesi gerektigini öne süren elestirmenler yabana atilmamali. New York Times diplomatik muhabiri Thomas Friedman’in belirttigi gibi “Dis politikada idealizmi neredeyse inhisari bir dayanak noktasi olarak bahsetmemiz, kendimizi adadigimiz baskalarina hizmet açisindan mesru çikarlarimizi ihmal etmemize yol açabilir”. Ya da Bush yönetiminin fazlasiyla idealist tavri savas planlamacilarina yol gösteren ihtiyat ve pragmatizmi bastirmis olabilir. Mesela, demokrasi ve insan haklarini düpedüz ayaklar altina alan, toplu katliam ve iskencelerin bas sorumlusu General Suharto’nun Endonezya’nin zengin kaynaklarini Batili yatirimcilarin yagmasina açmasi, Amerikan hükümetinin gözdesi olmasina yetti. Geçmiste ve günümüzde daha pek çok zorbanin kurallara uyduklari sürece Bati tarafindan desteklendigi de yadsinamaz bir gerçek. Hatta Donald Rumsfeld’in halk çogunluguna uyarak Bush-Blair ikilisinin Irak isgaline itiraz eden devletleri “Eski Avrupa”; kamuoyu siddetle karsi çikmis olmasina ragmen isgale destek veren hükümetleri de “Yeni Avrupa” olarak nitelemesi, Bush yönetiminin zihniyetini ve demokrasinin nasil hor görüldügünü açikça ortaya koymaktadir. Üstelik Yeni Avrupa demokrasi umudu olarak lanse edilmistir. Herkesi sasirtan bir diger gelisme ise Türkiye’nin %95’lik kamuoyunu dinleyip isgale katilmayi reddetmesiydi. Bunun üzerine Colin Powell ve Wolfowitz Türk devletini siddetle kinamis, Türk ordusunu Washington’in emirlerine uymayan hükümeti zorlamadigi için açikça suçlamisti.

Türkiye’den özür dilemesini istemis ve kamuoyu ne düsünürse düsünsün Türk devletinin Amerika’ya yardim etmekten sorumlu oldugunu kabul etmesi gerektigini öne sürmüstü. En fenasi da Bati’da bunun fazla yanki bulmamasiydi. Eski-Yeni Avrupa ayrimi kabul gördü. Tüm bu olanlar, Bush’un mesih gibi üstlendigi ve liberal basinin alkis tuttugu asil amacina, “demokrasiyi tesvik” misyonunun sayginligina gölge düsüremedi.

Aksi dramatik olarak ispatlanmis olsa da bu idealist söylem sayginlik görmeye devam etti. Ocak 2006’da Filistin halki, adil sayilan bir seçim geçirdi. Bush yönetiminin destekledigi aday Mahmud Abbas müdahalelere karsin seçimi kaybetmisti. ABD ve Israil, Filistin halkina bu demokratik hatanin bedelini ödetmeye kararliydi. Israil o kadar ileri gitti ki; zaten susuzluk çeken Gazze’nin suyunu kesip elektrik santrallerini bombaladi. Israil terörü artarak devam etti. Bu sirada Amerikan destegi daima arkasindaydi. Avrupa’nin da bu cezalandirmaya sesini çikardigi söylenemez. Bush yönetimi her zamanki gibi uydurma bahaneler öne sürerek demokrasi dagitmaya devam ediyordu. Amerika ve Israil’inkiler gizli sakli hedefler degil. Amaç, Washington’a destek verinceye kadar Filistin halkina eziyet etmek. Demokrasiye duyulan nefret ve hor görme bir kez daha açik seçik dile getiriliyordu. Yani “ya dedigimi yaparsin ya da sonun fena olur!” Bush yönetimi hem demokrasiyi tesvik ettigi için övülüyor hem de idealizmde asiriya kaçarak Amerikan’in kendi kendine zarar vermesine yol açtigindan elestiriliyordu.

Öte yandan Amerikan’in demokrasi tesviki Soguk Savas’in bitiminden beri devamlilik sergilemekte. ABD hükümetleri sadece ve sadece stratejik ve ekonomik çikarlarina uygun oldugunda demokrasiyi tesvik ediyor. Tüm yönetimler bu anlamda tuhaf ve açiklanamaz bir hastaliga tutulmus gibi hatta Reagan döneminde Latin Amerika’da demokrasinin gelistirilmesi üzerine çalismalar yapan Carothers bile, Amerikan hükümetlerinin sizofrenik davrandiklarini belirtiyor. Söz konusu programlarin basarisiz olusunu da sistematik olarak açikliyor. Reagan’in sagci diktatörlere kucak açarak mani olmaya çalismasina ragmen Güney Amerika’da ABD etkisinin en az oldugu yerlerde demokrasinin gelisimi gayet olumlu seyretti. Amerikan etkisinin yogun oldugu ABD’ye yakin bölgeler ise en az gelisim gösterenlerdendi. Bunun nedeni olarak da Washington’in ancak “sinirli, tepeden inme demokratik degisimler”i hosgörebilmesini gösteriyor. Yani ABD’nin uzun süredir müttefiki olan hiç de demokratik olmayan toplumlarda geleneksel iktidar yapilarini bozmayacak degisimler kabul. Aslinda demokrasi tesviki her daim yol gösterici vizyon olarak ilan edildi. Fakat ABD’nin düzenli olarak parlamenter demokrasileri devirip yerine zalim diktatörleri getirmesi veya desteklemesi tartisma konusu bile olmadi. Iran, Guatemala, Brezilya, Sili ve digerleri buna örnek teskil etmekte. O zamanlar öne sürülen Soguk Savas mazeretleri vardi ama isin asli arastirildiginda hepsi birer birer çöküverdi.

Bu politikanin çeliskisi liberaller kanadinda da fark edilmis durumda. Pismanlik duymalarina ragmen durumun kaçinilmaz oldugunu da kabul ediyorlar. Siyasi yöneticilerinin karsisindaki ikilem: ABD’nin, bölge ülkelerini kontrol etmeyi istememis olsa da gelismelerin kontrolünden çikmasini da istememis olusu.

ABD politikasi, ifade ettigi ideallere çikarlarina uygunsa uyuyor. Süreç çikarinin tersine isledigi takdirde ise müdahaleyi kendine hak görüyor. Tabii burada altini çizmekte fayda var: Bahsedilen “çikarlar”in halkin çikarlari olmadigi kesin. Çikarlar derken yerel topluma hükmeden iktidar odaklarinin menfaati kastediliyor. Amerikan dis politikasini etkileyen iç etkenlerin basinda uluslararasi alanda faaliyet gösteren sirketler gelmekte. Ikinci siradaysa is dünyasinin etkiledigi uzmanlar var. Arastirmalara göre kamuoyunun hükümet yetkilileri üzerindeki etkisiyse ya çok az ya da önemsiz. 20.yy’in önemli entelektüellerinden Walter Lippmann gibi realistlere sorarsaniz halk yeterli bilgiye sahip olmadigindan kamuoyunu izlemek zaten ise yaramadigi gibi iktidarin asil islevlerini karistirarak devletin özgür bir toplum olarak hayatta kalmasina bile engel olabilir. Buradaki realizm pek de gizlenmeye çalisilmayan bir ideolojik tercih aslinda. Dolayisiyla siyaset üzerinde büyük etkiye sahip olanlardan üstün bir anlayis beklemek bosuna.

Wilson döneminde, Amerikan Disisleri Bakanligi ayni adayi paylasan Dominik Cumhuriyeti ve Haiti’ye göreceli farkli yaklasiminin nedenini, Dominik halkinda beyaz irk ve beyazlarin kültürünün baskin; Haiti halkininsa çogunlukla zenci ve tamamen cahil olusu olarak açiklamisti. Wilson’a göre kendi kaderini belirleme hakki düsük uygarlik seviyesindeki toplumlar için geçerli degildi. Onlarin korunmaya, yol gösterilmeye ve yardim edilmeye ihtiyaçlari vardi. Amerikan istisnaciligi masalina süpheci yaklasilmasinin nedenlerinden biri de, bu düsturun Hitler, Stalin ve 16.yy Ispanyol istilacilari gibi en berbat gaddarlari kapsayan tarihsel evrensele yakin durmasi. Tarih boyunca saldirganlik ve terör, istisnasiz nefsi müdafaa ve ilham verici vizyonlara baglilik olarak tasvir edilmektedir.

ABD’nin Latin Amerika politikasinin temel ilkeleri, eskiden beri dert edindigi Küba’da kendini açikça belli etmektedir. Kübalilar, 1898’de Ispanyol ordusunu yenip bagimsizlik ilan etmek üzereyken ABD’nin müdahalesiyle her sey degisiverdi. Fakat bu olay Amerikan propagandasi yüzünden dünyanin büyük kisminda Küba’da Ispanya’nin estirdigi teröre karsi insancil bir müdahale olarak bilinmekteydi. Oysa ki isin asli bambaskaydi. Küba’nin bagimsizlik mücadelesi bir anda ABD’nin fetih savasina dönüsmüstü. Ilk andan itibaren Amerikalilar irkçi yaklasimlariyla Kübalilar’i hor görmeye basladi. Küba’nin 1959’da gerçekten bagimsizlasmasindan sonra olanlar ise oldukça aydinlaticidir. Eisenhower birkaç ay içinde hükümeti devirme karari alarak askeri harekatlara destek vermeye basladi. Bu daha sonra Kennedy tarafindan büyük bir terörist savasina dönüstürüldü. Bu hafife alinacak bir mesele degildi. 1962’de dünyayi nükleer savasin esigine getiren baslica etkenlerden biriydi. Füze krizi biter bitmez yeniden eski halini alarak uzun süre daha devam etti. Son yillarda Washington Küba’ya yapilan terörist saldirilari desteklememeye basladi ama göz yummayi ve azili teröristleri saklamayi da sürdürdü. Bu durumda kimse de çikip Bush’un tekrar edip durdugu teröristlere yataklik edenlerin de teröristler kadar suçlu oldugunu ve ayni sekilde muamele edilmeleri- yani bombalanip isgal edilmeleri- gerektigi söylemini dile getirmedi. Washington gerçek suçlulari cezalandirmaktan aciz degil elbette bunu pek çok kez kanitladi. Esasinda gerekmedikçe veya kendisine ait sirlar ortaya çikmadikça buna pek yanasmiyor denebilir. Daima Amerikan siyasetine karsi gelmis olan Küba halkini cezalandirmak için Eisenhower’in baslatip Kennedy’nin sürdürdügü ambargo Kübalilarin aç kalinca Fidel Castro’yu indirmesini hedefliyordu. Ekonomik tatminsizligin halkin Castro hükümetine karsi ayaklanmasini saglayacagini ummaktan vazgeçmeyen Amerika, Sovyetler yikilinca ambargoyu daha da sikilastirdi. Küba’nin cezalandirilma nedeni arsiv belgelerinde açik seçik anlatilmis. Küba’nin diger uluslara örnek olmasindan korkuldugundan bahsetmistik. Toprak mülkiyetinde ve diger milli kaynaklarin dagitiminda zenginleri kayiran mevcut düzende fakir ve ayricaliksiz olan halk Küba Devrimi’nden feyz alipdüzgün bir yasam sürmek için firsat talep etmeye baslamisti. Latin Amerika’daki sosyal ve ekonomik kosullar insanlari yönetimdeki otoriteye karsi muhalefete davet ederek kökten degisimi tesvik ettiginden Castro etkisi tüm kitada hissediliyordu.

Halklarin seçimleri yüzünden böylesine gaddarca cezalandirilmasi yeni bir sey degil. Bu iktidarlarin düzenli olarak basvurdugu bir yol. Yalnizca en güçlü devletler tarafindan uygulandiginda etkileri çok belirgin ve yikici oluyor. Baska bir sorun da egitimli kesimlerin ne yaptiklarini algilamak istememesi. Yani pis islerini baskalarina yaptirip yükselmeye devam etmeleri. Mesela Usame bin Ladin’in açiklamalarinda ABD bir demokrasi olduguna göre, Amerikan halkinin da hükümetinin eylemlerinden sorumlu oldugundan ve dolayisiyla sivillerin hakli hedefler oldugundan bahsetmesi New York Times tarafindan nihai kötülük olarak tanimlanirken Filistin seçimlerinden birkaç gün sonra, ABD ve Israil’in Filistin halkini seçtikleri hükümetten sorumlu tutarak, terör ve ekonomik ablukayi hak ettiklerini beyan etmesi kabul edilebilir bir uygulama olarak yansitildi. Ayni tavir bir durumda seytanlik; öbüründe soylu bir idealizm sayilmakta. Burada belirleyici faktör aktörün kendisi. Yani ne yapildigi degil, kimin yaptigi önemli. Buna benzer uygulamalarin listesi kabarik olmasina karsin, Usame bin Ladin ile Amerikan doktrinlerinin eslesmesinden daha fazla dikkat çekmedi. Bu da pek sasirtici sayilmaz.

Bazi temel kavramlar degismeden yükselmeye devam ediyor. Washington, Sili seçimlerinde Allende’in basa gelmesine korku ve öfkeyle tepki verdiginde, endisesi sadece ticari çikarlara bir tehdit olusturacagindan öte Allende’in seçilmesini, Amerikan siyasetinin dayandigi tüm ideolojik temele meydan okumasi olarak algilamasiydi. Dibindeki ülkeleri kontrol edemiyorsa nasil dünyanin baska köselerine uzanabilirdi? Clinton’in Sirbistan’i bombalatmasini saglayan da buna benzer endiselerdi, Kosovalilarin feci vaziyeti degil. Çünkü Yugoslavya, Clinton’in tüm dünyaya uygulamaya çalistigi neoliberal politikalar kapsamindaki siyasi ve ekonomik reformlara karsi gelmisti. Clinton, Reagan-Thatcher’in zengin ve seçkinler için güçlü bir devlet kurma projesini yani asiri korumaci ve müdahaleci yönetim sistemiyle idare edilen “muhafazakar bir dadi devlet” modelini devam ettirdi.

ABD’nin dünya siyasetinde geçirdigi degisime bakacak olursak, iki dünya savasi arasina bakmak gerekir. O dönemde dünyanin önde gelen ekonomisi olmakla birlikte dünya meselelerinde önemli bir aktör degildi. Sadece kendi bölgesinde egemendi. Sanayilesmis ülkelerin güç kaybeden Çin’i yagmalamayarak ülkenin zenginliklerini sömürme yarisinin bir parçasi olarak ABD de Pasifik’te Hawaii ve Filipinler’e uzanmisti. I. Dünya Savasi sonrasinda dünyanin petrol temelli bir ekonomiye geçisi nedeniyle ABD, en büyük üretici olmasina ragmen baska yerlerdeki enerji rezervlerini de kontrol etmek istiyordu. 1928’de Ingilizleri Venezuela’dan kovup Amerikan petrol sirketlerini yerlestirerek ülkeyi en büyük petrol ihracatçisi yapti. Amerika, zaten ahlaksiz olan Venezuela yönetimine rüsvet yedirerek Ingilizleri bertaraf etti ve hedefine ulasti. Ülkede ekonomik olarak ABD egemen hale geldi. Bu sirada ABD, Ingiliz ve Fransizlarin basi çektigi Ortadogu’da petrol hakki talep etmek ve bunu garanti altina almak için ugrasmaya devam etti.

  1. Dünya Savasi sonunda her sey degisti. Amerikan sanayi üretimi savas sirasinda üç katina çikmisti. Sanayi rakiplerini çoktan geride birakmisti. ABD artik tüm dünyanin zenginliginin yarisina sahipti. Emniyet güçleri ve askeri kuvveti kimseyle karsilastirilamaz kadar büyüktü. Nükleer silahlari da cabasi. Monroe doktrinini uygulayarak dünyanin büyük kismina hakim olabilirdi. Dis politika danismanlari ve planlamacilar, yeni dünya düzeninde ABD’nin sorgulanamaz bir güce sahip olmasi gerektigini, küresel tasarilari karistirma ihtimali olan herhangi bir ulusun egemenligini kisitlayabilmesi ve askeri ve ekonomik açidan üstünlük saglayacak politikalar izlemesi gerektigini belirtiyordu. O zamandan bu yana temel politikalar özünde degismedi, daha çok uygulanan taktikler degisti. Stratejik güç açisindan muazzam bir kaynak olan ve dünya tarihinin en büyük maddi ödüllerinden biri olarak kabul edilen Ortadogu petrolünü kontrol etmek özellikle çok önem tasiyordu. Ortadogu petrolünü kontrol eden dünyayi da saglam bir sekilde kontrol edecekti. Fransizlar yasal hilelerle bölgeden uzaklastirildi, Ingilizler ise zamanla küçük bir ortaga indirgendi. Itaatsizlige tahammülü olmayan bir mafya babasina benzeyen ABD bir yandan Latin Amerika’da bagimsizlasma arayisindaki uluslarla ekonomik savas ve siddete basvururken; diger yandan “onlar saldirmadan biz saldiralim” mantigiyla Güney Vietnam ve Hindiçin’i isgal etti.

Ne olursa olsun Amerikan kültürünün derinliklerine islemis saf korku unsurunu da küçümsememek lazim. “Istedikleri sey bizde. Sayilari da bizden çok. Iyisi mi onlar harekete geçmeden biz saldiralim” zihniyetiyle Baskan Johnson’in Asya’ya gönderdigi Amerikan ordusunun motivasyonunu arttirmak için de ayni korkular tetiklenmisti. Ya Reagan’in Ruslar adayi ABD’yi bombalamak için kullanabilir korkusuyla Granada’yi bombalamasina ne demeli? Tabii ki saçmaligin asikar olusu nedeniyle bu korkularla dalga geçmek yanlis. En azindan Johnson döneminde uzun bir gelenekten geldikleri için endiselerinde samimi olmalari muhtemel. Sömürge döneminden beri Amerikan edebiyatinda popüler tema, canavarlarca imha edileceklerini düsünürken süper bir silah ya da kahraman tarafindan kurtarilmalari. Canavarlar ise hep ezdiklerimiz. “Onlar”dan duyulan korku, yurtdisinda saldirganlik ve siddet seferberligine; yurtiçindeyse yeni kusak göçmenlerden nefret edilmesine yol açmakta. Oysa ki göçmenlik bu toplumun kökeninde basindan beri var olan bir olgu. Maalesef, göçmenlere karsi nefret beslemek günümüzde çok vahim bir hal aldi. Bu esasinda sözde popülizmin periyodik patlamalarinin bir ögesi. Vatanimizi elimizden aliyorlar; kültürümüzü ve toplumuzu zehirliyor, alin teriyle kazandiklarimizi çaliyorlar düsüncesi simdi bir de ABD’de beyazlarin giderek azinliga dönüsmesiyle birlesiyor. Popüler yorumlarda ve akademik yayinlardan bunu izlemek mümkün ancak dis ve iç politikada rol oynadigi söylenemez.

ABD, Soguk Savas sonrasinda da ilkelerini degistirmedi ama bahane ve taktiklerini degistirerek gelistirdi. I. Bush’un uyusturucuya karsi baslattigi savas hükümet ve medyanin elbirligiyle büyük bir kampanyaya dönüserek Panama’nin isgaline tam zamaninda iyi bir mazeret olusturmus oldu. Yurt içinde uyusturucuyla mücadele, suçla mücadeleye benzer sekilde toplumda korku yaratip çogunlugun aleyhine asiri refahta yararlanilmasi için uygulanan iç politikalara itaati pekistirdi. 11 Eylül sonrasi ortaya çikan firsatlari sömürmek adina uyusturucuyla ilgili olarak iddia edilen tehdit narko- terörizme dönüstürüldü. Latin Amerika’daki ABD askeri ve polis destegi ekonomik ve sosyal yardimlari çoktan asmisti. Amerikan politikalari, bölgede sivil otoriteler aleyhine askeri kuvvetleri güçlendirmis, insan haklari sorunlarini alevlendirmis, ciddi sosyal çatisma ve ekonomik istikrarsizlik yaratti. 2002-2003 arasi ABD tarafindan yetistirilen Latin Amerikali birlikler iki katina çikti ve muhtemelen halen de artmaya devam etmekte. Güney Askeri Komutasi’na (SOUTHCOM) bagli personel sivil örgütlerde görevli olanlardan kat be kat fazla. Latin Amerika’da askeri egitim Içislerinin görevi olmaktan çikmis durumda, Pentagon’un sorumlulugunda artik. Böylelikle güvenlik güçlerince insan haklari ihlali ve demokrasi kosullarinin istismari daha serbest hale gelmis durumda. Odaklanilan yeni hedefler, sokak çeteleri ve “radikal popülizm”. Sanirim, Latin Amerika baglaminda radikal popülizmin ABD çikarlarina uymadigini tekrar etmeye gerek yok.

