INANÇ VE IKTIDAR: ORTADOGU'DA DIN SIYASET / Bernard LEWIS

INANÇ VE IKTIDAR: ORTADOGU'DA DIN SIYASET / Bernard LEWIS

Fevzi BOZKURT
Ekonomi


BERNARD.jpegInanç ve iktidar iliskisine odaklanan bu çalisma, Islam Dünyasinda din ve devlet yönetimi arasindaki iliskiyi farkli açilardan incelemektedir. 2010 yilinda Oxford University Press tarafindan yayinlanan bu çalismanin 2011 basindan itibaren Ortadogu’da yasanmaya baslayan toplumsal kargasaya isik tutacagina inaniyoruz.

 

Inanç ve Iktidar: Ortadogu’da Din ve Siyaset/ Bernard Lewis

 

Ortadogu’daki güç iliskilerini ve siyasi dinamikleri anlayabilmek için bölgenin tarihine, kültürüne ve nüfusun çogunlugunun bagli oldugu Islam dinine yakindan bakmak gerekir. Tarihsel olaylarin gelisimi, önemi ve günümüzle iliskisine dair algi ve farkindalik, modern çagda özellikle Ortadogu’daki Müslümanlarin yeni deneyimler yasamasiyla farkli boyutlar kazanmistir.

Avrupa ve Islam

Ortadogu Islami ve Avrupa Hristiyanligi iliskilerinde son yillarda büyük bir degisim yasanmakta. Yüzyillardir yasanan ikinci büyük degisim bu. Arkasindaki tarihsel süreci inceleyerek bugünü daha iyi anlayabiliriz.

15.yy sonunda Avrupalilarin denizden ve karadan diger bölgelere yayilmaya baslamasiyla 20.yy yarisina gelindiginde tüm Dünya, Avrupa Medeniyetinin eksenine girmis oldu. Bazi bölgelere yerlesirken yerli halklari tahakküm, asimilasyon veya ihraç yoluyla bastiran Avrupalilar, bazi yerlerde ise kadim uygarliklar ve güçlü devletlerle karsi karsiya geldiler. 20. yy’a kadar bunlarin çogu ya yenildi ya da boyun egmek zorunda kaldi; halklari ve topraklari, Avrupa’nin siyasi, kültürel ve ekonomik nüfuzuna açik hale geldi. Avrupa’nin baskin oldugu bu yeni düzende ayakta kalmayi basarabilen birkaçi da, bunu büyük oranda Avrupa tarzini benimseyerek yapabildi. Avrupalilar, Asya ve Afrika’ya yayilirken üç büyük uygarlikla karsilasti: Hindistan, Çin ve Islam. Genisleyen Avrupa ile aralarindaki iliskiler gelismeye basladi; ancak Islam Uygarliginin diger ikisinden önemli bir farki vardi. Hindistan ve Çin Avrupa’ya uzak yerlerdi ve o zamana kadar temaslari olmamisti. Bu kültürlerin ne tarihsel ne de edebi kayitlarinda Avrupa’dan bahsediliyordu. Avrupalilarsa, buralari sadece gezginlerin anlattigi kadariyla, gizemli diyarlar olarak biliyordu.

O dönemde Islam Dünyasinda da pek bilinmeyen Avrupa ismi, sadece Eski Yunan’dan alinip Arapçaya çevrilmis cografi metinlerde geçiyordu. 19.yy sonunda Avrupa’nin etkisinin artmasiyla, cografi ve siyasi olarak kullanilmaya baslandi. Ancak ismi bilinmese de Islam Dünyasi, Avrupa gerçegine eskiden beri alisikti.

Islam Medeniyeti, kendini ortak inancin kabulüyle tanimlayan bir kültür oldugu için, Avrupa’yi da Hristiyanlik alemi olarak adlandirmaktaydi ve bu onlar için, Avrupa isminin ifade ettiginden çok daha fazlasini ifade ediyordu. Ortaçag döneminde Müslümanlar için Dünya, Darül Islam ve Darül Harb olarak ikiye ayrilmisti. Müslümanlarin zamanla Islam inanci ve hukukunu tüm Dünyaya yayacaklarina inaniliyordu. Basindan beri Müslümanlar, dogu ve güney milletlerini Islam’a yöneltilebilecek halklar olarak görürken, kuzey ve batidakilerin Hristiyanliga inandiginin bilincindeydi.

7.yüzyilda Islam’in dogusundan beri Hristiyanlik ve Islam, birbirine düsman olmaktan çok komsuydu. Birbirleriyle olan iliskileri çok eskidir; Ortaçag ve modern çaglarda nadiren açiga çiksa da aralarinda temel benzerlikler bulunmaktadir. Kendilerinden önceki Musevilik gibi, Hristiyanlik ve Islam da ayni bölgede ortaya çikti; ayni etkilerle sekillendi. Ikisi de, Ortadogu’nun kadim medeniyetlerinin varisiydi ve Musevilikten, Yunan felsefe ve biliminden, Roma Hukuku ve devlet yönetiminden derinden etkilendi. Her ikisinin de, peygamberlik, vahiy ve kutsal kitaplar konusunda ortak inançlari vardir. Aralarinda hem tartisma hem de diyalog olusturabilecek ortak bir dile sahiptirler ki bu, bir tarafta Hinduizm veya Budizm olsa mümkün olamazdi.

Ortak miras kadar yasam alanlari da ortakti. 7. ve 8. yüzyillarda Müslümanlik inancinin ve devletinin yayilmasi Hristiyanligin zararina oldu. Pers Imparatorlugu’ndan o zamanlar çogunlukla Hristiyanlarin yasadigi Irak’i, Roma Imparatorlugu’ndan ve diger Hristiyan devletlerden Suriye, Filistin, Misir, Kuzey Afrika, Iber Yarimadasi ve Sicilya’yi aldilar. Günümüzde Ispanya ve Portekiz, Avrupa’nin Islam’a karsi kaybedip geri aldigi yerler olarak görülür; ancak Hristiyanlik, Levant ve Kuzey Afrika’da, Güney Avrupa’dan çok daha eski ve köklüdür ve özellikle Kutsal Topraklarin kaybedilmesi Ortaçag Hristiyanligina çok daha büyük bir darbe vurmustur. Daha sonra Mogollarin Dogu Avrupa’ya yayilmasi ve ardindan Müslüman oluslari, Dogu Avrupa’nin büyük kisminin Müslümanlarin kontrolüne geçmesine neden oldu. Müslümanlasan Tatarlar Rusya’ya hakim olurken, Osmanli Türkleri de Balkan Yarimadasindan Avrupa’nin merkezine dogru ilerledi.

Hem Hristiyanlik hem Islam, bir digerinin varligini kabul etmekte zorlanmistir. Birbirlerini kafir ilan ederek dine olan yaklasimlarini göstermislerdir. Kronolojik olarak Hristiyanligin önce, Müslümanligin daha sonra gelisi, birbirlerine olan tavirlarini da belirlemistir. Her ikisi de kendisini Tanrinin insanliga gönderdigi nihai din olarak görmüstür. Hristiyanlar, ilk semavi din oldugu için Musevilere sinirli ve temkinli bir tolerans gösterebilir; dinleri sahiciydi ama eksik ve bozulmustu diyebilir. Müslümanlar hem Museviligi hem Hristiyanligi, önceki semavi dinler olarak kabul eder, ancak eksik ve bozulmus olduklarini o yüzden de Islam’in mükemmel ve son din olarak gönderildigine inanirlar.

Bu noktada yine, Islam’in Avrupa’nin yayilmasina verdigi tepkinin Hindistan veya Çin’den çok farkli oldugunu görmek mümkün. Hindular, Budistler ve benzerleri için Hristiyan Medeniyeti yeniydi ve getirdikleri de hak ettigine göre degerlendirilebilirdi. Fakat Müslümanlar için, Hristiyanlik ve onunla alakali her sey tanidik ve önemsizdi. Hristiyanlikta dogru olan ne varsa, zaten Islam’a dahil edilmisti; dahil edilmeyenler ise uydurmaydi. Hristiyanlik açisindan da bu üç uygarliga karsi benzer nedenlerle yaklasim farki olusmustu. Sonuçta Ispanya’yi, Istanbul’u fethedenler ya da Viyana’yi kusatanlar, Hintliler veya Çinliler degil, Müslümanlardi. Incillerinin yerine Tanri’nin yeni bir kutsal kitap gönderdigini söyleyenler de onlardi.

Hristiyanlar ve Müslümanlar, birbirlerinin dinine pek az saygi gösterse de, bu dinlerden esinlenen saldirgan güçlerin olusturdugu tehlikenin de farkindaydi. Bu uzun süre, Islam’in Avrupa’ya tehdit olusturdugu anlamina geldi. Ortaçag boyunca Islam, büyük bir tehlike olarak görüldü. Bir asir içinde Islam ordulari, Akdeniz kiyilarini ele geçirdi. Osmanli’nin yükselmesiyle beraber Dogu Avrupa’da ilerlemeleri modern zamanlara kadar devam etti.

Bugünlerde Haçli Seferlerini, Batinin Üçüncü Dünya üzerine saldirgan emperyalizminin ilk uygulamasi olarak göstermek revaçta; ancak bu tarihsel bir yanlistan ibaret. Esasinda 11. Asirda Haçli ordularinin ilerleyisi, Avrupa’yi Müslüman kiskacindan kurtarmak ve Hristiyanligin kaybettigi topraklari geri almak içindi. Haçlilar, Güney Avrupa’yi tekrar ele geçirdi ancak Levant bölgesinde basarili olamadi. Bu defa Araplarla degil, Osmanlilar önderliginde yeni bir akinla karsilastilar. Müslümanlar, Hristiyan Anadolu’yu çoktan fethetmisti ve çok yakinda Osmanli, Türk Islam’ini Dogu Avrupa’ya getirecekti. Bu ilerleme, Avrupa’da daha çok tepki olusturdu. Avrupa’nin 15. yy sonundan baslayarak dogu ve batiya dogru devam eden ilerleyisi, aslinda kendisini kurtarma sürecinin uzantisiydi. 18. ve 19. yüzyila gelindigindeyse, Islam topraklarinin büyük kismi Rusya, Hollanda, Ingiltere ve Fransa Imparatorluklarina dahil edilmisti. Bu süreçte bagimsizliklarini korumayi basarmis olan Türkiye ve Iran bile, toplumun pek çok alaninda Avrupa çikarlari, kurumlari ve fikirlerinin etkisine girdi.

Islam dünyasinin basindakiler, erken tarihlerden itibaren, Avrupa kaynakli siyasi, askeri ve ekonomik tehlikelerin farkina varmisti. 16. yy’dan itibaren Islam aleminin lideri olan Osmanli, Ruslarin ve Bati Avrupalilarin ilerleyisini durdurmak için önlemler almaya çalisti; ancak fazla üstünde durmadi. Çünkü kendi üstünlügüne güvenen Osmanli Imparatorlugu mezhep savaslari, ekonomik ayriliklar ve hanedanliklar nedeniyle bölünmüs Hristiyan Avrupa’nin basarili olacagina çok ihtimal vermiyordu. Avrupalilar okyanus asiri ticarette ilerlemis olabilirdi ama ne de olsa, Avrupa, Asya ve Afrika’nin birlestigi ticaret yollarinin kontrolüne sahip olan Osmanlilardi. Avrupali fikirlerin yayilmasindan korkmalarina da pek neden yoktu. Arabistan’in disinda Müslümanligi kabul edenlerin çogu Hristiyanliktan dönenlerdi. Avrupa Hristiyanligi içinse Islam, askeri oldugu kadar dinsel bir tehlikeydi. Zaten Oryantalizmin dogusu da Avrupali Hristiyanlarin Islam korkusuyla baslar. Hristiyan alimler, cemaatlerini korumak için Arapça ögrenip Kur’an-i Kerim’i tercüme ettiler; ancak Rönesans ile birlikte bu yaklasim degisti. Islam, son gelen semavi din oldugu için, Hristiyanligi dini açidan tehdit olarak görmedi. Avrupa dilleri, kültürü ve yasantisi degil, askeri konular ilgilerini çekti. Örnegin Osmanli, denizcilik ve atesli silahlar alaninda Avrupa icatlarini gelistirmekte çok basariliydi. Avrupa Rönesans, reform ve din savaslariyla kasip kavrulurken, Islam Dünyasi hiç orali olmadi. Bu sirada, çok az sayida bilim ve edebiyat kitabi Arapçaya çevrildi. 15.yy sonunda Ispanya’dan sürülüp Osmanli’ya siginan Yahudilerin getirdigi matbaa, Rum ve Ermeniler tarafindan benimsendi. Ancak padisahlar Arapça kitap basilmasina izin vermedi.

17.yy’in sonunda Osmanli’nin Viyana’dan çekilmesiyle büyük bir degisim basladi. Osmanli’nin Kirim ve Misir’i kaybetmesiyle, Islam ve Hristiyanlik arasindaki güç dengesi de degisti. Osmanli neyin yanlis gittigini ve nasil düzetilebilecegini tartismaya basladi. Önceleri devlet memurlari ve ordu mensuplari tarafindan baslatilan çalismalar, yeni olusmaya baslayan aydinlar sayesinde toplumun diger kesimlerine de yayildi. Askeri reformlarin yetmeyecegi; altyapi degisikligi ve idari reformlar gerektigi anlasildi. 18. yüzyilin ikinci yarisinda Osmanli ordusu ve harp okullarinda yabanci egitimciler görev yapmaya basladi. 19. yy basinda Türkiye, Iran ve Misir’dan Avrupa’ya diplomatlar, ögrenciler gönderildi. Yabanci dil ögrenmek bir zorunluluk halini aldi. Bunlarla birlikte, Batili deger ve fikirler de ögrenilmeye basladi. Batinin üstünlügünün sanayilesme ve özgürlüge dayandigi, kalkinmak için egitim, anayasa ve parlamentonun sart oldugu anlasildi. Fransiz Devrimi etkisiyle, içine dönük Islam alemine sizan özgürlükçü ve laik yeni fikirlerle birlikte, Avrupa bilimi ve felsefesi benimsenmeye baslandi. Avrupa’nin ekonomik, siyasi ve kültürel etkisiyle yasam tarzlari degisti. Yeni kanunlarla yeni siyasi düzen geldi; anayasa ve meclis olusturuldu. Yeni düzen gazeteci, avukat, ögretmen ve siyasetçilerin olusmasiyla güçlendi. Edebiyattan, sanata, kilik kiyafetten mimariye pek çok alanda kendini gösteren kabul Batili tarz, kültürel ve sosyal yasamin içine islemeye basladi.

Avrupa’nin yayilma döneminde, Bati etkisinin Islam topraklarina nüfuz etmesi, farkli yerlerde farkli sekillerde oldu. Arap Yarimadasi ve Afganistan gibi bölgelerde düsük etkili ve atesli silahlarla sinirli kalirken, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Orta Asya’da Müslüman ülkeler zorla Avrupa imparatorluklarina dahil edildi. Arada kalan Osmanli ve Iran Imparatorluklarinda ise, Bati etkisi kültürel, ekonomik ve siyasi her alana isledi. Osmanli Sultani II. Mahmut, Misir’da Kavalali Mehmet Ali Pasa, bir sonraki kusakta Atatürk ve Iran Sahi Riza Pehlevi, emperyalist yöneticilerden çok daha sert politikalar uygulayarak, büyük degisimler yaratti. Batili sömürgecilerse, Müslüman çikarlarina ve kurumlarina yaklasirken daha temkinli davranmaya meyilliydi. Özetle, geleneksel otoritenin üç diregini olusturan askerler, memurlar ve din adamlari, Bati yanlilari ve karsitlari olarak ikiye ayrildi. Ancak, modernlesme ve Batililasmanin en siddetli savunuculari daima askerler olmustur. Bunun nedeni, sorunla dogrudan yüzlesmis olduklarindan hayatta kalabilmek için, degisimin sart oldugunu ilk fark eden olmalaridir. Müslümanlarin Bati ve Batililasmaya yaklasimi da, tepki, karsi tepki, ret ve geri dönüs seklindedir.

Günümüzde Islam dünyasinin Batiya karsi genel tavri düsmancadir. Bu da gavur ve kafir olarak görülen düsmanin boyundurugu altinda yasamak zorunda kalmanin getirdigi, uzun zamandir devam eden bir asagilanma ve içerlemenin disavurumudur. Müslümanlar, Islam tarihinin büyük kisminda üstünlük ve tahakküme alisik olduklarindan Avrupa sömürgeciligini asla içlerine sindirememislerdir. Dolayisiyla bugün karsimiza çikan hinç uzun süreli bir birikimin sonucudur. 20.yy ortasindan itibaren Bati’nin yikici dünya savaslarindan sonra itibarinin sarsilarak geri çekilmesi, sonunda teknolojik silahlarin Müslümanlarin eline geçmesi, petrol kaynaklarinin kesfi ve istismari Islam toplumunda giderek artan hincin ifade edilmesine imkan yaratmistir. Islam dünyasinda degisimin asil kaynagi Bati dünyasidir. Batili fikirler ve kurumlar Islam toplumlarini degistirmistir. Simdi sikinti ve öfke yaratan da bu degisikliklerdir.

Müslümanlarca Dogu Avrupa ve Bati Avrupa’ya duyulan tepki farklidir. Bunun nedeni, devam eden iliskilerin farkli olmasidir. Bati etkisi devam etmesine karsin, Batili güçler Islam topraklarindan çekilmistir. Dogu Avrupa’nin yayilisindan etkilenen Müslüman bölgeler, hala Avrupa tabanli bir siyasi sisteme sahiptir ve dolayisiyla bu ülkelerdeki tepki ya baslamamistir ya da basladiysa bile ciddi biçimde engellenmektedir. Elbette, Islam vaizlerince maddiyatçiligin göstergesi olarak kinanan sinema ve televizyonun ahlaksizligi ve tüketim toplumunun zevk-ü sefasi, Bati kaynaklidir; popüler eglence ve müsrif tüketimden Sovyetleri suçlamak imkansizdir.

Tabii ki bunlarin yarattigi düsmanliktan daha önemlisi, Islam toplumunu sarsip iyice hirpalamis olan, Batinin müdahaleci ve yikici güçlerine karsi gelismis bulunan genel kizginliktir. Bu öfkenin altinda, herhangi bir politikadan çok daha derin sebepler yatmaktadir. Karsimizdaki devletler arasi bir çekisme degil medeniyetler arasi bir çatismadir. Sorunlarin devletler arasinda tartisilip çözülmesini birakin, formülize edilmesi bile oldukça zordur. Bu çatisma ve genele yayilan kizginlik halinde benzerlikler yerine farkliliklar öne çikarilarak her sey abartilmakta ve her türlü kavga körüklenmektedir. Dolayisiyla, sorunlar çözümsüz kalmaktadir. Bati Medeniyetine karsi süregelen tiksinmeyle birlikte bu düsmanligin, Batinin lider güçlerine yöneltilmesi dogaldir.

Avrupa’nin Müslüman ülkeler üzerindeki ekonomik egemenligi sona ermis; yerini, Ortadogu petrol ve pazarlarina bagimliliga birakmistir. Su anki çatismalar uluslararasindan ziyade bölgeseldir. Irak-Iran, Türkiye-Yunanistan; Fas-Cezayir gibi. Ayrica pek çok ülkede süregelen ihtilaflar etnik, ideolojik, sosyal veya mezhep çatismalarina baglidir. Emperyalist güçlerin Ortadogu’dan çekilmesi sonucunda ortaya çikan küçük devletlerin egemenliginden daha azametli; daha eski ve kapsamli bir kimlige ve bu ülkeleri yöneten despotlarinkinden daha asil bir otoriteye duyulan özlem sürmektedir. Bu ihtiyaca en ikna edici cevabi, sadece bir din degil bir kimlik, baglilik ve otorite sistemi bütünü olarak, Islam sunmaktadir. Bunun cazibesini, Islam topraklarinda yaygin olan kullanilmislik, asagilanmislik, ihlal edilmislik hissi güçlendirmektedir. Ortadogu ülkelerinin ekonomik, sosyal ve siyasi kosullarinin ciddi anlamda kisitlandigi su dönemde Islam’in özüne dönüs çagrisi güçlü bir etki yaratmaktadir. Politikalari, amaçlari ve yöntemleri birbirinden farkli olsa da, Suudi Arabistan, Libya ve Iran, Müslüman köktendinciligin basini çekmektedir. Ortak arzulari, modernlesmenin getirdigi siyasi ve ekonomik faydalari koruyup toplumu muhafazakarlastirmaktir. Nefret duyulan ekonomik mekanizmanin kendisi degil, yabancilar tarafindan kontrol edilmesi veya sömürülmesidir.

Müslüman Araplarin Hristiyanliga ait topraklari ele geçirmesinden, 1683’te Türklerin II. Viyana Kusatmasi’na kadar olan dönemde, iki medeniyet arasindaki iliskinin biçimi Müslümanlarin ilerleyisi, Hristiyanlarin geri çekilmesi seklindeydi. O zamanlar çekismenin nedeni, Avrupa’ya kimin sahip olacagiydi. Kesiflerle birlikte, Avrupa ticareti Asya ve Afrika’ya yayildi. Ancak bu, ticaretin güç anlamina gelmesinden çok önceydi. Asil önemli degisim, Türklerin Viyana yenilgisini takiben yasandi. 1699 Karlofça antlasmasiyla durum tersine döndü. Avrupa ilk defa galip gelmisti ve bozguna ugrattigi Osmanli’ya anlasmayi kabul ettirdi. Bunu izleyen 2,5 asir boyunca Avrupa ilerledi, Islam geri çekildi. Topraklarina nüfuz eden Avrupa, Islam dünyasini böldü.

