Bu kitap, insan beyninin kendisini degistirebilecegi üzerine
devrimsel bir kesiftir. Nöro sözcügü “nöron” yani sinir hücreleri
için kullanilmaktadir. Bizim beynimizde
ve sinir sistemimizde sinir hücreleri bulunmaktadir.
Plastisite ise “degistirilebilir, sekillendirilebilir, dönüstürülebilir” anlaminda kullanilmaktadir.
Baslangiçta bilim adamlarinin
çogu “nöroplastisite”
sözcügünü
kendi yayinlarinda kullanmaya
cesaret edememislerdir ve bunun
kendilerinin inandiriciligini
zedeleyecek sekilde abartili
bir ifade olabilecegini düsünmüslerdir.
Onlar hala beynin degismeyen bir yapiya
sahip oldugu önyargisina
sahiplerdir. Oysa çocuklarin dogumlariyla
birlikte bazi zihinsel yeteneklere sahip olduklari
bilinmektedir; hasar görmüs beyin siklikla
bir parçasi basarisiz
oldugunda kendisini
yeniden organize edebilmektedir. Sorunlu parçanin
yerini baskasi
alabilmektedir; eger beyin hücreleri
ölürse onlarin
yerine baskalari
gelebilmektedir; çok sayida devre hatta temel
reflekslere genel olarak düsünüldügü
gibi donatilmis degildir.
Beynin, yapi ve islevi açisindan
degisebilecegi düsüncesinin
temel anatomik kesiflerin ilk olarak
tasarlandigi dönemlerden
bu yana yapilmis olan en büyük
kesiflerden biri olduguna inaniyorum.
Kendini Degistiren Beyin
Bach-y-Rita, tek bir alanda uzmanlasmis pek çok
bilim adaminin aksine, tip,
psikofarmakoloji, oküler nöropsikoloji (göz
kaslari çalismasi), görsel nöropsikoloji (görme ve sinir sistemi çalismasi) ve biyomedikal mühendislik alaninda uzmandir ve bes dil konusmaktadir.
Rita, “Biz gözlerimizle degil, beyinlerimizle görürüz” demektedir.
Onun iddiasi gözlerimizle görme,
kulaklarimizla duyma, dilimizle tatma, burnumuzla koklama ve derimizle hissetme
seklindeki genel
bilgimizle tezatlik olusturmaktadir. Bach-y-Rita’ya
göre, bizim gözlerimiz isik
enerjisindeki duyu degisiklikleri ile degistirme görevi
görmektedir; bunu algilayan ve sonuç olarak gören bizim beynimizdir.
Yakin zamanda, Bach-y-Rita’nin çalismasi
kavrama konusunda çalismalar yürüten
bilim adami Andy Clark’a bizim “dogal sayborglar” (cyborg: bir kismi
insan, bir kismi makine) oldugumuz fikrini ortaya atmasina neden olmustur. Beyin plastisitesi bizim bilgisayar ve
elektronik araçlar gibi makinelere dogal olarak baglanmamiza olanak tanimaktadir.
Plastisite özelligi bize, kendisini degistirerek, degisen bir dünya
içinde varligini
sürdüren bir beyin vermistir.
Bir düsünce yazdigimiz
zaman, beynimiz sözcükleri-bunlar
simgelerdir- parmak ve ellerin hareketine dönüstürür.
Çocuklarin çok
karmasik
bir yazisi vardir çünkü onlarin simgeleri hareketlere dönüstürmesi
çok kolaylikla asiri
yüklenmektedir, böylece o uzun, akici
bir yazi yerine birbirinden kopuk, küçük
hareketlerle yazmak zorunda kalmaktadirlar. Bizim yazdigimiz
el yazilarinda beynin daha karmasik
hareketleri yerine getirmesi gerekmektedir. Yazi yazmak özellikle
çocuk için aci
vericidir çünkü o genellikle
testlerdeki dogru yanitlari
bilmektedir fakat yanitlari çok
yavas yazmaktadir.
Bu çocuklar siklikla
dikkatsiz olmakla suçlanirlar fakat aslinda
onlarin beyinleri yanlis motor hareketlerini
atesleyecek sekilde asiri
yüklüdür.
Bu
bozukluga sahip ögrenciler ayrica
okuma zorluklari da yasamaktadirlar. Biz normal
okudugumuz zaman beyin bir
cümlenin bir kismini
okur, ardindan gözlerini cümlenin bir sonraki bölümüne
saga dogru yöneltir,
bu devam eden bir göz hareketi gerektirmektedir.
Okuldan ve ögrenmekten nefret eden ve zayif
olduklari alanda çalismayi
durduran çocuklar, sahip olduklari
gücü kaybetmektedir. Daha
genç çocuklar genellikle
yetiskinlere göre
beyin alistirmasi konusunda daha
hizlidirlar; bunun nedeni muhtemelen nöronlar arasindaki baglanti
sayilarinin
olgunlasmamis beyinlerde, yetiskin beynine göre
% 50 oraninda daha fazla olmasidir.
Ergenlik dönemine ulasildigi
zaman büyük bir “geriye dogru budama” olur. Beyinde operasyonlar baslar ve birdenbire çok
sayida nöron ve sinaptik baglanti
yok olur. Bu klasik bir “kullan veya kaybet” durumudur. Bu muhtemelen zayif
olan alanlarin güçlendirilmesinin en iyi yoludur.
Beyin temelli degerlendirme hala okul
dönemi hatta üniversitesi sirasinda
faydali olabilir. Lise döneminde
basarili
olan çok sayida ögrenci üniversitede
basarisiz
olur çünkü onlarin
zayif beyin islevleri gitgide artan talep nedeniyle asiri
derecede yüklenmistir. Bu krizlerden ayri olarak, her yetiskin bir beyin-temelli
kavramsal degerlendirmeden fayda
saglayabilecektir. Bir
kavrayis zindeligi testi onlarin kendi beyinlerini
daha iyi anlamalarini saglayacaktir.
Insanlar konusunda, ölüm
sonrasi yapilan incelemelerde, egitimin nöronlar
arasindaki dal sayilarini
arttirdigi
ortaya çikmistir.
Beynin bir kas gibi alistirma yaparak gelisim gösterdigi yalnizca
bir metafor degildir.
Beynin Yeniden Tasarlanmasi
Michael Merzenich, beyin plastisitesi
konusunda dünyanin önde gelen arastirmacilarindan
biridir. Onun özelligi, özel çalisma alanlari
egitimi ile beynin
yeniden tasarlanmasi araciligiyla
düsünme ve algilama
yetenegini gelistirmekti.
Merzenich, ögrenmenin beyin plastisitesi yasalari
ile tutarli bir sekilde çalismasi
sonucu meydana geldigi iddiasindadir.
Beynin zihinsel “mekanizmasi” daha büyük bir algilama, hiz ve akilda tutma ile
ögrenmemiz ve algilamamizi
saglayacak sekilde gelistirilebilir. Açik
bir sekilde biz ögrendigimiz zaman, bildigimiz seyi arttirmis oluruz. Ancak
Merzenich’in iddiasi bunun ayni zamanda beynin kendi yapisini degistirmesi oldugudur. Bir
bilgisayardan farkli olarak, beyin sürekli
olarak kendisini uyarlamaktadir.
Onun tanimina göre beyin, bizim içine cansiz
maddeleri doldurdugumuz bir kap degildir; bunun yerine
canli yaratiklarin kondugu ve kendilerini gelistirdikleri ve degistirdikleri bir
yerdir. Uygun bir beslenme ve alistirma
ile bu degisim ve gelisim saglanabilmektedir.
Merzenich’in çalismasindan
önce, beyin bir makine olarak görülmekteydi.
Beynin bellekte tutma sinirlarinin degistirilemez oldugu düsünülmekteydi.
Ayrica isleme hizi
ve zekâ seviyesinin de ayni
seviyede kalacagina
inanilirdi.
O, tüm bu varsayimlarin
yanlis oldugunu göstermistir.
Özellikle plastik ve çevreye duyarli
konularda sekiz yas ile ergenlik dönemi
arasi önemlidir. Bu dönemde
hizli ve sekilsel bir gelisim olmaktadir.
Örnegin dil gelisimi çocuklukta baslayan ve sekiz yas ve ergenlik ile sona
eren bir kritik döneme sahiptir. Bu kritik dönem
kapandiktan sonra, kisinin ikinci dili ögrenme yetenegi sinirli
olmaktadir. Aslinda kritik dönemden
sonra ögrenilen ikinci dil kisinin ana dilinde oldugu gibi beynin ayni
bölümünde
islem görmez.
Kritik dönem düsüncesi
ayrica etolojist Konrad Lorenz’in kaz yavrusu
gözlemi ile desteklenmistir. Insanlar dogduktan kisa
süre sonra, on bes saat ile üç
gün arasinda, anneleri yerine
baska birine karsi
baglilik
hissettiklerinde yasamlari
boyunca bu durum sürecektir. Bunu kanitlamak
için kaz yavrulari ile bir deney yapmistir.