ABD’nin Latin Amerika’yi militarize etmesine engel olmaya yönelik çabalar sürüyor. Brezilya, Venezuela ve Ekvator gibi ülkelerden gelen protestolar bunun önemli bir göstergesi ama yeterli degil. Bölgedeki son askeri üssü olan Ekvator’daki Manta’yi kullanma izni iptal edildi. Ayni zamanda Güney Amerika’da Amerikan ordusunun hos karsilandigi nadir yerlerden biri olan Kolombiya’da 7 askeri üssü kullanma izni için gizli bir anlasma yapildi. Bunun resmi nedeni uyusturucu trafigini ve terörizmi engellemek olarak gösteriliyor ancak asil nedenin ABD’nin Kolombiya’yi bölgedeki Pentagon operasyonlari için bir merkez olarak kullanma fikri. Kolombiya’nin buna karsilik Amerikan askeri mühimmatindan yararlanma hakkina sahip olacagini bildiren raporlar mevcut. Zaten Israil ve Misir’in disinda Kolombiya da ayricalikli biçimde Amerika’dan askeri yardim aliyor. Kolombiya ayni zamanda 1980’den beri bölgede insan haklari açisindan en kötü sicile sahip. Amerikan yardimi ve insan haklari ihlali arasindaki iliski uzun zamandir akademik arastirmalarla ispatlanmis durumda.

Basbakani sürgüne gönderildikten sonra Honduras’ta askeri yönetim altinda yapilan 2009 seçimlerini Obama’nin onaylamasinin muhtemel nedenleri, zamaninda Reagan’in Nikaragua’ya karsi baslattigi terörist savasinda Honduras’taki Palmerola askeri üssünün ABD tarafindan kullanilmis olmasi ve Honduras’in Kolombiya ile güvenlik anlasmasi imzalayarak ABD’nin bölgeyi yeniden militarize etme planina uygun düsmesi. Öte yandan Amerika’nin ayni zamanda Hollanda adalari olan Curaçao ve Aruba’da bulunan askeri üsleri kullanma hakkinin olusu da özellikle yakindaki Venezuela tarafindan tehdit olarak algilanmakta. ABD, hava sahasi anlaminda tüm Güney Amerika’yi kapsayan ve Afrika’da ilave üsler kurularak rotayi genisletmeyi hedeflemekte. Tüm bu üsler ABD’nin küresel gözetim, kontrol ve müdahale sistemini olusturmakta. Tarihte bunun kadar hirsli baska bir yapilanma daha yok. Istihbarat, Gözetim ve Inceleme, lojistik ve ortaklik gelistirme yönünden seferberlik harekatlarinin yapilmasini kolaylastirmak ve böylelikle savas alanini genisleterek savasma becerisini arttirmak. Belirlenen hedefler arasinda terörist olusumlara finansal destek saglayan narkotik gruplar ve Amerikan hükümeti karsitlarina karsilik vermek bulunuyor.

Bolivya baskani Evo Morales Amerika’nin askeri üslerle ilgili planlarindan dertli. Obama ve Clinton ikilisinin Panama’da kurulacak olan iki hava ve bir donanma üssü kararini onaylamasindan sonra koka yetistiricileri sendikasina ates açan Bolivyali birliklerin yaninda Amerikan askerlerinin de bulundugunu, Amerika’nin tüm Latin Amerikalilari narkoterörist olarak gördügünü ve Latin Amerika’da tarihin tekerrür etmekte oldugunu dile getirmekte. “Bize artik komünist diyemediklerinde düzen bozucu, uyusturucu taciri dediler. 11 Eylül’den sonra ise onlarin gözünde terörist olduk.” Morales’in görüsüne göre, Latin Amerika’daki siddetin bas sorumlusu Amerikalilarin uyusturucu tüketimi. ABD, sözde uyusturucu üretimini engellemek istiyor. Fakat Güney Amerika Uluslar Birligi, UNASUR ABD’ye uyusturucu tüketimini önlemek için birlikler göndermeye kalksa, Amerikan hükümeti buna izin verir miydi acaba?... Mesela UNASUR veya Çin, zararlari esrarla karsilastirilamayacak kadar fazla olan, kokain ve eroinden kat kat daha öldürücü oldugu ispatlanmis bulunan, hatta pasif içicilere de zarar verdigi açikça bilinen tütünün Amerika’da kökünü kurutmak için havadan ilaçlama, müfettisler göndererek askeri birliklerle tütün üretimine mani olmaya kalktigini düsünelim. Tütün gibi öldürücü maddelerin üretimi ve dagitimina disaridan müdahale edilmesi düsünülemez degil mi? Ancak Amerika’nin yurtdisinda kalkistigi uyusturucu karsiti uygulamalar kabul görmekte ve makul bulunmakta. Bu çifte standart yine Bati kültüründe derin yer etmis sömürgeci zihniyetin baska bir göstergesi. Emperyalist temellere dayanarak ele alindiginda bile, uyusturucu savasinin açikça beyan edilen hedeflerini ciddiye almak oldukça güç. Çünkü uyusturucu kullaniminin engellenmesi ve tedavi edilmesinin çok daha ekonomik oldugu kanitlanmis oldugu ve Amerika kendi sinirlari içindeki suç ve siddet oranini azaltmayi bir türlü beceremedigi halde bu savas israrla devam ettirilmekte.

Latin Amerika devlet baskanlarinin önderligindeki komisyon, bu savasin tamamen basarisiz olduguna kanaat getirerek, yurtiçi ve yurtdisinda zorla alinan önlemlerden vazgeçilip daha ekonomik ve etkin önlemler alinarak acil politika degisikligine gidilmesi gerektigini bildirdi. Ancak bu bildirinin de tarihsel çalismalar ve daha önce yapilan arastirmalar gibi fark edilir bir etkisi olamadi. Bu da dogal olarak bizi su sonuca ulastirmakta: Uyusturucu savasi da aynen suç ve terör karsiti savas gibi açiklanan hedeflerin disinda baska nedenlerle sürdürülmekte. Asil nedenlerin belirlenmesi için hukuk sisteminde kullanilan bir yöntemi izleyebiliriz. Öngörülen sonuçlar asil niyetin kanitidir. Bilhassa sonuçlarin uzun zamandir net oldugu düsünüldügünde açiklanan hedeflere ulasmakta basarisiz olunacagi da tahmin edilebilir. Sonuçlari hep açik seçik önümüzde durmakta. Programlar yurtdisinda sert etkileriyle özellikle Kolombiya’da kontrgerilla harekatinin temelini teskil ederken yurtiçinde toplumun kismen korkutularak kismen de Zenci ve Latin kökenlilerin büyük çogunlugunu mahkum ederek kontrol altinda tutulmasina yaramakta. Toplumsal temizligin medeni olani olarak algilanabilecek 30 yil önce baslatilan bu neoliberal programlarin sonucunda ABD’de zencilerin çogu hapse atilmistir.

Baskan Nixon’in uyusturucuyla mücadeleyi iç siyasetin merkezine oturtmasinin nedenleri arasinda, 70’lerin basinda Washington’in Vietnam savas suçlarindan sorumlu tutulmasi ve gençlerin baslattigi aktivizme karsi tedbir almak vardi. Liberaller asiri demokrasinin gençleri kiskirttigini ve itaatkar ve pasif bir toplum için gençleri egiten kurumlarca tedbir alinmasi gerektigini savunuyor, hatta devletin medyayi sansürlemesini istiyordu. Medyanin da yardimiyla Vietnam’daki komünistler Amerikan askerlerine sadece silahla degil uyusturucuyla da saldirdiklari ve esasinda ABD’nin Vietnamlilar’in kurbani oldugu iddia edildi. Uyusturucu bahane edilerek tüm ülkede “kanun ve düzen” kampanyasi baslatildi ve böylece iktidara boyun egmeyenlerin disiplin altina alinmasi için temel olusturuldu. Yine de aktivizmi engelleme çabalari ise yaramadi. Aktivizm toplumun genelinde uygarlasma etkisi yaratip artmaya devam etti.

Günümüzde Washington’in basi Latin Amerika’da ortaya çikan yeni ve beklenmedik sorunlarla dertte. Venezuela ve Arjantin arasindaki bölge kontrolünden çikmakta. Siddet ve ekonomik savas gibi geleneksel olarak kullandigi yöntemler ise etkisini yitirmis durumda. Demokratik seçimle basa geldigi halde, 2002’de Bush yönetiminin destekledigi askeri darbeyle devrilen Venezuela hükümeti halk ayaklanmasiyla yeniden göreve getirildi. Washington bu kez demokrasiye destek kisvesiyle mali gruplara milyarlarca dolarlik yardim yapti. Oysa ki herhangi bir güç Amerikan içislerine karismaya kalksin yer yerinden oynar. Böylesi eylemler bir an için bile hos görülememeli ama emperyalist zihniyet bunlarin devam etmesine izin vermekle kalmayip, aktör Washington olunca övgü yagdirmakta. Uluslararasi Af Örgütünün Latin Amerika’da ABD destekli darbeler sirasinda yasanan insan haklari ihlalleri hakkinda yayinladigi raporlara medyada yer verilmemekte. Ne de olsa bu suçlari isleyenler ABD siyasi ve ekonomik iktidar çevrelerinin anlayisla karsiladigi demokrasiyle alakasi olmayan hükümetler.

Bununla beraber Latin Amerika’da itaatsizlige karsi ve ABD içinde popüler muhalefete karsi siddete basvurmak artik hazirda bekleyen bir seçenek degil. Ekonomik savas da eskiye oranla etkisiz. Çünkü hükümetler bir bir borçlarini yeniden yapilandirmaya veya ödemeye basladiklarindan temelde Amerikan Hazine Bakanliginin bir kolu olan IMF kontrolünden de kurtulmakta. Latin Amerika’daki gelismeler genis kapsamli küresel bir bakis açisiyla degerlendirilmeli. II. Dünya Savasi’ndan beri, ABD planlamacilarini endiselendiren Avrupa ve Asya’nin daha bagimsizlasabilecegi olasiligi 70’lerde üç kutuplu düzenin (Kuzey Amerika, Avrupa, Dogu Asya) olusmasiyla artmisti. Simdi de Brezilya, Güney Amerika, Hindistan ve digerlerinden olusan eski sömürgelerde meydana gelen yeni ve önemli etkilesimlerle Çin ile Avrupa ve Güney ülkeleri arasinda hizla gelisen iliskiler nedeniyle endiseler artmakta. Amerikan istihbaratina göre, önümüzdeki dönemde ABD’nin daha istikrarli olan Bati yariküre kaynaklarina güvenecek ama geleneksel sebeplerle Ortadogu petrolünü kontrol etme israrindan da vazgeçmeyecek. Özellikle Bush ve ekibinin küstah beceriksizliginden sonra artik bunun hiç bir garantisi yok. Bush yönetiminin uyguladigi politikalar nedeniyle ABD’yi dünya arenasinda yalniz kalmasi ve Bati yariküredeki gelismelerle bu beklentiler tehdit altina girdi. Bush iktidari, Kanada’yi bile küstürdü. NAFTA kararlarinda haksizliga ugradigini düsünen Kanada, Çin’le yakinlasmaya baslayarak ABD ile petrol ticaretini kesebilecegini açikladi. Washington’in enerji politikalarina bir darbe de Güney yariküredeki en büyük petrol ihracatçisi olan Venezuela’dan geldi. Saldirganligi bariz Amerikan hükümetine olan bagimliliklarini azaltma çabasiyla Çin ile yakin iliskiler kurarak petrolünün giderek artan bir kismini Çin’e satmayi planlamakta. Hammadde ihracatçilari Brezilya, Sili ve Peru basta olmak üzere, tüm Latin Amerika ülkeleri Çin’le ticareti arttirmakta ve diger iliskilerini gelistirmekte. Su anda dünyanin çiftçisi olarak adlandirilan Brezilya’nin en büyük ticaret ortagi Çin. Elbette ki bu artis, daha çesitli ve çok kutuplu bir dünyaya yönelik egilimlerin bir parçasi. Bu da uzun süredir küresel egemenligi kaniksamis olan Amerikali planlamacilari, kayda deger ölçüde alakadar etmekte.

ABD’nin küresel programlarina deginecek olursak, Güney Amerika’yi askerilestirmesi esasinda daha kapsamli bir küresel stratejinin parçasidir. Irak’ta bulunan devasa Amerikan askeri üslerinin akibetiyle ilgili kesin bir bilgi yok. Resmi olarak ülkeden çekilme sözlerine ragmen fiilen parali asker olan müteahhitlerin çekilmeye pek niyeti yok. Bagdat’taki ABD elçiliginin maliyeti Obama döneminde yillik 1,8 milyar dolara çikmis. Amerikan hükümeti milyarlarca dolar harcayarak Pakistan, Afganistan’da mega- elçilik binalari; Körfez bölgesinin tümünde kritik üsler ve liman tesisleri insa etmeye devam ediyor. Sagladigi askeri egitimler ve silah sevkiyatiyla küresel askerilestirme sistemini genisletiyor. ABD ve Ingiltere, Afrika’da planlanan nükleer silahtan arindirilmis alan (NWFZ) ve Pasifik’te Amerikan üslerinin muaf tutulmasini istiyor. Fakat Ortadogu’da böyle bir plan gündemde degil tabii ki. Oysa Iran tehdidini hafifletecek hatta belki de bitirebilecek bir adim olabilir. Amerikan toplumunun büyük kisminin da katildigi böylesi bir plana yönelik muazzam küresel destegi umursayan yok tabii.

Bu esnada dünya çapindaki askeri harcamalar artmakta ve %40’indan fazlasi ABD’ye ait. Bu miktar rakibi Çin’in 8 kati. 2008 finans krizi diger ülkelerin askeri giderlerini kismasina neden olsa da ABD için bu geçerli degil. Tabii ki dünyanin her yaninda askeri üssü bulunan, küresel gözetim ve kontrol sistemlerine sahip ve düzenli olarak baska ülkeleri isgal edip dokunulmaz kalan tek ülke ABD. Ayni zamanda dünyanin en büyük silah tedarikçisi. 2008 rakami 32 milyar dolar. ABD’nin imzaladigi silah anlasmalari dünya toplaminin %68’ini olusturuyor. Dünyanin dört bir yaninda devam eden 27 büyük çapli çatismanin 20’sinde Amerikan silahlari kullanilmakta. Silah satisinda ABD, birinci; Italya ikinci; Rusya üçüncü sirada. Dünya çapinda silah satisi düstügü halde ABD’de yükselmekte. ABD silah ticaretine dair uluslararasi kurallara karsi çikmakta. Obama, II. Dünya Savasi’ndan bu yana savunmaya en çok para harcayan baskan olma yolunda. Afganistan için eklenen 33 milyar hariç kongrenin onayladigi 2010 Pentagon bütçesi 708 milyar $. Bu meblag bütçe açiginin yarisi neredeyse. Bu da II. Dünya Savasi sonrasindaki bütçe açiklarina denk düsen baska bir rekor. Büyük ölçüde Bush yönetiminin lüks harcamalari için vergi indirimine gidilmesinin sonucu. Bütçe açigi meselesini en çok dert eden sagcilar ve medyanin endiselenmekte hakki var belki ama ayni zamanda cari açigi devam ettirmek derin bir durgunluk yasayan bir ekonomiyi canlandirmanin yolu. Bütçe açigina yönelik projeksiyonlarda halka hizmet eden programlara ve sosyal yardimlara ayrilan meblaglarda kesintiye gidilecegi ancak askeri bütçeye dokunulmayacagi. Tipki halk iradesini ihlal edip sigorta ve ilaç sirketlerine yarayan bir programa dönüsen sosyal saglik reformu gibi.

Artik Güney Amerika’nin büyük kisminda Washington ve elit görüs, az bir zaman öncesine kadar kinayip düsürmeye çalisacagi türden hükümetleri desteklemeye mecbur. Latin Amerika’da bagimsizliga dogru genel bir kaymanin yansimasi olarak degerlendirilebilecek su anki durumda yerli halklar çok daha aktif ve nüfuz sahibi. Özellikle Bolivya ve Ekvator’da petrol ve dogalgazin yurtiçinde kontrol edilmesini istiyor hatta bazi yerlerde üretimine karsi çikiyorlar. Artik yerliler kuzeyli sehirliler rahat yasasin diye kendi hayatlarinin, kültürlerinin mahvedilmesi için bir sebep göremiyor. Bölge dahilinde meydana gelen ekonomik entegrasyon Ispanyol istilasindan beri kaliplasan dinamikleri de tersine çevirmekte. Latin Amerikali elit kesimle ve emperyalist güçlere bagli ekonomilerle iliskiler degisime ugruyor. Hatta Latin Amerika’nin ciddi iç sorunlarindan en azindan bazilariyla yüzlesip duruma hakim olmasi bile olasi görünüyor. Venezuela’nin aldigi inisiyatifler tüm kitada önemli bir etki yaratip Pembe Dalga adiyla anilan ve hizla yayilarak Karayipler’e kadar uzanan akimi baslatti. ABD’nin hamiligindeki Amerika Kitasi Serbest Ticaret Alani’na alternatifi olarak tanimlanan ALBA aslinda bagimsiz bir gelisme olarak algilanmali. Bölgedeki bir diger örgütlenme de AB’yi model alan UNASUR: Güney Amerika uluslari arasinda bir birlik kurmayi hedefliyor. UNASUR meclisinin de Bolivya’da 2000’ de yasanan su savaslariyla taninan Cochabamba’da kurulmasi hedefleniyor. Cochabamba’da suyun özellestirilmesine karsi verilen cesur ve basarili bir mücadele, kararli aktivizmle nelerin basarilabildigini göstererek uluslararasi dayanismayi tetikledi. Ardindan Bolivya yarikürede gerçek demokrasiye giden etkileyici bir yol benimsedi.

