Prof. Dr. Engin Geçtan
Uzmanlik alani psikiyatri olan Engin
Geçtan 1975-87 yillari arasinda meslek disi okurlar
tarafindan da ilgiyle karsilanan
dört kitap yazdi. Çok sayida basim yapmis ve yapmakta olan, kendi bilimsel disipliniyle
ilgili bu dörtlünün ardindan (Insan
Olmak, Varolusçu Psikiyatri, Normaldisi Davranislar
ve Psikanaliz ve Sonrasi) psikiyatri alaninin çerçevesinden çikma
istegi dogrultusunda
roman-senaryo çalismalarina
basladi. Ankara ve Istanbul’daki dört üniversitede ögretim üyeligi yapti ve
psikoterapist olarak çalisti.
****************
INSAN, var oldugu günden bu yana sürekli olarak, içinde yasadigi dünyayi ve
evreni tanimaya ve anlamaya çalismis, ancak bu çabasi içinde en az taniyabildigi varlik yine kendisi olmustur. Ne var ki, insanlarin normal ya da normal
olmayanlar diye iki gruba ayirma egilimi
günümüzde de süregelen bir yanilgidir. En gelismis canli olan insanin yine insan tarafindan
incelenmis olmasi bunun baslica nedeni olsa gerek.
Aslinda, normal disi davranislar
tarihin her döneminde insanin ilgi konusu olmustur,
ama ortalama insanin davranislarina 20.yüzyila gelene
kadar hemen hiç ilgi duyulmamistir.
Oysa davranis bilimciler normalligin tanimi üzerinde bir görüs birligine
henüz varabilmis degiller.
Normalligin temel ölçütlerinden
biri, kisinin kendini iyi hissedebilmesidir. Bu ise
yalnizca yasamin sürdürülmesini degil, insanin dünya içinde kendine özgü bir
yer edinebilmesini ve yasamindan doyum saglayabilmesini içerir. Buna karsilik, yalnizca toplumun onayina yönelik davranislar kisiligin ortadan silinmesine neden olabilir.
Kendimizi ve çevremizi anlayamamanin
getirdigi ürküntü dis dünyanin tehlikeli bir alan olarak algilanmasina
neden olur. Çünkü insanin kendi içinde ürettigi kargasa
dis dünyadaki gerçek tehlikelerden
daha çok ürkütücüdür.
Bu kitap, ortalama insanin davranislarinin gerisindeki dinamik güçleri meslek disi okuyucuya tanitmayi amaçlamakta ve yazarin
otuz yildir süregelen klinik yasantilarinin birikiminden
yaptigi çikarsamalarin bir
bölümünü içermektedir.
Birey ve Toplum
Ilkel insan acimasizdi. Kendini
koruyabilmek için öyle olmak zorundaydi. Ama diger
insanlara aci vermekten zevk alma egilimi
savaslarla birlikte gelismistir. Baslangiçta bu yalnizca savasta yasanan bir duyguydu ve
kabile içinde saldirgan davranislara rastlanmazdi. Ne
var ki, savasta öldürmeyi ögrenen insan bunu barista
da uygulamaya basladi. Giderek anlasmazliklar da taraflardan birinin ortadan
kaldirilmasiyla çözümlendi. O zamanlar yasa ve mahkeme yoktu. Buna karsilik köy halki, üyelerinden birinin davranisi hakkindaki görüslerini
ve yargilarini açikça dile getirebilirdi.
Ancak, insan kendi haline birakildiginda baskalarinin
canina kiyip malina sahip olmayi düsünmez.
Savasçi yani yalnizca kiskirtildigi ya
da engellendigi durumlarda etkinlik kazanir.
Her toplumsal grupta o grubun kültürünü
bir kusagin
sonraki kusaga ögretmesi sonucu, grup üyeleri
ortak özellikler gelistirirler ve böylece o
grubun temel kisilik tipleri olusur. Gelenekler ve töreler insana koruyucu bir ortam saglar, ama onun toplum içinde farklilasmasini ve kisiligine yeni boyutlar katabilmesini de önemli ölçüde
kisitlar.
Insan ekonomik bagimsizligini kazanip
geleneksel gruplardan çagdas topluma yaklasildikça
törelerin gücü zayiflamis, buna karsilik onu denetleyen yasalarin sayisi çogalmistir. Ama insan giderek
karmasiklasan
yasalarin getirdigi bunaltici bürokrasiye karsilik, yasalarin olusumuna
dogrudan katilma olanagini bulmustur. Çünkü insan
zihni gelistikçe düsünceler
de çogalmistir.
Düsüncelerin
gelismesi insanin kendi kendisini ve gelecegini yönlendirmesinde ona yardimci olmus, ama içgüdülerin zayiflamasi diger insanlara ve gelistirdigi teknolojiye eskisinden daha bagimli bir duruma gelmesine neden olmustur.
Baslangiçta
karsit kültür akimlarinin bir bölümü siddet yanlisiydi ve kisa bir sürede düsünce akimi olmaktan çikip bireysel terör
örgütlerine dönüstüler. Daha sonra
uluslararasi politik siddet eylemlerinin bir
parçasi durumuna gelerek özgünlüklerini yitirdiler. Barisçil karsit
kültür akimlarinin ilk örnegi
ise “hippilik”ti. Gelecege dogru denetimden çikmis bir
hizla ilerleyen teknolojik toplumlara karsi çikan
hippiler, insanin yeniden dogaya dönmesi geregini savundular. Ünlü tarihçi E.
Toynbee’nin, “Bati toplumlarina karsi kirmizi uyari isigi” olarak niteledigi hippilik, ilk günlerinde birçok düsünür ve din adami tarafindan da desteklendi. Ne
var ki, bu akim çok kisa bir süre içinde uyumsuz kisilerin egemenligi
altina girdi, yozlasti ve yok
oldu. Çünkü hippilerin göremedigi,
insanin dogayla olan beraberligine yeniden kavusabilmesi
için artik çok geç oldugu
gerçegiydi.
Geleneksel toplumlarda davranislarin çogu
diger insanlarin beklentilerini karsilamak için yapilir. Çagdas toplumlar ise
insanin varolusundan haberdar olabilmesine ve kendi
iç yasantisi dogrultusunda davranmasina öncelik tanir. Bu
yönüyle, bir insanin gerçek kimligi,
yasadigi olaylarin
ne olduguna degil,
o olaylarin kisi tarafindan nasil yasandigina göre belirlenir.
Kendisini geleneksel degerlerle yönetmeye alisagelmis insanlar birden
bundan yoksun birakilip kendi varolus sorumlulugu ile yüzlesmek
zorunda kalirsa “kimlik bunalimi” denilen olgunun yasanmasi da kaçinilmaz olur.
Insanoglu,
hizli degisikliklere
uyum gösterebilse de, bu degisiklikleri gerçekten özümseyebilmesi için, insanin
yeni olaylarla geçmis arasinda bir iliski kurabilmesi, yasamin
denetimini elinde tutabilmesi ve nereden gelip nereye gittiginin durum degerlendirmesini
yapabilmesi gerekmektedir. Oysa çagimiz
insaninin bunu gerçeklestirebilmesi giderek güçlesmektedir. Böyle hizli bir degisim içinde,
bazi toplumlarda bir kusakta benimsenen degerler bir sonraki kusakta
tümden reddedilmektedir. Margeret Mead, Yeni Gine’de ana babasi yamyam
olan bazi gençlerin bugün tip ögrenimi
yapmakta oldugunu gözlemlemistir.
Degisme hizi, insanlari dogruyu yanlistan
ayirmalarina olanak birakmadan karar vermeye zorlamaktadir. Buzdolabi,
televizyon ve çamasir makinasi ayni anda çalisirken bir de elektrik sobasinin dügmesini çevirirsek evimizin elektrik sistemi asiri yüklenir ve sigorta atar, hatta elektrikler
tümden kesilebilir. Bu duruma “asiri yükleme” denir. Insan beyni de karmasik
bir elektrik sebekesidir, asiri bilgi ve uyarimla yüklendiginde kisa devre yapar. Böyle durumlarda genellikle baglantilar yeniden kurulur ve beyin islevini sürdürebilir. Ama bazi durumlarda agir ve kalici bir hasar da söz konusu olabilir.
Insan eskisinden çok daha fazla sayida
insanla, çok daha kisa süreli, daha yüzeysel iliskiler kurma egilimindedir.
Bu, soguk
bir günde karsilasan
bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler isinabilmek için
birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden
ayrildiklarinda ise soguktan rahatsiz olurlar. Ileri geri hareket ederek sonunda dikenlerini
batirmadan birbirlerini isitabilecekleri en uygun uzakligi bulurlar.
****Bir insanin iliskileri ana-babasiyla baslar.
Bu öylesi bir beraberliktir ki, biraktigi izlerin
bazilari yasam boyu varligini sürdürebilir ve yetiskin insanin dünyasini algilama biçimini
etkileyebilir.
Ana-Baba ve Çocuk
Insanlar vardir, baskalarindan sürekli bir seyler bekler ya da isterler. Aslinda bu, bir insanin
ihtiyaçlarini kendisinin karsilamasindan çok
daha büyük bir çabayi gerektirir. Üstelik onur kiricidir da. Ama
onlar için önemli olan, diger bir insanin ya da
insanlarin kendileri için bir seyler
yapmasidir. Bunun için her seye
katlanirlar.
Genellikle bu tutumlarinin bilincinde degildirler. Amaçlari diger insanlari sömürmek degil, bir seylerin
hazirca kendilerine verilmesidir. Asiri bagimlidirlar ve kendi sorumluluklarini baskalarinin üstlenmesini beklerler.
Onlarin çevremizdeki varligindan sikilabilir ya da
bize yük olduklarini düsünebiliriz. Ama çogu kez kendi bagimliligimizdan ötürü onlari çevremizde tutariz. Kendilerine
bir seyler verildigi sürece bizden kopmazlar. Bir diger deyisle,
böyle kisiler kronolojik olarak yetiskin, hatta entelektüel yönden iyi gelismis olsalar bile,
bebeklik yillarinin asalak varolus biçimini
sürdürürler.
Anne ve babanin ayni çocuga karsi hissettikleri
farkli, hatta birbirinin tam karsiti olabilir. Üstelik
bazi ailelerde çocuklar anne ve baba arasinda parsellenir. Genellikle
kizlardan biri babanin, erkeklerden biri de annenin favorisi olur. Böylece aile
içinde adeta birbirine karsi iki takim
kurulur. Çocuklar karsi takimdaki anne
veya babaya yabancilasir, olaylari yandasi olduklari anne ya da babanin gözüyle degerlendirme egilimi
gösterirler. Bu gibi durumlar, evlilikleri içinde kendilerini yalniz ve anlasilamamis hisseden
eslerde daha sik görülür.
Bir kadinin anne oldugu zaman gösterecegi
davranislar, yasaminin
ilk yillarinda kendi annesiyle olan iliskileri
tarafindan etkilenir. Gerçek anne sevgisinden yoksun kalmis kisiler,
yetiskin yasamda
genellikle kati ve hirçin olurlar. Dolayisiyla böyle bir insanin dünyasina
sicak annelik duygularini yerlestirebilmek
oldukça güçtür.
Birçok ana-baba, çocuklarini ne denli
sevdiklerini sik sik dile getirirler. Ancak, çocugun
sevgi ihtiyaci sözcüklerle karsilanamaz.
Bir insani sevmek, onun gerçeklerini anlamaya çalismayi da içerir.
Çocugun
sinirli dünyasinin tek dayanagi ve
anlami, ana-babasinin sevgisidir. Bu sevgiyi yitirmemek için gösterdigi çaba sayesinde giderek kendi kendisini yönetmeyi ögrenir. Ama çocuga
verilen bir sey yoksa yitirecek seyi de yoktur. Kimi çocuk verilmeyen sevgiyi
günün birinde alabilecegi umudunu yine de sürdürür, tüm gücüyle
kendisini ana-babasina kabul ettirebilmek için çabalar ve kisiligini gelistiremez.
Çocugun
kendine olan güveni, ana-babasina olan güveninden kaynaklanir ve gelisir. Çocuk, anne ve babasini güçlü olup
olmadiklari konusunda sürekli dener. Onlari zayif buldugu alanlarda çileden çikaracak davranislarda bulunur.
Çocuklarina karsi gerekli siniri koyamayan ana-babalarin bir
bölümü kati bir baski altinda yetismis kisilerdir.
Kendi yasayamadiklarini çocuklarina yasatmak ve böylece dolayli olarak kendilerine doyum
saglamaya çalisirlar.
Çocugun
benlik kavrami, kendisi için önem tasiyan
büyüklerin ona gösterdigi tutumlarin bir yansimasi oldugundan, ana babanin itici tutumlari çocugun kendisini degersiz
bulmasina neden olur. Böyle bir ortamda yetisen çocuk,
kendisine iliskin olumlu görüsler gelistiremez.
Asiri hosgörü ve disiplin noksanligi çocukta bencil ve topluma karsit davranislarla
sonuçlanir. Kati bir disiplin ise ana-babaya karsi korku ve öfke yasanmasi, girisim
noksanligi ve insanlara dostça yaklasamama gibi zararli sonuçlar dogurabilir. Önemli olan, çocugu kendine özgü dünyasi olan bir varlik
olarak kabul edebilmektir. Iyi
yasama konusunda sorumlulugunu geregince üstlenememis ana babalarin bunu gerçeklestirebilmesi oldukça güçtür. Kendisine deger vermeyen insan baskalarinin
duygusal ihtiyaçlarini da algilayamaz.
Ana-baba ve çocuk iliskileri konusunda yazilanlarin bir baska sonucu da, bazi yetiskinlerin kendi sorunlarindan
ana-babalarini sorumlu tutarak onlara karsi düsmanca tutumlar gelistirmeleri
biçiminde olmustur. Insan
yetiskin yasaminda
ana-babasinin kusurlarinin izlerini tasisa
bile bundan ötürü onlari suçlamak kendisini de suçlu
hissetmesine neden olur.
Bu, yetiskin
bir varlik olarak insanin kendi varolus sorumlulugunu üstlenmemis olmasinin
suçlulugudur. Ana-babalarimizdan alacakli oldugumuz bir gerçek de olsa, geçmis yeniden yasanamaz.
