INSAN OLMAK

INSAN OLMAK

Fevzi BOZKURT
Felsefe


Prof. Dr. Engin Geçtan
Uzmanlik alani psikiyatri olan Engin Geçtan 1975-87 yillari arasinda meslek disi okurlar tarafindan da ilgiyle karsilanan dört kitap yazdi. Çok sayida basim yapmis ve yapmakta olan, kendi bilimsel disipliniyle ilgili bu dörtlünün ardindan (Insan Olmak, Varolusçu Psikiyatri, Normaldisi Davranislar ve Psikanaliz ve Sonrasi) psikiyatri alaninin çerçevesinden çikma istegi dogrultusunda roman-senaryo çalismalarina basladi. Ankara ve Istanbul’daki dört üniversitede ögretim üyeligi yapti ve psikoterapist olarak çalisti.
****************
INSAN, var oldugu günden bu yana sürekli olarak, içinde yasadigi dünyayi ve evreni tanimaya ve anlamaya çalismis, ancak bu çabasi içinde en az taniyabildigi varlik yine kendisi olmustur. Ne var ki, insanlarin normal ya da normal olmayanlar diye iki gruba ayirma egilimi günümüzde de süregelen bir yanilgidir. En gelismis canli olan insanin yine insan tarafindan incelenmis olmasi bunun baslica nedeni olsa gerek.
Aslinda, normal disi davranislar tarihin her döneminde insanin ilgi konusu olmustur, ama ortalama insanin davranislarina 20.yüzyila gelene kadar hemen hiç ilgi duyulmamistir. Oysa davranis bilimciler normalligin tanimi üzerinde bir görüs birligine henüz varabilmis degiller.
Normalligin temel ölçütlerinden biri, kisinin kendini iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnizca yasamin sürdürülmesini degil, insanin dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yasamindan doyum saglayabilmesini içerir. Buna karsilik, yalnizca toplumun onayina yönelik davranislar kisiligin ortadan silinmesine neden olabilir.
Kendimizi ve çevremizi anlayamamanin getirdigi ürküntü dis dünyanin tehlikeli bir alan olarak algilanmasina neden olur. Çünkü insanin kendi içinde ürettigi kargasa dis dünyadaki gerçek tehlikelerden daha çok ürkütücüdür.
Bu kitap, ortalama insanin davranislarinin gerisindeki dinamik güçleri meslek disi okuyucuya tanitmayi amaçlamakta ve yazarin otuz yildir süregelen klinik yasantilarinin birikiminden yaptigi çikarsamalarin bir bölümünü içermektedir.
Birey ve Toplum
Ilkel insan acimasizdi. Kendini koruyabilmek için öyle olmak zorundaydi. Ama diger insanlara aci vermekten zevk alma egilimi savaslarla birlikte gelismistir. Baslangiçta bu yalnizca savasta yasanan bir duyguydu ve kabile içinde saldirgan davranislara rastlanmazdi. Ne var ki, savasta öldürmeyi ögrenen insan bunu barista da uygulamaya basladi. Giderek anlasmazliklar da taraflardan birinin ortadan kaldirilmasiyla çözümlendi. O zamanlar yasa ve mahkeme yoktu. Buna karsilik köy halki, üyelerinden birinin davranisi hakkindaki görüslerini ve yargilarini açikça dile getirebilirdi.
Ancak, insan kendi haline birakildiginda baskalarinin canina kiyip malina sahip olmayi düsünmez. Savasçi yani yalnizca kiskirtildigi ya da engellendigi durumlarda etkinlik kazanir.
Her toplumsal grupta o grubun kültürünü bir kusagin sonraki kusaga ögretmesi sonucu, grup üyeleri ortak özellikler gelistirirler ve böylece o grubun temel kisilik tipleri olusur. Gelenekler ve töreler insana koruyucu bir ortam saglar, ama onun toplum içinde farklilasmasini ve kisiligine yeni boyutlar katabilmesini de önemli ölçüde kisitlar.
Insan ekonomik bagimsizligini kazanip geleneksel gruplardan çagdas topluma yaklasildikça törelerin gücü zayiflamis, buna karsilik onu denetleyen yasalarin sayisi çogalmistir. Ama insan giderek karmasiklasan yasalarin getirdigi bunaltici bürokrasiye karsilik, yasalarin olusumuna dogrudan katilma olanagini bulmustur. Çünkü insan zihni gelistikçe düsünceler de çogalmistir.
süncelerin gelismesi insanin kendi kendisini ve gelecegini yönlendirmesinde ona yardimci olmus, ama içgüdülerin zayiflamasi diger insanlara ve gelistirdigi teknolojiye eskisinden daha bagimli bir duruma gelmesine neden olmustur.
Baslangiçta karsit kültür akimlarinin bir bölümü siddet yanlisiydi ve kisa bir sürede düsünce akimi olmaktan çikip bireysel terör örgütlerine dönüstüler. Daha sonra uluslararasi politik siddet eylemlerinin bir parçasi durumuna gelerek özgünlüklerini yitirdiler. Barisçil karsit kültür akimlarinin ilk örnegi ise “hippilik”ti. Gelecege dogru denetimden çikmis bir hizla ilerleyen teknolojik toplumlara karsi çikan hippiler, insanin yeniden dogaya dönmesi geregini savundular. Ünlü tarihçi E. Toynbee’nin, “Bati toplumlarina karsi kirmizi uyari isigi” olarak niteledigi hippilik, ilk günlerinde birçok düsünür ve din adami tarafindan da desteklendi. Ne var ki, bu akim çok kisa bir süre içinde uyumsuz kisilerin egemenligi altina girdi, yozlasti ve yok oldu. Çünkü hippilerin göremedigi, insanin dogayla olan beraberligine yeniden kavusabilmesi için artik çok geç oldugu gerçegiydi.
Geleneksel toplumlarda davranislarin çogu diger insanlarin beklentilerini karsilamak için yapilir. Çagdas toplumlar ise insanin varolusundan haberdar olabilmesine ve kendi iç yasantisi dogrultusunda davranmasina öncelik tanir. Bu yönüyle, bir insanin gerçek kimligi, yasadigi olaylarin ne olduguna degil, o olaylarin kisi tarafindan nasil yasandigina göre belirlenir. Kendisini geleneksel degerlerle yönetmeye alisagelmis insanlar birden bundan yoksun birakilip kendi varolus sorumlulugu ile yüzlesmek zorunda kalirsa “kimlik bunalimi” denilen olgunun yasanmasi da kaçinilmaz olur.
Insanoglu, hizli degisikliklere uyum gösterebilse de, bu degisiklikleri gerçekten özümseyebilmesi için, insanin yeni olaylarla geçmis arasinda bir iliski kurabilmesi, yasamin denetimini elinde tutabilmesi ve nereden gelip nereye gittiginin durum degerlendirmesini yapabilmesi gerekmektedir. Oysa çagimiz insaninin bunu gerçeklestirebilmesi giderek güçlesmektedir. Böyle hizli bir degisim içinde, bazi toplumlarda bir kusakta benimsenen degerler bir sonraki kusakta tümden reddedilmektedir. Margeret Mead, Yeni Gine’de ana babasi yamyam olan bazi gençlerin bugün tip ögrenimi yapmakta oldugunu gözlemlemistir.
Degisme hizi, insanlari dogruyu yanlistan ayirmalarina olanak birakmadan karar vermeye zorlamaktadir. Buzdolabi, televizyon ve çamasir makinasi ayni anda çalisirken bir de elektrik sobasinin dügmesini çevirirsek evimizin elektrik sistemi asiri yüklenir ve sigorta atar, hatta elektrikler tümden kesilebilir. Bu duruma “asiri yükleme” denir. Insan beyni de karmasik bir elektrik sebekesidir, asiri bilgi ve uyarimla yüklendiginde kisa devre yapar. Böyle durumlarda genellikle baglantilar yeniden kurulur ve beyin islevini sürdürebilir. Ama bazi durumlarda agir ve kalici bir hasar da söz konusu olabilir.
Insan eskisinden çok daha fazla sayida insanla, çok daha kisa süreli, daha yüzeysel iliskiler kurma egilimindedir.
Bu, soguk bir günde karsilasan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler isinabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrildiklarinda ise soguktan rahatsiz olurlar. Ileri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batirmadan birbirlerini isitabilecekleri en uygun uzakligi bulurlar.
****Bir insanin iliskileri ana-babasiyla baslar. Bu öylesi bir beraberliktir ki, biraktigi izlerin bazilari yasam boyu varligini sürdürebilir ve yetiskin insanin dünyasini algilama biçimini etkileyebilir.
Ana-Baba ve Çocuk
Insanlar vardir, baskalarindan sürekli bir seyler bekler ya da isterler. Aslinda bu, bir insanin ihtiyaçlarini kendisinin karsilamasindan çok daha büyük bir çabayi gerektirir. Üstelik onur kiricidir da. Ama onlar için önemli olan, diger bir insanin ya da insanlarin kendileri için bir seyler yapmasidir. Bunun için her seye katlanirlar.
Genellikle bu tutumlarinin bilincinde degildirler. Amaçlari diger insanlari sömürmek degil, bir seylerin hazirca kendilerine verilmesidir. Asiri bagimlidirlar ve kendi sorumluluklarini baskalarinin üstlenmesini beklerler. Onlarin çevremizdeki varligindan sikilabilir ya da bize yük olduklarini düsünebiliriz. Ama çogu kez kendi bagimliligimizdan ötürü onlari çevremizde tutariz. Kendilerine bir seyler verildigi sürece bizden kopmazlar. Bir diger deyisle, böyle kisiler kronolojik olarak yetiskin, hatta entelektüel yönden iyi gelismis olsalar bile, bebeklik yillarinin asalak varolus biçimini sürdürürler.
Anne ve babanin ayni çocuga karsi hissettikleri farkli, hatta birbirinin tam karsiti olabilir. Üstelik bazi ailelerde çocuklar anne ve baba arasinda parsellenir. Genellikle kizlardan biri babanin, erkeklerden biri de annenin favorisi olur. Böylece aile içinde adeta birbirine karsi iki takim kurulur. Çocuklar karsi takimdaki anne veya babaya yabancilasir, olaylari yandasi olduklari anne ya da babanin gözüyle degerlendirme egilimi gösterirler. Bu gibi durumlar, evlilikleri içinde kendilerini yalniz ve anlasilamamis hisseden eslerde daha sik görülür.
Bir kadinin anne oldugu zaman gösterecegi davranislar, yasaminin ilk yillarinda kendi annesiyle olan iliskileri tarafindan etkilenir. Gerçek anne sevgisinden yoksun kalmis kisiler, yetiskin yasamda genellikle kati ve hirçin olurlar. Dolayisiyla böyle bir insanin dünyasina sicak annelik duygularini yerlestirebilmek oldukça güçtür.
Birçok ana-baba, çocuklarini ne denli sevdiklerini sik sik dile getirirler. Ancak, çocugun sevgi ihtiyaci sözcüklerle karsilanamaz. Bir insani sevmek, onun gerçeklerini anlamaya çalismayi da içerir.
Çocugun sinirli dünyasinin tek dayanagi ve anlami, ana-babasinin sevgisidir. Bu sevgiyi yitirmemek için gösterdigi çaba sayesinde giderek kendi kendisini yönetmeyi ögrenir. Ama çocuga verilen bir sey yoksa yitirecek seyi de yoktur. Kimi çocuk verilmeyen sevgiyi günün birinde alabilecegi umudunu yine de sürdürür, tüm gücüyle kendisini ana-babasina kabul ettirebilmek için çabalar ve kisiligini gelistiremez.
Çocugun kendine olan güveni, ana-babasina olan güveninden kaynaklanir ve gelisir. Çocuk, anne ve babasini güçlü olup olmadiklari konusunda sürekli dener. Onlari zayif buldugu alanlarda çileden çikaracak davranislarda bulunur.
Çocuklarina karsi gerekli siniri koyamayan ana-babalarin bir bölümü kati bir baski altinda yetismis kisilerdir. Kendi yasayamadiklarini çocuklarina yasatmak ve böylece dolayli olarak kendilerine doyum saglamaya çalisirlar. 
Çocugun benlik kavrami, kendisi için önem tasiyan büyüklerin ona gösterdigi tutumlarin bir yansimasi oldugundan, ana babanin itici tutumlari çocugun kendisini degersiz bulmasina neden olur. Böyle bir ortamda yetisen çocuk, kendisine iliskin olumlu görüsler gelistiremez.
Asiri hosgörü ve disiplin noksanligi çocukta bencil ve topluma karsit davranislarla sonuçlanir. Kati bir disiplin ise ana-babaya karsi korku ve öfke yasanmasi, girisim noksanligi ve insanlara dostça yaklasamama gibi zararli sonuçlar dogurabilir. Önemli olan, çocugu kendine özgü dünyasi olan bir varlik olarak kabul edebilmektir. Iyi yasama konusunda sorumlulugunu geregince üstlenememis ana babalarin bunu gerçeklestirebilmesi oldukça güçtür. Kendisine deger vermeyen insan baskalarinin duygusal ihtiyaçlarini da algilayamaz.
Ana-baba ve çocuk iliskileri konusunda yazilanlarin bir baska sonucu da, bazi yetiskinlerin kendi sorunlarindan ana-babalarini sorumlu tutarak onlara karsi düsmanca tutumlar gelistirmeleri biçiminde olmustur. Insan yetiskin yasaminda ana-babasinin kusurlarinin izlerini tasisa bile bundan ötürü onlari suçlamak kendisini de suçlu hissetmesine neden olur.
Bu, yetiskin bir varlik olarak insanin kendi varolus sorumlulugunu üstlenmemis olmasinin suçlulugudur. Ana-babalarimizdan alacakli oldugumuz bir gerçek de olsa, geçmis yeniden yasanamaz. Ana-babadan korkmak ise olgunlasmamis olmanin bir göstergesidir.