Kritik dönemin psikolojik versiyonu Freud’a kadar geri gitmektedir. O bizim bazi
deneyimlerimizin gelisim asamasinda
belirleyici bir rol oynadigini
söylemistir. Bu dönemler sekilseldir, demistir ve bizim yasantimizin
geri kalanini biçimlendirir.
Plastisitenin rekabetçi dogasi
hepimizi etkiler. Bizim beynimizin her birisinin içindeki sinirlerin sonsuz bir
savasimi
vardir. Eger biz kendi zihinsel yeteneklerimizi
durdurursak, onlari yalnizca unutmayiz: Bu yetenekler için beyin haritasi uzami
bizim uygulamasini yaptigimiz
yeteneklerle yer degistirir.
Yetiskinlerde bile rekabetçi
plastisite bizim sinirlarimizin
bazilarini
açiklar. Pek çok
yetiskinin ikinci dili ögrenmede zorluk yasadigini
düsünün.
Buradaki geleneksel görüs dil ögrenmeleri döneminin
sona ermis olmasidir.
Beyin bu dönemde büyük
ölçekte kendi yapisini
degistirme konusunda çok
kati bir yapiya sahiptir. Ancak
rekabetçi plastisitenin kesfi bunun böyle olmadigini
iddia etmektedir.
Biz yaslanirken kendi ana
dilimizi daha fazla konustukça,
bizim dilbilimsel harita uzamimiz daha fazla kaplanmis olur. Böylece
bizim beynimiz dönüstürülebilir
oldugu için-
ve plastisite rekabetçi oldugu için-yeni bir dil ögrenmek ve ana dilin
egemenliginin sona ermesi çok
zordur. Ancak eger bu dogruysa, neden biz gençken
ikinci dili ögrenmek daha kolaydir?
O zaman rekabet yok mudur? Aslinda yoktur. Eger kritik dönem
boyunca iki dil ayni anda ögrenilmisse her ikisi de
kendisine yer bulacaktir.
Merzenich beyin taramalarinin iki dil bilen
çocuklarda her iki dilin tek bir büyük haritayi paylastiklarini
göstermistir.
1980’li yillari sonundan itibaren baslayarak, Merzenich
girdilerle “oynayarak” yönlendirmeler yaptigi beyin haritalari
olusturmustur. Merzenich bir dâhiyane
deneyde normal bir maymunun elini haritalandirmistir, ardindan maymunun
parmaklarinin ikisini birbirine dikmistir, böylece iki parmak tek
olarak hareket etmektedir. Birkaç ay sonra maymunu
yeniden haritalandirmistir.
Ilk haritada ayri
olan parmaklar simdi tek haritada
birlesmistir. Eger deneyi yapanlar
herhangi bir parmagin
herhangi bir noktasina dokunurlarsa, bu yeni tek harita aydinlanmaktadir.
Deney nöronlara olan girdilerin
zamanlamasinin onun olusumunun anahtari
oldugunu göstermistir-ayni zamanda
birlikte ateslenen nöronlar
bir harita olusturacak sekilde birlikte baglanmislardir.
Baska bilim adamlari
Merzenich’in bulgularini insanlar üzerinde test etmistir. Bazi
insanlar yapisik parmakli
olarak dogmaktadir.
Bu “perdeli parmak sendromu” olarak bilinen
bir durumdur. Böyle iki insan haritalandigi zaman, beyin taramasi
her birinin iki ayri parmak yerine yapisik parmaklari
için büyük
bir haritaya sahip olduklarini
bulmustur. Perdeli
parmaklar ameliyat ile ayrildiklari
zaman, kisinin beyni yeniden haritalandirmistir
ve iki ayri harita iki ayri birim için
ortaya çikmistir. Parmaklar artik
bagimsiz
olarak hareket ettigi için,
nöronlar artik eszamanli
olarak ateslenmemektedir. Bu
plastisitenin baska bir ilkesini
ortaya koymaktadir: Eger ayni anda nöronlara ayri ayri sinyaller gönderirseniz, ayri beyin haritalari
yaratirsiniz. Nörobilimde bu bulgu “ayri
ateslenen nöronlar, ayri ag olustururlar” seklinde özetlenebilir.
Bir çocuk piyano çalmayi ögrenirken önce
tüm üst bedenini kullanma
egilimindedir-
bileklerini, kollarini ve omuzunu kullanir. Hatta yüz kaslari bile farkli bir sekil almaktadir.
Pratik yaptikça bu
konuda ilerleme gösteren piyanist gereksiz kaslarini kullanmayi birakir ve kisa
sürede yalnizca notalari çalmak için dogru parmaklarini
kullanmaya baslar. O “daha hafif bir dokunus” gelistirir ve eger yetenekliyse
piyano çalmak onu rahatlatmaya baslar. Bir yetenegin olusma sürecinde
nöronlarin etkin kullanimi
önem tasimaktadir.
Merzenich, ayrica nöronlarin egitildikçe
ve daha etkin oldukça, onlarin daha hizli islem yapacaklarini
bulmustur. Bu bizim düsünce
hizimizin
da degistirilebilir oldugu anlamina
gelir. Düsünme hizi
bizim yasamimizi
sürdürmede önemlidir.
Olaylar siklikla hizli
bir sekilde gelismektedir ve eger beyin yavas olursa o önemli
bilgileri kaçirabilmektedir.
Beyin yaslandikça
fiziksel ve kimyasal degisikliklerin olduguna iliskin binlerce makale
yazilmistir.
Yaslanma ile birlikte
bizim nöronlarimiz
ölmektedir. Beyindeki kimyasallarin
azalmasini önlemeye
yönelik olarak piyasada çok
sayida ilaç bulunmaktadir.
Ancak Merzenich milyarlarca dolarlik bir satis elde etmelerine karsin
bu tür ilaçlarin
yalnizca dört ile alti
aylik bir gelisim sagladigini
düsünmektedir.
Biz yaslandikça
berrak bir sekilde görmemiz
durur. Bunun tek nedeni gözlerin bozulmasi degil, ayni
zamanda beyindeki görme islemini yapan bölümün
zayiflamasidir.
Yas ilerledikçe
kisi “görsel dikkat” konusunda kontrolü
kaybetmeye egilimlidir.
Post Science bilgisayar arastirmalari
ile insanlarin görsel yapilarini
güçlendirmenin çalismalarini
yaptirmaktadir. Post Science ayrica
motor kontrol üzerine de çalismalar yapmaktadir. Biz yaslandikça
çizim, örgü,
müzik aleti çalma, ahsap isçiligi gibi görevleri
yerine getirmede ellerimizdeki motor yetenegini kontrol edemeyiz.
Son olarak “büyük motor kontrol” üzerinde
çalismalar vardir.
Biz yaslandikça
denge kaybi, düsme egilimi, hareket güçlügü
gibi durumlarla karsilasiriz.
Vestibüler islem basarisizliklarinin
yani sira ayaklarimizdaki
duyusal geri dönüs düsüsleri bunun
nedenidir.. Merzenich’e göre on yillar boyunca giyilmis olan ayakkabilar
ayaklardan beyne giden duyusal geri dönüs konusunda sinirlama
yapmaktadir. Eger biz yalinayak isek, bizim
beynimiz çok sayida farkli girdi türleri arasinda girdi türleri almaktadir. Yalinayak
ile düz olmayan yüzeyler üzerinde yürüdükçe farkli uyarimlar alinir.
Ayakkabilar ise göreceli olarak düz bir platformdur ve bu uyarimlari disari
dogru yayarlar. Bizim üzerinde
yürüdügümüz
tüm yerler artik bize düzmüs gibi gelmektedir.
Biz yaslandikça
merdivenlerden inerken asagi
dogru bakma geregini hissederiz çünkü
artik ayaklarimizdan yeterli miktarda bilgi alamiyoruzdur. Merzenich
kayinvalidesine villanin merdivenlerinden asagi inme konusunda yardimci
olurken, ondan asagi
bakmayi birakmasini
istemistir ve yolu
kendisinin hissetmeye baslamasini
söylemistir. Bunu yapmaya devam ettikçe ayaklari için
duyusal haritasini gelistirecek ve daha rahat
bir sekilde merdivenlerden
inebilmeye baslayacaktir.
Hazlar ve Asklar Elde Etme
Insanlar cinsel plastisite açisindan
baska yaratiklardan
farkli bir dereceye sahiptirler. Cinsellik bir içgüdü olarak kabul edilir ve
içgüdü geleneksel olarak türden türe degisen kalitsal bir davranis seklinde tanimlanmaktadir.
Içgüdüler
genel olarak degisime karsi
direnirler ve yasamda kalmanin
donanimli bir amaci
seklinde görülürler.