Ana-babadan korkmak ise olgunlasmamis olmanin bir göstergesidir.
Ana-babalarin kusurlarini kendi sorumlulugumuzdan kaçinmak için gerekçe olarak kullanmak,
vaktiyle bize karsi islenen
kusurlari bizden sonraki kusaklara
da yansitmamiza neden olabilir.
Ana-babalar bizleri ayri bir varlik olarak
görmemis olabilir, ama biz de
onlari kendimizinkinden ayri dünyalari olan varliklar olarak
göremedigimiz sürece gerçek anlamda yetiskinlige ulasmis sayilamayiz.
Insanlardan
Korkmak
Çocuk, ana-babanin kendisine hakça
davranmadigini ya da onu kendilerinin bir
uzantisi gibi algiladiklarini fark ettikçe kendinin yalniz
ve çaresiz hisseder. Ayni zamanda bireylesmesinin engellenmekte olmasindan ötürü için
için kizginlik duymaya baslar. Ancak kizginligini açikça yasayamaz. Çünkü çaresizdir,
ana-babasinin onay ve destegini yitirme korkusu
kizginliklarini bastirmasina neden olur. Ne var ki, kizginligi bastirmak bu duyguyu ortadan kaldirmaz. Eger ana-babanin tutumlarindaki aksakliklar sürekli ise
bastirilan kizginliklar birikir ve bu kez ana-babaya yönelik düsmanca duygulara dönüsür.
Bu duygular öyle ürkütücüdür ki, çogu bilinçaltina mal edilir ve çocuk artik bu
duygularin varligindan haberdar bile olmaksizin
ana-babasina karsi olumlu
duygularini sürdürebilir; çünkü sürdürmek zorundadir. Böylece,
içinde sakladigi ve kendisinin de bilincinde olmadigi düsmanca
dürtülerden kaynaklanan korku, suçluluk ve degersizlik
duygulari, ileriki yasaminda çevresindeki tüm insanlara
yönelik olarak yasanmak üzere yerlesir.
Insanlar vardir, dost ve sevecen davranislar gösterirler, ama gözlerine dikkatle baktiginizda korku ve kizginlik karisimi bir anlatimi kolayca seçebilirsiniz. Bu
insanlar bilinçli dünyalarinda gerçekten de insanlari sevdiklerine inanirlar.
Ama bir yandan insanlardan korkarken, ayni zamanda onlari nasil sevebiliriz?
Aslinda bu, vaktinde yeterince sevilmeyen ana-babalara karsi gelistirilen
tutumlarin bir uzantisidir.
Öfke ve Düsmanlik
Hakkimiz olani alamadigimiz ya da önem verdigimiz
bir insan beklentilerimiz dogrultusunda davranmadiginda yasanan
duygu kizginliktir.
Kimi insan, sevgiyi yitirme kaygisiyla
kizginliklarini sürekli bilinçdisina
itme aliskanligi gelistirir, ama bundan ötürü insanlarla
birlikteyken nedenini bilemedigi bir tedirginlik yasar. Düsmanca duygularin
bilinçaltinda yogunlastigi bazi durumlarda ise kisi, bu duygulari denetim altinda bulundurabilmek
için tam karsiti tutumlar gelistirerek insanlara karsi asiri sevecen davranislar
gelistirir. Aslinda bu mekanizma bilinçdisinda gelistirildiginden, kendisi de insanlari gerçekten sevdigine inanir. Gerçek benligine
o denli yabancilasmistir.
Eger bir insan abartilmis bazi davranislar
gösteriyorsa gerçekte o davranislarin tam karsiti duygular yasamakta
oldugunu da düsünmek
gerekir.
Insan kizgin oldugu için diger
insanlardan korkar, insanlardan korktugu
için de onlara kizar. Kizgin insan, “Nasil olsa beni engelleyecekler ya da
reddedecekler!” beklentisi içinde öyle davranislarda bulunur ki, çogu kez gerçekten de engellenir. Bu kez “Istenmedigimi
zaten biliyordum!” biçiminde yasanan
bu duygu kizginliklari daha da pekistirir
ve böylece bir kisirdöngü olusur.
Kendisiyle uyum halinde olan bir insan, baskalarina dostça yaklasir,
ama gerektiginde onlara karsi çikar ve haklarini savunmak için savasir, bazen ise yalniz kalmayi yegler. Bu durumlardan hangisini yasayacaginin seçimi o andaki
içsel yasantilarina ya da içinde bulundugu çevresel kosullara
göre yapar.
Buna karsilik;
· Insanlar vardir, sürekli baskalarinin
sevgi ve onayini kazanmaya çalisir ve bunu yaparken de
kisiliklerinden ödünler veririler.
· Insanlar vardir, diger
insanlari sürekli karsilarina alir ve dünyaya
karsi sonu gelmeyen bir öfke yasarlar.
· Ya
da insanlar vardir, baskalariyla aralarina görünmez bir engel
koyar, onlarla yakin duygusal iliskiler
kuramazlar.
Süreklilik gösteren bu üç tutumun her
birinin gerisinde korku ve kizginlik duygulari bulunur.
Depresyonu ortalama insanin elem ve üzüntü
duygularindan ayiran en önemli özellik, keder duygusuna karamsarligin da eslik
etmesidir. Depresyona egilimli kisi,
olumsuzluklardan hiçbir zaman kurtulamayacagi inancini sürekli
tasir. Aslinda bu inancin gerisinde yogun suçluluk duygulari bulunur.
Sevilen bir insanin ölümü karsisinda yasanan
yas ya da gerçekte, ölen kisiye duyulan kizginligin içe yöneltilmesidir. Ölen kisinin bizi terk etmis ve
sevgisinden yoksun birakmis olmasindan ötürü yasanan kizginligin
bilincine ulasmasi, her seyden önce bir ölüye kizilamayacagi için engellendiginden
bu duyguyu içimize yöneltiriz. Ölenin arkasindan söylenen, “Beni birakip da
nerelere gittin!” sözünde oldugu gibi, bazen duyulan
kizginlik dogrudan dile getirilebilir.
Sevilen kisinin
yitirilmesi sonucu yasanan yas, psikolojik onarim
mekanizmalari sayesinde yaklasik
iki aylik bir süreden sonra giderek yogunlugunu yitirir. Ancak, eger
sevilen kisi asiri bagimli oldugumuz,
dolayisiyla bilinçdisi düsmanlik
duygulari da tasidigimiz
biriyse, bu kez suçluluk duygulari ortaya çikar ve kendimizi
cezalandirma sürecine dönüsür. Böyle bir durum yas
süresinin uzamasina, bazi durumlarda yillarca sürmesine neden olabilir.
Bazi insanlar yalnizliklarini ve bosluklarini gidermede kizginlik duygusunu uyusturucu bir madde olarak kullanir ve diger insanlara karsi yasadiklari sürekli öfke sayesinde kendileriyle
yüzlesmekten kaçinirlar.
Bilindigi
gibi, besin maddeleri sindirildikten sonra artiklari bagirsagin son bölgesinde
birikir ve anüs kaslari üzerinde belirli bir güçte bir basinç olusturuldugunda
da disariya atilir. Diskinin atilmasi rahatsizliga son verir ve bir ferahlama duygusu yaratir. Yasamin ikinci yilinda baslayan
tuvalet egitimi döneminde çocuk, anüs
bölgesindeki gerilimi gidermekten duydugu
hazzi ertelemeyi ögrenmek zorunda kalir.
Freud’a göre, annenin bu dönemdeki tutumu ve diskilama
islevine karsi kendi
duygulari, çocugun ileride sahip olacagi bazi karakter özelliklerini ve degerleri önemli ölçüde etkiler. Eger anne kati ve cezalandirici bir yöntem
uygularsa, çocuk ya korkusundan diskisini tutar
ve kabiz olur, ya da kizginligini disa vurur ve diskisini siklikla
ve rasgele birakma aliskanligini gelistirir. Aslinda diskilama
islevlerine karsi kati ve cezalandirici bir yöntem gelistiren annenin, bu tutumunu çocugun diger davranislarina karsi da
göstermesi dogal bir beklentidir. Bu kosullarda yetisen
bir çocuk ya tutucu bir karakter gelistirir
ve ileriki, yasaminda olumsuz
duygularini baski altinda tutan biri olur, ya da tepkici bir karakter
gelistirir ve baskaldirici,
yikici, kizginlik nöbetleri ya da eziyet etme egilimleri
gösteren bir kisilik yapisi gelistirir.
Aslinda diski ve
kizginligin esanlam
tasimasi küfür niteligindeki bazi sözcüklerde de oldukça belirgindir.
Gerçekten kizginliklarini biriktirdikten
sonra birden bosalan kisiler,
gösterdikleri tepkinin çevrede neden bu denli olumsuz karsilandigini kavramakta
güçlük çekerler. Çünkü gerilimin böylesi bir patlamayla bosalivermesi, diskilamadan
sonra yasanan ferahlamayi andiran bir duygunun
yasanmasina neden olur ve öncelikle bu
duygu yasandigindan,
kisi kendini rahatlatan tepkisinin diger insanlarda neden karsit
bir tepki olusturdugunu
anlamakta güçlük çeker.
Kimi insan ise sürekli olarak diger insanlari “igneleyerek” kizginlik
bosaltir. Bu, mizah, saka, sitem, kinaye vb. dolayli yollarla oldugu gibi, bazen de dogrudan
ve acitmak istercesine söylenen sözlerle gerçeklestirilir.
Böyle durumlarda kisi sik sik, ama küçük oranlarda gerilim bosaltmakta oldugundan,
davranislarinin diger
insanlar üzerinde olusturdugu etkiyi algilamayabilir. Hatta onlardan gelen karsit tepkileri bazen saskinlikla karsilar,
bazen de kendine yönelik düsmanca davranislar olarak degerlendirir
ve bu tür davranislara kendisinin neden oldugunu göremez.
Bazi insanlar kendilerini engelleyen
olaylarin yarattigi kizginligi, o anda, kosullar
ne olursa olsun ve getirecegi olumsuz sonuçlari düsünmeksizin anlik parlamalarla disa vurarak bosaltma
egilimi gösterirler. Bu kisiler genellikle çevreleri tarafindan öylece
kabul edilir ve “kuru bir gürültü” olmaktan öte bir nitelik tasimayan tepkileri, kendi düsmanca egilimlerine
bir gerekçe arayan bazi alingan kisilerin
disindaki insanlar tarafindan fazla ciddiye
alinmaz. Bu insanlarin, kizginliklarini aninda bosalttiklari için düsmanca
egilimler gelistirmemesi
beklenirse de çogu kez öyle olmaz.
Bazi insanlar yaygin kizginlik
tepkilerini, her seye karsi çikma
ya da insanlari sürekli karsilarina
alma biçiminde yasarlar. Bu insanlar genellikle, özerk
olmayi yanlis yorumlamis kisilerdir.
Bazi insanlar ise otorite olarak
algiladiklari her seye karsi çikar
ya da baskaldirirlar ve bunun bir özerklik
savasimi oldugunu savunurlar. Oysa tepkileri salt bir baskaldiridan öteye gidemez ve karsi çiktiklari düsüncelerin yerine bir baska öneri
getiremezler. Bu insanlarin kisilikleri yaraticiliktan
yoksundur ve hiçbir zaman etkin olamazlar.
Düsmanca
egilimleri denetim altinda tutabilmek için
kullanilan bir diger yol da, dis dünya ile olan iliskiyi
en aza indirmektir. Bununla anlatilmak istenen, bir insanin bir odaya kapanmasi
degil, duygusal tepki alanini daraltarak
kendini zedelemekten korumaya çalismasidir.
Degersizlik Duygusu
Degersizlik
duygusu, bir insanin kendisini diger
insanlardan daha degersiz bir varlik olarak algilamasidir ve
kökenini çocukluk yasantilarindan alir.
Kendisine deger
verilmemis bir insan bir baskasina deger
veremez. Bunu sonradan ögrenebilmesi de ancak
kendisine deger verebilmeye basladiktan sonra isleyebilen
iki yönlü bir süreçtir. Bir baska
deyisle, insan kendine deger verebildigi
oranda baskalarina da deger verir; diger
insanlara gerçek anlamda deger verdigini hissettikçe kendisini de degerli bulur. Yoksa bir diger
insani yücelterek kendimizi küçültmek, ne ona ne de kendimize deger vermektir. Degersizlik
duygulari yasayan biri için diger insanlar ya kendinden üstündür ya da asagi; esiti yoktur.
Bir insani önce yüceltip daha sonra onu
devirmeye çalismak toplumumuz bireylerinde oldukça sik
görülen bir olgudur. Arabasini sorumsuzca süren bir insan kendisinin de diger insanlarin da degeri
olabileceginin, daha dogrusu hayatin ne kadar degerli
oldugunun farkinda degildir. Saglikli bir
yasam için gerekli önlemleri bildigi halde önlem almayan bir insan da öyle…
Üstünlügü güç ve
para kazanarak gerçeklestirmek isteyen kisi, amacina ulasmak
için diger insanlari kolayca harcayabilir.
Entelektüel üstünlügü kanitlamak
için çevresindekileri sürekli elestiren
ve yanlislarini arayan bir digeri, onlarin düsünce
ve isteklerine saygi göstermez. Ancak, diger
insanlara deger vermedigi
için tüm bu çabalarina karsin kendini yine de degersiz bulur ve toplumun disinda kalmis hisseder.
Sayginlik ugruna bu denli çaba harcadigi halde çevresindekilerin
saygisini kazanmamis olmasinin nedenini bir türlü
anlayamaz.
Kendisini üstün bir varlik olarak algilayan
kisi, çevresinden gelen en küçük bir elestiriye bile katlanamaz. Gerçek benligiyle yüzlesmesine
neden olan durumlari dünyanin sonu gelmisçesine
yasar. Bu nedenle gururunu incitebilecek bir
durumla karsilastiginda ya da karsilasmak üzere oldugunu
hissettiginde o durumdan kaçmaya çalisir. Kaçamadigi durumlarda
ise degersizlik duygularinin gerisindeki düsmanca egilimler
denetimden çikar ve gururna darbe
indirenlerden öç almaya çalisir.
