Bu kitapta üç
temel duygu üzerinde yogunlasmayi seçtim:
Korku,
Umut ve
Asagilanmislik.
Peki neden
sadece bu üç duygu?
Neden kizginlik, nefret, gücenme veya sevgi degil?
Çünkü bu üç duygu “güven” kavramiyla
yakindan ilgilidir ki bu kavram toplumlarin ve bireylerin karsilastiklari zorluklarla
nasil basa çiktiklarini vebirbirleriyle
nasil baglanti kurduklarini sekillendirir.
“Korku” güven
yoksunlugudur. Korkunun egemen oldugu kimseler bugün hakkinda endiseli, yarina dair karamsardir. Öte
yandan “umut” güvenin bir disavurumudur. Bu insanlarda yarinin bugünden daha güzel olacagi kanaati hakimdir. “Asagilanmislik” yarina dair
umutlarini yitirmis kimselerin incinmis güven duygularini ifade eder. Umut
eksikligi onlara göre baskalarinin, esasinda onlara geçmiste kötü davrananlarin suçudur.
Idealize edilmis sanli geçmisiyle bugün yasadiklari arasindaki uçurumun çok büyük oldugu toplumlarda “asagilanmislik” hissi hüküm sürer.
Bu üç duyguyu,
üç basit formülde açiklayalim: Umut “Basarmak istiyorum, basarabilirim, basaracagim”; Asagilanmislik “Asla basaramam” ve
hatta “Sizin gibi olamayacagima göre sizi
yok etmeye çalisacagim”; Korku “Aman Allahim, dünya ne kadar
da tehlikeli bir yer oldu, kendimi nasil korurum?”.
Bu üç duygu
kendine duyulan güven derecesinin bir yansimasidir. Güven duygusu uluslar ve
medeniyetler için oldugu kadar
bireyler için de elzemdir. Güven duymak hedef belirlemek, kabiliyetlerini
etkin sekilde
kullanmak hatta daha da ilerletebilmek demektir. Kibire kaçmamak sartiyla güven hissi dünyanin sagligi için
hayati bir bilesendir.
Ulusal güven
hissi mimari, sanat veya müzikle ifade edilebilir. Daha nesnel bakabilmek için
ise “güven
göstergeleri”ni kullanabiliriz. Bu göstergeler toplumun yarinina duydugu güven derecesini ölçmeye
yardimci olur. Somut göstergelerin basinda harcama/tüketim aliskanliklari ve
yatirim yapma orani gelir. Jeopolitik kapsamda güven, ülkeler
arasinda yapilan anlasmalarla ifade
edilebilir.
Duygulari
anlamak elbette bu kadar kolay degil, hepsi
birbiriyle belirli noktalardan bagli. Korku
hiçbir zaman umuttan uzak olmadigi gibi asagilanmisligin ardinda
korku ve hatta umudu görmek bile mümkün olabilir.
Bu kitap
kendini uluslararasi iliskileri
incelemeye adamis “tutkulu
bir ilimli” olan bendenizin kisisel yolculugudur. Bu
süreçte, dünyaya basitlestirilmis bir bakis açisiyla bakmanin fazlasiyla tehlikeli oldugu kanaatine vardim. Iste bu yüzden bu metinde dünyaya dair tamamen
kapsayici bir kuram bulamayacaksiniz. Onun yerine neredeyse tüm
söylemler üzerinde egemen olan basitlestirilmis kanilari düzeltmeye
çalisacagim. Duygularin karisimi hakkindaki bu yazi, duygularin tarihiyle ilgili degil; küresellesme ve degisen dünyamizi anlamak için duygularimizla
yüzlesmeye olan ihtiyaçla ilgili.
1- KÜRESELLESME, KIMLIK VE DUYGULAR
Bulundugumuz küresellesme çaginda duygular
yasadigimiz dünyanin karmasikligini kavramak
için vazgeçilmez ögeler. Duygular,
küresellesmeyi yansittigi gibi ona tepki de veriyor ve bu
süreç jeopolitikayi etkiliyor. Küresellesme dünyayi daha “düz” hale getirmis olabilir ancak dünyaya hiç olmadigi kadar tutku da asilamis bulunmakta. Durumun neden böyle olduguna geçmeden önce küresellesmenin dogasini netlestirelim, çünkü birçok insan bu
kavrami yanlis anliyor.
Küresellesme Soguk Savasin yerini alan uluslararasi sistem olarak görülüyor fakat Soguk Savasin aksine küresellesme sürekli
evrimlesen dinamik bir süreç.
Küresellesme pazarlarin,
ulus-devletlerin ve teknolojilerin insanligin daha önce tanik olmadigi derecede hizli biçimde entegre olmasi demek.
Küresellesme sayesinde
bireyler, sirketler ve
ülkeler çok uzaga, çok
daha hizli ve çok daha ucuza erisebilir hale gelmis durumda.
Fakat ayni süreç yeni sistemin geride biraktigi kesimde göz ardi edilemez bir ters tepki yaratiyor.
Basta karsitlari olmak üzere pek çogumuz için kürsellesme Amerikalilasma ile esanlamli. Sovyetlerin çöküsünü takiben Amerika karsimiza dünyanin tek süper gücü olarak çikti. Dünya ekonomilerinin
ve kültürlerinin entegrasyonu bir bakima Amerikan kurallari çerçevesinde sekillendi. Bunun sonucu olarak günümüzdeki
küresellesme karsiti gösteriler, Amerika karsiti duygularla kapitalist karsiti elestirilerin bir harmani. Bu insanlar esitlik, adil ticaret sartlari ve sürdürülebilir gelismenin mücadelesini veriyor.
Fakat olaya
daha yakindan bakacak olursak küresellesmeyi Amerikalilasmakla
ayni kefeye koymak fazla basit bir yaklasim. Evet, Amerikan kültürü dünya çapinda baskinligini koruyor olabilir ancak ekonomik
anlamda Asya, Bati’yi sollamis durumda.
Küresellesmenin günümüzdeki evrimi
Asya kitasinin yükselisine isaret ediyor.
O halde
küresellesmeyi birbirine tamamen zit
iki fenomenin bilesimi olarak
görmek mümkün. Bir tarafta dünya kültürünün Amerikalilasmasi, diger tarafta ise
Asya’nin ekonomik yükselisi. Bati’nin
dünya üzerindeki hakimiyetinin giderek zayifladigini söylemek yanlis olmaz. Bu
gelisme
imparatorluklari inceleyen tarihçileri hiç sasirtmiyor çünkü onlar
imparatorluklarin yükselis ve
gerilemelerinin evreler halinde süregeldiginin farkinda.
Bu “asimetrik
çok kutupluluk” denen bir duruma neden olmakta: dünya sahnesindeki kilit
oyuncular sadece güç ve etki anlaminda esitlikten uzak olmakla kalmiyor, ayni zamanda dünya görüsleri de ciddi farkliliklar gösteriyor.
Amerika ve Avrupa dünya meselelerine halen evrensel degerler perspektifinden bakarken Çin, Hindistan ve Rusya
dünyanin nasil birlik olmasi gerektigiyle ilgilenmek yerine bu düzen içinde kendi güçlerinin hesabini
yapiyorlar. Çin’i ele alacak olursak bu pragmatik yaklasimin ise yaradigini söylemek mümkün. Ülkenin elde
ettigi inanilmaz ekonomik basari, demokrasi ve hatta hukukun üstünlügü olmaksizin elde edildi. Fakat dünyanin
kalani için ayni seyi söylemek
mümkün degil. ABD’nin jeopolitik
ihtiraslari kapsaminda Bush hükümeti, fazlasiyla tehlikeli bir yaklasimla demokrasi kavraminin altini oydu.
Batili olsun veya olmasin demokratik ideallerle demokratik uygulamalar
arasindaki belirgin fark, güç dengesinin ABD’den Asya’ya kayisini kismen de olsa açiklayabilir.
Demokrasiler,
demokratik modellere olan inançlarini kaybederken otokratik rejimler anti-
demokratik uygulamalarla ekonomik büyüme ve siyasi istikrar elde ediyorsa, bu
evrimde kaybeden taraf Bati dünyasi olacaktir. Bati, Berlin Duvari’nin
yikilmasiyla ekonomik ve siyasi üstünlügünün zirvesindeydi. Ancak Bati’nin
demokratik özü günümüzde zayiflayan ekonomisini telafi etmekten uzak.
Belki de duygular uluslararasi arenada tekrar ön plana çikiyor.
Bati artik ne degerlerine ne de
yitirdigi ekonomik üstünlüge güvenebiliyor ve bu nedenle küresel degisimlere öfkelendigi gibi kendi özgür dünyasini “düsmanlara” karsi koruma istegi duyuyor.
Küresellesen dünyanin günümüzde duygu
patlamalari için çok uygun bir ortam olmasinin baslica nedeni küresellesmenin güvensizlik yaratmasi ve kimlik sorusunu akla
getirmesidir. Soguk Savas döneminde kimsenin aklina “Biz
kimiz?” diye bir soru gelmezdi. Cevap her haritada açikça ifade
ediliyordu. Birbirine kafa tutan iki sistem vardi sadece ve insanlar bu iki
taraftan birine aitti. Ancak sinirlarin birer birer ortadan kalktigi sürekli degisen dünyamizda
bu soru sürekli olarak karsimiza çikmakta.
Kimlik konusu güven hissiyle yakindan baglantilir. Güven duymak veya duymamak özellikle de korku, umut
ve asagilanmislik gibi
duygularla ifade edilmektedir.
Basitçe ifade
edecek olursak ekonomik anlamda kürsellesme pazarlar yoluyla ekonomik faaliyetlerin sinirlar ötesi
entegrasyonu demektir. Küresellesme ardindaki
itici güç ulasim ve iletisimin maliyetini düsüren, piyasalara olan bagimligi arttiran teknolojik ve siyasi degisimlerdir. Fakat
mallarin serbest dolasimi siyasi
anlamda gerek olumlu (tutku, merak, kendini ifade etme istegi) gerek olumsuz (uluslar, dinler ve etnik
gruplar arasindaki nefret) duygularin da serbest dolasimini beraberinde getirmektedir. Bu kapsamda terörizmi
küresellesmenin karanlik
yüzü olarak tanimlayabiliriz.
Günümüzde
terörizm faaliyetleri elbette küresellesmenin bir sonucu degil. Hedeflerine
odaklanan teröristler her zaman sinirlari geçmeyi basarmistir. Burada yeni olan, iletisim ve ulasimda yasanan gelismelerin teröristlerin strateji ve taktiklerinde meydana getirdigi degisimdir. Bunun basinda teröristlerin mesajini kolaylikla
aktarabilmesine olanak veren medya devrimi gelir. Bati, medya üzerindeki
tekelini yitirmistir bu nedenle
olaylar birçok perspektiften anlatilabilir hale gelmistir. Günümüzde insanlar sadece bilgiye erisebildigi gibi baskalarinin duygularindan da haberdar
olmaktadir. Amerikan dizilerinin dünyanin en ücra köselerine ulasmasiyla fakirler zenginlerin nasil yasadigini ögrenmistir. Bunun sonucunda dünya zenginlerinin fakirleri yok saymalari
katlanarak zorlasmistir. Zengin dünyaya adim atabilmek adina
sayisiz insan denizleri ve yüksek duvarlari asmaya baslamis, evinde kalmaya karar verenler ise
kendilerini yoksayan zengin kesime büyük bir nefret duymaya baslamistir.
Seffaflasan dünyada fakirler, zengin dünyaya sirtlarini dönemedigi gibi zenginler de inkar etme ayricaligindan mahrum olmustur. Zenginler gelismekte olan
dünyada yasanan felaketleri görmezden
gelmeyi seçebilirler ancak bu bilinçli sekilde verilmesi gereken bir karardir ve kendilerini dogrudan ilgilendiren sonuçlari vardir.
Teolojist Bonhoeffer’in dedigi gibi “Eylemsizlik eylemdir”. Günümüzde dünyada yasanan sikintilari azaltmak için eylemsiz
kalmak esasen bir çesit müdaheledir.
Eskiden Bati
ile Dogu restlestiginde düsman tekti, tanimlanmasi kolaydi ve dahasi analiz etmesi, caydirilmasi
ve müzakere edilmesi mümkündü. Artik hersey çok farkli. Düsman artik
sadece kültürel ve dini olarak farkli degil, tarihi ve siyasi dayanaklari da degisik olan bir
dönemden geldigi izlenimini veriyor.
Siddettin terörizm yoluyla özellesmesi, çogu çatismanin harici degil de dahili olmasi, terörist
tehditlerin öngörülemezligi ve
küresel isinma gibi siyaset disi tehditlerin çogalmasi, güvensizlik, tehlikeye açik olma ve
korku hislerini güçlendirdi. Bati’da insanlarin kendilerine sürekli
sordugu soru “Çocuklarima
nasil bir dünya birakacagim?”. Nüfus
patlamasi, kaynak ve enerji kitliklari küresel çagda gerilimlere ve hatta hayatta kalma adina
savaslara mi sahne olacak?
20. yüzyili
“Amerika’nin ve ideolojilerin asri” olarak özetlersek sanirim 21. yy “Asya’nin
ve kimliklerin asri” olacagini söylemek
yanlis olmaz. Ideolojiden kimlige ve Bati’dan Dogu’ya yasanan eszamanli geçis, duygularin
herzamankinden daha ön planda olacaginin habercisi.
20. yy
dünyasi çatisan
ideolojik siyasi modellerle tanimlaniyordu. Günümüzde ideolojilerin yerini
kimlik edinme gayreti almistir. Herkesin birbiriyle baglantida oldugu
küresellesme çaginda
birey “Ben tekim, ben farkliyim ve gerekirse dünya beni taniyana kadar
mücadele etmeye hazirim” demektedir. Siyasi inanis ve düsüncelerle
tanimlanma dönemi sona erdi. Artik kendi özümüzü nasil algiladigimiz, basarilarimizla
kazandigimiz
güven ve baskalarindan
gördügümüz
(veya göremedigimiz)
saygi ile farklilasiyoruz.
Duygular ise
özümüzü ve baskalarini nasil
algiladigimiz ve onlarin bizi nasil
algiladigi noktasinda devreye
giriyor. Duygular ayni zamanda aynadaki yansima ve o yansimayi nasil
gördügümüzle ilgili. Ötekinden
korkabiliriz, öteki tarafindan asagilanabiliriz ve hatta umut söz konusuysa baskalarinin basarilarindan ilham alabiliriz. Böylesine iç içe geçmis ve birbirine bagli duygular kimliklerin baskin oldugu dünyamizi gerçekten anlayabilmenin anahtari durumunda.
Ünlü filozof
Spinoza’nin en çok odaklandigi iki
duygu korku ve umuttu. Her ikisi de gelecege dair belirsizlikle baglantilidir. Ölçülü korku
hayatta kalmak için elzemdir. Umut ise yasami atesleyen, ona enerji verendir. Çok küçük miktarlarda asagilanma bile
bireyin daha iyisini basarma istegini tetikleyebilir. Fakat umut olmaksizin yasanan asagilanmislik yok edicidir. Öte yandan belki de en
korkunç sosyal kombinasyon, asiri korku
ve asiri asagilanmanin
umutsuzlukla birlikteligidir. Bu
kombinasyon gerilimlerin ve istikrarsizligin en uç noktasini teskil eder.
DUYGULARIN HARITASINI ÇIKARMAK
Sanirim herkes
duygularin insan davranislarinda
belirleyici oldugu konusunda
hemfikirdir. Hatta kimlik arayisinin tetikledigi duygusal çatismalarin günümüz jeopolitigini etkileme gücü oldugunu da söylemek
mümkün. Fakat duygularla jeopolitik restlesmeler arasindaki somut baglanti nedir? Duygular hakkinda genellemeler
yapmanin ötesine geçip dünya sahnesindeki olanlari anlamamiza
yardimci olacak davranis egilimlerini tespit etmek mümkün mü?
Bence mümkün ve
bu egilimleri tespit etmenin
belki de en iyi yolu duygularin haritasini çikarmaktir. Böyle bir harita
olusturmak için kamuoyu arastirmalari, siyasi liderlerin söylemleri ve
(kitap, film gibi) kültürel eserler gibi çok farkli etmenleri bir araya
getirebilmek gerekiyor. Bunun gibi göstergelerle belki de en soyut konularin basinda gelen duygulari tarafsiz ve belki
de “bilimsel” bir yaklasimla incelemek
mümkün olabilir.
Dogal
kaynaklari veya çikarlari haritalamak elbette çok daha
kolay. Hatta bir ara jeopolitika herseyin cografya tarafindan belirlendigi inanisina dayaniyordu. Bazi sözü geçen politikacilarin
elinde bu kavram fazla basitlestirildi. Devlet
adamlarinin toprak kontrolünü ulusal hedef haline getirmesi ve savas açmak için bir gerekçe olarak kabul
etmesi, 2. Dünya Savasi sonrasinda
Avrupa’nin yerle bir olmasina neden oldu.
Evet, cografya önemlidir ancak tek belirleyici
unsur olamaz. Fransiz filozof Bodin 16. yy'da günümüzde bile faydalandigimiz “iklimler kuramini” ortaya
atmistir. Siyasi rejimler halen
kismen de olsa iklimsel ve cografik
unsurlarla sekillenmekte. Örnegin Protestan etiginin daha soguk iklimlerde
baskin oldugunu
söyleyebiliriz. Fakat Singapur ideal bir karsit örnektir. Burada sicak ve nemli havaya ragmen çaliskanlik etiginin ne kadar
güçlü oldugunu
görebiliriz. Her türlü belirleyicilik halinde yani determinizmde oldugu gibi cografik determinizm de insan davranislarinin karmasikligini açiklamakta yetersiz kalmaktadir.
Cografyanin davranislari etkiledigini dair temel
bir varsayim yürüteceksek, asiri basitlestirmeden ve kati determinizmden siddetle kaçinmamiz gerekiyor. Fakat dünyayi,
duygulari hiçe sayarak analiz edersek siyasi yasamin elzem etmenlerinden birini gözardi etmis oluruz. Örnegin duygusal boyutunu idrak etmeden Israil-Filistin çatismasini anlamamiz olanaksiz.
Elbette çatisma nedeninin
toprak, güvenlik ve egemenlik etrafinda döndügünü biliyoruz ancak ortada büyük bir duygu yogunlugu da var. Filistinlilere göre Israil, Avrupa tarafindan gökyüzünden üstlerine atilmis bir felaket.