Insanlarin cinsel “içgüdü”leri bu çekirdek amacin
çatlamasi gibi görünmektedir.
Hiçbir baska içgüdü
biyolojik amaç tamamlanmadan tatminkâr
olmaz, hiçbir baska içgüdü
kendi amacindan bu denli baglantisiz
degildir.
Antropologlar uzun zamandir insanligin
cinsel birlesmenin yalnizca
üreme için gerekli olmadigini
bildiklerini göstermislerdir. Bu “yasam olgusu” tipki bugün çocuklarimizin
ögrenmek durumunda oldugu gibi, bizim atalarimiz
tarafindan ögrenilmis olmalidir.
Birincil amaçtan bu sekilde ayrisma belki de cinsel plastisitenin nihai
isaretidir.
Freud “cinsel
içgüdüler cinsel plastisiteye sahiptir, onlarin degisim kapasiteleri vardir” demistir. Cinselligin plastik bir yapisi
oldugunu söyleyen
ilk kisi Freud degildir. Platon, sevgi üzerine yazdigi
diyaloglarinda Eros’un çok farkli biçimlerde oldugunu tartismistir.
Çocuk duygularinin yetiskinlik ask ve cinselligi içindeki
izleri günlük davranislar içinde
saptanabilir. Bizim kültürümüzdeki
yetiskinler en çekici
kadinlara “bebek” seklinde argo tanimlamada bulunurlar.
Bu, onlar çocukken kendi annelerinin “tatlim” gibi sözcükleri kullanmasinin bir
uzantisidir. Yetiskinler bebek gibi
konustuklari
zaman, “tatlim” ve “bebegim” gibi sözcükler
kullanirlar. Bu onlarin konusmalarina sözel
bir tat katar. Freud’a göre onlar olgun zihinsel durumlarindan yasamin
daha önceki asamalarina iliskin olarak “gerileme”
yasamaktadir.
Edinilmis tatlar baslangiçta denenen ve belki
de begenilmeyen fakat sonra
hos oldugu düsünülen
seylerdir-peynirin
kokusu, bitter çikolata, sarap, kahve, kizarmis börek
kokusu böyledir. Çocukluk döneminde
rahatsiz olunan pek çok yiyecek yetiskin insanlar için
“lezzetli tatlar” olabilmektedir.
Elizabeth döneminde kadinlarin soyulmus elma kokusunu sürünmeleri
yaygindi. Âsiklari
onlar yaninda yokken bile elma kokusuyla onlari
hissedebiliyordu. Bizler ise, diger taraftan, kendi beden kokumuzu bastirmasi
için meyve ve çiçek
özlerinden elde edilen sentetik aromalar
kullaniyoruz. Her iki yaklasim
da dogaldir
ve anlasilmasi
kolaydir. Bizim için “dogal olarak” aykiri gelen inek
sidigi, Dogu Afrika’daki Masai kabilesi
için saçlarina sürdükleri bir losyondur- bu, onlarin kültürlerinde inege verdikleri önemin
dogrudan bir göstergesidir.
Internet pornografisine olan bagimlilik
bir metafor degildir. Tüm
bagimliliklar
uyusturucuya veya alkole
karsi
degildir. Insanlar ciddi bir sekilde kumar ve hatta
kosmaya bagimli
olabilirler. Tüm bagimliliklar
etkinligin kontrolünün
kaybolmasini gösterir.
Onun olumsuz sonuçlarina ragmen gitgide daha
yüksek seviyede tatmin uyarimi ihtiyaci dogmaktadir ve bagimlilik
yaratan eylemi tüketmeme durumunda tatminsizlik duygusu yasanir.
Tüm aliskanliklar uzun dönemlidir,
bazen ömür boyu sürmektedir.
Bagimlilikta
ilimli
olmak olanakli degildir ve bu madde ve etkinlikten tamamen kaçinilmasi
gereklidir. Arastirmacilar
bir sokak uyusturucusuna bagimlilik
ile ilgili olarak Maryland’de fareler üzerine bir deney yapmislardir.
Fare bir kolun üzerine basarak bir doz uyusturucu almaktadir.
Hayvanin kola basma istegi arttikça
onun uyusturucuya olan bagimliligi
o denli artmis olmaktadir.
Kosma sirasinda
beyni daha etkin hale getiren ve haz veren sinir tasiyicisi
dopamini açiga çikarmaktadir.
Dopamin ödül tasiyici
olarak adlandirilir
çünkü biz bir seyi basardigimiz
zaman- bir yarista kostugumuz ve kazandigimiz
zaman- bizim beynimiz onun açiga çikmasini
tetiklemektedir. Kendimizi tükenmis hissetmemize ragmen bir enerji artisi
hissederiz ve bir zafer turu atariz. Kaybedenler ise,
diger taraftan, böyle
bir dopamin artisi yasamazlar, onlarin
enerjisi aninda tükenir ve yarisin bitis çizgisine
yigilip
kalirlar. Dopamin sistemimiz, bagimlilik
maddeleri onun için ugras vermeden bize haz vermektedir.
Beynimizde iki haz sistemi vardir. Onlardan
biri heyecan hazzi, digeri ise tatmin hazzi Ile ilgilidir. Heyecan
hazzi büyük
ölçekli olarak dopamin
baglantilidir
ve bizim gerilim seviyemizi arttirir. Ikinci haz sistemi ise tatmin ile ilgili olup
bu bir tüketme hazzidir.
Onun nörokimyasi endorfinin açiga çikmasi
temeline dayanmaktadir. Uyusturucu kullanmak bunu tetikler. Kisi yerinde duramayacak
sekilde bir mutluluk hissi
ile dolar.
Dopamin yenilikleri sever. Tekesli çiftler
birbirlerine karsi
bir direnç gelistirirler ve bir zamanlar sahip olduklari
yüksek romantizmi kaybederler. Bu degisim bir isaret olabilir. Onlar
birbirlerine karsi
yetersiz ve sikici
degillerdir fakat onlarin
plastik beyinleri birbirlerine son derecede iyi bir sekilde uyum saglamislardir.
Neyse ki, sevgililer kendi depominlerini harekete geçirebilirler,
kendilerini yüksek derecede canli tutabilirler. Bunu iliskilerine yenilikler
katarak yaparlar.
Asik olmak ayni
zamanda geçmis bir askin sona ermesi anlamina
gelir; bu da nöral bir seviyede ögrenmemeyi gerektirir.
Ör: Bir kadin yirmi yil
boyunca süren evlilikten sonra genç yasta dul kalmistir
ve biriyle çikmayi reddetmektedir. O
yeniden asik
olabilecegini hayal bile
edememektedir. Kocasinin yerine baska birini koyma düsüncesi
onu rahatsiz eder. Yillar geçer
dostlari ona harekete geçme
zamaninin geldigini söyler
fakat bunlarin yarari yoktur. Bu durumdaki kisilerin harekete geçmemelerinin
nedeni siklikla kederli oluslaridir;
onlar sevdikleri kisi olmaksizin
yasamin
dayanilmasi zor bir durum oldugunu düsünürler.
Nöroplastite terimleriyle açiklamak gerekirse
eger romantik biri veya
bir dul, yükünden arinmis olarak yeni bir iliskiye baslayacaksa onlarin
her birinin kendi beyninde milyarlarca baglantisi
olusturmasi
gerekmektedir. Tutulan matem parça parça
kirilacaktir.
Gerçeklik bize sevdigimiz kisinin artik
olmadigini
söyler. Zaman zaman hatirladikça bu kisiye keder verir.
Sonrasinda kisinin düsünceleri
rahatlar, yavas yavas keder duygusunu üzerinden
atar. Bir beyin seviyesinde nöral sebekelerin her biri
kisinin algilamasini
olusturacak sekilde birlikte donanim
olustururlar. Zaman
içinde bazi sebekeler ortadan
kaybolur. Biz sevdigimiz kisi olmaksizin
yasamayi
ögreniriz, fakat bu dersi basarmak çok
zor oldugu için
öncelikle sevdigimiz kisinin var olma ideasini
ögrenmememiz gerekmektedir.
Beyin Kilidi Açildi
Hepimiz kaygilara sahibizdir. Biz
kaygilaniriz çünkü zeki varliklariz. Zekâ gelecegi öngörür,
bu onun özünde vardir
ayni zekâ bize plan yapma,
umut etme, hayal kurma, varsayimda bulunma olanagi
sunar.
Çok sayida kaygi türü ve çok sayida kizginlik
türü vardir. Ancak bunlar yasayan insanlar arasinda pek çogu obsesif-kompulsif (Takintili-zorlanimli)
bozukluklar (OKB) ile ilgilidir.