Simdi ikinci büyük degisim zamani; ve bu hizla gerçeklesmekte. Avrupa’nin ekonomik egemenligi sona erdi ve bazi açilardan isler yine tersine döndü. Su anda klasik Osmanli dönemine benzer sekilde Ortadogu zenginligi ve pazarlarina duyulan ihtiyaç, Avrupa siyasetinin belirleyicisi ve bas etkenlerinden biri. Ayni zamanda askeri dengelerde de degisim söz konusu. II. Dünya Savasi sonuna kadar Avrupa bölgede hakimken, hatta Ortadogu topraklarinda birbiriyle savasirken, artik isler bayagi degisti. Artik Ortadogu çikarlari, farkli bir savas haliyle, ihtilaflarini dogaçlama bir biçimde Avrupa meydanlarina tasiyor. Hem Avrupa’yla hem birbirleriyle savasmaya basladilar.

Müslüman ülkelerin çogu Bati’ya karsi besledikleri gareze ragmen, Milletler Cemiyeti’ne, sonra da Avrupa Ekonomik Toplulugu’na katildi. Kanunda laik ancak nüfusunun çogunlugu Müslüman olan Türkiye, AB tam üyeligine basvurdu. Süphesiz ki; Türklerin ve diger Islam milletlerinin gelecekteki tavrini, Batili Devletlerin bu üyelik basvurusuna gösterdikleri yaklasim belirleyecek.

Belki de en önemlisi, uzun vadede Bati Avrupa’da yasamakta olan Müslümanlar meselesi. Kuzey Afrika, Ortadogu ve Türkiye’den, Hindistan’dan Avrupa’ya isçi ve göçmen olarak gelen bu insanlarin siyasi etkisi sinirli da olsa günden güne artmakta. Fakat, çocuklari Avrupali olacak; vatandaslik haklarinin hepsine sahip olacaklar. Avrupa’da dogduklari için, Ingiltere, Fransa ve Almanya vatandasligina dogrudan sahip olacaklar. Milyonlarca Avrupa dogumlu Müslüman nüfusu, hem Avrupa, hem Islam, hem de ikisi arasindaki iliskiler üzerinde muazzam ve tahmin edilemeyecek sonuçlar getirecek.

Hristiyanlik ve Islam’da Iktidar Kavrami

Hristiyanlikta Tanri ve hükümdar, iki ayri otorite; kiliseyle devlet, farkli kurallara göre isleyen iki ayri kurumdur. Kavramsal olarak en basindan beri ayri kurumlardir. Islam’da ise, moderniteye kadar böyle bir ayrim görmeyiz. Bu zaten anlamsiz da olurdu. Çünkü, Islam açisindan ikisi ayrilmaz bir bütündür; ve hükümdar, Tanri’nin kurallarini yeryüzünde uygulayan kisidir. Hristiyan aleminde bu ikisi bazen birlik, bazen çatisma içinde, ancak hep ayri kurumlar halinde varliklarini sürdürdü. Hristiyanlik bünyesinde bir arada var olan bu iki güç arasinda süregelen mücadelenin, Ortaçagda, papayla imparator arasinda çekismeye dönüsmesinin ardindan önce Reform; pesinden de din ve siyaset iliskisine çok farkli yaklasan Protestanlik dogdu. Bu gelismeler, Hristiyanlik tarihinde yikici mezhep savaslarina yol açti. Halbuki Islam tarihinde, bu boyutta bir çatismadan söz etmek olanaksizdir. Islam’daki mezhep ayriligi Hristiyanliktakinden farklidir. Osmanli ile Iran birbiriyle savasmistir; ama bunun mezhep ayriligiyla ilgisi yoktur. Islam, Protestan tarzi bir reform veya Rönesans yasamamistir. Bu kavramlar Hristiyan kökenli oldugu için, Islam dünyasinda pek itibar görmemistir. Ancak, Iran’daki otoriter sistem altinda, Islam Dininin hiyerarsi, engizisyon ve din isleri baskanligi gibi mecralarla tam anlamiyla kurumsallastirilmasi Islam reformuna yol açabilir. Hristiyanligin yasadigi din savaslarina nihai çözüm, muhtemelen baska da seçenek kalmadigi için, kilise ve devletin ayrilmasi olmustur. Bu, pratikte de, kanunda da kabul edilmistir. Böylece hem siyasi iktidarin dini meselelere karismasi, hem de dini zümrenin, devletin siyasi iktidarini kendi amaçlari ugruna kullanmasi engellenmistir.

Hristiyanlikta, dünyevi olanla ruhani olanin, basindan beri ayri tutulmasina ragmen, Islam’da modern zamanlara kadar insan faaliyetleriyle onlari düzenleyen kurallari, dinle siyaseti ayirmak mümkün degildi. Klasik Arap dünyasinda dünyevi ve kutsal, manevi ve maddi, dini ve laik gibi ikili kavramlar ve bunlarin yasam içinde ayri alanlara sahip olmasi söz konusu degildi. Arap dünyasinin bu ayrimla tanismasi dis etkenler sonucunda oldu. Son yillardaysa, Islam aleminde bu Batili etkenler, saldiriya ugradi, zayiflatildi ve itibar kaybettirildi. Genel olarak, yalnizca küçük çapli seçkin bir sinif tarafindan kabul görmüs olan bu ayrimin getirdigi fikirler iyice yipratildi. Dis etkenlerin zayiflamasiyla birlikte, kökleri derinlerde yatan eski algilara, kaçinilmaz bir dönüs basladi.

Üç büyük Din de Ortadogu’da dogmustur ve aralarindaki politik farklar, kutsal kitaplarda net bir sekilde ifade edilmistir. Hazreti Musa, halkini kölelikten kurtarmis; ama Vaat Edilen Topraklara girememistir. Hazreti Isa çarmiha gerilmis; ve müritleri, Roma Imparatoru Hristiyan oluncaya kadar, zulüm gören bir azinlik olmustur. Hazreti Muhammed ise, hayattayken daha basariya ulasmis ve çok geçmeden imparatorluga dönüsecek bir devletin basina geçmistir. Humeyni’nin hatirlattigi gibi, Hazreti Muhammed sadece bir cemaat yaratmakla kalmamis; ayni zamanda bir yönetim biçimi, bir toplum ve devlet düzeni kurmus; bir hükümdarin yapmakla yükümlü oldugu her seyi yapmistir. Islam’in basindan beri din ve devlet, bir bütün olarak algilanmistir. Müslümanlarin belleginde, kutsal metinlerde ve tarihçelerde bu iki kavram aynidir. Diger iki dine kiyasla, inanç ve iktidar arasindaki bu yakin iliski, Islam için karakteristik özellik olarak süregelmistir.

Tarihi farkliliklar bununla sinirli degildir. Hristiyanligin yükselisi, Roma Imparatorlugu’nun çöküsüne denk gelir. Bu yüzden Kilise, ayakta kalabilmek için kendi yapilarini kurmustur. Hristiyanligin, “mazlumlarin yasakli dini” oldugu zamanlarda Tanri, müritlerini, imanlarini arindirmak için çileye ve sinava tabi tutan ilahi güç olarak görülmüstür. Hristiyanlik Roma Imparatoru Konstantin tarafindan kabul edilip devlet dini oldugunda, Hristiyanlar yönetimi ele geçirmek istegiyle, kurumlari yeniden düzenlemistir. Hatta pek çok Hristiyan için, Roma Kudüs’ten; Latince de Arami dilinden daha kutsal sayilir. Öte yandan Islam, yeni inancin yayilmasiyla güçlenen bir imparatorlugun dogusuna paralel olarak yükselmistir. Arapça, yeni inancin vahyolundugu dil oldugu için, kutsal sayilmaya baslanmistir. Müslümanlar için devlet ilahi adaletin buyurdugu bir gerekliliktir ve Tanri inancini savunup yaymaya ve kurallarini uygulamaya yarar. Evrenin bu sekilde algilanisinda Tanri, kullarini sinayan olarak degil, kullarina yardimci olarak görülür. Kullarinin basarisini isteyen ve onayini kullarina zafer ve hakimiyet bahsederek gösterendir. Elbette Islam alemindeki bazi azinlik ve muhalif mezhepler için bu algi, kismen farklidir. Siilerde, neredeyse Hristiyanliktakine benzeyen bir çile ve tutku kavrami mevcuttur. Bu durum, zafer gösterisi pesindeki militanlarin radikalizmiyle birlestiginde her an patlamaya hazir, kuvvetli bir sosyal güç olusturur.

Islam’in erken dönemine ait bu algilar, halen önemli sonuçlar dogurmaktadir. Bunlarin etkisi, özellikle Müslüman öz bilincinin sekillenmesi ve karakterinde göze çarpar. Müslümanlarin çogu için Islam, kimlik ve sadakatin, dolayisiyla da otoritenin ve otoriteye bagliligin temelidir. Dünyanin her yerinde, farkli zamanlarda, farkli amaçlarla insanlarin, kendilerini ülke, ulus, irk, sinif, dil veya baska kriterlere göre tanimlamasi gibi, Islam’da da kendini algilama önem tasir. Islam’da kimligin temelini olusturan unsur dindir. Dolayisiyla, yerliyle yabanciyi, içeriden olanla disaridan olani ayirt eden de budur. Hatta zaman zaman, ve dost düsman bile bu ayrim üzerinden belirlenir. Elbette diger bagliliklarin da önemi vardir; ama etkili olabilmeleri için dinsel, en azindan mezhepsel bir biçim almalari gerekir. Inananla kafir ayrimi, yazili belgelerde de açikça görülebilir. Bu ayrimi tarihsel olarak iki örnekle netlestirmek mümkün: 17.yüzyilda Kanuni Sultan Süleyman’in Viyana’ya gönderdigi askeri heyetin raporunda, kaleyi bekleyen muhafizlardan, “kafir” diye bahsedilmektedir. 19.yy’da Istanbul’da yayinlanan günlük gazete ise, Köprüde meydana gelen bir kazada yaralanan gayrimüslimden, gavur olarak bahsetmektedir. Her iki örnek de farkli biçimlerde, Islam’da dinin, kimligin temeli olduguna dair genel algiya isaret etmektedir.

Müslümanlikta kimlik ve baglilik algisinin diger dinlerden farkli olduguna çarpici bir örnek de, uluslararasi iliskiler alanindan verilebilir. Baska ülkelerin devlet baskanlari dini tercihlerine göre toplantilar düzenlemez; hatta dine dayali gruplasma, Modern Dünyada fikren bile saçma bulunur. Oysa Islam Dünyasinda gayet normal karsilanan bir sekilde, yönetimi monarsi veya cumhuriyet; hükümetleri muhafazakar veya radikal olsun 57 devlet baskani, Islam Konferansinda bir araya gelip isbirligi yapabilmektedir. 60 yildir düzenlenen zirvede, Üyeler yapisal, ideolojik ve siyasi farkliliklarina ragmen, anlasmaya varip ortak hareket edebilmektedir.

Iç islerinde de benzer bir fark görülebilir. Çok partili açik demokrasilerde, kendilerine Hristiyan veya Budist diyen partiler olsa da, sayilari azdir ve seçmenlere yaklasimlarinda dini konular, ufak bir rol oynamaktadir. Oysa ki Islam ülkelerinin çogunda din, iç politikada, disislerinde oldugundan çok daha önemli bir yer tutar ve güçlü bir siyasi etkendir.

Islam’da din, kimligin esasi olarak algilandigindan, dini kimlik, devlete baglilik anlamina da gelir ve yönetime sadakat talebini de olusturur. Çogu Müslüman toplumda kisinin sadakati veya sadakatsizligi, genelde din üzerinden ölçülür. Burada önemli olan dini inançtan çok, toplumsal bagliliktir. Gelenek ve uygun davranis, görünüste bagliligin belirtisi olarak kabul edildiginden, aykiri düsünceler sadakatsizlik, inancindan dönmekse, hiyanet olarak görülür. Son iki asirda yasanan yogun degisime karsin Islam, Müslüman ülkelerde en çok kabul gören mutabakat biçimidir. Müslüman ülkelerde dini semboller ve çagrilar, toplumsal güçlerin hükümetten yana veya karsisinda olsun, harekete geçirilmesi ve seferberligi için hala en etkili kuvvetlerdir. Nitekim kimlik ve baglilikla birlikte otorite de, Islam tarafindan belirlenir. Batili düzenlerin çogunda siyasi otorite, düsünce ve pratikte egemenligini, miras ve gelenekten; daha modern zamanlardaysa halktan alir. Otoritenin hanedan içinde intikali elbette ki, dünyanin her yerinde oldugu gibi, Islam topraklarinda da yerlesikti; ve Bagdat halifeleri, Osmanli sultanlari gibi hanedanlar, Islam tarihinde büyük rol oynadi. Fakat halefiyet, bir çesit tayinle veya seçimle oluyordu. Hükümdar ölünce saltanatin en büyük erkek çocuga devredilmesi, modern zamanlarda Avrupa tarafindan tanitilincaya kadar, Islam dünyasinda bilinmiyordu. Su andaysa, bazi cumhuriyetler de dahil olmak üzere tüm Islam Dünyasinda yaygin olarak uygulanmakta. Geleneksel Islam görüsünde bir hükümdarin yetki kaynagi, halef selef veya halki degil, Allah’in kendisidir. Otoritenin de kanunun da tek kaynagi odur. Eger hükümdar veya yönetici Allah’in hükümdariysa ve Tanrinin kanununu uyguluyorsa, ona itaat etmek dini bir vazifedir. Otoriteye itaatsizlik ise, suç oldugu kadar günahtir. Hem bu dünyada hem de ötekinde cezalandirilir. Ancak, hükümdar gücünü Tanridan almiyorsa ve uyguladigi kanun Tanrininki degilse, o hükümdar gaspçi bir zorbadir. Bu durumda, itaat vazifesi ortadan kalkar ve itaatsizlik sadece bir hak degil, ayni zamanda bir görev olarak ortaya çikar.

Bir hükümdarin mesrulugu veya devlet baskanligini gasp etmesi gibi konular, Islam alimlerince asirlardir tartisilmaktadir. Bir hükümdar nasil mesru olur ve mesrulugunu ne zaman kaybeder? Hangi kosullarda ona itaatsizlik hakki dogar, ya da Islami açidan itaatsizlik vazifesi hangi durumlarda baslar; bir hükümdar ne zaman devrilebilir? Islam bünyesinde de kendine has devrimci ideolojiler mevcuttur; ve bu devrimci hareketlerin tarihsel kayitlari bulunmaktadir. Islam toplumunun belleginde bu anilarin hala güçlü bir çekiciligi vardir. Son dönemde Iran’da ve bölgedeki diger ülkelerde meydana gelen olaylar, bu anilara yeni bir anlam kazandirmistir.

Modern tarihin büyük bölümünde, iki asri askin bir süre boyunca Islam’in merkezi olan topraklarin, Avrupali sömürgeci güçlerin etkisi ve egemenligi, hatta bazen dogrudan idaresi altinda kaldigini gördük. Bu dönem boyunca sömürgecilige verilen tepkiler, kabul ve taklit; karsi koyma ve isyan gibi farkli biçimlerde gelisti. Egitimli ufak bir kesim degil de kitlelerin dahil oldugu gerçek bir toplumsal ayaklanma oldugunda, isyan hareketi kendini milliyetçi, vatansever, sosyal veya ekonomik yönden degil, Islami açidan ifade etti. 19. yy’da Avrupalilarin Islam topraklarina yayilmaya basladigi dönemde, Ingilizler Hindistan’in Müslüman kuzeybatisini, Ruslar Kafkasya’yi, Fransizlar Kuzey Afrika’yi isgal ettiginde, en etkili ve israrci direnis, Hindistan’da Ahmet Barelvi (1786- 1831), Dagistan’da Imam Samil (1797-1871) Cezayir’de Abdül Kadir (1808-1883) gibi Müslüman dini liderlerin önderliginde, Islam kardesligi örgütlerince yürütülen Islami direnisler oldu. Üç direnis de durduruldu. Bunu, bir kabul ve bir raddeye kadar uyum saglama dönemi takip etti. Ingiliz, Fransiz ve Rus imparatorluklarinin Müslüman tebaasi, aralarinda karsi çikanlar olmasina ragmen, efendilerinin dilini ögrenmeye ve kültürel kaliplarini benimsemeye basladi.

Islami direnisin ikinci dönemi, 19.yy sonuna dogru geldi. Avrupa istilasi ve tahakkümüne karsi ilk defa Islam Dünyasinin birlesmesini hedefleyen bir siyasi hareket dogdu: Pan-Islamizm yani Islam Birligi. O zaman bu hareketlerin, biri “devlet destekli ve genelde diplomatik olarak kullanilan”, digeriyse “muhalif ve sosyal radikalizmin bir nebze ötesine geçen” seklinde iki farkli türe ayrildigini, devaminda da bunun, Pan-Islam akiminin karakteristik özelligi haline geldigini gördük.

  1. yy basinda, Dünyanin lider güçleri Avrupali imparatorluklardi; bu nedenle anayasaya dayali parlamenter yönetimler, basarinin formülü olarak görülmeye baslandi. Bu algi, Iran ve Osmanli Imparatorlugunda anayasal devrimlerle kendini gösterdi. 1918’de Batili kuvvetlerin galibiyetiyle güçlendi. Bir süreligine yeni bir Islami militanlik dalgasi görüldü. Fakat laik, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti ile Transkafkasya ve Orta Asya’da Sovyetler Birligi’nin güçlenip saglamlasmalariyla, bu Islamci faaliyetler sona erdi. Ortadogu genelinde, bazi yerlerde sosyalist, bazi yerlerde milliyetçi ve bazen ikisi birlikte olmak üzere, laik hareketlerin hakim oldugu bir döneme girildi.

1930’larin sonunda bu süreci zayiflatan yeni Islamci militanlar türedi; ama 50’lerin basinda, özellikle militan faaliyetlerin ana merkezleri olan Iran ve Misir’da olmak üzere, güçlü yöneticiler tarafindan bunun da önüne geçildi. Iran Sahi ve Misirli Cemal Abdülnasir, birçok açidan farkli olsalar da, kurmaya çalistiklari rejime tehdit olarak gördükleri unsurlar ortakti. Islamci militanligi kontrol altina almak için her seyi denediler. Iran’da Sah basarisiz oldu ve devrildi. Yerine militan Islamci bir rejim geçti. Misir’da ise Abdülnasir’in selefi Enver Sedat suikasta ugrayinca, yerine geçen Mübarek hala basta, ama her geçen gün artan bir biçimde radikal Islamci muhalif güçlerce tehdit edilmekte. Böylesi güçler su anda tüm Islam Dünyasinda ve ötesinde aktif halde. Dönek ve hain olarak gördüklerine saldiriyorlar. Önce yurt içinde sonra yurtdisinda nihai düsmanlari saydiklari imansizlara saldirmayi hedeflemekteler.

Islam ve Musevilikte Din ve Siyaset

Üç ilahi Din de ayni bölgeden çikmistir ve elbette ortak özellikleri vardir. Musevilik ve Islam’a yakindan baktigimizda bu benzerlikleri bulmak zor degildir. Hem Yahudilerin medeni kanunu, tören kurallari ve dini efsanelerini kapsayan Babil Talmudunun, hem de Islamin ilahi kanunu Seriatin dogdugu yer Irak’tir. Seriat, Arapça bir seye giden yol anlamina gelir. Ibranicede halakha ayni anlamda kullanilir. Prensipte, Islam devletinde yasama erki yoktur; o yüzden yasama meclislerine de gerek yoktur. Su anda tüm Hristiyan aleminde bir tür meclis düzeni vardir. Az ya da çok demokratik olsun, kanun koymak üzere kurallar çerçevesinde bir araya gelirler. Pratikte ise, elbette Müslüman yönetimler de kanun koyup degistirir. Binyildir ayni temel yasal ilkelerle devam edecek halleri yoktu tabi ki. Fakat, bu yasama süreci gizli ya da üstü kapali isler. Ilahi adaletin ve ebedi kanunun netlestirilmesi ve uygulanmasina yönelik olarak yargiçlarin yorumlamalari veya hükümetlerin düzenlemeleri seklindedir. Bu, daha büyük bir farkliligin parçasidir.

Musevilik, Hristiyanlik ve Islam gibi, hem bir din hem de bir kültürdür; ancak bir medeniyet degildir. Musevilik bu iki medeniyetin de bir parçasi olagelmistir. Yahudilerin çogu son on dört asirdir Hristiyan ya da Müslüman hükmünde yasamis; bu medeniyetlerde bir alt kültür olmuslardir. Musevi tarihinin yaraticilik ve basarilari, Hristiyan veya Müslüman topraklarda gerçeklesmistir. Musevi yasantisi bundan dogrudan etkilenmistir. Bu iki medeniyetin içinde yasayan Yahudiler, kültürel ve sosyal açidan ikisinden de derinden etkilenmistir.

Tarihsel açidan iki tür Yahudi vardir: Islam Yahudileri ve Hristiyanlik Yahudileri. Yani, Ibranicede Almanya anlamina gelen Askenaz ve Ispanya anlamina gelen Seferat Yahudileri. Elbette bu ayrim, dini açidan veya ibadetleri arasindaki ufak farkliliklardan degil, medeniyet ve kültürle ilgilidir. Törenlerde kullandiklari nesneler bile, geldikleri ülkenin baskin diniyle benzerlik gösterir. Evlilik gibi mahrem bir konuda bile hahamlari, Islam topraklarinda yasayan Yahudilere çokeslilige izin verirken, Hristiyanlik Yahudileri tekeslilikle sinirlandirilmistir. Din adamlari da kiyafetlerine varincaya kadar ruhban sinifi veya ulema ile benzerlik gösterir.

Son zamanlarda Bati dünyasi, Judeo-Hristiyan geleneginden bahseder olmustur. Aslinda kadim bir gerçegi ifade etmesine ragmen bu deyim, yeni kullanilmaya baslanmistir. Modern zamanlarda bu ifadeye karsi çikan yok, ama eskiden olsa iki tarafi da çok kizdirirdi. Aslinda ayni sekilde Judeo-Islam geleneginden de söz edilebilir.