Içinde yasadigimiz kültür, erkege
ve erkeklik rolüne öncelik tanir. Buna karsilik,
kadin ve kadinin yaptigi isler üstü kapali bir
biçimde küçümsenir. Toplumumuzun bazi kesimlerinde oldugu gibi, kiz çocuga
erkek çocuktan daha az deger verilen bir ortamda
yetismis bir
kadin, hemcinslerini küçümseyebilir ve gerçek kadinlik kimliginden saparak toplumun yegledigi erkeksi davranislari benimseyebilir. Böyle yapmakla üstün
bir varlik olabilecegini ve degersizlik
duygularina çözüm getirebilecegini
sanir.
Oysa bu davranislar yalniz erkeklerde görüldügünde toplumun onayini kazandigindan, gerçek kimliginden
vazgeçmekle kendisini, herkesten önce kendi gözünde küçük düsürmekte oldugunu
fark etmez. Bu tür davranislar bazen kadinin
kadinligiyla çevresine meydan
okumasi, örnegin erkekleri önce bastan çikarip sonra onlari incitmeye ve sömürmeye çalismasi biçiminde de görülebilir. Bu davranislarin gerisinde kadinlik kimligine iliskin
degersizlik duygulari bulunur.
Benzer davranislara erkeklerde de rastlanir. Toplumun erkek kimligine iliskin
beklentilerini karsilayamadigi için
kendisini degersiz bulan insanlar, erkekliklerini
abartilmis biçimde yasayarak üstün bir varlik olabilecekleri sanisina
kapilirlar. Böyle erkekler çok sayida kadini bastan çikarmakla
ya da saldirgan davranislarda bulunmakla güçlü erkek imajina
ulasabileceklerine inanmislardir.
Bir insan varolusunun getirdigi
sorunlara güvenli ve gerçekçi biçimde yaklasabiliyorsa,
degersizlik duygulari yasamaz. Yenilgiyi de basari gibi
yasamin dogal
bir parçasi olarak kabul ettiginden,
karsilastigi durumlardan ve kendisiyle ilgili gerçeklerden
kaçamaz.
Aci da verse hoslanmadigimiz
kendimizle yüzlesebilmeli ve bu yüzden asla kendimizi
lanetlememeliyiz. Kendini lanetlemek ya da kendine acimak insanin
sorumluluklarini görebilmesini engeller. Güçlülük yürekli olmayi gerektirir.
Yüreklilikse insanin kendi gerçekleriyle yüzlesebilmesini
içerir. Insanin kendisine yabancilasmasi pahasina kazanilan güç, gerçek güç degildir. Güçsüzlügümüzü yasayabilmek yürekliligi
gösterdigimiz bir anda biri bizi küçümserse, bu
onun sorunudur.
Kaygi
Insanlar vardir, isleri yolunda gitse de kaygilidirlar. Yasanan kaygilarin korku duygusuyla bazi ortak
yönleri vardir. Korku, herkes tarafindan tehlikeli olarak kabul edilen bir
duruma karsi yasandigi halde, kaygi kisinin kendisinin ürettigi bir duygudur ve bu duyguya neden olarak gösterilen
durum çogu insana saçma görünür.
Insanlar vardir, bir çift
ayakkabi almak için bildikleri çogu
dükkani dolasir, yine de bir karar veremezler. Sonunda
karar verip aldiklari ayakkabilari eve döndüklerinde begenmez, bir önceki dükkanda gördükleri
ayakkabilarin daha iyi oldugu duygusuna kapilir,
hatta bazen aldiklarini degistirmeye çalisirlar.
Bu nedenle alisverise
mutlaka birisiyle birlikte giden insanlar vardir.
Kaygili insanlarin olaylara bakis biçimi oldukça karamsardir. Günlük olagan sorunlari bile dünyanin sonu gelmisçesine yasarlar.
Kendilerine iliskin olaylarda oldugu gibi, diger
insanlarin yasantilarina iliskin beklentileri de daima olumsuzdur.
Kaygili insan, kaygilarina katilmayan kisilere karsi bir
yandan kizginlik yasar ve onlari kendisini ciddiye
almamakla suçlarken, öte yandan kendisiyle birlikte sürüklenmedikleri için
onlara saygi ve güven duyar.
Kaygi duygusunu yasamamak için gelistirilen
kaçinma tepkileri çesitli biçimlerde görülür:
Ilkinde,
kisi kendisine kaygi yaratan durumlardan
uzak durmaya çalisir. Örnegin, bir insan çok iyi bildigi bir konuda bile kalabalik karsisinda konusmaktan
kaçinabilir; konusmaya basladiginda sesinin titreyeceginden
ya da yüzünün kizaracagindan korkabilir.
Kaygi duygusundan kaçinmak için kullanilan
bir diger mekanizmada kisi, çevresinden ve kendi iç dünyasindan
kaynaklanan ve kaygi yasanmasina neden olan
durumlari algilamamaya çalisir.
Bu mekanizma bebeklerde uykuya siginma
biçiminde görülür.Yetiskin insanlarda ise bu,
kaygi yaratabilecek nitelikteki düsünce
ve duygulari, seçici bir biçimde bilincinden uzak tutma yoluyla gerçeklestirilir. Örnegin
insanlar vardir, yalnizlik ve mutsuzluklarina karsin
her sey yolunda gidiyormusçasina davranirlar ve mutlu olduklarina kendileri de
inanirlar. Bazilari ise kaygi duygusundan kaçinmak için alkol ya da
uyusturucu ilaçlar kullanirlar.
Yetiskin
insanin kaygidan kaçinmak için kullandigi bir
diger yöntem de, kaygi yaratabilecek
duygusal tepkilerin yerine böyle bir etki yaratmayacak tepkiler verme biçiminde
görülür. Çevresindeki bir erkekten hoslanan
genç kiz, onu her gördügünde ilgilenmiyormusçasina tutumlar takinabilir. Böyle yapmakla çogu kez hoslandigi insani kendisinden uzaklastirmis olur. Ama ona göre
böyle bir sonuç, reddedilmenin gururuna indirebilecegi darbeden daha az aci vericidir.
Kimi insan içsel kökenli kaygilarini
belirli bir davranis alaninda, örnegin karsi cinsle olan
duygusal ya da cinsel iliskilerinde yasar. Iliskileri sürdürememek,
sürekli yeni iliskiler aramak, erkekte iktidarsizlik ve
kadinda orgazm olma güçlügü, kayginin bu alanda yasamakta oldugunun
belirtileridir.
Kaygili insan genellikle çevresindekileri
de biktirdigi için aradigi sevgi ve destekten de yoksun kalir. Bu
ise çaresizliginin ve esasen denetiminde güçlük çektigi olumsuz duygularinin daha da pekismesine neden olur.
Bir insanin kaygilardan kurtulabilmesi
için tek yol, kendi varolus sorumlulugunu üstlenebilmesidir. Bu sorumluluk gereginde baska
insanlarin destegini ve yardimini alabilmeyi de
içerir. Ne var ki, çaresizlik duygularindan kaynaklanan asiri bagimlilik
egilimleri ve bunun sonucu olusan kizginlik, kaygili insanin kendisine verilen
destegi degerlendirebilmesini
güçlestirir. Bir baska deyisle,
kaygili insan vermeyi de almayi da beceremez. Verilenle yetinmeyip
tüm sorumlulugun çevresindeki insanlar
tarafindan üstlenilmesini bekleyebilir.
Sorumluluktan Kaçis
Sorumluluk denince çogu insanin aklina, ailesi, çalistigi kurum ve
dostlarina karsi “görevleri” gelir, ama kisinin kendisine karsi görevi
olan “iyi yasama sorumlulugu”ndan pek söz edilmez. Baskalarina karsi sorumluluklarimiz
oldugu kaçinilmaz bir gerçek olmakla birlikte,
bazen bunu kendimize karsi sorumluluklarimizi görmezden
gelmek için kullanmak da sorumsuzluktur.
“Önce kendine, sonra baskalarina” ilkesi ilk bakista bencilce bir yaklasim
olarak degerlendirilebilir. Ne var ki, bir insan
ancak kendisine verebildiginde diger
insanlara da “gerçek anlamda” verecek seyi
olur.
Örnegin çocuk,
ihtiyaçlarini bir görev yaparcasina karsilayan
ana-babadan çok, kendisini dürüstçe “yasama” ve
yasama dogrudan “katilma” yürekliligini gösterebilen bir ana-babayi yegler. Çünkü yasayan
ve ona nasil yasanabilecegi
konusunda örnek olabilecek bir modele ihtiyaci vardir.
“Böyle olaylar hep beni bulur!”, ya da “Gördünüz
mü, yine basima neler geldi!” sözleriyle
alinyazisi ve kötü talih
kavramlari sorumluluklarimizi görmemek için sik sik kullanilan
gerekçelerdir.
Bir insanin isini benimsemesi ve görevlerine özen göstermesi
onun kendine karsi olan sorumlulugunun dogal
bir parçasidir. Ama bir insan her gece evine is götürüyorsa,
hafta sonlari da çalisma yerine ugramadan edemiyorsa, tatil günlerinde de evinde
kendisine is üretiyorsa ya da çalisma saatleri disinda
da sürekli isinden söz ediyorsa, o zaman durum farklilasir ve kisinin çalisma yasami kendine karsi olan sorumluluklarindan kaçmak için kullandigi bir uyusturucu
durumuna gelir.
Sik kullanilan kaçis mekanizmalarindan biri de kisinin sorumluluklarini kendisi disindaki kisilere
ya da durumlara aitmis gibi algilamasi biçiminde
görülür. Günlük yasamda bu tür tepkileri herkes her zaman
gösterebilirse de bazi insanlarda süreklilik kazanmistir. Bu insanlar kendi davranislarinin sonucunda ortaya çikan olumsuz durumlarin
baska insanlardan ve durumlardan kaynaklandigini savunurlar. Sinavinda basarisiz olan bir ögrenci,
durumu, sorularin anlasilabilir olmamasi ya da ögretmenin hakça davranmamasiyla açiklayabilir; bir
dostuyla arasi açilan bir digeri, durumun tüm
sorumlulugu karsi tarafin
davranislarinda arayabilir. Bu tür
durumlar özellikle kari-koca iliskilerinde
sik yasanir.
Kuskusuz,
bazen yasadigimiz
bazi olaylardan çikardigimiz
sonuçlar bilgiye dönüsür, bazen ise edindigimiz bazi bilgileri sonradan yasantiya dönüstürürüz.
Ama genelde, yasantiya dönüsmemis bilgi gerçek bilgi degildir. Ya da Konfüçyüs’ün deyisiyle, “Bilmek uygulamaktir!”.
Öyle zaman olur ki, sorumlulugumuzun bir baskasi tarafindan üstlenilmesini
isteriz. Bazen ise bir diger insanin sorumlulugunu üstlenmemiz gerekir. Bir baska deyisle,
arada bir çocuk olur ya da çocuk olma ihtiyacinda olan bir
yakinimizin ana ya da babasi oluruz. Dengeli bir biçimde olmak kosuluyla bu tür dayanismalar,
yasamin dogal
bir parçasidir. Çünkü aslinda kimse kendi kendine yeterli olamaz. Insanlara gerektiginde “Hayir!” diyebilmek
ve bundan ötürü suçlanmamak kadar, onlardan bir seyler isteyebilmek ve beklentilerimizi,
hissettirebilmek de kendimize karsi sorumlulugumuzun bir parçasidir. Insanlara verebilmek de öyle…
Ancak bir gerçegin tekrar altini çizersek: Bir insanin kendisine
karsi sorumluluklariyla baskalarina karsi sorumluluklari iç içe
geçmis tek bir olgudur, birbirinden
soyutlanamaz.
Insan bir zaman tüketicisidir. Üstelik
bize ayrilan bu zaman oldukça sinirlidir da. Ama yine de çogumuz yapmak istediklerimizi sonsuza dek zamanimiz
varmisçasina erteleriz. Yasamimiz boyunca yitirdigimiz
bazi seyleri yeniden elde edebilir ya da yerine
baska seyler
koyabiliriz. Ama tükettigimiz zamani asla!
Yalnizlik
Yaratici insan ancak yalniz kalabildigi zaman içsel dünyasinin zenginliklerine inebilir ve
bunlari sonradan, müzik, görsel sanatlar, edebiyat ya da bilimsel ve
teknolojik buluslar olarak bize ulastirabilir. Bundan ötürü, gerçek anlamda yaratici
bir insan yaraticilik sürecini yasarken
kendisini yalniz hissetmez; yaratmakta oldugu ürünün
diger insanlar tarafindan anlasilabilecegi
ve kabul edilebilecegi umudunu tasidigindan, aslinda yalniz degildir.
Içinde yasadigimiz kültür yetiskinlerin
birbirine sevecen davranmasina zaten elverisli
olmadigindan ve dolayisiyla durumun sonradan
onarilmasini saglayabilecek bir ortam da bulunmadigindan, sonunda çevresinden soyutlanmis, içine dönük ve sevgi verilse de alamayan bir yetiskin karakteri olusur.
Böylesi bir yalnizlik bazen, bir insanin kendisine acimasi biçiminde yasanan yalnizligin
da ötesinde yogun bir soyutlanmaya yol açabilir. Bu,
gerçek yalnizliktir: Böyle bir insanin, geçmisinde
var olmus insanlarin izleri silindigi gibi, gelecek yasaminda
yeni iliskiler kurabilme umudu ve beklentisi de
yoktur. Bu denli yogun yasanan
yalnizligin özelligi, kisinin kendisinin de
yalnizligina yabanci olmasidir.
Gerçek yalnizlik her insani korkutur. Buna
karsilik yalniz kalmaktan korkmak bir insandan
digerine farklilik gösterir. Kimi insan için
bir bozkirin sonsuzlugunu seyretmek bile ürkütücü duygularin
yasanmasina neden olurken, bir digeri için doga
ile bas basa
kalmak doyurucu bir yasantidir. Kimi insan mutlak sessizlikte
panige kapilabildigi halde, bir digerinde
böyle bir durum dinlendirici bir etki yaratabilir. Bu farkindaligin ardindaki neden, yasadigimiz kültürden kaynaklanmaktadir.