Avrupa’da
soykirima ugramis bir toplulugun torunlari böyle bir söylemi kabullenmekte
zorlanacaktir süphesiz ancak
karsilarindakinin durumunu,
motivasyonlarini ve endiselerini anlamak
istiyorlarsa bunu da dikkate almak durumundalar. Duygulari birbirine bu kadar
zit iki toplum nasil bir araya getirilir? Israilliler kendi devletlerini mesru olarak gördügü halde
Araplara sorarsaniz bu, Bati emperyalizminin baslarina ördügü bir
çorap.
Israil-Filistin çatismasi bana göre bu kitapta anlattigim iki ana duygunun (asagilanmislik ve korku) arketipik karsilasmasi gibi.
Avrupa’nin anti-semitik ve sömürgeci politikalarindan duydugu suçlulugun güdümündeki bu trajik karsilasma kadar duygu
yüklü birsey olamaz. Çözülmedigi takdirde Israil-Filistin çatismasi Bati ile
Arap Islam dünyasi arasinda
iliskilerin simgesi haline
gelebilir. Bati kendisini Arap-Islami
radikallerle arasinda devam eden korku- asagilanmislik döngüsünden basarili sekilde
siyiramazsa ciddi bir çöküse
sürüklenebilir.
Peki umut
nerede? Ben umudu Asya’da gördüm. Asya ile dünyanin geri kalani arasindaki
hâlet-i ruhiye farki çok büyük ve büyümeye devam ediyor. 2008 Dünya Ekonomi
Zirvesinde Batili temsilcilerin kasvetli haliyle Asyali muadillerinin özgüveni
arasindaki fark çok belirgindi. “Amerika hapsirdiginda dünya grip
olur” söylemi burada yeni bir sekle büründü: “Amerika zatürre oldugunda Çin ve Hindistan hapsirir”. Halen devam etmekte olan küresel ekonomik kriz elbette
Asya’yi etkilemistir ancak
Asyalilarin sahip oldugu “umut
hissi” bu sorunlarin üstesinden çok daha
hizli geleceklerine isaret ediyor.
DUYGULAR MEDENIYETLERE
KARSI
Bazilarina göre
uluslar arasinda meydana gelen çatismalari açiklamak
için duygular yerine daha kapsamli kültürel yapilara bakmak gerekiyor. Bu
inancin bas savunucusu
muhtemelen Samuel Huntington’dur. 1993 tarihli ünlü yazisinda
Huntington medeniyetler çatismasinin dünya
siyasi arenasini ele geçirecegini, kültür,
ulusal çikarlar ve siyasi ideolojinin jeopolitik bir fay hatti
olacagini iddia etmisti. Huntington’in kuramina daima temkinli
yaklasmisimdir. Kanimca Sovyetlerin çöküsüyle ABD dis politikasina
odak kazandirmak adina yeni bir düsman yaratma arayisina giren
Huntington, kültür unsurunu gayet tehlikeli bir biçimde karistirarak siyasi kültüre sosyal ve dini inanislari da katmistir. Asya’da yasayan sayisiz
insan, demokrasi gibi Bati degerlerinin
evrensel uygulanabilirligini savunmuyor
mu sizce? O halde kültürel fay hatlarinin esasinda siyasi ve ideolojik fay
hatlari oldugu söylemi ne
kadar mantikli olabilir?
Bu bir yana,
Asya ve Islam
dünyasi arasinda Huntington’in iddia ettigi gibi bir ittifaka dair herhangi bir emare de yok. Tam tersine
Hindistan ve Çin uluslararasi arenada sorumsuz ve tehlikeli
devrimciler olmaktan çok uzak, tatmin olmus statüko güçler gibi hareket etmektedir. Gerçek devrimci
güçler aslinda Putin’in Rusya’si ile Bush II’nin ABD’si olmustur ve bu rejimlerin devrimci niteligi kültürel degil, duygusal özelliktedir. Bir tarafta Rusya’nin Soguk Savas sonrasi hissettigi asagilanmislik duygusundan silkinmesi ve kendine tekrar güvenmeye baslamasi; diger yanda büyük olasilikla girdigi derin bir kimlik krizinin yansimasi olarak
ABD’nin askeri gücüne dayanarak demokratik idealleri pesinde girdigi asiri özgüven hali. Demokrasi kisvesi
altinda Orta Dogu’da düzeni degistirmek isteyen
ABD ile kendi imparatorluk statüsünü geri kazanma sevdasiyla Kafkas
haritasini bastan yaratma
niyetindeki Rusya. Iki tarafin da
aslinda kabul etmek isteyeceklerinden çok fazla ortak yani bulunmakta.
KENDI VE ÖTEKI
Duygulara yogunlasmaktaki
esas amacim yeni bir gerçekligin altini çizmek: Küresellesme çaginda “Öteki” ile
olan iliskiler
her zamankinden daha önemli hale geldi.
Avrupa
tarihinde 18.yy’a kadar “Öteki”lerin sayisi o kadar azdi ki bunlar bir merak
konusu, koruma altina alinmasi gereken nadide örnekler olarak görülüyordu.
19.yy boyunca ve hatta 20.yy’in ilk dönemine kadar mutlak Öteki artik bir merak
konusu olmaktan çikmisti ancak
yine de kendi kimligimizi
sorgulayacak mertebeye ulasmamisti. Soguk Savas döneminde
Bati için mutlak Öteki, Komünist sistemdi. Günümüzdeyse Öteki
sadece Batili olmayan bir kültürden degil ayni zamanda sanki baska bir yüzyildan gelmekte. Bu Öteki sadece eskiden tanik oldugumuz dinsel hösgörüsüzlük ve savasçi geçmisimizi çagristirmakla
kalmiyor belki de gelecegimize de cisim
kazandiriyor. Dün, Batililara göre Batili olmayanlarin basarili olmasinda tek yol
Batili modeli benimsemekti; kendi geleneklerine takilip kalarak
ilerleyemezlerdi. Bugün Doguya bakan
Batililar kendi kontrolleri disinda gelismesi hayli muhtemel bir gelecege de bakiyor olabilir.
Karsisinda bir rakip olarak Asya ve bir tehdit
olarak köktendinciligi bulan Bati,
büyük bir kimlik bunalimina girmistir. Küresellesme çaginda Öteki ile olan iliskiler o kadar önem kazandi ki
Bati kendi özünü yeniden tanimlamaya mecbur kaldi. Biz kimiz?
Bizi bu kadar özel kilan nedir? Bu is, paralel dünyalarda yasamayi ögrenmis bir Hintli veya Çinliye kiyasla, dünyayi “ben” ve
“öteki” olarak siniflandirmaya fazlasiyla alismis Bati için
hiç de kolay degil.
Batida görmeye
alisik oldugumuz göreceli homojenlik (türdeslik) halinin tersine Asyali kimliginin melez dogasi zitlasmalarin hüküm
sürdügü dünya
düzenine çok daha kolay uyum saglayacak özellikte.
Bati’da kendimizi halen “merkezde” görme egilimindeyiz ve öz kimligimiz Asyalilara göre çok daha kirilgan. Asyalilar öz
kimliklerini kaybetmeden Batili gibi olmaya devam ediyorlar.
DUYGU
HARITASINI ÇIKARMANIN
ZORLUGU
Duygulari,
küresel çatismalari anlamakta
kullanmanin bir baska zorlugu, duygularin fazlasiyla öznel oldugu inancidir. Bu yaklasim uluslararasi iliskiler alaninda
mevcut bilimsel-pozitivist ruh halini güçlü bir sekilde yansitmaktadir. Bu yaklasimi anlamak güç degil. Dünya daha da karmasiklastikça uluslararasi sisteme daha da yukaridan bakabilecek
bilimsel bir mercek takma egilimi
güçlenmektedir. Etik açidan bakarsak “politika
odakli” olmayi reddetme istegi o kadar anlasilmaz degil. Arastirmacilar, Irak meselesi gibi gündelik gerçeklerle
kirlenmekten siddetle
kaçinmaktadir ancak bu yaklasim gerçek dünya
ile alakasizlasma tehlikesini
de beraberinde getirmektedir. Günümüzde popülerligi zirve yapmis nicel
analiz kuramlarinin soyutluguyla güven
tazeliyor olabilir ancak büyük sorunlara deginmekten bu kadar kaçinmak ne kadar mantikli? Isin asli su ki öznel gerçekler jeopolitikayi anlamak için kesinlikle
çok gereklidir.
Cografik haritalara bir bakin; hersey ne kadar da nesnel. Daglar kahverengi, ovalar yesil, denizler mavi. Öte yandan siyasi ve
ekonomik haritalar dogal
gerçekliklerden öte öznel kurgular, hatta hükümetlerin elindeki
gereçlerdir. Arap haritalarinda Israil’i
göremezken Yunan haritalarinda Kibris tek ülke, Türk haritalarindaysa
ikiye bölünmüs gösterilir.
Demografik bilgilerin daha öznel oldugu söylenebilir ancak bu verilere bile siyasi amaçlar ugruna “ayar çekildigi” bilinmektedir.
Siyasi
rejimlerin haritasini çikarmak daha güçtür. Savaslar ve ittifaklar, ortaya çikan veya yok olan devletler
nedeniyle haritalar tarih boyunca degisip durmustur. Soguk Savas dönemine geldigimizde dünya haritasi basitligiyle güven telkin ediyordu ve 1945-1989 arasi dönemde neredeyse
hiç degismedi. Iki blok
vardi ve dünyanin kalani “Baglantisizlar” olarak addediliyordu. Sovyet Blogu kirmizi, Atlantik Ittifaki mavi olarak resmedilirdi. Birçok
nedenden ötürü Soguk Savastan beri haritalar yine hizla degisme egilimine girmistir. Birincisi ortaya çok sayida yeni
devlet çikti. Ikincisi
bir ülkenin tarafini belirleyecek kriterlerin belirsizligidir. Örnegin Rusya’yi hangi kefeye koyabiliriz? Kültürel
olarak mantikli sayilabilecek Bati Avrupa tarafina mi, yoksa
siyasi egilimini temsil eden Dogu Asya tarafina mi? Peki demokrasiler seçim
sisteminin özelliklerine göre mi tanimlanmali? Siniflandirmaya din dahil
edilmeli mi? Hristiyanligin
büyük ölçüde popülerlik kaybettigi Avrupa’da
dine dayali bir haritanin ne kadar anlami olabilir?
Kesin olan birsey var ki bilim çevrelerinin o kadar
güven duydugu nesnel
kriterler bile esasinda sanildigindan çok
daha öznel olabilmekte. Bununla birlikte, kimse duygularin
haritasini çikarmanin kolay oldugunu söyleyemez.
Geleneksel siyasi haritalari olusturmak bu
kadar zorlasmisken duygularin haritasini çikarmak bir
hayal, belki de tehlikeli bir yanilsama bile olabilir.
Duygulara bir
renk atamak bile problem olabilir. Duygular ne renk olabilir ki? Renkler
kültürlere göre büyük farklilik gösterir. Islam’la iliskilendirildigi için asagilanmislik yesil mi olmali? Korku kirmizi, mavi umut mu olmali? Bazi milletlerde
kederin rengi siyah, bazilarindaysa beyazdir. Herhalde duygular dünyasinin o
çok ince farklarini temsil eden renkleri yakalamak için dahi bir ressam olmak
bile yetmezdi.
Duygularin
haritasini çikarmanin bir baska zorlugu da cografyanin giderek artan göreceliligidir. Birçogumuz için cografya bahtimiza düsen bir gerçeklikten öte bir seçimdir. Birlesik Arap Emirliklerini düsünün. Cografik olarak Orta Dogu’da
olduklari tartisilmaz ancak
ruhsal, ekonomik ve duygusal olarak umudun hüküm sürdügü Asya’dalar. Dünyanin en yüksek binasina ev sahipligi yapan Dubai’yi bir düsünün. Olumsuz taraflari olsa da
Emirlikler’de yasanan degisime
saygi duymak gerekir. Insan iradesi
bir yana burada olanlar, Islam ve
modernitenin bir arada var olabildiginin göstergesidir.
Israil sihirli bir degnekle havalanip Orta Dogu’yu terk etse
Asya veya Avrupa’nin parçasi olmak isteyen pek çok Israilli fazlasiyla mutlu olurdu. Aslina
bakilirsa 2006 yilinda Almanya’ya göç eden Israillilerin sayisi iki kat artarak 4000’i geçmistir. Yasanan beyin göçü ülke için ciddi bir sorun teskil etmektedir. Fakat bu rakam Filistin,
Lübnan ve Irak’ta yasanan göçlerle
karsilastirildiginda önemsiz kalmaktadir. Irak’ta ülke disina kaçan veya güvenlik nedeniyle yer degistiren
insanlarin sayisi 4 milyona yaklasmaktadir. Yasanan bu cografik yer degistirme sadece
demografik degil
ayni zamanda duygusaldir da. Orta Dogu sadece insan degil
tutkularini da ihraç eder hale geldi.
Körfez ülkelerinin “Asyalilasmasi” ne kadar gerçekse Asya Islaminin “Araplasmasi” da o kadar gerçektir. Orta Dogu kökenli radikal duygular son 15 yildir Asya’nin Müslüman
kisimlarinda kök salmakta. Bu Araplasma akimi,
terörist gruplara finansman olusturmakta birçok
bölgede hösgörüsüzlügü körüklemektedir. Islamin radikallesmesi uluslarasi arenada kaygi uyandirmaktadir.
Araplasma, Asya’da görülen Islami köktendinciligin tek sorumlusu degil elbette. Bu
devinimden Güney Asya’nin kendisi de sorumlu. Tamamen dine
dayali bir ülke olan Pakistan, Islamiyetin merkezi olma yolunda. Biri Asya’da yeseren, digeri Orta Dogu’dan ithal
edilen ve her ikisinin birbirini destekledigi Islamilesme hareketi her an patlamaya hazir bir bomba
adeta. Orta Dogululasma tabii ki Asya ile sinirli degil. Hindistan merkezli bir terörist aginin Ingiltere ve Ispanya’da
gerçeklestirdigi saldirilar Bati’nin bu isten muaf olmadigini gösterdigi gibi
demokrasilerin öfkeli azinliklari bile durdurmaya yeterli olmadigini isaret ediyor.
Dünyanin bazi
bölgelerinin Orta Dogululastigini fark
etmek bir sey, dünyaya
sadece böyle bir mercekten bakmak baska bir sey. Basitlestirilmis genellemeler
ve cevaplarla dünyanin dramatik karmasikliklarini anlamak
söz konusu olamaz. Duygularin haritasini çikarmayi bu kadar zorlastiran sadece güçlü akintilar ve karsilikli etkilesimlerin varligi degil, korku, umut ve asagilanmislik duygularinin dünyanin her yerinde belli
oranlarda mevcut olmasidir. Bu isi bu kadar zorlastiran baska bir unsur Asya, Orta Dogu ve Bati gibi cografik kavramlarin yapay kurgulardan ibaret
olmasidir. Asya kavrami Bati icadidir. Japonlar kendilerini
Asyali görmedigi gibi Asya’nin
büyük çogunlugu onlardan nefret eder. Hindistan, Avrupa ile
Çin ve de Budizm ile Islam arasinda
bir ara bölge gibidir. Peki kendini medeniyetin merkezi olarak gören Çin’e
ne demeli?
Bati
kavrami bile Amerika ve Avrupa olmak üzere ikiye bölünmüs halde.
Onlari birlestiren
en güçlü nokta kültürel ve siyasi olarak yabancilasma tehlikesiyle karsi karsiya
olmalari. Öte yandan Orta Dogu’nun da Cezayir’den Pakistan’a kadar genisledigini
söylemek mümkün ancak bununla birlikte her zamankinden daha bölünmüs bir
gerçeklik olarak karsimizda. Iran,
Araplar’dan uzak durdugu gibi Türkler’e de mesafelidir. Türkiye kuskusuz
Asya cografyasinda.
Birçok Avrupali tarafindan Asyali Müslümanlar olarak algilanan Türk
elitleri ise kendilerini Avrupali olarak görmekte ve AB’ye girmek istemektedir.
DUYGULAR
NEDEN BU KADAR ÖNEMLI?
Dünyayi
duygusal olarak gruplara ayirmanin zorluklari tek kelimeyle
devasadir. Ancak baskin duygularin resmedildigi bir harita yaratmaya çalismak yine de mümkün. Her yer grinin tonlarindan
ibaret olsa bile griler Asya’da açik, Bati’da biraz daha koyu tonlarda; Orta Dogunun bazi yerlerinde ise neredeyse
siyaha çaliyor diyebiliriz. Hükümetlerin görevlerinden biri halklarinin
duygularina kulak vermek, olumlu duygulari degerlendirmek, olumsuzlari kontrol altina almak veya degistirmektir.
Bunlari yapabilmenin tek yolu halkin ne hissettigini anlamaktan geçer.
Mevsimler gibi
duygular da döngüler halindedir. Bu döngüler kültürlere, dünya gündemine,
siyasi ve ekonomik gelismelere göre
uzun veya kisa olabilir. Duygular bir toplumun kendine duydugu özgüveni temsil eder. Özgüven seviyesi
de bir toplumun krizle basa çikabilme,
zorluklarin üstesinden gelme veya degisen durumlara
uyum gösterme becerisini belirler. Iste bu nedenlerden ötürü, Çin veya Hindistan’in mevcut
küresel ekonomik krizden en çabuk kurtulanlar olacagina inaniyorum.
Daha da
önemlisi duygular degisebilir. Korku, Obama’nin baskanlik koltuguna gelmesi gibi bir olayla yerini umuda birakabilir. Öte
yandan Fransiz is çevrelerinde
hüküm süren karamsarlik hali, politikacilarin olumlu konusmalarindan hiç mi
hiç etkilenmeyebilir.
Iste bu gerçekler duygulari jeopolitik
arenada analiz etme istegimin temelini
olusturuyor.
Duygular önemlidir. Duygular insanlarin tutumlarini, kültürler
arasi iliskileri ve
uluslarin davranislarini etkiler.
Kimse duygulari görmezden gelme lüksüne sahip degildir. Duygularin haritasini çikarma denemesi riskli bir girisim olabilir ancak duygulari yoksaymak
daha da tehlikelidir.