Bugün Israil’de bu iki farkli gelenek karsilasmis ve bir araya gelmis bulunmaktadir. 50. yilini kutlayan bir ülkede, toplum ve siyasal rejim için bu kisa bir zamandir. Musevi Toplumu, bundan önce, 30 yil Ingiliz, daha öncesinde dört yüzyil kadar Osmanli, daha evvelinde ise, bin yil kadar Müslümanlarin hakimiyetindeydi. Tabii ki bunlarin izi kaldi. Sasirtici biçimde Israil Devleti sadece Ingilizlerin degil, Osmanlinin da selefidir. Israil, devlet düzeni olarak toplumsal aliskanliklar ve geri kalani açisindan kismen klasik, büyük oranda da 19 yy. ve 20. yy. basinda reform gören Osmanli sistemini devam ettirmektedir. Osmanli mirasi, Israil’de Osmanlinin devami niteligini tasiyan baska devletlerden çok daha muhafazakar biçimde korunmus ve sürdürülmüstür. Balkan devletlerinden, Türkiye Cumhuriyetinden veya herhangi bir Arap ülkesinden çok daha fazla. Millet sistemini benimsemis olan Osmanli Imparatorlugu, bunu tam anlamiyla 19. yy’da düzene oturtmustur. Her dini cemaat kendi liderleriyle kendi kurallarina uygun, kendi egitim kurumlarina sahip bir biçimde yasiyordu. Evlilik, bosanma, miras isleri dini topluluklara aitti. Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler ayni mahallede yasasalar da, kurallari çigneyenler, kendi din adamlarinca cezalandiriliyordu. Osmanlinin bu uygulamalari modern Israil devletinde de görülmektedir. Kilik kiyafet açisindan bile hahamlar, 19. asirdan kalma Osmanli din adamlarina benzemektedir.

Hristiyanlik ve politikalarindan bahsederken, kilise ve devlet sorunlarindan, iliskilerinden bahsetmek adet olmustur. Kilise, hem ibadet, hem de dini kurumsal yapinin kendisi anlamina gelir. Oysa ki sinagog veya cami için bu geçerli degildir. Böyle bir benzetme yanlis olur. Yapiliyorsa da cehaletten kaynaklanmaktadir. Hristiyan aleminde kilise ve devlet, toplumda iki ayri alani ifade etmek için kullanilmakta: biri siyaset ve iktidarla, digeri ise din ile ibadetle ilgilenen yapilar. Ikisinin de kendi kurumlari, personeli ve kurallari var. Tarih boyunca bu ikisi birlesse de ayrilsa da, hep iki ayri kurum olmus. Fakat Islam ve Musevilikte benzer bir ayrim yok. Hristiyanlik ve Islam için din ve politikayi ve ikisinin bu toplumlardaki etkilesimini tartisirken, dini ve siyasi erkin bu iki toplumda nasil uygulandigini tarihi belgelerden izlemek mümkün.

Islam tarihinin on dört asrina ve Hristiyanligin on alti asrina bakarak bu konuya deginelim. Iki binyil degil de on alti asir dememin nedeni, Hristiyanligin 313’te Konstantin’in Hristiyan olusuyla Roma Devletinin resmi dini olarak kabul edilisine kadar iktidarla ugrasmamis olmasi. Islam’da ise Muhammed daha hayattayken bir devlet kurup yönetti. Islam’da inanç ve iktidar birlikte tanimlandi. Hristiyanlikta ise devlet, sehitlik ve zulümle geçen asirlar sonrasinda ele geçirildi. Musevilere gelince, çok daha küçük bir topluluk olmalarina ragmen, siyasi yazinlari kapsamlidir. Genel olarak uygulanan prensip, “devletin söyledigi olur” ilkesidir. Yahudilerin egemenlik deneyimi sinirlidir. Kadim Yahudi Devletleri çok eski zamanlarda kalmis, yenisinin ise tarihi genelleme yapmak için çok kisadir. Hristiyanlik ve Islam Dünyasinin tecrübeleriyle karsilastirmaya yetmeyebilir; ama yine de cemaatlere özerklik verilen ülkelerde, Musevi siyasi yasami dikkate alinabilir. Osmanli millet anlayisinda oldugu gibi, Dogu Avrupa’da da benzer yaklasimlara rastlamak mümkün. Fakat bu cemaat otoritesi, Müslüman ülkelerde de Hristiyan ülkelerde de daima sinirli tutulmustur. Geri alinabilir haklardan ve yetkilerden olusur; ve baskin olana benzer. Hahamlar, devlet olsa da olmasa da, hatta çogunlukla kosullarin gerektirdigi gibi devlete ragmen ve hangi medeniyet altinda yasarlarsa yasasinlar, kendilerini Yahudi kimliginin garantisi olarak görmüs olduklari anlasilmaktadir. Musevilikte kilisenin eslenigi bir kurum yoktu.

Müslüman deneyimi ise biraz daha farkli. Devletin basi, dini lider olarak da kabul edilirdi. Hz. Muhammed’den sonraki halifeler, peygamberin dini otoritesini devam ettirdiler. Müslüman kuram, halifeyi, devlet baskanini manevi lider olarak degil, ama dini lider olarak görürdü. Hristiyanliktaki gibi ayri bir dini kuruma ihtiyaç yoktu. Bazi açilardan hahamlari model almis olan ulema, din ve hukuk alimleri olarak görülürdü. Islam’in ilk dönemlerinde bir mecburiyet olarak gördügü devlete güvensiz yaklasan, dolayisiyla devlet islerine pek bulasmayan ulema, Ortaçagda Islam dünyasinin üç koldan saldiriya ugramasi (Bati’dan Haçlilar dogudan Mogollar ve içeriden Sii ve Ismaili saldirilari) karsisinda devletle yakinlasmistir. Zamanla meslek halini alan din adamligi maasa baglaninca, hiyerarsi de olustu. Dolayisiyla, devlet mekanizmasinin bir parçasina dönüsen dini hiyerarsi, kendi kurallari gerektirdiginde devlete karsi gelebilen bagimsiz bir örgütlenmeydi. Osmanli Imparatorlugunda Seyhülislamin padisahi kurallara uymadigi takdirde tahttan indirme hakki bulunuyordu.

  1. yy. Osmanli reformlari ve diger ülkelerdeki daha küçük çapli akimlar çok sayida degisiklik getirdi. Mesela ulemanin, devlet memuru haline dönüstürülüp devlet mekanizmasinin parçasi haline getirilmesi gibi. Bundan çok daha önemlisi, kanunlarin kademeli olarak laiklestirilmesi, medeni kanun, ticaret hukuku ve ceza kanununun düzenlenip seriat kanununa takviye edilmesi, sonunda da seriatin yerine geçmesi oldu.

Islam Dünyasinda yeni dönem, Fransiz Devrimi fikirlerinin etkisiyle basladi. Bu döneme, Rönesans, Reform ve bilimsel devrim gibi daha önceki Avrupali ilerlemelerin etkisi olmadi; çünkü bu fikirler Hristiyan kökenli olduklari için, bertaraf edilmisti. Fransiz Devrimi ise, Hristiyan mensei tasimiyordu; hatta Hristiyanlik karsiti olarak sunuluyordu. Misir’in Fransiz isgaliyle Batiya açilim ve Batili kurumlarla tanisma baslayinca, merak da giderek artar. 19. yy’da Bati’ya açilmanin hizlandigi dönemde, üç devlet modeli ilgi çekiyordu: Fransiz modeli Devrimci cumhuriyet; Ingiliz modeli kralliga bagli sinirli anayasal otorite; Avusturya-Alman tarzi bagimsiz kurumlarla ugrasmayan kanuna dayali devlet modeli.

Su anda da Islam Dünyasinda bunun farkli çesitlerini görmekteyiz. Bir yanda tamamen geleneksel olan ya da öyle oldugunu iddia eden ülkeler var. Örnegin Seriatle yönetilen Suudi Arabistan “Kur’an anayasamizdir” diyor. Örnegin Misir gibi uzlasmaci görünenler var; bazi yasalar laik, ama medeni hal kanunu seriate bagli. Örnegin, dinin tamamen devlet islerinden ayrildigi eski Sovyet Cumhuriyetleri ve Türkiye gibi tamamen modern ülkeler de var. Seriatin hiçbir alanda yasal gücü veya geçerliligi yok. Türkiye gibi seriatin geçersiz kilindigi veya kapsaminin azaltildigi ülkeler oldugu gibi Afganistan, Pakistan, Sudan, Iran gibi yeniden Seriat düzeninin getirildigi ve kapsaminin iyice genisletildigi ülkeler de var. Dolayisiyla genel olarak bakildiginda Islam Dünyasinda devletlerin yönetim sekli olarak örnek alabilecegi 2 model mevcut: Türk modeli ve Iran modeli. Bir yanda Türkiye’de bütünüyle modernlesme, laiklesme, dinin devlet islerinden ayrilmasi ve denetlenmesi, dinin kamusal ve siyasi hayattan ayri tutulmasi; öte yandaysa Iran Islam Cumhuriyeti’nde Seriat’in yeniden kabulü ve yaptirimlarla kesin bir sekilde uygulanmasi. Kemalizm ve Humeynizm olarak adlandirabilecegimiz bu birbirine tamamen zit iki sistemden biri laik demokrasi; digeriyse Islam dinine dayali devlet rejimidir. Biliyoruz ki Türkiye’de kayda deger bir azinlik, devletin yeniden Islamlastirilmasini istemektedir. Halen iktidarda olan AKP son seçimlerde oylarin

%20’sinden fazlasini aldi. Su anki beyanlarina bakilirsa, AK parti kendisini Müslüman demokrat olarak tanimlamakta ve Kita Avrupa’sindaki Hristiyan Demokrat partiler gibi anayasanin laik temeliyle derdi olmadigini iddia etmekte. Ancak, Kemalist devrimin basarilarina ciddi bir tehdit olusturduklarina yönelik bazi elestiriler var. Tercihlerini laik demokrasiden yana kullanmak isteyecek Iranlilarin oranini bilmemize ise, imkan yok. Çünkü, din erkiyle yönetilen bir ülkede böyle bir tercih belirtmek yasak. Ancak, böyle bir degisim isteyen pek çok Iranli oldugu izlenimini edinmek zor degil. Dolayisiyla, gelecekte Türkiye ve Iran’in rol degistirdigini tasavvur etmek artik mümkün.

Musevilere dönecek olursak, Israil’de Museviler, dinin baskin oldugu bir devletle laik bir devlet arasinda seçim yapmakla karsi karsiya. Aynen Türkler, Iranlilar ve diger Müslüman halklar gibi. Bu ülkede de gereken düzenlemelerin yapilmasi lazim. Kemalizm ve Humeynizm arasinda bir seçim hakki var ve Israil’de Kemalistlerin de Humeynicilerin de kamusal hayatla ugrastigini görmek mümkün. Geçmiste din ve devletin ayrilmasi olgusunun, -Hristiyan bir soruna Hristiyan bir çözüm olarak görülüp- Müslümanlarla ve özellikle yakin zamana kadar ne Hristiyanliktaki kilise gibi bir kurumsal bir dini yapilari, ne de devletleri olan Musevilerle alakasi yok saniliyordu. Ancak Yahudilerin artik bir devleti var. Dinleri hizla kurumsallasirken, din ve devlet iliskileri de mesele haline gelmektedir. Bundan sonra Israil toplumunda atilmasi gereken adim da, hem akla hem de Musevi dini ritüellerine uygun olarak, mahremle kamusalin; semavi olanla dünyevi olanin yani özünde kutsal olanla laik olanin ayrilmasidir.

Ortadogu’da Esitlik ve Özgürlük

Ortadogu’da modern tarihin baslangici olarak kabul edilen, Napolyon’un 1798 tarihli Misir çikartmasiyla birlikte, Fransiz Devrimi bölgeye ulasmis oldu. O zaman baslayan siyasi tartismalar halen sürüyor. Batililarin öne çikardigi kavramlarin Islam dünyasindaki karsiliklari farklidir. Inananlar arasinda esitlik anlayisi, Islam’in 7.yy’da kurulusundaki temel ilkelerdendir. Hintlilerin kast sistemi ve Batililarin ayricalikli soylu erklerine zit bir biçimde, Islam esitlige önem vermis ve uygulamistir. Özellikle sosyal ve ekonomik açilardan, hatta bazen etnik ve irksal olarak, esitsizlik yaratan durumlar olmustur. Ancak bunlar, Islam ilkelerine aykiri biçimde meydana gelmistir ve hiçbir zaman Bati’daki düzeye ulasmamistir.

Islam’in esitlik kuralinin üç istisnasi vardir: köleler,  kadinlar  ve  kafirlerin hor görülmesi. Ancak Bati’ya bakacak olursak, 19. hatta 20. yy basina kadar, pratikte benzer esitsizlikleri görmek mümkündür. Öyle ki, Fransiz Devrimi sonrasi Fransa, ABD veya herhangi bir Hristiyan ülkede fakir bir adamin tepeye yükselme sansi, Müslüman Ortadogu’ya kiyasla çok azdi. Dolayisiyla esitlik ilkesi, ezelden beri Islam Dünyasinda gayet iyi anlasilan bir kavramdir. Ancak Napolyon’un bahsettigi, Misirlilarda kafa karisikligi yaratan özgürlük fikri ise, o döneme kadar siyasi bir terim olarak kullanilmamisti; ve bir insanin köle olmadikça özgür oldugunu belirtmek için kullanilan hukuki bir terimdi. Bu terim, yakin zamana kadar Ortadogu’da siyasi bir metafor olarak kullanilmiyordu. Misirli alim Seyh El Tahtavi, 1826 yilinda Paris’e yaptigi ziyaret sonrasinda yazdigi ve 1834’de Arapça, 1839’da Türkçe olarak yayinlanan kitabiyla, köle olup olmamanin siyasetle alakasi olduguna baglaminda kafa karisikligina son vermis oldu. Ona göre Fransizlar, özgürlük derken Müslümanlarin adalet dedigi seyi kastediyordu. Bu, çok dogru bir tespitti. Genel anlamda Batililar, siyasi açidan bir devletin iyi yönetilmesini özgürlükle, kötü yönetilmesini ise, kölelikle bir tutuyordu. Müslümanlar ise devlet yönetimini adaletli ve adaletsiz olarak algiliyordu. O zamandan bu yana bu çelisen algilar, farkli sekillerde sürüp gidiyor.

Geleneksel olarak Islam’da ideal devlet yönetimi, adalet ile ifade edilir. Adil olan kanuna uygun olandir ve kanun da Tanri’nin belirledigi Seriat kanunudur. Peki adalet standartlarina uymayan bir rejime ne denir? Geleneksel Islam kural ve düsüncesine göre bir hükümdarin adil olarak nitelendirilmesi için iktidari hakkiyla elde edip basa geçmis olmasi ve devleti hakkiyla yönetiyor olmasi gerekir. Baska bir deyisle zorba veya despot olamaz.

Islam’in adalet anlayisi kayitlara geçmistir ve Peygamber zamanina dayanir. Hazreti Muhammed’in hayati iki döneme ayrilabilir. Basta memleketi Mekke’de yasamaktadir ve mevcut rejime karsi çikmaktadir. Dolayisiyla Mekke dönemi, var olan düzene karsi muhalefet ve isyan hatta devrim mesaji içermektedir. Ardindan gelen Hicret dönemi ise Mekke’den Medine’ye göçle baslar. Muhammed artik otoritenin kurbani degildir, hükümdar olmustur. Bu dönemin siyasi gelenegi, düsturu ve yol göstericiligi, Mekke döneminde oldugu gibi devlete direnmek veya karsi çikmak üzerine degil, devletin nasil yönetilecegine dairdir. Dolayisiyla Islami yazitlar, Islam hukuku ve siyasi kültürünün basindan beri iki ayri gelenek var olmustur. Mekke dönemi aktivist; Medine dönemi ise dingin olarak nitelendirilebilir.

Biri eylemci biri dingin ve kabulcü bu iki gelenek, Islam devletlerinin tarihi boyunca süregelmis, Islami siyasi düsünce ve pratiginde geçerli olmustur. Müslümanlar basindan beri iktidarin devralinmasi, uygulanmasi, intikali, mesruluk ve otoritenin sinirlari gibi politik sorunlar ve devlet meseleleriyle ilgilenmistir. Bu konular, Islam dahilinde teolojik yazin, hukuki yazin (ki bu Islam’in anayasasi olarak adlandirilabilir), hükümet islerinin yürütülmesi üzerine memurlar tarafindan hazirlanan uygulama yazini ve Eski Yunan’dan etkilenmis olan felsefi yazinlarda irdelenmistir. Hatta Plato’nun Cumhuriyet’i ve Aristo’nun Siyaset’inin Islami versiyonlari yaratilmistir.

Zaman içinde kabulcü veya otoriter egilim güçlenmis; dinin ve seriatin buyurdugu sekilde otorite üzerine kisitlama getirmek, giderek zorlasmistir. Islami kaynaklarda düzene duyulan gereksinim, gitgide daha çok vurgulanir olmustur. Islami tartismalarda sikça kullanilan fitne deyimi, baglamina göre fesatçilik, düzensizlik, karisiklik hatta anarsi anlamina gelebilir. Tiranligin ve zorbaligin, anarsiden daha iyi olduguna israrli bir sekilde deginildigi görülmektedir. Bu elbette bir bakis açisini yansitir. Tüm görüsler bu yönde degildir. Islam Dünyasinda belli zamanlarda ve belli yerlerde bu görüs baskin geldigi kadar, kesin bir sekilde reddedildigi de olmustur.

Islam gelenegi, hükümdarin devlet yönetimine dair iki noktaya israrla deginmektedir. Bunlardan biri, -Kur’an’in da belirttigi gibi- hükümdarin kendi basina karar vermeden, baskalarina danismasi gerekliligidir. Bunun aksi yani devleti yönetenin kendi bildigini okumasi, despotluk kabul edilip (Arapça istibdâd) seytani ve günah olarak addedilir. Iktidardaki bir yöneticinin istibdadla suçlanmasi da, devrilmesi için yapilan bir çagri niteligi tasir. Peki devletin basi kime danismalidir? Pratikte, toplumda yer edinmis, nüfuzlu gruplara danismasi gerekir. Eski zamanlarda genel olarak uygulandigi gibi Suudi Arabistan ve Irak’in bazi bölgelerinde halen, asiret reislerine danisilmasi önemlidir. Ancak Suriye ve Misir gibi sehirlesmenin daha çok oldugu ülkelerde, bu artik o kadar da geçerli degildir.

Hükümdarlarin, kirsal kesimde, güçlü olan esraf’a; sehirde, esnaf, tüccarlar, memurlar, ulema ve askeri kurumlar gibi, üst yönetimle halk arasinda dogal bir araci görevi gören gruplara danistigi bilinmektedir. Bu danisma odaklari, ayni zamanda otoriteyi sinirlama görevini üstlenmis gruplardir. Örnegin, Osmanli döneminde köklü ve güçlü bir yapiya sahip olan Yeniçeriler, padisahin danistigi gruplarin basinda gelir. Bu gruplar önemlidirler; çünkü gerçekten etkili ve güçlüdürler. Hükümdarin basina dert açabilme potansiyeline sahip olduklari gibi, ayni zamanda padisahi tahttan indirme gücünü de ellerinde tutmuslardir. En önemli noktalardan biri de, asiret liderlerinin, tasra esrafinin, dini liderlerin, lonca baskanlarinin ve askeri birlik komutanlarinin hükümdar tarafindan atanmis degil kendi gruplarinin içinden seçilmis olmasidir. Dolayisiyla danisma, geleneksel Islam düzeninde çok önemli bir yer tutar; ancak hükümdarin yetkisini kisitlayan tek unsur degildir. Islam geleneginin üzerinde durdugu ikinci nokta ise devlet yönetiminin hem mutabakata hem de akde baglanmis olmasidir. Islam hukukunda, Islam devletinin baskani olacak olan yeni halifenin seçimle gelmesi gerektigi belirtilmektedir. Ancak bahsedilen, genel bir seçimden çok, hükümdarin halefini, muktedir kisilerden olusan bir grubun seçmesidir. Aslinda, ilke olarak soydan geçen intikalin, isyan veya iç savas disinda, hukuki gelenekte yeri yoktur. Ama pratikte intikal, soydan geçmistir. Halen de pek çok yerde hükümdarlik olsun olmasin, devletin yöneticisinin halefini atamasina sik rastlanir. Fakat, her halükarda kamuoyunun rizasi önem tasir. Teoride ve hatta bazen pratikte; yönetenin iktidari elde etmesi ve elinde tutmasi, yönetilenlerin rizasina baglidir.

Bazi elestirmenlere göre bu anlatilanlar teoride dogru olsa da, gerçekte, Ortadogu ve diger Islam ülkelerinde, keyfi, zalim ve despot hükümetler yönetime damga vurmaktadir. Hatta bazilari “Iste Müslümanlar böyledir, hep de böyleydiler zaten. Bati’nin bu konuda yapabilecegi  hiçbir  sey  yok!”  diyecek kadar ileri gidebilmektedir. Bu anlayis, tarihin yanlis okunmasindan ibarettir. Ortadogu’da devlet yönetimlerinin nasil bu hale geldigini görmek için biraz geriye bakmak yetecektir.