Bir insanin yalnizligi, yalnizligin
bosluguna
ve ürkütücülügüne karsi gelistirdigi savunma
mekanizmalariyla da anlasilabilir. Sürekli ve asiri yemek yeme, anlamsizca ve sürekli bir seyler satin alma, seçim yapmaksizin art arda filim ya
da TV seyretme, amaçsizca vitrinleri izlemeyi aliskanlik
haline getirme bunlar arasinda sayilabilir.
Çogu
narsisist insan, davranislarinin bilincinde degildir. Için
için bir suçluluk yasarsa da bunun insanlara bir sey vermemesinden kaynaklandigini göremez. Kimi ise durumu biraz fark eder gibi
olsa da görmezden gelme egilimindedir ve bu tür davranislarini sürdürür. Çünkü baska bir türlü iliski
kurmayi ögrenememistir,
dolayisiyla seçenegi de yoktur. Bu insanlar hepimizin çevresinde
bulunur ve zaman zaman bizde kizginlik yaratirlar. Yalnizca isi düstügü ya da dert anlatmak için bizi arayanlar, karsilastigimizda bizim o andaki kosullarimiz
ne olursa olsun sürekli kendilerinden ve sorunlarindan söz edenler oldukça sik
yasadigimiz örneklerdir.
Böyle insanlar gerçekten bizi görmek istedikleri için degil, o anda yalniz kalmak istemedikleri için bizi
ararlar.
Narsisist insan, aslinda kendi anne ya da
babasinin narsizminin ürünüdür. Bir baska
deyisle, vaktiyle anne veya babasi onu
kendi uzantisi olarak algilamis oldugu için kendisi de diger
insanlari öyle algilar. Dolayisiyla, narsisist egilimleri olan insanlar daima birbirini bulurlar. Çünkü
özerk ve bireylesmis bir
insan bu tür iliskiyi zaten sürdüremez.
Seçilen sözcükten de anlasildigi gibi, narsisist
insan kendisiyle bir tür sevgi iliskisi
içerisindedir. Çünkü yalnizdir. Insanlarla
birlikte oldugunda da yalnizdir, ama onlarla iliski halinde oldugu
sanisindadir. Narsisist kisi, bir yandan için için
asagilik
duygulari yasarken, bir yandan da kendisine hayranmisçasina davranir. Kendisini elestirmeye kalkisan
insanlari kötü niyetli ve düsman
olarak algilar.
Narsisist insan, çalisma yasamindaki yardimcilarini,
esini ve çocuklarini da kendi
varliginin bir uzantisi gibi görürü.
Dolayisiyla bu insanlar onun ihtiyaçlarini karsilamakla yükümlüdürler.
Ortakyasam Iliskisi
Ortakyasam
kurma egiliminde olan kisiler, yasamlarinda
karsi cinsten birinin olmadigi zamanlarda da sürekli ve seçim yapmaksizin diger insanlarla birlikte olma geregini duyarlar. Birlikte olduklari insanlar da
ayni egilimde kisilerdir.
Ancak hiçbiri bu beraberliklerin gerçek
bir seçim olmadiginin bilincinde degildir. Bu nedenle böylesine iliskilerde, yüz yüzeyken dostluk gösterip sonra arkadan
konusma sik rastlanan bir olgudur.
Ortalama insan, beraberlikten sagladigi doyum ortak
noktasina ulasip da inise
geçmeye basladigi ani çabuk
fark eder ve ileride yeniden bir araya gelme istegiyle
beraberlige toplumsal kurallar çerçevesinde son
verir. Esasen böyle bir noktaya gelindigini
kisiler genellikle karsilikli ve yaklasik
olarak ayni zamanda fark ederler ve kimse kendisini engellenmis hissetmez.
Kimi kadin erkegin üzerinde gerçek bir egemenlik kurdugu anda onu küçümsemeye baslayabilir. Eger
erkegin mazosist
egilimleri yogunsa,
iliski kadinin erkegi sürekli horlamasi biçiminde sürebilir.
Ancak çogu kez bu noktaya gelindiginde erkek kadindan uzaklasarak, baska
kadinlarla iliski kurarak ya da mazosizmini sadizme dönüstürerek
kadinin esasen temelsiz olan özgüveninin yikilmasini saglayabilir ve bu kez roller degisir. Kadin nasil olsa
elinin altinda oldugunu sandigi erkekte
olusan bu degisiklikten ötürü bozguna ugrar ve bu kez mazosist
ortak rolünü benimser.
Saglikli bir
anne modelinden yoksun büyümüs kadinlardaki kimlik
bunalimi çesitli biçimlerde yasanabilir. Kimi kadin erkeksi bir
sorumluluk üstlenerek erkeginden daha erkek
olma çabasindadir. Böyle kadinlar ev isleriyle
ugrasan,
yemek ve pasta tarifleriyle ilgilenen ya da çay toplantilarina katilan
kadinlari küçümserler. Onlara göre bu etkinlikler kadinin güçsüzlügünün simgesidir. Önyargili olduklarindan ev
kadinligi kimliginin
yaratici ve yapici yönlerini göremezler. Kimi ise ev kadinligi çerçevesi içerisinde bir egemenlik kurmustur. Böylece bir yandan erkegine ve çocuklarina yönelik sadizmini, diger yandan kendine yönelik mazosizmini yasar.
Sahip oldugu iliskileri
degerlendirecegi
yerde, ait olmadigi bir dünyada yasadigi inancindadir ve
ulasabilme firsatini kaçirdigini sandigi baska bir dünyanin özlemini yasar. Böylesi kadinlar, fotoromanlara, romantik konulu
filmlere ve bazi ünlü kisilerin
inisli çikisli yasamlarina büyük ilgi duyarlar.
Bazi kadinlar cinsel rollerine iliskin yetersizliklerini kendilerini mesleki ve
entelektüel alanlarda gelistirerek ödünlemeye çalisir ve kendi kadinliklarina daha da yabancilasirlar. Böylesi kadinlar erkelerle bir tür yarisa girerler. Bu yaris entelektüel
güçleriyle erkekleri hadimlastirma egilimlerini de içerebilir. Ne var ki bu yönde basari kazansalar da bunu duygusal yasamlarindaki bosluk
ve yalnizlikla öderler.
Kimi kadinlar ise kadinligina iliskin
güvensizligini baska
bir biçimde ödünlemeye ve erkekleri bastan çikarak
gücünü kanitlamaya çalisabilir. Bu, çapkin
baba modelini benimsemis ya da annelerinden çok bunalmis kadinlarda daha sik görülür. Bu tür davranislar erkeklere karsi bir
tür zafer kazanma ögesini tasidigi gibi, ulasilamamis baba sevgisini arayan küçük kiz davranislarini da içerebilir.
Orgazm olma, erkege tümden teslim olma ve dolayisiyla yok olma anlamina
geldiginden, bazi kadinlar kendilerini bu
doyumdan engelleyerek erkege yönelik sadist ve
kendilerine yönelik mazosist egilimlerine
doyum saglarlar. Bir baska deyisle,
orgazm olamamanin gerisinde kendine ve erkege
yönelik bilinçdisi öfke ve düsmanlik duygulari bulunur. Bu, kadinlarin sik sik
kullandiklari bir bilinçdisi öç alma
yoludur. Olgunlasmamis olmanin
ve hâlâ anne baba sevgisi beklemekte olmanin bir belirtisidir.
Çapkinlik, toplumun önemli bir kesiminin
gözünde erkegin erkekligini
kanitlayan bir davranis biçimidir. Böyle
bir önyargi ile yaklasildiginda, bu olgunun gerisinde kisinin erkeklik kimligine
iliskin bir kaygi yasamakta oldugu
gerçegi de kolayca gözden kaçabilir. Çesitli biçimlerde yasanabilen
bu kaygi, kökenini çocukluk yillarindan ve uyumsuz anne-ogul iliskilerinden alir.
Cinsel davranislar bazen kendi doyumunu ikinci plana birakarak kadina
en üst düzeyde doyum saglamaya yöneliktir. Kimi
ise kadinin gerçeklerini hiç göz önünde bulundurmadan yalnizca kendi narsisist
isteklerine doyum saglamaya çalisir ki böyle durumlarda önemli olan iliski degil bosalmadir.
Bosalmanin
gerilim giderici etkisiyle gevseyen erkegin sirtini dönüp uyumasi ise
kadinin çileden çikmasina neden olur. Çogu kadin böyle durumlarda “kullanilmis olma”nin öfkesini tasir. Aslinda her iki taraf da bir yandan birbirinden
korkmakta ve birbirine karsi bilinçli ya da
bilinçdisi saldirgan egilimler yasamakta
diger yandan da vaktiyle
bulamadiklari sevgiye ulasma umudunu tasimaktadir. Ancak sevginin nasil yasanacagi ögrenilmemis oldugu için ikisi de aslinda birbirine sahip olmaya,
dolayisiyla birbirini kullanmaya çalismaktadir.
Ortakyasam
kurma öyle güçlü bir egilimdir ki bazi insanlar duygusal
dünyalarini tümden bu tutku çevresinde yasarlar. Böyle bir insan yalniz kalmaya katlanamaz.
Güzel bir manzarayi seyrederken sevdigi
insanin kendisiyle birlikte olmasinin ya da bu yasantisini paylasabilecegi
birinin bulunmamasinin üzüntüsünü yasar.
Bu duygulari arada bir yasanmasi evrensel
nitelikte ve insanca bir olgu olmakla birlikte, sürekli olarak kisiyi egemenligi
altina aldiginda durum farklilasir. Örnegin,
insanlar vardir, dostlariyla birlikte kalabalik bir yere gittiklerinde orada
gözleriyle birini arar ve o kisinin haberi olmaksizin
onunla bir iliskiyi düslerler.
Birlikte olduklari kisiyle cinsel iliskide
bulunurken baska birini düsleyen
insanlar vardir. Gerçegi yasayamamanin
ve degerlendirememenin boslugunu düslerinde gidermeye çalisirlar. Bu, kadinlarda daha sik görülen bir egilimdir. Bir iliskiyi sürdürebilmek, baslatmaktan daha zordur…
Ortakyasam
kurma egiliminde olan kisileri bir yanilgisi da,
tüm çabalarini karsi cinsle olan iliskilerine odaklastirip
diger insan iliskilerini önemsememe
egilimidir. Iliski bir sanattir ve bu
konuda karsi cinsle olan iliskilerle genel olarak insan iliskileri birbirinden soyutlanamaz. Yine bunun içindir ki
insan iliskilerinde basarisiz
bazi kisiler günün birinde meçhul bir prens ya da
prensesin gelip kendilerini kurtarmasini beklerler, ama çogu kez bir ömür boyu beklerler. Bu egilim, yine kadinlarda daha yaygindir.
Özellikle kadinlarda gözlemlenen bir diger ortakyasam
kurma egilimi ise simgeselplatonik bir nitelik tasir. Bir erkege
yönelik olarak gelistirilen tutku uzaktan yasanir. Duygularin dogrudan
açiga vurulmadigi bu
gibi durumlarda, seçilen erkek genellikle kadindan daha yaslidir ve bazen durumun farkinda bile degildir. Bazi olgularda bir ömür boyu
sürebilen bu durumlar kökenini çocukluk yillarinda olusan bir baba tutkusundan alir.
Ortakyasam
iliskilerine genellikle eslik eden güçlü bir duygu da kiskançliktir. Bu
duygu çogu kez kökenini çocukluk yillarina iliskin çözümlenmemis kaygilarin
(kiz çocugunun babayi anneden, erkek çocugun anneyi babadan kiskanmasi) almakla birlikte, yetiskin insan için bu olguyu olgunlasmamis ve cinsel kimligini yeterince gelistirememis olmanin bir belirtisi olarak tanimlayabiliriz.
Arada bir kiskanilmis olmak bazi insanlar için benligi oksayici bir etki
yaratabilirse de gerçekdisi olaylarin nedeni olarak sürekli
suçlanmak insani bunaltir ve birlikte oldugu
kisiye saygisini yitirmesine neden olur.
Aslinda evliligin eslerin kisisel gelisim
olanaklarini engellememesi gerekir. Ancak içinde yasadigimiz toplum yapisinda bu
gerçeklestirilmesi oldukça güç bir
durumdur. Çünkü toplum genel olarak hâlâ, evlilik içerisinde eslerin bireylesme çabalarini sürdürmelerini
evlilik kurumuna karsi bir tehdit olarak algilamakta ve
gerçegin tam bunun karsiti oldugunu
degerlendirememektedir.
Nevrotik Kisirdöngü
Çogu
kez deneyim dedigimiz sey
geçmiste yaptigimiz
yanlislardir. Oysa nevrotik kisirdöngüye kapilmis kisi,
zorlanma durumlarini yenmek için çaba gösterecegi yerde onlardan kaçinmaya çalisir. Bu davranislarinin çikarlarina
ters düstügünü ve
katiliginin farkli çözüm
yollarini görebilmesini engelledigini
görmezden gelir. Mantikdisi ve uyumsuz nitelikteki davranislarinin farkindadir, ama bunlari sürekli
zihninden uzak tutmaya çalisir.
Nevrotik kisi,
mutsuz, kaygili, çevresiyle iliskilerinde
etkisiz ve suçluluk duygulari içinde yasayan
biridir. Onlar tehlikeye karsi asiri duyarlidirlar. Bu kisiler, bir yandan durumundan yakinirken, öte
yandan bu durumun kendisinden kaynaklandigini göremezler.
Nevrotik insan, sürekli olarak kendi
duygulari, kendi umutlari ve kendi sorunlariyla ilgilidir. Tüm çabasi kendi bütünlügünü korumaya yönelik oldugundan diger
insanlarla ilgilenmez ve onlara verecek pek az seyi olur. Yetersizlik duygularindan kurtulabilmek
amaciyla güçlü bir es arar, ona tutunarak yasamini güvenlik altina almaya ve bir anlam
bulmaya çalisir. Ancak bu umutlar, kendi yetersizligi sonucu düs kirikligiyla sonuçlanir.
Nevrotik kisinin
bir diger ilginç özelligi, ayni hatalari art arda yineleme egilimidir. Örnegin,
kendi ihtiyaçlarini bir kenara iterek davranislarini hoslandigi erkegin
beklentilerine göre ayarlayan bir kadin bir süre sonra bu erkegi yitirebilir. Çünkü giderek egemenlik kurma
egilimine dönüsen
tutumu erkegin özgürlügünü özlemesine neden olabilir. Bu nedenledir ki,
bu kadin, ikinci bir iliskiye girdiginde
davranislarina hiçbir degisiklik getirmeksizin eski
tutumunu yeniden sürdürebilir ve dogal
olarak ayni olumsuz sonuçla karsilasir.