Onlar kendilerine bazi zararlarin geleceginden kaygilidirlar
veya sevdiklerini kaybedeceklerinden asiri
derecede endiselidirler. OKB siklikla
zaman içinde kötülesir, yavas yavas beynin yapisini
degistirir. OKB rahatsizligi
olan bir hasta bu kaygisi üzerine
odaklanarak rahatlamaya çalisabilir-tüm
olasiliklari degerlendirerek sansa yer birakmamaya
çalisir.
Ancak korkusu hakkinda ne kadar çok düsünürse,
onun hakkinda o kadar fazla kaygilanacaktir.
Tipik takintilar ölümcül bir hastaligin
olmasi korkusudur. Takintilar
bazen simetri üzerine odaklanabilir. Dogru seviyede durmayan
resimler rahatsiz edici olabilir veya belli bir mükemmel
düzende durmayan nesneler kisiyi huzursuz edebilir
ve onlarin bir düzene sokulmasina
saatlerce zaman harcayabilir. Ya da belli sayilar hakkinda
batil inançli
olabilir.
Takintilar siklikla gelecek hakkinda
olabilir. Özellikle saglik
konusunda yogun kaygilar
hissedilmektedir. Bu her gün infaz edilmesini bekleyen bir idam mahkûmunun durumuna
benzerdir.
Takintili kaygilar basladiktan
kisa bir süre sonra, OKB
hastalari tipik olarak kaygilarini
azaltacak bir seyler yaparlar, bu
bir zorlanim eylemidir. Eger onlar mikrop bulasacagini
düsünüyorlarsa,
yikanirlar; disari
çikma konusunda kaygiliysalar
tüm giysilerini yikarlar, yerleri ve
sonra duvarlari temizlerler. Eger bir kadin
bebegini öldüreceginden korkuyorsa,
kasap biçagini
bir beze sarar, bunu bir kutuya koyar, kutuyu bodrum katinda bir yere kilitler
ve bodrum kapisini da kilitler.
OKB tedavisi çok zor olan bir durumdur. Ilaçlar
ve davranis tedavisi pek çok insan için
yalnizca kismen yardimci
olabilir. Bir konuda endiselenmeye basladigimiz
ve bunun anlamsiz oldugunu bildigimiz halde bunu durduramadigimiz
anlar olmaktadir. Bu düsünce
zihinsel olarak bize “yapismis”tir. Tirnak yeme, saç
çekme, alisveris yapma, kumar oynama
ve yemek yeme gibi kompulsiyonlari olan “kötü aliskanliklar” gelisebilmektedir.
Bir hasta kaygisinin OKB’nin bir belirtisi
oldugunu kavradigi
zaman, bir sonraki önemli asama olumlu, bütüncül,
ideal olarak haz veren bir aktivite üzerine yeniden odaklanma durumudur. Hasta kisi OKB atagina sahip oldugunun farkindadir.
Aktivite bahçe isleri ile ugrasmak, birine yardim
etmek, bir hobi üzerine çalismak, bir müzik
aleti çalmak, müzik dinlemek, açik
havada çalismak vb.
Normal olarak, bir hata yaptigimiz
zaman, üç sey olur.
Ilk olarak, biz “hata
yapma duygusu”na sahip oluruz. Bir seylerin yanlis gittigini hissetmisizdir.
Ikinci olarak, biz sinirleniriz ve bu sinirlilik bizi
hatayi düzeltmeye yönlendirir. Üçüncü
olarak, biz hatayi düzelttigimiz zaman beynimizdeki bir otomatik vites
bizi bir sonraki düsünce
ve aktiviteye dogru hareket ettirme
olanagi
sunar. Ardindan da hem “hata duygusu”
hem de kizginlik ortadan kaybolur.
Agri-Plastisitenin
Karanlik Tarafi
Modern
nörolojinin Sherlock Holmes’u
olarak adlandirilan bilim
adami Ramachandran’in ifade ettigi sekliyle “Eger ben kuskucu bir bilim adamina Ingilizce konusabildigi konusunda israr ettigim bir domuz sunarsam ve ardindan elimi salladigim zaman domuz Ingilizce konusursa kuskucunun söyleyecegi sey bunun yalnizca tek bir domuz oldugudur. O inanmak için baska bir domuz daha görmek isteyecektir.”
O nörolojik “tuhafliklari” inceleyerek normal beyinlerin fonksiyonlari üzerine
isik
tutmaya çalismistir.
Bizim nedenini anlayamadigimiz
iskence gibi gelen bazi
agrilarimiz
vardir. Bunlarin nereden
geldiklerini ve geri dönüs adreslerini
bilmeyiz. Bir Ingiliz amirali olan Lord
Nelson 1797 yilinda Santa Cruz’da bir saldirida sag kolunu kaybetmistir. Kisa
bir süre sonra Ramachandran’in isaret ettigine göre, o canli
bir sekilde kolunu varligini
hissetmeye baslamistir.
Göremedigi fakat hissedebildigi bir fantom kolu vardir. Nelson onun varligini
“ruhun varliginin
dogrudan kaniti”
olarak nitelemistir. Onun mantigi
eger bir kol ortadan
kalktiktan sonra varligini
sürdürüyorsa,
bu durumda bedenini yok olusundan sonra kisinin bütün
olarak var olabilecegi seklindedir.
Fantom uzuvlari sorun yaraticidir çünkü onlar
uzvunun % 95’ini kaybetmis kisiye ömrü
boyunca kronik bir agri
vermektedir. Peki, olmayan bir organdaki bu agriyi
nasil ortadan kaldirirsiniz?
Ramachandran uzvu kesilmis kisiler üzerinde
yaptigi
çalismalari
sürdürdükçe
onlarin yaklasik yarisinin
fantom uzuvlarinin donmus, sabit olarak felçli
konumda asili veya bir çimento
kalibi içinde
gömülmüs gibi hos olmayan duygulara
sahip olduklarini hissetmislerdir.
Ramachandran, aci veren donmus kolu olan insanlarin
geçmislerini gözden geçirdigi zaman, uzuvlarinin
kesilmesinden önce birkaç ay boyunca uzuvlarini hissediyor olmalari nedeniyle
olusmus olan beyin haritalarinin
izlerinin kaybedilmis oldugunu görmüstü.
Normal olarak, beyindeki motor komuta merkezi kolun hareket etmesi için bir
emir gönderir, beyin çesitli duyulardan emrin
yerine getirilmis oldugunun onaylanmasinin
geribildirimini alir. Ancak bir uzvu olmayan kisinin beyni, kolun
hareket ettigine dair bir
onaylamayi hiçbir zaman alamaz
çünkü kolu veya geribildirimi saglayacak koldaki hareket alicilari
yoktur. Böylece kolun donmus olduguna dair beyinde bir
izlenim kalir.
Ramachandran daha sonrasinda bir yanilsamanin
digerleriyle çarpistigi
sihirbazliga benzeyen fikirleri kafasinda
yogurmustur. Eger beyne var olmayan
uzvun hareket ettigi yönünde
düsünmesini saglayacak sahte
sinyaller gönderebilirse ne olacaktir?
Bu soru onu hastanin beynini kandirmak için
tasarlanmis olan bir ayna kutusunu kesfetmeye yönlendirmistir. Onun iyi olan
elinin ayna görüntüsü ile kesilmis olan elin “yeniden var oldugu” düsüncesi
beyine iletilecektir.
Ayna kutusu büyük bir kek kutusu boyundadir,
kapagi
yoktur ve iki bölmeye ayrilir.
Onlardan birisi solda digeri ise sagdadir.
Kutunun ön kisminda
iki delik vardir. Eger hastanin sol eli kesilmisse, o iyi olan sag elini delige sokar ve sag bölmeye
getirir. Ardindan ona fantom elini sol bölmeye
koymus oldugunu hayal etmesi söylenir.
Iki bölmeyi
birbirinden ayiran bölücü
iyi eli gören dikey bir aynadir. Kutunun kapagi olmadigi için,
hasta azicik saga dogru egilerek onun iyi olan
sag elinin yansimasinin
aynadaki imgesini görür. Böylece sol
eli kesilmeden önceki hali gibi gözükmektedir. Sag elini geriye ve
ileriye dogru hareket ettirdiginde “yeniden ortaya çikmis”sol eli ileriye ve
geriye dogru hareket ediyor gözükecektir.
Ramachandran hastanin beyninin fantom kolunun hareket ettigi sekilde izlenim
edinebilecegini ummaktadir.
10 yil önce, Philip saatte kirk bes mil hizla
motosikletiyle giderken havaya firlar, sol eli ve
kolunun tüm sinirleri kazada parçalanir. Kolu hala bedenine baglidir
ama hiçbir islevsel sinir omurilikten koluna sinyal gönderememektedir.
Kolu faydasiz olmaktan daha kötü
durumdadir, onun kesilmesine karar kilinmistir.
Ancak bu onun fantom dirseginde korkunç bir fantom acisi birakmistir.