Degisim iki safhada gerçeklesmistir. Birinci safha, Napolyon’un istilasiyla baslayip, modern dünyaya yetismeleri gerektigini fark eden Ortadogu ülkelerini yönetenlerin, devlet yönetiminden baslayarak toplumlarini modernlestirmeye çalistiklari 19. ve 20. yüzyil boyunca devam etti. Bu dönüsümler, çogunlukla tedbirli bir sekilde muhafazakar davranmaya meyilli sömürgeci güçlerce degil, Osmanli sultanlari, Misir pasalari ve hidivleri gibi yerel yöneticiler tarafindan gerçeklestirildi. Modernlesme, iletisim, savas teknikleri, devlet yönetimi gibi Batili sistemlerin tanitilmasidir. Bunlara, kaçinilmaz olarak baski ve tahakküm araçlari da dahildir. Daha önceki liderlerin yetisebileceginin çok ötesinde kontrol, gözetim ve yürütme araçlarinin benimsenmesiyle, devletin otoritesi, çapini genisleterek artti. Dolayisiyla 20.yy sonuna gelindiginde, ufak bir ülkenin bes para etmez baskani bile, geçmisin yüce halifeleri ve padisahlarinin sahip oldugundan çok daha kapsamli bir iktidara eristi. Fakat, belki de modernlesmenin en kötü sonucu, az önce bahsettigimiz toplumdaki araci güçlerin feshedilmesi oldu. Geleneksel düzende devlet otoritesini etkin bir sekilde sinirlandiran toprak sahipleri, tüccarlar, asiret liderleri ve diger gruplar, giderek zayiflatildi ve çogu bertaraf edildi. Böylece bir yandan devlet daha da güçlenip yaygin hale gelirken, bir yandan da üzerindeki kisitlama ve denetimler azaltildi.

Ortadogu’da siyasi çalkantinin ikinci safhasi 1940 senesinde Fransiz hükümetinin Nazi Almanya’sina teslim olusuna tarihlenebilir. Vichy’de isbirlikçi yeni bir hükümet kuruldu. General De Gaulle Londra’ya giderek Özgür Fransa Komitesini tesis etti. Fransiz sömürge ve bagimli devletleri, seçim yapmakta serbestti. Fransiz mandasindaki Suriye-Lübnan liderleri basta olmak üzere, çogunun seçimi Vichy hükümetinden yana oldu. Bu da Suriye-Lübnan’in, Nazilerin Arap dünyasindaki propaganda ve faaliyetlerinin merkez üssü olmasini sagladi. Nazi fikirlerinin ve yöntemlerinin Ortadogu’ya adapte edilmesiyle, daha sonra Baas Partisine dönüsecek olusumun ideolojik temelleri de böylece atilmis oldu. Parti, 1947’ye kadar resmen kurulmadi; ancak, emekleme döneminde Pan-Arabizm, milliyetçilik ve bir tür sosyalizmi vurguluyordu. Suriye’den baslayarak Almanlar ve Basçilar, Irak’ta da Nazi yanlisi bir rejim kurup basina Rasid Ali Geylani’yi getirdiler. 1941’de Ingilizlerin Irak’a askeri seferiyle, Rasid Ali rejimi devrildi. Ardindan, Ingiliz ve Özgür? Fransa kuvvetleri Suriye’ye girip, Suriyeyi De Gaulle hakimiyetine geçirdi. Ingiliz ve Fransizlar II. Dünya Savasi’nin bitiminden sonraki yillarda buradan ayrildi; fakat çok geçmeden Sovyetler girdi. Baas Partisinin liderleri, ufak düzenlemelerle Nazi modelinden komünist modele geçiverdi. Bu parti, Batili anlamda oy toplayip seçim kazanmaya yönelik bir örgüt degil; Nazi ve Komünist açidan idari mekanizmanin, gözetim, baski ve beyin yikama ile ilgilenen kismiydi. Suriye’deki Baas Partisi ve Irak’taki diger Baas Partisi, bu paralelde islemeyi sürdürdü.

1940’tan itibaren ve Sovyetlerin gelisinden beri, Ortadogu yine temelde Avrupali yönetim sekillerini ithal etmis oldu: fasist, Nazi ve Komünist. Bu yüzden de, diktatörlükten, bölgenin kadim kuraliymis gibi bahsetmek çok yanlis olur. Böylesine bir yaklasim, ancak Arap geçmisi hakkindaki cehaletin, Arap dünyasinin bugününe duyulan hor görüye ve gelecegine karsi kayitsizligin göstergesidir. Saddam Hüseyin’in kurdugu rejim ve Müslüman ülkelerde baska liderlerce benimsenip devam ettirilen rejim türleri, modern ve yakin zamanlara ait oldugu gibi, Islam medeniyetinin esaslarina tamamen yabancidir. Ortadogu halklarinin üzerine rejimlerini insa edebilecegi saglam temellere sahip eski kurallari ve  adetleri oldugu unutulmamalidir.

Elbette, Ortadogu’da demokratik kurumlarin gelismesine engel teskil eden durumlar asikardir. En belirgin olani, su anda bölgede kaliplasmis hale gelmis bulunan despotluk ve baski rejimine dayali devlet yönetimi seklidir. Aslinda bu yönetim seklinin ne klasik Arap aleminde, ne de Islam kültürünün geçmisinde yeri yoktur; ama son iki asirdir süregelen kemiklesmis bir yapiya dönüstügünden, gerçek demokrasi önünde ciddi bir engeldir. Gelenege dayali baska bir mani ise, klasik Islam’in siyasi tasavvur ve tatbikinde yurttaslik kavraminin, medeni toplumun özgür ve katilimci üyesi anlaminda eksik olusudur. Kökleri Antik Yunan’a uzanan kent ve yurttaslik kavramlari, Bati medeniyetinin  temelini olusturur. Bu  ve insanlarin sadece idarecilerini seçerken degil, yönetimin isleyisinde de katilimci olmasi, geleneksel Islam’in bir parçasi degildir. Halifeligin muhtesem zamaninda gelisen sehirler vardi; ancak resmi olarak belediye veya benzeri bir idari yapiya sahip degillerdi. Kasabalar, etnik, kavim, din, mezhep ve hatta meslek temelli olarak ayrilan mevki ve mahallelerin bir araya toplanmasindan olusurdu; dolayisiyla, kimlik ve baglilik açisindan önemliydi. Klasik dönemde farkli sosyal gruplar kendi liderlerini seçse de, bir sehirde yasayan yurttaslari, kurumsal idari bir heyet veya yapida temsil edecek sahislarin seçilmesi, Müslüman deneyiminde yoktu. Günümüzde bile Arapçada, “yurttas” kelimesinin karsiligi bulunmaz. Yurttaslik kavraminin yoklugu, yurttaslikla ilgili temsilin de eksikligini beraberinde getirir.

Yine de Islam tarihi ve tasavvurundaki olumlu ögeler, demokrasinin gelisimine katkida bulunabilir. Dikkat çekici bir sekilde, mutabakat ve kamuoyu rizasina dayali sinirli devlet yönetimi, yeniden gündeme gelmektedir. Geleneksel olarak despotlugun reddi, yeni bir ivedilik kazanmakta ve güçlenmektedir. Avrupa diktatörlük ideolojisini yaymis olabilir; ancak ayni zamanda, bunun karsiti olan halk ayaklanmasi fikrini de asilamistir. Geleneksel kaynaklarda rastladigimiz ve gitgide modern yazinlarda da karsimiza çikmaya baslayan despotlugun reddi, simdiden, güçlü bir etkiye sahiptir. Bununla alakali olarak Müslümanlar, danisma fikrini yeniden canlandirmakta, hatta bazi yerlerde uygulamaya koymaktadir. Dindar kesim için bu gelismeler, seriata ve Islami gelenege dayanmaktadir. Bunun Islam tarihinde emsalleri bulunmaktadir. Bu canlanmayi, bilhassa Afganistan’da görmek mümkündür. Afgan halki daha az modernlesmis oldugundan, hükümetin çesitli gruplarin temsilcilerinden olusan bir heyete danisma kuralini yeniden diriltmek gibi, daha iyi isleyen eski adetlere dönmesi daha kolaydir.

Baska olumlu etkiler de ise yaramakta. En önemli gelisme modern haberlesme sistemlerinin kabul edilmesidir. Matbaacilik, gazete, telgraf, radyo, televizyon, Ortadogu’yu dönüstürdü. Önceleri haberlesme teknolojisi, tiranligin bir araci olarak kullanildi; devlete yeni ve etkili bir propaganda ve kontrol silahi sagladi. Ancak, bu egilimin sonsuza dek böyle süremeyecegi bellidir. Yakin zamanda Internetin, uydu yayinlarinin ve cep telefonlarinin yükselisiyle beraber, haberlesme-iletisim teknolojileri, olumlu etki yaratir hale geldi. Sovyetler Birligi’nin çöküsünde bile, bilgi çagi devriminin baslica etkenlerden oldugu iyice anlasilmis durumda. Eski Sovyet sistemi, büyük ölçüde, bilgi ve fikirlerin üretim, dagitim ve alisverisinin denetimine dayaliydi. Ancak modern iletisim sistemleri gelistikçe, bu imkansiz hale geldi. Bilgi çagi, Sovyetler Birligi için, Osmanli ve diger Islam imparatorluklari için, Sanayi Devriminin yarattigi ikilemi dogurdu: ya degisimi kabul edip devam et, ya da reddedip geri kal.  Sovyetler  bununla  bas  etmeye çalisti, fakat beceremedi; Ruslar ise hala sonuçlariyla cebellesmekte.

Ortadogu’nun Islam ülkelerinde, paralel bir süreç baslamis durumdadir. Bu dalga, giderek yayilip tüm Ortadogu’yu saracaga benziyor. Propagandaci televizyon kanallari bile, dolayli olarak ve bilmeden süphe uyandiran ve sorgulamaya yol açan türlü yalan dolanla dolu programlar yayinlamakta. Televizyon ayni zamanda Ortadogu halkina, daha önceden bilmedigi bir davranis olan hararetli ve coskulu kamuoyu tartismalarini göstermektedir. Bazi bölgelerde Israil televizyonunu bile izleyebilen gençler, Israilli meshur tiplerin münakasalarini, Israilli Araplarin, Mecliste Israil bakanlarini ve politikalarini kiyasiya elestirebildigine de görmekte. Demokrasiyi dinamik, canli ve gürültücü bir biçimde islerken görüp, bilhassa zit fikirler ve çikarlar arasinda alisik olmadiklari biçimde kisitlanmayan, bastirilmayan ama kuralli bir tartisma ortamina tanik olmak, mutlaka etkili olmaktadir.

Modern iletisim araçlarinin bir diger etkisi de, Ortadogulularin islerin ne kadar kötü gitmis oldugunun farkina varmalarini saglamasidir. Geçmiste kendi kosullariyla, Dünyanin geri kalani arasindaki uçurumun, gelismis Batinin ve gelismekte olan Dogu’dan (sirasiyla Japonya, Çin, Hindistan, Güney Kore, Güneydogu Asya) ne kadar geri olduklarinin bilincinde degillerdi. Genel olarak yasam standartlari, insani ve kültürel gelisim açisindan Dünyanin gerisinde kaldiklarini anlamanin yaninda, aci verici bir biçimde, Ortadogu halklari arasindaki esitsizligin de ayirdina vardilar. Bu da siklikla Bati’ya dogrultulan büyük çapli bir öfke ve içerlemeye, ayni zamanda da demokratik reform için ugrasan karsi akimlara yol açti.

Su anda demokrasi meselesi, hepsinden çok Irak ile ilgili. Içinde bulundugu kosullara özgü iki avantaji olabilir. Biri altyapi ve egitimle ilgilidir. Geçtigimiz on yillarda petrol gelirlerinden kazanç saglayan ülkeler arasinda Saddam öncesi Irak, muhtemelen bunu en iyi sekilde degerlendirendi. Ülkenin liderleri altyapiyi gelistirdi ve bölgedeki egitim kurumlarindan çok daha üstün okul ve üniversiteler kurdu. Tabii bunlar Saddam yönetimi sirasinda mahvoldu; ama en kötü kosullarda bile egitimli orta sinif bir sekilde çocuklarini egitmenin bir yolunu bulacaktir ve bunun sonuçlarini Irak’in bugünkü halkinda görmek mümkündür. Öteki avantaj ise, Islam Dünyasindaki baska yerlere kiyasla kadinlarin konumudur. Bu baglamda, genel olarak anladigimiz anlamda kadin haklarindan bahsetmek mümkün degil elbet. Imkanlari ve erisimleri de çok kisitli. Saddam’dan önce, Islam Dünyasinda esine az rastlanir biçimde, kadinlarin egitim, yüksek ögrenim ve kariyer yapma hakki bulunuyordu. Bu yaklasimin, yeni dönemde geri gelecegini düsünmek iyimser olabilir; ama hayalperest bir öngörü degil.

Baslica Tehlikeler

Irak’ta ve tüm Arap ülkeleri ile Müslüman toplumlarda demokrasinin gelisimine yönelik baslica tehdidi olusturan, bu toplumlarin dogasinda var olan bir sosyal nitelik veya özellik degil; çok kararli bir biçimde demokrasinin basarisizligini garantilemeyi hedefleyen çabalardir. Müslüman aleminde demokrasi karsitlari birbirinden çok farkli kaynaklardan gelmekte ve keskin biçimde birbirine zit ideolojileri benimsemektedir. Bu gruplardan biri, demokrasi akinlarindan en çok etkilenen iki durumdan fayda saglamaktadir. Irak’ta Saddam’in diktatörlügü ve bölgede tehlike altinda olan diger diktatörlükler, ayni kaygilari güderek Irak’ta yeniden benzer bir rejim kurmak ve diger diktatörlükleri de muhafaza etmek pesindedir. Bu çabasinda basarili olmasindan herhangi bir menfaat saglayacak olan Avrupa, Asya ve diger dis güçlerden üstü kapali da olsa ticari, ideolojik, hükümetle ilgili, vb. destek almaktadir.

En tehlikelisi, asil amaci Seriat olan Islamci köktendinci denilen gruplardir. Aslinda köktendinci terimi Islamci gruplar için eksik bir ifadedir ve yaniltici olabilir; çünkü ilgilendikleri alan Islam yazini ve teolojisinden çok, toplum, hukuk ve devlet yönetimidir. Onlar için demokrasi, Bati’dan yayilan müthis kötülügün bir parçasidir ve ister eski moda sömürgeci hakimiyet olsun, ister modern tarzda kültürel nüfuz etme olsun hepsi seytanin isidir. Çagdaslastirma çalismalarini, seytanin ruhlari bastan çikarmasi olarak görmekte ve modernlesme adina kadinlara ve gençlere yönelik yaklasimlari, devlet, okul, piyasa ve hatta aileye, dolayisiyla Islam düzeninin kalbine, bir saldiri olarak yorumlamaktalar. Köktendinciler, Batililari ve Batililastirma yanlilarini yalnizca Islam’in yeryüzünde ulasacagi zafere dogru ilerlemesine engel olarak görmekle kalmaz; Islam’in bunlar yüzünden anavataninda tehlikeye sokuldugu görüsündedir. Onlar için modernlesme ve demokrasi seytanin etkisinde bir gavur icadidir. Reformcularin Müslüman aleminin sorununu yetersiz modernlesme oldugunu düsünmesinin tersine, köktendinciler sorunun kaynaginin asiri modernlesme olduguna inanir. Köktendincilerin, Bati tarzi yönetim ve daha çok Batidan toplumsal ve kültürel açidan etkilenmeye karsi tepkisi uzun süredir güç kazanmakta. Aktivist hareketler, giderek etkisini arttiran bu konudaki yazinda kendine ifade alani bulmustur. Bunlardan en dikkat çekeni, Misir’da 1928’de kurulan Müslüman Kardesligi örgütüdür. Misir’in eski baskani Enver Sedat’in öldürülme nedeni olarak, Israil ile baris yapmis olmasi öne sürülmüstür; ancak asil suikast nedeninin Misir’da Seriat’in yerine yabanci kaynakli laik kanunlarin geçmesi oldugunu belirten militanlar, Sedat’i pagan bir tiran olmakla suçlamistir.

Tüm Müslüman ülkelerde devletin laiklesmesine karsi olan köktendinci gruplarin asil meselesi de budur. Politik Islam, Humeyni’nin Sah’i asagi yukari ayni sekilde suçlamasiyla baslayan 1979 Iran Devrimiyle beraber, uluslararasi bir etken haline dönüstü. Devrim sözcügü, Ortadogu’da çok kez yanlis kullanilarak, iktidarin siddete dayali darbeyle el degistirmesini tasarlayip mesrulastirmaya hizmet etmistir. Ancak Iran’da meydana gelen, kapsami açisindan gerçek bir devrimdir. Gayet belirgin bir ideolojik meydan okumayla beraber büyük bir degisim, toplum temelinde tüm Islam Dünyasina yansiyan genis çapli entelektüel, ahlaki ve siyasi degisiklikler yasanmistir.

Iran’daki dine dayali rejim, eski rejime, politikalarina ve kurumlarina karsi duyulan kizginlikla beslenen halk destegiyle basa geçmistir. O zamandan bu yana, mollalarin da bölgedeki diger ülkelerdeki yönetici zümre kadar yozlasmis ve baskici olduklarinin meydana çikmasiyla, yeni rejim de giderek daha az ragbet görmeye baslamistir. Iran’da, halk arasinda memnuniyetsizlik dalgasinin yayildigina dair göstergeler mevcut. Bazilari geçmise dönüs seklinde radikal bir degisim pesindeyken, daha çok sayida insan da umutlarini gerçek demokrasinin gelecegine baglamis durumda. Bu yüzden de Iran’i yönetenler, Irak’taki demokratik degisimden endiseli. Dahasi Irak’in nüfusunun çogu, Iranlilar gibi Sii. Bati sinirinda Sii bir demokrasinin varligi bile, Iran’in molla rejimi için ölümcül bir tehdit demek. O yüzden de buna engel olmak adina ne gerekiyorsa yapmaktalar.

Iran Islam Cumhuriyeti de, radikal Islamcilar kadar Islam dünyasi liderligini talep etmektedir. Iran Devriminin Arap ülkeleri üzerine etkisi, Iran-Irak savasi (1980-88) nedeniyle gecikmistir; ama savasin sona ermesiyle birlikte Iran’in etkisi artmistir. Özellikle, Arap komsularinda yasayan Sii topluluklar etkilenmistir. Sii mücadelesi, 2003’te Irak’taki rejim degisikligiyle, yüzyillardir ilk defa Arap siyasetinde önem kazanmistir. Irak gibi nüfusun çogunlugunun, ya da Lübnan, Suriye ve Arap yarimadasinin dogu ve güneyindeki bölgelerde nüfusun önemli bir kesiminin Sii oldugu yerler için, bu mücadele daha büyük önem tasir. Bir süredir kafirlere karsi sürdürülen mücadelede, Sünni ve Sii asiri gruplarin isbirligi yaptigi görülmektedir. Iran’in Gazze’de Sünni olan Hamas’i, Lübnan’da ise Sii olan Hizbullah’i desteklemesi gibi. Öte yandan birbirlerine karsi iç çatismalarina da devam etmekteler.

Iran’in Arap dünyasinin islerine giderek daha çok karismasi üç büyük degisim getirmistir:

Iran bölgede büyük bir güce dönüsmüstür. Etkisi, Lübnan ve Filistin topraklarina yayilmaktadir.

Sünni ve Siiler arasindaki ihtilaf önemliyse de Iran’in olaylara dahil olmasi, aralarindaki anlasmazligin öneminin, Müslüman olmayan düsmanlarla aralarindaki ayriliga oranla azalmasina yol açmistir.

Sovyet tehdidinin Enver Sedat’i Israil ile baris yapmaya götürmesi gibi, günümüzde de Arap liderlerin bazilari, Iran’i Israil’den daha büyük bir tehlike olarak görmekte ve usulca Yahudi devletiyle anlasma yolu aramaktadir. 2006’da Israil ve Hizbullah kuvvetleri arasinda meydana gelen savasta, Arap tarafina diger Arap ülkelerince gösterilen Arap Birligi desteginin yerini, temkinli bir tarafsizlik almistir. Bu degisim, Arap ve Israil barisi için bir umut dogurabilir.

Tüm bunlara ragmen, su anki durumda daha önemli olan Sünni köktendincilerdir. Sünni cihadinin en önemli unsuru Vahabiligin1 yükselisi ve yayilisi, bazi yerlerde de hakim hale gelisi dikkat çekicidir. 18.yy’da Arabistan’in ortasindaki Nejd’de baslayan Vahabilik, bu tarikata bagli olan Suudi asiret reislerinin 20.yy’da Mekke ve Medine’yi ele geçirip, Suudi Kralligini kurmasiyla önem kazanmistir. Sünni köktendincilerinin ilk büyük zaferi, Sovyetlerin çöküsüdür. Çok da haksiz olmayarak, bunu kendi basarilari olarak görürler. Çünkü onlara göre, Sovyetler Birligi Bati’nin sürdürdügü Soguk Savas’ta degil, Afganistan’daki gerillalarin sürdürdügü cihatta yenilgiye ugratilmistir. Usame bin Ladin ve yandaslarinin kavrayisiyla, kafir iki süper gücün daha zor ve tehlikeli olani ortadan kaldirilmistir; ve yozlasmis simarik Amerikalilarin üstesinden gelmek, daha kolay olacaktir. Amerikalilarin faaliyetleri ve söylemleri, bu görüsü bazen zayiflatip bazen de kuvvetlendirmistir.

Köktendincilik, güçlü ve büyümekte olan bir kuvvettir. Amaçlari, Islam toplumundaki yozlasmayi, bozulmayi durdurmaktir. Eylemleri, sözde Müslüman olarak adlandirdiklari liderlerle rejimlere yöneliktir. Giderek daha çok yabanci güçlerin kuklasi olarak görülen bu liderleri, Islam esaslarini bir yana birakip gavur adetlerini benimsedikleri için; yabanci güçleri de, halka eziyet çektiren bu rejimleri destekledikleri için suçlarlar. Kendi ülkelerindeki radikal gruplar tarafindan dönek ilan edilen Iran Sahi devrildi ve Misir Cumhurbaskani Sedat öldürüldü. Her iki ülkede, ayrica Cezayir ve Sudan’da ve baska yerlerde Islamci köktendinci saldirilar, öncelikle Bati’ya karsi degil; daha büyük bir tehdit olarak gördükleri, Batiyi taklit eden ve Batinin ahlaksizliginin Islam toplumunu bozmasina izin veren Müslümanlara karsiydi. Yine de köktendinciler, Batililasmaya karsi çikarken Batili teknolojileri ve silahlari kullanir. Ülkeden ülkeye degistigi gibi, ayni ülke içinde farklilik gösteren gruplar da vardir. Ne olursa olsun, gavur düsmana karsi genelde birlikte mücadeleye hazirdirlar. Kendi aralarindaki kan davalarini zafer sonrasina ertelemektedirler. Dolayisiyla, Iran’in Sii liderligi ile radikal El Kaide’nin Sii karsiti Vahabilerinin Islami cihat ugruna beraber çalismalari, olasi görünmektedir.