Nevrotik kisi
olaylar hakkinda derhal yorum yapar. Yeterince veri olmaksizin yaptigi bu yorumlarin dogru
olup olmadigi üzerinde hiç düsünmez. Örnegin,
tanidigi bir erkekle bir
kadini birlikte gördügünde derhal aralarinda
bir iliski oldugu
sonucuna varir ve üstelik bunu gerçekmisçesine çevresine
aktararak düsmanca egilimlerine
doyum saglar.
Nevrotik döngünün yukarida sayilan ortak
belirtilerinin tümü birden ayni insanda bulunmaz. Davranislari nevrotik ögelerden
tümden arinmis çagdas bir insan da düsünülemez. Önemli
olan, insanin ne oranda bir nevrotik kisirdöngü içinde tutsak kalmis oldugudur.
Bu baglamda
denilebilir ki, kendini gerçeklestirme,
kendini yasamayi göze alabilecek yürekliligi gösterebilmeyi ve kisirdöngülerden özgürlesebilmeyi tanimlar. Bir insanin kendi kisirdöngülerinin
tümünü görebilmesi, gerçeklesmesi
olanaksiz bir durumdur. Böyle bir durumun gerçeklesmis oldugunu varsaysak bile bu, o insanin kisirdöngülerinden
arinabilecegi anlamini tasimaz.
Yasam ve Ölüm
Kendisine ayrilan zamanin sinirli oldugunun ve bir gün yasaminin
sona ereceginin bilincinde olmak,
insani anlamli yasayip yasamadigi konusunda
kaygilandirir.
Her insan bagimlilik
ve özgürlük ya da boyun egme ve kendine yön verme
egilimlerinin yarattigi çatisma
ile dünyaya gelir. Çünkü dogum
olayi, bir diger insana tümden bagimli ve çaba gerektirmeyen bir durumdan,
ayri bir varlik olmayi ve kendi eylemlerinin sorumlulugunu üstlenmeyi gerektiren bir yasama geçisi
temsil eder. Insanin kendi sorumlulugunun dogrultusunda
gösterdigi çaba hayatin özüdür. Ne var ki
bazi insanlar bu çabayi gösterecekleri yerde, vaktiyle dölyatagiyla kurduklari beraberligi yasamlarinda da gerçeklestirmeyi yeglerler.
Böyle bir seçim, beraberligin içinde yok olma
anlamina gelir, ölümü simgeler.
Insan gençken zamani, kaç yil
geride biraktigini düsünerek
degerlendirir. Kaç yili kaldigini düsünmeye basladigi andan itibaren de
orta yasa girmis olur.
Organizmanin artik eskimeye basladigini animsatan saglik sorunlari, çocuklarin bagimsizliklarini kazanmaya baslamalarinin yarattigi bosluk, bazi yasitlarin
erken ölümü, vb. durumlar da göz önünde bulunduruldugunda bu tür bir degisikligi kabul edebilmenin
kolay olmadigi anlasilabilir.
Yaslilik, çogu insanin sandigi gibi
duragan ve degismez bir dönem degildir.
Yasamin tüm evrelerinin zorlanmalarina karsin var olabilmis olabilmenin
güçlülügünü ve bilgeligini içerir. Özellikle de merak ve hayret
tepkilerini sürdürebilen yaslilar gerçekten
dinamizmi olan varliklardir.
Yasli
insan, bir yandan gidenin yerine konacak kimse olmamasinin yarattigi yalnizligin
ve toplumsal statüyü yitirmis olmanin
getirdigi rol yoksunlugunun acisini yasar,
bir yandan da kendini ölümsüzlestirmenin
yollarini arastirir. Bu nedenle yasli insanin zamanla iliskisi ölümünden sonrasini da içerir. Miras
düzenlemeleri, gençlere daha çok destek olma çabalari ve hayir
yapma girisimlerinin temelinde geride bir iz birakma
istegi bulunur.
Kronolojik yasini kabul edemeyen ve buna uygun bir yas sürdüremeyen kisi
olgunlasmamis bir
varliktir. Bunun bedelini suçluluk duygulariyla öder. Olgunlasmamis olmak, yalnizca
kronolojik yastan önceki döneme ait davranislari içermez. Insanlar
vardir, davranislari kronolojik yaslarina oranla daha “yasli”dir.
Aslinda bu insanlarin içinde baski altinda
tutulan bir çocuk bulunur, ama onun varligini fark
edemezler. Çünkü bu çocugun
bilinç düzeyine ulasarak davranislarda
varligini göstermesi, kati, kuralci ve
baskici bir ortam içinde yetismis olan bu insanlar için asla kabul edilemeyecek
bir durumdur. Hangi yasta olursa olsunlar, bu insanlarla birlikte
olmak insana kasvet verir. Ihtiyar
yüzlü bilgiç çocuklar ya da sicak duygusal tepkilerden
yoksun, çizgileri asagiya
sarkik bir maske takmis yetiskinler
aslinda ölümü simgeler. O nedenle bize ürkütücü gelirler, ama bu
ürküntüyü yenip de dikkatle inceleyebildigimizde,
yasli davranislarinin aslinda çocuksu ögeler tasidigini ve hatta bazen büyük
rolü oynamaya çalisan çocuklari animsattiklarini seçebiliriz.
Bir baska
deyisle, yasindan daha “yasli davranan” insan, aslinda yasindan
geridedir. Gerçekte her yasta her sey yasanabilir, ama yasini da yasayarak!
Esya,
para ya da iktidar sahibi olma istegi
tutku düzeyine ulastiginda,
para, esya ve iktidar insana sahip olmaya ve onu
yönetmeye baslar. Bu, uyusturucu
madde ya da kumar tutkulari gibi engellenmesi güç bir dürtüdür. Insanin varolusuna
bir anlam katamamis olmasinin, boslugunun, kendini degersiz bulmasinin ve yalnizliginin anlatimidir.
Bir insanin kendini yalniz hissettigi zamanlarda kendisine bir sey almak istemesi olagan
bir davranis sayilabilir. Ama çiktigi gezilerde gördükleriyle ilgilenecegi ve anini yasayacagi yerde alisveris krizine giren insanlar alkol krizine giren
insanlara benzerler. Kendilerini kabul edememis olmanin
acisiyla yüzlesmeyi göze alamadiklari için bosluklari içki ya da esya ile doldurmaya çalisir, ama daha büyük bir bosluga düserler.
Dünyada iki tür insan vardir:
1. Yasayanlar,
2. Yasayanlari seyredip
elestirenler.
Burada, seyretmek ölümü, katilmak ise yasami simgeler.
Yasamak,
kendisi olabilmeyi ve yasama etkin bir biçimde katilabilmeyi
tanimlar. Bu, insanin kendi sorumlulugunu,
bir baska deyisle,
hayatina anlam katma sorumlulugunu içerir. Sorumlulugunu üstlenen kisi özgürdür. Özgür
insan ise daha az korkar, onun için sevebilir!
Kendini Yasamak
Geçmisin
insaniyla günümüz insaninin sorunlari elbette birbirinden farklidir, ama
eski insanlara oranla daha mutsuz oldugumuz
söylenemez. Geçmiste insanlar, geleneklerin sagladigi koruyucu ortam
içerisinde, günümüz insaninin yasamakta
oldugu yalnizlik, anlamsizlik ve yabancilasma gibi duygulari pek tanimiyorlardi. Ama
geleneklerin koruyuculugunu özgürlüklerinden
vazgeçerek ödemislerdi ve yasadiklari toplumsal
ortam kendilerini gerçeklestirebilmek için bugüne
oranla çok daha az elverisliydi.
Eskiden insanlar sessizce aci
çekerlerdi. Simdi ise bunu dile getiriyor,
sorunlarini tartisiyor. Üstelik aci çekmeyi
kaderin getirdigi bir olgu olarak kabul etmiyor ve isyan
ediyorlar. Bununla da yetinmeyerek mutluluga
ulasmak için çaba harciyorlar.
Herkesin içinde bir hayvan vardir. Bu, kisiligin yikici oldugu kadar canli ve yaratici bir yönüdür
de. Insanda kalitsal olarak var olan saldirgan
potansiyel bireyin olumsuz yasantilari sonucu
gelisen düsmanca
egilimlerle etkinlik kazanir. Bu egilimleri denetim altina almak için gelistirilen kaçinma tepkileri, içimizdeki hayvanin yasama canlilik ve yaraticilik katan yönlerinin de
kapatilmasina neden olur. Hayvanini kilit altinda tutan insan, asiri mantikli, yaraticiliktan yoksun ve sönük bir
varliktir.
Düsmanca
egilimlerini tanimaya ve kabul etmeye baslayan insan, davranislarini kendisi
için ne denli zararli oldugunu görmeye baslar ve bundan rahatsiz olur. Çünkü insan
hakli oldugunu kolayca kabul eder, ama yanilmis oldugunun
kabul etmek benlige indirilmis bir
darbe olarak yasanir. Ama bu rahatsizligin olumlu bir yani da vardir: Insani bir seyler
yapmaya güdüler. Düsmanca senaryolarin yerine neler koyabilecegini ise kendi dogasindan
bulup çikarabilir. Örnegin,
kizginlik tepkilerini aninda fark ederek, yasanmakta
olan durumu en uygun biçimde disa
vurabilme çabalari basariya ulastiginda düsmanca egilimlere
neden olan birikimler de ortadan kalkar.
Içimizdeki hayvan ölçüsüz bir davranisa neden oldugunda
onu affedebilmeliyiz. Suçluluk duyacagimiz
bir davranisa neden oldugunda
bunu büyütmek yerine onarmaya çalismaliyiz. Üstelik
arada bir bize zararsiz biçimde egemen olabilmesine de firsat tanimaliyiz. Eger bir isi
yapmaya üseniyorsak, düsünmeliyiz. Eger
bir isi yapmadigimizda çok
huzursuz olacaksak onu bir an önce yapmaliyiz. Ama o isi gerçekten yapmak istemiyorsak kendimizi suçlamadan
baska bir sey
yapip keyfini çikarmaliyiz. Arada bir zararsiz bir çilginlik yapmak
bize iyi gelir!
Jestler birincil, konusma ikincildir. Konusma
ise yaramadiginda
jestler yine ön plana gelir. Bu bazi Kizilderili kabilelerinde o kadar
önemlidir ki, insanlar gece karanlikta konusmazlar.
Günümüzde de bazi insanbilimciler, yaptiklari arastirmalar sonucu, insanlararasi etkilesimde jest, mimik ve bedensel davranislarin sözcüklerden daha büyük önem tasidigi görünüsünü savunuyorlar. Çagdas psikolojik tedavi
ekolleri de tedaviye gelen kisilerin
anlattiklarindan çok, tedavi odasinda gösterdigi sözsüz davranislara önem
verirler.
Birçok insan belirli bir olay gerçeklesirse mutlu olacagi yanilgisindadir.
Mutlulugun kendilerini bulmasini bekler ve
mutluluga “bir seyler yasanarak” ulasilabilecegini
görmezler. Bir seyler yasamak,
bir seylerle “birlikte yasamak” anlamina gelir. Duygular insanin içinde olusan bagimsiz yasantilar degil,
dis dünyayla birlikte yasarken insanin içinde olusan
olgulardir. Bir insan herhangi bir anda “…’den hoslaniyor”, “…’i umut ediyor”, “…’a
kiziyor”, “…’ye çabaliyor” durumlarindan birini yasar. Bir baska
deyisle, yasanti öznel
degil etkilesimseldir. Önce
dista bir olay olup sonradan duygu yasanmaz. Olay oldugu
anda etkilesim de olur. Çünkü olay
süregelirken kisinin kendisi de degisiklige ugramistir.
Kimi insan almadan vermekte direnir, kimi ise
karsiligini alabilmek
için verir. Oysa almak ve vermek ayni anda yasanan olgulardir. Kendimizi hissederek ve hissettirerek
verdigimizde bunu karsi taraf algilar ve o da kendisini hissettirir.
Onu hissedebilmek de bize bir sey
verir. Bu öylesi bir yasantidir ki, o anda
insanlar ayri varliklar olduklarinin bilincinde degildir. Ama benligini
böylesine paylasmak, bir insana tutsak olmaktan çok
farklidir. Bu, sevginin kendisidir.
Insanlar sürekli seçim yaparlar,
ama çogu bunu kabul etmek istemez. Denize girmek
için kiyiya gelen üç kisiden
birisi derhal suya dalabilir, digeri
sonunda nasil olsa girecegini bildigi
halde bir süre suyun soguklugunu
deneyerek vakit geçirdikten sonra girebilir, sonuncusu ise girmekten
vazgeçebilir ve girenleri seyreder. Bu bir seçimdir ve insanlar nasil
isterse öyle “olur”. Ama seçimlerin sonuçlarini kabullenmesi kosuluyla!
Bugün insanlarin birbirinin karsiti iki egilimi
dogustan
getirdigine inaniyorum. Bir yanda dostlugu, sevgiyi ve yardimlasmayi içeren
bir egilim, diger
yanda bencillige ve bozup yikmaya yatkin bir egilim. Her insanda bu egilimlerin
ikisi de var; ama hangi egilimin egemen olacagini bireyin dogdugu andan bu ana geçire geldigi yasantilar belirliyor. Bir
baska deyisle,
dogustan
gizil olarak var olan bu egilimler çevreden
gelen uyarilanlarla pekistirilir. Destek ve dayanisma ortaminda yetisen
bir insanda olumlu ve yapici duygular, kendini gerçeklestirme yollarini engelleyen bir ortamda büyüyen
bir insandaysa bencil ve yikici egilimler
etkinlik kazanir.
RASTGELE BEN
Günün birinde Manhattan gökdelenlerinden
birinde yangin çikmis. Herkes tasinabilir
degerli esyalarini alip
merdivenlerden asagi iniyormus. Bir ara otuz birinci katta oturan adam
elinde üzeri örtülü bir nesne tasiyormus. Üst kat komsusu ‘Herkes;
yükte hafif pahada agir bir seyler
kaçirirken elindeki o sey ne?’ , diye
sormus merakla. ‘Örtünün altinda
kafes, içinde de horoz var’ cevabini alinca düsüp bayilmis.