2- UMUT KÜLTÜRÜ
Bati’da umudun
iki anlami vardir. Ilki, dini
anlamda insanligin
günahkarliktan kurtulmasi, ikincisi laik anlamda kisinin kimligine güvenerek
dünyanin geri kalaniyla olumlu iliskiler içinde
olmasi. Umut vazgeçmenin tersidir; kisiyi baskalarina dogru iten ve karsisindakinden
korkmadan kendinden ne kadar farkli oldugunu kabul edebilmesini saglayan bir çesit güven
hissidir. Umudun Hristiyan Bati’dan büyük ölçüde panteist Dogu’ya kaymis olmasi ardinda alinmasi gereken bir ders var mi?
Umut sadece Dogu’ya kaymakla kalmadi, dini
yanini giderek yitirmesiyle daha laik bir anlam kazandi. 21.yy’da umut,
ahiretten önce, hemen simdi, fani
dünyada daha iyi bir noktaya gelmekle ilgili. Geleneksel olarak reenkarnasyona
inanan bu kadar insan olmasina ragmen Asyalilar
sanki Protestan etiginin etkisi
altinda, mevcut hayatlarinda olabildigince basarili olma pesinde. Günümüzde umut, ekonomik ve sosyal güç kazanmak anlamina
geliyor ve mevcut duragi Asya.
En önemlisi, Asyalilarin sadece Bati’ya yetisme pesinde
olmasi degil, bunu basaracaklarina inaniyor olmalari.
ASYA’DA UMUT RÜZGÂRLARI
Son 20 yildir
Çin ve Hindistan ekonomik anlamda yilda %10 büyüyor. “Çindistan” terimi Hintli
gazeteci ve politikaci J. Ramesh tarafindan Asya’nin iki devini tanimlamak
için ortaya atildi. Elbette kullanisli ancak ayni zamanda fazlasiyla çeliskili de bir tanim. Çin ve Hindistan ekonomik
olarak ayni agirlikta degil. Nüfus, GSYIH gibi göstergelerle ölçüldügünde Çin’in Hindistan’dan iki kat güçlü oldugunu görürüz. Ancak her iki ülkede de
yoksulluktan orta sinifa terfi eden 350’ser milyon insani düsünürsek karsimizda dünyanin en büyük yeni
gücünü görürüz. Uluslararasi arenada ekonomik ve hatta stratejik dengeleri degistiren 700
milyonu askin insan.
Dolayisiyla Çindistan iki ülkenin toplam nüfusunu kastetmekten ziyade, sinif atlayan bu 700 milyon insan anlamina geliyor. Buradaki en
önemli soru bu
kesimin, ülkelerinde büyük yoksulluk ve adaletsizlik içinde yasayan yüzmilyonlari ileriye tasiyacak güçte bir lokomotif olup olamayacagi.
Genel anlamda
Çindistan, kendilerini dünyaya açacak derecede güçlü ve
özgüvenli hisseden birbirinden çok farkli iki medeniyeti kastediyor.
Bununla birlikte Çindistan’daki özgüvenin gayet seçici oldugu söylenebilir. Örnegin Çin’de özgüven siyasi arenaya uzanmiyor çünkü ülkeyi
yönetenler özgürlük ve demokrasinin gerçek anlamini bilmedigi gibi hem komünizme hem de
demokrasiye karsi gösterdikleri çeliskili baglilik en hafif tabirle tutarsiz. Aslinda Çin’de iki çesit milliyetçiligin varligindan söz
edilebilir: bir yanda imparatorlugu tehdit eden
tüm sesleri susturan “savunmaci milliyetçilik” diger yanda iyimserlik ve güvenle parildayan “olumlu
milliyetçilik”. Çindistan’in özgüveni büyük yoksul nüfüsu
kucaklamakta basarisiz. Bu insanlarin iki ülkede hakim olan
ruh hali üzerinde bir etkileri yok ancak kendilerini asiri çaresiz hissederlerse tüm bölgedeki olumlu havayi bir
anda silip atabilirler.
Bununla
birlikte yükselen azinligin ilerleme
hissi, yoksul çogunlugun öfke ve açligindan üstün oldugu
sürece Çin’deki umut kültürü devam edecek ve bu havayi bölgeye
ihraç etmeyi sürdürecektir (örn. ASEAN üyesi ülkeler). Fakat bütün kitayi
tek bir mercekten analiz etmek biraz kiskirtici ve hatta basit kalabilir. Kitada ciddiye
alinmasi gereken bazi uyari isaretleri de yok degil. Birincisi
Asya kavraminin bir Bati icadi olusu. Asyalilar kendine Asyali demedigi gibi kendilerini öyle bile görmüyorlar – en
azindan Avrupalilarin kendilerini Avrupali gördügü kadar. Ikincisi umut
kültürünün tüm Asya ülkelerinde hakim olmayisi. Japonya umudun bir adim ötesine geçmisken Pakistan ve Filipinler gibi bazi ülkeler
henüz o noktadan çok uzak. Örnegin Pakistan
dünyanin en çeliskili ve
sorunlu ülkelerinden biri. Elitler ve küçük orta sinif arasinda bir
istikamet emaresi olsa da genel anlamda ülke her an patlayacak saatli bir
bomba gibi. Öyleyse en bastan bilinmesi
gereken su ki,
Asya’yi umut kitasi olarak tanimlamak biraz tek tarafli ve
abartili ancak özünde de dogru.
ÇIN – ORTA IMPARATORLUGUN
DÖNÜSÜ
Umudun kitasi
Asya dedigimizde akla ilk gelen
elbette Çin ve Hindistan’dir. Devasa nüfuslu bu iki ülkenin büyük
eksiklikliklerine ragmen bu kadar
yol katetmesi gerçekten hayranlik uyandiricidir. Çin’e baktigimizda geçmisteki ihtisamlari ve
bugün yakaladiklari basari çizgisiyle
inanilmaz derecede gurur duyduklarini ve bunun bir güven hissi tesis ettigini görürüz.
Çin daima
nüfusu kalabalik bir ülke olmustur. Bunun bir
sonucu olarak sosyal ve ekonomik karmasa korkusu her zaman Çinli liderlerin birinci gündem maddesi,
hatta takintisi olmustur. Buna tepki
olarak kurduklari sistem bireyleri kollektif bir mantiga boyun egmeye zorlamistir. Çin’in
boyutu, ulusal psikolojisini baska bir anlamda
da etkilemistir. Çin
kendini Orta Imparatorluk
olarak algilamakla kendini sadece dünyanin degil evrenin de merkezi olarak kabul etmektedir. Böylesi büyük
bir özgüven sayesinde varligini sürdürmek
için, örnegin Rusya gibi
genisleme zorunlulugu hissetmedi. Çin elbette genisledi ama bunun itici gücü askeri kuvvet
degil, nüfus yogunluguydu. Bu egilimi bugün
bile görmek mümkün. Gayri resmi rakamlara göre sadece
Kazakistan’da çogu tüccar 300
bin Çinli ikamet etmekte. Nüfus kozunun kültürel bir boyutu da
var. Çin’in dünya çapindaki etkisi dünyanin her kösesinde yayilmis milyonlarca etnik Çinliyle katlanmakta. Pekin etkisini
arttirmak ve yeni is anlasmalari yaratmak için Çin
diasporasindan etkin biçimde faydalanmakta.
Öyleyse, sadece
toprak genisletmek
anlaminda konusursak, birçok
Batili uzmanin dillendirdigi gibi
günümüz Çin’i ile 19.yy sonu Almanya’sini karsilastirmak o kadar
da uygun düsmüyor. Çin,
Hindistan ve Japonya arasindaki rekabet Ingiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’nin zamaninda Avrupa’yi sekillendirdigi gibi Asya’yi sekillendirmeyecek.
Yine, bazi Batili yorumcularin inançlarinin aksine
Asyalilar milliyetçilikle körüklenen savaslarla kendilerini paralamayacak da. Dönemin Almanya’si eszamanli olarak gereginden fazla özgüven sahibi ve bir o
kadar da güven yoksunuydu. Çin ise su anda asiri özgüvenli
olmaktan uzak, asmasi gereken
büyük zorluklarin ve zayifliklarinin fazlasiyla farkinda. Çinliler zamanin
kendi lehlerine isledigine inaniyor ve bu inanç 11 Eylül
olaylari akabinde ABD’nin terörizme verdigi tepkiyle pekisti. Çin’e
göre Bush, ABD’nin yumusak gücüne zarar
vermekle kalmadi, demokrasi ve insan haklari kavramlarina duyulan süpheyle birlikte Çin’in kendi
yumusak güç anlayisi daha da destek kazandi.
Rusya ve Çin
gibi ekonomik olarak basarili fakat
demokratik olmayan ülkelerin yükselisi, Pekin’de bu kendilerine has otoriter yaklasimin modernlesme yolunda kayda deger bir
alternatif oldugu
inancini arttirdi. Çin, Afrika kitasi ile olan iliskilerinde de bunun
altini sürekli çiziyor. Afrika ülkelerine olan yaklasimlarini özetlemek
gerekirse: “Avrupali ve Amerikalilarin aksine biz demokrasi ve insan
haklariyla ilgili riyakar dersler vermeye gelen eski bir sömürge gücü degiliz. Büyümeye devam etmek için bize sizin
kaynaklariniz, size de büyümeye baslamak için
bizim paramiz lazim. Ortak çikarlarimiz için birlikte çalisalim.”
Bununla
birlikte Çin orta ve üst siniflarinin Batili bir yasam tarzi sürmek istedigi anlasiliyor. Belki
de dünyanin karsi karsiya kaldigi en büyük ekonomik, ekolojik ve belki de siyasi problem 1,3
milyon Çinlinin Batililar gibi yönetilmeden onlar gibi yasamak istiyor olmalaridir. Bati müzigini, filmlerini ve giysilerini çok
seviyorlar ancak tam olarak ne olmak istediklerini bilmeseler de Batililar gibi
olmak istemiyorlar.
Buradaki en
önemli sorulardan biri Çin’in ikircikli ve melez yaklasiminin gerçekçi olup olmadigi. Kisa vadede basarili olmayi sürdürebilir
ancak uzun vadede ufukta sorunlar görünüyor. Çin’in hukukun üstünlügüne ve de kararli bir merkantalist
zihniyete siddetle
ihtiyaci var. Hukuksuzlugun dogurdugu yolsuzluk furyasi 2008’deki depremde binlerce çocugun uygunsuz insa edilmis olan okul
binalari göçüklerinde can vermesinin bas sorumlusudur. Çin rejiminin bu kendini begenmisligi
uluslararasi arenada da problem yaratiyor. Bunlarin arasinda
Burmali generallere müsama gösterilmesi, Myanmar üzerinde etkili
olabilecek tek güçken yeterince etkin davranmamasi ve Iran’la olan iliskileri sayilabilir. Öte yandan müdahele etmemeye
dayali kisa vadeli hesaplarin ürünü olan politikalar Çin’in
Sudan’da el Besir, Zimbabve’de
Mugabe gibi dünyanin önde giden zulümcü liderleriyle isbirligi yapmasiyla sonuçlandi. Eger istikrarli kalacak ve dünya meselelerinde etkin bir
görev üstlenecekse Çin’in en kisa sürede
kamu çikarlarini ön planda tutan bir elit kesime sahip olmasi gerekiyor.
Buna ragmen Çin’in yeni üstlendigi role isinmaya basladigina dair bazi küçük ipuçlari da var. Örnegin Hong Kong’un Çin’e iadesi
beklentilerin aksine çok daha “yumusak” oldu. Çin ayni zamanda Kuzey Kore nükleer
krizindeki pozitif tavriyla bu ülkenin çöküsüne engel oldu. Bir baska
boyutta, Sangay Grubunu
kurarak Çin Asya genelinde dengeleyici bir görev üstlendi.
Öyleyse Çin’i
sadece rahatsiz edici ve tehditkar bir varlik olarak algilamak büyük bir hata
olur. Bu ülkeyi demokrasiye olan bagliligiyla yargilamak da bir o kadar yanlistir. Demokratik hesap verilebilirligin ve hukukun üstünlügünün
olmamasi herkesten öte Çinliler için bir basagrisi. Batinin
siniflandirmalarini onlara dayatamayiz. Bati, kendi degerlerini unutmamak kosuluyla, Çinlilerin faaliyetlerini onlarin gözünden
ve çok-boyutlu bir sekilde ele
almak durumundadir.
Özgürlüklerin
ve bagimsiz bir
yargi sisteminin eksikligi Çin’in
uzun vadeli ekonomik büyümesi ve sürdürülebilir ekolojik gelisimi önündeki en büyük engel.
Fakat çogu Çinlinin
liderlerinden beklentileri farkli. Onlar maddi anlamda ilerlemek, daha iyi
evlerde oturmak ve yurtdisina seyahat etmek istiyor. Yokluk ve zorluk
içinde geçen bir asir sonunda Çinliler siyasi istikrar istiyor. Ama
ayni zamanda dogal
afetlerden, çevre kirliliginden ve hatta
rüsvetçi yerel yöneticilerin
zulmünden korunmak istiyorlar. Bu taleplerin siyasi sonuçlari olmasi
kaçinilmazdir. Asiri yavas da olsa siyasi degisime dair isaretler görmek mümkün ve bu disaridan gelen baskilarla degil içeriden, nüfuzunu giderek arttiran orta
sinifin talepleriyle oluyor.
Mevcut haliyle
hüküm süren ekonomik ilerleme ve siyasi duraganlik hali, umut oldugu sürece isleyecektir. Çünkü umut herseyden öte ekonomik büyüme pesinde israrla kosmak demektir.
GELISEN HINDISTAN
Eger Çin “geri döndü” diyorsak
Hindistan’in dünya sahnesinde ilk defa yer buldugunu söylemek yanlis olmaz. Hindistan, merkezi konumunu tekrar elde eden eski bir
imparatorluk yerine yeni bir ulus olarak görüyor kendini. Çin’in aksine
Hindistan’in büyük bir emperyal geçmisi yok ama
bu ülkenin de kendine has özellikleri var. Budist rahip Asoka’nin 2300 yil önce baslattigi hosgörü anlayisi Hindistan’i hem Çin’den hem
de dönemin Avrupa’sindan çok farkli kiliyor. Evet
Hindistan’daki çeliskiler Çin’deki
kadar derin ama bir o kadar da degisik. Hintliler
gayet hakli olarak demokrasileriyle gurur duyuyor ancak bu
gurur hissine Hint siyasetçilerinin beceriksizlik ve yolsuzluklarina karsi duyulan tiksinti ve bikkinlik duygusu
da eslik ediyor. Özgür
seçimler, bagimsiz
yargi ve hatta basin özgürlügü önemli ama tüm bunlar had safhadaki yolsuzlukla
geri planda kaliyor. Hint demokrasinin bir diger sorunu kendine özgü kast
sistemi. Siniflar arasi bölünmeye son vermek için Nehru döneminde atilan
adimlar ne yazik ki yavaslamis görünüyor. Bunun arkasinda siyasilerin
kararli olamamasi ve kapitalist üst sinifin doyumsuzlugu yatiyor. Hint zenginleri, yoksullari görmüyor bile. Hakim
olan yaklasim “Evet çok
yoksullar ama ne bekliyorsun? Hep böyleydi, en azindan simdi sayilari azaldi ve
açliktan ölmüyorlar” seklinde. Evet
Hindistan’da yoksulluk azaldi fakat Hint elitlerinin bu duruma karsi takindigi duyarsiz tavir endise verici.
Hindistan örneginde görüyoruz ki modernlesme otomatik olarak daha fazla esitligi beraberinde getirmiyor. Hatta bazi tatsiz gelenekleri de
hortlattigi söylenebilir (örn:
kiz ve erkek çocuklar arasindaki ayrimcilik). Modernlesme sanki siyaset sahnesinde milliyetçilik ve dinin
etkisini de arttiriyor gibi (örn: 2003’te 2000’i askin Müslümanin öldürülmesi ve 2008 Mumbai terör olaylari). Bu
sorunlar, ne laiklesmis Avrupa modeliyle ne de maddeci Çin
modeliyle çözülebilir. Dogru bir model
varsa en yakini herhalde laik ve mezhebe odaklanmayan dini sistem ve
kapsayici vatanseverligin hüküm sürdügü ABD modeli olacaktir. Fakat
Hindistan’da böyle bir etik oturtmak mümkün mü, bilinmez.
Karsilastiracak
olursak, çogulcu
Hindistan’in karmasik çesitliligi demokrasisinin istikrarli biçimde devam edebilmesinin
anahtardir. Öte yandan Çin’in merkezci yaradilisi onu çok daha etkin kilarken,
siyasi istikrarsizlik durumunda kolayca kaosa sürüklenmeye açik hale getiriyor.
Çinlilerin aksine Hintliler “gelismekte olan
dev” kimliklerine dair derin endiseler duymakta. Görünen o ki, yeni rolleri için
ihtiyaç duyulan güven hissini ekonomik dinamizm ve basarilari karsisinda dünyanin gösterdigi saygidan aliyorlar.
Eger Çin’in özgüveni
emperyal geçimisine dayaniyorsa
Hindistan’inki gelecege dair
vizyonundan geliyor. 25 yasin altinda 700
milyon, toplamda 1,1 milyarlik nüfusuyla Hindistan ister ekonomik ister sosyal
olsun hangi göstergeyi seçerseniz seçin yilda asagi yukari
%1 oraninda gelisiyor. Ancak
büyümeyi sürekli kilmak için Hindistan altyapisini gelistirmek, esitsizligin önüne
geçmek ve yolsuzluga son vermek
durumunda. Degisim, marjinallestirilmis kesimi
oyalamaya yettigi sürece umut
Hindistan’da hakimiyetini devam ettirecektir.
JAPON ISTISNASI
Simdi Japonya’nin neden Asya’nin
istisnasi oldugunu incelemek
için yolumuzdan biraz sapalim. Japonya, Asya ekonomik mucizesini ta 1960
ortalarinda yakalamis bir ülke.
1964 Olimpiyatlari Japonya rönesansinin baslangici sayilabilir. Çin ve Hindistan’a kiyasla
Japonya’yi anlamak Batili zihniyet için çok daha zor birsey. Japonya, modernligin Batililasmayla esit tutulamayacaginin en büyük kaniti. Japonya sadece Bati tarafindan
Asyali kabul edilir. II. Dünya Savasi üzerinden 60 yil geçse de Japonya halen komsulari tarafindan haz edilmeyen
bir ülkedir. Asya için fazla Batili ve Batililarin onlari tam
olarak anlamasina engel olacak derecede Asyali.