Latin Amerika yalnizca dis güçlerin kurbani degil. Bölge zengin ama açgözlü üst siniflarin sosyal sorumlulukla alakadar olmamalariyla ünlü. Bu açidan Dogu Asya ile karsilastirildiginda tüketim aliskanliklari ve elit tabakanin “statü rekabeti” aydinlatici bilgiler vermekte. Latin Amerika’nin Bati yanlisi elitleri, çilgincasina lüks ithal mallari tercih ederken Asya toplumlarinda yerli mali tüketilmesine özen gösteriliyor. Asya, Latin Amerika’nin tersine “dayanikli bir tüketim toplumu olmadan önce fiziksel ve insani kapitalini arttirmaya” bakiyor. Örnegin 1960’ta Gana’nin yarisi kadar bir GSMH’ya sahip olan Güney Kore, neoliberal kurallari kökten reddedip döviz kurunu kontrol ederek ve gereksiz harcama yapmadan dünyanin önde gelen sanayi devletleri arasina girmeyi basardi. Tabii ki Güney Kore’nin ekonomik mucizesi, 90’larin sonundaki düsüsün ardindan uymaya zorlandigi ekonomik yönergeleri uygulamaya basladiginda yavasladi. Bunlarin arasinda küresel güçler tarafindan yönetilen Dünya Bankasi, Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararasi Para Fonu’nun talep ettigi finansal liberallesme de vardi. Latin Amerika’nin seyri ise bundan çok farkli oldu. Esitsizlik, egitim, saglik ve sosyal yardim açisindan neredeyse dünyanin en kötüsüyken Dogu Asya en iyisi. Latin Amerika’nin ithalati agirlikli olarak zengin kesimin hizmetindeyken Dogu Asya’ninki üretken yatirimlara yönelik. Latin Amerika disina kaçirilan sermaye dis borca esit. Oysa ki Dogu Asya’da sermaye kaçisi siki denetim altinda. Latin Amerikali zenginler sosyal mecburiyetlerden muafken Dogu Asya’da büyük sorumluluklar almakta. Ayrica Latin Amerika, simdiye kadar kontrolsüz dis yatirimlara Asya’dan daha açik olageldi. Bu kaliplarda herhangi bir degisim Washington’in geleneksel sebeplerle hos karsilamayacagi gelismeler elbette. ABD, Latin Amerika’yi hammadde kaynagi olarak görmekte ve pek çok açidan buna güvenmekte.

Daha önce de belirttigimiz gibi kendisine bu kadar yakin bir yeri kontrol edemezken dünyanin bir ucunda basarili bir düzen kurmayi bekleyemez. Bush iktidarinin verdigi hasar ve 2007-8 finans krizi bir yana pek çok açidan ABD’nin küresel hakimiyet düzeni oldukça kirilgan bir hal almis durumda. Latin Amerika’daki gelismeler, Washington planlamacilarinin canini sikiyor ve küresel baglamda düsünüldügünde baska zorluklar da çikacaga benzer. Güney Amerika ülkeleri arasinda çok boyutlu entegrasyona yönelik çalismalar var. Daha iyi bir gelecek için kooperatif gelisme, etkilesim ve degisim firsatlari mevcut. Yüzlerce yillik Bati emperyalizminde yepyeni bir sayfa açan Amerika’da baslayan 1980’lerin dayanisma hareketleri binlerce beyazin dünyanin çesitli yerlerindeki magdurlara yardima gitmesini sagladi. Kökleri Amerikan kiliselerinde bulunan bu hareket artik bu küresel bir akima dönüsmekte. Basta Çin diger ülkelerle girisilen küresel ticaret iliskileri ve yatirimlar önen kazanmakta. Uluslararasi küresel adalet hareketlerinde bir araya gelen popüler örgütler, düzenlenen sosyal forumlar Latin Amerika’da yasanan gelismeleri büyük ölçüde etkilemekte. Yatirimcilar ve finansal kurumlarin degil de insan toplumunun çikarlarina öncelik veren bir küresellesme istedikleri için saçma bir sekilde “küresellesme karsiti” olarak adlandirilan bu akimlar giderek güçlenmekte. Bu pürüzlü yolun nereye varacagini kimse kestiremez ama günümüzde tüm kitada ve ötesinde gerçekten özgürlük ve adalet yönünde gelisme ve isbirligi var. Muhalefetle karsilasilsa da hepsi umut verici güzel olasiliklar. Bu gelismeler esasli bir uluslararasi entegrasyonun tohumlarini atabilir ve dolayisiyla yatirimcilarin ve güç odaklarinin degil halklarin çikarina hakiki bir küresellesme dönemi baslatabilir. Bugünün kritik göreviyse bu firsatlardan yararlanip özgürlük ve esitlik vaatlerini ileriye tasimak. Gerçekten demokratik toplumlar olusturmanin önünde sosyal, ekonomik, politik ve kültürel kurumlarin kontrolü ve hiyerarsi ve hegemonya yapilarinin alt üst edilmesi gibi ciddi zorluklar var ama asilmasi zor görünse de gelecek için çözülmesi sart. Bunun tarihsel bir sorumluluk oldugunun farkina varmak lazim, daha fazla geç kalmadan...

Demokrasi ve Kalkinmanin Düsmanlari ve Umutlari

Demokrasi ve kalkinma kavramlari pek çok açidan birbiriyle ilintili. Ortak düsmanlari ise egemenligin kaybedilmesi. Günümüzün kapitalist ulus devletler dünyasinda bir ulusun egemenligini kaybetmesi o ülkede demokrasinin azalmasina; sosyal ve ekonomik politikalarin yürütülmesinde bozulmaya ve uluslararasi pazarlara kendi kosullariyla girme becerisinde gerilemeye neden olur. Dolayisiyla ekonomi tarihinde kanitlanmis ve beklenen bir sonuç dogurarak kalkinmaya zarar verir. Ayni sekilde geriye dönüp baktigimizda egemenligini kaybetmenin zorla dayatilan bir liberallesme getirdigini ve elbette, bunun söz konusu sosyal ve ekonomik rejimi kurmaya gücü olanlarin menfaatine seyrettigini açik seçik görürüz. Son yillarda bu zorla dayatilan rejime genel olarak “neoliberalizm” denmekte. Bu iyi bir tabir degil çünkü esasen ne yeni ne de liberal. En azindan kavrami klasik liberallerin anladigi biçimde degil. Bu kosullarda neoliberalizmin modern dönemde demokrasi ve gelismenin düsmani oldugunu söylersek haksizlik etmis olmayiz.

Maalesef çok sayida degisken barindirdigindan ekonomi, bilhassa uluslararasi ekonomi çok az anlasilmaktadir. Neden sonuç iliskilerine dayanarak degerlendirdigimizde bile hangisinin neden, hangisinin sonuç oldugundan tam olarak emin olamayiz. Çesitli boyutlarda karsimiza çikan sorunlara örnek verecek olursak:

Üretkenlige sermaye yatirimi mi neden olur yoksa tam tersi mi?

Ticarete açik olmak ekonomik büyümeyi arttirir mi yoksa büyüme mi ticarete yol açar?

Ekonomi tarihi uzmanlarindan bazisina göre korumacilik, çeliskili bir biçimde, ticareti arttirmistir. Bunun nedeni korumaciligin büyümeyi kamçilamasi ve büyümenin ticarete yol açmasidir. Öte yandan 18.yy’dan beri zorla dayatilan liberallesmenin ekonomiye zararli etkileri olmustur. Tarih kanitlariyla göstermistir ki; ticari liberallesme ekonomik gelismenin sebebinden ziyade sonucudur. Elbette hammaddeden yararlanan ayricalikli sektörlerin gelisimi bunun disinda degerlendirilmelidir. Korumaciligin olumsuz etkisiyle ilintili baskin kuram gerçeklerle fena halde çelismektedir. Baskin kuram, kendileri baskin bir konuma gelip kendi lehine rekabete girmek istedikleri zaman muntazam olarak ötekilerin ve bazen kendilerinin de liberallesmesinden yana olan zengin ve güçlüler tarafindan olusturulmustur. Önce kendileri tepeye çikmak için kurallari çigner sonra da kimse arkalarindan gelemesin diye merdiveni iteler. Ardindan da kendi menfaatlerine bir düzlemde oyuna “adil” biçimde devam etmeye davet ederler.

1920’lere kadar korumaciligin besigi olan ABD en hizli büyüme oraniyla dünyanin en güçlü ekonomisine dönüsmüs, II. Dünya Savasi’ndan sonra da baskin bir küresel güç halini almistir. Ingiltere’ye karsi bagimsizligini kazanir kazanmaz ekonomik kalkinmayla ilgili temel programlar hemen yürürlüge konmustur. O zamanlar ekonomi ögretisine göre hata sayilan ama artik kalkinmanin degismez temeli kabul edilen “ithalat yerine sanayilesme”nin öncüsü olmustur. O dönemde ABD’nin hammadde ve tarima dayali ekonomiye odaklanip Avrupa mallarini ithal etmeye devam etmelerini salik veren Adam Smith gibi zamanin büyük ekonomistlerine kulak asmamasi çikarina olmustur. Bu tavsiyelere karsi gelirse ülkenin gelisemeyecegini öngören teori çürütülmüstü ancak temelde halen güçsüz ülkelere dayatilmaya çalisilmaktadir. Savas sirasinda sanayi üretimini üç katina çikaran ABD, sirketlerinin serbest rekabette yükselecegine güvenerek kismen jeostratejik nedenlerle sinirli serbest ticareti desteklemistir. Tabii ki kendilerinden önce küresel hakimiyete sahip olan Ingiltere’nin yaptigi gibi güçlü olanin yükselmesi için gerekli piyasa müdahalelerini aksatmamislardir. Nedense serbest piyasa meraklilari bu mekanizmalari görmezden gelmeye egilimlidir.

Ingiltere yüzyili askin yogun korumacilik ve devlet müdahalesinden sonra nihayet 1846’da liberal bir ajanda benimsemistir. Zaten bu süre içinde sanayilesmenin lideri olmus ve rekabet göreceli olarak kendi açisindan emniyetli hale gelmisti. Bu sürecin tekstil sanayi kurmak için piyasa ilkelerini hiçe sayip ekonomiye radikal müdahalelerde bulunan ve rakiplerini mahveden 15-16. yy. Tudor hükümdarlariyla basladigi söylenebilir. Böylece yüzyil içinde ihracat yoluyla yeterli dövizi kazanarak baslangiç asamasindaki sanayi devrimine yakit saglamistir. 19.yy ortasindaki liberallesmeyle tarimsal ithalata izin verilmesi Ingiliz imalatçilara maaslarda düsüs ve karda artis gibi faydalar sagladi. Ingiltere muazzam avantajlara sahip olmasina ragmen basta Hindistan olmak üzere korumaci büyük pazarlari ele geçirmek için sansini denedi. Afyon üretimini tekellestirme çabasiyla Hindistan’in çogunu istila ederek dünya tarihinde en yaygin narkotik trafigi sektörünü yaratti. Amerikali tacirlerin girisimi sayesinde o kadar basarili olamadi. Asil amaçlanan gambot ve afyonla Çin pazarina girmekti. Çünkü Çin kendi mallarini gayet yeterli buldugu için Ingiliz mallariyla pek ilgilenmiyordu. Pazarlara uygulanan bu siddetli müdahaleler basarili oldu. Çin pazari “zehir ticareti” ve “domuz ticareti” ile Ingilizlere açildi. Zehir ticareti koca Çin’i afyonkes yapti. Domuz ticareti dedikleri ise insan ticaretiydi. Çinli isçiler kaçirilarak Amerika’ya getirilip demiryolu yapiminda çalistiriliyordu. Ingiltere afyondan kazandigi parayla emperyalist rolünün maliyetini karsilayarak Hindistan’i idare etti ve Amerikan pamugu satin aldi. Bugün petrol nasilsa o zamanlarda sanayinin yakiti pamuk yagiydi. Tabii ki Amerika’da pamuk üretimine de serbest piyasa mucizesi denemez. Devlet eliyle siddet uygulanarak yerli nüfusun saf disi edilmesi ve kölelige dayaniyordu. Bu arada Amerikan iç savasi sonrasinda Ingilizlerin hakimiyetinden kurtulup bagimsizligini ilan eden ABD’de Anayasada ilke olarak yasaklamasina ragmen kölelik sona ermedi. Afrika kökenli Amerikalilar yeniden yapilanma sonunda köleligin yeni ve hatta daha sadist bir türüyle karsilasti. Zenciler etkin bir sekilde suçlanip mahkum edilerek bedava isgücü olarak tarlalarda çalistirilmakla kalmadi; 19.yy sonu 20.yy basi Amerikan sanayi devrimi sirasinda fabrikalarda çalistirildi. Ancak II. Dünya Savasindan sonra zenci nüfus için firsatlar olusmaya basladi. Fakat son 30 yilda meydana gelen neoliberal dönemeç bu firsatlari önemli oranda bitirdi. Çünkü yerli imalat sektörünün yerine ekonomi finansa odaklandi ve neoliberal küresellesme devreye girdi. Bu defa zenci nüfusu uyusturucuyla mücadele kapsaminda yeniden suçlu sayilmaya baslandi.

Korumacilik ve devlet eliyle siddet genel olarak Ingiltere, ABD ve diger sanayilesmis zengin ülkelere yararken emperyalist güçlerin dayattigi liberallesme üçüncü dünyanin olusturulmasina büyük rol oynadi. Sömürge ekonomilerinin zorla açilmasi kalkinamamalarinin sebeplerinden biridir demek abarti olmaz. 19. yy basinda ABD ve Misir karsilastirmasi ekonomik kalkinmada egemenligin ve büyük çapli devlet müdahalesinin rolünü açikça göstermekte. Ingiliz idaresinden kurtulan ama Ingilizlerin izinden giderek devlet müdahalesi ve korumaciligi benimseyen ABD gelisirken; Misir’in benzer bir yolla kalkinma çabasi Ingiltere ve Fransa isbirligiyle engellendi. Egemenligin keyfini sürebilseydi 19.yy’da bir sanayi devrimi yasayabilirdi. Basta pamuk olmak üzere tarimda çok kuvvetliydi ve köleligi gerektirmeyecek yerli isgücüne sahipti. Fakat bagimsizligini kaybettiginden kendi ekonomisine hükmedemiyordu.

Bu tarihi gerçeklerden bahsedince bugünkü kosullar da akla geliyor elbet. ABD’yi kollayan Fransa ve Ingiltere, Iran’in nükleer arastirmalarindan ve füze çalismalarindan vazgeçmesini talep ediyor. Böylece nükleer enerjinin önüne geçilecek ve belki de dünyanin en çok tehdit altindaki ülkesinin ABD veya Israil’den gelecek bir saldiriya karsi hiçbir caydirici etkisi kalmayacak. Fakat Dogu Avrupa ve Körfez Bölgesindeki ABD füze savunma sistemlerini, Israil’in nükleer silahlarinda Fransa ve Ingiltere’nin payini ve Iran ABD destekli despotun yönetimindeyken Amerikali yeni muhafazakarlarin savundugu nükleer programlari da hatirlatmadan geçmeyelim.

Bir ülkenin kendi belirledigi kosullarla uluslararasi düzene girme becerisi ve egemenlik ve bagimsizligin hayati önemini gösteren karsilastirmali bir çok örnek mevcut. Mesela Japonya’nin 19.yy sonunda uygulamaya koydugu modernlesme reformlari Bati Afrika’nin ayni dönemde izledigi politikaya çok benziyordu. Fakat emperyalist kuvvetlerin istilasiyla Afrika’nin kalkinmasina mani olundu. Sömürge yönetimi ve ekonomik kisitlamalar olmadan kendi seçtigi yolda gidebilenler kalkindi digerleri geriledi.

Artik ”neoliberalizm” diye tabir edilen olgunun sebep oldugu felaketler aslinda çok evvel fark edilmisti. Adam Smith, “Uluslarin Refahi” adli kitabinda, Ingiliz tacirler ve imalatçilarin ithalat, ihracat ve yurtdisinda yatirim yapmakta serbest olsa kar edeceklerini ama Ingiliz toplumunun zarar görecegine dair uyarida bulunuyor ancak buna ihtimal olmadigini da meshur “görünmeyen el” ifadesini kullanarak savunuyordu. Çünkü Ingiliz kapitalistler yurtiçinde yatirim yapmayi tercih edecekler dolayisiyla sanki görünmez bir el ülkeyi ekonomik liberalizmin tahribatindan kurtaracakti. Klasik ekonominin baska bir dehasi David Ricardo Ingiliz tekstiliyle Portekiz saraplariyla ilgili ünlü karsilastirmasinda benzer sonuçlara ulasmisti. Ingiliz tekstil sanayicileri için imalat ve tarima yönelik Portekiz’e yatirim yapmak avantajli olsa rekabet avantaji teorisinin çökecegini söylüyor ancak pek çok varlikli insan baska ülkelere gidip yatirim yapmaktansa kendi vatanlarinda düsük kar etmeyi yeglediginden ülkeler arasi rekabetin devam edebildigini ekliyordu. Savlarinin ne kadar güçlü oldugu tartisilir ancak klasik iktisatçilarin sezgilerinin kuvvetli oldugu kuskusuz.

  1. Dünya Savasi sonrasi dönem bu sonuçlarla örtüsür. Ingiltere ve ABD’nin kurdugu Bretton Woods sistemi olarak anilan ekonomik rejim birinci safhadir. Ekonomik egemenligin elzem oldugu görüsündeki Amerikali H. Dexter White ve Ingiliz J. Maynard Keynes’in ekonomik bagimsizligi korumak ve devletin müdahale ederek sosyal demokratik tedbirler getirmesini engellemek üzere tasarladigi sistem sermaye kontrolleri ve ayarlanmis döviz kurlarina dayaniyordu. Bu düzen 25 yil sürdü ve tarihsel standartlara göre fazlasiyla basarili oldu. 70’lerin ortasinda dünyanin bazi yerlerinde kademeli olarak bu sistemin yerine neoliberal prensipler getirildi. Bunun sonucunda büyüme yavasladi ve esitliksizlik iyice artti. Tabii ki bu sonuçlar ekonomi tarihini bilenleri sasirmayacaktir. Latin Amerika ve Afrika gibi neoliberal politikalarin siki biçimde uygulandigi yerlerde ciddi olumsuz etkiler meydana geldi. Zararli etkinin görülmedigi istisnalar, neoliberal politikalari reddeden Dogu Asya ülkeleri ve Çin’di. Savas sonrasinda gelismekte olan dünyada yasanan en hizli büyüme dönemi ve uzun süren hizli büyüme dönemleri (Dogu Asya veya Çin ve Hindistan mucizeleri ya da geçmiste Brezilya ve Meksika’da yasanan hizli büyüme) asiri liberallesme dönemleriyle kesismemektedir. Uluslararasi pazarlarin sagladigi firsatlari büyük ölçüde kullandiklarinda bile büyüme hizi kayda deger oranda artmamistir. Bu kendilerini koruma yollari olmasina karsin sanayilesmis toplumlar için de geçerlidir.

Bir önceki çeyrek yüzyilin neoliberal deneyimine düsük büyüme oranlari ve sosyal göstergelerde gerileme eslik etmistir. Bu zengin ülkelerden fakirlere kadar hepsi için geçerlidir. Neoliberal dönemde genel büyümede net bir düsüs görülmektedir. Yoksulluk azalmazken esitsizlik artmistir. Gelismekte olan ve gelismis ülkelerde de büyüme dramatik bir sekilde yavaslamistir. Neoliberal kriterlere göre ciddi hatalar olarak nitelenen politikalar sürdüren ülkelerin neredeyse hepsi hizla gelisirken dersini iyi çalisanlar basarisiz olmustur. Özetle ekonomik bagimsizlik, devlet idaresinde ekonomik büyüme ve kontrollü sermayeye dayanan Bretton Woods sistemiyle geçen 25 yil, takip eden 25 yillik neoliberalizmden çok daha iyi sosyal ve ekonomik sonuçlar dogurmustur. Örnegin, 70’lerin ortasina kadar ABD’de büyüme hem hizli hem esitlikçi olmustur. Maaslar ve sosyal göstergeler artan üretimi izlemistir. Neoliberal politikalarin uygulanmaya baslamasiyla büyüme ve üretkenlik devam ettigi halde sadece giderek artan bir sekilde zenginlerin cebi dolmaya baslamistir. Teknoloji balonuyla maaslar bir süreligine artmis fakat o da patlayinca durgunluk ve düsüs devam etmistir. Bush döneminde ise beter bir hal almistir.