Ana-babalarin kusurlarini kendi sorumlulugumuzdan kaçinmak için gerekçe olarak kullanmak, vaktiyle bize karsi islenen kusurlari bizden sonraki kusaklara da yansitmamiza neden olabilir.
Ana-babalar bizleri ayri bir varlik olarak görmemis olabilir, ama biz de onlari kendimizinkinden ayri dünyalari olan varliklar olarak göremedigimiz sürece gerçek anlamda yetiskinlige ulasmis sayilamayiz.
Insanlardan Korkmak
Çocuk, ana-babanin kendisine hakça davranmadigini ya da onu kendilerinin bir uzantisi gibi algiladiklarini fark ettikçe kendinin yalniz ve çaresiz hisseder. Ayni zamanda bireylesmesinin engellenmekte olmasindan ötürü için için kizginlik duymaya baslar. Ancak kizginligini açikça yasayamaz. Çünkü çaresizdir, ana-babasinin onay ve destegini yitirme korkusu kizginliklarini bastirmasina neden olur. Ne var ki, kizginligi bastirmak bu duyguyu ortadan kaldirmaz. Eger ana-babanin tutumlarindaki aksakliklar sürekli ise bastirilan kizginliklar birikir ve bu kez ana-babaya yönelik düsmanca duygulara dönüsür.
Bu duygular öyle ürkütücüdür ki, çogu bilinçaltina mal edilir ve çocuk artik bu duygularin varligindan haberdar bile olmaksizin ana-babasina karsi olumlu duygularini sürdürebilir; çünkü sürdürmek zorundadir. Böylece, içinde sakladigi ve kendisinin de bilincinde olmadigi düsmanca dürtülerden kaynaklanan korku, suçluluk ve degersizlik duygulari, ileriki yasaminda çevresindeki tüm insanlara yönelik olarak yasanmak üzere yerlesir.
Insanlar vardir, dost ve sevecen davranislar gösterirler, ama gözlerine dikkatle baktiginizda korku ve kizginlik karisimi bir anlatimi kolayca seçebilirsiniz. Bu insanlar bilinçli dünyalarinda gerçekten de insanlari sevdiklerine inanirlar. Ama bir yandan insanlardan korkarken, ayni zamanda onlari nasil sevebiliriz? Aslinda bu, vaktinde yeterince sevilmeyen ana-babalara karsi gelistirilen tutumlarin bir uzantisidir.
 Öfke ve Düsmanlik
Hakkimiz olani alamadigimiz ya da önem verdigimiz bir insan beklentilerimiz dogrultusunda davranmadiginda yasanan duygu kizginliktir.
Kimi insan, sevgiyi yitirme kaygisiyla kizginliklarini sürekli bilinçdisina itme aliskanligi gelistirir, ama bundan ötürü insanlarla birlikteyken nedenini bilemedigi bir tedirginlik yasar. Düsmanca duygularin bilinçaltinda yogunlastigi bazi durumlarda ise kisi, bu duygulari denetim altinda bulundurabilmek için tam karsiti tutumlar gelistirerek insanlara karsi asiri sevecen davranislar gelistirir. Aslinda bu mekanizma bilinçdisinda gelistirildiginden, kendisi de insanlari gerçekten sevdigine inanir. Gerçek benligine o denli yabancilasmistir. Eger bir insan abartilmis bazi davranislar gösteriyorsa gerçekte o davranislarin tam karsiti duygular yasamakta oldugunu da düsünmek gerekir.
Insan kizgin oldugu için diger insanlardan korkar, insanlardan korktugu için de onlara kizar. Kizgin insan, “Nasil olsa beni engelleyecekler ya da reddedecekler!” beklentisi içinde öyle davranislarda bulunur ki, çogu kez gerçekten de engellenir. Bu kez “Istenmedigimi zaten biliyordum!” biçiminde yasanan bu duygu kizginliklari daha da pekistirir ve böylece bir kisirdöngü olusur.
Kendisiyle uyum halinde olan bir insan, baskalarina dostça yaklasir, ama gerektiginde onlara karsi çikar ve haklarini savunmak için savasir, bazen ise yalniz kalmayi yegler. Bu durumlardan hangisini yasayacaginin seçimi o andaki içsel yasantilarina ya da içinde bulundugu çevresel kosullara göre yapar.
Buna karsilik;
· Insanlar vardir, sürekli baskalarinin sevgi ve onayini kazanmaya çalisir ve bunu yaparken de kisiliklerinden ödünler veririler.
· Insanlar vardir, diger insanlari sürekli karsilarina alir ve dünyaya karsi sonu gelmeyen bir öfke yasarlar.
· Ya da insanlar vardir, baskalariyla aralarina görünmez bir engel koyar, onlarla yakin duygusal iliskiler kuramazlar.
Süreklilik gösteren bu üç tutumun her birinin gerisinde korku ve kizginlik duygulari bulunur.
Depresyonu ortalama insanin elem ve üzüntü duygularindan ayiran en önemli özellik, keder duygusuna karamsarligin da eslik etmesidir. Depresyona egilimli kisi, olumsuzluklardan hiçbir zaman kurtulamayacagi inancini sürekli tasir. Aslinda bu inancin gerisinde yogun suçluluk duygulari bulunur.
Sevilen bir insanin ölümü karsisinda yasanan yas ya da gerçekte, ölen kisiye duyulan kizginligin içe yöneltilmesidir. Ölen kisinin bizi terk etmis ve sevgisinden yoksun birakmis olmasindan ötürü yasanan kizginligin bilincine ulasmasi, her seyden önce bir ölüye kizilamayacagi için engellendiginden bu duyguyu içimize yöneltiriz. Ölenin arkasindan söylenen, “Beni birakip da nerelere gittin!” sözünde oldugu gibi, bazen duyulan kizginlik dogrudan dile getirilebilir.
Sevilen kisinin yitirilmesi sonucu yasanan yas, psikolojik onarim mekanizmalari sayesinde yaklasik iki aylik bir süreden sonra giderek yogunlugunu yitirir. Ancak, eger sevilen kisi asiri bagimli oldugumuz, dolayisiyla bilinçdisi düsmanlik duygulari da tasidigimiz biriyse, bu kez suçluluk duygulari ortaya çikar ve kendimizi cezalandirma sürecine dönüsür. Böyle bir durum yas süresinin uzamasina, bazi durumlarda yillarca sürmesine neden olabilir.
Bazi insanlar yalnizliklarini ve bosluklarini gidermede kizginlik duygusunu uyusturucu bir madde olarak kullanir ve diger insanlara karsi yasadiklari sürekli öfke sayesinde kendileriyle yüzlesmekten kaçinirlar.
Bilindigi gibi, besin maddeleri sindirildikten sonra artiklari bagirsagin son bölgesinde birikir ve anüs kaslari üzerinde belirli bir güçte bir basinç olusturuldugunda da disariya atilir. Diskinin atilmasi rahatsizliga son verir ve bir ferahlama duygusu yaratir. Yasamin ikinci yilinda baslayan tuvalet egitimi döneminde çocuk, anüs bölgesindeki gerilimi gidermekten duydugu hazzi ertelemeyi ögrenmek zorunda kalir. Freud’a göre, annenin bu dönemdeki tutumu ve diskilama islevine karsi kendi duygulari, çocugun ileride sahip olacagi bazi karakter özelliklerini ve degerleri önemli ölçüde etkiler. Eger anne kati ve cezalandirici bir yöntem uygularsa, çocuk ya korkusundan diskisini tutar ve kabiz olur, ya da kizginligini disa vurur ve diskisini siklikla ve rasgele birakma aliskanligini gelistirir. Aslinda diskilama islevlerine karsi kati ve cezalandirici bir yöntem gelistiren annenin, bu tutumunu çocugun diger davranislarina karsi da göstermesi dogal bir beklentidir. Bu kosullarda yetisen bir çocuk ya tutucu bir karakter gelistirir ve ileriki, yasaminda olumsuz duygularini baski altinda tutan biri olur, ya da tepkici bir karakter gelistirir ve baskaldirici, yikici, kizginlik nöbetleri ya da eziyet etme egilimleri gösteren bir kisilik yapisi gelistirir. 
Aslinda diski ve kizginligin esanlam tasimasi küfür niteligindeki bazi sözcüklerde de oldukça belirgindir.
Gerçekten kizginliklarini biriktirdikten sonra birden bosalan kisiler, gösterdikleri tepkinin çevrede neden bu denli olumsuz karsilandigini kavramakta güçlük çekerler. Çünkü gerilimin böylesi bir patlamayla bosalivermesi, diskilamadan sonra yasanan ferahlamayi andiran bir duygunun yasanmasina neden olur ve öncelikle bu duygu yasandigindan, kisi kendini rahatlatan tepkisinin diger insanlarda neden karsit bir tepki olusturdugunu anlamakta güçlük çeker.
Kimi insan ise sürekli olarak diger insanlari “igneleyerek” kizginlik bosaltir. Bu, mizah, saka, sitem, kinaye vb. dolayli yollarla oldugu gibi, bazen de dogrudan ve acitmak istercesine söylenen sözlerle gerçeklestirilir. Böyle durumlarda kisi sik sik, ama küçük oranlarda gerilim bosaltmakta oldugundan, davranislarinin diger insanlar üzerinde olusturdugu etkiyi algilamayabilir. Hatta onlardan gelen karsit tepkileri bazen saskinlikla karsilar, bazen de kendine yönelik düsmanca davranislar olarak degerlendirir ve bu tür davranislara kendisinin neden oldugunu göremez.
Bazi insanlar kendilerini engelleyen olaylarin yarattigi kizginligi, o anda, kosullar ne olursa olsun ve getirecegi olumsuz sonuçlari düsünmeksizin anlik parlamalarla disa vurarak bosaltma egilimi gösterirler. Bu kisiler genellikle çevreleri tarafindan öylece kabul edilir ve “kuru bir gürültü” olmaktan öte bir nitelik tasimayan tepkileri, kendi düsmanca egilimlerine bir gerekçe arayan bazi alingan kisilerin disindaki insanlar tarafindan fazla ciddiye alinmaz. Bu insanlarin, kizginliklarini aninda bosalttiklari için düsmanca egilimler gelistirmemesi beklenirse de çogu kez öyle olmaz.
Bazi insanlar yaygin kizginlik tepkilerini, her seye karsi çikma ya da insanlari sürekli karsilarina alma biçiminde yasarlar. Bu insanlar genellikle, özerk olmayi yanlis yorumlamis kisilerdir.
Bazi insanlar ise otorite olarak algiladiklari her seye karsi çikar ya da baskaldirirlar ve bunun bir özerklik savasimi oldugunu savunurlar. Oysa tepkileri salt bir baskaldiridan öteye gidemez ve karsi çiktiklari düsüncelerin yerine bir baska öneri getiremezler. Bu insanlarin kisilikleri yaraticiliktan yoksundur ve hiçbir zaman etkin olamazlar.
smanca egilimleri denetim altinda tutabilmek için kullanilan bir diger yol da, dis dünya ile olan iliskiyi en aza indirmektir. Bununla anlatilmak istenen, bir insanin bir odaya kapanmasi degil, duygusal tepki alanini daraltarak kendini zedelemekten korumaya çalismasidir.
Degersizlik Duygusu
Degersizlik duygusu, bir insanin kendisini diger insanlardan daha degersiz bir varlik olarak algilamasidir ve kökenini çocukluk yasantilarindan alir.
Kendisine deger verilmemis bir insan bir baskasina deger veremez. Bunu sonradan ögrenebilmesi de ancak kendisine deger verebilmeye basladiktan sonra isleyebilen iki yönlü bir süreçtir. Bir baska deyisle, insan kendine deger verebildigi oranda baskalarina da deger verir; diger insanlara gerçek anlamda deger verdigini hissettikçe kendisini de degerli bulur. Yoksa bir diger insani yücelterek kendimizi küçültmek, ne ona ne de kendimize deger vermektir. Degersizlik duygulari yasayan biri için diger insanlar ya kendinden üstündür ya da asagi; esiti yoktur.
Bir insani önce yüceltip daha sonra onu devirmeye çalismak toplumumuz bireylerinde oldukça sik görülen bir olgudur. Arabasini sorumsuzca süren bir insan kendisinin de diger insanlarin da degeri olabileceginin, daha dogrusu hayatin ne kadar degerli oldugunun farkinda degildir. Saglikli bir yasam için gerekli önlemleri bildigi halde önlem almayan bir insan da öyle…
Üstünlügü güç ve para kazanarak gerçeklestirmek isteyen kisi, amacina ulasmak için diger insanlari kolayca harcayabilir. Entelektüel üstünlügü kanitlamak için çevresindekileri sürekli elestiren ve yanlislarini arayan bir digeri, onlarin düsünce ve isteklerine saygi göstermez. Ancak, diger insanlara deger vermedigi için tüm bu çabalarina karsin kendini yine de degersiz bulur ve toplumun disinda kalmis hisseder. Sayginlik ugruna bu denli çaba harcadigi halde çevresindekilerin saygisini kazanmamis olmasinin nedenini bir türlü anlayamaz.
Kendisini üstün bir varlik olarak algilayan kisi, çevresinden gelen en küçük bir elestiriye bile katlanamaz. Gerçek benligiyle yüzlesmesine neden olan durumlari dünyanin sonu gelmisçesine yasar. Bu nedenle gururunu incitebilecek bir durumla karsilastiginda ya da karsilasmak üzere oldugunu hissettiginde o durumdan kaçmaya çalisir. Kaçamadigi durumlarda ise degersizlik duygularinin gerisindeki düsmanca egilimler denetimden çikar ve gururna darbe indirenlerden öç almaya çalisir.