1 Vahhabilik: Bu Bati dünyasinin kullandigi bir terimdir. Aslinda, Kitap ve Sünnete dayali bu Islami akim kendini Selefiye olarak adlandirir. (Ç.N.)


 Gerçekten, usulüne uygun yapilan bir serbest seçimde köktendincilerin, ilimanlar ve reformculara karsi saglam avantajlari olacagi söylenebilir. Kökten dinciler, mevcut laik, otoriter düzeni elestirmek ve alternatif sunmak üzere, halkin alisik oldugu dilden konusup, Müslüman halka asina degerleri harekete geçirmektedir. Öte yandan demokratik partiler, ideolojilerini genelde halka yabanci gelen terimler kullanarak tesvik etmeye çalismaktadir ki, bu da bir yerde, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzer. Köktendinciler mesajlarini yaymak için camileri ve etkin biçimde çalisan cemaat agini kullanirken, laik partilerin hiçbirinin halka bununla kiyas götürür bir erisimi yoktur. Dindar devrimciler ve hatta teröristler, siradan halkin çektigi acilari dindirme gayretleri nedeniyle de destek kazanmaktadir. Gösterdikleri bu ilgi, genelde Ortadogu’da mevcut bulunan duyarsiz ve doymak bilmez iktidar ve nüfuz sahiplerinin ilgisizligiyle bariz bir tezat olusturur. Iran Devrimi örnegi, bu dinci militanlarin iktidara geldiklerinde, devirdikleri rejim kadar kötü, hatta bazen daha beter olduklarini açikça göstermektedir. Fakat o zamana dek, hem su anki algilar, hem de halkin gelecege dair ümitleri onlardan yana isleyebilir. Belki, en önemli hususlardan biri de sonuçta, demokratik partiler, köktendincilere eylem özgürlügü vermeye ideolojik açidan zorunlu olmalaridir. Köktendincilerse aksine, iktidara geldiklerinde tahrik ve inançsizligi bastirma hedefindeler. Tüm bu zorluklara karsin umut belirtisi yok degil. Ocak ayinda yapilan Irak genel seçimlerinde milyonlarca Irakli canlarini tehlikeye attiklarini bile bile sandik basina gidip oy verdi. Bu çok mühim bir basaridir. Bunun etkisini Arap ülkelerinde ve diger komsularinda izlemek mümkün. Arap demokrasisi bir savas degil ama bir muharebe kazanmis oldu. Hala hem acimasiz ve azimli düsmanlarindan hem de tereddütlü ve güvenilmez dostlarindan gelebilecek tehlikelerle karsi karsiya. Yine de Irak seçimi, çok önemli bir adimdi. Bunun Ortadogu tarihinde, iki asir önce Napolyon’un Misir’a gelisi kadar önemli bir dönüm noktasi oldugunun kanitlarini, çok yakinda görmemiz muhtemeldir.

Ortadogu’nun herhangi bir yerinde veya Irak’ta, demokratik bir siyasi ve sosyal düzen olusturmak elbette kolay olmayacak. Fakat bunun mümkün ve zaten baslamis olduguna dair isaretler var. Su anda, Irak’ta demokrasi kurulmasi olasiligiyla ilgili iki tür korku hâkim. Biri Batililarin çogunun ifade ettigi gibi, bunun islemeyecegi korkusu; digeri de Ortadogu yönetici zümrelerinin bunun isleyeceginden korkmasi. Belli ki, Irak halkinin hakikaten özgür bir topluma dönüsmesi, Washington’in düsmanlari ve dostu olarak görünenlerin bazisi dahil olmak üzere, bölgedeki pek çok devlet için amansiz bir tehdit olusturacak.

  1. Dünya Savasi’nin sonu, eskiden Mihver Devletler olarak anilan ülkelerde demokrasi yolunu açmisti. Soguk Savas’in sona ermesi de, önceden Sovyet hakimiyetinde olan yerlerde demokrasiye dogru bir ölçüde özgürlük ve devinim getirdi. Kararlilik ve sabirla hareket ederek, Ortadogu’nun uzun zamandir eziyet çeken halklarina adalet ve özgürlük götürmek simdi mümkün görünüyor.

Bin Ladin’in Cihat Beyani

1998’de, “Yahudiler ve Haçlilara karsi Cihat için Dünya Islam Cephesi’nin Beyanati” basligiyla Londra’da Arapça yayinlanan bir gazetede yer alan beyanat, Amerika’nin Dogu Afrika’daki elçiliklerinin bombalanmasinin ardindaki ve Misir, Pakistan ve Banglades’teki militan Islamci gruplari destekleyen isim olarak suçladigi Usame Bin Ladin tarafindan gönderilmisti. Kur’an-i Kerim’den alintilarla Hazreti Muhammed’in hadislerinden örneklerle bezeli ve belagat açisindan adeta siirsel denebilecek bildiri, çogu Batilinin alisik olmadigi bir tarih versiyonu sunuyordu. ABD’nin Islam topraklarini isgal ettigini ve zenginliklerini sömürdügünü, yöneticilerini bastirip halklarini asagiladigini, Arap yarimadasindaki üslerini tehdit ettigi komsu Islam ülkelerine karsi savasmak için kullandigini dile getiriyordu. Amerika’nin Irak halkina karsi taarruzunun da bu isgalin kaniti oldugunu; Haçli ve Yahudi birliginin milyonlarca kisinin ölümüne ve savas sonrasi uygulanan ambargoya ragmen, bir kez daha Irak’tan geri kalani mahvetmeye ve komsu Müslüman halklari asagilamaya niyetli olduklarini; çünkü Amerikalilarin bu savaslardaki amacinin dini ve ekonomik oldugunu ve dikkatleri Israil’in Kudüs’te Müslümanlari katletmesinden uzaklastirarak “Yahudi devletçigi”ne hizmet ettigini; tüm bölgede karisiklik yaratip Irak, Suudi Arabistan, Misir ve Sudan’i bölmek istediklerini ve böylelikle hem Israil’in yayilmaya hem de Haçlilarin Arap topraklarini istila etmeye devam etmesini saglamak pesinde olduklarindan bahsediyordu. Bütün bu suçlarin Amerikalilar tarafindan Allah’a, Peygamberine ve Müslümanlara açik seçik bir savas ilani oldugunu öne sürüyordu. Islam topraklarina saldiri söz konusu oldugunda da, cihadin her Müslüman’in vazifesi oldugunu bildiriyordu.

Islamci radikallere göre, Körfez Savasi ve Irak isgali, Islam için küçük düsürücü yenilgilerdir. Islamci radikal örgüt El Kaide’nin basi Usame Bin Ladin, Afganistan’da Sovyetlere karsi savasta önemli bir rol oynamistir. Günümüzde de, Sovyetlerden sonra geriye kalan kafir süper güce karsi da savas açmis durumdadir. Cihat beyaninda üç sikayeti dile getirmektedir.

Islam’in kutsal topraklari olan Suudi Arabistan’da Amerikan kuvvetlerinin bulunmasi,

Klasik Islam tarihinin en sanli dönemine ev sahipligi yapan Irak’a yapilan saldirilarda Suudi üslerinin kullanilmasi,

Kudüs’ün Yahudiler tarafindan Amerikan destegiyle ele geçirilmesi,

Amerikalilarin çogu, Bin Ladin’in beyanatinin saçmalikla dolu oldugunu düsünürken bilmeliler ki; Müslümanlarin çogu da bu beyanin saçma oldugunda hemfikir. Üstelik Islam’in özüne ve cihat kavramina aykiri oldugu görüsündeler. Masumlarin öldürülmesine siddetle karsi çikan Islam dininin temel metinleri, hiçbir sekilde terör ya da katliam buyurmaz. Peygamberin hadisleri ulema tarafindan çok farkli sekillerde yorumlanabildiginden, aslinda militan ve siddet yanlisi yorum da sadece bunlardan biri.

Islam ve Liberal Demokrasi

Islam toplumlarinda liberal demokrasinin gelisip gelismeyecegi tartismasi süredursun, tarihsel perspektiften bakildiginda, Dünyada Batili olmayan toplumlar arasinda tarihsel, kültürel, dini açidan Bati’ya en yakin olan yine Islam dünyasidir. Dolayisiyla, Batili tarzi demokrasinin olusmasina en uygunudur. Bati Medeniyetinin üzerine kuruldugu Judeo-Hristiyan ve Greko-Roman mirasin hepsini degilse de, büyük kismini paylasmaktadir. Fakat Islami perspektiften bakildiginda, liberal demokrasinin olusumu için en kötü olasiliklara sahiptir. Islam Konferansina üye 46 egemen devletten sadece biri, Türkiye Cumhuriyeti, Batili anlamda demokrasi olarak tanimlanabilir. Ancak Türkiye’de bile, özgürlük ve adalete giden yolda engellere rastlanmaktadir. Geri kalan ülkelerin bazisi demokrasiyi hiç denememis; bazisi denemis ama basarili olamamis; bazisi da iktidari baskasina birakmak degil de paylasma fikri ile denemelerde bulunmustur.

Islami inançlar ve ilkeler üzerine kurulu, Islam tecrübesi ve gelenegi ile sekillenmis bir toplumda liberal demokrasi isleyebilir mi? Müslümanlar için öncelikle ve özellikle önemli olan, inançlarinin saf ve özgün mesajini yorumlamak ve on dört asirlik Islam tarihi ve kültürünün zengin mirasinin ne kadarini, ne sekilde muhafaza edeceklerine karar vermektir. Müslümanlarin hepsi, bu soruya ayni yaniti vermez. Ancak bir sürü sey, üstün gelecek cevaba baglidir.

Tarihsel deneyime baktigimizda, 19. ve 20. yy Islam ülkelerindeki reformcularin karakteristik özelligi, yararli olacagi düsünülen Batili kurumlarin ödünç alinip, bunlarin bir sekilde Islam’in köklerine dönüs olarak sunulmasiydi. 1908 Jön Türk Ihtilali’nden sonra Mesrutiyet ile yönetilmeye baslanan Osmanli Imparatorlugunda da böyle oldu. Yeni olusturulan Anayasa, hem seriat hem de akil ve nakil esaslarina dayaniyordu. Eski ve köklü dini-siyasi bir gelenege sahip, gururlu ve muhafazakar bir toplumda, devlet idaresi gibi temel esaslara yönelik bilgilerin ezelden beri cahil gavur olarak görülen Batidan alinmasi kolay degildi elbette. Böylesine kapsamli siyasi degisikliklerin halka kabul ettirilebilmesi için, bu adeta bir zorunluluktu.

Müslümanlarin artan yoksullugu ve zayifligina karsin, Batinin gücü ve refahinin giderek daha çok fark edilmesi, degisim arzusunu dogurmustur. 18.yy sonu ve 19.yy basindaki yenilgilerle, Batinin üstünlügü iyice belirginlesmistir. Osmanli Imparatorlugun zayiflamasi ve güçler dengesinin degismesi karsisinda reform yapma geregi hissedenler, Batinin askeri üstünlügünün ekonomik ve politik nedenlere bagli oldugu görüsünü savunmustur. Araplarin 1948 ve 1967’de Israil’e karsi yenilgileri, Islam Dünyasinin sorununun ne oldugu ve ne yapilmasi gerektigi tartismalarini yeniden alevlendirdi. Tipki Osmanlilarin Viyana yenilgisinden sonra yaptiklari gibi, Araplar da Kudüs kusatmasinin basarisizligi ardindan, bunu askeri bir sorun olarak görüp daha iyi silahlarla halledilebilecegini düsündü. Daha sonra, bu daha büyük ordu ve daha iyi silahlarla da basarisiz olduklarinda, sorunun daha köklü nedenleri oldugu fark edildi; ve daha radikal çözümler sunanlara kulak verme istegi giderek artti.

Radikal diktatörlüklerde olsun, geleneksel mutlakiyet rejimlerinde olsun, hiçbir degisiklige gerek duymayip mevcut düzeni muhafaza etmek isteyenlerin sayisi, yabana atilacak gibi degil. Mevcut düzenin basindakilerle bundan çikar saglayan ve çikarlari korundugu sürece bu rejimleri desteklemeyi sürdüren yabanci güçlerin ortak tercihi, her seyin oldugu gibi devam etmesinden yana. Fakat mevcut düzenin bozuk oldugunu ve yeni kurumlarin yerlestirilmesi gerektigini savunanlar da var tabii ki. Radikal degisim isteyen iki kanat var: Islamci köktendinciler ve Demokratlar. Ikisinin de birbiriyle çelisen ideolojileri bulunmakta.

Müslüman köktendincilere göre Islam toplumu, yabanci kafirler ve Müslüman döneklerce bozulmustur. Onlarin önderliginde ve kisitlamalariyla Müslümanlar inançlarinin buyurdugu kanun ve ilkeleri terk etmis, yerine laik kanunlari ve degerleri benimsemislerdir. Liberalizm, sosyalizm hatta milliyetçilik gibi yabanci ideolojiler, Müslüman’i Müslüman’a düsürmektedir. Islam Dünyasi su anda, Tanri’nin verdigi kanundan ve buyurdugu yasam tarzindan vazgeçmenin cezasini çekmektedir. Bunun çözümünü ise önce sözde Müslüman iktidar sahiplerine savas açmak ve onlari devre disi birakip toplumu yeniden Islamlastirmak olarak görmektedirler. Köklere dönüs, insanlara her zaman cazip gelecektir. Üstelik bu yaklasim, üzerlerine yüklenen basarisizlikla sonuçlanmis gavur icatlarinin sonuçlarina katlanmak zorunda olan halklar için, daha bir çekicidir. Islamci köktendinciler için, demokrasi söz konusu bile degildir ancak kendini demokrasi ilan eden bir sistemin kendilerine sundugu haklari kullanip tüm imkanlari talep ederek sömürmeye isteklidirler. Ayni zamanda demokratik politik süreçleri açikça asagilamaktan ve iktidara gelirlerse Islami kurallara göre yöneteceklerini vurgulamaktan geri kalmazlar. Demokratik seçimlere karsi yaklasimlari “tek adam, tek oy, tek seçim” seklindedir. Iran seçimlerindeyse,

kimin aday olabilecegine dair kisitlamalar getirilmistir. Islami devrimin ilkelerini sorgulamaya izin olmadigini belirtmeye gerek yok.

Demokratlara gelince.. Arap Dünyasinda veya diger Müslüman ülkelerde demokratik reform mücadelesi verenler, kisitlanmis veya müdahale edilmis, olasi dini buyruk veya ideolojik tahakkümlerle geçerliligini yitirmis; yöresel, mezhepsel veya baska çikarlar için kötüye kullanilmis olan önceki denemelerden daha etkin ve daha sahici bir demokrasi önermektedir. Aslinda bu, kismen güney Avrupa ve Latin Amerika’dakiler gibi, pek çok ülkenin yönetimini dönüstüren demokratik degisimin Ortadogu uzantisidir. Kismen de Sovyetler Birligi’nin çöküsüne bir tepki ve Soguk Savas’ta zaferi kazananin demokratik üstünlük oldugunun onaylanmasidir. Tabii ki, büyük ölçüde Amerikan Demokrasisi ve Amerikan Popüler Kültürünün Islam topraklarinda giderek artan etkisinin bir sonucudur. Uzun bir süre Amerika, Avrupa’nin bir uzantisi, ayni medeniyetin bir parçasi olarak görüldü. Ancak, zamanla aralarinda derin farklar oldugu anlasildi. Bu, Amerikan demokrasi anlayisina Bati Avrupa’nin asla sahip olmadigi bir çekicilik katiyor. Amerika’nin Arap topraklarinda sömürgeci hakimiyet kurmamis olmasi da, insan iliskilerinde etkili. Amerikan popüler kültürü, Ortadogu toplumuna derinden nüfuz etmis ve iyice yayilmis durumda. Hem de, Ingiltere ve Fransa’nin elitist kültürleri için hiçbir zaman mümkün olmadigi kadar. Bunda batiya göçün etkisi de yadsinamaz. Ingiltere’de Güney Asya, Fransa’da Kuzey Afrika kökenli milyonlarca insan yasamakta; ama Bati Avrupa toplumlarina entegre olup kabul görmeleri, Amerika’ya göç etmis Ortadogululardan çok daha uzun sürecek. Oysa ki, Ortadogu göçmeni yeni Amerikalilar, simdiden Amerikan siyasi sürecinin önemli bir parçasi olmus durumda. Memleketlerinin siyasi süreçlerinde de etkili olabilirler.

Amerikan kültürünün, bozulmamis, özgün Islam’in bekçiligini üstlenenler tarafindan korku ve nefret kaynagi olarak algilanmasinin nedeni, açik fikirliligi, düsünce özgürlügü, asimilasyon gücü ve çekiciligidir. Bu nedenler, Kadim degerlere ve bu degerlerin kendilerine sagladigi güce karsi büyük bir tehdit olusturmakta. Kur’an’da belirtildigi sekliyle, insani dogru yoldan çikarmak için kulagina fisildayarak günaha sokan düsman Seytan, Humeyni tarafindan Amerika’nin ta kendisi olarak gösterildi.

Hosnutsuzluk ve hayal kirikliginin, öfke ve tatminsizligin baskin oldugu su zamanlarda, 19, ve 20. yy Avrupa’sinin hediyesi olan milliyetçilik, sosyalizm ve sosyal milliyetçilik eski cazibesini kaybetmis durumda. Günümüzde yalnizca demokratlar ve Islamci köktendinciler sahsi ve bölgesel bagliliklarinin disinda baska ögelere de çekici gelmekte. Her ikisi de, kismen mevcut rejimlere nüfuz ederek; çogunlukla da bastakileri korkutup önleyici tavizler vermelerini saglayarak, kisitli da olsa basari kaydetti. Bu basarilar, ekseriyetle daha geleneksel otoriter rejimlerle sinirli kaldi. Bu rejimlerin demokratlara ya da kökten dincilere veya her ikisine yönelik sembolik jestlerde bulundugu görülürken, liberal demokrasiye karsi ödün vermeyen radikal diktatörlükler bile, gerginligi azaltmak için Islami hassasiyetleri kullanmayi denedi.

“Islam Dünyasinda demokrasi” hakkinda sürüp giden tartismalarin baslica sorulari sunlar: “Liberal demokrasi, temelde Islam’la uyumlu mu? Yoksa despot yönetimlerden en fazla bekleyebilecegimiz, bir ölçüye kadar yasalara saygi ve elestiriye tolerans midir?” “Islam halklari için, kendi tarihsel, kültürel ve dini gelenekleriyle uyumlu bir devlet yönetim sekli gelistirmeleri ve bunun Batinin özgür toplumlarinda anlasildigi sekliyle, yönetilenlere bireysel özgürlük ve insan haklari saglamasi olasi mi?”

Demokratik Dünyada devletlerin yönetim sekilleri birbirinden farkli: monarsiler, parlamenter rejimler, laik devletler, çesitli seçim sistemleri gibi ancak hepsinin ortak paydasi demokratik ve demokratik olmayan yönetim arasindaki farki belirleyen temel varsayim ve uygulamalar. Islamci köktendinciler dahil hiçbir hareket, siyasi programlarinin liberal demokrasiyle uyumlu olmadigini söyleyecek degil. Zaten asil soru, Islam kökten dinciliginin liberal demokrasiyle uyumlu olup olmadigi degil; Islam’in kendisiyle uyumu olup olmadigidir. Peygamberin zamanindan bu yana geçen on dört asir boyunca, karizmatik bir lider önderliginde yürütülen, buna benzer fanatik, hosgörüsüz, bagnaz, saldirgan ve siddet yanlisi akimlara rastlandi. Genelde dinin, imanin bozuldugunu, yalanci ve kötü Müslümanlar tarafindan yönetilen toplumun yozlastigini ileri sürerek baslatilan bu hareketler bastirildi veya durduruldu. Bazen de güç kazanip iktidarlarini, önce yurt içindeki dönek ve hainlere, sonra da yurt disindaki düsmanlara karsi cihat açmak için kullandilar. Zamanla bu rejimler devrildi; veya ayakta kalabildilerse de, kisa sürede belirgin biçimde kötüye giden bir dönüsüme ugradilar. Bazi açilardan yerini aldiklari eski yönetimlerden çok daha beter bir hal aldilar. Buna en iyi örneklerden biri de, Iran Islam Cumhuriyeti’dir.

Liberal demokrasi ne kadar yayilmis ve ne ölçüde dönüsmüs olursa olsun kökeninde Bati kaynaklidir ve binlerce yillik Avrupa tarihince sekillenmistir. Bunun ötesinde Avrupa’nin çifte mirasi Judeo-Hristiyan din ve ahlakiyla Greko-Roman devlet idaresi ve hukukuna dayanmaktadir. Baska herhangi bir kültürde, böylesi bir sistem ortaya çikmamistir ve bu sistemin baska bir kültüre nakledilip benimsenmesinin uzun ömürlü olabilecegi görüsü geçerlidir. Batili liberalizmin degil de, Islam’in gerçek demokrasi olduguna veya Batili liberalizmin Islami köklere dayandigina dair polemikler ve mazeret öne süren tartismalari bir yana birakirsak, Islam ve liberal demokrasi meselesi, baslica birkaç noktaya odaklanir. Islam toplumlarinda vakiflar disinda tüzel kisi anlayisinin olmamasi, Islam’da Seriat kanunu geçerli kabul edildigi için, toplanan heyet veya meclislerin yasama islevinin olmayisi, dolayisiyla kanun koyucu kurumlarin ve temsil ilkesiyle temsilci seçme

prosedürünün olmayisi, görüs birligi disinda toplu karar alma ve bunu ifade etme imkani bulunmayisi gibi, Batinin siyasi gelisiminde kilit öneme sahip meseleler, Islam siyasetinin evrilme sürecinde yer almamistir. Bu farklar göz önüne alindiginda, Islam Devletlerinin tarihleri boyunca degismeyen biçimde mutlakiyetle yönetilmis olusu, sasirtici degildir. Islam toplumunda devlete itaatsizlik suç oldugu kadar günah da sayilmistir.