Japonya ile komsulari arasindaki mesafenin nedeni
elbette tarihsel gelismeler ve onun
kapanmayan yaralari. Japonya hiçbir zaman Almanya’nin komsulariyla savas sonrasi girdigi uzlasi süreci gibi bir girisimde bulunmadi. Acaba dini, kültürel ve
tarihsel nedenlerle Japonlar özür dilemeyi mi bilmiyor? Yoksa
Japonya’yi Almanya ile ayni kefeye sokmak mi hata? Ikisinin de bir nebze dogruluk payi var ancak ortada bir gerçek
daha var: Atom bombasi magduru ilk ve
tek ülke oldugundan Japonya,
savasta isledigi günahlarin bedelini fazlasiyla ödedigi kanaatinde.
Balkanlar hariç
Avrupa’nin büyük bölümü geçmisi geçmiste birakip Avrupa Birligi’nin tesisi için çaba harcama olgunlugunu gösterebilmistir. Buna karsin Asya
nüfusunun çogu için geçmisle yüzlesmek kolay degil ve bunu
yapmak için seçtikleri yöntemler çogu zaman seçici ve fazlasiyla çeliskili olmakta. Örnegin Çinliler her firsatta Japonya’nin
savas suçlarini gündeme
getirmeye gayret gösterirken kendi hatalarini görmezden gelme egilimindedir.
Umut ve korku
duygularini karsilastirmaya geldigimizde bile Japonya, Asya ve Bati’dan fazlasiyla ayri düsmekte. Japonlarin ulusal korkularini dogal felaketler olusturuyor. Deprem, tsunami (dev dalgalar) ve seller her an
kapilarini çalabilir. Avrupa’nin korkulari ise baskalarindan gelecek tehditlere yogunlasmis durumda.
Ancak Japonya’da hüküm süren korku duygusu bazi açilardan Bati’yla da örtüsüyor ve bu durum ülkeyi Asya’nin umut
kültüründen ayiriyor.
Japonya bugün
bile 1990’larda yasanan krizin
yaralarini tam olarak sarabilmis degil. Belki de Japonlar artik istikamet ve aidiyetlerinin
krizi içinde. Hiç hoslarina gitmese
de bildikleri iki sey var. Ilki Amerika’nin Asya’daki ana diplomatik ortagi konumunu Hintlilere kaptirdiklari;
ikincisiyse Amerika’nin ana ekonomik ortagi konumunu Çin’e kaptirdiklari. Uluslararasi önemlerini
yitirmenin iç burkucu gerçekliligiyle karsi karsiyalar. Japonya’nin baska önemli
sorunlari da var. Nüfusu hizla yaslaniyor ve bu umut kültürünün gerektirdigi dinamizmi göstermeleri önünde büyük bir engel. Basta gençler
olmak üzere ülkedeki intihar oraninin dünyada esi yok. Bazi istisnalar haricinde siyasi
anlamda duragan bir
dönemdeler.
Gerek
diplomatik gerekse duygusal olarak Japonlar, Asya’dan çok Batiya yakin bir durus sergilerler. Dünyaya bakislari “fanatik ilimli” olarak
ifade edilebilir ve genel egilimleri
taraflar arasinda köprü kurmaktir. Fakat Çin ve Hindistan’in yükselisi Japonya’yi bir
köprüden çok, özgünlügünü ve önemini
yitirmis, geride kalmis bir gariban gibi hissetirmekte. Savas sonrasi yeniden yapilanma
döneminde Japonlar ülkelerinin refahi için büyük fedakarliklar
gösterdi. Fakat simdi, yakin komsularinin bu fedakarliklarin hiçbirini
yapmadan güç kazandiklarina tanik oldukça çabalarinin bosuna oldugunu düsünmeye basladilar. Sanki onyillar boyunca sinifin
en çaliskan ögrencisi olduktan
sonra “haylaz” sinif arkadaslarinin daha
iyi notlar aldigini izliyorlar. Iste tüm bu nedenlerden ötürü gelecege dair kaygi içindeler. Ülkede 1960
ve 70’lerde hüküm süren umut havasi yerini korkuya birakmis durumda.
UMUDUN
ÖNÜNDEKI ZORLUKLAR
Siyasi
sistemleri farkli olsa da umudun yeni adresi Çin ve Hindistan esasinda ayni
büyük zorluklarla karsi karsiya. Her ikisi de milyonlarca vatandasini mutlak yoksulluktan kurtarmak,
ekolojik felaketlerin önüne geçmek, AIDS’in yayilimina engel olmak ve de
toplumla siyaset arasindaki uçurumu gidermek zorunda. Bu iki ülkedeki umut
kültürü siyasetçiler sayesinde degil, onlara ragmen süregelmekte.
Dünya
sahnesinde daha fazla yer almaya baslayan Çin
ve Hindistan hem birbirleriyle hem de diger büyük güçlerle nasil iliskiler içinde olacaklarini net bir sekilde belirlemek ve de uluslararasi bir
kimlik gelistirmek
durumunda. Iki ülkenin
benimseyecegi uluslararasi
rollerin gelisim süreci
kendilerini yeniden sekillendirme
becerileriyle yakindan baglantili. Kendi
içislerinde uyguladigi politikalarin evrim sürecini
hizlandirmayan bir Çin, küresel ekonominin lokomotifi ve dünyanin en büyük
ticaret merkezi olma özelligini koruyabilir
mi? Peki Hindistan neredeyse mutlak yoksulluk içinde yasayan milyonlarca vatandasina egitim ve saglik gibi temel hizmetler saglamadan büyük çapli emek-yogun bir imalat sektörü yaratabilir mi?
Bu zorluklari asmanin kolay olmayacagi kesin ancak yine de Asya’nin umut kitasi olma iddiasini
zayiflatmiyor. Bununla birlikte her iki ülke de büyümeye devam ettikçe özgür
bir dünyada güçle birlikte gelen sorumluluklari da üstlenmek durumunda.
Bunlarin arasinda uluslararasi kural ve standartlara uymak da geliyor. Asagi yukari 1950’den
itibaren Asya, savaslarin
kitasi olmaktan, umudun kitasi haline gelen bir degisim geçirdi.
Burada umut derken dünya barisi ve özgürlügü gibi büyük hayallerden degil, maddi refahin küçük ama emin adimlarla
arttirilmasindan söz ediyorum. Dünyadaki milyarlarca aç insan için böylesi bir
vizyon fazlasiyla çekici fakat bu uzun vadede tek basina yeterli olacak mi? 21.yy’in cevap bekleyen en büyük sorusu da
bu.
3- ASAGILANMISLIK KÜLTÜRÜ
Umut güven
duymaksa asagilanmislik aciz
hissetmektir. Kökleri herseyden öte,
kisi veya toplumun hayatinin
kontrolünü kaybettigi hissine
dayanir. “Öteki” tarafindan hayatina müdahele edildigi ve kendini ona bagimli hale getirdigi düsüncesi asagilanmislik hissinin doruga çiktigi andir. Asagilanmislik hissine her toplumda belli oranlarda
rastlanir. Ayni kolesterol gibi iyi ve kötü huylu halleri vardir.
Belli oranda asagilanmislik kendi durumunu düzeltme arzusunu atesleyebilir. Asagilanmislik hissinin bir ulus üzerindeki etkisi birey üzerindeki
etkisinden çok farkli degildir. Rekabet
içgüdüsünü güçlendirir, enerji verir ve istah kabartir. Asagilanmisligin “iyi
huylu” olabilmesi için asgari düzeyde güven ve uygun kosullarin olmasi gerekir.
Öte yandan umut
olmadan yasanan asagilanmislik ümitsizlige ve intikam duygusuna neden olur ki bu kolaylikla yikici bir hal
alabilir. Seni asagilayanlarin mertebesine ulasamiyorsan en azindan onlari asagi çekebilirsin. Iste bu “kötü huylu” asagilanmislik duygusu günümüzde agirlikli olarak Arap-Islam dünyasini etkisi altina almis durumda. Islam tekil bir olgu olarak kabul edilemez. Birçok dini, kültürel,
ulusal ve siyasi türevleri vardir. Bununla birlikte tek bir “Arap
Dünyasi”ndan da söz etmek olanaksiz. Çok
farkli toplumlari içinde barindiran bu kavramin ortak
yani halklarinin duydugu emniyetsizlik
hissidir. Ancak Arap birliginden veya Arap
diplomasisinden söz edemesek de ortak bir “Arap
duygusundan” bahsetmek mümkün. Savas dönemini takiben Arap milliyetçiliginin belirgin bir politikasi oldugundan söz edilebilir ancak günümüzde Arap kimligi zayiflamis, Müslüman kimligi öne çikmistir. Peki yeniden dirilen bu Müslüman kimligin kaynagi nedir?
Islam 7. yy’da beliren dini bir harekettir. Bu
yeni inanca baglanan Arap
kökenli ordular Orta Asya’dan Ispanya’ya kadar
uzanan bir imparatorluk kurmustur. Bu gelismelere paralel olarak Arapça, tipki Roma döneminin Latince’si gibi benimsenmis; Hristiyan, Yahudi ve
Müslümanlarin
ortak dili olmustu. 16.-18. yy
Osmanlisi Islam dünyasinin
son büyük disavurumuydu
ancak ayni zamanda büyük Arap medeniyetinin gerilemesinin de isaretiydi. Örnegin artik egemen dil Türkçe olmustu. Ataga kalkan
Bati karsisinda
Osmanli savunmaya geçmek zorunda kalmisti.
Islam’in 18. yy’da baslayan siyasi ve kültürel gerilemesi halen devam etmektedir.
Demografik olarak baktigimizda Islam yükseliste olabilir ancak psikolojik ve duygusal olarak Müslüman alemi
siyasi ve kültürel bir asagilanmislik duygusunun etkisindedir. Kusaklar boyunca pesi sira gelen,
kendini tahlil etmekten aciz ve tarihi sorumluluklariyla yüzlesmeye isteksiz liderlerin etkisiyle Islam dünyasi bir günah keçisi arayisina girdi. Bunlar da genel
tabiriyle “Haçlilar ve Siyonistler” oldu. Islam dünyasindaki radikallesmenin yükselisi, bu fenomenin hem nedeni hem de temsili gibidir.
Arap-Islam dünyasinin temel nitelikleri radikallesme ve cografik genislemedir. Cografik olarak genisleme asagilanmislik hissinin de yayilmasinin temel nedenidir. Öyleyse bu his
nereden geliyor ve tam olarak ne içeriyor?
ASAGILANMISLIGIN
KÖKENI:
TARIHI GERILEME
Pek çok neden
Arap-Islam dünyasi içinde asagilanmisligin baskin
olmasina neden oluyor ancak bunlarin basinda tarihi olarak gerileme hissi geliyor. Bozulma, ayrisma, dagilma korkusu Islam
fantazilerini besliyor. Bu korku tüm medeniyetleri, uluslari ve kültürleri
degisik zamanlarda ve yogunlukta
kaçinilmaz olarak etkiliyor. Islam dünyasinda
bozulup dagilma algisina dair ilk isaretler 17.yy’da belirip geçtigimiz yüzyilda yeni bir boyut kazandi. 7.yy’da
Arap dünyasi baskalarini kendine çekebiliyordu
fakat 19 ve 20.yy’larda kendileri baska bir dünyanin
içine çekildiler. Bu kapsamda Araplarin 1967’deki 6 Gün Savasi’ndan maglup ayrilmasi sadece askeri bir basarisizlik degil
ayni zamanda ahlaki bir hüküm haline geldi. Arap halklari genel
olarak kendilerine olan güvenlerini yitirmisti. Sorun siyasi ve ekonomik olmaktan çok kültürel ve ahlaki
bir boyuta geçti ve yeni bir benlik yaratti.
Bu bozulup dagilma hissinin tam olarak ne zaman basladigini kestirmek kolay degil. Hristiyanlik Orta Çagi’ni yasarken Islam kendi rönesansini yasiyordu. Benzer sekilde Hristiyanligin
rönesansi Islam’in
gerilemeye baslamasiyla
ayni döneme denk geliyor. Bu dönüm noktasi 1683’te basarisizlikla sonuçlanan Viyana kusatmasidir. Osmanlilar islerin artik iyi gitmedigini bu olayla anladilar. Bu yenilginin belki
de en büyük nedeni Osmanli’nin askeri teknoloji olarak Hristiyan Avrupa’nin
gerisinde kalmasidir. 19.yy’in sonlarinda Meiji Japonya’si Bati’ya “uzman
misyonlar” yolluyordu ve bu Japonya’nin basarili modernlesmesinde büyük
rol oynadi. Osmanli da benzer bir model benimsedi ancak fazla geç kalmisti. Modernlesmenin Anadolu’ya gelisi ise ancak
Atatürk ile birlikte oldu fakat cografi olarak
sinirli ve özünde yine Osmanli’dan yola çikarak kisitlanmis olan Kemalizm bile Osmanli’nin
parçalanmasi nedeniyle yasanan asagilanmislik duygusuna engel olamadi.
Arap-Islam dünyasinda tarihi gerileme düsüncesinin neden oldugu asagilanmislik hissi baska
bazi nedenlerle daha kronik bir hal aldi. Bunlarin arasinda
Bati emperyalizmine boyun egmek, bagimsizlikla yasanan düs kirikliklari, Israil devletinin kurulmasi,
petrolün yeterince etkin bir siyasi silah olarak kullanilamamasi ve
de kendi liderlerinin beceriksizligi sayilabilir.
ASAGILANMISLIK KAYNAGI
OLARAK ISRAIL
1948’de Israil devletinin kurulmasi Arap
dünyasinda sok etkisi
yaratti. Bu durum, kendi
bozulmalarinin ve Bati’nin ikiyüzlülügünün mutlak kanitiydi. Bu yeni kurulan ülkenin
boyutlari degildi önemli
olan, “duygusal olarak hayati” yerlere kondurulmus olmasiydi. Araplarin bu yeni
gerçeklilikle basa çikmalarinn
tek yolu tarihi romantizmle reddetmenin bir karisimiydi. Çöl kumlarinin ayni Hristiyanlari yuttugu gibi Israil’i de yutacagina
inandirdilar kendilerini. Milyonlarca Müslüman’in en büyük dilegi Israil’in Orta Dogu haritasindan
sonsuza kadar silinmesidir.
Israil’in bölgedeki varligindan belki de en çok asagilanan
Misir’dir. 6 Gün savaslari sadece
baskan Nâsir’in Arap
milliyetçiligi hedeflerini
yok etmedi, 3 milyonluk Israil koca
Misir’in ordularini yerle bir etti. Israil ile baris görüsmelerini baslatmak için 1977’de Küdüs’e giden Sedat bu cüretkar kararin
bedelini caniyla ödedi ve asagilanmislik duygularinin zirve yaptigi ortamda umut yaratma hayali suya düstü. Mübarek idaresindeki Misir’in tek amaci mevcut
gücünü korumak oldu. Israil ile savasmak olanaksiz hale geldi ancak kalici baris da erisilmez oldu.
Adaletli olmak
gerekir ise, Islam-Arap
dünyasindaki asagilanmislik hissinde inatla yeni yerlesimler kurmaya devam eden Israil’in payi büyüktür. Israilliler asiri lakayit
tavirlariyla Filistin’in hassasiyetlerine çomak sokmaya devam edecegini gösterdi. Israil, terörizme karsi güvenlik önlemleri
kisvesi altinda bu sistematik asagilama politikasinda asiriya kaçti. Kesin olan bir sey varsa o da her iki tarafin düsmaninin direncini hafife almasi ve kendi güçlerini
abartmasidir. Baris müzakerelerinin
basarisizlikla
sonuçlanmasinda sorumluluk Israil,
Filistin, Arap liderler ve uluslararasi toplum arasinda esit olarak bölüstürülmelidir.
Dörtyani düsmanlarla çevrili Israil’in çok daha
akilci oynamasi gerekiyor. Güçleri dengeleme istegi Ikinci Intifada’ya,
Lübnan savasina ve
Gazze’deki Hamas çatismalarina neden
oldu. Gazze operasyonu Israil’in düsmanlarina korku salmaya devam etmesini
amaçliyordu. Düsmanin
teknolojik silahlari, asagilanmis Filistinlileri canli bomba olarak
sivil Israillileri
öldürmeye itti. Insanlik disi bu taktik Israil direncini güçlendirmekten baska ise yaramadi. Zamaninda birçok Filistinli tarafindan stratejik bir
hata olarak görülen bu taktik esasinda asagilanmislik kültürünün yarattigi vahsete en iyi örnek olarak gösterilebilir.
Asagilanmisligin siyasi
suistimali sadece Arap dünyasiyla sinirli degil. Akla gelen ilk örnek Muhammed’in karikatürlerinin
Danimarka gazetelerinde boy göstermesidir. Basin özgürlügü hiçbir zaman baskalarinin en hassas duygularina hakaret etme
özgürlügü vermemeli. Petrol
varili yaninda kibritle oynamak akil kari degil. Iyi bir
provokasyon malzemesi oldugu
için “Öteki”nin inanaçlarina kasten saldirmak kabul edilemez. Fakat diger yandan birkaç karikatürün tüm Islam dünyasinda bu kadar nefret ve öfke
uyandirmasinin da allta yatan asagilanmislik hissinin bir eseri oldugunu gözden kaçirmamak gerek.
ASAGILANMISLIK
DIPLOMASISI
Asagilanmislik hissi kimi zaman güçlü bir diplomasi
silahi haline gelebiliyor. Bunun bir yolu baska uluslarin suçluluk hissine oynamak ve bu sayede taviz veya
destek verilmesini saglamaktir. Örnegin Israil, Avrupa’nin anti-semitik suçlarindan kaynaklanan
suçluluk hissini çok iyi kullaniyor. Içlerindeki çeliskili suçluluk hisleri nedeniyle Avrupa çogu zaman Orta Dogu meselesine net bir tavir sergileyememistir. Almanya daima Israili
desteklerken örnegin Ingiltere ve Fransa biraz da petrol kokusunun
etkisiyle eski sömürgelerine karsi daha
fazla müsamaha gösterme egiliminde olmustur.