Içinde yasadigimiz kültür, erkege ve erkeklik rolüne öncelik tanir. Buna karsilik, kadin ve kadinin yaptigi isler üstü kapali bir biçimde küçümsenir. Toplumumuzun bazi kesimlerinde oldugu gibi, kiz çocuga erkek çocuktan daha az deger verilen bir ortamda yetismis bir kadin, hemcinslerini küçümseyebilir ve gerçek kadinlik kimliginden saparak toplumun yegledigi erkeksi davranislari benimseyebilir. Böyle yapmakla üstün bir varlik olabilecegini ve degersizlik duygularina çözüm getirebilecegini sanir.
Oysa bu davranislar yalniz erkeklerde görüldügünde toplumun onayini kazandigindan, gerçek kimliginden vazgeçmekle kendisini, herkesten önce kendi gözünde küçük düsürmekte oldugunu fark etmez. Bu tür davranislar bazen kadinin kadinligiyla çevresine meydan okumasi, örnegin erkekleri önce bastan çikarip sonra onlari incitmeye ve sömürmeye çalismasi biçiminde de görülebilir. Bu davranislarin gerisinde kadinlik kimligine iliskin degersizlik duygulari bulunur.
Benzer davranislara erkeklerde de rastlanir. Toplumun erkek kimligine iliskin beklentilerini karsilayamadigi için kendisini degersiz bulan insanlar, erkekliklerini abartilmis biçimde yasayarak üstün bir varlik olabilecekleri sanisina kapilirlar. Böyle erkekler çok sayida kadini bastan çikarmakla ya da saldirgan davranislarda bulunmakla güçlü erkek imajina ulasabileceklerine inanmislardir.
Bir insan varolusunun getirdigi sorunlara güvenli ve gerçekçi biçimde yaklasabiliyorsa, degersizlik duygulari yasamaz. Yenilgiyi de basari gibi yasamin dogal bir parçasi olarak kabul ettiginden, karsilastigi durumlardan ve kendisiyle ilgili gerçeklerden kaçamaz.
Aci da verse hoslanmadigimiz kendimizle yüzlesebilmeli ve bu yüzden asla kendimizi lanetlememeliyiz. Kendini lanetlemek ya da kendine acimak insanin sorumluluklarini görebilmesini engeller. Güçlülük yürekli olmayi gerektirir. Yüreklilikse insanin kendi gerçekleriyle yüzlesebilmesini içerir. Insanin kendisine yabancilasmasi pahasina kazanilan güç, gerçek güç degildir. Güçsüzlügümüzü yasayabilmek yürekliligi gösterdigimiz bir anda biri bizi küçümserse, bu onun sorunudur.
Kaygi
Insanlar vardir, isleri yolunda gitse de kaygilidirlar. Yasanan kaygilarin korku duygusuyla bazi ortak yönleri vardir. Korku, herkes tarafindan tehlikeli olarak kabul edilen bir duruma karsi yasandigi halde, kaygi kisinin kendisinin ürettigi bir duygudur ve bu duyguya neden olarak gösterilen durum çogu insana saçma görünür.
Insanlar vardir, bir çift ayakkabi almak için bildikleri çogu dükkani dolasir, yine de bir karar veremezler. Sonunda karar verip aldiklari ayakkabilari eve döndüklerinde begenmez, bir önceki dükkanda gördükleri ayakkabilarin daha iyi oldugu duygusuna kapilir, hatta bazen aldiklarini degistirmeye çalisirlar. Bu nedenle alisverise mutlaka birisiyle birlikte giden insanlar vardir.
Kaygili insanlarin olaylara bakis biçimi oldukça karamsardir. Günlük olagan sorunlari bile dünyanin sonu gelmisçesine yasarlar. Kendilerine iliskin olaylarda oldugu gibi, diger insanlarin yasantilarina iliskin beklentileri de daima olumsuzdur.
Kaygili insan, kaygilarina katilmayan kisilere karsi bir yandan kizginlik yasar ve onlari kendisini ciddiye almamakla suçlarken, öte yandan kendisiyle birlikte sürüklenmedikleri için onlara saygi ve güven duyar.
Kaygi duygusunu yasamamak için gelistirilen kaçinma tepkileri çesitli biçimlerde görülür:
Ilkinde, kisi kendisine kaygi yaratan durumlardan uzak durmaya çalisir. Örnegin, bir insan çok iyi bildigi bir konuda bile kalabalik karsisinda konusmaktan kaçinabilir; konusmaya basladiginda sesinin titreyeceginden ya da yüzünün kizaracagindan korkabilir.
Kaygi duygusundan kaçinmak için kullanilan bir diger mekanizmada kisi, çevresinden ve kendi iç dünyasindan kaynaklanan ve kaygi yasanmasina neden olan durumlari algilamamaya çalisir. Bu mekanizma bebeklerde uykuya siginma biçiminde görülür.Yetiskin insanlarda ise bu, kaygi yaratabilecek nitelikteki düsünce ve duygulari, seçici bir biçimde bilincinden uzak tutma yoluyla gerçeklestirilir. Örnegin insanlar vardir, yalnizlik ve mutsuzluklarina karsin her sey yolunda gidiyormusçasina davranirlar ve mutlu olduklarina kendileri de inanirlar. Bazilari ise kaygi duygusundan kaçinmak için alkol ya da uyusturucu ilaçlar kullanirlar.
Yetiskin insanin kaygidan kaçinmak için kullandigi bir diger yöntem de, kaygi yaratabilecek duygusal tepkilerin yerine böyle bir etki yaratmayacak tepkiler verme biçiminde görülür. Çevresindeki bir erkekten hoslanan genç kiz, onu her gördügünde ilgilenmiyormusçasina tutumlar takinabilir. Böyle yapmakla çogu kez hoslandigi insani kendisinden uzaklastirmis olur. Ama ona göre böyle bir sonuç, reddedilmenin gururuna indirebilecegi darbeden daha az aci vericidir.
Kimi insan içsel kökenli kaygilarini belirli bir davranis alaninda, örnegin karsi cinsle olan duygusal ya da cinsel iliskilerinde yasar. Iliskileri sürdürememek, sürekli yeni iliskiler aramak, erkekte iktidarsizlik ve kadinda orgazm olma güçlügü, kayginin bu alanda yasamakta oldugunun belirtileridir.
Kaygili insan genellikle çevresindekileri de biktirdigi için aradigi sevgi ve destekten de yoksun kalir. Bu ise çaresizliginin ve esasen denetiminde güçlük çektigi olumsuz duygularinin daha da pekismesine neden olur.
Bir insanin kaygilardan kurtulabilmesi için tek yol, kendi varolus sorumlulugunu üstlenebilmesidir. Bu sorumluluk gereginde baska insanlarin destegini ve yardimini alabilmeyi de içerir. Ne var ki, çaresizlik duygularindan kaynaklanan asiri bagimlilik egilimleri ve bunun sonucu olusan kizginlik, kaygili insanin kendisine verilen destegi degerlendirebilmesini güçlestirir. Bir baska deyisle, kaygili insan vermeyi de almayi da beceremez. Verilenle yetinmeyip tüm sorumlulugun çevresindeki insanlar tarafindan üstlenilmesini bekleyebilir.
Sorumluluktan Kaçis
Sorumluluk denince çogu insanin aklina, ailesi, çalistigi kurum ve dostlarina karsi “görevleri” gelir, ama kisinin kendisine karsi görevi olan “iyi yasama sorumlulugu”ndan pek söz edilmez. Baskalarina karsi sorumluluklarimiz oldugu kaçinilmaz bir gerçek olmakla birlikte, bazen bunu kendimize karsi sorumluluklarimizi görmezden gelmek için kullanmak da sorumsuzluktur.
“Önce kendine, sonra baskalarina” ilkesi ilk bakista bencilce bir yaklasim olarak degerlendirilebilir. Ne var ki, bir insan ancak kendisine verebildiginde diger insanlara da “gerçek anlamda” verecek seyi olur.
Örnegin çocuk, ihtiyaçlarini bir görev yaparcasina karsilayan ana-babadan çok, kendisini dürüstçe “yasama” ve yasama dogrudan “katilma” yürekliligini gösterebilen bir ana-babayi yegler. Çünkü yasayan ve ona nasil yasanabilecegi konusunda örnek olabilecek bir modele ihtiyaci vardir.
“Böyle olaylar hep beni bulur!”, ya da “Gördünüz mü, yine basima neler geldi!” sözleriyle alinyazisi ve kötü talih kavramlari sorumluluklarimizi görmemek için sik sik kullanilan gerekçelerdir.
Bir insanin isini benimsemesi ve görevlerine özen göstermesi onun kendine karsi olan sorumlulugunun dogal bir parçasidir. Ama bir insan her gece evine is götürüyorsa, hafta sonlari da çalisma yerine ugramadan edemiyorsa, tatil günlerinde de evinde kendisine is üretiyorsa ya da çalisma saatleri disinda da sürekli isinden söz ediyorsa, o zaman durum farklilasir ve kisinin çalisma yasami kendine karsi olan sorumluluklarindan kaçmak için kullandigi bir uyusturucu durumuna gelir.
Sik kullanilan kaçis mekanizmalarindan biri de kisinin sorumluluklarini kendisi disindaki kisilere ya da durumlara aitmis gibi algilamasi biçiminde görülür. Günlük yasamda bu tür tepkileri herkes her zaman gösterebilirse de bazi insanlarda süreklilik kazanmistir. Bu insanlar kendi davranislarinin sonucunda ortaya çikan olumsuz durumlarin baska insanlardan ve durumlardan kaynaklandigini savunurlar. Sinavinda basarisiz olan bir ögrenci, durumu, sorularin anlasilabilir olmamasi ya da ögretmenin hakça davranmamasiyla açiklayabilir; bir dostuyla arasi açilan bir digeri, durumun tüm sorumlulugu karsi tarafin davranislarinda arayabilir. Bu tür durumlar özellikle kari-koca iliskilerinde sik yasanir.
Kuskusuz, bazen yasadigimiz bazi olaylardan çikardigimiz sonuçlar bilgiye dönüsür, bazen ise edindigimiz bazi bilgileri sonradan yasantiya dönüstürürüz. Ama genelde, yasantiya dönüsmemis bilgi gerçek bilgi degildir. Ya da Konfüçyüs’ün deyisiyle, “Bilmek uygulamaktir!”.
Öyle zaman olur ki, sorumlulugumuzun bir baskasi tarafindan üstlenilmesini isteriz. Bazen ise bir diger insanin sorumlulugunu üstlenmemiz gerekir. Bir baska deyisle, arada bir çocuk olur ya da çocuk olma ihtiyacinda olan bir yakinimizin ana ya da babasi oluruz. Dengeli bir biçimde olmak kosuluyla bu tür dayanismalar, yasamin dogal bir parçasidir. Çünkü aslinda kimse kendi kendine yeterli olamaz. Insanlara gerektiginde “Hayir!” diyebilmek ve bundan ötürü suçlanmamak kadar, onlardan bir seyler isteyebilmek ve beklentilerimizi, hissettirebilmek de kendimize karsi sorumlulugumuzun bir parçasidir. Insanlara verebilmek de öyle…
Ancak bir gerçegin tekrar altini çizersek: Bir insanin kendisine karsi sorumluluklariyla baskalarina karsi sorumluluklari iç içe geçmis tek bir olgudur, birbirinden soyutlanamaz.
Insan bir zaman tüketicisidir. Üstelik bize ayrilan bu zaman oldukça sinirlidir da. Ama yine de çogumuz yapmak istediklerimizi sonsuza dek zamanimiz varmisçasina erteleriz. Yasamimiz boyunca yitirdigimiz bazi seyleri yeniden elde edebilir ya da yerine baska seyler koyabiliriz. Ama tükettigimiz zamani asla!
Yalnizlik
Yaratici insan ancak yalniz kalabildigi zaman içsel dünyasinin zenginliklerine inebilir ve bunlari sonradan, müzik, görsel sanatlar, edebiyat ya da bilimsel ve teknolojik buluslar olarak bize ulastirabilir. Bundan ötürü, gerçek anlamda yaratici bir insan yaraticilik sürecini yasarken kendisini yalniz hissetmez; yaratmakta oldugu ürünün diger insanlar tarafindan anlasilabilecegi ve kabul edilebilecegi umudunu tasidigindan, aslinda yalniz degildir.
Içinde yasadigimiz kültür yetiskinlerin birbirine sevecen davranmasina zaten elverisli olmadigindan ve dolayisiyla durumun sonradan onarilmasini saglayabilecek bir ortam da bulunmadigindan, sonunda çevresinden soyutlanmis, içine dönük ve sevgi verilse de alamayan bir yetiskin karakteri olusur. Böylesi bir yalnizlik bazen, bir insanin kendisine acimasi biçiminde yasanan yalnizligin da ötesinde yogun bir soyutlanmaya yol açabilir. Bu, gerçek yalnizliktir: Böyle bir insanin, geçmisinde var olmus insanlarin izleri silindigi gibi, gelecek yasaminda yeni iliskiler kurabilme umudu ve beklentisi de yoktur. Bu denli yogun yasanan yalnizligin özelligi, kisinin kendisinin de yalnizligina yabanci olmasidir.
Gerçek yalnizlik her insani korkutur. Buna karsilik yalniz kalmaktan korkmak bir insandan digerine farklilik gösterir. Kimi insan için bir bozkirin sonsuzlugunu seyretmek bile ürkütücü duygularin yasanmasina neden olurken, bir digeri için doga ile bas basa kalmak doyurucu bir yasantidir. Kimi insan mutlak sessizlikte panige kapilabildigi halde, bir digerinde böyle bir durum dinlendirici bir etki yaratabilir. Bu farkindaligin ardindaki neden, yasadigimiz kültürden kaynaklanmaktadir.
Bir insanin yalnizligi, yalnizligin bosluguna ve ürkütücülügüne karsi gelistirdigi savunma mekanizmalariyla da anlasilabilir. Sürekli ve asiri yemek yeme, anlamsizca ve sürekli bir seyler satin alma, seçim yapmaksizin art arda filim ya da TV seyretme, amaçsizca vitrinleri izlemeyi aliskanlik haline getirme bunlar arasinda sayilabilir.