Philip iyi olan kolunu aynali kutuya koydugu zaman, kendi “fantom” hareketini “görmeye”
baslamakla kalmamis, ayrica
ilk kez olarak hareket ettigini hissetmistir. O bu durumdan büyülenmis olarak fantom
kolunun “tekrardan yerine konuldugunu” hissettigini söylemistir. Ancak aynadaki
görüntüye bakmayi durdurdugu zaman veya gözlerini kapadiginda
fantom donmaktadir.
Ramachandran evine götürmesi için Philip’e
aynali kutuyu vermistir. Onunla alistirma
yaparak kendi beyin haritasini yeniden donatacak plastik bir degisim saglayacak sekilde kendi felç
durumunu ögrenmeyecegini ummaktadir. Philip günde
on dakika boyunca kutuyu kullanmistir
fakat o hala yalnizca gözleri açik
oldugu zaman ise yariyor
görünmektedir. Aradan dört
hafta geçtikten sonra, Ramachandran Philip’ten
heyecanli bir telefon almistir. O, kutuyu kullanmadigi
zamanlarda bile fantom kolunun sürekli olarak donmamis oldugunu düsünmeye
baslamistir.
Onun fantom dirseginin agrisi
sona ermistir. Nörolojik
bir illüzyonist olan Ramachandran, olanaksiz gibi
görünen bir operasyonu gerçeklestiren ilk doktor olmustur.
Ramachandran’a göre agri,
beden imgesi gibi beyin tarafindan yaratilmistir
ve beden üzerine izdüsüm
olusturmustur. Bu iddia agri
konusunda genel kabul gören geleneksel görüse karsit bir düsüncedir.
Bizim ne kadar agri
hissettigimiz beyin ve
zihnimiz tarafindan belirlenmektedir-bizim o anki ruh
halimiz, geçmis agri
deneyimlerimiz, psikolojik durumumuz ve incinmeyi ne kadar ciddiye aldigimiza
göre agri hissetmesi degismektedir.
Kapi teorisi agriyi
engellemek için yeni yöntemler ortaya koyar.
Wall, agriyi
engelleyici olarak nöronlari uyarmaya yönelik
sekilde elektrik akimi
kullanmistir. Bu kapinin
kapatilmasina yardimci
olabilecek bir unsurdur. Kapi teorisi ayrica Bati bilim adamlari tarafindan
akupunkturdan daha az kuskucu bulunmustur. Akupunkturda agrinin
oldugu yerden çok
uzakta uyarici noktalari
bulunarak buraya etkide bulunmaktadir. Akupunkturun kapilarini
kapatarak ve agri
algilamasini
engelleyerek agriyi
sinirlayacak sekilde nöronlara
etkide bulundugu söylenebilir.
Hayal Gücü-Düsünme Bunu Nasil
Yapiyor?
Bilim adamlarinin zihinsel uygulama veya
zihinsel tekrarlama olarak adlandirdigimiz
seyi hepimiz yapariz.
Ancak çok azimiz
onu sistematik bir sekilde yaptigimiz
için etkinligini tam olarak anlayamayiz
Bazi sporcular ve müzisyenler onu
performans hazirligi
için kullanirlar.
Zihinsel arastirmanin
en gelismis biçimlerinden
biri, bir satranç tahtasi olmaksizin
“zihinsel satranç” oynamaktir. Sovyet insan haklari eylemcisi Anatoly Sharansky
hapishanedeyken hayatta kalabilmek için zihinsel satranç kullanmistir.
Bir Yahudi bilgisayar uzmani olan Sharansky 1977 yilinda ABD için casusluk
yaptigi
suçuyla haksiz tutuklanmistir.
Hapishanede geçirdigi dokuz yilin dört yüz gününde yaklasik
üç metrekarelik alanda dondurucu ve karanlik
bir ortamda hücre hapsinde tutulmustur. Baskalarindan soyutlanan
politik mahkûmlar siklikla zihinsel olarak sorun yasamaktadir
çünkü kullan veya kaybet
beyinleri onun haritalarini sürdürmek için dissal uyarima
ihtiyaç duyar. Sharansky duyusal yoksunluk döneminden korunmak için aylar
boyunca zihinsel satranç oynamistir.
Bizim hayal gücümüz, basit bir sekilde beyinlerimizi
degistirebilmemizin bir
nedeni, nörobilimsel bakis açisindan
bakildiginda,
bir eylemin hayalini kurmanin ve onu yapmanin kulaga geldigi gibi birbirinden çok
ayri seyler olmadigidir.
Insanlar gözlerini
kapattigi ve basit bir nesneyi
zihinlerinde görsellestirdigi zaman, temel görsel
korteks isigi
yanmaktadir ve eger zihinde canlandirilan sey örnegin “a” harfi ise,
gerçekten de “a” harfine bakiyormus gibi hissedilmektedir. Beyin taramalari
eylemde ve hayal gücünde beynin ayni
parçalarinin
pek çogunun etkilenmis oldugunu göstermistir.
Basit olmasina karsin
inanilmasi zor olan bir deneyde
Dr. Guang Yue ve Dr. Kelly Cole, kaslarin kullanildigi
hayal etmenin gerçekten de kaslari güçlendirdigini göstermistir. Çalismada iki gruba bakilmistir.
Bir grup gerçekten fiziksel alistirma
yapmistir ve diger grup alistirma
yaptigini
hayal etmistir. Her iki grup da
dört hafta boyunca bir parmak kasinin alistirmasini
yapmistir. Fiziksel olarak çalisan grup ile zihinsel
olarak çalisan grup tam olarak
ayni oranda gelisim saglamistir.
Bu arastirma insanlarin
düsüncelerini gerçekten
“okuyan” ilk makinelerin gelisimine dogru yönelmistir. 1990’larin
ortalarinda, Duke Üniversite’sinde Miguel Nicolelis ve John Chapin bir davranis deneyine basladilar.
Amaçlari bir hayvanin
düsüncelerini
okuyabilmeyi ögrenmekti. Bir kola basan bir fareyi egitmislerdi. Kol elektronik
olarak su çikaran bir mekanizmaya bagliydi.
Farenin kola her basisinda onun içmesi
için bir damla su çikiyordu.
Farenin kafatasina mikro elektrotlar baglanmisti
ve bunlar onun motor korteksini kontrol ediyordu.
Bu elektrotlar motor korteks içindeki 46
nöronun etkinligini kaydediyorlardi.
Fare kola basmaya basladiktan
sonra, Miguel Nicolelis ve John Chapin kol ile su kaynaginin
baglantisini
kesmistir. Artik
fare kola bastigi halde, su
gelmemektedir. Kizginlikla
defalarca kola basar fakat bosunadir. Sonrasinda
arastirmacilar
su kaynagini
farenin nöronlarinin
baglantili
oldugu bilgisayara baglarlar. Teorik
olarak, artik farenin “kola basmayi” düsündügü
her seferinde, bilgisayar nöral atesleme örneklemini taniyacak
ve bir damla su birakilmasi için bir sinyal gönderecektir. Birkaç saat sonra
fare kola basmak zorunda kalmaksizin suyun geldiginin farkina
varacaktir. Onun yapmasi gereken tek sey kola bastigini
hayal etmektir ve böylece su gelecektir! Miguel Nicolelis ve John
Chapin bu görevi yerine getirmeleri için dört fareyi egitmistir.
“Hayal
gücüne dayali” bu
deneyler hayal gücü ile eylemin nasil bütünlestirdigini
göstermektedir. Bu iki sey birbirinden çok ayri
kurallara bagli
olarak islemesine karsin
onlar bazi konularda beraberlik tasimaktadir.
Bu sekilde düsünün:
Bazi durumlarda, siz bir seyi ne kadar hayal
ederseniz, onu o kadar hizli yapabilirsiniz. Bir yaziyi yazmayi ne kadar uzun
süre hayalinizde kurarsaniz onu gerçekten yazdiginiz
zaman sizin hayalinizde tasarladiginiz
sekilde onu
yazabilirsiniz.
Bizim hayal etme hizimiz muhtemelen bir motor
programimizin sinir atesleme orani
ile sinirlanmistir.
Pascual-Leone “Beyin etkinligi kisinin her zaman oynadigi oyun hamuru gibidir” demisti. Bizim yaptigimiz
her sey bu kalin oyun
hamurunu sekillendirir.
“Eger kare olan bir oyun
hamuru paketi ile baslarsak ve bunu daha sonra bir topa dönüstürürsek, onu tekrar kareye dönüstürmek olanaklidir. Ancak bu basladigimiz ile ayni
kare olmayacaktir” diye
eklemistir. Ona göre,
nörolojik ve psikolojik sorunu olan bir hasta “tedavi edilmis” olsa bile bu tedavi hastanin beynini daha önceki var
olan durumuna asla geri döndürmeyecektir.