Neoliberal rejimde kosullarin genel olarak iyilestigi görüsü tamamen yanilticidir. Zamanla kosullar zaten iyilesmektedir. Ihracat yönelimini neoliberalizmle karistirmak gerçekleri örtbas etmek için kullanilan bir diger yoldur. Söyle ki; 1 milyar Çinli neoliberal prensipleri ihlal eden politikalar izleyerek yüksek ihracat rakamlariyla desteklenen büyüme artisi yakaliyorsa, ortalama küresel büyüme oranindaki artisin da Çin’in uymadigi prensiplerin zaferi oldugu söylenebilir. Ancak neoliberal politikalarla baglantili tahribatlar ekonomi tarihinde çok daha uzun bir süredir tutarli bir sekilde görülmektedir.

20.yy’da zengin sanayi toplumlarinda baska etkenler de ise karismistir. Bunlarin en önemlisi çogunlukla “savunma” kisvesinde ekonomide devlet sektörünün rolüdür. Bu tedbirler sanayi devriminin ilk yillarindan beri teknolojik ve endüstriyel gelisimde rol oynamistir. Metalürji, elektronik, makineler, imalat süreçleri ve otomotiv sektörünü baslatan Amerika’nin seri üretim sistemi önemli ölçüde Amerikan ordusunun silah üretimindeki yillar süren yatirim, arastirma, gelistirme ve tecrübesine dayalidir. 19. yy’in en karmasik sanayii olan demiryolu idaresi özel sermayenin kapasitesinin çok üzerinde oldugundan Amerikan ordusuna devredilmisti. Almanya ve Ingiltere’de mühendisler donanma için agir silahlarin gelistirilmesiyle ugrasiyordu. Devlet sektöründe gelistirilen teknolojiler kisa zamanda özel sektöre kaymaya basladi.

Bu süreçlerde II. Dünya Savasi’ndan sonra bir siçrama meydana geldi. Yine savunma kilifi altinda, basta Amerika’da modern yüksek teknoloji ekonomisinin tohumu atildi. Buna genel olarak bilgisayarlar, elektronik aletler dahildi yani telekomünikasyon sistemleri, internet, otomasyon, lazer, ticari havacilik sektörü ve onunla beraber turizm ve hizmet sektörü, konteynirlar dolayisiyla modern ticaret ve dahasi Simdi daha da genisledi: farmakolojik ilaçlar, biyoteknoloji ve nanoteknoloji, nöromühendislik ve ötesi... ekonomi tarihçileri yüzyil öncesinin teknik sorunlariyla bugünkü teknolojik gelismeleri karsilastirinca yüksek teknolojinin sivil ekonomiye etkisinin üçe katlanabilecegi ve bunun mevcut uzayin silahlandirilmasi projeleriyle artabilecegi kanisinda. Yasamin sürdürülebilirligine karsi büyük bir tehdit ama ileri ekonomi için bir uyaran. Bilim ve teknoloji alanlarinda arastirma ve gelistirmeye yapilan kamu yatirimi özel yatirimlardan çok daha yüksek. Ulusal güvenlik muafiyetlerini güya “serbest ticaret anlasmalari”na dahil edilmesinin etkilerinden biri, basta ABD olmak üzere zengin sanayi toplumlarinin maliyet ve riski kamulastirip kari özellestirmeye dayali ekonomide devlet sektörünü devam ettirebilmesidir. Dünyanin çogunlugu içinse muafiyetlerin bir anlami yoktur.

Hükümetler ve is dünyasi bunu gayet iyi anlamakta. Yeryüzünde yasami tehdit eden füze savunma programlarina önce karsi çikan Almanya, balistik füze teknolojisini gelistirmekle “hayati ekonomik çikar” saglayacagini fark ederek maliyetinin çogu Amerikan veri mükelleflerince karsilanan teknolojik ve bilimsel arastirmalardan geri birakilamayacagini açikladi. Benzer sekilde Amerikan ticaret örgütü Japon yetkililere 1995’te füze savunma programina katilmalarini ögütledi. Yeni yüzyilda daha da ilerlemis askeri programlar özel sermayenin kamu harcamalarindan kar etmesi için daha pek çok firsat saglayacak. Bütün bunlar dogru dürüst bir dünya olasiligini tehlikeye atiyor ama bu daima ikinci planda kaliyor.

Devlet sektörü yalnizca ulusal laboratuvarlar ve üniversitelerde icat ve gelismenin merkezi degildir; kurumlara ödenek, tedarik, “serbest ticaret anlasmalarinda tekel fiyatlarinin garantilenmesi hakki, vb. baska hünerleri de vardir. Ancak ekonomi uzmanlarinin bu etkenlerle ilgilenmemesi oldukça korkutucu. Örnegin, 2007-8’de idaresindeki finansal piyasalarin çöküsüne kadar dünyanin en saygi gören ekonomisti olan Alan Greenspan, girisimci inisiyatif ve tüketici seçimine dayali piyasa mucizelerine dair nutuklarindan birinde yasanmis örneklere yer vermisti. Çogu (internet, bilgisayar, bilgi-islem, lazer, uydu) devlet sektörüne aitti. Digerlerinde ya kamu özel sektöre ödenek saglamisti ya da devletin baslattigi bir teknolojiydi. Üstelik devletin rolü sadece yüksek teknoloji endüstrisini olusturmak ve korumak degil, ayni zamanda yönetim hatalarinin da üstesinden gelmek. Avrupa ve Japonya’ya yetismek isteyen ABD’de bilgisayar teknolojisiyle seri üretimi birlestirerek hem imalatta hem de yönetimde kontrolü sagladi. Bu programlar Reagan döneminde yayginlasip piyasa ilkelerini ihlal etmenin de ötesine geçti. Pentagon destekli arastirmalar bilgi islem teknolojisinde yeni alanlari tesvik etti ve interneti daha da gelistirdi. Korumaciligi düstur edinmis olan Reagan yönetiminin amaci, çelik, otomotiv, bilgisayar vb. süper kaliteli Japon ürünlerini piyasadan uzak tutmakti. Reagan’in hedefi, sadece rekabet edemeyen yerli sanayii korumak degil, 90’larda baskin konuma çikarmakti. Bunu büyük ölçüde kamu ödenekleri, kamu sektörü icatlari, korumacilik, kurtarma paketleri vs. sayesinde basardi.

Reagan’in devlet müdahalesi ve korumaciligi abartmasi, yine Ingiltere deneyiminde de görülebilir. Britanya, imalatçilari Japonya’yla bas edemeyip imparatorluk limanlarini Japon mallarina kapatinca diger Batili güçler de onu izlemisti. Bu II. Dünya Savasi’nin Pasifik’e siçramasinin arka planinda önemli rol oynamistir.

Ekonomide radikal devlet müdahalesi halen devam etmektedir ancak su anda biyoloji tabanli endüstrilere kaymistir. Gelecegin lokomotifi olacak bu alanlarda arastirma ve gelistirmeye devletin sagladigi finansman hizla artmakta. Özel sektörün devlet müdahalesiyle desteklenisi baska yollarla olmaktadir. Dünya Ticaret Örgütü’nün belli basli kurallari birkaç güçlü devlet ve onlarla yakindan iliskili çokuluslu sirket tarafindan düzenlenmektedir. Bahsi geçen bir dizi madde, büyük sirketlerin patent düzeni araciligiyla fiyatlandirma tekelini güvence altina almaktadir. Böylesine kosullar, zengin toplumlarin büyüme döneminde varolmus olsaydi ekonomik kalkinmalarini tartismasiz biçimde sekteye ugratirdi. Su anki haliyle, en çok AR-GE alaninda devlet sektörüne bel baglamis belli basli büyük özel sirketlere hizmet etmekte. Örnegin ilaç sanayiine ayrilan kamu fonu %100 arttirilip ilaç sirketleri piyasa fiyatindan satmaya mecbur edilseydi tüketici muazzam tasarruf edecek, en önemlisi de insanlarin hayatlari kurtulacakti. Fakat “gerçekten mevcut kapitalizm” çok daha farkli isliyor. ABD’nin taleplerinin kabul edilmesi durumunda insanlarin hayatlarinin tehlikeye girecegine dair uyarilara kulak asilmiyor hatta bu tip uyarilara kalkisanlar bir sekilde cezalandiriliyor.

Iste bu yüzden “serbest ticaret anlasmasi” gibi tabirlerden kaçinmak lazim. Bu anlasmalari hazirlayip digerlerine dayatanlar serbest piyasadan yana degil. Liberallesmeden anladiklari da kendi seçimleri ve geçici avantajlarina uygun düsecek kadar. Bu tabirden sakinmanin bir nedeni de “ticaret” denilen seyin de ideolojik bir yapi olmasi. Mesela Sovyetler Birligi’nde parça üretimi ve montaji St. Petersburg, Polonya gibi farkli yerlerde yapilip Moskova’ya satiliyordu. Yani sinirlar geçiliyordu ama Batili yorumlar bunu ticaret kabul etmiyordu. Aslinda günümüzde GM’in parça üretimini Hindistan’da; montajini Meksika’da yaptirdigi arabalari New York’ta satmasi da ayni sey. Kurumsal sirketler kamuya hesap vermek zorunda olmadigi için bu tip ticaretin ölçegi bilinmiyor ama ticaretin %40’ini olusturdugu zannediliyor. ABD-Meksika için bu oran daha yüksek. Hizmetler alaninda ticareti düsündügümüzde ise ticaretin anlami iyice kayboluyor. Hizmetlerin özellestirilmesi, insanlarla ilgili neredeyse her seyi kapsiyor: egitim, saglik, enerji, su ve diger kaynaklar, vs. Öyleyse bu durumda “ticaret” terimi, insan hayatinin devlet destekli ama halka karsi sorumsuz özel tahakkümlere emanet edildiginin üstü kapali sekilde söylenmesi. Sonuç olarak insanlarin toplumun bir parçasi oldugunu kabul edeceksek “serbest ticaret” kisvesiyle yapilan bu anlasmalar, uzlasip anlasma filan degil, çünkü genelde halklarin karsi çiktigi sartlar barindirdigi için meclis, hükümet, sirketler vs. arasinda gizli yapilan anlasmalar. Çokuluslu sirketler, bankalar ve güçlü devletler tarafindan kendi menfaatlerine uygun sekilde tasarlanmis kamuoyundan habersiz ya da muhalefetine ragmen imzalanan anlasmalar. Aslinda “yatirimci haklari anlasmalari” daha dogru bir tabir olurdu.

Neoliberal prensiplerin neredeyse tüm unsurlari demokrasiye dogrudan saldiridir. Mesela kamu isletmeleri en azindan prensipte bir dereceye kadar kamu idaresindedir. Daha demokratik toplumlarda bu kayda deger bir dereceye yükselir. Daha da demokratik toplumlarda; ki var oldugu henüz söylenemez, kamu isletmeleri dogrudan isçiler ve toplumlardan olusan “paydaslar”in kontrolündedir. Fakat özellestirilen isletmelerin kamuya hesap vermesi söz konusu degildir. Özel sermayenin devlet üzerindeki ezici nüfuzu sayesinde mevzuat mekanizmalari da çok zayif kalmaktadir. Demokrasiye en ciddi saldiri, hizmetlerin özellestirilmesidir. Bu durumda demokratik kurumlar varligini sadece formalite icabi sürdürebilir. Çünkü insanlarin hayatlarini etkileyecek en önemli kararlar kamusal alandan çikartilmis olacaktir. Özellestirmenin savunusu etkinlik-verimlilik olmalidir. Ancak Dünya Bankasi ve IMF özellestirmeyi düstur edindiginden özel ve kamu isletmelerinin performanslarina dair pek çok kiyaslama yapilmakta. Ancak bulgular net bir sekilde sunu gösterir: Düzgün isleyen toplumlarda özel sektör de kamu sektörü de etkin ve verimli çalismakta; yozlasmis, düzeni bozuk toplumlarda her ikisi de yetersiz islemekte. Bazi bölgelerde özel sektörün performansi çok daha kötüdür. Sanayilesmis dünyanin kamu tesebbüslerinde ise Enron gibi isletmelerin siradisi yolsuzluklari, ABD’nin özellestirdigi saglik sisteminin basarisizligi da unutulmamali. Üstelik Amerikan devleti kanunen ilaç sirketleriyle fiyat pazarligindan men edilmis tek ülkedir ve bunu yatirimcilari zengin etmekten baska ise yaramayan “serbest piyasa” politikasina borçludur. Öte yandan serbest piyasa ekonomisi modeli olarak övülen Sili, siddet yoluyla dayatilan neoliberal prensipleri izlemistir izlemesine ama çöken ekonomisini kurtarmayi devlet müdahalesiyle sermaye kontrolüne gidip neoliberal kurallari çigneyerek basarabilmistir.

Neoliberalizmin merkezinde 70’lerde baslayan finansal liberallasme vardir. En kötü finansal krizleri atlatan ülkeler sermaye kontrolünü devam ettirenlerdir. 1997-98 Asya krizini Hindistan, Çin ve Malezya bu sekilde atlatti. ABD’de finans sektörünün kurumsal kardaki payi 2004’te %30’a ulasti. Clinton döneminde bankacilik sektörüne taninan firsatlar da ‘çökemeyecek kadar büyük’ denen finans piyasasinda 2007-8 felaketinin olusmasina katki sagladi. Ekonominin finansallastirilmasi imalat sektörünün tasfiye edilmesinde önemli rol oynadi. ABD büyük ölçekli yüksek teknoloji imalatinda da liderligi kaybetmekte. Bunun nedeni de özel sirket ve devlet ekonomi idarecilerinin imalata önem vermemesi. Sonuçta ABD’nin buluslari Asya’da bir yerde üretilmekte. ABD’nin tarihinde görülen en büyük esitsizligi yasadigi da bilinmekte. Bunlar neoliberal küresellesme çaginda ekonominin finansallasmasiyla meydana gelen dogal sonuçlar.

Vergi mükellefleri yurtiçinde Ar-Ge maliyetini karsiladikça ve finansal manipülasyonlar yogunlastirildikça, politika mimarlarina göre imalatin yurtdisina kaymasi çok mantikli. Toplum üzerindeki etkileri elem verici olabilir ama bu konu hep ikinci planda.

Kamunun sirtindan beslenen Citibank’in dahil oldugu Citigroup bünyesindeki analiz uzmanlarina göre dünya ikiye ayriliyor. ABD, Ingiltere ve Kanada ekonomileri büyüme ve tüketimin büyük kisminin meydana geldigi yer. Dünyada ekonomik büyümenin üçte ikisi tüketimle yürüyor ve bu ülkeler kari da tekellestiriyor. Az sayida zengin o kadar çok kazaniyor ki çok fazla tüketiyor. Sayica çogunluk olmalarina ragmen zengin olmayanlarin pastadan aldigi pay ise çok küçük. Citigroup’un yatirimcilara tavsiyesi de zenginlere odaklanmalari. Sonuçta nerede hareket orada bereket! Isletme okullarinda ögretilen de müsterilerin iki sinifa ayrildigi. Müsterilerinizin %20’si karin %80’ini saglar; yani geri kalan %80 ile ugrasmasaniz da olur!

Neoliberalizm politikalarinin tüm dünyaya yayilmasi bir yana su anki durumda, ABD’ni çok daha karamsar sonuçlar beklemekte. ABD’nin basta gelen strateji uzmanlari hükümeti saldirgan militarizmi sürdürdügü takdirde kaçinilmaz bir son veya yakin bir kiyamet hakkinda uyarmakta. Öte yanda duran diger büyük tehdit ise fazla uzakta olmayan ve giderek üzerimize çökmekte olan çevre felaketleri. Is dünyasinin giderek büyüyen çevre krizine karsi hala direnmekte olan kaleleri de artik teslim oluyor. Iklim degisikligine tepkiler artarak sürerken hiç orali olmayan Wall Street Journal bile sonunda bu konuyla ilgili kapsamli bir dosya yayinlayarak alinacak tedbirlerin yeterli olmayacagi dolayisiyla gezegeni sogutmak gibi jeomühendislik projeleri gerekebilecegini öne sürdü. Çok kisinin kavramakta zorluk çekmedigi, alinmasi gereken en önemli tedbir ise II. Dünya Savasi sonrasi yayginlastirilan sosyal mühendislik programlarini tersine çevirmek olacak. Çünkü enerji harcayan ve çevreyi mahveden fosil yakit temelli ekonomiyi tesvik etmek için tasarlanmis bu programlarin degismesi elzem. Bu degisimin merkezindeyse hizli rayli sistemlerin gelistirilmesi olmak zorunda. Konuya nasil yaklasildigini da anlamak lazim. Hizli trenler için ihale sirasina giren Avrupali sirketler, finansmanini Amerikan vergi mükelleflerinin karsilayacagini umduklari altyapi çalismalarina talipler. Ayni zamanda Washington Amerikan sanayinin önde gelen sektörlerini dagitarak isçilerin ve toplumlarin hayatini karartmakla mesgul.

ABD’de kurumsal hissedarlarin kisa vadeli çikarlarinin diger kurumsal paydaslardan daha öncelikli olma hakki yazili bir kanun degil ama öyleymis gibi uygulaniyor. Aydinlanmaya kadar uzanan klasik liberalizm ideallerinin kapitalizm içinde parçalanarak yokoldugu açikça görülüyor. Sanayinin feodallikten kurtulup demokratik bir sosyal düzene dönüstürülmesi gerekli. Bu olmadikça siyaset de büyük isletmelerin toplum üzerine düsen gölgesinden ibaret kalacak. Bu gölgenin azaltilmasi özünü degistirmeyeceginden kökten bir degisim sart. Endüstriyel demokrasi gerçeklesmedikçe siyasi demokratik reformlarin içerigi hep eksik kalacak ve insanlar “özgür ve akilli” biçimde degil maas için çalisacak. Bu da ahlak disi ve özgürlükçü olmayan bir durum. Günümüzün is dünyasi, insan zihnine karsi açtigi savasi yüzeyde kazanmis görünüyor. Ancak isin asli baska olabilir. Tarihte buna benzer zaferlerin yaniltici oldugu örneklere rastlamak mümkün. Eger öyleyse Business Week’in sordugu Gelecegin Amerika’da kurulmasi mümkün mü? Sorusunun cevabi evet olabilir. Uzun zamandir bastirilan özgürlük ve adalet vaatlerinin tekrar farkina varip gerçeklestirebilir. Ekonominin radikal bir sekilde finansallasmaya kaymasindan yana olanlar telafi edici ekonomik avantajlardan bahsedebilir fakat demokrasi üzerine olumsuz etkisi barizdir. Finansal liberallesme devlet politikalari üzerinde an be an referandum yapan yatirimci ve borç verenlerden olusan gayri resmi bir meclis yaratir adeta. Eger kara odakli degil de insanlarin yararina bir politika olusturulmussa bu meclis, sermaye kaçisi, dövize saldiri ve baska yöntemlerle veto gücünü kullanarak politikalarin yürütülmesine engel olabilir. Dolayisiyla finansal liberallesme demokrasiyi dizginleyen bir olgudur. Rastlanti mi bilinmez ama finansal liberallesmenin ortaya çikisi, 60’larda elit kesimin demokrasi krizi olarak adlandirdigi normalde pasif ve itaatkar toplum kesimlerinin sikintilarini kamusal alana tasimalariyla ayni döneme denk gelir. O zamanlar buna “asiri demokrasi” denmis ve devlete yük olmustu. Ulusal çikarlar, topluma sahip olan ve yöneten ufak bir kesim tarafindan belirlenirken, özel çikarlar olarak adlandirilan ise kadinlar, isçiler, gençler, yaslilar, azinliklar, çogunlugu kapsiyor aslinda genel nüfusu tanimliyordu.