Çogu narsisist insan, davranislarinin bilincinde degildir. Için için bir suçluluk yasarsa da bunun insanlara bir sey vermemesinden kaynaklandigini göremez. Kimi ise durumu biraz fark eder gibi olsa da görmezden gelme egilimindedir ve bu tür davranislarini sürdürür. Çünkü baska bir türlü iliski kurmayi ögrenememistir, dolayisiyla seçenegi de yoktur. Bu insanlar hepimizin çevresinde bulunur ve zaman zaman bizde kizginlik yaratirlar. Yalnizca isi düsgü ya da dert anlatmak için bizi arayanlar, karsilastigimizda bizim o andaki kosullarimiz ne olursa olsun sürekli kendilerinden ve sorunlarindan söz edenler oldukça sik yasadigimiz örneklerdir. Böyle insanlar gerçekten bizi görmek istedikleri için degil, o anda yalniz kalmak istemedikleri için bizi ararlar.
Narsisist insan, aslinda kendi anne ya da babasinin narsizminin ürünüdür. Bir baska deyisle, vaktiyle anne veya babasi onu kendi uzantisi olarak algilamis oldugu için kendisi de diger insanlari öyle algilar. Dolayisiyla, narsisist egilimleri olan insanlar daima birbirini bulurlar. Çünkü özerk ve bireylesmis bir insan bu tür iliskiyi zaten sürdüremez.
Seçilen sözcükten de anlasildigi gibi, narsisist insan kendisiyle bir tür sevgi iliskisi içerisindedir. Çünkü yalnizdir. Insanlarla birlikte oldugunda da yalnizdir, ama onlarla iliski halinde oldugu sanisindadir. Narsisist kisi, bir yandan için için asagilik duygulari yasarken, bir yandan da kendisine hayranmisçasina davranir. Kendisini elestirmeye kalkisan insanlari kötü niyetli ve düsman olarak algilar.
Narsisist insan, çalisma yasamindaki yardimcilarini, esini ve çocuklarini da kendi varliginin bir uzantisi gibi görürü. Dolayisiyla bu insanlar onun ihtiyaçlarini karsilamakla yükümlüdürler.
Ortakyasam Iliskisi
Ortakyasam kurma egiliminde olan kisiler, yasamlarinda karsi cinsten birinin olmadigi zamanlarda da sürekli ve seçim yapmaksizin diger insanlarla birlikte olma geregini duyarlar. Birlikte olduklari insanlar da ayni egilimde kisilerdir.
Ancak hiçbiri bu beraberliklerin gerçek bir seçim olmadiginin bilincinde degildir. Bu nedenle böylesine iliskilerde, yüz yüzeyken dostluk gösterip sonra arkadan konusma sik rastlanan bir olgudur.
Ortalama insan, beraberlikten sagladigi doyum ortak noktasina ulasip da inise geçmeye basladigi ani çabuk fark eder ve ileride yeniden bir araya gelme istegiyle beraberlige toplumsal kurallar çerçevesinde son verir. Esasen böyle bir noktaya gelindigini kisiler genellikle karsilikli ve yaklasik olarak ayni zamanda fark ederler ve kimse kendisini engellenmis hissetmez.
Kimi kadin erkegin üzerinde gerçek bir egemenlik kurdugu anda onu küçümsemeye baslayabilir. Eger erkegin mazosist egilimleri yogunsa, iliski kadinin erkegi sürekli horlamasi biçiminde sürebilir. Ancak çogu kez bu noktaya gelindiginde erkek kadindan uzaklasarak, baska kadinlarla iliski kurarak ya da mazosizmini sadizme dönüstürerek kadinin esasen temelsiz olan özgüveninin yikilmasini saglayabilir ve bu kez roller degisir. Kadin nasil olsa elinin altinda oldugunu sandigi erkekte olusan bu degisiklikten ötürü bozguna ugrar ve bu kez mazosist ortak rolünü benimser.
Saglikli bir anne modelinden yoksun büyümüs kadinlardaki kimlik bunalimi çesitli biçimlerde yasanabilir. Kimi kadin erkeksi bir sorumluluk üstlenerek erkeginden daha erkek olma çabasindadir. Böyle kadinlar ev isleriyle ugrasan, yemek ve pasta tarifleriyle ilgilenen ya da çay toplantilarina katilan kadinlari küçümserler. Onlara göre bu etkinlikler kadinin güçsüzlügünün simgesidir. Önyargili olduklarindan ev kadinligi kimliginin yaratici ve yapici yönlerini göremezler. Kimi ise ev kadinligi çerçevesi içerisinde bir egemenlik kurmustur. Böylece bir yandan erkegine ve çocuklarina yönelik sadizmini, diger yandan kendine yönelik mazosizmini yasar. Sahip oldugu iliskileri degerlendirecegi yerde, ait olmadigi bir dünyada yasadigi inancindadir ve ulasabilme firsatini kaçirdigini sandigi baska bir dünyanin özlemini yasar. Böylesi kadinlar, fotoromanlara, romantik konulu filmlere ve bazi ünlü kisilerin inisli çikisli yasamlarina büyük ilgi duyarlar.
Bazi kadinlar cinsel rollerine iliskin yetersizliklerini kendilerini mesleki ve entelektüel alanlarda gelistirerek ödünlemeye çalisir ve kendi kadinliklarina daha da yabancilasirlar. Böylesi kadinlar erkelerle bir tür yarisa girerler. Bu yaris entelektüel güçleriyle erkekleri hadimlastirma egilimlerini de içerebilir. Ne var ki bu yönde basari kazansalar da bunu duygusal yasamlarindaki bosluk ve yalnizlikla öderler.
Kimi kadinlar ise kadinligina iliskin güvensizligini baska bir biçimde ödünlemeye ve erkekleri bastan çikarak gücünü kanitlamaya çalisabilir. Bu, çapkin baba modelini benimsemis ya da annelerinden çok bunalmis kadinlarda daha sik görülür. Bu tür davranislar erkeklere karsi bir tür zafer kazanma ögesini tasidigi gibi, ulasilamamis baba sevgisini arayan küçük kiz davranislarini da içerebilir.
Orgazm olma, erkege tümden teslim olma ve dolayisiyla yok olma anlamina geldiginden, bazi kadinlar kendilerini bu doyumdan engelleyerek erkege yönelik sadist ve kendilerine yönelik mazosist egilimlerine doyum saglarlar. Bir baska deyisle, orgazm olamamanin gerisinde kendine ve erkege yönelik bilinçdisi öfke ve düsmanlik duygulari bulunur. Bu, kadinlarin sik sik kullandiklari bir bilinçdisi öç alma yoludur. Olgunlasmamis olmanin ve hâlâ anne baba sevgisi beklemekte olmanin bir belirtisidir.
Çapkinlik, toplumun önemli bir kesiminin gözünde erkegin erkekligini kanitlayan bir davranis biçimidir. Böyle bir önyargi ile yaklasildiginda, bu olgunun gerisinde kisinin erkeklik kimligine iliskin bir kaygi yasamakta oldugu gerçegi de kolayca gözden kaçabilir. Çesitli biçimlerde yasanabilen bu kaygi, kökenini çocukluk yillarindan ve uyumsuz anne-ogul iliskilerinden alir.
Cinsel davranislar bazen kendi doyumunu ikinci plana birakarak kadina en üst düzeyde doyum saglamaya yöneliktir. Kimi ise kadinin gerçeklerini hiç göz önünde bulundurmadan yalnizca kendi narsisist isteklerine doyum saglamaya çalisir ki böyle durumlarda önemli olan iliski degil bosalmadir.
Bosalmanin gerilim giderici etkisiyle gevseyen erkegin sirtini dönüp uyumasi ise kadinin çileden çikmasina neden olur. Çogu kadin böyle durumlarda “kullanilmis olma”nin öfkesini tasir. Aslinda her iki taraf da bir yandan birbirinden korkmakta ve birbirine karsi bilinçli ya da bilinçdisi saldirgan egilimler yasamakta diger yandan da vaktiyle bulamadiklari sevgiye ulasma umudunu tasimaktadir. Ancak sevginin nasil yasanacagi ögrenilmemis oldugu için ikisi de aslinda birbirine sahip olmaya, dolayisiyla birbirini kullanmaya çalismaktadir.
Ortakyasam kurma öyle güçlü bir egilimdir ki bazi insanlar duygusal dünyalarini tümden bu tutku çevresinde yasarlar. Böyle bir insan yalniz kalmaya katlanamaz. Güzel bir manzarayi seyrederken sevdigi insanin kendisiyle birlikte olmasinin ya da bu yasantisini paylasabilecegi birinin bulunmamasinin üzüntüsünü yasar. Bu duygulari arada bir yasanmasi evrensel nitelikte ve insanca bir olgu olmakla birlikte, sürekli olarak kisiyi egemenligi altina aldiginda durum farklilasir. Örnegin, insanlar vardir, dostlariyla birlikte kalabalik bir yere gittiklerinde orada gözleriyle birini arar ve o kisinin haberi olmaksizin onunla bir iliskiyi düslerler.
Birlikte olduklari kisiyle cinsel iliskide bulunurken baska birini düsleyen insanlar vardir. Gerçegi yasayamamanin ve degerlendirememenin boslugunu düslerinde gidermeye çalisirlar. Bu, kadinlarda daha sik görülen bir egilimdir. Bir iliskiyi sürdürebilmek, baslatmaktan daha zordur…
Ortakyasam kurma egiliminde olan kisileri bir yanilgisi da, tüm çabalarini karsi cinsle olan iliskilerine odaklastirip diger insan iliskilerini önemsememe egilimidir. Iliski bir sanattir ve bu konuda karsi cinsle olan iliskilerle genel olarak insan iliskileri birbirinden soyutlanamaz. Yine bunun içindir ki insan iliskilerinde basarisiz bazi kisiler günün birinde meçhul bir prens ya da prensesin gelip kendilerini kurtarmasini beklerler, ama çogu kez bir ömür boyu beklerler. Bu egilim, yine kadinlarda daha yaygindir.
Özellikle kadinlarda gözlemlenen bir diger ortakyasam kurma egilimi ise simgeselplatonik bir nitelik tasir. Bir erkege yönelik olarak gelistirilen tutku uzaktan yasanir. Duygularin dogrudan açiga vurulmadigi bu gibi durumlarda, seçilen erkek genellikle kadindan daha yaslidir ve bazen durumun farkinda bile degildir. Bazi olgularda bir ömür boyu sürebilen bu durumlar kökenini çocukluk yillarinda olusan bir baba tutkusundan alir.
Ortakyasam iliskilerine genellikle eslik eden güçlü bir duygu da kiskançliktir. Bu duygu çogu kez kökenini çocukluk yillarina iliskin çözümlenmemis kaygilarin (kiz çocugunun babayi anneden, erkek çocugun anneyi babadan kiskanmasi) almakla birlikte, yetiskin insan için bu olguyu olgunlasmamis ve cinsel kimligini yeterince gelistirememis olmanin bir belirtisi olarak tanimlayabiliriz.
Arada bir kiskanilmis olmak bazi insanlar için benligi oksayici bir etki yaratabilirse de gerçekdisi olaylarin nedeni olarak sürekli suçlanmak insani bunaltir ve birlikte oldugu kisiye saygisini yitirmesine neden olur.
Aslinda evliligin eslerin kisisel gelisim olanaklarini engellememesi gerekir. Ancak içinde yasadigimiz toplum yapisinda bu gerçeklestirilmesi oldukça güç bir durumdur. Çünkü toplum genel olarak hâlâ, evlilik içerisinde eslerin bireylesme çabalarini sürdürmelerini evlilik kurumuna karsi bir tehdit olarak algilamakta ve gerçegin tam bunun karsiti oldugunu degerlendirememektedir.
Nevrotik Kisirdöngü
Çogu kez deneyim dedigimiz sey geçmiste yaptigimiz yanlislardir. Oysa nevrotik kisirdöngüye kapilmis kisi, zorlanma durumlarini yenmek için çaba gösterecegi yerde onlardan kaçinmaya çalisir. Bu davranislarinin çikarlarina ters düsgünü ve katiliginin farkli çözüm yollarini görebilmesini engelledigini görmezden gelir. Mantikdisi ve uyumsuz nitelikteki davranislarinin farkindadir, ama bunlari sürekli zihninden uzak tutmaya çalisir.
Nevrotik kisi, mutsuz, kaygili, çevresiyle iliskilerinde etkisiz ve suçluluk duygulari içinde yasayan biridir. Onlar tehlikeye karsi asiri duyarlidirlar. Bu kisiler, bir yandan durumundan yakinirken, öte yandan bu durumun kendisinden kaynaklandigini göremezler.
Nevrotik insan, sürekli olarak kendi duygulari, kendi umutlari ve kendi sorunlariyla ilgilidir. Tüm çabasi kendi bütünlügünü korumaya yönelik oldugundan diger insanlarla ilgilenmez ve onlara verecek pek az seyi olur. Yetersizlik duygularindan kurtulabilmek amaciyla güçlü bir es arar, ona tutunarak yasamini güvenlik altina almaya ve bir anlam bulmaya çalisir. Ancak bu umutlar, kendi yetersizligi sonucu düs kirikligiyla sonuçlanir.
Nevrotik kisinin bir diger ilginç özelligi, ayni hatalari art arda yineleme egilimidir. Örnegin, kendi ihtiyaçlarini bir kenara iterek davranislarini hoslandigi erkegin beklentilerine göre ayarlayan bir kadin bir süre sonra bu erkegi yitirebilir. Çünkü giderek egemenlik kurma egilimine dönüsen tutumu erkegin özgürlügünü özlemesine neden olabilir. Bu nedenledir ki, bu kadin, ikinci bir iliskiye girdiginde davranislarina hiçbir degisiklik getirmeksizin eski tutumunu yeniden sürdürebilir ve dogal olarak ayni olumsuz sonuçla karsilasir.