Merdivendeki komsular basina üsüsüp onu
ayiltmaya çalismislar.
Adam nihayet kendine gelmeye basladiginda ‘Binada yangin varken bayilmanin
sirasi miydi?’ diye çikismislar. ‘Nasil bayilmam,’ demis adam. ‘New York’un otuz birinci katinda
horoz sesi duyuyorum diye yillardir Psikiyatriste gidiyorum.’
Dipsiz Kuyuda Yolculuk
Albert Einstein, “Delilik, sürekli ayni seyleri yapip farkli. Sonuçlar beklemektir.” demisti. Zaman zaman hepimizin yaptigi sey,
ama önemli olan bu çikmaz sokak ritüellerinin hayatimiza ne oranda
egemen oldugu.
Orta yasli psikiyatristlerin
egemenliginde olan bir bilim dalinda “orta yas psikiyatrisi” diye bir alanin gelisme sansi olamaz.
Bana sorarsaniz, yasam döngüsünü evrelere ayirdigimizda, bu evrelerin en duragani orta yastir
derim. Sistemin bireyi kendi degerler agina katarak tepe tepe kullanip ögüttügü yillar. Özellikle
de basarili ve iktidar sahibi olduklarina
inananlar için tuzaklarla dolu. Elinde bulundurduguna
inandigi gücü kaybetme endiselerinin Alzheimer olma korkulariyla tezahür ettigi dönem.
Memlekette “Kirkindan sonra azani tenesir paklar” zihniyeti hala sürdürülmekte iken
Amerika’da karsi cinsten yaslilarin bulusup
hosça vakit geçirmeleri için kulüpler,
dernekler olusturuldu. Bu arada, yaslilari psikiyatri hastanelerine yerlestirerek onlardan kurtulmaya çalisanlar da vardi. Günümüzde imkâni olan
Amerikali yaslilar Florida, Güney Kaliforniya gibi
yerlerde alt kültür komünleri halinde yasiyorlar.
Dönüsüm hizi azitmis bir dünyaya yabancilasmaktan korunmak için iyi bir yöntem aslinda. Dünya
sana sirtini döndügünde, kendi dünyani yarat
ilkesi üzerine kurulu.
Ailemin ötesindeki dünyada da yaslilik sorunlari ya da çocuklarina
muhtaç olma gibi kavramlar yoktu. Gençlerin yaslilara ayiracak zamanlan hep vardi. Zaten, “zaman
ayirma” diye ruhsuz deyimler de yoktu, iliskiler
kendiliginden akardi. Yasam süresi günümüze göre kisaydi. Insanlar belirli bir yasa
geldiklerinde önce hastalanir, ardindan hayata veda ederlerdi. Tip onlari
daha uzun yasatacak yöntemlere sahip olmadigindan dogal ölünürdü.
Dolayisiyla yaslilar genellikle
dinç insanlardi. Çevremde hiç bunama yoktu, Alzheimer zaten
duyulmamisti.
Istenmeyen yasli duyulmus sey degildi, bu olguyla ilk kez Amerika’da karsilastim. Yaslilik ölümü çagristirir. Ölüm ise “Aman Allah
korusun!” deyip geçistirilmeye çalisilan tabu bir konu.
Yetmisli
yillarin sonlarinda Amerikali psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un
sonradan dilimize Ölüm ve Ölmek Üzerine adiyla çevrilen kitabi ile karsilasmam benim için bir
devrim oldu. Kübler-Ross terminal evrede, yani ölüme yaklasmis olan hastalarin yasantilarin üzerine yaptigi kapsamli arastirmadan
edindigi izlenimleri bu kitapta toplamisti.
Yakin gelecekte öleceklerini bilen
insanlarda, hayatin bir yandan her zamanki gibi devam ettigini anlatmasi bakimindan da ilginç bir
kitap. Yaklasik on günlük ömrü kaldigini bildigi
halde bir yakinina kizip intihar eden adam örneginde
oldugu gibi.
Kitap sadece ölümcül hastaliklara
yakalanan insanlar hakkinda degil; hayatinin son
dönemlerini yasamakta olan insanlarin yasadiklari hakkinda da önemli
ipuçlari içeriyor.
O kitaptan ögrendigim iki sey,
geçmiste yasli yakinlarimla
olan iliskilerimde çok ise yaradi. Ilki,
yaklasmakta olan ölümlerinden söz
ettiklerinde, konusmalarini paylasmanin ya da en azindan dinlemenin önemiydi. Digeri ise ölümlerinin yaklastigini sezen insanlarin,
dolayli bir sekilde de olsa yakinlarina veda etme
arzusuyla ilgiliydi.
Kübler-Ross’tan ögrendiklerim sayesinde, o yillarda yasli yakinlarimin arada bir bu konuda
söylediklerini paylasabildim, bunun beni kendi yasliligima da hazirlamis oldugunu,
sira bana geldiginde fark ettim.
Geçmisin
Hollywood oyuncularindan Bette Davis “Yaslilik
korkaklara göre degil,” demisti vaktiyle. Acimasiz bir söz, ama belli bir gerçekligi de barindiriyor.
Yasli1ik
yasam döngüsünün sert dönemlerinden
biri, çocuklukla ortak bazi yönleri var. Anne ninnileri yerine Maria
Callas’in sesiyle uykuya dalmak gibi haller. Çocuklukta oldugu gibi yaslilikta
da çok farkli alanlarda sessizce savasmak
gerekiyor. Geçmiste kolay! Seçmeye alismis olanlar için zor
bir dönem. Farkli ve karmasik yönleri var. Hayatta
olmak ve yasamak farkli seyler. Ömür boyu ikisi arasinda gidip geliyoruz.
Ama yaslilikta bunlarin ilkine kayma egilimi artiyor ve hayatinizin
kumandasini yitirmemek için daha çok çaba gerekiyor. Zaman
hizlaniyor, ama sikismiyor. Algilananlar uzakta, ama bazen
eskisinden daha berrak, daha önce fark etmediginiz ayrintilariyla yasananlarin
damitilmasi sonucu keskin bir seçicilik beliriyor.
Gücünüz azaldigi için hareket alaniniz daraliyor, ama hayata
biraz doymussaniz, bir seyler kaçiyormus gibi
gelmiyor, üstelik pek çok sey
deja vu. Zaten pek çok hoslugun yani basinizda
ya da çok yakininizda oldugunu daha çok fark
edip, baska yerlerde arama geregi duymuyorsunuz.
Yaslilik
yasam döngüsünün son evresidir. Yani
dünyayi durdurup inme anini da barindiriyor. Hayatiniza baktiginizda gördügünüz sey bir yanilsamayi andirdigindan geriye kalan gerçek, yasanmak üzere olan an oluyor. Yok olus da o anin artik olmamasi.
Dolayisiyla, “olmak ya da olmamak” sorusu arada bir belirip kayboldugunda ikisinin birbirinden pek de farki olmadigini seziyorsunuz. Simdilik böyle seyler
iste, sonrasini bilmiyorum.
Freud aslinda bir nörologdu ve baslangiçta psikanalizi fizyolojik bir
temel üzerinde gelistirmisti,
Bu boyutun adi “kateksis (cathexis) kurami” idi. Psikanalizin
Avrupa’da kabul görmeye baslamasindan sonra
Freud’un kateksis kuramini neden bir kenara ittigini
bilmiyorum. Psikanalizin, genis kitlelerin
kavrayabildigi yanlarinin daha çok popülerlik
kazanmasiyla ilgili olabilir.
Kateksis kurami nörofizyoloji temelinde
olustugundan,
onu anlayabilmek tip formasyonunu, hatta temel bazi nöroloji bilgilerine sahip
olmayi gerektiriyordu. Bu da psikanalizin genis kitlelere
ulasmasinin önünde bir engel olarak
görülmüs olabilir. Nedeni her ne idiyse, psikanaliz,
bundan böyle tibbi temelden yoksun, soyut ve varsayimsal bir kuram olarak
tanindi. Yayginlasti ve yillar içinde yapilan
katkilarla günümüze kadar geldi.
Freud’un çevresinden ayrilip kendi
psikanaliz kuramim gelistiren Viyanali psikiyatrist Alfred Adler
vaktiyle, “Doktor ile hastasi bir yorum üzerinde mutabik kaldiginda, yorumun dogru
ya da yanlis olmasinin önemi
yoktur,” demisti.
Hayat, “dir” ve “dir”1arla sonlanan
hükümlerle yasanamaz, çünkü anlamaya çalismanin sonu yoktur. Carl Gustav Jung da demisti vaktiyle, “Kuramlari iyi ögren! Ama yasayan
ruhun mucizesine dokundugu anda onlarin bir kenara birak.”
Dogadan üstün
oldugu sanisina kapilip onu diledigince tüketen uygar insan, hayvanin, bitkinin, topragin ve doga
insaninin bilgeliginden yoksun bir varlik. Insan aya gittigi
gibi, gün gelir Mars’a da gider, daha öteye de.
Çünkü doganin
bilgeliginden yoksun birakilmis olmanin hirçin yalnizligini ödünlemek zorunda. Kendini anlayabilme
konusunda ise sinifta kalmistir. Doganin ya da teknolojinin, günü geldiginde onu bogup
cansiz birakacagi kesin. Belki bu ikisi birlikte
hallederler.
Bir süredir modem fizik evren hakkinda
bize çarpici bilgiler sunmakta. Bildigimizi
sandigimiz seyleri
temelinden sarsarak. Giderek artan sayida fizikçi evrenin bir hologram oldugu, aslinda her seyin
bosluktan olustugu konusunda görüs birliginde. Bunu, Sufiler de bir baska sekilde
ifade etmislerdi. Hindular zaten hayatin bir
yanilsama olduguna inaniyorlar. Beyin dedigimiz organin da aslinda sayisiz titresimden olusan
bir bosluk oldugunu
kabul ettigimizde isler
daha da karisiyor ama konuyu daha da karmasiklastirmamak için burada
durmam gerek. Ben de dagilabilirim.
Ancak psikanaliz, diger bilim dallarindan soyutlanmis haliyle, bugün için artik dar bir alan.
Ülke ya da dünya gündeminde o siralar
önemli bir sey yasaniyor
olsa bile bunlar sadece birkaç cümleyle paylasilir ya da paylasilmaz. Çünkü insanin
iç dünyasindaki kargasa, dis dünyanin kargasasindan çok
daha ürkütücüdür. Psikanalizin ilk döneminde insanin dünyasi, aile ve
yakin çevre ile sinirlanarak ele alinir. Bu da yeterli olurdu. Aradan
geçen yüz küsur yil içinde dünya öylesi dönüsümlerden
geçti ki insanlar artik, farkina vararak ya da varmayarak, aile ve
yakin çevrenin ötesindeki dünyanin da yükünü tasimakta.
Sinirli bir süre içinde kisisel meselelere öncelik veriliyor olmasi,
gezegende olup biten ve kendisini dogrudan
ilgilendirmiyormus gibi görünen olaylardan
etkilenmedikleri anlamina gelmez.
Yirmi yil kadar önce bir kitapla karsilastim. Silili diplomat Miguel Serrano’nun yazdigi C. G. Jung ve Hermann Hesse: Iki Dostlugun Anilari.
Miguel Serrano bu kitapta dostluk kurmus oldugu
Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse ile zaman zamani yaptigi sohbetleri anlatiyor. Özellikle Jung’la
yaptigi sohbetleri farkli zamanlarda
birkaç kez okudum. Sohbetlerden biri Hindistan’da geçiyordu ve Jung
Serrano’ya söyle diyordu: “Buralarda benim
yazdiklarimi ciddiye alan olmaz… Bizlerin zihni bundan iki bin yil önce bölünmüs oldugu
için …”
Iki bin yil önceki bölünmeyle Jung,
Hiristiyanligi kastediyordu. Bölünmeyle de
bilinç ve bilinçdisini. Bu degerlendirme,
dogal olarak, diger tek tanrili dinler için de geçerli sayilmali. Ve
Jung’u dogru anladimsa, zihni organizasyonunda bu
tür bir bölünme diger dinlere mensup insanlarda mevcut degildi ya da farkliydi.
Yine de kitabin bir yerinde, Jung ‘un sarf
ettigi “Hintli düsünmez, düsünce
ona gelir” cümlesini zihnimden bir türlü uzaklastiramadim.
Psikanalizin bilinçdisi kavraminin kirilgan yanlarindan biri de rüyalarla
ilgili boyutu. Rüyalarin yorumlanmasi, Freud’un gelistirdigi diger kavramlar gibi dâhiyane bir yaklasim. Ama tek bir insanin düs gücünün ürünü ve neden-sonuç iliskileri temelinde yapilandirilmis bir varsayim ve daha önce de ifade ettigim gibi, varsayimlarin temeli tahmindir.
Diger
memelilerin de rüya gördügünün anlasilmasi,
dogal olarak rüyalarla ilgili görüsüne yönelik bazi sorulari da beraberinde getirdi.
Bugün ulasilan noktada, bilim çevreleri
rüyalarin fizyolojik ve psikolojik anlamini simdilik
bir bilinmez olarak kabul etmekte. Yine de, rüyalarimizin senaryosunu kendimiz
yazdigimiza göre, karmasik içeriklerinin iç dünyamiza iliskin bazi verileri yansittigi düsüncesindeyim.
Beyin bir yandan sürekli olarak hücre ve
baglantilarini kaybederken, kendini
yenilemeyi de sürdürür; canli türleri kusaklar
süresince yasadiklari ortama en iyi uyumu saglayacak mutasyonu gerçeklestirmeye çalisir,
kullanilmasina gerek kalmayan bazi organlar dumura ugrarken bazi diger
organlar gelisir.
Bu karmasik sistemlerin
bir diger özelligi de düzenle kaos arasinda kendine özgü bir
dengeyi koruma becerisini gelistirebilmis olmalaridir ve bu denge noktasina “kaosun
kenari” denir. Bu terim, karmasa sistemlerinin hiçbir
zaman belirli bir zemine kilitlenmemelerine ragmen,
tam bir kargasaya sürüklenmiyor
olmalarini tanimlar.