Neoliberal piyasanin kurbanlari arasina artik zengin ülkeler de girmis durumda. Çünkü finansal liberallesme 1930’larin Büyük Buhran’indan daha beter bir krize yol açarak batmakta olan finans kurumlarini kurtarmak için yapilan büyük çapli devlet müdahalelerine sebep oldu. Bugün tahmin edilemeyecek bir raddeye gelmis olabilir ancak bunun günümüzün devlet kapitalizminin olagan bir özelligi oldugunu belirtelim. Büyük sirketlerin çogu hükümetlerce kurtarilmasa, kayiplarini kamulastirmasa ayakta kalamazdi. Bu devletin hayati rolünden öte, maliyet ve riskin kamulastirilip karin özellestirilmesinden kaynaklanmakta. Keynes’e göre Bretton Woods sisteminin en basarili tarafi, hükümetlere sermaye hareketini kisitlama hakki vermesiydi. Takip eden neoliberal safhada ise tam aksine Amerikan Hazinesi serbest sermaye hareketliligini temel hak saymakta. Oysa ki Uluslararasi Insan Haklari Evrensel Bildirgesi’nde sözü geçen egitim, saglik, düzgün istihdam, güvenlik gibi haklar Reagan ve Bush idaresi tarafindan abesle istigal olarak tanimlandi. Sunu eklemek gerekir ki; 70’lerden itibaren Bretton Woods sisteminin bertaraf edilmesiyle isleyen demokrasi kisitlandi. Buna bagli olarak toplumu bir biçimde yönlendirip kontrol etmek sart oldu. ABD gibi daha çok is dünyasinin yönettigi toplumlarda bu daha açik görülebilir. Latin Amerika’da ise resmi demokrasi yayildikça demokratik kurumlara olan inancin azaldigi görülmektedir. Bu farkli sekillerde olmakla birlikte dünya çapinda geçerlidir çünkü yeni demokratiklesme akimi neoliberal ekonomik reformlarla kesismekte; ki bunlar da etkin demokrasiyi baltalamakta. Amerikalilarin da kurumlara inanci azalmaya baslamistir ve haksiz da sayilmazlar.

Günümüzde kamuoyuyla kamu politikasi arasinda kayda deger bir fark olusmaya basladi. ABD’de seçimler bile bir tür pazarlama gibi gerçeklesmekte. 2004 Baskanlik seçimlerinde iki aday da zengin ve seçkin ailelerden ve benzer bir arka plandan geliyordu. Açikladiklari programlar zengin ve seçkinlerin ihtiyaçlarina göre düzenlenmisti. ABD’de kamuoyu görüsünü sekillendirmek için semboller ve diger araçlari kullanan yaniltma ve kandirmaya adanmis sektörler adaylari dis macunu gibi paketleyip pazarlamakta. Demokrasinin altinin oyulmasi da oldukça ilgi görüyor. Adaylar duruslarini seçmen çogunluguna göre ayarlamiyor. Seçilenler kamuoyu gözünde olumlu bir imaj yaratanlar ve rakibini olumsuz gösterebilenler. 2006 kongre seçimlerinde Demokrat Parti danismanlari, Cumhuriyetçiler gibi Demokratlarin da kimligin politikayi belirledigini fark etmelerini ögütlüyordu. Bir sonraki seçimde bu tavsiyeye uyuldu. Güney Amerika’nin en fakir ülkesi ile karsilastirirsak, 2005 seçimlerindeyse Bolivyali seçmenler ayricalikli kesimi temsil eden birini degil, kendilerinden birini seçtiler. Halkin sorunlariyla; kaynaklarin kontrolü, yerli halkin kültürel haklari, çok etnik kökenli bir ülkede esitlik vb. gibi bir çok meseleyle ugrasacak birini. Bu karsilastirma demokrasi tesvik programlarina nerelerde ihtiyaç duyulduguna dair soru isaretleri olusturabilir. Latin Amerika halki gerçekten seçimini yapti. Anlamli demokrasi için gereken temeli saglayan dinamik örgütler mevcut. Artik emperyalist idarenin geleneksel modelleri siddet ve ekonomik kisitlanma yok. Bunlar Latin Amerika için heyecan verici olasiliklar. Bunlar kismen de olsa gerçeklestirilebilirse sonuçlarin dünya çapinda büyük çapli bir etkisi olmasi kaçinilmaz.

Serbest Finans Sisteminin Arizalari

IMF tarafindan güçsüz olana dayatilan yapisal düzenleme programlariyla devasa finansal kurtarma paketleri arasinda çarpici bir benzerlik mevcut. IMF’nin ABD yöneticisi, mafyaya özenmis olacak ki, kurumu “kredi toplumu tatbikçisi” olarak tanimlamisti. Bati idaresindeki uluslararasi ekonomi yatirimcilar üçüncü dünyanin despot hükümetlerine yüksek riskli borç vererek inanilmaz kar ediyor. Borç alanin borcu ödeyemedigini düsünün. Kapitalist ekonomide borç verenler kaybi üstlenir. Fakat mevcut kapitalist düzende hakikaten de çok farkli islemekte. Borçlular borçlarini ödeyemezse IMF araya girip borç verenlerin ve yatirimcilarin koruma altinda olduguna dair güvence verir. Borç, borcu alan ülkenin fakir halkina aktarilir. Halbuki halk paranin pek bir faydasini görmemistir bile. Bu yönteme “yapisal düzenleme” denir. Sonunda zengin ülkedeki vergi mükellefleri IMF’yi finanse eder. Ancak unutmayalim ki; bunlar ekonomi kuraminin ögretileri degildir yalnizca karar verici güçlerin dagilimini yansitir.

Uluslararasi ekonomiyi tasarlayanlar yoksul olanin piyasa disiplinini kabul etmesini talep eder ama kendilerinin tahribattan korunmasini güvence altina alir. Iste, dünyayi fakir ve zengin toplumlar olarak ikiye bölen, modern sanayi kapitalizminin kökeninde bulunan bu ayarlamadir. Piyasa heveslilerinin tasarladigi, aslinda pazar-karsiti olan bu düzen su anda Amerika’nin finans kriziyle mücadele için uyguladigi sistemdir. Genel olarak piyasalarin iyi bilinen yetersizlikleri vardir. Islemler, taraf olmayanlar üzerindeki etkilerini hesaba katmazlar. Bu yan etkiler büyük çapli olabilir. Finansal kurumlarin durumunda da böyledir. Görevleri risk almaktir ve iyi yönetiliyorlarsa potansiyel riskleri sigortalidir. Ama sadece kendilerine gelebilecek zararlara karsi korunurlar. Kapitalist kurallara göre baskalarina verdikleri zarari düsünmek zorunda kalmazlar. Ekonomistlerin, bu yetersizliklerin dogurdugu olumsuz sonuçlara ve finansal liberallesme döneminde giderek artan finansal krizlerin kontrol edilemez bir felakete dönüsebilecegine dair uyarilarina ne Clinton, ne Bush kulak asmamistir. Obama ise bu felaketin sorumlularini isin basina getirerek düzeltmelerini ummaktadir.

Beklenen felaket gerçeklestiginde ekonomistlerin vardigi görüs birligi finansal piyasalarin sagduyulu bir üst denetime ihtiyaci oldugudur. Bu da finansal sistemin istikrarina parça parça degil bir bütün olarak dikkat etmeyi gerektirmektedir. Finansal sistem bir kisir döngüde devam etmekte. Ne zaman batsa kurtarmak için vergi politikalarina güveniyoruz bu da finansal sektöre istedigi gibi kumar oynayip masraflar için endiselenmemeyi ögretiyor. Nasilsa zararlari vergi mükelleflerince, islerini kaybedenlerce ödeniyor. Böylece finansal sistem gene batmak için diriltilmis oluyor. Örnegin Wall Street, vergi mükelleflerinin cebinden çikan milyarlarca dolar sayesinde krizden çiktiginda piyasalar çökmeden önceki haline dönmüs olacak. Bunun üzerine “zararindan neresinden dönsek kardir” diyenler olabilir ancak finans sektörünün hükümete hakim oldugu göz önüne alinirsa anlamli finansal düzenlemeler yapilabilse bile muhtemelen sönük kalacak. Teoride etkili bir düzenlemeyle piyasa esitsizlikleri ve sapkin tesviklerin önüne geçilebilir ancak zenginlik ve gücü özel tahakkümlere odaklayan ayni yerlesik egilimler bu tür adimlarin atilma olasiligini azaltmakta.

Gida sorunu, çevre sorunu gibi dünyayi tehdit eden çok daha ciddi krizler varken son yillarda Bati’da kriz terimi hep finansal kriz anlaminda kullanildi. ABD finans piyasasina hükmeden bazi devler belki de bu krizi rahatça atlatacak. Bir anlamda en güçlü olan en çok kazanacak. Piyasa konumlarini güçlendirip kar potansiyellerini arttiracaklar. Hükümet güvencesi politikalari sayesinde risk alip kazanç saglamak için basarisizlikla sonuçlanacagindan endise etmeden firsatlari daha iyi degerlendirebilecekler. Hafif düzenleyici tedbirlerin bile geri püskürtüldügü bu sosyoekonomik düzende finansal liberallesmenin dogurdugu olumsuzluklarin giderilmesine yönelik herhangi bir önerinin basarili olma sansi çok az. Is dünyasinin kisa günün kari mantigiyla hareket ederek uzun vadeli endiseleri hiçe saydigi belli. Esasinda kendi çocuklarinin torunlarinin kaderini hatta su anda sahip olduklarini gözden çikarmis görünüyor. Sirket yöneticileri de egitimli elitler gibi ciddi tedbirler alinmadikça dünyanin çevre felaketine sürüklendiginin farkinda. Yine de bu felaketin meydana gelmesi için ant içmisçesine propaganda yapmaya devam edebiliyorlar. Kamuoyunu küresel isinma üzerinde insan faaliyetlerinin etkisinin olmadigina inandirmaya çalisiyorlar. Ne de olsa oyunda kalmak istiyorsan baskalarina verdigin zarari görmezden gelip isine bakacaksin! Piyasa yetersizliklerinden kaynaklanan yan etkiler, yüzünden bu sefer insan türünün devami tehlikede ama maalesef is dünyasina egemen mantik degismiyor.

Fakat en azindan dünyanin baska yerlerinde cesaret verici alametler var. Almanya ve Ispanya günes enerjisinde basi çekmekte. Çin, hala iç sorunlariyla ugrasan yoksul bir ülke olmasina ragmen yesil enerjiye saglam kaynaklar ayiriyor. Hali hazirda dünyadaki günes pilleri ve elektrikli araba üretiminde önemli paya sahip ve rüzgar türbini açisindan en büyük Pazar oldugundan ABD’yi geçecegi öngörülmekte. Ayrica finansal kurumlar için de en basarili modeli uyguluyor. Neoliberal dönemin finansal liberallesmesini reddetmesi sayesinde finansal ve ekonomik krizlerden hasar görmedi hatta kazançli çikti.

  1. Bölüm Kuzey Amerika

Irak ve ötesi

Bilindigi gibi, ABD’nin öncelikle Irak’in petrol rezervlerine erisimini güvence altina almak ve bölgedeki hakimiyetini pekistirmek amaciyla giristigi savas dünyanin en büyük insanlik felaketine dönüstü. Amerikan isgaliyle Irak’in yerle bir oldugunu tartismak gereksiz. Bush iktidarinin terörle mücadele etmek amaciyla Saddam Hüseyin ve Usame bin Ladin baglantisini öne sürerek giristigi Irak isgalinin dünya çapinda terörü 7 kat arttirdigi da bir gerçek. Isgalle birlikte Irak’taki ortam asiri derecede siddet yasanmasina çok uygun bir hal aldi çünkü ABD, uyumakta olan mezhep çatismalarini hortlatarak ülkeyi mahvetti. Hayatini kaybeden siviller, Suriye ve Ürdün’e ya da baska yerlere siginmaya çalisan mültecilerin sayisi belli degil. Öte yandan etnik temizlige maruz kalan Bagdat ve çevresinde de yerel diktatörler ve milis kuvvetler cirit atiyor. ABD böylece sadece Irak’i degil, tüm bölgeyi fena halde karistirmis oldu. Çünkü bölgede mezhep ayriliklariyla birlikte diger tehditkar güçleri körükledi ve Arap ve Islam aleminin bunu modern bir Haçli seferi olarak görmesine neden oldu. Üstelik Sii Islamci Iran’in nüfuzunu arttirmis oldu. Irak, 13.yy’da Mogol istilasindan daha beter hasar gördü. Belki de bir daha ayaga kalkmasi mümkün olmayacak. 1980’lerde kendi kendine yetebilen bir ülke olan Irak tarim, hayvancilik, dericilik ve tekstilde, çelik ve çimento sanayiinde gelismisti. Fakat savaslar, kötü yönetim, uluslararasi rekabet ve yatirim eksikligi hepsini kuruttu. Yavas yavas Irak’in ekonomisi ithalata ve tek bir mala, petrole dayanmaya basladi. Bir zamanlar dünyanin en büyük hurma ihracatçisi olan ülkede su anki üretim 80’lerdeki miktarin yarisina inmis durumda. Bunda ABD’nin uyguladigi yaptirimlarin payi büyük. Tipki Washington’in, Saddam Hüseyin’in 80’lerde Kürt katliami dahil tüm canavarliklarini desteklemis olmasi gibi. O zaman Reagan iktidarinin öne sürdügü sebep Iran’in daha tehlikeli olmasiydi ancak bunu ciddiye almak zor. Irak-Iran savasini takip eden dönemde de ABD, Saddam’i desteklemeyi sürdürdü. Kitle imha silahlari gelistirmesine de yardim edildigi sirada Saddam Hüseyin, -ya emirlere karsi geldi ya da yanlis anladi- birdenbire ABD için dosttan düsmana hatta seytanin ta kendisine dönüstü.

Bugün Irak’in feci durumu saklanamayacak kadar açik. Iraklilarin kendi ülkelerinin kontrolünü ellerine almalarinda engelleyici rol oynayan ABD ve Ingiltere, Saddam’i, daha fazla muhafaza edemeyecegi diktatörlerle (Çavusesku, Markos, Suharto ve Chun vb.) ayni kadere mahkum etti. Clinton döneminde Irak’a uygulanan yaptirimlar belki de son binyilin en korkunç etkilerini yaratti. Irak’in petrol gelirinin bir kismini yikima ugramis halk için kullanilmasina lütfedip izin veren BM yaptirimlari nedeniyle basta çocuklar, çok sayida sivilin öldügünü ve bunun zaten bu amaçla tasarlanmis bir soykirim politikasi oldugunu söyleyip istifa edenler, BM’nin Irak’ta görevli diplomatlari. II. Bush Irak’i isgal etmeye hazirlanirken ABD medyasinda görünmeleri yasaklandi. Tabii, resmi düsmanlarin isledigi sözde soykirimlar hakkinda kahramanlik taslayanlara bunlardan bahsedilemiyor. Bu da kendi suçlarini örtbas etmeye veya reddetmeye çalisirken egitimli görüse sahip kesimlerde siradan sayilan bir tür fesatlik denebilir.

Washington’in 2007’deki beyanina göre savas amaci, Irak’ta “yabanci saldirilari engellemek” ve Irak’in “yabanci yatirimlari özellikle Amerikan yatirimlarini tesvik etmesi”ni saglamakti ancak ortada kendisinden baska yabanci saldirgan yok. Ayrica Irak hükümeti bagimsizlasmaya dogru yol alip Iran ile iliskilerini güçlendirmeye kalkarsa Washington’in tepkisi ne olur acaba? Özetle Irak’in ABD’nin kalici askeri yerlesimlerine izin verip operasyonlarini sürdürme hakki tanimasi ve Irak’in petrol kaynaklarinin kontrolünü ABD’ye devretmesi ayni zamanda Amerikan yatirimcilara imtiyaz saglamasi bekleniyordu. Ancak Bush, kararli siddete dayali olmayan Irak direnisi karsisinda bu taleplerini birer birer geri çekmeye mecbur kaldi.

Washington, iradesine itaat anlaminda kullandigi “istikrar”i olusturmak adina Irak’ta çalismalarina devam ediyor. Isgal ordusunun yaptigi ankette ulusal uzlasinin hala mümkün oldugu sonucuna varildigini müjdeliyor. Oysa bunun önkosulu ABD ordusunun Irak’tan çekilmesi. Hangi mezhepten hangi etnik kökenden olursa olsun Iraklilar, ancak o zaman bir umut olabileceginde hemfikir. Örnegin, Ingiliz ordusu Basra’dan çekilince siddet olaylari azaldi. Mezhep çatismalarinda da düsüs var. Elbette bunda isgal sirasindaki etnik temizlik nedeniyle geride öldürülecek daha az insanin kalmis olmasi yatmakta.

Vietnam Savasi bittiginde Amerikalilarin çogu savasi kökten yanlis ve ahlaksiz olarak degerlendiriyordu. ABD’nin Irak isgali hakkindaki elestiriler ise Vietnam’la kiyaslanamayacak kadar yogun. 2008’de yapilan bir ankete göre Amerikalilarin çogu ABD dis politikasinin yurtdisinda hosnutsuzluk yarattigini ve Amerikan degerlerinin begenilmedigi görüsünde. Ancak bu propagandayla beslenen yanlis bir algi. Çünkü asil sorun dünya çapindaki ABD hosnutsuzlugunun Amerikan degerlerinden kaynaklanmasi degil, bunlarin kabul görüp ABD hükümeti ve elit kesim tarafindan yadsindiginin farkina varilmis olmasi.

Bundan sonra ABD’nin Irak politikasini yine çikarlar belirleyecek. Irak halkina ne istediklerini, nasil bir hükümet tercih ettiklerini soran yok. Çünkü siyasi sinifin izledigi temel prensipler belli. Emperyalist zihniyetin devamindan ibaret. Bu zihniyetin ne kadar derine islemis oldugunu gösteren söyle bir örnek verecek olursak çok sik kullanilan “dünyanin geri kalani” tabiri aslinda dünya nüfusunun çogunlugunu kapsiyor. Fakat ABD hükümetinin emirlerine uymayanlar geleneksel söylemde dünyanin parçasi sayilmiyor.

Isgalcilere saygisi olmayan yalnizca Iraklilar degil Afganistan’da da durum ayni. Ingiltere, ABD ile arasinin bozulmasini göze alarak, Afganistan’daki ihtilafin askeri bir çözümü olmadigini; dolayisiyla Taliban ile pazarliga oturulmasinin gerektigine dair uyarida bulundu. Taliban’la gizli görüsmeler yapildigina ve Suudi Arabistan’in sponsorlugunda, Ingiltere’nin de destegiyle Afganistan’da genis kapsamli bir baris sürecine gidilecegine dair haberler çikti. Sovyet yönetimi altindayken kosullarin simdikinden çok daha iyi oldugunu, kadinlarin egitildigini belirten Afgan aktivistler içislerine karisilmamasindan ve diplomatik diyalogdan yana. Sivil toplum örgütleri giderek güçleniyor. Afganlilar artik savastan bikmis ve baris istiyorlar, ekonomik gelismeye odaklanmak istiyorlar.

Pakistan’in bugünkü sorunlarinin (dini medreseler, dinci partiler, mezhep çatismalari vb.) temelinde Amerikan destekli Suudilerin finanse ettigi politikalarla halka Islam devleti dayatilmasi var. Akademik çevrelerce Pakistan’daki köktendincilik, Raegan dönemi ABD politikalariyla Ziya ül Hak dönemi Pakistan’inin gayri mesru çocugu olarak degerlendirmekte. Bir açidan Reagan ve Ziya ül Hak’in baslattigi küresel cihat, El Kaide’nin tohumlarini ekti ve Pakistan’i cihadin merkezi yapti. Pakistan’da, Afganistan ve Asya’daki ABD varligi Pakistan’a tehdit olarak algilaniyor. Çogunluk ABD’nin Islam dünyasina zarar vermek istedigi kanisinda.

Nükleer Silah Meselesi

Iran söz konusu oldugunda da emperyalist zihniyetin yansimalarini açikça görebiliyoruz. Iran ve ABD’nin nükleer silahlar konusundaki tartismasina çözüm olabilecek 4 fikir siralayabiliriz.