Modernlesmeyle birlikte, bu mutlakiyet azalmak yerine artmistir. Bir yandan modern teknoloji, haberlesme ve silahlar, yöneticilerin gözetim, beyin yikama ve baski gücünü arttirmis; diger yandan sosyal ve ekonomik modernlesme, eski mutlakiyet rejimlerini sinirlandiran araci güçler ve dini kisitlamalari zayiflatmis veya ortadan kaldirmistir. Eski dönemde hiçbir Arap halifesi veya Osmanli sultani, günümüzün en küçük diktatörünün sahip oldugu kadar keyfi ve yayilmaci bir iktidara sahip olmamisti.

Liberal kurumlarin gelisimini engelleyen, sadece siyasi meseleler degildi. Daha evde baslayan ufak çapli otokrasi, özelikle üst sinifin çokeslilik, cariye ve kölelik üzerine kurulu hane düzeni, özgürlükçü fikirlere engel teskil eden; tahakküm ve kabullenmeye odakli yetiskin hayatlara hazirlik niteligindeydi. Kadinlar, bilhassa yöneticilerin anneleri, kiz kardesleri, esleri ve kizlari, Müslüman tarihinde genelde kabul edilenden çok daha önemli rol oynamistir. Fakat, yakin zamana kadar toplumlarinin gelismesine katkida bulunmalari engellenmistir. Halbuki imkan taninsa, Bati’nin kalkinmasina katkisi olan hemcinslerinin basarisina ulasmalari mümkündür.

Bati tarzi liberal demokrasinin ekonomik temelini en basinda fark eden Ingiliz, Amerikali ve Fransiz demokratlar, mülkiyet hakkinin temel insan hakki olduguna israr etmistir. Bunun, sivil toplumu olusturan ögelerin basinda geldigi kabul edilmektedir. Sosyalist fikirlerin yükselisi, liberal bir deger olarak özel mülk inancini zayiflatmis olsa da, takip eden dönem, bu inanci güçlendirmistir.

Islam hukuku, mülkiyet hakkini tartismasiz biçimde kabul etmektedir; ancak Islam tarihindeki yansimalari farklidir. Çok zengin bir adamin bile mülkiyet hakkinin, devlet tarafindan elinden alinmayacaginin hiçbir garantisi yoktur. Bu güvensizlik hissi, geleneksel Islam mimarisine bile yansimistir. Mahalleler, zenginlerin evleri, yüksek duvarlarla çevrelenmistir. Modern Amerikan ve klasik Ortadogu sistemlerinde mülkiyet ve iktidar iliskisini kiyaslayacak olursak, Amerika’da sahislarin iktidar elde etmek için parayi; Ortadogulularin ise paraya kavusmak için iktidari kullandigi seklinde bir yoruma varmak mümkündür. ABD’de devlet memurlugunun maddi kazanç için istismar edilmesi bilinmedik bir sey degil; ayni sekilde paranin siyasi kazanç saglamak için kullanilmasi da Ortadogu’da görülmedik sey degil. Ancak, bunlar daha küçük ölçekli. Amerikan siyasi ve ekonomik sisteminde, iktidar döneminde elde edilen para kazanci, göreceli olarak önemsizdir, Ortadogu’da ise para ve entrika, gücü satin alabildigi halde, komuta gücünü satin almaya yetmez.

Bu sistemlerin arasindaki farki en iyi gösteren, belki de tüccar sinifinin toplum ve siyasetteki rolüdür. Müslüman toplumlarda gerek Orta Çagda, gerek erken Modern Dönemde olsun, sanayi ve ticari hayat, zengin ve çesitliydi. Bu yüzden de, tüccar sinifi varlikli ve kültürlüydü. Yine de hiçbir zaman yükselen Avrupa burjuvazisinin Modern Batiyi kurmasinda basarili oldugu kadar basari gösterememistir. Bunun bir nedeni, çogunun gayrimüslim olduklari için siyasi sürecin disinda tutulmalariydi. Fakat daha önemlisi, her daim var olan ayaklanma, istila, gasp gibi güvensizlik hissiydi.

Demokrasi önündeki bu geleneksel engeller, modernlesme süreçleriyle ve bölgedeki son gelismelerle güçlenmistir. Daha önce de deginildigi gibi, devletin halki baskilama ve terörize etme gücü, modern yöntemlerle iyice artmistir. Otoriter yönetimin felsefesi keskinlesmis ve ithal edilen otoriter ideolojilerle kuvvetlenmistir. Bu da, liderleri kutsallastirmak ve tebaalarini yobazlastirmak gibi, iki amaca birden hizmet etmektedir. Bu açidan köktendinci denilen Islamcilar da istisna degildir.

Batidaki özelestiri, yakin zamana kadar Ortadogu’da pek uygulanmayan ve anlasilmayan kavramlardan biri olmakla birlikte, simdi Bati’ya karsi köktendinciler tarafindan kullanilmaya baslandi. Batili demokrasi, onlar için nefret ettikleri Bati’nin bir parçasidir; ve bu nefret, kendilerini tanimladiklari fikirlerin merkezini olusturuyor. Aynen geçmiste özgür Dünyanin önce Nazilere, sonra da komünistlere karsi kendisini tanimladigi gibi.

Ortadogu’ya modernlesmeyle gelen degisim, elbette tamamen olumsuz degil. Bati düzeyine ulasmasi için önünde daha uzun bir yol olmasina karsin, kadinlarin serbestlesmesi en büyük gelismelerden biri; ve bazi olumlu degisimlerin geri dönüsü mümkün degil. Çünkü, bir toplumun yarisi sürekli baski altinda tutulup boyun egmeye zorlandigi  ve  diger  yarisi  kendilerini  hanelerinin  hükümdari olarak gördügü  sürece,  bu  toplumda  özgür  kurumlarin  olusup,  özgürce islemesini beklemek gerçekçi olamaz. Öte yandan, Bölgede  yasanan ekonomik  ve sosyal gelismeler, önemli degisimlere yol açti. Eski düzeni yöneten askeri, bürokratik ve dini kesimlerden farkli olarak, ticari ve mesleki alanda faaliyet gösteren egitimli bir orta sinifin olusmasiyla kendi derneklerini, örgütlenmelerini olusturmaya ve yasalarin buna uygun sekilde degistirilmesini saglamaya basladilar. Artik, daha önce var olmayan ve demokratik yönetim açisindan vazgeçilmez bir unsur teskil eden sivil toplumun önemli bir parçasini olusturuyorlar.

Islam geleneginde ve Ortadogu tarihinde, demokrasinin gelisimine destek olabilecek daha eski unsurlar da var. Seriat Kanununda belirtildigi gibi, Islam hükümdarligi mutlakiyet olabilir; ama hiçbir sekilde despotluk degildir. Sünni ögretiye göre, hükümdarin yetkisi, kutsal yasanin, Kuran’in üzerinde degildir. Hükümdarin kendisi de Kurana, seriat Kanununa tabiidir. Yasaya karsi gelirse, kendisine itaatsizlik, dini bir görev haline gelir. Kur’an’da belirtildigi gibi hükümdarin, ulema ve devlet adamlarina danismasi gerekir. Bunun kurumsal biçimde uygulanmis olduguna rastlanmasa bile, özellikle Osmanli zamaninda padisahlarin, üst düzey memurlarina danistigi bilinmektedir.

Islam hukukunda çogulculugun kabulü, çok büyük önem tasir. Islam Dünyasi, basindan beri çesitlilik göstermistir. Üç Kitaya yayildigindan, pek çok farkli irk, etnik köken ve kültürü kucaklamistir; ve bunlar bir arada uyum içinde yasayabilmistir. Islam tarihinde mezhep çatismalari ve din yüzünden zulüm görülmemis degilse de, Hristiyanliktaki düzeye asla ulasmamistir. Geleneksel Islam’da insan haklari ögretisinin olmayisinin nedeni, sadece Tanrinin haklari oldugu ve insanlarin görevleri oldugu anlayisinin kabul görmesidir. Fakat, uygulamada bir insanin digerine karsi olan görevi, Batililarin hak olarak gördügüne denk gelebilir. Seçime ve akde dayali egemenlik, Halifeligin erken dönemlerinden beri ihlal edilmis; kanunun üstünlügüne burun kivrilmis; dini, etnik ve toplumsal gerginliklerin yükseldigi bir çagda çogulculuk ve çesitlilik hosgörüsü giderek azalmis, hatta yok olmustur. Muhaliflerini öldürmekle kalmayip, asagilayip iskence etmek zorunda hisseden tiranlar yüzünden insanlik onuru, haysiyeti yerle bir edilmistir. Ancak, tüm bu engellere ragmen demokrasi ideali, sabit bir sekilde güç kazanmakta ve giderek artan sayida Arap ekonomik, sosyal ve siyasi sorunlarinin çözümünün en iyi ve belki de tek çözümü olarak demokrasiyi görmektedir.

Peki, Ortadogu’da demokrasinin gelisimi için, Demokratik Dünyada yasayan bizlerin nasil bir tesviki olabilir? Köstek olmamak veya bu seyri bozmamak için, nelerden kaçinmamiz gerekmektedir? Batili devletlerin sikça yenik düstügü ve berbat sonuçlar doguran iki cazibe kaynagi vardir. Bunlari sag ve solu bastan çikaran meseleler diye ikiye ayirabiliriz. Sagcilar, kendi ulusal menfaatlerini koruyup taleplerine uyduklari sürece en igrenç diktatörleri bile kabul etmeye, hatta bagirlarina basmaya yatkindir. Batinin en büyük demokratik devletlerinin zalim diktatörlerle gönül rahatligiyla isbirligi içinde olusu, bu ülkelerde olumsuz tepki yaratip demokratik muhalefetin cesaretini kirmaktan baska bir ise yaramaz. Solculari sinsice bastan çikaran ise Müslüman rejimleri, insan haklari gibi meselelerde taviz verdikleri için sikistirmaktir. Zalim diktatörlere böyle baskilar islemediginden, bu iyi niyetli müdahaleler daha iliman otokrasilerin üzerine yüklenmektedir ki, genelde bunlar kendi ihtiyaçlari ve kosullarina göre belirledikleri bir hizla reformlar yapma sürecini yasamaktadir. Prematüre demokratiklesme baskisi gören böylesi rejimler zayif düserek, demokratik muhalefet tarafindan degil, ama insafsiz bir diktatörlük kurma pesindeki diger güçlerce devrilebilir.

Ortadogu ülkelerine miras kalan zorluklar ve karsilastiklari sorunlar göz önüne alindiginda, Ortadogu’da demokrasi umutlari çok degildir; ama durum her zaman oldugundan daha iyidir. En azindan olasiliklardan söz etmek mümkündür. Bu ülkelerin çogu, vahim ekonomik sorunlarla cebellesmektedir. Eger bunlarla bas edemezlerse, diktatör ve otoriter fark etmeksizin, mevcut rejimlerin devrilip, yerine baska bir Islamci köktendinci kanadin geçmesi muhtemeldir. Birçok ülkede dikkat çeken, köktendincilerin popülerliginin nedeninin, iktidarda olmayislari ve mevcut sorunlardan sorumlu tutulamayislaridir. Eger iktidara gelirlerse, sorunlari çözemedikçe popülaritelerini kaybedecekler. Ancak, bu onlar için önemli degildir. Çünkü bir kez iktidara geldiler mi, orada kalmak için popülariteye ihtiyaçlari kalmayacak. Uyguladiklari yöntemlerin ekonomik sonuçlarini hafifletmek için kimisi petrol gelirlerini kullanarak yönetmeye devam edecek. Zamanla, iktidari elinde tutan köktendinci rejimler bile, ya dönüsecek ya da devrilecek. Ancak o zamana dek özgürlük davasina çok büyük hasar vermis olacaklar.

Aslinda, köktendincilerin zaferi kaçinilmaz degil. Demokratlarin hükümet kurmasi veya hükümetlerin demokrasiyi ögrenmesi de olasiliklar dahilinde. Özgürlüge duyulan ve giderek artan istek ile, tam olarak ne anlama geldiginin kavranmasi, demokrasi yolunda umut verici isaretler. Soguk Savas bittigine göre Ortadogu, karsit güç bloklarinin savas meydani olmaktan çikti. Bu sansi kullanabildikleri takdirde, Ortadogu halklari artik kendi kararlarini verip kendi çözümlerini bulma imkanina sahip. Bunu onlar adina baska kimse yapamaz. Yüzyillardir ilk defa seçim kendilerine ait.

Kürdistan Meselesi

Arap Dünyasinin siyasi manzarasi da, Soguk Savas sonrasinda dramatik biçimde degisti. Bölgede bir zamanlar önemli rol oynayan Pan-Arabizm, yani Arap Birligi akimi sona erdi. Farkli Arap devletlerini birlestirme çabalari basarisizlikla sonuçlandi. 1970 yilinda Misir Baskani Cemal Abdülnasir’in ölümünden bu yana hiçbir Arap lider, kendi ülkesi disinda o kadar tutulmadi. Ayrica hiçbiri, iktidari tam olarak halkinin seçimine birakmadi. Ayni zamanda, ulusal kimlik meseleleri gündeme gelmeye basladi. Iran, Irak ve Türkiye’deki Kürtler ve Kuzey Afrika’daki Berberiler gibi Arap olmayan etnik azinliklar, tarihsel olarak merkezi yönetime büyük tehdit olusturmamisti; ancak, Körfez Savasi’nda Saddam’in yenilgisiyle durum degisti. Amerikan’in 1991’deki Irak isgali, Kuveyt’i kurtarma amaci güdüyordu. Bunu basaran Amerikan kuvvetleri çekilip, Saddam’i iktidarda biraktilar. O da, Amerikan müdahalesini isyan firsati olarak gören kendi vatandaslari, basta Kürtler ve Siileri, katletmekte serbest kalmis oldu. Fakat Saddam’in kontrolündeki bölge, Kuzey Irak’in bir kismina uzanamiyordu. Orada

etkili olan yerel Kürt yönetimi özerklik kurdu. Bu bölge, genis oranda Kürtlerin yasadigi Irak’in Kürt kesiminin büyük kismini kapsamaktaydi. Modern tarihte ilk kez, en azindan teoride olmasa da pratikte, Kürt yönetime sahip bir Kürt ülkesi ortaya çikmis oldu. Bu yalnizca Irak yönetimi için sorun çikarmakla kalmadi; Türkiye gibi kayda deger oranda Kürt nüfusa sahip komsu ülkelerde de problemler yaratti. Bu ülkelerin saglam muhalefeti nedeniyle, yakin gelecekte bagimsiz bir Kürt devletinin olusmasi pek muhtemel gözükmemekte. Fakat, federal Irak devletini olusturacak unsurlardan birinin Kürt olmasi ciddi bir olasilik.

Filistin Meselesi

Bölgenin büyük sorunlarindan bir digeri de Filistin meselesi. Su anki durum, hiç süphesiz Milletler Cemiyeti ve sonrasinda Birlesmis Milletlerin Filistin’de bir Yahudi ulus-devleti kurmak için güttügü politikalarin sonucudur. Istisnalar olmasina karsin Filistinli Araplar ve önde gelen Arap devletleri, bu politikaya basindan itibaren karsi çikti. 1937’de Ingiliz mandasindaki yönetim ve 1947’de BM tarafindan öne sürülen tekliflerin hiçbiri, Filistinli liderler ve Arap rejimlerince kabul görmedi. Çünkü bu, Yahudi Devletinin varligini kabul etmek olacakti. Yeni kurulan Israil Devleti ve Filistinliler arasindaki mücadele, 1948, 1956, 1967 ve 1973’te oldugu gibi, bazen ordular arasinda yapilan savaslar, son yillarda ise Israilli vatandaslarla kurtulus savasçilari ya da terörist olarak tabir edilen gruplar arasindaki çatismalar biçiminde, altmis yili askin bir süredir devam etmektedir.

Baris süreci, Misir Cumhurbaskani Enver Sedat’in bölgede giderek artan Sovyet varliginin Arap bagimsizligina karsi daha büyük bir tehdit olabileceginden korkarak, 1979’da Israil ile baris yapmasiyla basladi. Onu, 1994’te Ürdün Krali Hüseyin izledi. Resmi biçimde olmasa da, diger Arap Devletleri de Israil ile ticari iliskiler ve yari-diplomatik temaslar kurdu. Israil ve Filistin Kurtulus Örgütü arasinda süren diyalog, Israil’in Bati Seria ve Gaza Seridi’nin bazi kesimlerinden çekilmesine ve buralarda az çok özerk bir Filistin otoritesi kurulmasina yol açti. Fakat, ihtilaf devam ediyor. Filistin hareketinin önemli kesimleri, uzlasmayi reddederek silahli çatismayi sürdürmekteler. Anlasmalari imzalayanlardan bazilari, basta Yaser Arafat, sonradan uygulama esnasinda çeliskili davrandi. Bati dillerindeki uluslararasi söylemde, Arap Devletlerinin çogu ve Filistin liderlerinin bir kismi Israil’i devlet olarak kabul etmis görünmekte; ancak Arapça yayinlara bakilacak olursa, uzlastirici bir tavir oldugunu söylemek imkânsizdir. Okul kitaplarindan televizyon yayinlarina her yerde, Israil yok edilmesi gereken gayrimesru bir isgalci olarak gösterilmekte. Eger anlasmazlik Israil’in boyutuyla ilgiliyse, uzun ve zorlu pazarliklar sonucunda bir uzlasmaya varilabilir; ancak durum, her seyden evvel Israil’in varligindan ibaretse, ciddi bir uzlasma olasiligi yok. Çünkü Israil’in var olmak ya da olmamak arasinda ödün vermesi söz konusu degil.

Petrol ve Ekonomi

Bölge ekonomisinin durumu ve bunun sonucunda meydana gelen sosyal ve siyasi ortam, Arap Dünyasina dair endiselerin kaynagini olusturmakta. Halen petrol, bölgedeki bazi ülkelere dogrudan, bazilarina da dolayli olarak zenginlik sagliyor. Fakat bu yüksek kazanç, yarar sagladigi kadar sorun da yaratiyor. Petrol zenginligi otokratik yönetimleri güçlendirirken, demokratik gelismeyi önledi. Çünkü, petrol zengini iktidarlarin vergiye ihtiyaci yok ve bu yüzden de seçmeni memnun etmek derdinde degiller. Petrolden elde edilen zenginlik, ayni zamanda ekonomik gelismeye de köstek oldu. Belini petrol gelirine dayayan Arap Dünyasi, diger ekonomik faaliyetleri önemsemediginden, ekonomiksosyal ve kültürel kosullar açisindan diger bölgelere oranla gelismemis ve ihmal edilmis durumda kaldi. Ama, er ya da geç petrol tükenecek ve sagladigi kazanç ve gücün sonu gelecek. Bazi öngörülü Arap devletleri, baska ekonomik gelismeleri tesvik etmeye basladi bile. Körfez ülkeleri turizm ve uluslararasi finans piyasalarinda tesirli olmaya basladi. Ancak bu sektörlerin getirisi, petrol geliriyle kiyaslandiginda, halen çok kisitli. Bilim ve teknoloji alaninda durum daha beter. Okur-yazar orani çok düsük. Arapçaya çevrilen kitap sayisi, Yunancaya çevrilenlerin beste biri kadar. Basilan kitap sayisi ise çok az. Arap ülkelerinde bulunan 200 üniversiteden hiçbiri Dünyanin en iyi 500’ü arasinda degil. Günümüzde yaklasik 300 milyonluk Arap Dünyasinin petrol disindaki ihracat toplami, 5 milyon nüfuslu Finlandiya’ninkinden az. Dünya ortalamasi yüzde 6 oranindayken; Arap dünyasinda ihracatin %70’ini olusturan petrol veya petrol kaynakli ürünler, sadece %1,5 oraninda artmis. Son çeyrek asirda Arap dünyasinda reel GSMH düsüste. (1999’da 531,2 milyar $ Ispanya’ninkinden az) Artik bu basarisizliklari, yalnizca baskici emperyalist güçlere yikmak veya dis mihraklari suçlamak mümkün degil.

Arap Dünyasinin bir baska sorunu da, petrolün yarattigi zenginlik ve firsatlara kapilip Arap ülkelerine göç edenler. Suudi Arabistan’da yerlilerin yapmak istemedigi veya yapamadigi isleri yapan Güney Asyalilar, buna bir örnek. Arap Ülkelerinin birbirine göç verdigi durumlarda da asimilasyon zor; ancak Arap olmayan veya Müslüman olmayan göçmenlerin kabul görmesi daha ciddi bir problem. Tüm bu sorunlar, Arap nüfusunun tümünde muazzam etkisi olan iletisim devrimiyle iyice alevlendi.

Ortadogu’da Cinsiyet ve Kadin Haklari Meselesi

Yine Osmanli Döneminden bir örnekle baslayalim. Vakanüvis Selanikli Mustafa Efendi, 1593’te Ingiliz Büyükelçisinin Istanbul’a gelisini anlatirken, Ingiltere Adasini yöneten bir kadin tarafindan gönderilmis olmasina hayretini açikça belirtir. Batidaki kraliçelere aliskin olsalar da, Müslüman Dünyada kraliçelik pek yaygin degildir. Halifeler dönemi ve Osmanlinin ilk dönemlerinde, saray kadinlari hakkinda daha çok bilgi vardi. Sehzadelerle baska hanedanlarin kizlari evlendirilirdi. Erken dönemlerde, halifelerin ya da sultanlarin anneleriyle ilgili daha çok bilgimiz vardi. Ancak bu uzun sürmedi. Kayitlara geçmis tarihlerinde, padisahin esi yoktur; sadece cariyelerle dolu haremler vardir. Ilk dönemin ardindan padisahlar ve halifelerin anneleri, hep cariye kölelerdir ve geçmisleri pek bilinmemektedir. Sarayda kadinlar önemli bir yere gelebiliyordu; ama bu ancak anne olduklarinda mümkündü. Valide sultan unvani, nüfuz sahibi olma olasiligini getiriyordu.