Aslinda bu, insanin günümüzdeki halinin dogrudan bir yansimasidir. Kaosun kenarinda varolusu zamanla unutmus,
kendini sürekli güvenli sandigi alanlara çekme
sonucu ciddi psikolojik ve toplumsal arizalar yasayan
varligin yansimasi. Oysa kaosun kenarinda varolus, dogadaki diger varliklar için yasamin
bizatihi kendisidir. Onlar da hayatta kalabilmek için önlemler alir. Ama bunu
bütünden kopmaksizin gerçeklestirirler.
Birbirinden soyutlanmis halde ve kendi baslarina
hareket etmeye çalisan bilim dallari “toplama” bir
bilim modelidir ve bu model evrenin yasalarina aykiridir.
Tüm canlilar gibi Insan da bir madde-enerji bütünüdür. Madde ile
enerjinin beraberligi degil.
Yakin zamanlarda bir ara, ülkenin dis politikasinda “degerli yalnizlik” olarak adlandirilan bir modelden
söz edildi. Sahsen, yalnizligin nesinin degerli
oldugunu kavrayamamis, belki de dislanmisligin yeni bir
tanimi olabilir diye düsünmüstüm.
O günün sartlarinda kendimce dagarimi doldurmustum, memlekete dönebilirdim, ama kafamda iki soru
vardi. Üniversitede hala on dokuzuncu yüzyil psikiyatrisinin okutuldugu ülkemde bu ögrendiklerimle
ne yapabilirdim? Insanlar ne kadar hazirdi? O zamanlar,
bir seye hazir oldugumuzu, bazen o seyle
karsilastigimizda fark edebildigimizi
bilmiyordum. Memlekette toplumsal degisme diye bir olgunun baslamis oldugunu,
toplumun kendisinin bile henüz bunun farkinda olmadigini da.
Ikinci mesele de edindigim genis mesleki
tabanin hangi yönüne odaklanmak istedigimi
hala bilemiyor olmamdi.
Frieda Fromm-Reich’in “Hasta sizden daha
zeki daha donanimli, daha entelektüel olabilir, ama siz ondan daha yürekli
olmalisiniz” sözünü çok önemli bulurum.
Yirmili yaslarina
gelindigi halde kimlik sorunu çözülememisse bu, daha sonraki yaslarda
da, yani yasam boyu sürmesi beklenen bir sorun
olmaliydi. O zamanlar bunun üzerinde durmamistim,
ama cevabi yillar içinde kendiliginden önüme
gelecekti.
Ankara Üniversitesi Psikolojik Danisma Merkezi’ne gelen ögrencilere uygulanan Cümle Tamamlama Testi ile klinik
izlemler bir araya getirildiginde, bu gençlerin
büyük çogunlugunun özerk
birey olmayi ögrenememis olmalari,
kimlik bunaliminin gerisindeki en belirgin bulgulardan biri
olarak öne çikmaktaydi. Çocuk, dünyadaki ilk
yilini tamamladiktan sonra annesine olan mutlak bagimliligindan giderek özgürlesmeye, kendi basina
bir seyler yapabilecegini fark etmeye baslar.
Eger
bu denemeleri, kati ve cezalandirici tutumlar sonucu gereksiz yere
engellenir ya da ilgisizlik ve tecrübesizlik sonucu destek ve rehberlikten
yoksun birakilirsa, yasaminin geri kalaninda, birtakim kisirdöngü
ritüellerine tutsak olabilir. Kararlarinin dogrulugu konusunda sik sik tereddütte kapilma, seçimlerini
yaparken kili kirk yarma, hatta seçim yapmasi gereken durumlarda
donakalma gibi haller yasanir.
Bir diger
kronik duygu ise utançtir. Özerk olamayan insan, ifade edemedigi kizginliklarini sürekli bilinçaltina bastirdigindan, bunun yarattigi ikiyüzlülügü kendinden utanma olarak yasar. Yargilanmaktan korkar, korktukça baskalarini yargilar.
Yargiladiklarinin çogu, aslinda, kendinde kabul edemedigi yönleridir. Küçük düsme
ya da rezil olma kaygilari, bunlarla ilgili ipuçlari aranmasina neden olur.
Psikanalizin erken döneminden beni
etkileyen isimlerden biri Frieda FrommReichman olmustur. Hani su
yerde oturan sizofreni hastasinin yanina çöküp, elini
tutarak onunla bir saat boyunca sessizce oturan kadin. Fromm-Reichman, bir gün
yillar önce kendisine analize gelmis biriyle
karsilasmis. Sohbet ederlerken ona “Bu kadar yillik:
beraberligimizden sende iz birakan en
canli ani nedir?” diye sormus.
Karsilik “Bir gün sizinle bulusmaya geldigimde
hava yeni kararmisti. Birlikte duvarda elektrik dügmesini arayip bir türlü bulamamistik” olmus.
Terapi ortaminda yillarca edilen onca lafin gerisindeki özü dile
getiren yalin bir cevap. Ortak bir amaca ulasmak
için birlikte çaba göstermenin somutlastigi dakikalarin anisi.
Çok yil önce gördügüm siradan bir Hollywood filminde yüzme havuzunun
kenarinda oturan iki adamdan birinin repligi söyleydi. “O söz,” diyordu adam, “o
sözü duyabilmek için psikiyatristime tam otuz yedi bin dolar ödedim.” Otuz
yedi bin dolar ne kadar zamanin karsiligidir bilemem, ama anlasilan
o süre içinde yasananlar kivama geldiginde, meyvesini “o söz” içeriginde vermis.
Sosyal beraberliklerde konusulanlarin içerigindeki
gürültü orani yüksektir. Çok sey
konusulabilir, ama aslinda pek de bir sey denmez, Ne var ki konusmak zorundayizdir. Sessizlige tahammül edemez, suskunluk modunda kendimizle ve karsimizdakiyle ne yapacagimizi bilemeyip
bocalariz. Çogumuz sessizligi dayanaksizlik olarak yasar ve baglantinin
sürekliligine ihtiyaç duyariz.
Bazi insanlarin cep telefonlarina yapisik
yasamalarinin bir nedeni de budur. Bu olguya
ayrilik anksiyetesi denir. Klasik psikanalizde hastanin sessiz kalmasi tedaviye
karsi bir direnç belirtisi olarak degerlendirilir. Bazen gerçekten de öyledir, ama
bence çogu zamani degil.
Otuz yil kadar önceydi, terapiye gelmekte
olan genç kadin koltuguna oturdu ve saati dolana kadar
hiç konusmadi. Ben de tek kelime etmedim.
Ayrilirken ona tek bir soru sordum. “Bütün bu süre boyunca benimle
birlikte miydin?” “Evet,” diye karsilik
verdi, “sizden hiç kopmadim.” Ben de ondan kopmamistim. Bu tür yasantilar
tek tarafli olamiyor. Çünkü söz konusu olan, sürekli diger insani düsünüyor
olmak degil, aradaki bagin farkindaliginda
olabilmek.
Bir seyler
anlatan birine “Seni anladim,” dedigimiz
anda akmakta olan sürecin önünü kapatmis oluruz. Çünkü aslolan
sürekli anlamaya çalismaktir. Çogu zaman ucu açik süreçlere tahammülümüz yoktur ve
süreçlerin yönünün bilinmezligi bizi tedirgin
eder. Iletisim
modundan çok, performans modunu kullaniyor olmamizin nedenlerinden biri de
budur. Yasantiyi yok etse de korunaklidir.
Psikoterapide dinlemek sosyal dinlemeden
farklidir. Heidegger bunu “otantik dinleme” olarak adlandirir. Konusulanlara tüm varligimizla
katilmis olmayi tanimlar. Pencereden
görünen sira disi bir sey ya da disaridan
gelen bir ses otantik dinlemeyi belki anlik bir kesintiye ugratabilir, ama kendinize ait bir düsünce ya da duygu zihninize ugrayamaz, Paylasilan
konusmanin merkezindesinizdir. Otantik
dinlemenin özelliklerinden biri de konusulanlarin
bellekte güçlü bir sekilde yer etmesidir.
Bazen yirmi yil önce terapiye gelmis biri,
tekrar ziyaretinize geldiginde, o zamanlardan kalan bir konusmayi gayet net hatirladigimi fark edip sasirirlar.
En güzel Türkiye (La
Turchia piu bella-Ital.)
Kimlik bunalimin ergenlik döneminde dogal olarak yasanan, çevremizle
ciddi iliski sorunlarimiz olmamissa kendiliginden
sona eren bir olgu. Krizin ergenlik döneminde atlatilamadigi durumlarda kimlik sorunlari ömür boyu
sürebilir.
Bu da bir türlü üstesinden gelinemeyen
yörüngesizlik ve çalkanti demektir. Hayatin ikinci yilindan itibaren, çocuk,
bazi seyleri kendi basina da yapabiliyor olmanin gücünü fark etmeye basladiginda, ebeveyn rehberliginin devreye girmesi gerekir.
Seçimlerimizi, kendimize ve çevremize
zarar vermeden yapmayi bu sayede ögreniriz.
Bu dönemde, ebeveynin baskici, engelleyici, cezalandirici ya da yetersiz
ve ilgisiz tutumlari, çocugun özerk bir varlik
olmayi ögrenmesine engel olusturur. Çocuk egitimi
konusunda halkimiz eskiye oranla daha bilgili ve bilinçli.
Ancak, özümsenemeyen, dolayisiyla davranisa
dönüsemeyen bilgi bu konuda yeterli olamiyor.
Kendi ebeveyninden gördügünü çocuguna da uygulayan ya da kendi varolus vakumlarini çocuguyla gidermeye alisan çocuk
merkezli ebeveynlerin sayisi hâlâ az degil.
Özerkligi ögrenememenin bir baska
sonucu saldirgan egilimlerdir. Vaktiyle baski ya da acz
sonucu özerkligini engellemis olan ebeveyne duyulan ama bastirilmis öfkenin, otorite olarak algilanani kisilere ya da kurumlara yöneltilmesi; ya da zayif gördügü için, ona kendi aczini hatirlatan kisileri ezme istegi.
Otoriteye kayitsiz sartsiz biat zaten özerkliginden vazgeçmeyi tanimlar. Otorite olarak algilanan
her seye karsi çikma
da ayni paranin farkli yüzüdür. Çünkü alinti bazi kavramlar disinda, karsi çikma
eylemine eslik etmesi ve karsi çikilan otoritenin yerine konmasi beklenen
modelden yoksundur.
Özerklik sorununun son zamanlarda sik öne
çikan örneklerinden biri de hayâsizca sergilenen utanmazliga eslik eden açik
saldirganlik. O kadar ki, kin duygusuna kadar uzanan öfkenin
dindirilemezligi, kazanmakla yetinmeyip karsi tarafin kaybetmesi çabalarina dönüsebilmekte. Hatta kendisinden farkli gördügü insanlari, sadece var olduklari için
cezalandirma istegine.
Özerk insan dünyasini genisletme, kendini içinde buldugu alanin ötesini de kesfetme merakindadir. Bu, dünyadaki her varligin eksi konumdan artiya geçme çabasinin da bir
geregidir. Merak ve kesfetme dürtüsüyle dünyasi zenginlesen insan gelisir
ve olgunlasir. Özerkligini edinememis insan
ise, tanidigi, gördügü ya
da duydugu insanlar ötesindeki
dünyalari merak etmez.
Seklen ataerkil olan toplum yapimiz aslinda
gizil anaerkil ögeleri barindiriyor olabilir mi? Kendisine
deger verilmeyen kiz çocugu, ileride oglan
anasi oldugunda, çocuguna karsi ne
tür davranislar sergileme egilimindedir? Kadinin hayatinin
kisitlanmasinin, çevresine olan yansimalari ve ikincil sonuçlan
nelerdir?
Bunlar ve benzeri genel sorularla baslayip temel dinamiklere inilebilecek arastirmalar umarim bir gün gerçeklestirilir.
Narsisistik özelliklerin
kisilige
ne kadar egemen oldugu bir insandan digerine degisir. Bu ölçü, çogunlugu rahatsiz eden bir
kivama ulastiginda,
son yillarda dagarimiza katilan deyimle, halk arasinda
zaten “ariza” olarak nitelendirilmekte. Nitekim kisiligin büyük
bölümü narsisizm çekirdegi çevresinde örgütlendiginde de isler
biraz karisir. Kendisini evrenin mutlak merkezi
olarak yasayan ve baskalarini uzantilari olarak
algilayan insanlarin artmasi digerleri
için sikinti yaratabiliyor. Hal böyle olunca, insanlarin
kendilerini “hiç kimse” hissetmeleri haline karsi gelistirdikleri “fark
edilme” çabalan her zamankinden sik görülür oldu.
Oysa farkli olma çabalari, insani kendine
daha da yabanci kilma potansiyeli tasir.
Farkli olmak bireylesme anlamina gelmedigi gibi farkli olmak ve özgün olmak da
ayri seylerdir. Nasisistik regresyon sonucu bir
kisim insan ise yalnizliklarini kendi bedenleriyle iliski kurarak telafi etme çabasinda. Saglikli yasam
programlari, diyetler, detoks ve benzeri programlar bu insanlarin yasam biçimlerini sekillendirir
oldu. Kendini var hissedememe agir bir duygu, ama
pazarlanan çözümlerle nasil üstesinden gelinebilecegi de cevabi olmayan bir soru.
Yirmi yil kadar önce, National Geographic
dergisi ilginç bir harita eki vermisti.
Haritada hangi ülkelerde hangi halklarin yasadigi gösteriliyordu.
Türkiye’den çikan okun ucundaki yazi digerlerinden farkliydi. “It is not clear what it is
to be a Turk (Türk olmanin ne oldugu
açik degildir).”
Bu çarpici not bana 1981 yilinda yazmis oldugum “Insan Olmak” adli kitabimin final cümlelerini
hatirlatti. Aynen aktariyorum: “
… Bireylerin bir
bölümünün narsisist bir düzeye gerilemesine neden olan böyle bir süreci salt
belirli bir süre için ortaya çikan kosullarla açiklamanin yeterli olduguna inanmiyorum. ‘Neden bu toplum da bir baskasi degil?’ sorusunun yaniti yalnizca bugünde degil geçmiste de aranmalidir kanisindayim.