Kendi geçmisiyle yüzlesmeye itildiginde Türkiye
bile kendine özgü duygu kozlarini kullanmaya baslamistir. Örnegin 1915 Ermeni tehcirinin Amerikan
Kongresinde soykirim olarak taninmasi girisimi Irak savasi sonrasi zayiflayan
Türk-Amerikan iliskilerine daha
da zarar verdi. Türkler, Araplari küçümsedigi gibi Iran’i da
bölgesel bir tehdit olarak görüyor ancak yine de geçmisi sorgulandiginda o da diger Müslümanlarda görülen asagilanmislik duygusuna kapiliyor. Bu durumda
Ankara’dan yükselen ses genellikle “Bize verecek dersiniz yok. Önce
Kizilderililere ve Yahudilere yaptiklariniza bakin” oluyor.
ASAGILANMISLIK,
KÜRESELLESME VE INKAR
Küresellesme karsisinda ortaya çikan hüsran, yasanan asagilanmislik hissini daha da derinlestiriyor. Içinde bulundugumuz seffaf dünyada önce Bati ve simdi Asya’nin basarisini gören Islam alemi,
kendi basarisizligini daha iyi anlar hale geldi. Batililasmanin Müslümanlikta ters tepmesi Islam’in yayilmasina karsi verilen mantikli bir tepki olsa
da isin içinde süregelen basarisizligin getirdigi acizlik
hissinin de payi var. Peki bu iyice içine sinmis basarisizlik ve
acizlik hissi niye? Sosyo-ekonomik sorunlar Müslümanligin özünde mi var? Islam bir sekilde
modernlik ve demokrasiyle uyumsuz mu?
Yakin
tarihimize baktigimizda
modernist ve gerçekten demokratik bir Islam modelinin ortaya çikacagina dair umut besleyecegimiz fazla bir
belirti yok. Günümüzün gelismekte olan ve
ileriye dönük Türkiye’sinde demokrasinin ilerlemesi Islamin son zamanlardaki yükselisine denk geldi. Erdogan, partisi AKP’nin Almanya’nin Hristiyan Demokrat Birligi’nin (HDB) Müslüman eslenigi oldugunu beyan ettiginde birçok Batili memnuniyetini dile
getirmisti. Ancak HDB önce
demokrat sonra Hristiyandir. Erdogan’in çogu takipçisiyse önce Müslüman ve belki
demokrattir.
Görünen o
ki Islamla siyaset arasindaki
iliski Hristiyanlikla siyaset
arasindaki iliskiden çok
farkli. Ancak bu demokrasinin Islam’a tamamen
yabanci oldugu anlamina
gelmez. Farkli ülkelerde yasayan Islam aydinlari, Islamin içindeki çogulculuk, hosgörü ve sivil katilim degerlerinin kendi siyasi sistemlerine nasil
uyarlanabilecegi üzerinde çalismalar yapiyor. Öte yandan unutmamak
gerekir ki basta kadinlarin
toplumda aktif rol alamamasi Islam dünyasinin
küresellesen dünyada rekabet gücünü
ciddi sekilde
zayiflatiyor. Islam dünyasinda
yasayan pek çok kadin da
garip bir inkar hali içinde Müslümanligin onlarin önünde bir engel olmadigini savunuyor ancak Suudi Arabistan’da bir kadin tek basina arabasini bile süremiyorsa toplumda
önemli bir rol oynamasi nasil beklenebilir ki?
Benzer bir
inkar haline 2007 yilinda Columbia Üniversitesi’ne konusma yapmaya gelen Ahmedinejat’la da tanik olduk. Ortadaki bariz
kanitlara ragmen Iranli kadinlarin dünyadaki en iyi sartlara sahip oldugunu savunmustu. Hatta daha
da ileri giderek ülkesinde tek bir homoseksüel olmadigini söylemisti, ki bu da sözde olmayan bir suça karsi neden idam cezasi verildigi sorusunu akla getirmektedir.
Asagilanmislik
duygusuyla ezilen bir kültürün bu rahatsizligiyla basa çikabilmesi
için en
bariz seyleri
bile inkar ettigini kabullenmesi süphesiz
dayanilmaz bir aci kaynagidir.
ISLAM
VE HRISTIYANLIK
Islamla Hristiyanlik arasindaki iliski, asagilanmislik kültürünü yaratma ve devam ettirmede
kesinlikle çok önemli bir etmendir. Her ikisi de kendini evrensel ve
tek kabul eden ve de baskalarini kendi
tarafina çekmeyi hedefleyen tek tanrili dinlerdir. O halde ister
Hristiyan/kapitalist ister Marksist/ateist haliyle Bati’nin yükselisi, Islam aleminde kendi gerilemeleri ve yabancilastirilmalari olarak algilanmistir. Islamla Hristiyanlik arasindaki rekabet günümüzde yeni bir hal almistir. Öncelikle, Islam yayilmakta olan enerji yüklü bir
inançken Hristiyanlik, basta Avrupa’da
olmak üzere gerilemekte olan bir dindir. Ancak Islamin yükselisi beraberinde ekonomik, sosyal ve siyasi ilerleme getirmediginden Müslümanlar arasindaki asagilanmislik hissini hafifletmekte etkili olamiyor.
Dahasi, Islamin
Müslümanlarin hayatindaki varligi yasam kalitesini arttirmaktan uzak, genelde bir
kural ve sinirlama silsilesi olarak varligini sürdürüyor. Örnegin Pakistan’daki medreselerde gençler Kuran’i
anlamadiklari bir dil olan Arapça haliyle ezberliyorlar. Böyle kosullar altinda dinin gündelik hayati olumlu
yönde etkilemesi olasi gözükmüyor.
Dinin önem
kazandigi fakat gerileme
hissinin hüküm sürdügü bir
ortam ile dinin arka plana itildigi ve kendini
hala evrensel ve merkezde gören bir kültür arasindaki iliskinin kolay olmayacagi asikardir. Geleneksel Islamla Bati arasindaki
algi farklarina belki de en uygun örnek çokeslilik meselesidir. Bati mantigina göre bu modernlige ve kadin
haklarina karsi saygisizlik
ve hatta suç. Fakat bu durum dini bütün bir Müslüman için Islam kurallarina uymak anlamina gelebiliyor.
Baskalarinin degerlerine saygi göstermek gerekliligi ile kültürel relativizmde asiriya kaçmak arasinda ince bir çizgi
vardir. Bu kapsamda iki din arasinda hosgörü meselesine olan bakis farkliliklarindan da söz etmek gerekiyor.
Bazi Müslümanlar Islamin tek
tanrili dinler arasinda en fazla hosgörüye sahip olan inanç oldugunu savunuyor. Fakat Islam’da hosgörüye tarih
içinde özgüvenin, kendinden süphe duymaktan daha baskin oldugu dönemlerde rastlandigini söylemek
yanlis olmaz. Ne yazik ki
ayni seyi bugün için söylemek
mümkün degil. Öte yandan Bati’nin
modernist çok kültürlülük yaklasimi kapsaminda “yapici iliskiler içinde olma” denemeleri Islam tarafindan çogu zaman
ikiyüzlülüge ve zayifliga yorulmaktadir. Müslümanlar kendilerine
saygi duyulmasini istiyor ancak Bati bu asamada sadece hosgörü göstermeye hazir.
GERILEYEN ARAP KÜLTÜRÜ
Islam dini olarak etkisini genisletiyor olabilir ancak ayni seyi Arap kültürü için söylemek mümkün degil. Birkaç istisna disinda Arap kültürünün dünya sahnesinde yeri yok
denebilir. Bununla birlikte Bati edebiyati eserlerinin Arapça’ya
tercüme edilerek Arap dünyasina kazandirilmasi son yillarda biraz hiz kazansa
da hala çok yetersiz. Bu durum Arap dünyasinin küresel kültürden göreceli
tecritinin de bir isareti.
Yaraticiligi ve
ifade özgürlügünü bastirmaya çalisan despot ve radikallerin hüküm sürdügü bir ortamda bir entellektüel veya
sanatçi olmak tehlikeli bir istir.
Elbette bu
konuda da Müslüman ülkeler arasinda büyük uçurumlar var. Bunu görmenin en kolay
yolu örnegin Kahire ve Istanbul çarsilarindaki kitapçilara bakmak olur. Kahire dinozorlarin elindeki
yerelligi resmederken Istanbul hayat dolu. Orhan
Pamuk ülkesinde muhalif bir yazar olarak görülebilir ancak
Nobel ödülünü almasi kesinlikle sans eseri ortaya çikmis bir basari degildir. Aslinda Pamuk anlatmaya çalistigim
olayi sembolize ediyor – gerileme Arap dünyasini, Islam alemini etkilediginden daha fazla etkiliyor.
Basarisizlik karsisinda Allah, tek çözüm olarak Allah demek... Ne yazik
ki Islam aleminde birçok kisi bu yola sapti ancak bu yaklasim büyük ölçüde
faydasiz çünkü modernligin karsimiza çikardigi ve her ülkenin yüzlesmek zorunda oldugu
zorluklari asmakta
hiç mi hiç ise yaramiyor.
ASAGILANMISLIK
VE TERÖRIZM
Radikal Islami görüslerin yoksullardan oldugu kadar gelir
düzeyi yüksek, egitimli kesimden
de destek bulmasi birçok Batiliyi sasirtiyor. 21.
yy’da teröristler kaybedecek hiçbirseyi olmayan
yoksullar arasindan seçilmiyor. Bunun temel bir nedeni var: asagilanmislik kültürü Islam toplumumun her seviyesine nüfuz etti. Ayni asagilanmislik kültürü birçok
Müslümani terörist siddete de
sürükleyen baslica neden. Asagilanmislik duygusu olmasa radikaller Ingiliz bir Müslümani kendi vatandaslarini öldürmeye nasil ikna ederdi?
Kendi kendini yok etmeye yönelik bu içgüdülere vücut bulduran psikolojik,
kültürel ve sosyo-ekonomik degiskenlerin bir kombinasyonu ki bu asagilanmisligi siddete dönüstürüyor.
Islam aleminin jeopolitik anlamda taarruz
altinda oldugu inanci,
modern Müslüman köktendinciligini ve beraberinde
getirdigi
terörizmi yükselise geçirdi.
Afgan isyancilarin Sovyetler Birligini beklenmedik sekilde maglup etmesi Araplarin asagilanmislik duygusunu biraz hafifletse de Islam dünyasinda pek etkili
olmadi çünkü onlara göre gerçek sorumlular Bati’daydi. Bu zaferin tek
yaptigi köktendincilerin istahini kabartmak oldu ve bunun
sonuçlari sadece 11 Eylül’de görülmedi, o günden beri dünya gündemini
etkilemeye devam ediyor.
Terörizmi
körükleyen bir baska olay da
giderek derinlesen Israil-Filistin sorunudur. Bu çatisma herseyden öte Arap ve Müslümanlar arasinda terörizmin kinanmasina
engel oldu. Evet terör saldirilarinda masumlar ölüyordu fakat ya
Filistinlilerin çektikleri? Günümüzde bu algi yavas da olsa degisiyor çünkü Islami terörizmin ana kurbani günümüzde
herkesten öte Müslümanlar oldu.
BATI’DAKI MÜSLÜMANLAR
Bati
ülkelerinde yasayan Arap ve
Müslümanlarin hissettigi asagilanmislik hissi kültürel oldugu kadar sosyo-ekonomik bir yapiya da sahip.
Avrupali Müslümanlarin siyasi, sosyal, cinsel ve kentsel anlamda tecritle
karsi karsiya olduklari su götürmez bir gerçek.
Kültür ve dinleri nedeniyle siyasi olarak, adlari nedeniyle sosyal olarak
zan altindalar. Is bulmalari kolay
degil, suça karisma olasiliklari yüksek. Karsi cinsle iliski kurmak bile zor. Gelecegi olmayan ve kadinlarini baski altinda tuttugu bilinen bir kültürden gelen
erkekle kim beraber olmak ister? Bu toplum çogunlukla bir çesit mahrumiyet bölgesi olan yari-kentsel azinlik mahallelerinde
ikamet ediyor. Avrupali Müslümanlarin asagilanmislik duygusunun belki de bas tetikleyicisi sancili kimlik arayisi sürecidir. Bir Avrupa ülkesi
kültürüne entegre olmanin zorlugu köklerinin
dayandigi ülkenin kültüründen
kopmayla birlesince bu
insanlar bir bakima ulusal bir kimlikten mahrum kaliyor. Bu kapsamda Islamiyet bir gencin ana kimligi haline geliyor. Dinsel, cinsel ve ailesel
anlamda kimlik bunalimina giren bu gençler köktendinci radikaller için kolay
birer av haline geliyor.
NE YAPILABILIR?
Islam aleminde, Bati’nin katkilariyla
ortaya çikan asagilanmislik kültürü Batili siyasetçiler için birçok ikilemi
beraberinde getirmekte. Ilk asamada Arap ve Islam alemi arasinda bir ayrim yapmak gerekiyor. “Asagilanmislik kültürü” herseyden öte Arap dünyasina uygun düsüyor. Sorunun merkezi ve en fazla asagilanmisligin hissedildigi yer burasi. Ancak zamanimizda Arap
dünyasini Islam aleminden
ayirmak her zamankinden daha zor. Ayni kapsamda Müslümanlarin Araplarin
duygularina kapilmamasi da bir o kadar güç.
Arap duygulari
ve asagilanmislik
kültürü, Islami
köktendincilerin kabul edilmesi mümkün olmayan sözleri ve eylemlerine karsi Islam aleminde ortak bir karsi hareket yaratilamamasinin belki de en büyük nedeni. Islam dünyasinda böyle bir hareketin olmamasi
ardinda birçok neden yatiyor. Bunlarin arasinda basta Bati dünyasi olmak üzere Müslüman toplumlarin
net bir örgütlenmeden ve etkili liderlerden yoksun olmalari ve
de Islam içindeki derin
ayriliklar bu devinimi körükleyen nedenler olarak öne çikiyor. Sadece bunlar degil. 11 Eylül
saldirilari kinanmasi gereken ve tüm dünya Müslümanlari üzerinde
olumsuz etki yaratan olaylar oldugu düsüncesi hakim olsa da anlasilir bir tepkiydi – ABD’nin kibirli
tavirlari cezalandirilmaliydi.
Bunu düsünen sadece Müslümanlar degil. Islamiyeti ve Islama
inananlari terörizmle bagdastirmak hatali olmaktan öte
tehlikelidir de. Bu yaklasim “teröre
karsi savasin” aslinda “Islama karsi savas” oldugunu savunan Islamcilarin eline koz vermekten baska ise yaramiyor.
Din ve
terörizmden söz ediyorsak bunu Islamla
sinirlandirmak yanlistir. Nedenleri
degisken
olsa da terörizm, Yahudiler, Katolikler ve Protestanlar tarafindan da kullanilmistir.
Bati’nin tüm
teröristleri ayni kefeye koymasi affedilmez bir hatadir. Teröristlerin
kimlikleri ve amaçlari çok çesitlidir.
ABD’nin 11 Eylül sonrasi terörizme karsi küresel bir savas baslatmasi duygusal olarak anlasilabilir ancak basarisizligi mutlak
bir politika oldugu da kesin.
Terörizm maglup edilecek
bir düsman degildir. Etkisini gösterebildigi sürece devam edecek bir siddet eylemidir. Terörizme karsi açilan savas asla kazanilamayacagi gibi teröristler de asla kazanamayacaktir. Ister amaçlarina olan inanci kaybederek, ister
teröre karsi mücadelede kendi degerlerini ihlal ederek kendilerini maglup edecek biri varsa o da terörizmin
hedefinde olanlardir. Bu tüm Batili liderlerin dikkate almasi gereken
ve demagoglarin siyasi nedenlerle terörizmi abarttigi anlarda, tüm Batili vatandaslarin göz önünde bulundurmasi icap eden bir gerçekliktir.
Öte yandan
kadinlarin Arap toplumundaki yeri bu ülkelerin ilerlemesi önündeki en büyük
engellerden biri olabilir. Gelismeler yasansa da 22 Arap Ligi ülkesinde
okuma-yazma bilmeyen kadinlarin orani halen %60 seviyesinde. Kadinlar gelismekte olan toplumlarda ilerlemenin ve modernlesmenin lokomotifi olmustur. Sadece biyolojik olarak degil, erkeklere kiyasla degisime daha açik olduklarindan kadinlar
ayni zamanda umut asilama gücüne de sahiptir. Geleneksel Islam’da oldugu gibi kadinlari toplumun disina iten sistemler kendini gerilige ve bozulmaya mahkum eder. Daha genis bir ifadeyle, gücünü modernite ve
degisime kapali yaklasima sahip bir
dine sorgulamaksizin kanalize eden sistemler ilerleme kaydedemez.
Bu kapsamda
türban ve kara çarsaf
meselesi çagdas Islamin ilgilenmesi gereken konularin basinda gelmektedir. Örnegin Fransiz yetkililer ülkede yasayan evli bir kadina çarsaf giydigi gerekçesiyle
vatandaslik vermeyi reddetmistir. Fransa’nin okullarda basörtüsünü yasaklamasini çok
desteklemesem de çikis noktasini anliyorum
fakat bence bu karar göründügü kadar sok edici degil. “Öteki”nin deger sistemine
gösterilen hosgörü, evsahibinin
degerlerini tehlikeye atmaya
basladigi yerde bitmelidir. Mutlak kültürel
relativizm, yani isteyenin sinir olmadan istedigini yapabilme fikri hosörüsüzlük kadar
tehlikelidir.
Tüm bu
sorunlari Batinin çözmesi kolay degildir.
Bati kendi degerlerini
korumaya devam ederken Arap dünyasinin asagilanmislik kültürünü tanimlayan katilik ve
korumaciligini adim adim yumusatmaya tesvik etmelidir. Fakat Bati, kendi degerlerini dayatmadan ve dolayisiyla ta en bastan asagilanmislik ve gücenme duygularinin
ortaya çikmasina neden olan baski/zulüm hissini ve özerkligin yitirilisi algisini pekistirmeden
bunu nasil basarabilir? Buna
cevap vermek kolay degil.
Arap dünyasinda
yasanan büyük eksikliklerden
biri asagilanmislik kültürünün
devam etmesinin de nedenleri arasinda geliyor, o da Arap kültürü ve
medeniyeti uzmanlarinin aslinda Arap degil de Batili olmasi. Bu da geçmisine bakan Araplarin herseyi Öteki’nin
merceginden görmesine neden
oluyor. Tarihlerine gerçekçi ve sahiplenici bir sekilde yaklasmak
durumundalar. Bunun sarti Arap-Müslüman
dünyasinda tarafsiz tarihi arastirmalara
olanak veren ortamlari yaratacak siyasi reformlarin gerçeklesmesidir. Kendine güvenmeyen ve yolsuzluga yenik düsmüs rejimlerin
egemenligi devam ettikçe
böylesi önemli bir ilerleme kaydedilmesi muhtemelen imkânsizdir.