Abbasiler, Osmanlilar ve diger Islam Hanedanlarinin tarihi Avrupa hanedanlarininkiyle karsilastirildiginda, kadinlarin eksikligi hemen göze çarpar. Avrupa hanedanlarinda istisnasiz, kadinlarin önemli rolü vardir. Soylu evlilikleri ve hem anne, hem baba tarafini kapsayan soyagaçlari büyük önem tasir. Oysa Ortadogu’da ve Islam Dünyasinin baska bir yerinde kadin unsuru, tarih yaziminda neredeyse yok gibidir. Islam edebiyatinin tarihsel yazinlarda çok zengin, ama biyografilerde çok zayif olusu da bununla açiklanabilir. Çünkü kadina yer verilmeyince, hayat hikayeleri de yarim kalir. Güçlü karakterleri sayesinde kriz döneminde önemli rol oynamis kadinlara rastlamak mümkün; ancak bu kisa süreli ve vakanüvislerce itiraz edilen bir durum olmus.

Tepedekileri birakip, bir de Islam toplumunda kadinin sosyal hayattaki yerine bakalim. Vakayinamelere, edebi eserlere, vakif kayitlarina, sicillere, dini ve hukuki kayitlara bakarak bunu belirlemek mümkün. Arsiv belgelerinde miras paylasimina bakildiginda, Islam hukukuna göre kiz çocukla erkek çocugun mallari esit bölüstügü görülür. Bu açidan bakildiginda, kadinlarin mülkiyet hakki açisindan modern zamanlara kadar Islam toplumunda Bati’ya göre daha iyi durumda oldugu sonucuna varilabilir. Bunun sosyal hayattaki yansimalari ise çok daha farklidir. Osmanli Imparatorlugunda bir arada yasayan üç farkli toplulukta, evlilikle ilgili kurallar birbirinden çok farkliydi. Müslüman erkeklerin çokesliligine ve cariyelere sahip olmalarina izin verilirken, Musevi erkeklerin çokesliligine izin verilirdi ancak cariyelere sahip olamazlardi. Hristiyanlar ise tek esli olmak zorundaydi ve cariye tutmalari yasakti.

Hac, diplomasi ve ticaret nedeniyle yapilanlar ile, genelde Avrupalilarca yapilan seyahatlere dair tutulmus kayitlar da, kadin haklari ve cinsiyet konusunda oldukça aydinlaticidir. Müslümanlarin yaptigi seyahatler ile ilgili kayitlar daha sinirlidir. Ancak, az da olsa, Müslümanlarin Hristiyanlik aleminde gördüklerine dair ilginç örnekler vardir. Batili demokraside, hükümet kurumlarinin isleyisine tanik olup kaleme alan ilk Dogulu, Mirza Ebu Talib Han’dir. 1799’da Ingiltere’yi ziyaretinde, Avam kamarasindaki görüsmeleri izlemistir. Vergi toplamak ve hükümet islerinin genel denetiminin yani sira, kanun koymak gibi bir görev de üstlendiklerine dikkat çekerek, Ingilizlerin ilahi bir kanunu olmadigi için, duruma göre yasa çikardiklarini da ekler. Mirza Ebu Talib’in izlenimleri, digerlerinden oldukça farklidir. Batiya gidip Hristiyanlarin yasamini gören Müslümanlarin çogu, bunlari dehset ve saskinlik içinde kaleme almistir. Bu açidan, Mirza Ebu Talib’in bakis açisi benzersizdir. Ingiltere, Fransa ve Irlanda ziyaretleri sirasinda Avrupali kadinlarin peçe takip yüzlerini örtmedikleri için, Avrupali erkeklerin kadinlarina Müslüman erkeklerden çok daha fazla hakim olduguna dikkat çekmistir. Kadinlarin erkeklerle bir arada olduguna ve kocalarinin kadinlarin çalismasina izin vererek haneye kazanç sagladiklarina deginmistir.

Kölelik sistemi de, kadina bakisla ilgili bilgi vermektedir. Genelde köleler etnik özelliklerine göre siniflandirilip, ne ise yarayacaklari belirlenmistir. Islam yasalarina göre, Islam topraklarinda yasayan Müslüman ya da gayrimüslim, özgür bir insani sonradan köle yapmak yasakti. Köleler dogustan köle dogar veya savasta tutsak alinarak kölelestirilirlerdi. Demek ki, köle nüfusunun çogunlugu Asya’dan, Afrika’dan ve uzun bir süre Avrupa’dan gelenlerden olusuyordu. Örnegin 18.yy sonunda Osmanli Sarayinda memur olarak çalisan Fazil Bey’in yazdigi Zenanname, farkli milletlerden, farkli etnik kökenlerden gelen kadinlarin özelliklerini anlatan bir kitapti. Bu kitap sadece köleleri degil, hem Osmanli topraklari disinda baska ülkelerde yasayan kadinlari, hem de hem de yerlesik kadin nüfusunu kapsiyordu. Bu kitabin, biri Istanbul Üniversitesi Kütüphanesi, biri de Londra’daki British Museum’da, iki el yazmasi bulunmaktadir. Islam, Musevilik ve Hristiyanlik gibi homoseksüelligi yasaklamis olsa da, Islam toplumunda oglancilik olarak da adlandirilan erkek homoseksüelligi, eskiden çok daha anlayisla karsilanan bir durumdu. Hatta çogu zaman çogu yerde, gizlenmesine gerek duyulmazdi. Fazil Beyin talep üzerine Oglanlar hakkinda yazdigi ikinci kitabi da bunun bir kanitidir.

Islam Dünyasinda su anda gözlemlenenler, Islam Hukuku ve gelenegindeki tabloyla pek örtüsmemektedir. Örnegin Islam Ülkelerinde, bosanmak isteyen bir erkegin, mal varligini korumak amaciyla karisini zinayla suçlamasina sikça rastlanmaktadir. Namus cinayetlerinde de uygulama ve kanun arasindaki fark dikkat çekicidir. Seriat, zinayi yasaklar ve cezalandirir; ancak kadinlarin yok yere suçlanmamasi ve zina suçu kanitlanmadikça öldürülmemesi için, detayli ve uzun maddeler içerir. Seriat, zina suçunun geçerli olmasi için dört erkek tanigi sart kosar; ama, bu toplumlarda parayla yalanci tanik bulmak da zor degildir.

Dolayisiyla, yasanan gerçekler ve genelde uygulanan haliyle Islam’in özü arasinda çarpici bir tezat vardir.

Islam toplumunda kadinlarin görevlerine gelince, cinsellik ve annelik basi çekmektedir. Kölelikle ilgili kayitlardan ve diger kaynaklardan bunu görmek mümkündür. Çocuklari yetistirmek, evi çekip çevirmek gibi isler de kadinlarin yaptiklari islerdir. Ancak ilginçtir ki, yakin zamana kadar yemek pisirip servis etmek kadinligin ana görevlerinden biri olarak görülmezdi. Oysa ki Bati’da hep böyleydi. Kadinlarin çalisma anlaminda yaptigi islere gelince; sarki söylemek, siir okumak, dans etmek gibi eglence alaninda kadinlarin faaliyet göstermelerine izin verilmistir. Bunlar, genelde yetenekli köleler arasindan seçilip, efendilerini ve misafirlerini eglendirmek üzere egitilirdi.

Eskiden, iki toplumun (Dogu ve Batili toplumlar) iliskileri, üyelerinin sadece seyahat, ticaret veya diplomasi amaçli, o da daha çok Bati’dan Doguya dogru seyahatleri ile gerçeklesmisti. 18.yy sonundan itibaren Hristiyanlik ve Islam Alemi arasindaki temaslar artti. Iki rakip medeniyet birbirine iyice yakinlasti. Modernlesmenin etkisiyle, Bati Dünyasiyla eskisine oranla çok daha kapsamli bir karsilasma, Ortadogu toplumunda kadinlarin yerini nasil etkilemistir? Öncelikle iki toplumun kadinlara yaklasimi arasindaki fark, giderek daha çok göze batmaya basladi.

Modern dönemle birlikte Müslüman Dogu’da feminizmin dogusu, kadinlarin egitilmesi ve devaminda Batiya seyahatlerinin baslamasiyla, Doguyu gidip gören Batili kadinlar anilarini kaleme alip nasil farkli bir perspektif sunduysa, Müslüman kadinlar da Bati hakkinda yorumlarini dile getirmeye baslamistir. Müslümanlarin ev yasantisinda mahremiyet anlayisi nedeniyle Batililarin, evlerin içinde neyin nasil isledigini anlamasina pek firsat olmamistir. Genelde Avrupalilarin Dogu yasam tarzina yaklasimlari fantezi, söylenti, efsane seklindedir. Batili erkekler Müslüman erkeklerin kadinlar üzerindeki hak ve ayricaliklarina imrendiklerini gizleyemezken, Avrupa’yi gidip gören Müslümanlar, Batili kadinlarin rahatligini serbestligini ve gördükçe dehsete kapildiklarini, erkeklerin kiskanç olmayisina sasirdiklarini ve Batililarin günahkar bir hayat sürdügünü anlatmislardir.

1860’lardan itibaren, farkli bir bakis açisi hakim olmaya baslamistir. Genç Osmanlilardan Namik Kemal 1867 tarihli bir makalesinde, Bati’ya kiyasla geri kalmisliklarini, “kadinlarimiza muamele tarzimiz yüzünden” olarak açiklayarak, bu fikri ilk defa ortaya atmistir. Çok basit, ancak can alici bir noktaya deginmistir: “Kendimizi  nüfusun  yarisinin  yetenekleri   ve   hizmetlerinden   mahrum  birakirsak Bati’ya yetismeyi nasil umabiliriz?” Batiyla  karsilastirildiginda Osmanli toplumunu, bir tarafi felçli bir insana benzeterek, çarpici bir tablo çizmistir. O zamandan beri hem erkekler, hem kadinlar arasinda feminist akimlar ortaya çikmistir; ve bu, önemli bir etkene dönüsmüstür. Tabii ki buna karsi tepkiler de olusmustur. Bati, Batililasma ve Ortadogu’yu yönetenlerin Batililastirilmasi polemiklerinde, basi çeken konulardan biri haline gelmistir. Mesela Müslüman Kardesler’in ideolojik liderlerinden biri olan 1906-1967 yillari içinde yasamis Seyyit Kutub, 1948-50 arasinda Amerika’da bulunmus ve izlenimlerini yazdigi kitabinda, Amerika’da her seyin parayla ölçüldügünü, dinin bile maddiyatla degerlendirildigini, Amerikalilarin sadece iyi vakit geçirip eglenmek pesinde olduklarini ve kiliselerin de danslar düzenleyerek, kadin erkelerin birbirlerine dokunmalarina izin verdigini, tiksintiyle anlatmistir. Bu sürekli gündeme gelen bir konudur ve bu tarif biçimi, günümüzde teröristlerin hedeflerini nasil mesrulastirabildiklerini anlamamiza yardimci olabilir. Afganistan’da Taliban’in web sitesinde de, Batili kadin erkek iliskileri üzerine anlasilmasi güç algilar ve tuhaf açiklamalar mevcuttur.

Tüm bunlar, bizi kaçinilmaz bir soruya getirir. Bundan sonraki adim ne olacak?

Kadin haklarinin, liberal demokratiklesmenin vazgeçilmez bir parçasi oldugu inanci, Ortadogu’da tam anlamiyla benimsenmis olmaktan uzaktir. Islam dünyasinda demokratiklesme süreci bu sekilde islememistir. Ortadogu toplumlarinda kamuoyu, kadin haklarina karsi oldugundan, devlet de kadin haklarini gereken önemi göstermemektedir. Kadinlara siyasi ve diger haklarinin verilmesiyle gerçek bir ilerleme görülen ülkeler, otokrasiyle yönetilen ülkelerde olmustur. Türkiye’de Atatürk, Iran’da Sahi Pehlevi, feminist reformlar denebilecek programlar izlemistir. Atatürk bu konuda çok net bir tavir almistir ve cumhurbaskani olduktan hemen sonra, kadin haklari konusuna egilmistir. Bunun mantigini da su sekilde açiklamistir: “Modern dünyayi yakalamak istiyorsak bunu, toplumun sadece yarisini modernlestirerek yapamayiz.” O zamanlar kamuoyuna ters düsmesine karsin Atatürk, sonuca ulasmak için elinden geleni yapmistir. Elbette, onun bile yapabileceklerinin siniri vardi. Fes, sarik gibi geleneksel Islami erkek basliklarini, yasayla ve zorla lagvetmistir. Ama, kadinlar için peçe ve örtünmeyi yasal olarak yasaklamak yerine, toplumsal baski ile ortadan kaldirmayi seçmistir. Su anda Türkiye’de, kadinlarda örtünmenin, türban gibi farkli sekillerde geri geldigi görülmektedir. Iran’da ise Sah, Atatürk kadar açik bir tavir sergilememis ve sistematik davranmamistir. Fakat Pehlevi Sahlarinin ikisi de, kadin haklarini programlarina dahil etmistir. Atatürk çokesliligi yürürlükten kaldirmis ve monogamiyi yürürlüge sokmustur. Iran bu konuya da dolayli bir yaklasimla fiilen tekesliligi benimsemis ve bir erkegin ikinci bir kadinla daha evlenmesi önüne zorluklar getirmistir.

Otoriter yönetim uygulanan Tunus’ta da bu konuda gelisme kaydedilmistir. Tunus, kadinlara egitim imkani saglanmasinda en iyilerden biridir. Sasirtici gelebilir; ama, Irak’ta da otoriter yöneticiler, kadinlara toplumsal hayatta diger Arap ülkelerine kiyasla daha etkin etkin rol vermistir. Örnegin, feminist makalelerin çogu Irak’ta basilmistir. Bunlara karsi, elbette sert tepkiler de olusmustur. Feminizmi ve kadinlarin özgürlesmesini, Batinin nihai günahlarindan biri olarak gören Seyyit Kutub’un görüslerinin aynisina, Humeyni’nin yazilarinda da rastlamaktayiz. Ona göre Sahligin en büyük suçlarindan biri, kadinlara hak verip, Seriati feshetmesiydi. Sah döneminde yasal evlilik yasi on sekize yükseltilmisken, Iran Devrimi, Hz. Muhammed’in son karisi Ayse ile dokuz yasindayken evlendiginden yola çikarak, eskiden geçerli olan dokuz yas sinirina geri döndü. Su anda Iran Islam Cumhuriyeti’nde yasal evlilik yasi dokuzdur.

Buradan baktigimizda görünüm, bir hayli sorunlu. Kadinlarin bastirilmasi ve kadin haklarinin engellenmesiyle ugrasan güçlü gruplara ragmen, yine de iyimser yaklasmakta fayda var. Sonuçta Islam Dünyasinda ilerlemenin mümkün olmasi için muhtemelen en iyi  umut,  nüfusun  bastirilmis  kismi  olan  kadinlar.  Kadinlarin durumu, Islam Dünyasinin diger yerlerinde oldugu gibi, Arap dünyasinin da en önemli sorunlarindan biridir. Kadinlar nüfusun yarisindan biraz fazlasini olusturuyor; ama Arap Ülkelerinin çogunda siyasi güçten yoksunlar. Bazi Müslüman gözlemcilere göre, Batinin ileri toplumlari ve hizla gelisen Dogu toplumlari ile karsilastirildiginda, Arap kadin nüfusunun bunalimli ve magdur hali, toplumlarinin az gelismisliginin en önemli nedenlerindendir. Modern haberlesme ve seyahat imkanlari, bu zitliklari çok daha görünür kilmaktadir. Irak ve Tunus gibi bazi ülkeler, kadinlarin özgürlesmesi yönünde kayda deger bir ilerleme göstermektedir. Anayasa tarafindan taninan esit haklarla egitim ve meslek edinen kadinlar, topumun farkli alanlarinda kendilerine yer bulmaya basladi. Batida kadinlarin göreceli özgürlügü, daha iyi bir topluma  dogru  ilerlemenin  baslica sebebi  olmustur.  Ortadogu  ülkelerinde  de,  ilerleme  ve   özgürlük   adina   en umut  verici  faktör  bu  olabilir.  Ortadogu’nun   demokratik   geleceginin   kesinlikle en önemli ve vazgeçilmez unsuru kadinlar olacaktir.

Ortadogu’da Demokrasi ve Din

  1. yüzyilin büyük kisminda Ortadogu’da siyasi tartismalarda baskin olan iki düsünce, milliyetçilik ve sosyalizmdi. Bazen de ikisinin birlesimi olan milliyetçi sosyalizm. Avrupa kökenli bu ideolojiler, Ortadogu kosullarina göre sekillendiler. Zaman zaman, Avrupali güçlerin destegini aldilar; büyük degisimlere yol açtilar. Yüzyil sonuna gelindiginde, çekiciliklerini kaybettiler. Sovyetler Birligi’nin çöküsü ve sosyalizmin su ya da bu seklini deneyen Ortadogulu ve Kuzey Afrikali rejimlerin basarisizligi sonunda, sosyalizm itibar kaybetti. Bu ülkeleri yönetenler, özgürlük ve refah yerine dikta uygulayip, halklarina yoksulluk getirdiler. Demokratik Dünyayla, bariz ve giderek artan bir tezat olustu. Milliyetçilik ise, asil amacina ulasmasiyla dogan sonuçlarla, geçerliligini kaybetti. Tam ulusal bagimsizlik elde edilmesiyle birlikte, özgürlük ve bagimsizligin ayni sey olmadigi iyice ortaya çikti. Milliyetçi hedeflere ulasilirken, sosyalist umutlardan vazgeçildi. Fakat çözmek üzere tasarlanana sorunlar düzelmedi. Halk, ezilmeye ve mahrum edilmeye devam etti; hatta durum daha kötülesti. Nüfus artisiyla, fakir daha fakirlesti ve yoksulluk orani iyice artti. Üstelik, haberlesme teknolojileri sayesinde, yoksulluklarinin daha çok farkindalar artik. Emperyalist güçlerin çekilmesiyle Müslüman Ortadogu’nun, güçsüzlük ve ekonomik geri kalmisligina bulacak bahanesi kalmadi. Sadece Bati’ya degil, Asya’nin yükselen güçlerine ve dibindeki Israil’e de yetismesi için, yapmasi gerekenlerin belirlenmesi ve çözüm arayisi sürmekte.

Ortadogu’nun modern tarihinin baslangicinda, Bölgede sadece iki güç bagimsizdi: Iran ve Türkiye. Her ikisi de emperyalist çekismeler arasinda zorlukla da olsa, egemenlik ve bagimsizliklarini korumayi basardi. Ingiliz, Fransiz, Italyan ve Rus Imparatorluklarinin dagilmasiyla, yeni bir seri bagimsiz devletin ortaya çikisina imkan dogdu. Bunlardan bazilari, Misir ve Fas gibi, asirlar öncesine dayanan bir ulusal kimlige sahipti. Fakat çogu da, kimlik yönünden belirsiz ve kaygan bir zemin üzerine yeni kurulan ülkelerdi. Bir yandan, Arapçilik veya Türkçülük gibi akimlarla üst kimlikler altinda toplanip daha büyük ülkelere dahil edilmek istenmislerdi. Bir yandan da, daha yakin bir zamanda içeriden, asagidan gelen bir hareketle, etnik ve mezhep ayriliklarina dayanan asiret bagliliklariyla tehdit edilmekteler. Lübnan iç savasi, bunun nereye varabilecegini göstermis oldu. Lübnan örnegi, Suriye ve Suudi Arabistan gibi bir çok ülke için geçerli olabilir. Bu iki ülke de, su anki halleriyle, çok farkli unsurlardan olusturulmus 20.yy icatlaridir.

Tam tersine, Türkiye ve Iran ise, eski ve köklü devletlerdir. Halklari, yaygin ortak bir milliyet ve siyasi kimlik hissine sahiptir. Egemen ve bagimsiz devlet yönetimindeki asirlardir süren tecrübeleri sonucunda, istikrar ve süreklilik hali daha kirilgan baska devletleri paramparça edebilecek krizlerde ayakta kalmayi basarabilmislerdir. Ikisi de liderlik gelenegine sahiptir. Iran Doguda Orta Asya ve Hindistan’a, Batida Osmanli topraklarina dogru uzanan bir bölgenin kültürel açidan merkezi konumundayken; Türkiye, önce Islam imparatorlugu, ardindan ulusal kurtulusuyla Ortadogu’nun lideri ve modelidir. 16.yy basinda, Osmanli ve Iran arasindaki savaslardan bu yana Türkiye ve Iran, tüm Ortadogu Bölgesinin liderligi için rekabet etmektedirler. Modern dönemde de, devlet yönetim sekilleri açisindan, Ortadogu gelecegi için rakip modeller ortaya koymaktadirlar: Türkiye, laik demokrasi; Iran Islami köktendincilik.

Demokrasiye farkli yerlerde farkli anlamlar yüklenmeye çalisilsa da bahsettigimiz demokrasi, hükümetlerin seçilme, yerlestirilme ve gerektiginde degistirilme yöntemidir ve Ingilizce konusulan ülkelerde gelismistir. Modern zamanlarda basari oranlari farkli da olsa, Dünyanin geri kalanina nakledilmistir.