Nevrotik kisi olaylar hakkinda derhal yorum yapar. Yeterince veri olmaksizin yaptigi bu yorumlarin dogru olup olmadigi üzerinde hiç düsünmez. Örnegin, tanidigi bir erkekle bir kadini birlikte gördügünde derhal aralarinda bir iliski oldugu sonucuna varir ve üstelik bunu gerçekmisçesine çevresine aktararak düsmanca egilimlerine doyum saglar.
Nevrotik döngünün yukarida sayilan ortak belirtilerinin tümü birden ayni insanda bulunmaz. Davranislari nevrotik ögelerden tümden arinmis çagdas bir insan da düsünülemez. Önemli olan, insanin ne oranda bir nevrotik kisirdöngü içinde tutsak kalmis oldugudur.
Bu baglamda denilebilir ki, kendini gerçeklestirme, kendini yasamayi göze alabilecek yürekliligi gösterebilmeyi ve kisirdöngülerden özgürlesebilmeyi tanimlar. Bir insanin kendi kisirdöngülerinin tümünü görebilmesi, gerçeklesmesi olanaksiz bir durumdur. Böyle bir durumun gerçeklesmis oldugunu varsaysak bile bu, o insanin kisirdöngülerinden arinabilecegi anlamini tasimaz.
Yasam ve Ölüm
Kendisine ayrilan zamanin sinirli oldugunun ve bir gün yasaminin sona ereceginin bilincinde olmak, insani anlamli yasayip yasamadigi konusunda kaygilandirir.
Her insan bagimlilik ve özgürlük ya da boyun egme ve kendine yön verme egilimlerinin yarattigi çatisma ile dünyaya gelir. Çünkü dogum olayi, bir diger insana tümden bagimli ve çaba gerektirmeyen bir durumdan, ayri bir varlik olmayi ve kendi eylemlerinin sorumlulugunu üstlenmeyi gerektiren bir yasama geçisi temsil eder. Insanin kendi sorumlulugunun dogrultusunda gösterdigi çaba hayatin özüdür. Ne var ki bazi insanlar bu çabayi gösterecekleri yerde, vaktiyle dölyatagiyla kurduklari beraberligi yasamlarinda da gerçeklestirmeyi yeglerler. Böyle bir seçim, beraberligin içinde yok olma anlamina gelir, ölümü simgeler.
Insan gençken zamani, kaç yil geride biraktigini düsünerek degerlendirir. Kaç yili kaldigini düsünmeye basladigi andan itibaren de orta yasa girmis olur.
Organizmanin artik eskimeye basladigini animsatan saglik sorunlari, çocuklarin bagimsizliklarini kazanmaya baslamalarinin yarattigi bosluk, bazi yasitlarin erken ölümü, vb. durumlar da göz önünde bulunduruldugunda bu tür bir degisikligi kabul edebilmenin kolay olmadigi anlasilabilir.
Yaslilik, çogu insanin sandigi gibi duragan ve degismez bir dönem degildir. Yasamin tüm evrelerinin zorlanmalarina karsin var olabilmis olabilmenin güçlülügünü ve bilgeligini içerir. Özellikle de merak ve hayret tepkilerini sürdürebilen yaslilar gerçekten dinamizmi olan varliklardir.
Yasli insan, bir yandan gidenin yerine konacak kimse olmamasinin yarattigi yalnizligin ve toplumsal statüyü yitirmis olmanin getirdigi rol yoksunlugunun acisini yasar, bir yandan da kendini ölümsüzlestirmenin yollarini arastirir. Bu nedenle yasli insanin zamanla iliskisi ölümünden sonrasini da içerir. Miras düzenlemeleri, gençlere daha çok destek olma çabalari ve hayir yapma girisimlerinin temelinde geride bir iz birakma istegi bulunur.
Kronolojik yasini kabul edemeyen ve buna uygun bir yas sürdüremeyen kisi olgunlasmamis bir varliktir. Bunun bedelini suçluluk duygulariyla öder. Olgunlasmamis olmak, yalnizca kronolojik yastan önceki döneme ait davranislari içermez. Insanlar vardir, davranislari kronolojik yaslarina oranla daha “yasli”dir.
Aslinda bu insanlarin içinde baski altinda tutulan bir çocuk bulunur, ama onun varligini fark edemezler. Çünkü bu çocugun bilinç düzeyine ulasarak davranislarda varligini göstermesi, kati, kuralci ve baskici bir ortam içinde yetismis olan bu insanlar için asla kabul edilemeyecek bir durumdur. Hangi yasta olursa olsunlar, bu insanlarla birlikte olmak insana kasvet verir. Ihtiyar yüzlü bilgiç çocuklar ya da sicak duygusal tepkilerden yoksun, çizgileri asagiya sarkik bir maske takmis yetiskinler aslinda ölümü simgeler. O nedenle bize ürkütücü gelirler, ama bu ürküntüyü yenip de dikkatle inceleyebildigimizde, yasli davranislarinin aslinda çocuksu ögeler tasidigini ve hatta bazen büyük rolü oynamaya çalisan çocuklari animsattiklarini seçebiliriz.
Bir baska deyisle, yasindan daha “yasli davranan” insan, aslinda yasindan geridedir. Gerçekte her yasta her sey yasanabilir, ama yasini da yasayarak!
Esya, para ya da iktidar sahibi olma istegi tutku düzeyine ulastiginda, para, esya ve iktidar insana sahip olmaya ve onu yönetmeye baslar. Bu, uyusturucu madde ya da kumar tutkulari gibi engellenmesi güç bir dürtüdür. Insanin varolusuna bir anlam katamamis olmasinin, boslugunun, kendini degersiz bulmasinin ve yalnizliginin anlatimidir.
Bir insanin kendini yalniz hissettigi zamanlarda kendisine bir sey almak istemesi olagan bir davranis sayilabilir. Ama çiktigi gezilerde gördükleriyle ilgilenecegi ve anini yasayacagi yerde alisveris krizine giren insanlar alkol krizine giren insanlara benzerler. Kendilerini kabul edememis olmanin acisiyla yüzlesmeyi göze alamadiklari için bosluklari içki ya da esya ile doldurmaya çalisir, ama daha büyük bir bosluga düserler.
Dünyada iki tür insan vardir:
1. Yasayanlar,
2. Yasayanlari seyredip elestirenler.
 
Burada, seyretmek ölümü, katilmak ise yasami simgeler.
Yasamak, kendisi olabilmeyi ve yasama etkin bir biçimde katilabilmeyi tanimlar. Bu, insanin kendi sorumlulugunu, bir baska deyisle, hayatina anlam katma sorumlulugunu içerir. Sorumlulugunu üstlenen kisi özgürdür. Özgür insan ise daha az korkar, onun için sevebilir!
Kendini Yasamak
Geçmisin insaniyla günümüz insaninin sorunlari elbette birbirinden farklidir, ama eski insanlara oranla daha mutsuz oldugumuz söylenemez. Geçmiste insanlar, geleneklerin sagladigi koruyucu ortam içerisinde, günümüz insaninin yasamakta oldugu yalnizlik, anlamsizlik ve yabancilasma gibi duygulari pek tanimiyorlardi. Ama geleneklerin koruyuculugunu özgürlüklerinden vazgeçerek ödemislerdi ve yasadiklari toplumsal ortam kendilerini gerçeklestirebilmek için bugüne oranla çok daha az elverisliydi.
Eskiden insanlar sessizce aci çekerlerdi. Simdi ise bunu dile getiriyor, sorunlarini tartisiyor. Üstelik aci çekmeyi kaderin getirdigi bir olgu olarak kabul etmiyor ve isyan ediyorlar. Bununla da yetinmeyerek mutluluga ulasmak için çaba harciyorlar.
Herkesin içinde bir hayvan vardir. Bu, kisiligin yikici oldugu kadar canli ve yaratici bir yönüdür de. Insanda kalitsal olarak var olan saldirgan potansiyel bireyin olumsuz yasantilari sonucu gelisen düsmanca egilimlerle etkinlik kazanir. Bu egilimleri denetim altina almak için gelistirilen kaçinma tepkileri, içimizdeki hayvanin yasama canlilik ve yaraticilik katan yönlerinin de kapatilmasina neden olur. Hayvanini kilit altinda tutan insan, asiri mantikli, yaraticiliktan yoksun ve sönük bir varliktir.
smanca egilimlerini tanimaya ve kabul etmeye baslayan insan, davranislarini kendisi için ne denli zararli oldugunu görmeye baslar ve bundan rahatsiz olur. Çünkü insan hakli oldugunu kolayca kabul eder, ama yanilmis oldugunun kabul etmek benlige indirilmis bir darbe olarak yasanir. Ama bu rahatsizligin olumlu bir yani da vardir: Insani bir seyler yapmaya güdüler. Düsmanca senaryolarin yerine neler koyabilecegini ise kendi dogasindan bulup çikarabilir. Örnegin, kizginlik tepkilerini aninda fark ederek, yasanmakta olan durumu en uygun biçimde disa vurabilme çabalari basariya ulastiginda düsmanca egilimlere neden olan birikimler de ortadan kalkar.
Içimizdeki hayvan ölçüsüz bir davranisa neden oldugunda onu affedebilmeliyiz. Suçluluk duyacagimiz bir davranisa neden oldugunda bunu büyütmek yerine onarmaya çalismaliyiz. Üstelik arada bir bize zararsiz biçimde egemen olabilmesine de firsat tanimaliyiz. Eger bir isi yapmaya üseniyorsak, düsünmeliyiz. Eger bir isi yapmadigimizda çok huzursuz olacaksak onu bir an önce yapmaliyiz. Ama o isi gerçekten yapmak istemiyorsak kendimizi suçlamadan baska bir sey yapip keyfini çikarmaliyiz. Arada bir zararsiz bir çilginlik yapmak bize iyi gelir!
Jestler birincil, konusma ikincildir. Konusma ise yaramadiginda jestler yine ön plana gelir. Bu bazi Kizilderili kabilelerinde o kadar önemlidir ki, insanlar gece karanlikta konusmazlar. Günümüzde de bazi insanbilimciler, yaptiklari arastirmalar sonucu, insanlararasi etkilesimde jest, mimik ve bedensel davranislarin sözcüklerden daha büyük önem tasidigi görünüsünü savunuyorlar. Çagdas psikolojik tedavi ekolleri de tedaviye gelen kisilerin anlattiklarindan çok, tedavi odasinda gösterdigi sözsüz davranislara önem verirler.
Birçok insan belirli bir olay gerçeklesirse mutlu olacagi yanilgisindadir. Mutlulugun kendilerini bulmasini bekler ve mutluluga “bir seyler yasanarak” ulasilabilecegini görmezler. Bir seyler yasamak, bir seylerle “birlikte yasamak” anlamina gelir. Duygular insanin içinde olusan bagimsiz yasantilar degil, dis dünyayla birlikte yasarken insanin içinde olusan olgulardir. Bir insan herhangi bir anda “…’den hoslaniyor”, “…’i umut ediyor”, “…’a kiziyor”, “…’ye çabaliyor” durumlarindan birini yasar. Bir baska deyisle, yasanti öznel degil etkilesimseldir. Önce dista bir olay olup sonradan duygu yasanmaz. Olay oldugu anda etkilesim de olur. Çünkü olay süregelirken kisinin kendisi de degisiklige ugramistir.
Kimi insan almadan vermekte direnir, kimi ise karsiligini alabilmek için verir. Oysa almak ve vermek ayni anda yasanan olgulardir. Kendimizi hissederek ve hissettirerek verdigimizde bunu karsi taraf algilar ve o da kendisini hissettirir. Onu hissedebilmek de bize bir sey verir. Bu öylesi bir yasantidir ki, o anda insanlar ayri varliklar olduklarinin bilincinde degildir. Ama benligini böylesine paylasmak, bir insana tutsak olmaktan çok farklidir. Bu, sevginin kendisidir.
Insanlar sürekli seçim yaparlar, ama çogu bunu kabul etmek istemez. Denize girmek için kiyiya gelen üç kisiden birisi derhal suya dalabilir, digeri sonunda nasil olsa girecegini bildigi halde bir süre suyun soguklugunu deneyerek vakit geçirdikten sonra girebilir, sonuncusu ise girmekten vazgeçebilir ve girenleri seyreder. Bu bir seçimdir ve insanlar nasil isterse öyle “olur”. Ama seçimlerin sonuçlarini kabullenmesi kosuluyla!
Bugün insanlarin birbirinin karsiti iki egilimi dogustan getirdigine inaniyorum. Bir yanda dostlugu, sevgiyi ve yardimlasmayi içeren bir egilim, diger yanda bencillige ve bozup yikmaya yatkin bir egilim. Her insanda bu egilimlerin ikisi de var; ama hangi egilimin egemen olacagini bireyin dogdugu andan bu ana geçire geldigi yasantilar belirliyor. Bir baska deyisle, dogustan gizil olarak var olan bu egilimler çevreden gelen uyarilanlarla pekistirilir. Destek ve dayanisma ortaminda yetisen bir insanda olumlu ve yapici duygular, kendini gerçeklestirme yollarini engelleyen bir ortamda büyüyen bir insandaysa bencil ve yikici egilimler etkinlik kazanir.
RASTGELE BEN
Günün birinde Manhattan gökdelenlerinden birinde yangin çikmis. Herkes tasinabilir degerli esyalarini alip merdivenlerden asagi iniyormus. Bir ara otuz birinci katta oturan adam elinde üzeri örtülü bir nesne tasiyormus. Üst kat komsusu ‘Herkes; yükte hafif pahada agir bir seyler kaçirirken elindeki o sey ne?’ , diye sormus merakla. ‘Örtünün altinda kafes, içinde de horoz var’ cevabini alinca düsüp bayilmis.