Siyasi
reformlar, ekonomik ilerleme, kültürel zenginlesme ve psikolojik/duygusal degisimler... Hepsi
birbiriyle yakinda baglantili ama
isin temelinde tek bir
mesele var:
özgüven.
Arap-Islam aleminde mevcut tutumlarin degismesi, kültürel
bir rönesans yasanmasi gerekiyor.
Asagilanmislik kültürüne
son verecek devinimin çikis noktasi bölgeye
kiyasla çok daha istikrarli fakat bu, petrol gelirine borçlu olan
Arap Emirlikleri mi yoksa bu cografyadaki en
büyük orta sinifa ve en ilimli yönetime sahip olan Misir
mi olacak? Kisa
vadede ikisi de olasi görünmüyor. Peki pozitif reformlar Arap aleminin merkezinden
gelmeyecekse Islamin
sinirlarindan mi gelecek? Avrupalilasmis Islam ve ilimli Islam arasinda bir uzlasi yaratabilecek mi? Böylesi bir uzlasi Islami hem iç hem de dis isilkilerinde
daha normal bir çizgiye çekebilir. Bu illa ki bir hayal olmak zorunda
degil ama yine de aydinlanmis bir Islam modeli yaratmaya istekli Müslüman din adamlari ve
entellektüel kesime ihtiyaç duyuyor.
Böylesi
kültürel bir rönesans olacaksa Avrupali Islam örnek bir model teskil edebilir ve dünyanin dört bir yanindaki Müslümanlara bir
umut isigi verebilir. Radikaller daima olacaktir
fakat bu kesimin günümüz Islami üzerindeki
hakimiyeti asagilanmislik kültürünün bu kadar yaygin olmasindan besleniyor. Bu döngüyü
kirmak bir alternatif oldugunu
gösterebilir ve akabinde bir umut dalgasinin Islam alemine yayilmasini tetikleyebilir.
4- KORKU KÜLTÜRÜ
Bati dünyasini
hakimiyeti altina alan kimlik bunalimi korku kavramiyla özetlenebilir.
Günümüzde ABD’yi saran korku duygusu Avrupa’dakinden çok farkli. Fakat Bati’nin
iki kolunu birlestiren seyin korku oldugunu söylemek yanlis olmaz.
Bununla birlikte, Amerika korku kültürünü bir kenara birakip geleneksel
umut kültürünü tekrar benimser de, Avrupa daha derin bir özgüven
krizine düserse Atlantigin iki yakasini ayirabilecek unsurun da
korku oldugu söylenebilir. Siyasi
olarak birbirine yaklasirken duygusal
olarak farkli yollara sapmak çok ilginç bir evrim olur.
Iki taraf arasindaki farkliliklardan önce
benzerlikleri ele alalim. Taraflar ayni zorlukla karsi karsiya: küresellesme artik kendi baslarina oynadiklari bir oyun degil. Gelecekle ilgili kontrolü yitirmis olma algisi tüm Bati ülkelerine korku saliyor.
Umut güvense, asagilanmislik özgüven eksikligiyse, peki korku nedir? En genel tanimiyla
korku, gerçek veya hayal edilen tehlike algisi karsisinda verilen tepkidir. Korku, kisinin, kültürün veya medeniyetin belli bir zaman diliminde kimligini ve kirilganligini ifsa eden
savunmaci bir tepkiye yol açar. Korku sadece bir duygu degil çok boyutlu bir gerçeklik
ayni zamanda.
Elbette ölçülü
korku asiri özgüven
tehlikesine karsi vazgeçilmez
bir koruma sagliyor. Korku,
dogasi geregi tehlikeli bir dünyada hayatta kalma
mücadelesinin de körükleyicisi. Avcidan korkmayan tavsanin çok yasamayacagi ortadadir. Korku bireyin
dikkatini çevresine yogunlastirmasini tetikliyor ve bu anlamda
yapici bir duygu, dogal bir koruma
içgüdüsüdür.
Ancak asiri korku tehlikelidir. Korkuyu
takinti haline getirmek kisinin dis dünyayla etkilesime geçmesi önünde büyük bir engeldir. Ölçüsü kaçmis korku, Bati’nin özü olan
dayanisma ve disarisiyla etkilesime geçme becerisini mi tehlikeye atmakta?
Atlantigin her iki yakasindaki birçok insan bu soruya
kizabilir. Hatta bazi Amerikalilar ABD ile Avrupa’nin bagdastirilmasina
bile karsi çikabilir. Baskalariysa, sahinlerin deyimiyle “Islami-Fasizm” korkusunun
asla asiri olamayacagini iddia edebilir. Basta ABD’liler olmak üzere bazi kimseler yakin
tarihte gelisen
tehlikelerden daha çok korkmanin ya da en azindan haberdar olmanin daha
akil kari oldugunu ifade
edebilir. Öte yandan özellikle Avrupalilar olmak üzere birçok
insan kitadaki tüm ülkelerin ayni duygu altinda birlestirilmesine tepki gösterebilir.
Bati hakkinda
konusurken korkudan degil de demokrasi hakkinda konusmak daha fazla güven telkin edebilir. Sonuçta
iki tarafi bu kadar birlestiren demokratik
siyasi kurumlari degil mi? Duygular
yerine degerleri temel alan bu görüs ne yazik ki geçerliligini yitirmis olabilir. Amerikali ve Avrupalilarin demokratik
modelleri ve seçilmis liderleri
hakkinda hissettikleri gurur hissi çok zayifladi.
Bana sorarsaniz
korku ile, zayiflamaya devam eden demokratik ideal arasinda güçlü bir bag var. Hatta biraz daha ileri giderek,
korku kültürünün demokratik olanla olmayan rejimler
arasindaki nitel uçurumu küçülttügü bile
söylenebilir çünkü korku ülkelerin hukukun üstünlügüne dayali ahlaki degerlerinden ödün vermelerine neden oluyor.
“Bati tarzi
korku” yeni bir kavram degil. Siyasi ve
kültürel korku dönemleri ABD’de Büyük Buhran ve Avrupa’da II. Dünya Savasi sonrasinda halklari etkilemistir. Ancak son yillarda Bati’nin
bilinçaltini yeni bir korku istila etti. Bana göre bunun miladi 11 Eylül
degil. New York
saldirilari korkuyu derinlestirdi sadece.
Bu yeni devinim Ötekinden, vatanimizi isgal etmeye gelen yabancidan korkmakla ilgili. Bu, terörden, kitle
imha silahlarindan, ekonomik belirsizlik veya çöküntüden
korkmakla ilgili. Bu, dogal, çevresel
ve organik felaketlerden korkmakla ilgili. Ama özünde belirsiz ve
tehditkar, insanin az veya hiç kontrolü olmadigi bir gelecekten korkmakla alakali.
ABD ve Avrupa
arasindaki korkular benzerlik gösterse de baslangiç noktalari oldugu kadar ifade edilisleri de farkli.
O nedenle ayri ayri analiz etmek gerekiyor.
AVRUPA’NIN
KORKU KÜLTÜRÜ
Avrupa’da korku
kültürünü tanimlamanin en büyük zorlugu
esasinda “Avrupa” kelimesinin kendisinde yatiyor. Avrupa Birligi’nden mi söz ediyoruz yoksa cografik bir kavram olarak Avrupa’dan mi?
Sanirim AB’yi ele geçiren korku, Birligin sinirlarini çoktan asmis durumda.
Bununla birlikte finansal piyasalarin çöküsü, ekonomik buhran ve alim gücünün zayiflamasiyla derinlesen kimlik bunalimi korku kültürünün
ortaya çikisindan daha
eskiye dayaniyor. Bunun için Avrupa’daki haber televizyonlarina biraz bakmak
yeterli. AB günümüzde sorunun çözümünden çok sorunun çikis noktasi olarak görülüyor.
Durum hep böyle
degildi. Sembolik de olsa
Berlin Duvarinin yikilisi Avrupa’daki
umut kültürünün zirvesi olarak görülebilir. Ancak 20 yil sonra ortak bir Avrupa
anayasasina Fransa, Hollanda ve son olarak Irlandanin verdigi “ret” oyu
korku kültürünün ortaya çikisina dair güçlü bir uyariydi. Sanki Avrupalilar kendilerini dis dünyadan koruyacak duvarlarin
yükselmesini ister hale gelmisti. Peki
böylesi bir dönüsüm nasil
meydana geldi?
II. Dünya Savasi’nin bitimi sadece ekonomik iyilesme, yeniden yapilanma ve yayilma dönemi degil ayni zamanda
liberalizm, özgürlük ve birlikteligin de güçlendigi yillar
oldu. Iki büyük savasa sahne olan Avrupa birden dünyadaki en barisçil ve müreffeh yer haline geldi. Bu devinim
Avrupa Konseyi, Insan
Haklari Konvansiyonu ve AB’nin ortaya çikmasina neden oldu.
Ancak bu döneme
yakindan bakarsak aslinda umut ve korkunun birbirine ne kadar da bagli oldugunu görebiliriz. Almanya ile Fransa arasinda tekrar savas olacagi korkusu Avrupa Birliginin temellerinin atilmasinda önemli bir rol oynadigi gibi Almanya’nin ulasacagi ekonomik
güç karsisinda yasanan korkunun Euro para birimini dogurdugu söylenebilir. Bu pozitif korku günümüzde yasanan ve Avrupa’yi etkisi altina alan
felç edici korkudan çok farkli. Avrupa patentli korkuyu anlamak için
tarihi, siyasi, ekonomik, sosyal ve psikolojik etmenlere bakmak gerekiyor.
GEÇMISIN HORTLAKLARI
Berlin
Duvari’nin yikilisi ve
akabinde Soguk Savas döneminin sona ermesi Avrupa’ya baris, demokrasi ve refah getirmek yerine kendi
arka bahçesi olan Balkanlar’da savasla sonuçlandi.
Yugoslavya’nin çöküsünün
Avrupa özgüveni üzerinde yarattigi yikici etkiyi küçümsemek olanaksiz. Avrupali olarak
bizler ne anlama geldigini bile idrak
edememistik. Dahasi, sorunla
kendimiz bas edemedigimizden Bosna ve Kosova’daki kirilgan barisi tesis etmek ABD’ye kaldi. Aslinda Dogu Avrupa’daki ana sorunlar, yani yoksulluk ve
milliyetçi ihtiraslarin zehirli karisimi büyük ölçüde
süregelmekte.
Bazilari çözümü
AB’nin genislemesinde
görüyor. Fakat çogu
Bati Avrupali, genisleme konusunda
fazlasiyla isteksiz. Genislemenin
duygusal olarak çok geç, kurumsal olarak çok erken geldigi söylenebilir. Derinlere nüfuz etmis milliyetçi duygulari bastirmak
kolay degildir. Gelecegine daha fazla güvenen, geçmisi geçmiste birakabilme becerisine daha fazla inanan bir Avrupa yeni
gerçeklikleri çok daha açik ve etkin bir sekilde ele alabilirdi. Ancak geçmisin yükü ve Avrupaliligin özü hakkindaki süpheler, gelecege ve ekonomik
beklentilere dair belirsizliklerle daha da güçlendi.
EKONOMIK KAYGILAR
90’li yillar
Avrupa’da ekonomik belirsizliklerin hüküm sürdügü zamanlardi. Fransa ve Almanya gibi büyük ülkelerde issizlik bir çesit sosyal kanser haline geldi. Bu durum hem gelecege hem de gerçek Avrupalilarin ellerinden islerini alan Ötekine karsi duyulan çift uçlu korku duygusunu
körükledi. Finansal piyasalarin 2008’de çatirdamasiysa küresel çapta
ekonomik belirsizlik ve güvensizlik hissini ve yeni bir buhran korkusunu Avrupa
bilincinin merkezine koydu.
Issizlik, özellikle de ilk defa ise girecek gençlerin is bulma zorlugu,
2008’den önce de büyük bir problemdi. Bu durum psikolojik
olarak kusaktan kusaga aktarilan bir
kirilganliga ve issizlik belasiyla bogusan ebeveynlerini
gören çocuklarin riskten kaçma egilimine
girmesiyle sonuçlandi. Örnegin Fransa’da is garantisi olmasi nedeniyle devlet
dairelerinde çalismak
isteyenlerin oranini %75’e çikardi. Onlar Çinli veya Hintliler gibi
olmak istemiyordu, baska bir deyisle dünyayi degistirmek degil küresellesmenin acimasizligindan korunmak
istiyordu. Elbette Avrupa hala belli konulardaki üstünlügünü koruyor (Fransa’nin lüks tüketim
mallari, Almanya’nin makine endüstrisi, Italyan aile sirketlerinin
dinamizmi) fakat bunlar kita halkini ekonomik gerilemeden korumaya yetecek mi?
Ekonomik duraganlik, o kadar belirgin olmasa da baska bir korkuyu beraberinde
getiriyor. O da Avrupa’nin, insanlarin tatil veya emekliliklerini
geçirmeye geldigi bir çesit açik hava müzesi haline gelip, yaraticilik
ve ilham vermedeki öncülüklerini baska kültürlere devretmesi korkusudur. Sessiz ama
istikrarli bir gerileme dönemi Avrupa için ihtimal disi degil.
AVRUPALILAR VE ÖTEKI
Fransa,
Hollanda ve ardindan Irlanda’nin
ortak bir Avrupa anayasasina karsi çikmasi ardindaki
nedenler her ülke için farklidir ancak ortak bir tepki söz konusuydu.
Bunun basinda siyasi elitleri
cezalandirmak, genisleme ve
küresellesmeden duyulan rahatsizligi dile getirmek geliyor. Ama en fazla endise uyandiran, Irlanda’nin “ret” cevabiydi. Irlanda AB’den en fazla
yararlanan ülkeydi. Benim kusagim için Berlin Duvarinin yikilisi büyük bir zaferse, Irlanda’nin bu cevabi hayallerin topraga gömülmesiydi. Yetiskinlige adim attigim günden beri hayalini kurdugum Avrupa, siyasi bayagilik ve yabancilasmanin kurbani olarak rahmetlik olmustu.
Avrupa’nin
nereye dogru gittigiyle ilgili bir belirsizlik
havasi hakim. Bunun kökleri basta en yoksullar
olmak üzere Öteki’nden duyulan korku. Bazilarina göre barbarlar
sadece kapimizda degil
surlari asip içeri
girdiler bile. Günümüzde binlerce Afrikali, Akdenizin tehlikeli
sularini göze alarak küçük teknelerle yoksulluktan kaçmaya çalisiyor. Birçogu geldikleri kitanin en zekileri olan bu adi meçhul kahramanlar,
onlara dayatilan kaderi reddetme mücadelesini veriyor. Ancak onlarin hayali
bizim kabusumuz haline geldi.
Ötekinden
korkmaya demografik ve cografik kosullar neden oluyor. “Onlar”in
sayisi çok fazla ve bulunduklari yerde umut yok; “bizim” sayimiz ise
çok az ve refah içinde yasiyoruz.
Ekonomilerimizin büyümesi için onlara
ihtiyaç duydukça onlari her
anlamda daha fazla disliyoruz. Bazilarina göre çesitlilik artik bir zenginlik degil istikrarsizlasmanin bir
nedeni olarak gürülüyor.
Korkuya kapilmis birçok Avrupali için Öteki’nden
korkmak, Islam
dünyasi tarafindan resmen fethedilme endisesine kadar gidiyor. Fakat gerçekler bu korkuyu desteklemiyor.
Türk kökenli Almanlar, Cezayir ve Tunus kökenli Fransizlar gibi birçok Avrupali
Müslüman yasadiklari toplumlara
basarili sekilde entegre olma amacini güdüyor.
Toplumun basamaklarini tirmanmak için sans taninmasini arzuluyor, esit firsatlar istiyorlar.
Bomba tasiyan Müslüman köktendinci
imgesiyle, Öteki’ne karsi duyulan
korku, terörden korkmayi da kapsiyor. Terör korkusu ABD’deki gibi tek bir
travmanin sonucu degil. Birer
felaket olsa da Madrid ve Londra saldirilari 11 Eylüle kiyasla daha
küçük çapli olaylardi. Buna ek olarak Irlanda ve Bask unsurlari nedeniyle Avrupa teröre o kadar da
yabanci degildi. Ancak
Avrupalilarin çok zorlanarak da olsa yüzlesmek zorunda kaldigi bir baska gerçeklik Avrupa’nin sadece teröristlerin
hedefi degil ayni zamanda
merkezi olmasiydi. Çogu Ingiliz için en büyük sok düsmanin içlerinden gelmesiydi – Londra bombacilarinin çogu Ingiliz vatandasiydi.
Avrupalilarla yasamak
ve üniversitelerde Avrupali hocalardan ders almis olmak,
onlari kötü emellerinden caydirma konusunda etkisiz kalmisti. Bu hakikatler Islam aleminin hiddetine maruz kalan
Avrupa’nin tehlikeye açik olma ve zayiflik duygularini derinlestirdi. Tehlikenin varligin görmezden gelmek intihardir, fakat
kafayi sadece buna takmak zarar verici olur çünkü, herseye ragmen amacimiz tüm göçmenleri en iyi sekilde entegre etmek olmali. Sonuçta onlarin bize ihtiyaç duydugu kadar biz de onlara muhtaciz.
Son olarak Avrupa’da
dis bir
güç tarafindan hükmedilme korkusunu görebiliriz. Bu ABD gibi dost, Rusya
gibi hasmane veya Avrupa Komisyonu gibi tepeden inmis bir bürokrasi olabilir. Günümüzde Avrupa Komisyonu birçok kisinin gözünde kendi
ulusal çikarlari olan 28. bir AB üyesi olarak
algilaniyor. Özünde bu korkular bizi tek bir noktada birlestiriyor, o da kendi gelecegimiz üzerindeki kontrolü yitirme
korkusu.
BIZ KIMIZ?
Kesin cografi sinirlardan yoksun olmak Avrupa’nin
belirsizlik hissini daha da derinlestiriyor. Avrupa
Birligi’nin kucakladigi uluslara net bir kimlik, amaç ve
istikamet verememis olmasiyla
birlestiginde bu, Avrupa’nin psikolojik sinirlari algisinda olumsuz
bir etki yaratmistir. Biz
gerçekten kimiz?