Bizim hayal dünyamizdaki yasantimizda
maddesel dünyanin disinda
bir yapi bulunur. Zaman zaman maddesel olanla
maddesel olmayan arasindaki çizginin tam olarak nerede bulundugunu saptamakta zorluk
yasariz.
“Maddesel-olmayan” zihninizdeki her sey maddesel izler birakirlar.
Her düsünce mikroskobik bir
seviyede sizin beyin sinaplarinizin
fiziksel yapisini
degistirir. Bir piyanonun
tuslari
boyunca parmaklarinizi
hareket ettirdiginizi hayal ettiginiz her zaman, yasayan beyninizdeki
doku ipliklerini degistirirsiniz.
Bu deneyler yalnizca hos ve ilgi uyandirici
degildir, ayni
zamanda Descartes’in çalismalarindan
elde edilmis bulgular yüzyillar
boyunca kafa karistirici
olmustur. Descartes zihnin
ve bedenin farkli özlerden yapilmis oldugunu ve farkli
yasalarla yönetildiklerini söylemistir. Onun önermesine
göre beyin, fiziksel, maddesel bir seydir, uzam içinde
yer almaktadir ve fizik yasalarina uyumludur. Zihin ise (veya Descartes’in
adlandirdigi
sekliyle ruh) maddesel olmayandir, uzamda
yer almaz ve fizik yasalarina uymaz. Descartes beyni duragan, cansiz
bir makine olarak görmüstür.
O, mekanik bir beyin betimlemesi yaparak onu yasamin disina
çikarmis ve baska herhangi bir düsünürden
daha fazla olarak beyin plastisitesini kabul ettigini göstermistir.
Ancak artik biz fiziksel bir imzaya sahip
olan kendi “maddesel olmayan” düsüncelerimizi
görebiliriz ve düsüncenin
günün birinde fiziksel
terimlerle açiklanamayacagindan
emin olamayiz. Düsüncelerin
gerçekte beynin yapisini
nasil degistirdiklerini tam olarak henüz
anlayamasak bile, artik onlarin yaptiklari
sey açiktir
ve Descartes’in zihin ve beden arasinda kurdugu bagin gitgide artan bir sekilde alti
çizilmektedir.
Bir Nöroplastik Terapi Olarak Psikanaliz
Genlerimizin iki fonksiyonu vardir.
Birincisi nesilden nesile geçen genleri
kopyalayarak genlerimizin devam etmesini saglayan “model
fonksiyonu”dur. Model fonksiyonu kontrolümüz disindadir.
Ikincisi “kopyalama fonksiyonu”dur. Vücudumuzdaki
her hücre genlerimizi ihtiva eder ama bu genlerin hepsi baskin ya da açiga çikarilmis durumda degildir. Bir gen
etkinlestirildiginde yapiyi
ve hücrelerin fonksiyonunu degistiren yeni bir
protein üretir. Buna kopyalama fonksiyonu denir çünkü
gen etkinlestirildigi zaman bu
proteinlerin nasil üretilecegine dair bilgi “kopyalanir”
veya bireysel genden alinir. Bu kopyalama fonksiyonu ne yaptigimiz
ya da ne düsündügümüzden
etkilenir.
Insanlarin çogu bizi, yani davranislarimizi
ve beyin anatomimizi, genlerimizin biçimlendirdigini sanmaktadir.
Kandel’in çalismasi,
ögrenirken zihnimizin nöronlarimizdaki
kopyalanan genlerden de etkilendigini göstermektedir. Bu yüzden
genlerimizi beyimizin mikroskobik anatomisini biçimlendirdigimiz ölçüde
biçimlendirebiliriz.
Sag beyin genellikle sözel
olmayan iletisimi yönlendirir;
yüzleri tanimamizi,
yüz ifadelerini algilamamizi ve diger insanlarla baglanti
kurmamizi saglar. Bu yolla anne ve
bebek arasindaki karsilikli
görsel iletisimi gelistirir. Ayrica duygularimizi
ifade etme yolu olan konusmanin
ve tonlamanin müzikal ahengini saglar. Sag beyin gelisimini tamamladigi
dogumdan iki yasina
kadar olan süreçte bu fonksiyonlar
kritik evreler geçirir.
Sol beyin, duygusal ve müzikal unsurlarin
aksine, genellikle konusmamizin
sözel-linguistik unsurlarini içerir
ve bilinçli bir yönlendirme kullanarak sorunlarin tahlil edilmesini saglar. Iki yasini
bitirene kadar bebeklerin sag beyni daha büyüktür
ve sol beyin gelisimine yeni basladigi
için yasamimizin
ilk üç yilini
beynimizin sag tarafi
yönlendirir. Yirmi alti
aylik olanlar karmasik “sag beyinli”
yaratiklardir ve sol beynin fonksiyonu olan yasananlari konusmayi
beceremezler. Bir bebegin yasaminin
ilk iki yilinda anne, bebeginin sag beynine ulasmak için onunla sözel
olmayan bir iletisim kurar yani o da sag beynini kullanir.
Analiz sirasinda rüyalar neden çok önemlidir
ve plastik degisimle iliskileri nedir?
Hastalar genellikle travmalarini
yansitan tekrarlayan rüyalar görürler ve dehset içinde
uyanirlar. Hastaliklari
devam ettigi sürece
bu rüyalarin temel yapisi
degismez. Bu travmatik
hastalar iyilestikçe
kâbuslar gitgide daha az korkutucu olur ve
sonunda hasta, basta travmanin tekrarlandigini düsünmüstüm ama olmadi. Artik
bitti ve ben kurtuldum anlamina gelen bir rüya görür. Bu asamali
rüyalar dizisi bellegin ve beynin degismekte oldugunun ve hastanin artik
kendini güvende hissettiginin göstergesidir.
En son beyin taramalari, rüya görürken,
beynin duygulari ve cinsel, yasamsal ve saldirgan güdüleri
yönlendiren bölümünün
oldukça aktif oldugunu göstermektedir. Çalismalarin
sonuçlari uykunun ögrenme ve anilari
pekistirmeye yardimci
oldugunu ve plastik degisimi etkiledigini gösterir.
Gün içinde ögrendigimiz bir seyi, eger iyi bir uyku çekersek,
ertesi gün daha iyi ögrenmis oluruz. Bu durumda “istihareye
yatmak” deyimi anlam kazanir.
Yenilenme
Sinir kökü hücrelerinin kesfi çok
önemli bir adim olsa da, yaslanmakta olan beynin
kendisini yenilemesi ve gelistirmesi için olan yollardan sadece bir tanesidir.
Paradoksal bir biçimde yogun olarak kullanilmayan
sinaptik baglantilar
ve nöronlarin teker teker ölmeye
basladigi
zaman yetiskinlikte ortaya çikan
yogun “budama”da oldugu gibi nöron
kaybi, bazen beyin fonksiyonlarini gelistirebilir. Kullan kaybet durumunda oldugu gibi, kullanilmayan
nöronlari, kan, oksijen ve
enerjiyle beslemek israftir ve onlardan kurtulmak beyni daha odakli ve daha
etkin yapar.
Ileri yasta hala bir miktar nörogenetigimizin olmasi
diger organlarimizda
oldugu gibi, beynimizin
fonksiyonlarinin da gitgide azaldigi
gerçegini degistirmez. Ama deteriorasyon sirasinda
bile, muhtemelen kaybini onarmak için,
beyin etkin bir plastik düzenleme geçirir.
Arastirma ve zihinsel aktivitenin
hayvanlarda daha çok beyin hücresi ürettigini ve var olanlari
gelistirdigini artik
biliyoruz. Ve zihinsel bakimdan aktif bir yasam süren
insanlarin daha iyi beyin fonksiyonuna sahip olduklarini
dogrulayan çok
sayida çalisma var. Ne kadar egitimli olursak o
kadar sosyal ve aktif oluyoruz. Ve zihinsel bakimdan uyarici olan ne kadar çok
aktiviteye katilirsak Alzheimer olma ya da bunama riskimiz o kadar azaliyor.
Bu baglamda bütün
aktiviteler esit degildir. Bir müzik
aleti çalmayi ögrenmek, masa oyunlari
oynamak, okumak ve dans etmek gibi gerçekten konsantrasyon gerektiren
aktiviteler yapanlar bunama konusunda daha az risk altindadir.
Fiziksel aktivite, sadece yeni nöronlar
yarattigi
için degil ayni zamanda zihin beyin
merkezli oldugundan ve beynin oksijene
ihtiyaci oldugundan dolayi
yararlidir. Yürüyüs, bisiklete binmek ya
da kardiovasküler alistirmalar
kalbe ve beyne kan saglayan damarlari
güçlendirir ve iki bin yil
önce Romali filozof Seneca’nin
belirttigi gibi, bu
aktivitelerle ugrasan insanlarin
zihinsel bakimdan daha güçlü olmalarina yardim eder.