Merdivendeki komsular basina üsüsüp onu ayiltmaya çalismislar. Adam nihayet kendine gelmeye basladiginda ‘Binada yangin varken bayilmanin sirasi miydi?’ diye çikismislar. ‘Nasil bayilmam,’ demis adam. ‘New York’un otuz birinci katinda horoz sesi duyuyorum diye yillardir Psikiyatriste gidiyorum.’
Dipsiz Kuyuda Yolculuk
Albert Einstein, “Delilik, sürekli ayni seyleri yapip farkli. Sonuçlar beklemektir.” demisti. Zaman zaman hepimizin yaptigsey, ama önemli olan bu çikmaz sokak ritüellerinin hayatimiza ne oranda egemen oldugu.
Orta yasli psikiyatristlerin egemenliginde olan bir bilim dalinda “orta yas psikiyatrisi” diye bir alanin gelisme sansi olamaz. Bana sorarsaniz, yasam döngüsünü evrelere ayirdigimizda, bu evrelerin en duragani orta yastir derim. Sistemin bireyi kendi degerler agina katarak tepe tepe kullanip ögüttügü yillar. Özellikle de basarili ve iktidar sahibi olduklarina inananlar için tuzaklarla dolu. Elinde bulundurduguna inandigi gücü kaybetme endiselerinin Alzheimer olma korkulariyla tezahür ettigi dönem.
Memlekette “Kirkindan sonra azani tenesir paklar” zihniyeti hala sürdürülmekte iken Amerika’da karsi cinsten yaslilarin bulusup hosça vakit geçirmeleri için kulüpler, dernekler olusturuldu. Bu arada, yaslilari psikiyatri hastanelerine yerlestirerek onlardan kurtulmaya çalisanlar da vardi. Günümüzde imkâni olan Amerikali yaslilar Florida, Güney Kaliforniya gibi yerlerde alt kültür komünleri halinde yasiyorlar. Dönüsüm hizi azitmis bir dünyaya yabancilasmaktan korunmak için iyi bir yöntem aslinda. Dünya sana sirtini döndügünde, kendi dünyani yarat ilkesi üzerine kurulu.
Ailemin ötesindeki dünyada da yaslilik sorunlari ya da çocuklarina muhtaç olma gibi kavramlar yoktu. Gençlerin yaslilara ayiracak zamanlan hep vardi. Zaten, “zaman ayirma” diye ruhsuz deyimler de yoktu, iliskiler kendiliginden akardi. Yasam süresi günümüze göre kisaydi. Insanlar belirli bir yasa geldiklerinde önce hastalanir, ardindan hayata veda ederlerdi. Tip onlari daha uzun yasatacak yöntemlere sahip olmadigindan dogal ölünürdü. Dolayisiyla yaslilar genellikle dinç insanlardi. Çevremde hiç bunama yoktu, Alzheimer zaten duyulmamisti.
Istenmeyen yasli duyulmus sey degildi, bu olguyla ilk kez Amerika’da karsilastim. Yaslilik ölümü çagristirir. Ölüm ise “Aman Allah korusun!” deyip geçistirilmeye çalisilan tabu bir konu.
Yetmisli yillarin sonlarinda Amerikali psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un sonradan dilimize Ölüm ve Ölmek Üzerine adiyla çevrilen kitabi ile karsilasmam benim için bir devrim oldu. Kübler-Ross terminal evrede, yani ölüme yaklasmis olan hastalarin yasantilarin üzerine yaptigi kapsamli arastirmadan edindigi izlenimleri bu kitapta toplamisti.
Yakin gelecekte öleceklerini bilen insanlarda, hayatin bir yandan her zamanki gibi devam ettigini anlatmasi bakimindan da ilginç bir kitap. Yaklasik on günlük ömrü kaldigini bildigi halde bir yakinina kizip intihar eden adam örneginde oldugu gibi.
Kitap sadece ölümcül hastaliklara yakalanan insanlar hakkinda degil; hayatinin son dönemlerini yasamakta olan insanlarin yasadiklari hakkinda da önemli ipuçlari içeriyor.
O kitaptan ögrendigim iki sey, geçmiste yasli yakinlarimla olan iliskilerimde çok ise yaradi. Ilki, yaklasmakta olan ölümlerinden söz ettiklerinde, konusmalarini paylasmanin ya da en azindan dinlemenin önemiydi. Digeri ise ölümlerinin yaklastigini sezen insanlarin, dolayli bir sekilde de olsa yakinlarina veda etme arzusuyla ilgiliydi.
Kübler-Ross’tan ögrendiklerim sayesinde, o yillarda yasli yakinlarimin arada bir bu konuda söylediklerini paylasabildim, bunun beni kendi yasliligima da hazirlamis oldugunu, sira bana geldiginde fark ettim.
Geçmisin Hollywood oyuncularindan Bette Davis “Yaslilik korkaklara göre degil,” demisti vaktiyle. Acimasiz bir söz, ama belli bir gerçekligi de barindiriyor.
Yasli1ik yasam döngüsünün sert dönemlerinden biri, çocuklukla ortak bazi yönleri var. Anne ninnileri yerine Maria Callas’in sesiyle uykuya dalmak gibi haller. Çocuklukta oldugu gibi yaslilikta da çok farkli alanlarda sessizce savasmak gerekiyor. Geçmiste kolay! Seçmeye alismis olanlar için zor bir dönem. Farkli ve karmasik yönleri var. Hayatta olmak ve yasamak farkli seyler. Ömür boyu ikisi arasinda gidip geliyoruz. Ama yaslilikta bunlarin ilkine kayma egilimi artiyor ve hayatinizin kumandasini yitirmemek için daha çok çaba gerekiyor. Zaman hizlaniyor, ama sikismiyor. Algilananlar uzakta, ama bazen eskisinden daha berrak, daha önce fark etmediginiz ayrintilariyla yasananlarin damitilmasi sonucu keskin bir seçicilik beliriyor.
Gücünüz azaldigi için hareket alaniniz daraliyor, ama hayata biraz doymussaniz, bir seyler kaçiyormus gibi gelmiyor, üstelik pek çok sey deja vu. Zaten pek çok hoslugun yani basinizda ya da çok yakininizda oldugunu daha çok fark edip, baska yerlerde arama geregi duymuyorsunuz.
Yaslilik yasam döngüsünün son evresidir. Yani dünyayi durdurup inme anini da barindiriyor. Hayatiniza baktiginizda gördügünüz sey bir yanilsamayi andirdigindan geriye kalan gerçek, yasanmak üzere olan an oluyor. Yok olus da o anin artik olmamasi. Dolayisiyla, “olmak ya da olmamak” sorusu arada bir belirip kayboldugunda ikisinin birbirinden pek de farki olmadigini seziyorsunuz. Simdilik böyle seyler iste, sonrasini bilmiyorum.
Freud aslinda bir nörologdu ve baslangiçta psikanalizi fizyolojik bir temel üzerinde gelistirmisti, Bu boyutun adi “kateksis (cathexis) kurami” idi. Psikanalizin Avrupa’da kabul görmeye baslamasindan sonra Freud’un kateksis kuramini neden bir kenara ittigini bilmiyorum. Psikanalizin, genis kitlelerin kavrayabildigi yanlarinin daha çok popülerlik kazanmasiyla ilgili olabilir.
Kateksis kurami nörofizyoloji temelinde olustugundan, onu anlayabilmek tip formasyonunu, hatta temel bazi nöroloji bilgilerine sahip olmayi gerektiriyordu. Bu da psikanalizin genis kitlelere ulasmasinin önünde bir engel olarak görülmüs olabilir. Nedeni her ne idiyse, psikanaliz, bundan böyle tibbi temelden yoksun, soyut ve varsayimsal bir kuram olarak tanindi. Yayginlasti ve yillar içinde yapilan katkilarla günümüze kadar geldi.
Freud’un çevresinden ayrilip kendi psikanaliz kuramim gelistiren Viyanali psikiyatrist Alfred Adler vaktiyle, “Doktor ile hastasi bir yorum üzerinde mutabik kaldiginda, yorumun dogru ya da yanlis olmasinin önemi yoktur,” demisti.
Hayat, “dir” ve “dir”1arla sonlanan hükümlerle yasanamaz, çünkü anlamaya çalismanin sonu yoktur. Carl Gustav Jung da demisti vaktiyle, “Kuramlari iyi ögren! Ama yasayan ruhun mucizesine dokundugu anda onlarin bir kenara birak.”
Dogadan üstün oldugu sanisina kapilip onu diledigince tüketen uygar insan, hayvanin, bitkinin, topragin ve doga insaninin bilgeliginden yoksun bir varlik. Insan aya gittigi gibi, gün gelir Mars’a da gider, daha öteye de.
Çünkü doganin bilgeliginden yoksun birakilmis olmanin hirçin yalnizligini ödünlemek zorunda. Kendini anlayabilme konusunda ise sinifta kalmistir. Doganin ya da teknolojinin, günü geldiginde onu bogup cansiz birakacagi kesin. Belki bu ikisi birlikte hallederler.
Bir süredir modem fizik evren hakkinda bize çarpici bilgiler sunmakta. Bildigimizi sandigimiz seyleri temelinden sarsarak. Giderek artan sayida fizikçi evrenin bir hologram oldugu, aslinda her seyin bosluktan olustugu konusunda görüs birliginde. Bunu, Sufiler de bir baska sekilde ifade etmislerdi. Hindular zaten hayatin bir yanilsama olduguna inaniyorlar. Beyin dedigimiz organin da aslinda sayisiz titresimden olusan bir bosluk oldugunu kabul ettigimizde isler daha da karisiyor ama konuyu daha da karmasiklastirmamak için burada durmam gerek. Ben de dagilabilirim.
Ancak psikanaliz, diger bilim dallarindan soyutlanmis haliyle, bugün için artik dar bir alan.
Ülke ya da dünya gündeminde o siralar önemli bir sey yasaniyor olsa bile bunlar sadece birkaç cümleyle paylasilir ya da paylasilmaz. Çünkü insanin iç dünyasindaki kargasa, dis dünyanin kargasasindan çok daha ürkütücüdür. Psikanalizin ilk döneminde insanin dünyasi, aile ve yakin çevre ile sinirlanarak ele alinir. Bu da yeterli olurdu. Aradan geçen yüz küsur yil içinde dünya öylesi dönüsümlerden geçti ki insanlar artik, farkina vararak ya da varmayarak, aile ve yakin çevrenin ötesindeki dünyanin da yükünü tasimakta.
Sinirli bir süre içinde kisisel meselelere öncelik veriliyor olmasi, gezegende olup biten ve kendisini dogrudan ilgilendirmiyormus gibi görünen olaylardan etkilenmedikleri anlamina gelmez.
Yirmi yil kadar önce bir kitapla karsilastim. Silili diplomat Miguel Serrano’nun yazdigC. G. Jung ve Hermann Hesse: Iki Dostlugun Anilari.
 
Miguel Serrano bu kitapta dostluk kurmus oldugu Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse ile zaman zamani yaptigi sohbetleri anlatiyor. Özellikle Jung’la yaptigi sohbetleri farkli zamanlarda birkaç kez okudum. Sohbetlerden biri Hindistan’da geçiyordu ve Jung Serrano’ya söyle diyordu: “Buralarda benim yazdiklarimi ciddiye alan olmaz… Bizlerin zihni bundan iki bin yil önce bölünmüs oldugu için …”
Iki bin yil önceki bölünmeyle Jung, Hiristiyanligi kastediyordu. Bölünmeyle de bilinç ve bilinçdisini. Bu degerlendirme, dogal olarak, diger tek tanrili dinler için de geçerli sayilmali. Ve Jung’u dogru anladimsa, zihni organizasyonunda bu tür bir bölünme diger dinlere mensup insanlarda mevcut degildi ya da farkliydi.
Yine de kitabin bir yerinde, Jung ‘un sarf ettigi “Hintli düsünmez, düsünce ona gelir” cümlesini zihnimden bir türlü uzaklastiramadim.
Psikanalizin bilinçdisi kavraminin kirilgan yanlarindan biri de rüyalarla ilgili boyutu. Rüyalarin yorumlanmasi, Freud’un gelistirdigi diger kavramlar gibi dâhiyane bir yaklasim. Ama tek bir insanin düs gücünün ürünü ve neden-sonuç iliskileri temelinde yapilandirilmis bir varsayim ve daha önce de ifade ettigim gibi, varsayimlarin temeli tahmindir.
Diger memelilerin de rüya gördügünün anlasilmasi, dogal olarak rüyalarla ilgili görüsüne yönelik bazi sorulari da beraberinde getirdi. Bugün ulasilan noktada, bilim çevreleri rüyalarin fizyolojik ve psikolojik anlamini simdilik bir bilinmez olarak kabul etmekte. Yine de, rüyalarimizin senaryosunu kendimiz yazdigimiza göre, karmasik içeriklerinin iç dünyamiza iliskin bazi verileri yansittigi düsüncesindeyim.
Beyin bir yandan sürekli olarak hücre ve baglantilarini kaybederken, kendini yenilemeyi de sürdürür; canli türleri kusaklar süresince yasadiklari ortama en iyi uyumu saglayacak mutasyonu gerçeklestirmeye çalisir, kullanilmasina gerek kalmayan bazi organlar dumura ugrarken bazi diger organlar gelisir.
Bu karmasik sistemlerin bir diger özelligi de düzenle kaos arasinda kendine özgü bir dengeyi koruma becerisini gelistirebilmis olmalaridir ve bu denge noktasina “kaosun kenari” denir. Bu terim, karmasa sistemlerinin hiçbir zaman belirli bir zemine kilitlenmemelerine ragmen, tam bir kargasaya sürüklenmiyor olmalarini tanimlar.