Avrupanin
sinirlariyla ilgili duydugu kaygi duygusal
boyutta belki de en fazla Türkiye hakkindaki fikir ayriliginda ön plana çikiyor. Ingilizleri bir nebze
hariç tutarsak çogu
Avrupali Türkiye’nin Birlige
tam üyeligine siddetle karsi. Türkiye “Avrupali Öteki” degil, “Avrupali olmayan Öteki” olarak
algilaniyor.
Bu muhalefeti
sadece rasyonel kistaslarla anlamak olanaksiz. Nedeni sadece siyasi, ekonomik
hatta demografik endiseler degil. Her seyden öte Türkiye’nin içinde barindirdigi Müslüman Öteki’ne karsi duyulan bir korku sözkonusu. Ortalama
bir Fransizin cahillikle Arap olarak algiladigi 80 milyon Müslüman Türk’ün, kendisinin Hristiyan (fakat
ayni zamanda laik) tarafini istila etmesi korkusu.
Türkiye’nin
AB’ye girmesi lehine olan rasyonel savlar, özellikle 11 Eylül sonrasi
güç kazandi. Avrupa’nin Orta Dogu’daki nüfuzunu önemli oranda arttiracak stratejik ve diplomatik
ortak gereksinimi, Islam alemine
verilecek uzlasi mesaji ve
genç nüfuslu Türkiye’nin dinamizmi. Tüm bunlar Türkiye’nin üyeligini destekleyen kanitlar. Türkiye’de Islami egilimlere kayan mevcut siyasi evrimin gidisati da aslinda baska önemli
bir etmen. Mevcut sartlar altinda AB kapilarini Türkiye’ye kapatmak tarihi anlamda devasa bir risktir.
Evet
Türkiye’nin demokratik referanslari inandirici olmaktan uzak ancak sadece
ekonomik kriterlere göre ele alirsak Istanbul AB’de
olmayi Sofya veya Bükres’ten çok
daha fazla hak ediyor. Türkiye’nin AB’ye alinmasi meselesinde yolculugun kendisi varilacak
noktadan daha önemli olabilir. Adayligin verdigi azimle Türkiye’nin
uygulamayi basardigi reformlar gerçekten
takdiri hak ediyor. Avrupa, Türkiye’nin üyelik ihtimalini tamamen ortadan
kaldirarak devam etmekte olan bu makbul süreci baltalama riskini göze alabilir
mi?
Duygusal
boyutta muhaliflerin endiselerini anlamak
o kadar da zor degil. Üyelik
demek AB sinirlarinin artik Suriye ve Irak olmasi anlamina gelecek. Kültürel
olarak da Türkiye’nin Avrupali oldugunu söylemek
mümkün degil.
Türkiye’ye ‘evet’ demek irade ve siyasi zeka gerektiriyor ancak kabul
ediyorum ki bu birçok yönden mantiksiz.
Herseye ragmen Türkiye’nin üyeligini tereddütsüz destekliyorum. Dogu’ya yönelmenin cazibesi, AB’ye üyelik gibi bir amaçtan
yoksun Türkiye’nin karsi gelemeyecegi birsey olabilir. Bu durumda AB karsisinda potansiyel olarak çok tehlikeli bir komsu bulabilir.
Türkiye
ikileminin önümüze kimlige
dair çikardigi sorular
belki daha da önemli. AB kültüre mi yoksa siyasete mi dayali? Bu soru her
zaman oldugundan daha muglak oldugu gibi Avrupa’yi ele geçirmis kafa karisikliginin en güzel örneklerinden biri. Uzun
vadede çoklu kimlikler ancak kendi öz kimligimizle barisik oldugumuz zamanlarda kabul edilebilir bir
olgu. Çok kültürlülügün dogru formül olmasi için özgüven sart.
Bu ve baska
nedenlerden ötürü bazi ülkelerde Birlige karsi bir
yabancilasma hissi gelisti. Fransa artik ailenin reisi gibi
hissetmiyor. Almanya “ikinci Fransa” gibi görünüp davraniyor ve halen aramizda
en Avrupali görünenimiz. Ne var ki Almanya Avrupa’yi tek basina hareket ettirecek güçte degil.
Tüm kitayi
kapsayan birlestirici bir
vatanperverlik, münferit ülkelerin tehdit altindaki milliyetçiliginin yerini
alsaydi Avrupadaki özgüven seviyesi daha yüksek olur muydu? Bunu
hiçbir zaman bilemeyecegiz çünkü AB
böylesi bir kavrami tesvik etmeye
bütünüyle karsi.
Yeniden özgüven
kazanmak isteyen bir Avrupa’nin çok daha fazla çalismasi ve daha hizli büyümesi gerekiyor. Ekonomik büyüme
anlaminda Asya ile Avrupa arasindaki uçurum uzun vadede sorunlara isaret ediyor. Bati borçlanmaya, Asya ise
büyümeye devam ettikçe Avrupa’daki gerilemenin önüne geçmek imkansiz gibi
görünüyor.
AMERIKA’NIN KORKU KÜLTÜRÜ
Amerika’nin
korku kültürünü tanimlamak en az Avrupa kadar zordur. Yoksul ve zengin Amerika,
kirsal ve kentsel Amerika, siyahla beyaz Amerika... bu listeyi uzatmak çok
kolay. Amerika’yi bölerken bir baska yaklasim da benimsenebilir: bir tarafta korku
çatisi altinda bütünlesen, bir tarafta
korkmaktan korkan ve bu nedenle umut altinda birlesen Amerika. Buna göre, son baskanlik seçimi korku (McCain) ve umut adaylarinin (Obama) birbirine
meydan okumasi olarak algilanabilir.
Cumhuriyetçilerin
negatif seçim kampanyasi sosyal, kültürel ve ekonomik korkulari körüklemeye
odaklanmisti. Bu korkularin geçmis seçimlerde de siyasi birer silah olarak
kullanildigini görmüstük ancak 2008’de Cumhuriyetçi gündemin basinda geldigine tanik olduk. Öte yandan, Kennedy-vari bir tarz benimseyen
Obama, Amerika’daki umut kültürüne sesleniyordu. Obama gençti ve
daha önemlisi ten rengi farkliydi fakat Amerikalilar yine de umudu tercih
etmeyi bildi. Obama’nin zaferi Amerikan tarihinde önemli bir dönüm noktasi,
korkudan uzaklasip yenilenmis bir Amerikan iyimserligine yönelmek olarak kabul edilebilir fakat
yine de unutmamak gerekir ki tek bir seçim bu yeni istikameti teyit etmekte yetersizdir.
Günümüz Amerika’sina
baktigimda, nedenleri
farkli olsa da Avrupa gibi kendinden emin
olmayan ve korku içinde bir
ülke görüyorum. Amerikalilar
Avrupa gibi geçmise takilip kalmis durumda degil. Amerika
kendini daima geçmisten çok
gelecege odakli bir proje
olarak görmüstür. Amerika’da
yasanan mevcut kimlik
bunalimi ardinda üç ana sual vardir: Ruhumuz olan etik üstünlügümüzü mü kaybettik? Hayattaki
amacimiz olan ulusal misyonumuzu mu kaybettik? Dünyadaki konumumuzu mu
kaybettik, yani geriliyor muyuz?
Bir baska deyisle Avrupalilar kendilerine “Biz kimiz?” diye sorarken
Amerikalilar su sorulara
cevap ariyor: Neden bizden bu kadar nefret ediyorlar? Eski dost ve
müttefiklerimiz neden bizden haz etmiyor ve güvenmiyor? Yoksa dünyanin bir
zamanlar sevdigi ve hayranlik
duydugu ülke degil miyiz artik?
Bu kapsamda
Amerikalilar ayni zamanda kendi sistemlerinin evrenselligini ve merkeziyetini de sorgular hale geldi.
Amerika için iyi olan dünyanin kalani için iyi olmayabilir. Dahasi,
Amerika verdigi
nasihatlari büyük ölçüde kendi uygulamadigina göre kendileri için iyi olani kötüden nasil ayirt edebilirler
ki?
KENDIMIZE
NE YAPTIK?
Amerikan tarihi
içinde korku hep var olmustur. 20. yy'in
ilk yarisinda komünizm, anarsi, radikalizm,
grevler, siddet, göçmenlik
gibi unsurlar birçok Amerikali için ulusun sosyal ve siyasi istikrarini
tehdit ediyordu. II. Dünya Savasinin sona
ermesi de korkunun yok olmasina yetmedi. Takip eden kirk yil boyunca örnegin Vietnam savasina karsi çikan “Woodstock” kusagi ile savasa katilanlar arasinda büyük fikir
ayriliklari süregelmistir. Bu tartismalar halen Amerikan kültürel ve siyasi
arenasini fazlasiyla mesgul etmekte. Bu
ayrisma ve birçok
muhafazakarin gözünde, beraberinde getirdigi ulusal bozulma ve gerileme korkusu günümüzde tanik oldugumuz kültürel ve ahlaki meselelerin (kürtaj,
escinsel haklari, okullarda
din) neden seçimlerde ekonomik ve siyasi sorunlardan daha ön planda oldugunu da açiklayabilir.
Öyleyse 11
Eylül saldirilari Amerikan korkusunu yaratmadi sadece daha derinlestirdi. Soguk Savas’in baslamasindan itibaren Amerikalilar cografik konumlarinin kendilerini korumaya
yeterli olmadigini fark
etmisti. Fakat 11 Eylül sadece
soyut bir düsünceyi trajik
bir gerçeklige dönüstürmekle kalmadi ayni zamanda
verilecek cevabin nasil olacagina dair
hararetli bir tartisma yaratti.
11 Eylül
sonrasi kendini benim gibi New Yorklu hisseden birçok insan Amerika’nin verdigi hükmü sorgulamadan edemiyor. Acaba
ABD, 11 Eylül öncesinde tehdidi hafife almis ve sonrasinda abartmis miydi? Güvenlik ve özgürlük arasindaki tartisma asla bitmez ancak “teröre küresel
çapta savas” açan Bush hükümeti
dogru dengeyi kesinlikle
bulamadi. Guantanamo ve Ebu Gureyb olaylari bunun en iyi örnegi ve ne yazik ki 11 Eylül
sonrasi Amerikasinda yanlis giden
birçok seyi çok
iyi resmediyor. Bu olaylar Amerika’ya karsi dramatik bir algi degisimine neden
oldu. ABD artik bir kurtarici olarak degil bir zulümcü olarak görülür oldu.
Her yere kem
gözle bakip herseyde kötülük
aramak bir ülkenin kapilarini kapatmasina neden olur. Yeni
güvenlik önlemleri akabinde Amerikaya girmek isteyen tüm yabancilar
birinci elden size bunu anlatabilir. 11 Eylül olaylari Bush hükümetine
Amerikalilari uluslararasiciligin kaba kuvvete
bürünmüs tasviri altinda
birlestirmek için tarihi bir
firsat verdi. Ancak yeni yaklasimiyla Amerika
asiri ihtirasla asiri tepkiyi bütünlestirmis oldu. Orta Dogu’ya demokrasi
getirme istegi kendi içinde
onurlu bir düsünceydi ancak
bunu merkezinde yeni ve demokratik bir Bagdat’la insa etmek en
hafif tabirle hayalcilikti.
SOLAN AMERIKAN RÜYASI
Avrupa’nin
aksine Amerika herseyden öte umut
kelimesiyle özdeslestirilmistir. Tarihine baktigimizda bile Amerika’nin özgürlük ve yeni firsatlarin ülkesi olarak kuruldugunu görürüz. Bu iyimserlik havasi mütevazi ve
genç Amerikan Cumhuriyetini 2 asirdan kisa bir sürede emperyal bir konuma
getirdi. Iste bu umut hali
Amerika’nin yumusak gücünün
temeli olmanin yaninda dünyanin dört bir yanindaki insanlar için bir çekim
merkezi özelligi tasimasina neden oldu.
Amerika’nin
göçmenleri çekme gücü sadece Amerikan rüyasinin eseri degil ayni zamanda ülkenin basarilarindadir da. Iyimserlik, idealizm, bireysellik, esneklik
ve özel olma inanci geleneksel olarak bir ülkenin basarisi için mutlak nitelikler olarak
kabul edilir ama Amerika herseyden öte
gelecege baktigi için de böylesine ilerlemistir.
Fakat simdilerde Amerikalilar
Amerika’ya özgü bireyselcilik kavramini sorgular hale gelmistir. Amerikalilarin kendinden süphe duymasinin birinci sorumlusu
kendileridir. II.Dünya Savasinin sanli anilariyla karsilastirildiginda Irak Savasi Amerika için Kore ve Vietnam’dan bile kötü görünmekte. Irak
savasinin akibeti de II. Dünya
Savasi’nda oldugundan çok farkli olacaga benziyor çünkü Irak asla Almanya
ve Japonya gibi olamayacaktir. Almanya ve Japonya savas sonrasinda ABD’nin demokratik modelini benimseyip yeniden
ayaga kalkmaya çok
hevesliydi. Irak böyle arzulara sahip degil.
Dahasi 2003
Amerika’si ile 1944 Amerika’si arasindaki büyük fark. Omaha ve
Utah1 kumsalina çikarma yapan genç ABD askerleri anladiklari ve
inandiklari bir amaç ugruna
kendilerini feda etmeye hazirdi. Arkalarinda güvenebilecekleri askeri ve siyasi
bir irade bulunuyordu. Günümüzde ayni seyden söz etmek mümkün mü? ABD askerleri ayni kilavuza ve
ekipmana sahip mi? Irak’tan gelen haberler II. Dünya Savasinin kahramanlik destanlarindan çok
Vietnam’da tanik oldugumuz kafa karisikligi ve basarisizlik
hikayelerini andiriyor. Dahasi günümüz ABD ordusu daha çok para
kazanmaya ihtiyaci olan fakir Amerikalilardan olusan özel bir güç. Ve beraberlerinde Irak pastasindan pay
almaya gelmis gözü dönük özel sirketler faaliyet gösteriyor. Savas asla güllük gülistanlik olamaz ama II.
Dünya Savasi askerlerinde
idealizm vardi. Günümüz ABD ordusunda bunun oldugunu söylemek kandirmaca olur.
Umudun ve
hayallerin ülkesi Amerika özgün misyonu algisini yitirip Avrupa gibi korkuya mi
yenik düstü?
GERILEYEN AMERIKA
Amerikalilar
bozularak ayrisma meselesini
uzun süredir tartisiyor. Bana göre
Amerika “digerlerinin
yükselisi”yle basa çikabilir. Amerika’nin dinamizmi,
direnci ve mükemmeliyetçiligi hala
gücünü koruyor. Ayrica ekonomik ve sosyal sikintilarin üstesinden gelme
becerisi Avrupa’ya kiyasla daha yüksek görünüyor. Ancak yine de Amerika’nin
sikintilari çesitli kollardan
yayilmaya devam ediyor. Fiziksel olarak obezitesi; finansal olarak
durmak bilmeyen borçlanmasi; üçüncü dünya ülkelerini andirmaya baslayan dökülen altyapisi; ordunun durumu;
gençler arasindaki vahset, uyusturucu kullanimi ve basibosluk; kontrolden çikan
piyasalar ve herseyden ötesi
islevsiz siyaseti.
Son
zamanlardaki gelismelerin isiginda
Amerikalilar da ayni Avrupalilar gibi ekonomik bozulmadan korkar hale geldi.
Avrupalilar gibi issizlikten,
yabanci sirketler
tarafindan satin alinmaktan endise duyuyorlar.
Adeta küresellesmeye karsi bir hava, bir korunma istegi sezilebiliyor.
Avrupa’nin
gözünde ABD disarida asiri kontrolcü, içeride fazla lakayit.
Kontrollerin yetersiz görünmesi de sadece mali piyasalari düzenlemekle
sinirli kalmiyor. Isin sosyal
boyutu da var. Örnegin fazlasiyla
gevsek silahlanma kanunlarinin
son yillarda birçok okulda katliam raddesinde ölümlerle sonuçlanmasi.
Avrupalilar bu kontrolsüzlük halinin kendi kitalarina yayilmasindan endise ediyor. Vahset ve asiri alkol
tüketimi seklinde
gelen “Amerikalilasma” fikrine
kimse sicak bakmiyor.
Umut dolu
Amerika tamamen bitti mi yoksa bu sadece geçici bir dönem mi? Iyimser olmak için nedenler var ve bu sadece
Obama’nin baskanlik koltuguna oturmasiyla sinirli degil; Amerikalilari uzun zamandir
karakterize eden bazi özellikler de bu iste rol oynuyor. Gerçek bir göçmen ülkesi olan ABD, her yil ülkeye
gelen milyonlarca yeni insan sayesinde korkularini yenecek dirayeti kendinde
bulabilir. Günümüzde ABD’deki Latin Amerika kökenliler entegrasyonlarini büyük
oranda basarili biçimde
tamamladilar. Dahasi, Müslüman kökenli ABD’liler Avrupadaki din
kardeslerine kiyasla ekonomik
olarak ilerlemeye 11 Eylül’e ragmen devam
edebildiler. ABD’nin sorumlu siyasetçileri bu gelenegin ne kadar önemli oldugunun farkinda. Açik görüslü Amerikalilar
yasadisi göçmen sorununa
çözüm olarak kotalarin arttirilmasi ve daha etkin kanuni yaptirimlardan
bahsettiginde, Nicolas Sarkozy gibi
Avrupali muadillerinden çok daha fazla güven telkin ediyorlar.
Elbette hersey yolunda degil. Ögrenci vizelerinde büyük bir kesintiye giden ABD, göçmenler için
çekim merkezi olmaktan çikarsa kendi gelecegini tehlikeye attigini unutmamali.
Yeni bir baskanin yapabileceklerini abartmak kolay ama
unutmamak gerekir ki ülkenin en yetkili adaminin bile bir veya iki dönemde
yapabilecekleri sinirli. Fakat Obama Amerika’nin imajini düzeltmeye kararliysa
bunu heyecanla karsilamali ve
yürekten desteklemeliyiz.
1 Normandiya Çikarmasi sirasinda
Amerikan ordusunun Fransa sahillerinde belirledikleri 5 noktaya verdigi
isimler: Omaha, Utah, Gold, Juno ve Sword
BATIYI BÖLEN KORKU
Korku Avrupa ve
ABD’ye sadece zarar vermedi taraflar arasindaki iliskiyi de zedeledi. 11 Eylül iki tarafin aslinda biribirnden ne
kadar farkli olduklarinin hatirlaticisi oldu. Bush hükümetinin siyaseti ise bu
uçurumu daha da derinlestirdi.