Aslinda, saglikli
bir diyet de dahil olmak üzere kalbi ve damarlari
saglikli
tutan seyler beyni güçlendirir.
Eksersiz duyusal ve motor kortekslerinizi
harekete geçirir ve beynimizin denge sistemini korur. Biz yaslandikça
bu fonksiyonlar geriler; bu da bizi düsmeye meyilli ve eve
bagli
hale getirir. Ayni ortamda hareketsiz olmak kadar hiçbir
sey beyin atrofisini hizlandirmaz;
monotonluk, beyin plastisitesini korumada önemli olan dopamin ve
dikkat sistemimizi yavas yavas yok eder.
Dr. George Vaillant, yaslari
ergenlik sonrasindan ileri yasa kadar uzanan üç
grupta, 824 kisi üzerinde
arastirma
yapti; bunlar Harvard mezunlari, fakir Bostonlular
ve IQ’su çok yüksek kadinlardi. Bugün sekseninde olan bu kisilerden bazilari
altmis aydan fazla süre
gözlemlendi. Vaillant, yasliligin,
gençlerin düsündügü
gibi, gerileme ve sagligini
kaybetme süreci olmadigi
sonucuna vardi. Yasli insanlar genellikle
yeni beceriler gelistiriyorlar ve çogunlukla daha genç
olduklari günlerden daha bilgili
ve sosyal bakimdan daha becerikliler. Yasli insanlar, gençlere
oranla, daha az depresyona giriyorlar ve çogunlukla son hastaliklarina
kadar agir
bir hastalik geçirmiyorlar.
Ama sadece egzersiz yapmak için degil, yasamak için;
bu yüzden en iyisi insanlarin her zaman yapmak
istedikleri seyleri yapmalari,
çünkü fazlasiyla
motive olacaklardir ki bu çok önemli.
Fasano, 89 yasinda Harvard’tan mezun
oldu.
Israil’in ilk basbakani David Ben-Gurioni
klasikleri orijinallerinden okuma için kendi kendine Yunanca ögrendiginde oldukça
yasliydi.
Mimar Frank Lloyd, Guggenheim Müze’sini
tasarladiginda
90 yasindaydi.
Benjamin Franklin 78 yasinda
bifokal gözlügü
kesfetti.
Kültürel Olarak Degismis Beyin
Beyin
ile kültür arasindaki iliski nedir?
Bilim adamlarinin geleneksel yaniti, tüm düsünce
ve hareketlerin kaynagi
olan insan beyninin kültürü
ürettigi seklindedir. Kültür
sadece beyin tarafinda üretilmez ama ayni
zamanda zihni sekillendiren de bir
dizi ögretidir.
The
Oxford English Dictionary, kültür sözcügünü “zihnin,
becerilerin, davranislarin, vs. islenmesi, gelistirilmesi… Egitim ve ögrenimle kazanilan
ilerleme ve gelisme… Zihnin, zevklerin ve
davranislarin egitimi, ilerlemesi ve gelisimi” seklinde açiklar.
Gelenekler, sanat, insanlarla iletisim, teknoloji kullanimi
ve düsünceleri, inançlari,
ortak görüsleri ve dini ögrenmek gibi farkli
ögretiler yardimiyla
kültürlü
hale geliriz.
Nöroplastik arastirma bize, fiziksel
aktiviteler, duygusal aktiviteler, ögrenme, düsünme
ve hayal etmeyi içeren haritalanmis her türlü
sürekli aktivitenin zihni oldugu kadar beyni de degistirdigini gösterir.
Kültürel düsünceler
ve aktiviteler de buna dahildir. Beynimiz, ister okuma ya da müzikle ilgilenme
isterse yeni bir dil ögrenme olsun gerçeklestirdigimiz kültürel
aktivitelerle sekillenir. Hepimiz kültürel
olarak sekillenmis beyinlere sahibiz ve
kültürel olarak gelistikçe
beynimizde yeni degisiklikler olur.
Merzenich’in ileri sürdügü
gibi, “Beyinlerimiz, ince detaylarda,
atalarimizin beyninden çok farklidir…
Ortalama insan, beyinde daha yogun degisikliklere neden olan karmasik yeni vasiflar ve beceriler ögrenmeli… Aslinda her birimiz,
atalarimizdan aldigimiz gelismis vasif ve becerileri inanilmaz derecede detaylandirarak,
bir anlamda beyin plastisitesi yoluyla kültürel gelisim tarihinin yeni
eserini üreterek, yasam boyu ögrenebiliriz.”
Bu durumda, kültürün ve beynin nöroplastik
açidan bilgilendirilmis görüntüsü
iki yönlü yola benzer: Beyin
ve genetik kültürü
yaratir ama kültür
de beyni gelistirir. Bu degisimler bazen büyük
ölçekli olabilir.
Beyni yeniden programlayan sadece “ileri
düzey kültürlü” aktiviteler degildir. Londra’daki taksi soförlerinin beyin
taramalari bir soför Londra sokaklarinda
ne kadar süre araba kullanirsa uzamsal simgeler depolayan beyin bölgesi olan
hipokampüsünün hacmi o kadar büyüdügünü
göstermistir. Hobiler bile beynimizi degistirir; meditasyon yapanlarin
ve meditasyon ögretmenlerinin,
korteksin asiri
dikkat ile harekete geçen bölümü olan insulalari daha kalindir.
Bilgi çaginda yasayan bizler için
belirleyici aktiviteler okumak, yazmak, bilgisayar becerisi ve elektronik iletisim araçlarini
kullanmaktir. Belirleyici aktiviteler, görmek, duymak ve
yürümek gibi, minimal ugras gerektiren ve
medeniyetin disinda büyümüs çok
az sayidaki insan da dâhil olmak üzere herkes için ortak olan evrensel insan
aktivitelerinden farklidir.
Belirleyici aktiviteler için egitim ve kültürel
deneyim gereklidir; yeni ve belli bir amaç için baglanan beynin gelisimini bu saglar. Insanlar su altinda
net görecek biçimde evrim geçirmemistir; atalarimizin
sudan çikip karada görme
evrimi sirasinda sadece pullarimizi
ve yüzgeçlerimizi degil “suda kullandigimiz gözlerimizi” de geride biraktik.
Su altinda görme, evrimin bir armagani degildir, asil
armagan, her tür ortama
kendimizi adapte etmemize firsat veren beyin
plastisitesidir.
Avci toplumlarin beyinleri de bizimki kadar
plastikti ve kesinlikle Buzul Çag’inda “sikisip kalmamisti”; aksine, degisen kosullara uyum saglamak için, yapisini ve fonksiyonlarini yeniden
düzenleyebiliyordu. Gerçekte Buzul Çag’indan çikmamizi saglayan bu kendini degistirme becerisidir.
Bir çocugun okumak, yazmak ve bilgisayar isinde kullanmak
zorunda oldugu birçok
beyin modeli okuryazarliktan önceki dönemde
gelisti ki bu birkaç
bin yil önceydi. Okuryazarlik
o kadar hizli yayildi
ki beyin özellikle okuma becerisi için
genetik olarak bir modül gelistiremedi. Buna ragmen, okuryazarlik cahil avci
toplumu kabilelerine bir nesilde ögretilebilir ve bu, o süreçte,
tüm kabilenin okuma modülü için gen gelistirebilecegi anlamina gelmez.
Uygarlik, avci toplumu beyninin kendi kendine
tekrar baglanmasini
kendine ögrettigi bir teknikler
dizisidir. Uygarligin, üst
ve alt beyin fonksiyonlarinin birlesimi oldugunun üzücü
kaniti iç savaslarda uygarligin
çöktügü;
vahsi güdülerin
tüm hiziyla
ortaya çiktigi;
hirsizlik,
tecavüz, yikim
ve öldürmenin olagan oldugu zaman görünür.
Çünkü plastik beyin bir
araya getirilmis beyin fonksiyonlarinin
ayrilmasina her an izin
verebilir; barbarliga dönüs her zaman mümkündür
ve uygarlik her zaman her nesle ögretilmesi gereken ve
asla bir nesilden fazla sürmeyen önemsiz bir konu olarak
kalacaktir.
Taninmis Avrupali psikolog Jean
Piaget, Avrupali çocuklarla gerçeklestirdigi basarili
bir deney sonucu, algilama ve muhakemenin tüm insanlarda gelisimle ortaya çiktigini
ve bu sürecin evrensel oldugunu ispatladigina
inandi. Antropologlarin uzun gözlemlerine dayanan
gerçek, dogululari
(Çin kültüründen
etkilenmis Asyalilar)
ve batililarin
(Antik Yunan geleneklerinin mirasçilari) farkli yollardan algiladigidir.