Aslinda bu, insanin günümüzdeki halinin dogrudan bir yansimasidir. Kaosun kenarinda varolusu zamanla unutmus, kendini sürekli güvenli sandigi alanlara çekme sonucu ciddi psikolojik ve toplumsal arizalar yasayan varligin yansimasi. Oysa kaosun kenarinda varolus, dogadaki diger varliklar için yasamin bizatihi kendisidir. Onlar da hayatta kalabilmek için önlemler alir. Ama bunu bütünden kopmaksizin gerçeklestirirler.
Birbirinden soyutlanmis halde ve kendi baslarina hareket etmeye çalisan bilim dallari “toplama” bir bilim modelidir ve bu model evrenin yasalarina aykiridir.
Tüm canlilar gibi Insan da bir madde-enerji bütünüdür. Madde ile enerjinin beraberligi degil.
Yakin zamanlarda bir ara, ülkenin dis politikasinda “degerli yalnizlik” olarak adlandirilan bir modelden söz edildi. Sahsen, yalnizligin nesinin degerli oldugunu kavrayamamis, belki de dislanmisligin yeni bir tanimi olabilir diye düsünmüstüm.
O günün sartlarinda kendimce dagarimi doldurmustum, memlekete dönebilirdim, ama kafamda iki soru vardi. Üniversitede hala on dokuzuncu yüzyil psikiyatrisinin okutuldugu ülkemde bu ögrendiklerimle ne yapabilirdim? Insanlar ne kadar hazirdi? O zamanlar, bir seye hazir oldugumuzu, bazen o seyle karsilastigimizda fark edebildigimizi bilmiyordum. Memlekette toplumsal degisme diye bir olgunun baslamis oldugunu, toplumun kendisinin bile henüz bunun farkinda olmadigini da.
Ikinci mesele de edindigim genis mesleki tabanin hangi yönüne odaklanmak istedigimi hala bilemiyor olmamdi.
Frieda Fromm-Reich’in “Hasta sizden daha zeki daha donanimli, daha entelektüel olabilir, ama siz ondan daha yürekli olmalisiniz” sözünü çok önemli bulurum.
Yirmili yaslarina gelindigi halde kimlik sorunu çözülememisse bu, daha sonraki yaslarda da, yani yasam boyu sürmesi beklenen bir sorun olmaliydi. O zamanlar bunun üzerinde durmamistim, ama cevabi yillar içinde kendiliginden önüme gelecekti.
Ankara Üniversitesi Psikolojik Danisma Merkezi’ne gelen ögrencilere uygulanan Cümle Tamamlama Testi ile klinik izlemler bir araya getirildiginde, bu gençlerin büyük çogunlugunun özerk birey olmayi ögrenememis olmalari, kimlik bunaliminin gerisindeki en belirgin bulgulardan biri olarak öne çikmaktaydi. Çocuk, dünyadaki ilk yilini tamamladiktan sonra annesine olan mutlak bagimliligindan giderek özgürlesmeye, kendi basina bir seyler yapabilecegini fark etmeye baslar. 
Eger bu denemeleri, kati ve cezalandirici tutumlar sonucu gereksiz yere engellenir ya da ilgisizlik ve tecrübesizlik sonucu destek ve rehberlikten yoksun birakilirsa, yasaminin geri kalaninda, birtakim kisirdöngü ritüellerine tutsak olabilir. Kararlarinin dogrulugu konusunda sik sik tereddütte kapilma, seçimlerini yaparken kili kirk yarma, hatta seçim yapmasi gereken durumlarda donakalma gibi haller yasanir.
Bir diger kronik duygu ise utançtir. Özerk olamayan insan, ifade edemedigi kizginliklarini sürekli bilinçaltina bastirdigindan, bunun yarattigi ikiyüzlülügü kendinden utanma olarak yasar. Yargilanmaktan korkar, korktukça baskalarini yargilar.
Yargiladiklarinin çogu, aslinda, kendinde kabul edemedigi yönleridir. Küçük düsme ya da rezil olma kaygilari, bunlarla ilgili ipuçlari aranmasina neden olur.
Psikanalizin erken döneminden beni etkileyen isimlerden biri Frieda FrommReichman olmustur. Hani su yerde oturan sizofreni hastasinin yanina çöküp, elini tutarak onunla bir saat boyunca sessizce oturan kadin. Fromm-Reichman, bir gün yillar önce kendisine analize gelmis biriyle karsilasmis. Sohbet ederlerken ona “Bu kadar yillik: beraberligimizden sende iz birakan en canli ani nedir?” diye sormus. Karsilik “Bir gün sizinle bulusmaya geldigimde hava yeni kararmisti. Birlikte duvarda elektrik dügmesini arayip bir türlü bulamamistik” olmus. Terapi ortaminda yillarca edilen onca lafin gerisindeki özü dile getiren yalin bir cevap. Ortak bir amaca ulasmak için birlikte çaba göstermenin somutlastigi dakikalarin anisi.
Çok yil önce gördügüm siradan bir Hollywood filminde yüzme havuzunun kenarinda oturan iki adamdan birinin repligsöyleydi. “O söz,” diyordu adam, “o sözü duyabilmek için psikiyatristime tam otuz yedi bin dolar ödedim.” Otuz yedi bin dolar ne kadar zamanin karsiligidir bilemem, ama anlasilan o süre içinde yasananlar kivama geldiginde, meyvesini “o söz” içeriginde vermis.
Sosyal beraberliklerde konusulanlarin içerigindeki gürültü orani yüksektir. Çok sey konusulabilir, ama aslinda pek de bir sey denmez, Ne var ki konusmak zorundayizdir. Sessizlige tahammül edemez, suskunluk modunda kendimizle ve karsimizdakiyle ne yapacagimizi bilemeyip bocalariz. Çogumuz sessizligi dayanaksizlik olarak yasar ve baglantinin sürekliligine ihtiyaç duyariz. Bazi insanlarin cep telefonlarina yapisik yasamalarinin bir nedeni de budur. Bu olguya ayrilik anksiyetesi denir. Klasik psikanalizde hastanin sessiz kalmasi tedaviye karsi bir direnç belirtisi olarak degerlendirilir. Bazen gerçekten de öyledir, ama bence çogu zamani degil.
Otuz yil kadar önceydi, terapiye gelmekte olan genç kadin koltuguna oturdu ve saati dolana kadar hiç konusmadi. Ben de tek kelime etmedim. Ayrilirken ona tek bir soru sordum. “Bütün bu süre boyunca benimle birlikte miydin?” “Evet,” diye karsilik verdi, “sizden hiç kopmadim.” Ben de ondan kopmamistim. Bu tür yasantilar tek tarafli olamiyor. Çünkü söz konusu olan, sürekli diger insani düsünüyor olmak degil, aradaki bagin farkindaliginda olabilmek.
Bir seyler anlatan birine “Seni anladim,” dedigimiz anda akmakta olan sürecin önünü kapatmis oluruz. Çünkü aslolan sürekli anlamaya çalismaktir. Çogu zaman ucu açik süreçlere tahammülümüz yoktur ve süreçlerin yönünün bilinmezligi bizi tedirgin eder. Iletisim modundan çok, performans modunu kullaniyor olmamizin nedenlerinden biri de budur. Yasantiyi yok etse de korunaklidir.
Psikoterapide dinlemek sosyal dinlemeden farklidir. Heidegger bunu “otantik dinleme” olarak adlandirir. Konusulanlara tüm varligimizla katilmis olmayi tanimlar. Pencereden görünen sira disi bir sey ya da disaridan gelen bir ses otantik dinlemeyi belki anlik bir kesintiye ugratabilir, ama kendinize ait bir düsünce ya da duygu zihninize ugrayamaz, Paylasilan konusmanin merkezindesinizdir. Otantik dinlemenin özelliklerinden biri de konusulanlarin bellekte güçlü bir sekilde yer etmesidir. Bazen yirmi yil önce terapiye gelmis biri, tekrar ziyaretinize geldiginde, o zamanlardan kalan bir konusmayi gayet net hatirladigimi fark edip sasirirlar.
En güzel Türkiye (La Turchia piu bella-Ital.)
Kimlik bunalimin ergenlik döneminde dogal olarak yasanan, çevremizle ciddi iliski sorunlarimiz olmamissa kendiliginden sona eren bir olgu. Krizin ergenlik döneminde atlatilamadigi durumlarda kimlik sorunlari ömür boyu sürebilir.
Bu da bir türlü üstesinden gelinemeyen yörüngesizlik ve çalkanti demektir. Hayatin ikinci yilindan itibaren, çocuk, bazi seyleri kendi basina da yapabiliyor olmanin gücünü fark etmeye basladiginda, ebeveyn rehberliginin devreye girmesi gerekir.
Seçimlerimizi, kendimize ve çevremize zarar vermeden yapmayi bu sayede ögreniriz. Bu dönemde, ebeveynin baskici, engelleyici, cezalandirici ya da yetersiz ve ilgisiz tutumlari, çocugun özerk bir varlik olmayi ögrenmesine engel olusturur. Çocuk egitimi konusunda halkimiz eskiye oranla daha bilgili ve bilinçli. Ancak, özümsenemeyen, dolayisiyla davranisa dönüsemeyen bilgi bu konuda yeterli olamiyor. Kendi ebeveyninden gördügünü çocuguna da uygulayan ya da kendi varolus vakumlarini çocuguyla gidermeye alisan çocuk merkezli ebeveynlerin sayisi hâlâ az degil.
Özerkligi ögrenememenin bir baska sonucu saldirgan egilimlerdir. Vaktiyle baski ya da acz sonucu özerkligini engellemis olan ebeveyne duyulan ama bastirilmis öfkenin, otorite olarak algilanani kisilere ya da kurumlara yöneltilmesi; ya da zayif gördügü için, ona kendi aczini hatirlatan kisileri ezme istegi. Otoriteye kayitsiz sartsiz biat zaten özerkliginden vazgeçmeyi tanimlar. Otorite olarak algilanan her seye karsi çikma da ayni paranin farkli yüzüdür. Çünkü alinti bazi kavramlar disinda, karsi çikma eylemine eslik etmesi ve karsi çikilan otoritenin yerine konmasi beklenen modelden yoksundur.
Özerklik sorununun son zamanlarda sik öne çikan örneklerinden biri de hayâsizca sergilenen utanmazliga eslik eden açik saldirganlik. O kadar ki, kin duygusuna kadar uzanan öfkenin dindirilemezligi, kazanmakla yetinmeyip karsi tarafin kaybetmesi çabalarina dönüsebilmekte. Hatta kendisinden farkli gördügü insanlari, sadece var olduklari için cezalandirma istegine.
Özerk insan dünyasini genisletme, kendini içinde buldugu alanin ötesini de kesfetme merakindadir. Bu, dünyadaki her varligin eksi konumdan artiya geçme çabasinin da bir geregidir. Merak ve kesfetme dürtüsüyle dünyasi zenginlesen insan gelisir ve olgunlasir. Özerkligini edinememis insan ise, tanidigi, gördügü ya da duydugu insanlar ötesindeki dünyalari merak etmez.
Seklen ataerkil olan toplum yapimiz aslinda gizil anaerkil ögeleri barindiriyor olabilir mi? Kendisine deger verilmeyen kiz çocugu, ileride oglan anasi oldugunda, çocuguna karsi ne tür davranislar sergileme egilimindedir? Kadinin hayatinin kisitlanmasinin, çevresine olan yansimalari ve ikincil sonuçlan nelerdir?
Bunlar ve benzeri genel sorularla baslayip temel dinamiklere inilebilecek arastirmalar umarim bir gün gerçeklestirilir.
Narsisistik özelliklerin kisilige ne kadar egemen oldugu bir insandan digerine degisir. Bu ölçü, çogunlugu rahatsiz eden bir kivama ulastiginda, son yillarda dagarimiza katilan deyimle, halk arasinda zaten “ariza” olarak nitelendirilmekte. Nitekim kisiligin büyük bölümü narsisizm çekirdegi çevresinde örgütlendiginde de isler biraz karisir. Kendisini evrenin mutlak merkezi olarak yasayan ve baskalarini uzantilari olarak algilayan insanlarin artmasi digerleri için sikinti yaratabiliyor. Hal böyle olunca, insanlarin kendilerini “hiç kimse” hissetmeleri haline karsi gelistirdikleri “fark edilme” çabalan her zamankinden sik görülür oldu.
Oysa farkli olma çabalari, insani kendine daha da yabanci kilma potansiyeli tasir. Farkli olmak bireylesme anlamina gelmedigi gibi farkli olmak ve özgün olmak da ayri seylerdir. Nasisistik regresyon sonucu bir kisim insan ise yalnizliklarini kendi bedenleriyle iliski kurarak telafi etme çabasinda. Saglikli yasam programlari, diyetler, detoks ve benzeri programlar bu insanlarin yasam biçimlerini sekillendirir oldu. Kendini var hissedememe agir bir duygu, ama pazarlanan çözümlerle nasil üstesinden gelinebilecegi de cevabi olmayan bir soru.
Yirmi yil kadar önce, National Geographic dergisi ilginç bir harita eki vermisti. Haritada hangi ülkelerde hangi halklarin yasadigi gösteriliyordu.
Türkiye’den çikan okun ucundaki yazi digerlerinden farkliydi. “It is not clear what it is to be a Turk (Türk olmanin ne oldugu açik degildir).”
Bu çarpici not bana 1981 yilinda yazmis oldugum “Insan Olmak” adli kitabimin final cümlelerini hatirlatti. Aynen aktariyorum: “
… Bireylerin bir bölümünün narsisist bir düzeye gerilemesine neden olan böyle bir süreci salt belirli bir süre için ortaya çikan kosullarla açiklamanin yeterli olduguna inanmiyorum. ‘Neden bu toplum da bir baskasi degil?’ sorusunun yaniti yalnizca bugünde degil geçmiste de aranmalidir kanisindayim.