  • Nükleer Silahlarinin Yayilmasinin Önlenmesi Antlasmasi’na (NPT) göre Iran’a silah degil ama nükleer enerji gelistirme hakki taninmali.
  • Iran, Israil ve bölgedeki ABD güçleri dahil tüm bölge nükleer silahtan arindirilmali.
  • ABD, NPT’yi kabul etmeli.
  • ABD, Iran’a karsi tehditlerinden vazgeçip ciddi diplomasiye geri dönmeli.

Bunlar herkesin bildigi seyler. Sagduyu bunu gerektiriyor. Liderlerinin söylemlerine ragmen Iran kamuoyu da Amerikan kamuoyu da ayni fikirde. Bu göz önüne alindiginda su sonuç ortaya çikiyor: ABD ve Iran’da demokrasi isliyor olsa bu çok tehlikeli anlasmazlik barisçil yollarla çözümlenebilirdi. Fakat bu sorunun hala çözülememesinin nedeni, ABD’deki demokrasi eksikligi ve siyasi sinifin asiriliklari. Kamuoyunun dikkate alinmasi gerektiginden bahsedildiginde bunun siyasi olarak imkansiz oldugu söylenerek alaya alinmakta. Çünkü halkin siyasi arenaya fazla yaklasmasi tehlikeli kabul ediliyor. Siyasi ve ekonomik çikar çevrelerinde ‘cahil halk ne anlasin’ mantigi hakim. Hem iç siyaset hem dis siyaset toplumun dikkatini baska yöne çekerek yürütülüyor. Ortadogu’nun Nükleer Silahlardan Arindirilmis Bölge’ye dönüstürülmesi hedefini öne süren Iran’dir. Bu hedef Iran ve Amerikan kamuoyunun çogunlugu tarafindan desteklenmekte ancak Amerikan hükümeti ve Demokrat ve Cumhuriyetçi partileri buna yanasmamakta. Iran’in iddia edilen nükleer programi tehdidine yogun sekilde odaklanilmasina ragmen Ortadogu’da Nükleer Silahlardan Arindirilmis Bölge meselesi gündeme getirilmemekte. Washington ve medya, Iran’in uranyumu zenginlestirerek “dünya”ya meydan okudugunu öne sürerken aslinda bazen uluslararasi kamuoyu diye tabir ettikleri “dünya”yi Washington ve o anda ayni fikirde olan digerleri seklinde tanimliyorlar.

Ayrica Amerikalilar, Iranlilar ve gelismekte olan ülkelerin büyük çogunlugu Iran’in Nükleer Silahsizlanma Anlasmasi’ndaki tüm taraflar gibi barisçil amaçlarla nükleer enerji gelistirmek, üretmek ve kullanmak için “devredilemez” haklara sahip oldugunda hemfikir. Bu haklar anlasmayi imzalasalar ABD yandaslari Israil, Pakistan ve Hindistan için de geçerli olacak. Üstelik Iran, uluslararasi siyasette bomba yapmanin artilarini eksilerini halka açik bir sekilde tartisan tek ülke. Örnegin Savunma bakani bile nükleer seçenege karsi. Oysa ki nükleer silahlari “ilk basvurulacak” olarak degerlendirmekten yana olan ABD strateji kumandanligi STRATCOM’un nükleer silahlara karsi yaklasiminin iç rahatlatici oldugu söylenemez. Soguk savas sonrasi askeri kaynaklarini eski Sovyetlere yöneltmeye devam ettiren ABD’nin hedefine üçüncü dünya ülkeleri de eklenince herhangi bir ihtilaf ya da kriz durumunda göz dagi vermeye yarayan nükleer silahlar ABD’nin kozu oldu. STRATCOM, bazi unsurlarin kontrol disinda gelisebilecegini ve ABD’nin serinkanli ve mantikli davranmak zorunda olmadigini da açikça belirtmektedir. Yani, ABD’nin bir saldiriya cevap ya da engelleyici olarak verdigi tepki nükleer silah kullanmak olabilir.

Bush döneminde Amerikan siyasetinin Ortadogu’da barisa yönelik bir diplomasi arayisinda olmadigi anlasiliyordu ama Demokratlarin da fazla bir alternatif getirdigi söylenemez. Avrupa’daki gelismeler de tehlikeyle dolu. NATO liderleri kendilerini baris gücü olarak görüyor. Batinin iyi niyetiyle alakali farkli anilari olan dünyanin büyük kismiysa çok baska düsünüyor. Rusya, NATO’nun genislemesine karsi oldugu halde ABD buna izin verdi. Üstelik, Rusya’nin Kuzey Buz Denizi’den Karadeniz’e kadar olan bölgenin nükleer silahlardan arindirilmasi teklifi de ABD tarafindan reddedilince Ruslar yeniden nükleer silahi ilk kullanilacaklar listesine aldi. NATO ise bu politikadan hiç vazgeçmemisti zaten. II. Bush’un tehditkar söylemi karsisinda da tahmin edildigi gibi Rusya askeri kapasitesini arttirdi. Çin de onu izledi. Balistik füze kalkani programlari önemli bir tehdit. Nedeni ise Uzayin askerilestirmesine dogru bir adim olarak anlasilmasi. Ayrica savunmadan çok saldiriyla alakali. ABD, uluslararasi muhalefete karsi bu planlarinda bastirmaya devam ediyor. Amerikali analizcilere göre füze savunma sistemi aslinda ABD’nin kendisini korumak için degil küresel hakimiyet için kullandigi bir araç. Rus ve Çinli uzmanlara göre de öyle. Rusya, ABD’nin Dogu Avrupa’ya yigdigi füze kalkanlarini ciddi bir güvenlik tehdidi olarak degerlendiriyor. Ayrica Putin’in, füze savunma sistemlerini Gürcistan, Azerbaycan veya Türkiye’nin dogusuna yerlestirme teklifinin Bush tarafindan reddedilmesinden sonra, iddia edilen Iran tehdidinin sadece bir bahane olduguna daha çok inanmis durumdalar.

Iran tehdidinin ciddiye alinmasini zorlastiran baska nedenler de var. Ilki, herhangi bir potansiyel tehlikenin Batili güçlerin Ortadogu’nun nükleer silahlardan arinmis bölge olmasina yanasmasiyla ortadan kaldirabilecek olmasi. Bunun disinda Iran liderleri kendi canlarina kiymayi kafaya koymadigi sürece nükleer füze kullanmasi hatta nükleer silahlanmasi çok düsük bir olasilik. Eger füze savunma sistemi iddia edildigi gibi Iran’a yönelikse, o zaman Amerikan saldirisina karsi olasi bir caydiriciyi etkisiz kilma niyetiyle yapilmistir.

Iran tehdidinin bir saldiri tehdidi olmadigini mantikli olan anlar. Iran’in Israil’e nükleer silahla saldirmasi kendisi için intihar anlamina gelir. Ne Hümeyni ne de diger dini liderler simdiye kadar elde ettikleri servetten ve kurduklari devasa ekonomik imparatorluktan vazgeçmezler. Iran nükleer saldiri yapmayi göze alamaz çünkü kendisini mahvetmek isteyecek kadar deli degil. Büyük Fars imparatorlugunun baskenti Tahran’in toz duman olmasi yüreklerini parçalar. Üstelik Tahran’in nükleer silah istemesi mantiksiz degil. Kosullar düsünüldügünde; geçirdigi Körfez Savasi; nükleer silah gelistiren komsusu Pakistan; yani basinda Saddam Hüseyin; kadim rakibi Suudi Arabistan; en çok korktugu komsusu Rusya, Kafkasya’da tekrar hükmünü geçirirken Israil de Islam Cumhuriyeti’ni parçalara ayirabilir. Mollalar dahil, sagcisi solcusu hepsi, nükleer silahlanmanin Iran’in müdafaasinin, bölgede büyük bir güç olarak bagimsizliginin mutlak garantisi oldugunun farkinda. Ancak bölgede nükleer silahla misilleme yapacak birinin olduguna inandigi sürece aptalca bir seye kalkismaz. Burada Irak örnegini hatirlamakta fayda var. Saddam’in nükleer silah programini baslatmasini saglayan Israil’in 1981’de Irak’in nükleer reaktörüne saldirmasi olmustur. ABD veya Israil, Iran’in nükleer tesislerini bombalayacak olursa bunun da etkisi ayni olur. Çünkü, her zaman oldugu gibi siddet siddeti doguracaktir. Uzmanlar Iran’in caydirici amaçli olarak silah programi izlediginin farkinda. Ne de olsa tüm dünya ABD’nin Irak’a sonradan ortaya çiktigi gibi sebepsiz yere saldirdigina sahit oldu. Bu durumda tehdit altinda hisseden Iranlilarin nükleer silah gelistirmeye kalkismasi dogal. Nükleer silah “potansiyeli”ne dogru ilerlemesinin nedeni, bunu Amerikan tehdidine karsi caydirici olarak kullanmak için stratejik bir hedef olarak belirlemis olmasi. Aslinda ortaligi en çok kizistiran ABD’nin kendisi. “Iran’in nükleer silahi olsa Israil’e saldirir” varsayimiyla aslinda Iran’in liderlerinin aklinin basinda olmadigini iddia etmektedir. Iranli din adamlarinin nükleer saldiriyla sadece Yahudileri degil, Israil’de yasayan 1,5 milyon Müslüman’i da öldürecegine kim inanir? Üstelik bu misilleme bir Israil saldirisini tetikleyip Iran’i radyoaktif serpintiye gömecekse. Iran’in nükleer silahlari teröristlere aktarabilme olasiligina gelince, kaynagi Iran olsun olmasin bu silahlar baskasinin eline geçtiginde yine Tahran suçlanacagi için bu da Iran’in tahribatiyla sonuçlanacaktir. O yüzden ABD politikasini degistirmedikçe Iran’in caydirici bir etkene sahip olmak istemesi normal.

Bush’un “Ser Ekseni”nin üçüncü üyesi Kuzey Kore’ye bakacak olursak, resmi anlatiya göre nükleer silah tesislerini tasfiye etmeye zorlanan ülke bunu yapmamakta direniyor. Halbuki isin asli, ABD verdigi sözleri tutmayinca Kuzey Kore’nin sorun çikarmaya baslamis olmasi. Kuzey Kore simdiye kadar kendisine vaat edilen petrolün %15’ini alabildi. Üstelik ABD diplomatik iliskileri gelistirme sözünü de tutmadi. Kuzey Kore hükümeti dünyanin en kötü yönetimi olabilir ama ABD ile pazarliklarinda pragmatik bir misli ile mukabele taktigi izliyor. ABD, saldirgan ve tehditkar davraninca ona göre tepki veriyor. Eger ABD uzlasici davranirsa onlar da öyle yapiyor. Dolayisiyla Bush’un ser ekseni söylemi üzerine Kuzey Kore, nükleer füze ve silah gelistirme çalismalarini hizlandirdi. Uluslararasi baski uzlasmaya gidilmesine yogunlasti ama ABD’nin sürekli tavir degistirmesi Kuzey Kore’nin de anlasmaya yanasmamasina neden oldu. 2007 Eylül’ünde Israil’in, Suriye’de Kuzey Kore’nin destegiyle kurulan bir nükleer tesisi bombalamasiyla Kuzey Kore’ye yönelik suçlamalar artti. Fakat geçmise baktigimizda 1993’te Israil’in Kuzey Kore’yi tanimasi karsiliginda Kuzey Kore’nin Ortadogu’da nükleer silahlarla ilgili herhangi bir olusuma dahil olmayacagi yönünde iki ülke anlasmak üzereydi. Bunun Israil’in güvenligi için önemi barizdi. Fakat Clinton bu anlasmanin iptalini istedi. Tabii ki 1971’de barisi reddederek yayilmaci bir tavir benimsediginden beri korunmak için ABD’ye muhtaç olan dolayisiyla Washington’a boyun egmeye mecbur olan Israil de bu emre uymak zorundaydi. Kuzey Kore ve Suriye hakkindaki suçlamalar dogru olsun olmasin Israil’in güvenligi gerçekten önemli bir mesele olsaydi bölgedeki nükleer silah tehdidi barisçil yollarla önlenirdi.

Nükleer patlamanin yaratacagi tahribat aninda gerçekleseceginden ve etkisini hafifletici pek bir sey yapilamayacagindan insanligin sonunu getirebilecek güçte bir tehlike. Mevcut gelismeler cesaretlendirici sayilamaz. Sonucu, baskin gücüyle Washington’in durusu belirleyecek.

Israil-Filistin Meselesi

Kurulusundan bu yana ABD’nin askeri, ekonomik, diplomatik ve ideolojik destegine güvenen Israil, sirtini tamamen ABD’ye yaslamis durumda. Israil ve ABD’nin birlikte hareket ettigini unutmamak lazim. Israil, ABD izin verdigi kadar ileri gidebilir. Isledigi suçlar ayni zamanda ABD’nin de suçlari sayilir. Israil yerlesimleri ve buna yönelik faaliyetleri yasadisidir. 40 yil öncesine uzanan Güvenlik Konseyi kurallarini ihlal etmekte. Elbet, Israil de bunun farkinda. Filistinlilerin ve dayanisma örgütlerinin siddet içermeyen tepkileri acimasizca bastirilmakta. Bati, Israil isgaliyle özgürlüklerini, sevdiklerini kaybeden Filistinlilerin siddet içeren eylemlerini öfkeyle kinarken çok daha siddetli ve yikici Israil eylemleri yaramazlik saymakta. Israil’in Gazze’den atilan roketleri engelleyici eylemleri orantisiz sayilsa da mesru bir öz-savunma olarak kabul edilmekte. Israil’in Gazze’ye düzenledigi alçakça saldirida da bu yaklasim degismedi. Bu bitmek bilmeyen meselede Bati riyakarligi da asikardir. Köklerini emperyalist zihniyetten alan Bati propagandasinin gücünün baska bir yansimasi...

Gerçekler ve ilkeler oldukça açik. Diger devletler gibi Israil’in de öz savunma hakki var ama asil soru bu durumda siddet kullanmaya hakki var mi? BM anlasmasina göre ancak barisçil yollari deneyip sonuç alamadiysa buna hakki olur. Fakat Israil, siddet disindaki yollari degil denemek, aklindan bile geçirmiyor. Isgal altindaki Filistin’de süregelen suçlari bir yana sadece Gazze’de ateskese bile yanasmadi. Halbuki Hamas birçok kez ateskes teklif etti. Bu gerçekler ABD-Israil ikilisinin Gazze saldirisini hakli göstermesini engellemeye yeter. Belli ki bu saldiri Gazzelilere daha çok iskence etmek, Bati Seria’da degerli ne varsa devralmak ve Israil gücünü düzenli olarak ispatlamak yatiyordu.

2006’daki seçimlerde Filistinlilerin Washington’in adayini seçmemesi ardindan ABD- Israil ittifaki, Hamas’a oy veren Gazze’yi cezalandirirken; Bati Seria’da Batinin destekledigi El Fetih hükümetine diplomatik ve ekonomik destek yagdirdi. Buna ragmen her iki yörede Hamas’in popülaritesi artmakta. Israil, seçim sonrasi Gazze halkini cezalandirmakta o kadar ileri gitti ki insanlik disi ne varsa uygulamaya basladi. Seçimle basa gelen Hamas’i devirmek için Israil, ABD destegiyle iç savasi tetikledi ama bunun sonucunda da Hamas güçlendi. Gazze’ye saldiran Israil ordusundan askerlerin esir alinmasi Bati toplumunda genis yanki uyandirirken Bati medyasinin Israil’in kaçirip hapse attigi sivillerle çocuklara yer verildigi söylenemez. Hamas’la ateskes anlasmasina varip Gazze ambargosunu kaldiracagini beyan ettigi halde esir alinan Gilat Salit, serbest birakilmadikça anlasmaya uymayacagini bildirerek kusatmayi sürdürdü. Israil’in diplomasi tehdidini önlemek için giristigi tahrikler saymakla bitmez. Diplomatik çaba yönünde önemli bir adim olabilecek El Fetih ve Hamas görüsmeleri öncesinde düzenledigi Gazze saldirisi da buna bir örnek. 1982 Lübnan Savasi, 1988 Intifadasina Demir Yumruk darbesi, 2006 Lübnan Savasinda oldugu gibi Israil’in tahammül edilemeyecek terör eylemlerine tepkisini verdigi savunuldu ancak Filistin isgalinin asil diplomasi adina tahammülü mümkün olmayan eylemlerle alakasi vardi. FKÖ’nün terörizme basvuracagini umarak hareket eden Israil hükümeti, Arafat’in basarisindan sonra mesru bir siyasi muhatabi olmamasi için ugrasmaktan hiç vazgeçmedi.

Israil’in Amerikan militarizmi ve küresel hakimiyeti için sagladiklari arasinda, stratejik konumdaki askeri üs olmasi; yüksek teknoloji ekonomisi ve savunma sanayii iliskileri var. Israil ve ABD’nin savunma sanayii iliskileri o kadar güçlü ki Israil binlerce isçinin itirazina kulak asmadan, savunma gelistirme ve imalat tesislerini ABD’ye tasiyor. Bu sekilde Amerikan askeri yardimi almasi daha kolay. Bu arada Filistin Güvenlik Güçlerini egiten de ABD ordusu. Filistin’in diger yarisinda süren katliam ve yikimi protesto etmek için Bati Seria’da eylem yapanlari kontrol altina aliyor. Haksizliga ugrayan insanlarin sesini çikarmasini engellemek dogru mu? ABD’nin bu konuda da Israil’i hakli buldugunu görüyoruz. Ne de olsa ABD’nin Filipin ve baska ülkelerde uzun bir emperyalist geçmisi var. Direnisle çesitli yollarla basa çikmayi çok iyi biliyor. Gazze’yi hapishaneye dönüstürmek de bunlardan biri. Israil, ayni zamanda, nüfus sorununa da bir çare ariyor. Irkçi yaklasimlarla Arap vatandaslarini sürmek gibi fikirler ortaya atiyor. Tabii ki insan yerine konmayan halkin fikrini soran yok. Zengin bir ülkeden çikarilip lütfen “devlet” denilecek bir yere gönderilmeye kim itiraz etmez ki? Uzlasinin önündeki engellerden biri Israil’in Filistinliler tarafindan Yahudi devleti olarak kabul görmek istemesi. Bu da Filistinlilerin haklarini yok sayacak. Ülkede en temel demokratik ilkelerden bile asiri bir sapma var. Kanunlar Arap asilli vatandaslarin mülkiyet haklarini sinirlamakta. Arap yerlesimlere sunulan hizmet yok denecek kadar az. Israil’in önünde isgal altindaki tüm yerlesimler için siyasi bir uzlasmayi kabul etmek gibi bir seçenek var ama buna yanasmiyor. Filistinliler içinse 2 seçenek var:

ABD ve Israil, 70’lerden beri sürdürdükleri tek tarafli inkari birakip uluslararasi hukuka uyarak “iki devlet” anlasmasini kabul edecek. Arap Birligi, Iran, Hamas dahil uluslararasi kamuoyunun destekledigi çözüm bu.

Ya da ABD ve Israil halen uygulamakta olduklari stratejiyi izleyerek Filistinlilere Gazze hapishanesinde eziyet etmeyi sürdürecek. Isgalin ilk yillarinda Savunma Bakani Mose Dayan’in Israil-Filistin iliskilerine dair yaptigi “bir Bedevi’nin bir kizi rizasi disinda kaçirmasi”na benzetme, Israil’in kendini zorla kabul ettirmekle bir sorunu olmadigini açikça ortaya koymakta.