Çogunlugun ortaklasa kabul edebilecegi bir tarihi, yansiz bir degerlendirmeyle tanimlayamamis ve özümseyememis bir toplumun zorlanmalar karsisinda bunalima girmesini de dogal karsilamak gerek. Burada tarihle kastettigim. Biçimselligin ötesinde, toplumun yasam felsefesini de yansitan bir kavram. Insan dogasi yalnizca belirli bir zaman kesiti içinde
nasil degerlendirilemezse, toplumlar da geçmislerini özümseyemedikleri sürece kendilerini geregince anlayamazlar. Simdiki zamanin hem gelecegi hem de geçmisi içerdigini görmezden gelen toplumlarin bireyleri ise evrensel
olma niteligine ulasamazlar!”
Otuz üç yil önce o kitabi bu cümlelerle
sonlandirdigimda, bu konuyla ilgilenen kimse olmaz,
neden yazdim ki diye düsünmüstüm.
Nitekim o dönemde öyle oldu. Bugün de “Ben kimim” sorusuna
doyurucu bir cevabin “Biz kimiz?” sorusunun cevabina ulasmadan verilebilecegini
düsünmüyorum. Tarih duyusundan yoksun,
dolayisiyla, dünyayla iliskimizde yüzeysel bir toplumuz. Nereden
gelip nereye gitmekte oldugumuzu umursamadan
serseri mayin misali yasamaya alismisiz, “Bu toplumun bellegi yok!” diye kendimizi elestiriyor, ama nedenini anlamaya çalismiyoruz.
Carl Gustav Jung’un çagdas düsünceye yaptigi en önemli
katkilardan biri “kolektif bilinçdisi” ve “arketip” kavramlaridir.
Jung’a göre, insan zihni onun evrimi tarafindan biçimlendirilmistir. Dolayisiyla Insan
geçmisiyle baglantilidir,
ancak bu baglanti yalnizca kisisel geçmisini
degil, ait oldugu
toplumun geçmisini ve hatta tüm insanlik evrimini içerir.
Amerikali meslektasim Irwin Yalom ve esiyle
Sultanahmet’ teki Yesil Ev’de bas basa yedigimiz bir aksam yemegi
sirasinda Yalom’un esi bana “Kimin Türk oldugunu anlayamiyorum,” demisti. Ona ülkemizin tarihini ve cografyasini hatirlattiktan sonra “Biz
birbirimizi beden dilimizden taniriz,” diye karsilik vermistim, sekil disinda
ortak bir özelligimize atifta bulunarak.
Ancak, bu ülkede sokaktaki bir adama
“Türkiye hangi kitada?” diye soruldugunda “Brezilya’da” cevabi aliniyorsa,
buna benzer baska cevaplar da alinmissa, bu, üzerinde durulmasi gereken bir husus
olmali. Hatta çok ciddi bir sorun.
Eylül 2010 referandumundan önce iki usta
gazetecinin Eminönü’ne gönderdigi muhabir tarafindan
gerçeklestirilen ve videosu da mevcut olan sokak
röportajina verilen diger cevaplardan birkaçi:
· “TBMM
ne
demek?” ----------------“Türkiye
Malzeme Ofisi.”
· “TBMM’de
kaç milletvekilimiz var?” ----------“Binin üzerinde.”
· “Türkiye
Cumhuriyetini kim kurdu?” --------“Süleyman Demirel.”
· “Istiklal Marsi’ni kim
yazdi?” -------------“Fatih Sultan Mehmet.”
· “Adalet
Bakanimiz
kim?” --------------
“Cemil Ipekçi.”
· “Türkiye’nin su andaki nüfusu nedir?” --------“Bir milyar.”
· “AB
‘ye üye
miyiz?” ---------------“Yedi-sekiz
yildir üyeyiz.”
Yedi yüzyili askin bir süre yerlesik
düzen yasadigimiz
halde” “Göçebe bir toplum oldugumuz
için …” gibi hayali gerekçeli ahkâmla, sorumlulugumuzu baska
yerlere yüklemekten bir türlü vazgeçmiyoruz. Onlara Osmanli Imparatorlugu’nun
benzersiz devlet sistemini Incelemelerini öneririm.
Bakalim altindan kalkabilecekler mi? Benim zihin kapasitem yetersiz kalmisti.
Can sikici bir durumla karsilastigimizda, onunla bas etmek
yerine geçistirmeye çalismak, dogrudan
sorumlulugumuz olan konularda sorumluyu sürekli
kendi disimizda aramak, yüzeysel sloganlar edinip
kendimizi entelektüel sanmak, baskalarindan
daha akilli oldugumuza inanmak…
Bu liste böyle sürer gider, devam etmeme
gerek yok, çünkü aslinda listeyi hepimiz biliyoruz. Kendi disimizda birilerinden söz etmiyorum ki. Dolayisiyla,
kendimize gerekli sorulari sorup cevaplariyla yüzlesmekten kaçindigimiz
sürece, psiko-sosyo-politik alanlarda debelenip durmamizin sona erecegine inanmiyorum.
Günün birinde gerçek bir ekonomik deve
dönüssek bile, neyin yanlis gittigini
anlamak için çaba göstermedikçe, çocuk yetiskinlerden olusan
bir toplum olmanin sürüklenmelerinden kurtulabilecegimize de. Tek bir bütün iken, kendimizi iki parça
bir ülke haline getirdiysek, bunun sorumlusu her birimiz sayilmaliyiz.
Matriks ya da Apocalypse
Now
Ardimda biraktigim yillara dönüp baktigimda,
tanik oldugum degisimler bazen bana inanilmaz görünür. Genis bir zamana yayildiklarindan olmali, yasarken bu hizin pek farkinda olmamisim. Son yillarda ise degisimlerin geçmise
oranla hiz kazandigini fark eder oldum.
Bu izlenimimin benim yavaslamis olmamla ilgisi
oldugunu sanmiyorum, çünkü daha
genç insanlarin üzerindeki etkisi çok belirgin. Kendimi güncellemek için
çaba gösterdigim ve kenara çekilmem sonucu bu degisimlerin bir
kismini dünyamin disinda tutabildigim için pek zorlanmiyorum.
Ancak, genç kusaklarin böyle bir sansi yok. Ileriye dogru
hareket etmek istiyorlarsa, üst-sistemlerin dur durak bilmeden önlerine sürdügü yenilikleri özümsemek
zorundalar. Üstelik üst-sistemlerin, teknoloji araciligiyla kendilerini ne oranda tutsak almis oldugunun
farkinda da degiller.
Beynimiz. Dis dünyadaki
degisimlere
uyum saglama konusunda belirli bir kapasiteye
sahip. Etkilenme derecesi bir insandan digerine
farklilik gösterse de uyaran yoksunlugunda
oldugu gibi, uyaran fazlasinda da organizmanin
dengeleri bir süre sonra bozulmaya baslar.
Bazen travma olarak nitelendirilebilecek oranlarda. Çünkü giderek artan sayida
insan savrulurcasina yasar halde.
Doga
insani, doganin gücünden hem korkar, hem de ona
saygi duyar. Amerika yerlilerinin, bir zamanlar, aksam gün batarken ya ertesi sabah günes tekrar dogmazsa
kaygisi yasadigi söylenir.
Ama onlar, çevrelerindeki agaçlari kiz
kardesleri olarak gördügünden, uygar insanin yasamakta
oldugu türde derin yalnizligi tanimaz.
Doga insani dogadan korkar, biz ise birbirimizden. Bu, dogadan
kopmus insanin, kendisini en yalniz
hissetmemesi gereken anlarda bile, derinlerini bir türlü terk etmeyen farkli
bir yalnizliktir, devasi yoktur. Ebede kadar sürecek bir lanet.
Kendi adima konusursam, dogdugum andan itibaren toplumun beklentileri dogrultusunda sartlandirilmis oldugumu
fark etmem bile hayli zaman aldi. Belirlenmis formatlar
dâhilinde davranmamiz beklendiginden, hayatimizi sekillendiren birtakim ritüellerin disina çikmaya cesaret edememisiz.
O günlerden simdiye fazla bir sey
degismis de sayilmaz. Bugün de bilinmeyenden korkup,
bilinene siginarak hayatimizi siglastiriyoruz. Baskalarinin onayina sürekli ihtiyaç duyup, o
onayi kaybetme kaygisiyla saçmalamaktan kaçiniyoruz. Saçmalamaktan
kaçinmanin bir yolu olmadigindan, hayatin siradan
tökezlemelerinde bile eziklik ve yenilgi duygusu yasiyoruz. Hayatimizin sonuna yaklastigimizda, yeterince
saçmalamamis oldugumuz
için pismanlik duyarak.
Matriks bazi bilim alanlarinda da
kullanilan bir sözcük. Kimine göre de Keanu Reeves’in basrolü oynadigi bir
film. Buradaki anlamiyla matriks, bir seyin
kendisinden kaynaklanan ve kendisinin sekillendirdigi, ama dönüp onu kusatarak
içine alan olusumu tanimlamakta.
Insanin kendi yaratisi olan uygarligin, onu kusatip sekillendirmesi gibi. Kanser hücresi misali bizi her
yanimizdan sarmalayip bogan matriks, insanin, doganin kendi mülkü oldugu sanisina kapilmasiyla yaratildi. Dogadan uzaklastikça,
daha fazlasina sahip olarak yalnizligini giderebilecegi yanilgisinin kisirdöngüsüne takilip kaldi.
Bu kez de kendisi, sahip olma tutkusunun
mülkü haline geldi ve bu matrikse kapitalizm denildi. Nedense, kapitalizmi
kendi yaratmamis da o öylece oluvermis gibi bir havada. Matriks, insani kendi
talepleri yönünde sekillendirmekle kalmaz, onu, bu seklin onun gerçek kendi olduguna da inandirir. Hilekârdir.
Tek tanrili dinler, zaman içinde felsefi
boyutundan uzaklasip biçime indirgendigi, üstelik bazilari politik bir kimlik
edindiginden, yasanan
bosluk insanlari çesitli türde bagimliliklara
ya da fanatizme yöneltmekte. Kaldi ki yüzeysel matriks insani, felsefi
boyutu olan herhangi bir inanci zaten artik özümseyecek halde degil.
Giderek artan sayida insan varolusunu uçucu madde formatinda sürdürmekte. Tehyi Hsieh,
vaktiyle “Bati Dogu’ya hayatini nasil
kazanacagini ögretebilir,
ama zamanla nasil yasanacagini Dogu’nun ona göstermesini isteme durumunda kalacaktir,”
demisti. Bu sözün altindan hayli sular geçti.
Artik kimse kimseye nasil yasanacagini ögretecek
halde degil.
Doga insani ya tika basa yer, ya aç oturur. Amerika yerlilerinin geleneksel olani ertesi güne
yiyecek saklamaz. Avusturalya Yerlileri aninda ödüllendirilmeyecekleri islere girismezler,
gelecegi düsünmeyen
doga insaninin tarzinda. Sessizce yasanan bir bilgelik vardir.
Kutup kâsifi
Peary, rehberlerinden birine “Ne düsünmektesin?” diye
sordugunda, rehber “Düsünmem gerekmiyor” diye karsilik vermis. “Bol
miktarda etim var.”
Antik Yunan’dan bu yana, dünya halklarinin
önemli bir bölümü, gerekmedikçe düsünmemenin
bilgeligine uzak ve yabanci. Susan Sontag
bunu “Insanoglu
Platon’un magarasindan bir türlü disari çikamamakta, aliskanligini sürdürerek hala
gerçegin imgeleriyle oyalanip
durmaktadir” sözüyle dile getirmisti.
Bana sorarsaniz, o magaradan hiçbir zaman çikamayacak. Çünkü gelecegi düsünmeye basladigindan bu yana, yasamakta oldugu
cenneti terk edip anksiyete dünyasina adim atti ve bundan böyle artik hep orada
olma durumunda. Üzerinde kayginin agirligi, hirsin gerilimi, mülkiyetin tutsakligiyla, doga insaninin
sahip oldugu hayatiyeti yitirmis bir halde yasayacak.
Gerekmedikçe düsünmeyen doga
insanina karsilik, matriks insani düsünce üsüsmesi isgalindedir.
Duygu dünyamizi fakirlestirip sezgilerimizi ve içgüdülerimizi körelterek.
Bilgi bombardimanindan sersemlemis insan
bunu fark edecek halde de degil.
Kendimizi “ben” olarak algilayabilmek, o
anda içinde bulundugumuz dünyayla birlikte oldugumuzu fark edebilmeyi içerir. Çünkü dünyasiz
bir “ben” olamaz.
Gezi Parki’nda çevreci direnis amaciyla
bir araya gelen çogu genç bir grup insan,
olayi kendiliginden ve nasil oldugu anlasilamadan bir yasam modeline dönüstürdüler.
Anarsizm modeliyle çok örtüsen bir olguya. Ömrümde ilk defa
gönülden özdeslesebildigim bir modelin bu kadar yakinimda hayat
bulmasi benim için heyecan verici oldu. Üstelik bir adi da
yoktu. Otorite kurumlari ve toplumun bir kesimi orada yaratilan yasam modelini anlayamadilar. Anlamalari beklenemezdi.
Olayi sempatiyle karsilayanlarin ve destekleyenlerin bir
bölümünün de kavrayabildiklerini sanmiyorum.
Dünyanin çesitli
yerlerinden bazi insanlar, televizyonda ya da sosyal medyada
izlediklerinden orada yasananlarla sezgileri araciligiyla özdeslestiler, Sonlandirilmis olmasi ve
ardindan orada yasananlarla ilgisi olmayan
farkli nitelikte olaylarin yasanmasi da
bence artik önemli degil. Çünkü yasandi, bazilarimizda kalici bir iz ve insanligin gelecegiyle
ilgili umut birakarak.
Modem fizikçilerden biri “Bir ile bir iki
eder dedigimizde ‘ile’yi genellikle unuturuz.
Oysa aralarindaki sessizlik olmasa çan seslerini duyabilir
miydik?” demisti vaktiyle. Insanligin bugün geldigi asamada o sessizlikler
giderek zor fark edilir halde, çan seslerini zaman zaman kakofoniye dönüstürerek…
KAYNAKÇA
INSAN OLMAK
RASTGELE BEN
Prof. Dr Engin GEÇTAN
Metis Yayinlari
Ilk Basim: Ekim 2014