Çogunlugun ortaklasa kabul edebilecegi bir tarihi, yansiz bir degerlendirmeyle tanimlayamamis ve özümseyememis bir toplumun zorlanmalar karsisinda bunalima girmesini de dogal karsilamak gerek. Burada tarihle kastettigim. Biçimselligin ötesinde, toplumun yasam felsefesini de yansitan bir kavram. Insan dogasi yalnizca belirli bir zaman kesiti içinde nasil degerlendirilemezse, toplumlar da geçmislerini özümseyemedikleri sürece kendilerini geregince anlayamazlar. Simdiki zamanin hem gelecegi hem de geçmisi içerdigini görmezden gelen toplumlarin bireyleri ise evrensel olma niteligine ulasamazlar!”
Otuz üç yil önce o kitabi bu cümlelerle sonlandirdigimda, bu konuyla ilgilenen kimse olmaz, neden yazdim ki diye düsünmüstüm. Nitekim o dönemde öyle oldu. Bugün de “Ben kimim” sorusuna doyurucu bir cevabin “Biz kimiz?” sorusunun cevabina ulasmadan verilebilecegini düsünmüyorum. Tarih duyusundan yoksun, dolayisiyla, dünyayla iliskimizde yüzeysel bir toplumuz. Nereden gelip nereye gitmekte oldugumuzu umursamadan serseri mayin misali yasamaya alismisiz, “Bu toplumun bellegi yok!” diye kendimizi elestiriyor, ama nedenini anlamaya çalismiyoruz.
Carl Gustav Jung’un çagdas düsünceye yaptigi en önemli katkilardan biri “kolektif bilinçdisi” ve “arketip” kavramlaridir. Jung’a göre, insan zihni onun evrimi tarafindan biçimlendirilmistir. Dolayisiyla Insan geçmisiyle baglantilidir, ancak bu baglanti yalnizca kisisel geçmisini degil, ait oldugu toplumun geçmisini ve hatta tüm insanlik evrimini içerir.
Amerikali meslektasim Irwin Yalom ve esiyle Sultanahmet’ teki Yesil Ev’de bas basa yedigimiz bir aksam yemegi sirasinda Yalom’un esi bana “Kimin Türk oldugunu anlayamiyorum,” demisti. Ona ülkemizin tarihini ve cografyasini hatirlattiktan sonra “Biz birbirimizi beden dilimizden taniriz,” diye karsilik vermistim, sekil disinda ortak bir özelligimize atifta bulunarak. 
Ancak, bu ülkede sokaktaki bir adama “Türkiye hangi kitada?” diye soruldugunda “Brezilya’da” cevabi aliniyorsa, buna benzer baska cevaplar da alinmissa, bu, üzerinde durulmasi gereken bir husus olmali. Hatta çok ciddi bir sorun.
Eylül 2010 referandumundan önce iki usta gazetecinin Eminönü’ne gönderdigi muhabir tarafindan gerçeklestirilen ve videosu da mevcut olan sokak röportajina verilen diger cevaplardan birkaçi:
· “TBMM ne demek?”              ----------------“Türkiye Malzeme Ofisi.”
· “TBMM’de kaç milletvekilimiz var?” ----------“Binin üzerinde.”
· “Türkiye Cumhuriyetini kim kurdu?” --------“Süleyman Demirel.”
· “Istiklal Marsi’ni kim yazdi?”    -------------“Fatih Sultan Mehmet.”
· “Adalet Bakanimiz kim?”          -------------- “Cemil Ipekçi.”
· “Türkiye’nin su andaki nüfusu nedir?” --------“Bir milyar.”
· “AB ‘ye üye miyiz?”         ---------------“Yedi-sekiz yildir üyeyiz.”
Yedi yüzyili askin bir süre yerlesik düzen yasadigimiz halde” “Göçebe bir toplum oldugumuz için …” gibi hayali gerekçeli ahkâmla, sorumlulugumuzu baska yerlere yüklemekten bir türlü vazgeçmiyoruz. Onlara Osmanli Imparatorlugu’nun benzersiz devlet sistemini Incelemelerini öneririm. Bakalim altindan kalkabilecekler mi? Benim zihin kapasitem yetersiz kalmisti.
Can sikici bir durumla karsilastigimizda, onunla bas etmek yerine geçistirmeye çalismak, dogrudan sorumlulugumuz olan konularda sorumluyu sürekli kendi disimizda aramak, yüzeysel sloganlar edinip kendimizi entelektüel sanmak, baskalarindan daha akilli oldugumuza inanmak…
Bu liste böyle sürer gider, devam etmeme gerek yok, çünkü aslinda listeyi hepimiz biliyoruz. Kendi disimizda birilerinden söz etmiyorum ki. Dolayisiyla, kendimize gerekli sorulari sorup cevaplariyla yüzlesmekten kaçindigimiz sürece, psiko-sosyo-politik alanlarda debelenip durmamizin sona erecegine inanmiyorum.
Günün birinde gerçek bir ekonomik deve dönüssek bile, neyin yanlis gittigini anlamak için çaba göstermedikçe, çocuk yetiskinlerden olusan bir toplum olmanin sürüklenmelerinden kurtulabilecegimize de. Tek bir bütün iken, kendimizi iki parça bir ülke haline getirdiysek, bunun sorumlusu her birimiz sayilmaliyiz.
Matriks ya da Apocalypse Now
Ardimda biraktigim yillara dönüp baktigimda, tanik oldugum degisimler bazen bana inanilmaz görünür. Genis bir zamana yayildiklarindan olmali, yasarken bu hizin pek farkinda olmamisim. Son yillarda ise degisimlerin geçmise oranla hiz kazandigini fark eder oldum.
Bu izlenimimin benim yavaslamis olmamla ilgisi oldugunu sanmiyorum, çünkü daha genç insanlarin üzerindeki etkisi çok belirgin. Kendimi güncellemek için çaba gösterdigim ve kenara çekilmem sonucu bu degisimlerin bir kismini dünyamin disinda tutabildigim için pek zorlanmiyorum.
Ancak, genç kusaklarin böyle bir sansi yok. Ileriye dogru hareket etmek istiyorlarsa, üst-sistemlerin dur durak bilmeden önlerine sürdügü yenilikleri özümsemek zorundalar. Üstelik üst-sistemlerin, teknoloji araciligiyla kendilerini ne oranda tutsak almis oldugunun farkinda da degiller.
Beynimiz. Dis dünyadaki degisimlere uyum saglama konusunda belirli bir kapasiteye sahip. Etkilenme derecesi bir insandan digerine farklilik gösterse de uyaran yoksunlugunda oldugu gibi, uyaran fazlasinda da organizmanin dengeleri bir süre sonra bozulmaya baslar. Bazen travma olarak nitelendirilebilecek oranlarda. Çünkü giderek artan sayida insan savrulurcasina yasar halde.
Doga insani, doganin gücünden hem korkar, hem de ona saygi duyar. Amerika yerlilerinin, bir zamanlar, aksam gün batarken ya ertesi sabah günes tekrar dogmazsa kaygisi yasadigi söylenir. Ama onlar, çevrelerindeki agaçlari kiz kardesleri olarak gördügünden, uygar insanin yasamakta oldugu türde derin yalnizligi tanimaz.
Doga insani dogadan korkar, biz ise birbirimizden. Bu, dogadan kopmus insanin, kendisini en yalniz hissetmemesi gereken anlarda bile, derinlerini bir türlü terk etmeyen farkli bir yalnizliktir, devasi yoktur. Ebede kadar sürecek bir lanet.
Kendi adima konusursam, dogdugum andan itibaren toplumun beklentileri dogrultusunda sartlandirilmis oldugumu fark etmem bile hayli zaman aldi. Belirlenmis formatlar dâhilinde davranmamiz beklendiginden, hayatimizi sekillendiren birtakim ritüellerin disina çikmaya cesaret edememisiz.
O günlerden simdiye fazla bir sey degismis de sayilmaz. Bugün de bilinmeyenden korkup, bilinene siginarak hayatimizi siglastiriyoruz. Baskalarinin onayina sürekli ihtiyaç duyup, o onayi kaybetme kaygisiyla saçmalamaktan kaçiniyoruz. Saçmalamaktan kaçinmanin bir yolu olmadigindan, hayatin siradan tökezlemelerinde bile eziklik ve yenilgi duygusu yasiyoruz. Hayatimizin sonuna yaklastigimizda, yeterince saçmalamamis oldugumuz için pismanlik duyarak.
Matriks bazi bilim alanlarinda da kullanilan bir sözcük. Kimine göre de Keanu Reeves’in basrolü oynadigi bir film. Buradaki anlamiyla matriks, bir seyin kendisinden kaynaklanan ve kendisinin sekillendirdigi, ama dönüp onu kusatarak içine alan olusumu tanimlamakta.
Insanin kendi yaratisi olan uygarligin, onu kusatip sekillendirmesi gibi. Kanser hücresi misali bizi her yanimizdan sarmalayip bogan matriks, insanin, doganin kendi mülkü oldugu sanisina kapilmasiyla yaratildi. Dogadan uzaklastikça, daha fazlasina sahip olarak yalnizligini giderebilecegi yanilgisinin kisirdöngüsüne takilip kaldi.
Bu kez de kendisi, sahip olma tutkusunun mülkü haline geldi ve bu matrikse kapitalizm denildi. Nedense, kapitalizmi kendi yaratmamis da o öylece oluvermis gibi bir havada. Matriks, insani kendi talepleri yönünde sekillendirmekle kalmaz, onu, bu seklin onun gerçek kendi olduguna da inandirir. Hilekârdir.
Tek tanrili dinler, zaman içinde felsefi boyutundan uzaklasip biçime indirgendigi, üstelik bazilari politik bir kimlik edindiginden, yasanan bosluk insanlari çesitli türde bagimliliklara ya da fanatizme yöneltmekte. Kaldi ki yüzeysel matriks insani, felsefi boyutu olan herhangi bir inanci zaten artik özümseyecek halde degil.
Giderek artan sayida insan varolusunu uçucu madde formatinda sürdürmekte. Tehyi Hsieh, vaktiyle “Bati Dogu’ya hayatini nasil kazanacagini ögretebilir, ama zamanla nasil yasanacagini Dogu’nun ona göstermesini isteme durumunda kalacaktir,” demisti. Bu sözün altindan hayli sular geçti. Artik kimse kimseye nasil yasanacagini ögretecek halde degil.
Doga insani ya tika basa yer, ya aç oturur. Amerika yerlilerinin geleneksel olani ertesi güne yiyecek saklamaz. Avusturalya Yerlileri aninda ödüllendirilmeyecekleri islere girismezler, gelecegi düsünmeyen doga insaninin tarzinda. Sessizce yasanan bir bilgelik vardir.
Kutup kâsifi Peary, rehberlerinden birine “Ne düsünmektesin?” diye sordugunda, rehber “Düsünmem gerekmiyor” diye karsilik vermis. “Bol miktarda etim var.”
Antik Yunan’dan bu yana, dünya halklarinin önemli bir bölümü, gerekmedikçe düsünmemenin bilgeligine uzak ve yabanci. Susan Sontag bunu “Insanoglu Platon’un magarasindan bir türlü disari çikamamakta, aliskanligini sürdürerek hala gerçegin imgeleriyle oyalanip durmaktadir” sözüyle dile getirmisti.
Bana sorarsaniz, o magaradan hiçbir zaman çikamayacak. Çünkü gelecegi düsünmeye basladigindan bu yana, yasamakta oldugu cenneti terk edip anksiyete dünyasina adim atti ve bundan böyle artik hep orada olma durumunda. Üzerinde kayginin agirligi, hirsin gerilimi, mülkiyetin tutsakligiyla, doga insaninin sahip oldugu hayatiyeti yitirmis bir halde yasayacak.
Gerekmedikçe düsünmeyen doga insanina karsilik, matriks insani düsünce üsüsmesi isgalindedir.
Duygu dünyamizi fakirlestirip sezgilerimizi ve içgüdülerimizi körelterek. Bilgi bombardimanindan sersemlemis insan bunu fark edecek halde de degil. 
Kendimizi “ben” olarak algilayabilmek, o anda içinde bulundugumuz dünyayla birlikte oldugumuzu fark edebilmeyi içerir. Çünkü dünyasiz bir “ben” olamaz.
Gezi Parki’nda çevreci direnis amaciyla bir araya gelen çogu genç bir grup insan, olayi kendiliginden ve nasil oldugu anlasilamadan bir yasam modeline dönüstürdüler. Anarsizm modeliyle çok örtüsen bir olguya. Ömrümde ilk defa gönülden özdeslesebildigim bir modelin bu kadar yakinimda hayat bulmasi benim için heyecan verici oldu. Üstelik bir adi da yoktu. Otorite kurumlari ve toplumun bir kesimi orada yaratilan yasam modelini anlayamadilar. Anlamalari beklenemezdi. Olayi sempatiyle karsilayanlarin ve destekleyenlerin bir bölümünün de kavrayabildiklerini sanmiyorum.
Dünyanin çesitli yerlerinden bazi insanlar, televizyonda ya da sosyal medyada izlediklerinden orada yasananlarla sezgileri araciligiyla özdeslestiler, Sonlandirilmis olmasi ve ardindan orada yasananlarla ilgisi olmayan farkli nitelikte olaylarin yasanmasi da bence artik önemli degil. Çünkü yasandi, bazilarimizda kalici bir iz ve insanligin gelecegiyle ilgili umut birakarak.
Modem fizikçilerden biri “Bir ile bir iki eder dedigimizde ‘ile’yi genellikle unuturuz. Oysa aralarindaki sessizlik olmasa çan seslerini duyabilir miydik?” demisti vaktiyle. Insanligin bugün geldigi asamada o sessizlikler giderek zor fark edilir halde, çan seslerini zaman zaman kakofoniye dönüstürerek…
KAYNAKÇA
INSAN OLMAK
RASTGELE BEN
Prof. Dr Engin GEÇTAN
Metis Yayinlari
Ilk Basim: Ekim 2014
 

Benzer Kitaplar