Barisçil bir anlasmaya varilarak iki uluslu devlet çözümüne gidilmesi de bugüne kadar yasanan siddet olaylari olmasaydi bir olasilikti. Israil’in kurulmasindan önce iki uluslu üniter devlet fikri olasi görünüyordu ama sonra bu fikir adeta aforoz edildi. Bugüne kadar yasanan olaylardan sonra artik bunun pek imkani kalmadigi için olsa gerek, bazi çevreler tekrar gündeme gelen bu teklife hosgörülü yaklasmakta. Bir olasilik da kosullar izin verdigince entegrasyona giden bir federal düzen olabilirdi ama 70’lerde sundugumuz öneriler fazla kabul görmedi veya öfkeyle karsilandi. Aslinda Israil askeri istihbaratindan bile bu yönde bir parça destek gelmisti ama Filistinlilere siyasi haklar taninmasi hükümet tarafindan hemen reddedildi. 70’lerin sonunda, Filistinlilerin ulusal haklari uluslararasi gündeme geldikten sonra Güvenlik Konseyi’nde Arap devletlerinin sundugu iki devlet çözümüne ABD veto verdi. 35 yildir da ABD ve Israil iki devlet çözümüne yanasmiyor. Son zamanlarda iki uluslu devleti savunanlar Israil’in bu gidisle Güney Afrika’daki gibi irkçiliga dayanan bir devlete dönüsecegini ve haklarindan mahrum kalan Filistinlilerin sivil mücadeleye girisecegini ve sonunda demokratik bir üniter devlet olusacagi iddiasinda.

Israil’in nükleer programlari kendi güvenligi için de tehdit teskil ediyor. Nükleer politikasini yeniden gözden geçirip kitle imha silahlarindan arindirilmis bir Ortadogu yaklasimini benimsemesinde hayir var. Arap topraklarini gasp ettigini ve Bati Seria’yi sistematik biçimde ele geçirdigini sakliyor. Bu “uluslararasi kamuoyunda” görmezden geliniyor. Su anda uygulanan plan Bati Seria’daki en degerli topraklarin kontrolünü Israil’e birakmak üzere tasarlanmis. Filistinliler ise yasanmaz yerlere sikistiriliyor. Filistin hayatinin merkezi olan Kudüs’ten uzaklastiriliyorlar. Filistin’i bölen ilhak duvari Israil’in Bati Seria su kaynagini da kontrolünü sagliyor. Dünya Bankasi’nin raporuna göre Filistinliler Israillilere verilen suyun yalnizca dörtte biri hatta bazen daha azini aliyor. Filistin’in geri kalaninda ise düzenli Israil saldirilari ve acimasiz kusatma devam etmekte.

Filistinlilerin kasten düsürüldügü bu sefil durumun suç ortaklari süphesiz ki ABD ve Israil’dir. Amerikan silahlari kullanarak ABD destegiyle düzenledigi Gazze saldirisi için Israil’in inandirici hiçbir mazereti yok. Barisçil yollari da reddeden Israil’in kendini savunma masali düpedüz yalan. Üstelik Gazze saldirisi basli basina savas nedeni sayilir. Esasinda suç sayilan bu kusatmanin fazla bahsedilmeyen bir yönü de deniz ablukasi. Israil saldirilari yüzünden kanalizasyon sisteminin ve enerji tesislerinin tahribatinin yarattigi deniz kirliligi nedeniyle Filistinli balikçi kayiklarinin kiyiya yakin avlanmasi imkansiz. Fakat Israil gemileri balikçilari ne pahasina olursa olsun açik sulara yaklastirmiyor. Filistin’in balikçilik sektörü bu nedenle çöktü. Bunun nedeni Gazze açiklarinda gayet yogun miktarda dogalgaz bulunmus olmasi ve Israil’in bunu kendi çikarina kullanma niyeti. Israil’in uyguladigi kisitlamalar Filistin’de yasami ve ekonomiyi korkunç etkilemekte. Her taraf kontrol noktasi dolu oldugundan ticaret ve seyahat sekteye ugramakta. Israil elitlerin Ramallah gibi yerlerde ayricalikli bir yasam sürmesine izin veriyor hatta Avrupa finansmaniyla bunu tesvik ediyor. Bu da sömürgeciligin ve yeni sömürgecilik uygulamalarinin geleneksel özelliklerinden biri.

Arap dünyasi için baris ancak Israil’in uluslararasi sinirlara çekilmesiyle mümkün. Gazze ve Bati Seria’da bir Filistin Devleti kurulmasini öneren ve ancak ondan sonra Israil ile iliskilerin normallesecegini ileri süren Arap Baris Inisiyatifi, Iran’in da dahil oldugu Islam Devletleri Örgütü’nce de kabul ediliyor. 40 yil önceki Güney Afrika’da irkçiliga dayali apartheid döneminde Amerikan politikasinin eksen degistirmesiyle rejimin yikildigini hatirlarsak Israil-Filistin meselesinde de ABD’nin tavrinin belirleyecegi olacaginin farkina varmak daha kolay. ABD reddetme politikasini sürdürdükçe Israil dünyayi kandirabilecegini zannedebilir ancak bunun her an degisebilecegini de unutmamali. Taktikler ve protestolar, her ne kadar degismeye baslamis olsa da ABD’nin mevcut dünya düzenindeki yeri akilda tutularak devam etmeli.

Yüzyilin Zorluklari

Insanligin karsisindaki baslica zorluk düzgün bir yasami devam ettirebilmemiz. Çevre felaketi, susuzluk, kitlik, salginlar gibi sorunlarla nasil basa çikacagimiz belirsiz ancak müdahale etmekte geç kalirsak gelecek kusaklari faturasi çok agir olacak. Ancak daha önce bahsettigimiz gibi nükleer silah sorununu nasil çözülecegi bariz. Nükleer silahlarin ortadan kaldirilmasiyla ortada sorun filan kalmayacak. Zaten bu uluslararasi hukukun on yil önce belirledigine göre nükleer güçlerin uymasi gereken yasal bir zorunluluk. Daha genis çerçevede tüm nükleer çalismalarin uluslararasi bir kurulusa devredilip devletlerin buraya askeri olmayan amaçlarla basvurabilmesini öneren olasi bir plan mevcut. BM Komitesi silahsizlanmayla ilgili olarak bu kosullari içeren bir anlasmayi 2004 yilinda oyladi ancak 147 ülkenin onayladigi, Israil ve Ingiltere’nin katilmadigi oylamada ABD yine veto verdi. Fakat bu sonuç degistirilebilir. Dünya çapinda bilgili ve ilgili bir toplum bu firsatin kaçmamasi için ugrasabilir. Her sey büyük güçlerin kurallara uymak istemesine baglidir. ABD ve ona tabii Ingiltere’nin engelleme politikalarina ragmen Nükleer Silahtan Arindirilmis Bölgeler önemli bir adim olacaktir. Hele Ortadogu için çok degerli bir baslangiç olur.

Anlasildigi üzere teknolojik olarak çok gelismis olan ABD’nin siddette üstüne yok. Fakat diger yönlerden bakinca dünya çok daha çesitli ve karmasik bir yere dönüsmekte. Geleneksel kontrol yöntemleri terkediliyor. Örnegin, Iran’i uluslararasi ekonominin disinda birakabilecek ABD hazinesinden gelen uyariyi, savas beyani olarak tanimlamak abarti sayilmaz. nükleersiz bir dünyanin mümkün olmadigini söyleyen NATO uzmanlari, finans silahlarinin istismar edilmesi gibi potansiyel savas nedenlerine karsi uyariyor. Fakat tarih boyunca oldugu gibi, ticari ya da askeri olsun, bu silahlar baskalarinin elindeyse savas nedeni; bizdeyse öz savunmaya yönelik hakli araçlar oluyor.

40 yil öncesinde, Bertrand Russel ve Albert Einstein, tüyler ürpertici bir seçimle karsi karsiya oldugumuza dair uyarmistir. Insanligin sonunu mu getirecegiz yoksa savasmaktan vaz mi geçecegiz? Böyle devam edersek kiyamet yakin. Bir süredir, çevre felaketinin de yasamin sürdürülebilmesi açisindan nükleer silahlardan daha az bir tehdit olmadigini biliyoruz. Hem de çok da uzak olmayan bir gelecekte. Buna yönelik ciddi yaklasim çevreye sahip çikip koruma ve yenilenebilir enerjiye geçis olacaktir. Bunun ötesinde devlet ve sirketlerin elbirligiyle olusturdugu bol atikli fosil yakitlara bagimli müsrif düzenin etkilerini geri çevirebilmek için belirgin sosyoekonomik degisimlere gidilmeli. Bununla iliskili baska bir tehdit de su ve gida gibi hayatin temel ihtiyaçlarina erisim sikintisi. Susuzluk ve kitlik tehdidinin kapida oldugunu öngörmek zor degil. Deniz suyunun arindirilmasi gibi pahali, asiri enerji harcayan ve kisa vadeli çözümlerdense uzun vadeli çözüm arayislarina gidilmeli. Bizi bekleyen en iç karartici zorluklardan biri de kontrol edilemeyen bir salgin hastalik olasiligi. Önceden özenli bir planlama yapilip kaynaklar bu tehlikeyi önlemeye ayrilmazsa yikima sürüklenebiliriz.

Bunlar ciddi zorluklardan sadece birkaçi. Bunlarla gerektigi gibi yüzlesemezsek, üstün insan aklinin sadece kendi sonunu getiren bir hata oldugu ispatlanmis olacak.

Dönüm Noktasi

Obama’nin bölgeye ziyareti sirasinda yaptigi çagri, Amerikan Ortadogu siyasetinde bir dönüm noktasi olarak algilandi. Acaba gerçekten öyle mi? Bölgede yeni bir baris açilimi mümkün mü? Obama’nin açiklamalarinin Ürdün Krali Abdullah’in Arap Baris Inisiyatifine benzer bir açilimi tesvik edecegine ve Israil’e sert politik taktikler uygulayabilecegine dair isaretler barindirdigini düsünenlere bir umut dogmustu. Fakat yakindan incelendiginde böyle olacagi süpheli. Çünkü Obama, Arap devletlerinin Israil ile iliskilerini normallestirmesini istedi ama önerinin temelini olusturan Israil’i baglayici kosullara deginmekten kaçindi. Filistinlilerin çok zor kosullarda yasamlarini sürdürmesine yol açan Israil’in uyguladigi tüm politikalar Obama tarafindan da desteklenmeye devam ediliyor. Hatta Israil’e askeri yardimin on yil boyunca arttirilmasini istedi. Dolayisiyla Filistinlilerin Obama iktidarinda da rahat yüzü göremeyecegi kesin. Israil yerlesimleri konusunda yasal tabir ettikleri aslinda yasadisi yerlesimler. Obama, Israil yerlesimlerinin yayilmasina gerçekten karsi olsa somut önlemler alabilir, mesela bu amaca yönelik Amerikan yardimini azaltabilirdi. Genel olarak bakildiginda, herkesin duymak istedigini anladigi Obama nutuklari, taraflari oyalamak için daha çok kullanilacaga benzer.

Elli yili askin bir süre önce Eisenhower, Israil, Ingiltere ve Fransa’yi Sinai yarimadasindan kovduktan   sonra   bile, Arap    aleminde  Amerikalilara  karsi            duyulan nefret kampanyasindan endise ettigini belirtiyordu. Araplar, ABD’nin Yakin Dogu’da statükoyu destekleyip siyasi ve ekonomik gelismeye karsi koyarak petrol çikarlarini koruma arayisinda oldugu kanisinda oldugu da bu kampanyanin nedenleri arasinda gösterilmisti. Amerikan hükümetinin Arap milliyetçiligi hedeflerinin gerçeklestirilmesine karsi çiktigi da baska bir nedendi. Takip eden dönemden günümüze kadar bu nedenler giderek artti. Irak yaptirimlari, Israil’in suçlarina destek, Afganistan, ardindan Irak isgali bu duygulari körükledi. Pentagon’un arastirmalarina göre Müslümanlar Bush’un iddia ettigi gibi Amerikalilarin özgürlügünden degil    Amerikan politikalarindan   nefret  ediyor  ve Amerikan hükümeti Islam toplumlarina demokrasi götürmekten bahsettiginde bunun ikiyüzlülükten baska bir sey olmadigini düsünüyorlar. Uzmanlar bu görüslerin tartismali oldugu kanisinda. Amerikan politikalari, harekete geçirmek istedikleri toplumlara karsi siddetli bir misillemeye yönelik kiskirtmayi hedefleyen cihat hareketinin içindeki asiri gruplarin isine yariyor. Dolayisiyla ABD, bin Ladin’in vazgeçilmez müttefiki bir anlamda.

Obama’nin nükleer silahlara yaklasimi da temkin gerektiriyor. Nükleer silahlarin birakilmasina yönelik umutlarini tekrarliyor ama bu sorumlulugu sadece NPT’yi imzalayanlara yükledigi için bu çagri, nükleer silah gelistirmelerini destekledigi Israil, Hindistan ve Pakistan’i kapsamiyor. Ne Iran’in ne de baska birinin nükleer silah gelistirmesini kimse istemiyor. Ancak fark edilmesi gereken su ki asil korkulan, Iran’in bunu intihar eylemine dönüstürmesi degil, bölgede ABD ve Israil’in hakimiyetlerini arttirmaya yönelik faaliyetlerini engelleyici bir tehdit olusturmasi.

Washington’in Ortadogu barisi için yeni açilimi umuldugu kadariyla Israil’i, petrol üreticisi iliman Arap devletleriyle bütünlestirerek enerji kaynagi bölgelerde ABD kalesine dönüstürmek. Obama’nin askeri operasyonlari arttirdigi Afganistan ve Pakistan’i da kapsayan uzun vadeli niyetlerini açikça belli ediyor. ABD kendi çikarlari dogrultusunda, yönetim biçimi ne olursa olsun emirlerine uyacak Arap ülkeleriyle isbirligi içinde görünmekte. “Iliman” terimini de Amerikan politikalarina uygun hareket etmeyi seçen hükümetler için kullanmakta. Obama da emperyalist doktrine uygun hareket ediyor. Taktigi, nazik laf kalabaligiyla, ayni masali tekrarlamaktan ibaret. Iran’i tehdit olarak göstererek Amerika’nin Ortadogu’daki kontrolünü ve hakimiyetini saglamlastirmak niyetinde.

Amerika’nin Bati yariküreyi hakimiyet altina alma hevesi 1820’lerden beri planlar dahilinde. II. Dünya Savasi sirasinda bu küresel hakimiyet hedefine dönüstü. Avrasya, Uzakdogu ve eski Ingiliz sömürgeleri dahil... Yani enerji kaynaklarini ele geçirme arzusu.. NATO’nun özellikle Amerikan hükümetine yakin duran küçük devletleri de içine alarak yayilmasi ve yeni görevler üstlenmesi ABD’nin Avrupa üzerinde kontrol amacina uymakta. Ticari ve sanayii kalbi Almanya ve Fransa’nin nüfuzunu kirmis oluyor. Washington ve Londra da dünyanin parçasi. II. Dünya Savasi sonrasinda iki devlet arasindaki iliski nasil tanimlanir, pek net degil. Ingiltere ABD’nin ortagi olmayi tercih eder görünmesine karsin ABD ona astiymis gibi davraniyordu. Bu ayrim bile Obama seçildiginde Avrupa’nin sevincini açiklamaya yardim edebilir. Bush’un Avrupa’ya en basit biçimde emirlerine uymadikça konu disi kalacaklarini söylemesinden sonra Obama’nin duymak istedikleri gibi saygin ortaklar olduklarini söyleyip ardindan yine sessiz sedasiz selefi gibi davranmasi ayri. Buna karsilik, Avrupa büyük oranda ABD’ye tabi olmayi çoktan seçmistir. Japonya da öyle. Çin ise farkli bir yol izledi. ABD ekonomisinin Çin’e yaslanmis olmasi da Amerikali sahinlerin elini kolunu bagladi Hindistan ABD ile ittifakini güçlendirirken bagimsizligini da elden birakmadi. Çin ve Hindistan çok hizli büyümekte ancak iç sorunlari büyük. Çözüp çözemeyecekleri de belli degil. Öte yandan halen biriktirmekte olduklari servetlerine karsin Ortadogulu petrol üreticilerini de kötümser sorunlar beklemekte. Tükenmekte olan bir kaynaga bagimliligin giderilmesi için rasyonel bir yatirim politikasi benimsemedigi sürece tüm bölge trajediye sürüklenmekte. Bu firsati kaçirmadan harekete geçmeliler.

Umut Gerçek Dünyaya Karsi

2008 ABD seçim sürecinde tarihi olaylar yasandi. Demokrat Partinin adaylarindan biri bir kadin biri de zenciydi. Baskanlik seçimi sonundaysa Beyaz Saray’a zenci bir aile yerlesti. Ülkenin 40 yil önce hayal bile edilemeyecek bir seyi kabul edecek kadar uygarlasmis olmasini 60’larda baslayan aktivizm hareketlerine borçluyuz. Bundan ders çikarmaliyiz. ABD’de halk halen hükümetin yanlis yolda oldugu, kamuoyunu dikkate almadigi ve kendi çikarlarini düsünen ufak bir kesimce yönetildikleri kanisinda. Insanlarin çogu böyle düsünürken her iki parti de kamuoyunu yansitmiyor. Çünkü, tam anlamiyla is dünyasinca güdülen bir toplumda güç odaklarinin devleti kontrol etmek için her dört yilda bir siyasete yatirim yapmasi ve böylece menfaatlerine uygun politikalar izlenmesini saglamalari dogal. ABD’de sosyal hizmetlerin Avrupa’ya kiyasla çok zayif olmasi Amerikan ruhunun bireyselligine, devlet karsiti özgürlügüne düskünlügüne baglanmakta. Is dünyasinin insanlarin zihnini kazanarak, kitlelerin siyasi gücünü bertaraf etmeye olan kararliligiyla sendika ve hükümet karsiti kampanyalari süregeldi. Buna ragmen sosyal demokratik düsüncelerin sivil anlamda sürdürülebilmesi kayda deger. Halkin siyasi bir güce dönüsmesi hem sanayicilerin hem de yeni türeyen finans sektörünün hosuna gitmez tabii ki. Kampanyalarin amaci nüfusun hükümetten korkup nefret etmesini ve böylece demokrasi ve sosyal hizmet gibi konularla ugrasmamasi, öte yandan zenginleri kollayan güçlü devletten de destegini esirgememesi. Is dünyasi bunu çok becerikli biçimde halletmeyi basarmakta. 2008 baskanlik seçimleri de bir anlamda ayni kalibi yansitmakta.

Obama’nin umut ve degisim mesajlari, kendisini destekleyenlerin içini doldurabilecegi bos bir sayfa gibi degerlendirilebilir. Obama kampanyasi, halkla iliskiler ve pazarlama sektörünün basarisi olarak da degerlendirilebilir. Tüketicilere gereksiz mallar satmayi becerdikleri gibi dünyadan bihaber seçmenlerin de gözünü boyayabiliyorlar. Zaten her iki partinin de özel sermaye tarafindan desteklendigi bilinen bir gerçek. Bir baskan adayinin markalastirilmasi ilk degil. Yönetim kurullarinda etkili olan ilk baskan olan Reagan’in seçim kampanyasi da benzer sekilde tasarlanmisti. Reagan’a duydugu hayranliktan bahseden Obama onun Pakistan’i nükleer silahli bir devlete dönüstürmesinden veya Orta Amerika ve Güney Afrika’da döktügü kanlardan bahsetmiyor herhalde. ABD’yi dünyanin önde gelen alacaklisindan en büyük borçlusuna çevirmesini ya da Avrupa’yi andiran bir sanayii toplumundan çogunlugun maaslarinin sabit kalip sosyal marazlar artarken hükümet politikalarinca kayrilan küçük bir kesimin servet sahibi oldugu bir piyasa merkezine dönüstürmesini kastetmiyor tabii.