Demokratik olmayan yönetim biçimlerinden farklidir; çünkü hükümetler, tüm partiler için geçerli olan yerlesik kurallar çerçevesinde belirli araliklarla düzenlenen seçimler araciligiyla, halkin iradesiyle veya en azindan halkin onayiyla basa gelir. Demokrasi, bu terimi kullanan, ancak hükümetlerin seçimlerle sikça degistirildigi ve seçim sonuçlarinin degistirildigi diger sistemlerden farklidir. Demokratik seçimler, gizli oylama ve halka açik sayim gerektirir. Sözde demokrasilerde genelde tersi geçerlidir. Genelde seçmenleriyle belirli araliklarda hesaplasacak olmak, hükümetlerin insan haklari, düsünce ifade özgürlügü ve yasanin üstünlügü gibi demokratik gerekliliklere saygi göstermelerini garanti etmeye yeterlidir.

Tüm demokrasilerde, yasal olarak laik olmasa da, din ve devlet islerinin ayrilma ilkesi benimsenmektedir. Din de demokrasi gibi, pek çok anlama gelebilecek ve farkli sekilde yorumlanabilecek bir kavramdir. Ortadogu baglaminda Hristiyanlik ve Musevilik dinleri azinliktadir. Ermenistan ve Gürcistan Hristiyan devletlerdir; fakat çok etkili degildirler. Israil’de baskin ve çogunlugun dini olan Musevilik, Arap ülkelerinde neredeyse kalmamis gibidir; Fas, Türkiye, Iran ve eski Sovyet ülkelerinde küçük azinliklar olarak yasamlarini sürdürürler. Ortadogu halklarinin çogu için din demek, asirlardir Islam demektir. Yazili bir anayasasi bulunan Arap ülkelerinin neredeyse hepsinde Islam, devlet dini veya kanunun temel kaynagi olarak geçmektedir. Suudiler ise, Kur’an’in anayasalari oldugunu öne sürerler. Eski Sovyet cumhuriyetleri genelde laik yönetim biçimlerini devam ettirmistir.

Türkiye, simdiye kadar açikça laik bir sisteme sahip olmustur. Bu yönde ilk yasal adim, 1928’de Anayasadan “Türk devletinin dini Islam’dir” maddesinin çikartilmasiyla atilmistir. Bunu, diger din ve seriat referansli maddelerin degistirilmesi izlemistir. Ikinci adim, 1937’de Anayasaya, Türk devletinin özellikleri olarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçilik, devletçilik, laiklik ve inkilapçilik ilkelerinin eklenmesidir. Laiklik ilkesi, daha açik ifade etmek gerekirse din ve devletin ayrilmasi, anayasal degisikliklerle saglamlastirilmistir. Türkiye’de önceleri dinsizlik olarak yanlis anlasilan laiklik, büyük zorluklarla karsilasmistir ve halen de karsilasmaktadir. Son zamanlarda laiklige meydan okuyan mecra, üst üste iki kez seçilen iktidar partisi olmustur.

Su anda Ortadogu Islaminda can alici ayrim, Batinin Islamci köktendincilik diye adlandirdigi hareket ve onun disinda kalan akimlardir ki bunlara, baska bir ifade olmadigi için, popüler Islam diyebiliriz. Daha önce bahsettigimiz gibi Müslüman köktendinci denilen gruplarin asil amaçlari, Seriat düzeni getirmek veya yeniden kurmaktir. Tüm Müslümanlar köktendinci degildir ve köktendincilerin çogu da terörist degildir. Ancak köktendinciler de, teröristler de bu yanilgiyi örtbas etmeye meraklidir. Bu hedeflerine de, bir yandan, dikkatini siddet yanlisi azinliga veren medyanin, diger yandan, terörist gruplari kesin bir dille suçlamak istemeyen veya buna gücü yetmeyen dini ve siyasi Müslüman liderlerin de yardimiyla erismektedirler. Son zamanlarda, bilhassa Avrupa ve Amerika’da yasayan Müslüman diaspora ve Müslüman dünyasinda terörist eylemler ve sloganlara gösterilen destekte, endise verici bir artis söz konusudur.

Ortadogu ve Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkelerde var olan rejim türlerini su sekilde siniflandirabiliriz:

Geleneksel otokrasiler: Eskiden tüm Islam Dünyasi bu sinifa girerdi. Su anda Suudi Arabistan ve Arap Emirlikleri, Körfezin ve Hint Okyanusunun Arap kiyisindaki hanedanlar, geleneksel otokrasiyle idare edilen asiret düzenine dayali yönetimlerdir. Anayasa veya seçilmis temsilciler meclisi gibi kavramlardan muaf, monarsiyle yönetilen otoriter rejimlerdir.

Liberallesen Otokrasiler: Fas, Ürdün ve bazi Körfez ülkeleri. Bir süre için Misir da böyleydi. Geleneksel yönetim yapisina dayanan, ancak modernlesme yolunda önemli adimlar atan, böylece kaçinilmaz olarak demokrasiye dogru ilerleyen ülkeler. Artik, geleneksel otokrasi olmadiklari gibi, henüz liberal demokrasiye de tam geçmemislerdir. Fakat genel olarak bakildiginda, gidisat daha çok özgürlüge dogrudur. Bazilarinda, hala sosyalist dönemden kalma kamu sirketleri yüzünden kalkinma aksiyor olsa da, digerlerinde ekonomik, sosyal ve insani gelismeler görülmektedir.

Diktatörlükler: Bu terim siklikla, otoriter veya otokratik olarak tanimlanabilecek rejimler için kullanilmakta. Ancak Hafiz Esad ve Oglunun Suriye’de kurdugu tek parti rejimi ve Saddam Hüseyin’in Irak yönetimi için daha dogru bir tanimlama olur. Her ikisi de, 1930-1940’larin Avrupa kaynakli tek parti rejimlerini model almistir. Ikisi de, iki savas arasinda manda yönetimi altinda kalmistir. Nazi modeli üzerine kurulan Baas partisi’nin Sovyetlerin etkisiyle birlikte Komünist modeli benimseyip yeniden canlanmasi pek de zor olmamistir. Uzun yillardir etkisini sürdüren bu model, Avrupa’dan ithal edilip de Ortadogu’da hakikaten islemis olan tek sistemdir. Saddam Hüseyin rejiminin kökleri de Islam devlet anlayisinda veya Arap geleneginde degil, Avrupa’dadir.

Eski Sovyet Cumhuriyetleri: Tarihi ve cografi açidan ayrilan bu grup, Transkafkasya ve Orta Asya’da bulunan, genelde Müslüman nüfusa sahip Azerbaycan, Kazakistan, Kirgizistan, Özbekistan, Tataristan, Türkmenistan’i kapsar. Bu ülkeler, son yüzyilda Ingiliz veya Fransiz sömürgelerinden çok farkli sorunlar yasamislardir. Bagimsizliklarini elde ettikten sonra da sömürge sonrasi süreçte müdahaleler ve haksiz anlasmalarla dolu dönemler geçirmislerdir.

Devrimci Islam Rejimleri: Devrim sözcügü Ortadogu’da, siyasi veya  askeri darbe anlaminda siklikla kullanilir. 1979 Iran devriminde sadece iktidar degil sosyal düzen tamamen degismistir. 18.yy Fransa ve 20.yy Rusya’sinda oldugu gibi Iran da ayaklanma ve baski, terör ve devrimci adalet, müdahale ve savas, ideolojik tartisma, siyasi çatisma ve genis bir sosyal dönüsüm seklinde klasik evrelerden geçmistir. Su anda bulundugu evre de, Napolyon veya Stalin dönemine benzetilebilir.

Batili anlamda Demokrasiler: Serbest seçimlerin yapildigi ve hükümetlerin seçmenlerin karariyla degistirildigi siyasi düzenlerdir. Bölge ülkelerinin çogunda seçim yapilmaktadir; ama bu kismen modern devlet adetine uygun olsun diye, kismen de uluslararasi saygi veya destek görmek içindir. Fakat çogunda seçimler göstermeliktir. Bölgede seçimlerin sahiden usulüne uygun yapildigi ve hükümetlerin seçimle degisebildigi yalnizca iki ülke vardir: Türkiye ve Israil.

Günümüzde Arap rejimlerinin çogu, ya halklarinin bagliligina ya da itaatine yaslanmistir. Fas ve Arap yarimadasindaki emirlikler gibi köklü kralliklar, etnik, bölgesel, asiret gibi bagliliklara dayanir. Itaate dayali rejimlerse, fasist ve komünist modellerden kaynaklanan kontrol ve zorlama yöntemleri kullanan, Avrupa tarzi diktatörlüklerdir. Halkin bagliligini talep etmektense, ayakta kalabilmek için sirtlarini baski ve saptirmaya dayamislardir. Halkin öfkesini Israil gibi bir dis güce yöneltip hosnutsuzluklari, amansiz polis gücüyle bastirma yoluna giderler. Hükümetin polis gücüne dayandigi ülkelerde, rejime ve destekçilerine karsi derin ve yaygin bir memnuniyetsizlik mevcuttur. Bu da, bir çeliskiye yol açmaktadir. Bati yanlisi rejimlerle yönetilen ülkelerde, halk genelde Bati karsiti olurken, Bati karsiti rejimlerle yönetilenler, kurtulus için Batidan medet umma egilimindedir.

Halkin rizasi ve katilimiyla bagliliga dayali devlet yönetimleri arayisinda olan gruplar umut vericidir. Irak basta olmak üzere, bazi Arap devletleri temkinli bir biçimde seçimler sonrasinda olusturulan meclisleri denemelerine baslamistir. Kimi ülkelerde demokratik muhalefet güçleri çogalmaktadir; ama bunlar çogunlukla Bati karsiti gruplardir. Hamas ve Hizbullah’in son dönemdeki durumu, muhalefet partilerinin siyasi degil de dini elestirilerde bulunarak basarilar kazanabildigini göstermektedir. Dini muhalefet partilerinin propagandasi da halka, camiler araciligiyla kolaylikla ulasmaktadir. Mevcut rejimleri savunanlar da, dizginleri gevsetmenin, radikal Islamci güçlerin yönetimi devralmasina yol açacagini savunmaktadir.

Bölgede, önemli bir demokratik siyaset deneyiminden geçmis bir ülke olan Lübnan’daki özgürlük ve açiklik istismar edilmistir. Son zamanlarda, disaridan istismarin azaldigina dair isaretler gözlemlenmektedir. 2005’teki Sedir devrimi, Lübnan için yeni bir dönemin baslangici olarak görülmüstür; ancak Lübnan Demokrasisi hala güvende degildir. Suriye’nin ülke üzerindeki ilgisi devam etmektedir ve Iran tarafindan egitilip, silahlandirilip finanse edilen Hizbullah giderek güçlenmistir. Lübnan’da istikrar ve demokrasi adina adimlar atilmaktadir; ama mücadele bitmis sayilmaz. Demokrasi mücadelesi Lübnan sinirlarinin disina tasmadikça bitecegi de yok.

Bölgedeki hastaliklarin iyilesmesi için önerilen iki rakip teshis ve tedavi reçetesi vardir:

Bütün dertlerin sebebi, kafirler ve onlarin yerli taklitçileridir. Çözüm, Batiya karsi mücadeleyi sürdürmek ve seriata ve geleneklere dönüstür.

Artik yozlasan ve bozulan eski yöntemler, Arap dünyasina köstek olmaktadir. Çözüm, ekonomi, toplum ve devlette özgürlük ve açiklik yani gerçek demokrasidir. Bu yolda zorlu engeller olmasina ragme,n öngörülü liderler bu yolu izlemektedir.

Su anda Bölgede, hem din erkine dayali yönetim yani Islam teokrasisi, hem de liberal demokrasi temsil edilmektedir. Arap dünyasinin gelecegi büyük çapta bu ikisi arasindaki mücadeleye bagli olacaktir.

Islam demokrasiyle bagdasir mi?

Ayni soru, daha genis bir perspektiften din için sorulabilir. Burada din, inanç ve ibadet, ahlak ve yol gösterme sistemi anlaminda kullaniliyorsa, cevap evettir. Ancak, tarihi olay ve tecrübeler, kültürel adetler anlamindaysa, cevap degiskenlik gösterebilir. Hatta mezheplere göre bile degisebilir. Islam baglaminda, on dört asirlik bir tarih ve günümüzde elliyi askin Müslüman devletin siyasi tecrübesi vardir. Ilk bakista fazla iyimser görünmese de, yakindan incelemek gerekir. Islam tarihinde nadiren despotlasan, genelde iyi huylu ve aydinlanmis, çogunlukla da ilahi kanunun hükümleriyle kisitlanan kesintisiz bir otokrasi hakimdir; ancak kurumsal yapilar, temsil ve çogunluk karari gibi gelenekleri olmamistir. Dört halife Devri, Islam’in Altin Çagi olarak kabul edilir. Halifelerden üçü, suikaste ugramistir; ve hükümdarliklari boyunca iç savaslar devam etmistir. Su anda, Ortadogu’da bulunan Müslüman ülkelerden sadece Türkiye Cumhuriyeti ciddi anlamda demokrasi olarak adlandirilabilir. Bu yönde ilerleyen ülkeler vardir; ama hiçbiri, geri dönüsler ve müdahaleler geçirmesine karsin, Türk Demokrasisi kadar yol kat etmemistir. Fakat bu Ülkelerde demokrasinin geçmiste islememis olmasi, gelecekte de islemeyecegi anlamina gelmez. Dünyanin geri kalaninda demokratik kurumlarin uzun süredir istikrarli ve düzgün biçimde isledigi ülkelerin sayisi, gerçekten de çok azdir. Kita Avrupa’sinda bile, demokrasi deneyimi çesitli olaylarla doluyken, çok farkli bir kültürde daha iyi ve daha hizli sonuçlar beklemek mantiksiz olacaktir. Sonuçta Amerikan demokrasisi bile, bir süre için kölelikle bagdasir sayilmis ve uzun bir süre boyunca kadinlar haklarindan mahrum edilmistir. Islam topraklarinda demokrasinin en önemli destegi nüfusun yarisini olusturan kadinlar olabilir. Demokrasinin basarisizligindan en çok zarar görecek olan, yine kadinlardir. Fakat, baskin oranda Müslüman ve erkek egemen olan Ortadogu’da kurulacak olan kurumlar da, kaçinilmaz olarak, belirli oranda kültürel ve tarihi geleneklerine ve toplumsal bellege göre sekillenecektir. Bunlar geçmiste demokratik kurumlarin olusturulmasina engel teskil etmis olabilir; ancak Islam kültürü dogru sekilde yorumlanip uygulandiginda, çok daha büyük bir siyasi özgürlük ve insan haklarina saygiya yol açacak olumlu ögeler barindirmaktadir. Müslüman Dini mirasinda, demokratik özgürlesme yolunu gösteren unsurlar bulma çabasi sürmektedir. Islam tarihi ve geleneginde, demokrasinin gelisimine katkisi olacak ögeler mevcuttur. Dinle devletin ayrilmasi, Islam baglaminda alakasiz görünebilir; ama Islam ögretisi ve hukukunda dünyevi ve ruhani seyler arasinda ayrim mevcuttur. Islam düsünürlerinin siyasi iktidar, haklar ve görevlerle ilgili görüsleri dikkate alindiginda, bugünkü keyfi despotluktan çok uzak bir tablo karsimiza çikmaktadir. Kur’an’da itaat vazifesi açikça belirtilmistir: “Allah’a itaat et, Peygambere itaat et, üzerinde yetkisi bulunanlara itaat et!” Peygamberin Hadislerinde de benzer ifadeler geçer. Ancak Günaha itaat olmaz!” “Yaradanina karsi gelene itaat etme!” gibi, itaat vazifesine ve yöneticinin yetkisine sinir koyan hadisler de vardir. Yani, hükümdar ilahi kanuna aykiri bir sey emrederse, sadece itaat vazifesi ortadan kalkmakla kalmaz; itaatsizlik vazifesi gündeme gelir. Bu Batili siyasi düsüncede var olan devrim hakkinin ötesinde bir kavramdir; çünkü devrimi, en azindan otoriteye itaatsizligi ve muhalefeti bir görev olarak ortaya koyar.

Peygamberin hadislerinden Cemaatimde fikir ayriliklari olmasi, Allah’in lütfudur”  ifadesi  de,  farkliligin  güzelligine  ve  bastirilmak  yerine  hos  görülmesi gerektigine vurgu yapar. Modern zamanlarda üzücü bir biçimde eskinin anlayisli, hosgörülü yaklasimindan sapma gözlemlenmektedir. Bu durumda Islam gerçekligiyle örtüsebilmesi için, Islam ögretisinde yer alan ilkeler yeniden canlandirilmayi beklemektedir. Islam geleneginin vurgu yaptigi baska bir özellik de haysiyet ve tevazudur. Eski Osmanli geleneginde padisah kanuna duydugu hürmeti göstermek için kadilara yaga kalkarak selamlarmis. Padisah ilk tahta çiktiginda halk tarafindan “Sultanim gururlanma, senden büyük Allah  var!”  diye  selamlanirmis.

Islam Dünyasinin büyük kismi, basta Ingiltere, Fransa, Hollanda ve Rusya olmak üzere, sömürgeci güçler tarafindan egemenlikten yoksun birakilmistir.

Zorbalik ve zulüm olarak görülen sömürge yönetimine son vermek, öne çikan siyasi hedef olmustur. Sonunda sömürgecilerin tiranligi sona erdi; ancak onlarin yerine yerli zorbalar geçti. Su anda Müslüman ülkelerin çogu ulusal bagimsizliklarini elde ettikleri halde, özgürlük ve adalete ulasamadiklarini fark etmekteler. Bölgede bunun asil yolunun demokrasiden geçtigini düsünen ülkelerin sayisi giderek artmakta.

Bati etkisi bu ülkelere, fayda kadar zarar getirmistir. Otokrasi yogunlasmis, toplumda kendileri ve ailelerine zenginlik ve güç elde etmek için, iktidara belini dayayan yeni bir kesim olusmustur. Zulüm, yolsuzluk ve gelir dagilimindaki esitsizlik, halklari isyana sürüklemektedir. Ortadogu diktatörlerinin barisa yanasmamasinin nedeni de, baskiciliklarini gerekçelendirmek için çatismaya zitlasmaya muhtaç olmalari ve halklarinin öfkesini dis güçlere yöneltmeye mecbur hissetmeleridir. Baskinin siddetli oldugu yerlerde, özgürlük hareketi de güçlüdür. Buna da sasmamak gerek. Demokrasi, Bölgedeki ülkelerin çogunun derinliklerinde yatiyor. Sans verilip imkan taninirsa, çok geçmeden yükselerek ötekilere de esin kaynagi olacaklar. Ancak iste o zaman, Bölge Devletleri, savas degil baris pesinde olacak ki, halklarinin bagliligini devam ettirebilsinler.

Su anki durumda en ümit verici olasilik, Islam ve Hristiyanligin ortak kültürü ve tarihi üzerine, temelli bir anlayisa yönelmektir. Özgürlük ve adalet kavramlarinin giderek ayni anlamlari ifade etmeye baslamasi önemlidir. Ortak fayda saglanabilmesi için artik, ortak düsmanlara karsi güç birligi yapmanin vaktidir. Insanligin düsmani yobazlik, yoksulluk, geri  kalmislik,  zulüm,  zorbalik ve  terörle  mücadele  edilmelidir.  Bunlarin  üstesinden  gelebilmek için de özgürlük ve adalet sarttir.


Bernard Lewis (d. 31 Mayis 1916, Londra, Ingiltere), Amerikali tarihçidir. Princeton Üniversitesi'nde profesördür. Islam tarihi ve Islam-Bati iliskisi hakkinda uzmanlasmistir. Ortadogu hakkinda uzmanlasmis batili uzmanlar arasinda en çok okunan yazarlardandir. Yahudi kökenlidir ve George W. Bush'un danismanligini yapmistir.

Lewis, 1993 yilinda Le Monde gazetesine verdigi bir demeçte 1915 yilinda Ermenilerin Osmanlilar tarafindan öldürülmesinin bir "soykirim" olmadigini, "savasin bir yan ürünü" oldugunu söylemisti.[1] Paris’te bir mahkeme bunu Ermeni soykiriminin inkari olarak kabul etmis ve tarihçiyi sembolik olarak 1 Frank para cezasina çarptirmisti.

Londra Üniversitesi'nde egitim gördü; yüksek lisansini Ortadogu Tarihi yogunluklu olmak üzere Tarih konusunda, doktorasiniysa Islam Tarihi konusunda yapti. Paris Üniversitesi'ndeki arastirmalari sirasinda Türkçe ögrendi. 1938 yilinda ders vermeye basladi. 1974'e kadar Londra Üniversitesi'nde, 1974-1986 arasindaysa Princeton Üniversitesi'nde hocalik yapti. 1998 yilinda Atatürk Baris Ödülü'nü aldi. Arastirma alanlari Ortaçag Islam Dünyasi, günümüz Ortadogusu ve Osmanli Imparatorlugu'dur.

Baslica Yapitlari: The Arabs in History (1950); The Emergence of Modern Turkey (1961); The Assassins (1967); The Muslim Discovery of Europe (1982); The Political Language of Islam (1988); Race and Slavery in the Middle East: an Historical Enquiry (1990); Islam and the West (1993); Islam in History (1993); The Shaping of the Modern Middle East (1994); Cultures in Conflict (1994); The Middle East: A Brief History of the Last 2,000 Years (1995); The Future of the Middle East (1997); The Multiple Identities of the Middle East (1998); A Middle East Mosaic: Fragments of life, letters and history (2000).

Türkçede yayimlanmis yapitlari: Modern Türkiye'nin Dogusu (1988), Islam'in Siyasal Söylemi (1993), Ortadogu: Hiristiyanligin Dogusundan Günümüze 2000 Yillik Tarihi (1996), Islam Dünyasinda Yahudiler (1996), Müslümanlarin Avrupa'yi Kesfi (1997), Çatisan Kültürler - Kesifler Çaginda Hiristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler (1999), Ortadogu'nun Çoklu Kimligi (2000), Tarihte Araplar (2000).

Modern Türkiye’nin dogusu isimli kitabi , biz Türkler açisindan bir bas yapit niteligindedir.

Sn. Emre Kongar “ Muhtesemdir” demis. Katilmamak olanaksiz.

 

Benzer Kitaplar