Ama bilim adamlari bu farklarin, ögretilmis olan seyin mevcut olanin
farkli yorumlanmasina dayandigini,
algilama özellikleri ve yapilarinda
en ufak bir fark olmadigini
var sayarlar.
Örnegin, Batililar, gözlemlerini
birbirinden ayri parçalara bölerek dünyaya genellikle “analitik” yaklasirlar. Dogulularin egilimi ise “bütüne” bakarak ve her varligin
birbiriyle olan baglantisini
abartarak daha “holistik” bir yaklasimdir.
Analitik Bati ile holistik Dogu’nun kognitif
tarzlarindaki farkin, beynin iki küresi arasindaki farklarla benzer oldugu gözlemlenmistir.
Michigan Üniversitesi sosyal psikologu Richard E. Nisbett’in
ortaya koydugu gibi, “bir
kültürün insanlarinin diger bir kültürün insanlarinin düsünceleriyle farklilasma nedeni farkli kognitif gelisime sahip olmalari
olamaz. Sadece farkli bakis açilariyla kusatilmis ya da farkli seyler ögretilmis olmalari sonucudur” varsayiminda bulunur.
Nisbett ekibinin yaptigi
deneyler, insanlarin kültür
degistirdikleri zaman yeni
bir sekilde algilamayi
ögrendiklerini kanitliyor.
Amerika’da birkaç yil geçirdikten sonra Japonlar da Amerikalilardan farksiz
algilamaya baslar. Bu da net biçimde
gösteriyor ki farkliliklar
genetik degildir. Asya kökenli
Amerikalilarin çocuklari
da iki kültürü de yansitan bir biçimde algilarlar. Çünkü evde Dogu kültüründen,
okulda ve ev disindaki diger yerlerde ise Bati
kültüründen
etkilenirler.
Ingiliz ve Çin etkisi altinda
yasamis olan Hong Konglular,
hem Dogu hem de Bati
adetlerini algilamakta; hem Mickey Mouse veya U.S. Capitol’in
Bati’ya ait görüntüsünden hem de bir tapinak ya da ejderhanin Dogu’ya ait
görüntüsünden keyif almaktadirlar. Bu nedenle Nisbett ve meslektaslari
çok-kültürlü “algisal ögrenmeyi” kanitlayan
ilk deneylerini yapmislardi.
Yaslandikça
plastisitemiz azalir, dünya ile
bütünlesmek, biz istesek
bile, gitgide daha zor olmaya baslar. Tanidik
dürtüler daha zevkli hale
gelir; iliski kurmak için
benzer düsüncede kisiler arariz
ve arastirmalar
göstermistir ki düsüncelerimize ya da dünyayi
algilamamiza uymayan bilgileri
dislamaya ya da unutmaya veya ona güven
duymamaya meyilli oluruz çünkü asina olunmayan biçimde
düsünmek ve algilamak
sikici
ve zordur.
Merlin Donald’in yazdigi
gibi hemen hemen tüm nörobilimciler, bir
kutu içinde gibi olsa da beyni tek basina bir organ olarak
ele aldilar ve “zihnin tamamen kafada olustuguna ve gelistigine ve temel yapisinin
biyolojik olduguna” inandilar.
Davranis bilimciler ve birçok
biyolog bu görüsü
yüceltti. Bunu reddedenler arasinda gelisimsel psikologlar
vardi çünkü
bunlar, genellikle dis etkilerin beyin gelisimini nasil
etkiledigi konusunda duyarli
olmuslardir.
Kültürümüzün belirleyici aktivitelerinden
biri olan televizyon seyretme beyindeki problemlerle baglantilidir.
Yirmi altidan fazla bebekle yapilan güncel bir çalisma bir-üç yaslari
arasinda yogun biçimde televizyona
maruz kalan bebeklerin çocuklukta dikkat daginikligi
ve dürtülerini kontrol etme
zorlugu yasadigini
ortaya çikartti. Bebekken her gün
bir saat televizyon seyretmek yedi yasinda ciddi dikkat daginikligi
yasama olasiligini
% 10 oraninda arttirdi.
Genetik olan Dikkat Eksikligi Hastaligi
(ADD) konusunda uzman olan Harvard’li psikiyatrist Edward Hallowel, Elektronik
iletisim araçlarinin
toplumun genelinde, genetik olmayan Dikkat Eksikligi özelliklerini
arttiriyor olmasina
bagladi.
Her araç, bazilarini yok etme pahasina digerlerini arttirarak,
duyu dengemizde degisiklige yol açar.
McLuhan’a göre, yazi öncesi insan “dogal” duyma, görme, hissetme, koklama ve tat
alma dengeleriyle yasadi.
Yazilmis kelime, yazi
öncesi insani, seslerin dünyasindan
görsel dünyaya tasidi;
konusma aktivitesi okumaya
dönüstü:
Matbaa makinesi bu süreci hizlandirdi.
Simdi Elektronik iletisim araçlari
sesleri geri getiriyor ve bir bakima orijinal dengeyi
restore ediyor. Her yeni araç, bazi duyularin “öne çiktigi”
ve digerlerinin “geri adim
attigi”
bilinçlenmenin benzersiz seklini olusturuyor.
Televizyon, radyo ve internet gibi bir
kültürel aracin duyularin dengesini degistirdigini söylemek onun zararli
oldugu anlamina
gelmez. Televizyon, klipler ve video oyunlari yani Televizyon tekniklerini
kullanan her sey, gerçek
yasamdan çok
daha hizli biçimde
gelisir ve hizlanarak
devam eder ki bu, insanlarda bu tür iletisim araçlarinda
yüksek hizli baglanti
istegi uyandirir.
Televizyonun, çevremizde ani bir degisim oldugunu hissettigimiz zaman ortaya çikan
ani davranisi, yani Pavlov’un “sartli refleks” dedigi seyi harekete geçirerek
beyni degistiren yapisi budur-kurgular, kamera oyunlari, yakinlastirmalar ve ani
sesler. Içgüdüsel
olarak dönmek, dikkatimizi ona vermek ve yönümüzü
belirlemek için yapmakta oldugumuz seyi birakiriz.
Sartli refleksin gelismesinin sebebi, süphesiz,
atalarimizin
hem av hem avci olmasindan kaynaklanir;
tehlikeli olabilecek durumlara tepki vermeleri ve yiyecek, seks gibi seyleri elde etmek
için ani firsatlar yaratabilmeleri gerekmekteydi. Refleks fizyolojiktir: Kalp
ritmi dört-alti saniye düser. Televizyon, bu
refleksi, ayni olayi yasadigimiz
andan çok daha çabuk tetikler; bu
yüzden, samimi bir sohbetin ortasinda bile gözümüzü televizyon ekranindan
alamayiz ve insanlarin niyet ettiklerinden daha uzun süre televizyon
seyretmelerini nedeni budur. Çünkü klipler, aksiyon dizileri ve reklamlar sartli
refleksi saniyede bir tetikler ve onlari izlemek, tedavisi olmayan sürekli sartli
reflekse neden olur.
Insanlarin televizyon
seyretmekten dolayi kendilerini bitkin hissettiklerini söylemelerine
sasirmamali.
Buna ragmen bundan keyif
almaya baslariz
ve yavas degisimlerden sikiliriz.
Bunun bedeli de okumak, karmasik bir konuda sohbet
etmek ve konferans verenleri dinlemenin daha zor hale gelmesidir.
Tüm elektronik aletler beyinde yeni baglar olusturur. Bilgisayarda
yazi yazan insanlarin el yazisini
yazmalari ve bir seyi dikte etmeleri gerektiginde genellikle bu becerilerinde
azalma oldugu görülür,
çünkü beyinleri düsünceleri
el yazmasina ya da hizli konusmaya dönüstürmek
için baglanmamistir.
Bilgisayarlari çöktügü
zaman, insanlar ufak bir sinir krizi geçirirken söylediklerinde
gerçek payi vardir: “Aklimi kaybetmis gibiyim.”
Elektronik bir araç kullanirken, sinir
sistemimiz disa dogru ve kullanilan araç ise içe dogru genisler.
1762’de filozof J.J. Rousseau (1712-1778), doganin
canli ve bir geçmisi oldugunu ve zaman içinde
degisecegini iddia etmisti. “Sinir sistemimiz makine gibi degildir ama canlidir ve degisebilirler” demisti.
Bir hayvanin dogumdan birkaç
ay sonra yasaminin
geri kalaninda sahip olacagi hemen hemen tüm
bölümlerinin tamamlanmis oldugunu gözlemlenmisti. Ama insanlar
“Mükemmellikler” sebebiyle
yasam boyu degisebiliyorlar.
KAYNAKÇA
KENDINI DEGISTIREN BEYIN
The Brain that
Changes Itself
Dr. Norman DOIDGE
Ingilizceden Çeviren: Ibrahim SENER
PEGASUS YAYINLARI:
469/ 1. Baski: Nisan 2012