Gelecege dönersek; Obama yönetiminden ne bekleyebiliriz ona bakalim. Yaptigi isler, söylemi ve seçtigi kurmaylar bize buna dair bilgi verebilir. Baskan yardimcisi olarak seçtigi Joe Biden, basindan beri Irak isgalini destekleyenlerden. Iflas halinde bireyin borçlarinin iptalini zorlastiran yasayi çikaran da o. Genelkurmay baskani Rahm Emanuel de borsanin   kampanya       katkilarindan   en   çok  sebeplenenlerden.       Finansla  ilgli görevlereyse su anki krizin sorumlulari getirildi. Aralarinda serbest piyasa ekonomisinde bir aziz gibi görülen Alan Greenspan eksik ki kendisinin önce teknoloji balonunun çökmesini ardindan 8 trilyon dolarlik emlak balonunu öngörememesi süregelen finansal krizin bas nedenidir. Obama’nin ekonomi ekibi, olusturduklari politikalarla yol açtiklari kriz nedeniyle zor duruma düsen sirketlerin devlet yardimiyla kurtarilmasini sagladi. Bunu da vergi mükelleflerinin sirtina yükledi. Wall Street vergi mükelleflerinin milyarlariyla toparlanip eskisinden de güçlenerek çikti krizden. Dolayisiyla finans dünyasini Demokrat Kongrenin degistirecegi beklenmemeli. Ayrica Cumhuriyetçilerin Demokratik bir baskana bu kadar yakin hissetmesinin nedeni de kendine sagci bir ekip kurmus olmasi. Kriz süresince hükümet finansal kurumlarin çikarlarini korumak için özen gösterdi. Krizin olusumunda büyük payi olan ve kaçinilmaz çöküse kadar hükümetin destegiyle büyük kumar oynamayi sürdüren elit is dünyasinin menfaatlerini bozmamaya ugrasirken bizi buraya getiren sistemi sorgulamaya yeltenmiyor. Disislerine gelince Gates, Clinton ve Jones gibi kritik isimler seçmesi de Amerikan dis politikasinda pek bir degisiklik görülmeyecegine isaret olarak algilanabilir. Ortadogu özel danismani olarak görevlendirdigi Dan Kurtzer ise Clinton ve Bush’un sirasiyla Misir ve Israil büyükelçisiydi. Bassavci ise terörle suçlanan tutuklularin sorgusunda iskenceyi mesru gören Eric Holder. Ekibinden bilindik simalari yeniden göreve getirmis olmasina karsi yapilan elestiriler Obama’nin cevabi ise deneyimle taze fikirleri birlestirerek degisim yaratacaklari oldu. Ne de olsa bu degisim ve umutlara dair ikna edici söylemle basi dönen süphecileri tatmin etmeye yetmeli.

Hükümetin ilk hedefi finansal krizi ve ekonominin çöküsünü durdurmakti. Fakat verimsiz sekilde özellestirilmis saglik sistemi de çözüm bekleyen bir sorundu. Bu gidisle bütçeyi asacakti. Obama ve Clinton’in teklifi halkin çoktandir istedigi sosyal saglik hizmetine yakindi. Daha önce saglik sistemine devlet müdahalesine, sigorta ve ilaç sirketlerinin isine gelmedigi için politik destegi olmadigi iddia edilerek karsi çikilirdi. Fakat artik saglik sektörünün önemli güçleri özellestirilen saglik sisteminden zarar ettiklerini fark etmisti. Bu da halkin iradesine politik destek saglamis oldu. Fakat Obama iktidari, ilaç firmalariyla fiyatlarla ilgili gizli bir anlasma yapmayi da ihmal etmedi. Bu da islemeyen demokrasiye ve bizi bekleyen mücadelelere baska bir örnek. Obama’ya duyulan öfke artarken sigorta sirketleri ve finans sektörü yöneticilerinin yüzü güldü. Finans sektörü Obama’yi seçtirmek için harcadiklari çabanin karsiligini aldi ama 2010 ile birlikte Obama halkin bankacilara duydugu öfkeye tepki vermeye baslayinca ortam gerginlesti. Büyük bankalar Obama haklarinda açgözlü bankacilar diye konusup düzenlemelerden bahsetmeye devam ederse Cumhuriyetçileri finanse edeceklerini açikladi. Obama mesaji alip kabarik ikramiyelerin ve yüksek karlarin serbest piyasa sisteminin parçasi oldugunu söyleyip is dünyasina övgüler yagdirdi. Bu sirada Cumhuriyetçilerin, sagci Demokratlarla birleserek saglik reformunu Senatodan geçirmedi. Hükümeti yöneten liberal elitlerin asiriliklarina karsi sagcilardan yogun tepki gelmeye basladi. Kisaca Obama’nin politikalarina karsi seslerin yükselmesinin nedeni varlikli kesimi daha çok zenginlestiremeyip fakir kesimlerce de onlar için fazlasini bile yapiyor olarak algilanmasi.

Obama’nin izledigi dis politikadan bahsetmistik. Bush yönetimi gibi süpheli El Kaide teröristlerinin bulundugu ABD’nin henüz isgal etmedigi ülkelere baskin yapip sivilleri katletmeyi sürdürdü. Iran’a karsi sert diplomasi takindi. Isledikleri suçlardan ötürü degil, Amerikan destekli siddet ve saldirganliga direndikleri için “terrorist” sayilan Hizbullah ve Hamas’a destek verdigi için sikinti yaratan tavrini degistirmesini istedi. Ancak o zaman ABD ile normal diplomatik ve ekonomik iliskilere girebilirlerdi. Israil-Filistin meselesinde Amerika’nin her zaman Israil’i destekleyecegini açikça belirten Obama, Hamas hükümetine karsi öne sürdügü kosullari kendisi yerine getirmedigi gibi sürekli barisçil yollari tikayip zor kullanmayi seçen Israil’den yana olmakta da israrli. Özetle “dünya barisi”na giden adimlar Obama’nin kampanya sloganinda kullandigi “inanilacak degisim’ tabirine pek uymuyor sanki. Taraflarca anlasildigi üzere ilk saldiri silahi ve uzayin silahlandirilmasi anlamina gelen “füze savunma sistemi” konusunda Obama’nin durusunun ne olacagi da kritik bir soru. Nükleer Silahlari yayilmasini önleme anlasmasini imzalayanlarin yasal zorunlulugu olarak nükleer silahlarin eninde sonunda devreden çikarilmasi konusuna deginmesine ragmen net bir açiklama yapmadi. Yine de yaklasimi Bush’unkine kiyasla olumlu sayilabilir. Obama, sözcükleri seçmeyi çok iyi bilen zeki bir hukukçu. Ciddiye alinmayi hak ediyor. En azindan dünyayi canli türlerinin devamini tehdit eden bu silahlardan kurtarma pesindeki popüler hareketler için bir olasilik sunuyor.

Son baskanlik seçiminin demokrasi örnegi olarak gösterilmesi Bati çerçevesinde kabul edilebilir ama dünyanin en büyük demokrasisi olan ama kadinlara kötü davranilan Hindistan’da basbakan parya sinifindan bir kadin. 2005 Bolivya seçimlerinde de halk kendinden birini seçti. Üstelik Evo Morales kampanyasinda umut ve degisim degil toplumsal sorunlara çözüm vadettigi için seçildi. Bolivya ve ABD seçimlerini karsilastirdigimizda seçimlerin çok farkli sekilde isleyebilecegini görüyoruz. Bati modeli demokrasilerden oldukça farkli bir biçimde, Bolivya’da halkin çikarina hareket edecek, toplumun olusturdugu politikalari uygulayacak aday baskan seçildi. Bu açidan bakilacak olursa Washington ve elit kesimlerin kamuoyunu dikkate almasi ABD için bir demokrasi tesviki olabilir. Amerikan nüfusunun %80’i devletin tüm insanlar için degil de kendilerini düsünen bir avuç büyük çikar grubu tarafindan yönetildigini düsünmekte ama toplumun bunu sonsuza dek kabul edecegine dair bir garanti yok. Haklarindan mahrum edildikleri için harekete geçmeyi seçebilirler. Dünya çapinda giderek artan aktivizm hareketlerinin dünyanin daha yasanilir bir yer olmasina katkida bulunacagina süphe olmasin. Artmakta olan sivil hareketler hepimizi daha demokratik bir insan toplumuna dogru yaklastirmakta. Üçüncü Dünya olan bitene seyirci kalmayi kabul etmiyor, Bati gibi katilimci olmak istiyor artik...

Peki, Amerikan halki da seyirci olmaktansa katilimci olmayi seçerse Obama markasinin içerigi ne olur? Üzerine düsünmeye deger. Belki o zaman dünya daha akli basinda ve yasanilasi bir yer olabilir.

Yikilan Duvarlar: 1989 ve ötesi

Kasim 1989 - Berlin Duvarinin Yikilmasi dünya tarihinde büyük bir dönüm noktasi oldu. Güç kullanmaktan vazgeçtiklerini açiklayan Gorbaçov’un reformlari sayesinde Rusya’da kismen açik seçime gidildi ve sonunda Dogu Avrupa despot Sovyet yönetiminden kurtuldu. Su anda, Obama’nin basini çektigi küresel liderligi üstlenen kusak dünyanin silahsiz degistirilebilecegine tanik oldu. Tarihte bir kisinin nasil da önemli bir fark yaratabildigini gördüler. Bu da onlara kendilerini siddetsizlige ve adalete adama yönünde güç ve güven verdi. Bunlar gerçekten unutulabilecek anilar degil ama bu tablo, emperyal kültürün baskin prensiplerine sadik kaldigimiz sürece ikna edici olabilir. Düsmanlarinin suçlarina odaklanip kendine sakin dönüp bakma! Ayni prensipler 20 yil önceki olaylar için de geçerli. Bu yüzden alternatif perspektiflere de bir göz atalim: Duvarin yikilisini anma töreninde Angela Merkel, bu özgürlügün tadini çikarip çagimizin duvarlarini yikmamizi salik verdi. Batili güçlerin Israil’in güvenligi açisindan mesru kabul ettigi Filistin’de uzayip giden duvara ne demeli peki? Elbirligiyle önce onu yikmak gerekmez mi! Üstüne bir de Misir’in Amerikan yardimiyla Gazze Seridine çelikten bir duvar örmeye baslamasi var. Batili devletlerden buna da ses çikaran yok. Böylece Gazze’nin hem karadan hem denizden tüm baglantisi kesilecek ve Filistinliler Israil tarafindan bogulmaya devam edecek. Eger Merkel’in tavsiyelerine uyacak olan varsa öncelikle ABD yardimi alanlarin basinda gelen Israil ve Misir’in yardim almasini engellemeli; ABD’nin çogu Orta Amerika’daki ABD teröründen kaçan ya da NAFTA magduru olan çaresiz insanlarin ülkeye girisine engel olmak için Meksika sinirina insa etmekte oldugu duvari yiktirmali.

1989’da Berlin Duvarinin yikilmasini kime borçluyuz tartismalari olaya dahil olan üç baskanin da gündemindeydi. Helmut Kohl “Simdi Tanrinin bize nasil yardim ettigini biliyorum” derken I. Bush “uzun zamandir Tanri’nin verdigi haklardan mahrum edilen” Dogu Alman halkini övmüs; Gorbaçov ise ABD’nin de kendi perestroykasina ihtiyaci oldugunu söylemekle yetinmisti.

ABD liderleri stratejik ve ekonomik çikarlara uydugu sürece Sovyet uydu devletlerinde demokrasiyi destekledikleri için demokrasi tesviki savunuculari tarafindan yillar sonra da olsa elestirilmedi degiller ama 20 yil önce öldürülen Latin Amerikali aydinlarin, Cizvit rahiplerin, masum sivillerin hesabi da sorulmali. 80’lerde Sovyet uydusu ülkeler özgürlesirken Amerikan’in nüfuz bölgesindeki ülkelerde umudun kirilmasi çarpici ve aydinlatici bir tezat. Dinde özgürlesmeyi, fakirlerin tercih haklarini savunan Cizvit rahipleri aslinda 1962’de XXIII. Papa’nin baslattigi Katolik Kilisesi tarihinde yeni bir çigir açan      II.        Vatikan           döneminden    ilham               aliyordu.         Roma  imparatoru      Konstantin’in Hristiyanligi Roma Imparatorlugu’nun resmi dini yaparak zulüm gören Hristiyanligi tek bir yüzyil içinde “zulmeden” kiliseye dönüstürmüstü. II. Vatikan Roma öncesi dönemin Hristiyanligini canlandirmak istiyordu. Latin Amerika’da da bu yolu izleyen Cizvit rahipler,    mazlumlara            ve        yoksullara       kutsal  kitabi   götürerek        onlari               kaderlerinin dizginlerini ellerine almaya tesvik edip Amerikan gücü altinda ezilmenin yarattigi sefil hayatlarinda, birlikte çalisarak zorluklarin üstesinden gelinebilecegine dair umut oluyorlardi. Bu hareketin Güney Amerika’da yayilmaya basladigini fark eden ABD, Brezilya’da askeri darbe yaparak sosyal demokrat hükümeti devirip iskence ve baski rejimi kurdu. Ardindan Sili, Arjantin, El Salvador tüm Orta Amerika’yi kasip kavurdu. ABD terörünün baslica hedefi, dinde özgürlesmeden yana olanlardi. Hristiyanligin temel ilkelerine dönüsü benimseyen kiliseyi canlandirma çabasinin yok edildigine dair süphe yok. Amerikan ordusunun yardimiyla bu tehididin de üstesinden gelinmisti. Latin Amerikali suikastçiler yetistirilmis ve Cizvit rahipler öldürtülmüstü. Tabii Katolik Kilisesinin güç kaybetmesini istemeyen Vatikan’in da buna destek verdigini atlamayalim. O dönemde su anda XVI.Papa Benedict olan Kardinal Ratzinger, Vatikan tatbikçisiydi ve onun kilavuzlugunda, ihraç etme ve bastirma gibi daha nazik yollar kullanildi. Bu olay kesinlikle Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu hikayesini hatirlatmakta ama maalesef Cizvit rahiplerin sonu daha acikli oldu.

Rus tahakkümünün çöküsüyle Incil’in “kötü” amaçlarla kullanilmasinin önüne geçilmesi sembolik olarak baglantili. Üstelik Çekoslovakya’nin son, Çek Cumhuriyeti’ninse ilk baskani olan Vaclav Havel, Salvadorlu rahiplerin öldürülmesinden kisa bir süre sonra Washington’a geldiginde ABD’yi özgürlük savunucusu olarak nitelemisti. Acaba kosullar tersine olsaydi tepkiler nasil olurdu bunu da düsünmek lazim.

Her seyi degistiren 1989’dan itibaren dünyanin tek kutuplu olusuyla küresel politikalarin nasil etkilenecegi de kritik bir soruydu. Cevap, dünyayi anlamak isteyenler için Soguk Savas ve sonrasi hakkinda oldukça aydinlatici. I. Bush’un hemen Panama’yi isgal etmesini ele alirsak bahane artik eskisi gibi müdahaleleri mesrulastiran Ruslarin yaklasmasi degildi. Bu defa Latin kökenlilerin uyusturucu trafigiydi. Ikinci fark ise ABD’nin ilk defa Sovyet tepkisinden korkmadan müdahalede bulunmasiydi. Sovyetlerin yikilmasiyla açikta kalan askeri gücünü üçüncü dünya ülkelerine kaydirmasi da avantajinaydi. Böylece askeri gücünü, dis politika araci olarak Amerikan çikarlarina meydan okumayi aklindan geçirenlere karsi kullanabilirdi. Bu da küresel hedeflere ulasmak için daha çok siddet, baski uygulayabilecegi anlamina geliyordu. Özetle, ABD’nin benimsedigi taktikler ve mazeretler disinda hiçbir sey degismeyecekti. Artik askeri sistemi büyütmesi için baska bir neden vardi. Üçüncü dünya güçlerinin teknolojik bilgisi nedeniyle yüksek teknoloji sektörünü muhafaza etmeliydi. Ortadogu’daki enerji kaynagi sahibi olan bölgelere yönlendirilmis müdahale kuvvetlerini de kalici hale getirmeliydi çünkü çikarlarina yönelik önemli tehditlerin bulundugu yerler Kremlin’e birakilamazdi. NATO’nun kaderinin ne olacagi sorusu gündeme geldi. Her ne kadar geleneksel gerekçesi Ruslara karsi savunma olan NATO’nun varligi için bir vesile kalmamis olsa da NATO’nun da uçup gidecegini düsünmek saflik olur. Tam tersine yayilip güçlendi. Gorbaçov, NATO’nun Dogu Almanya’da ilerlemeyecegine ve NATO’nun kendini daha politik bir örgüte dönüstürecegine dair temin edildi. Bati dünyasi sözüne güvenen Gorbaçov’u bir güzel dolandirdi. NATO’nun ilerlemesi iliskileri duvar yikilmadan önceki hale getirdi. Tarihe geçen bu hile NATO ve en büyük stratejik tehdidi Rusya arasindaki askeri hatti ebedilestirmekle beraber, Gorbaçov’un ortak Avrupa teklifini de baltalamis oldu. Bu teklif gerçeklesebilseydi NATO da Varsova Pakti da birlesik Avrupa düzeni ugruna yok olup gidecekti. Rusya’da halen bu kandirilmanin acisi ve düsmanligi süregelmekte. Ayni zamanda 2008’de yasanan Gürcistan ihtilafini da mesrulastirmakta. NATO’nun yetki alani da genisleyerek petrol dogalgaz boru hatlari gibi küresel enerji sisteminin altyapisinin kontrolünü de üstlendi. Ayrica ABD’nin müdahale gücü olarak görev yapmakta. Avrupa’yi oldugu yerde tutmaya da devam ediyor ama dünya düzeni çesitlendikçe bu görevini basarili bir sekilde sürdürebilir mi bilinmez.

*Saldirganlik, baski, terör, ekonomik ambargo gibi Amerikan tarihinde sikça görülen emperyalist yöntemlerden biri olan iskencenin de hala devam ettigi ortada. Gizli hapishanelerde, Guantanamo’da insanlik disi muamelelere maruz kalan, suçu ispatlanmadigi halde hapse tikilan mahkumlar. Yeri geldiginde insan haklari savunucusu kesilen ABD, Irak isgalini mesrulastirmak adina Irak’in El Kaide ile baglantisini ispatlamak için iskence kullanildigi belgelerle ortaya çikti. Sorusturmalarda bilgi almak için her sey mübah. Tabii bunun ise yarayip yaramadigi tartisiliyor. Bu da ise yariyorsa iskencenin mesrulasabilecegi varsayildigi anlamina geliyor. Önceden terörist olmadigi halde iskence gördükten sonra terörist olan da var. ABD’nin iskenceye dolayli olarak karistigi durumlar da var. 80’lerde vatandaslarina iskence eden Latin Amerika hükümetlerine daha çok yardim akittigi kayitlara girmis. Bu egilimi halen devam ediyor.

* Barisçil çözümler aramak varken siddet kullanmak niye? Terörden kurtulmanin yolu güç kullanmak degil. Ingiltere onca kan döküldükten sonra, terör örgütüyle masaya oturmaya karar verdi. IRA terörünün temelini olusturan Irlandali Katoliklerin hakli yasini taniyip duyarli davranarak diplomasiyle terörü bitirdi.

*Burada verilen örneklerden kolayca anlasilabilecegi gibi tarihsel unutkanlik çok tehlikeli bir kavram. Sadece ahlaki ve entelektüel bütünlügü bozdugu için degil gelecek suçlara zemin hazirladigi için de...

Belki de bu kitapta deginilen noktalar, esasinda çikar çatismasindan ibaret olan “medeniyetler çatismasi” denen kavrama isik tutar. Bana kalirsa en iyi sonuç halklari birlestirmek için tüm devlet sinirlarinin kaldirilmasi olur ama bunlar belli ki gelecegin sorunlari olacak.


Benzer Kitaplar