Soguk Savasin bitiminde Gorbaçov’un kurmaylarindan Aleksandir Yokalev Bati’ya
bir uyarida bulunmustu: “Size çok
kötü birsey yapacagiz. Bir tehdit olarak ortadan kaybolacagiz ve ittifakinizin harci sizi bir arada
tutmaya yetmeyecek”. Ortak çikarlarin azalmasi ve (korku haricinde)
yasanan duygu ayriliklarinin
taraflarin birbirinden uzaklasmasina neden
oldugu tartismasiz bir gerçek.
Gerçek tehdit
nedir? Ekonomik çöküs, kitle imha
silahlari, basarisiz ülkelerdeki
siyasi karmasa,
küresel isinma mi yoksa enerji krizi mi? Karmasa stratejik anlamda netlik kazandirmadigi gibi duygusal anlamda kesinlik de saglamiyor.
Atlantik-ötesi
taraflarin ayriligi bir olay
degil, daha çok bir süreçtir.
1990’lardan beri büyüyen ve 2000’lerin basinda patlak veren bir süreç. Bu ayrilik söyle özetlenebilir: Amerika,
Avrupa’yi daha çok küçümsedikçe Avrupa Amerika’ya daha az
gereksinim duydugu fikrine
kapildi. Sanki Eski Avrupa Amerika’ya “Senin korumana ihtiyacim kalmadi, dahasi
artik seni tanimiyorum bile” demekte. Bu süreçte ABD’nin Avrupa konusundaki
hayalkirikligi da
giderek artiyordu. Balkanlarda patlak veren savas karsisinda
Avrupa’nin ilk asamadaki zayif
performansi Amerikan elitleri arasinda hüküm süren süpheciligi derinlestirdi. Avrupa
buna paralel olarak ABD’ye yabancilasmaya devam etti.
11 Eylül
saldirilari sonrasi Avrupalilarin ABD’ye duydugu korku yerini umuda birakti. Iki taraf terör tehdidi karsisinda güçbirligi yapmisti ancak düsmanla savasma yöntemleri
konusundaki fikir ayriliklari tehdidin kendisini gölgede birakti.
Washington gözünde Avrupa “hain” olmustu. Avrupa ise ABD’yi dünyanin istikrarini bozan bir tehdit
olarak görmeye basladi.
Ancak
hissedilenlerle telaffuz edilenler fazlasiyla çeliskiliydi. Washington, Avrupa icadi olan Bati degerlerinin önemini vurgularken
bunlari açikça ihlal ediyordu. Avrupa ise ABD’ye istikrar ve koruma için
bakarken bir yandan zayiflamasi karsisinda ellerini ovusturuyordu.
Bu süreçte
taraflar arasindaki uçurum derinlesmeye devam
etti. Uzun süredir Fransa tarafindan dillendirilen Amerika karsitligi birçok Avrupa baskentinde destek
buldu. Amerika’nin popülerligi sadece
Müslüman olmayan Asya ülkelerinde devam edebildi. Amerikalilar 11 Eylül’ün
ertesi sabahi ilk defa “Neden bizden bu kadar nefret ediyorlar?” diye sorduysa
bugün kendilerine “Dostlarimiz arasinda neden bu kadar antipatik olduk?”
sualini yöneltmeleri gerekiyor. Bazilarina göre bunun cevabi ABD’nin Amerikan
taahhüdünü unutmus olmasinda
yatiyor. El Kaide’nin en büyük basarisi ABD’yi
kendi öz degerlerine karsi çikmaya itmis olmasidir.
Bana göre umut
kültüründen korku kültürüne geçis yapan ABD
dünyadaki albenisini kaybetti. Ancak ne ABD’nin dünyadan uzaklasmasi ne de Avrupa’nin zayifligi önüne geçilemez olmak zorunda degildir. Bati’nin ihtiyaci olan daha
hirsli bir Avrupa ve daha zaptedilebilen, dünyanin efendisi olmaktan
ziyade egitim, altyapi ve
sosyal yardim açisindan kendini onaran bir Amerika’dan olusan yeni bir dengedir.
Seffaf ve birbirine bagimli bir dünyada, Amerikan rüyasi yeniden dirilecektir.
Bu da özellikle Avrupa ve tüm dünya nezdinde Amerika’nin cazip
yüzünü olusturan ötekilerle
bütünlesme ve umut
dünyasini temsil etme kapasitesinin devamiyla mümkün olabilir. Bu
sorumlulugun yükü, iki ortaktan daha
güçlü olaninin omuzlarindadir. Eger ki
Bati umut kültürünü sagaltip iyilestirecekse bu ABD’nin nihayet Amerika’nin umut
ve rüyayla dolu geçmisi ve 21.yy
dünyasi arasinda köprü kurabilecek bir lider bulmus olmasiyla gerçeklesecektir. Bati’nin umut üzerindeki
tekelini yitirmesi muhtemelen kaçinilmazdir. Korkunun yeni merkezi olmaya
indirgenmek de önüne geçilemez olmak zorunda degil ancak olumlu bir degisim olmazsa sonuç felaket olabilir.
5- ÇETIN CEVIZLER
Üç ayakli
siniflandirmamin disinda
kalan ülke ve bölgeler de mevcut. Buralarda ya üç duygunun hepsi
esit olarak hissediliyor ya
da aralarindaki iliski çok
karmasik özelliklere
sahip. Iste çetin
cevizler:
RUSYA
Sovyet dönemi
sonrasi Rusya’sinda korku, asagilanmislik ve umudun ayni anda yasanmasi ortaya çok degisik yaklasim ve dürtüler çikariyor. En azindan
ekonomik cephede yasanan
ilerlemelere ragmen Ruslar
neden basarisizliklarina bu kadar
takilip kalmis durumda?
Ne türde cografik, tarihi,
dini ve kültürel karisim bu milleti
ayni anda gururlu ve mahçup hissettirebiliyor?
Ilk neden Ruslarin kafalarinda kendi
sinirlarina dair belirgin bir sinir olmamasindan geliyor. Imparatorluklari nerede son buluyor?
Kalplerinin derinliklerinde Ukrayna ve Beyaz Rusya’dan vazgeçmis degiller. Ruslari karakterize eden karmasik duygular agi, ulusal
tarihleriyle birlikte Bati’ya karsi duyulan çeliskili bir ask-nefret iliskisinin eseri.
Ruslarin
hissettigi asagilanmislik hissi birbiriyle rekabet içinde olan üç
duygu arasinda belki de en kolay anlasilani. 1989’dan
1991’e sadece iki yil gibi kisa bir sürede Rusya sömürgeci imparatorlugunun gözleri önünde eriyip
gitmesine sahit oldu. Bu
süreçte ilk olarak kendi kaide ve degerlerinin
tamamen tersine döndügüne tanik
oldular. Yanlis olduguna inanilan kapitalizm ve demokrasi dogru, sosyalizm ve komünizm ise yanlis olmustu. Ikincisi, Rusya
uluslararasi arenada ani bir itibar kaybi yasadi. Bazilarina göre Rusya ABD’li diplomatlarin
elinde önemsiz bir kart haline gelmisti. Dahasi ulusal kimliklerinin temelini olusturan devlet, imparatorluk ve askeriyenin
hepsi ayni anda çökmüstü. Rusyanin
kaybettigi imparatorluk denizasiri sömürgeler degil hemen yani basindaydi ve gurur hissi bir anda
yerini kaygiya birakti. Yeni kazanilan bagimsizkliklari, diplomatik-siyasi özgürlükleriyle
Ukrayna ve Gürcistan gibi sayisiz ülke, çöken Rus imparatorlugunun aci bir hatirlaticisi oldu.
Bu ülkelerin çok geçmeden NATO’ya basvurmasiysa Rusya’nin asagilanmislik hissini doruklara çikardi.
Rusya’da asagilanmislik hissine, günümüzde siyasi nedenlerle
manipüle edilen ve abartilan, ülkenin yabanci düsmani gelenegiyle azdirilmis bir korku
da eslik etmekte. Rus
liderler Çeçenistan meselesinden zaferle ayrildigini düsünüyor olabilir
ama bu zaferin bedeli çok agir
oldu. Çeçenistan çatismasi Rusya’nin
dertlerini açiga vurmakla
kalmadi, derinlestirdi de. Bu
sorunlar yolsuzluk, kontrolsüz ve vahsi
güç kullanma egilimi,
halkin çikarlari yerine devlet gücünü arttirmaya odakli siyaset
anlayisi ve de
en önemlisi hukukun üstünlügüne
dayali normal medeni bir ülke olmadaki basarisizligi geliyor.
Yine de korku
ve asagilanmisligin yaninda, en maddi haliyle de olsa Rusya’da
umuda da rastlamak mümkün. 10 yil öncesine kiyasla Ruslar bugün
kendilerini daha iyi hissediyorsa bunun baslica nedeni yasam kosullarinin giderek iyilesmesi ve yillik ortalama %7’lerde seyreden
ekonomik büyümedir. Günümüz Rusya’sinin hissettigi umut büyük oranda ekonomik. Bu materyalizm anlayisina milliyetçilik ve yenilenmis bir övünme hali de eslik ediyor.
Öte yandan
ekonomik düzelme, sivil topluma baski ve otokrasiye dönüsle birlikte gerçeklestiyse ne olmus ki? Zaten
Ruslarin özsaygisi ve ulusal gururu hiçbir zaman Bati tarzi bir
demokrasiyi sürdürme becerileriyle alakali olmadi. Hatta Gorbaçov ve
Yeltsin dönemleri bir çok Rus için rezillikti. Demokrasi zayifligin isaretiydi.
Putin tüm bu
dinamikleri çok iyi tahlil etti. Gaz ve petrol fiyatlarindaki artis ülke çapinda yaratmayi basardigi ilerleme ve hatta umut hislerine elbette fazlasiyla
yardimci oldu. Petrolün varil fiyati 150$ seviyelerinde degil de 40$ olsaydi Rusya’da
umut görebilir miydik? Petrol ve gaz fiyatlarindaki dalgalanmalara
ragmen Rusya’nin rezervleri
paha biçilmez ve Ruslarin çogu “Rusyanin
geri dönüsü”nden pek memnun. Ruslar
geri dönmüs olmanin kendilerini
Bati’dan uzaklastirip Asya’ya
yaklastiriyor olmasindan da endise duymuyor.
ISRAIL
Rusya’da oldugu gibi Israil’de de korku, umut ve asagilanmisligin bir karisimini görmek mümkün. Kocaman köklü bir
imparatorlugun küçük
ve çok genç bir devletle benzer kimlik sorunlarina sahip
olmasi ilginç. Ancak her ikisinin de Avrupa’yla iliskisi cefali. Bununla birlikte her ikisi de
kendi bölgelerinin en büyük ekonomik ve askeri güçleri olduklarini iddia etse
de düsmanlarla
sarili olmanin verdigi ciddi bir
kirilganlik hali sergilemekte.
Israil’de korkunun birçok kaynagi var. Birincisi demografik. Araplara
kiyasla Yahudi Israillilerin
nüfusu çok az. Daha genis bir
mercekten baksak bile benzer birsey
görebiliriz – genel anlamda Müslümanlara kiyaslandiginda Yahudilerin sayisi ufacik kaliyor.
Demografik
unsurlar yüzlesmek zorunda
oldugu yerel siyasi siddet ve bölgesel stratejik tehditlerle birlesince Israil’in yasadigi korkuyu anlamak o kadar zor olmasa
gerek. Ikinci intifada
Filistinlilerin büyük bir hatasiydi ancak intihar bombacilari Israillileri korkutmakta etkili oldu. Israil’in insa ettigi güvenlik
duvari Öteki’nden korkmaya verilen tepkinin en uç noktasiydi.
Hizbullah ve Hamas’a verdigi destekle
birlikte sözlü provokasyon ve nükleer hirslariyla Iran kaynakli bir korkudan da söz edilebilir.
Bu
olumsuzluklara karsin Israil’de umut bulmak da mümkün. En basta Israil devletinin kurulmasi bile umudun mantik üzerindeki
zaferi olarak görülebilir. Bu genç ülkenin is dünyasi, teknoloji, bilim, edebiyat ve sanat alanlarinda
elde ettigi basarilar umut tesis etmekte etkili birer unsur.
Bu basarilar karsisinda hissedilen gurur siyasi elitlere ve
askeriyeye karsi duyulan
ulusal memnuniyetsizlikle biraz zayifliyor.
Birçok Israillinin karsi çikacagina eminim ama
Yahudi Israil
kültüründe bir nebze asagilanmislik veya en azindan kirginlik oldugu da söylenebilir. Elbette yok edilemeyen terörist düsmanlarin sürekli saldirisi altinda olmak
asagilanmislikla yakindan
baglantili olan çaresizlik
hissini körüklüyor; fakat Israil’in
hislerini sadece Orta Dogu sekillendiriyor olamaz. Bu hislerin arkasinda
belli oranda Yahudi tarihi de yatiyor. Tipki istismar edilen çocuklarin kendi
çocuklarini istismar etmesi gibi Israil’in Filistinlilere karsi umursamaz, asagilayici ve vahsi davranislari Yahudi
tarihinin aci dolu izleriyle baglantili olabilir.
Tarihin omuzlarda yarattigi yükün Öteki’ni
bilinçli olarak yoksaymakla birlesmesi,
olabilecek en tehlikeli karisimlardan biri.
AFRIKA
Afrika uzunca
bir süredir uluslararasi arenada marjinallestirilmenin kurbani. Son zamanlarda, en istikrarli sayilan
ülkelerde bile patlak veren etnik vahset ve onu takip
eden trajediler Afrika’nin olumsuz imajini pekistirdi. Ancak bu karamsar hava içinden çok yavas da olsa iyi isaretler belirmeye basladi. Yine de
Afrika hakkinda degisen izlenimler çeliskiden muaf degil. Kitanin barindirdigi nadir ve
degerli kaynaklar basta Çin olmak üzere bunlarin pesinde olan yabanci yatirimcilarin istahini kabartiyor ve buraya olan ilgiyi
arttiriyor. Nasihat verme pesinde
olmadiklarindan Çinliler ekseriyetle yozlasmis Afrika
rejimlerinin en tercih ettigi müsterilerin basinda geliyor. Iki
tarafi motive eden açgözlülük ve korku: Çinliler burada yasanan kaosun kaynaklara erisimi engelleyeceginden korkarken Afrikalilar da anlayisli ve destekleyici bir müsterinin yoklugunda güç
kaybetmekten çekiniyor.
Basta sömürgeci ülkeler olmak üzere
Avrupalilarin kitaya bakisi, bir tarafta
insanlarinin gelecegi için endise duymayi, bir tarafta o tanidik
açgözlülük – korku karisimini içeriyor.
Avrupalilarin korkusu her açidan kaldirabileceklerinden çok Afrikalinin kitaya
kapak atmasi. Fransa Basbakani Sarkozy’nin
Akdeniz Ülkeleri Birligi projesi en
azindan bir dereceye kadar çig gibi büyüyen mülteci sorununa bir çare bulmayi amaçliyor. Aydin Avrupalilar için isin mantigi net: Olduklari yerde kalmalarini istiyorsak
Afrikalilar için gelecegi olan bir
Afrika kurmamiz lazim.
Avrupa’nin
Afrika’yi reforme etme gayreti tabii ki Afrikalilarin etkin katilimini
gerektiriyor. Fakat 40 yillik bagimsizliktan
sonra Afrika’nin Bati’nin müdahalesiyle kurtulacagi fikri Afrikalilar için küçük düsürücü oldugu gibi
Afrika’nin iyiligini isteyen
Avrupalilar için moral bozucu. Bu ayni zamanda hatali bir yaklasim. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin barisçil yollarla çogunlugun hakimiyetine
geçmesi 20.yy’in en önemli olaylarindan biridir ve bu Afrikalilarin kendi
eseridir. F. W. De Klerk’in cesareti, öngörüsü ve dogru zamanlamasi, ayrica karsisinda muhattap olarak Nelson Mandela gibi zamanin en büyük
kahramanlarindan birisinin olmasi bu basarinin temel taslaridir (Keske Filistinlilerin kendi
Mandela’si olsaydi, Israil’in
Klerk’i olan Izhak Rabin de
bir piskopat tarafindan öldürülmeseydi).
Güney Afrika
bugün tek bir ulus. Onlarin deneyimi ise kitanin kalani için önemli bir ders
olmali: uluslararasi toplum bir degisiklik yapabilir ancak baris ve gelisme halini ne yaratabilir ne de dayatabilir. Uygun kosullarin elde edilmesi Güney Afrika dahil tüm
kitada büyük degisimlerin olmasini gerektiriyor.
Afrika’nin problemleri kimseye yabanci olmasa gerek: AIDS hastaliginin yayilmaya devam etmesi, ulusal
birlikteligin olusmasina engel olan ve sömürge yillarindan kalan
sinirlarin yapayligi, kabileler ve
etnik kökenler arasindaki çatismalar... Afrika
kadar savastan zarar görmüs bir yer yok. Savas ortaminin otorite boslugunda izdirap,
cinayet, tecavüz, devlet düzeyinde yolsuzluk, suç ve siddet insanlarin hergün karsilastigi gerçeklikler.
Bunlara karsin umutlu olmak için bazi nedenler var.
Rwanda’da Paul Kageme ve Liberya’da Johnson-Sirleaf gibi yen kusak siyasetçiler ülkelerini ileriye tasiyacak güçlü fakat insancil
kararlari alacak cesarete sahip. Kadinlarin rolü giderek güçleniyor.
Ekonomik anlamda da umuttan söz edilebilir. Giderek artan sayidaki
Afrika ülkesi, Botswana modelini benimseyip ülkelerine
yabanci yatirimciyi çekecek piyasa reformlarini hayata geçiriyor. Afrika
ümitsizlikle umut arasinda bir kita. Ancak önemli olan umut kelimesinin
onyillar hatta belki de
asirladir ilk defa telaffuz ediliyor olmasi.
LATIN AMERIKA
Alinacak ortak
dersler olsa da Latin Amerika’daki durum Afrika’dan çok farkli. Brezilya’yi
hariç tutarsak Latin Amerika’da ümitsizlik belki daha az ama umut da öyle.
Brezilya kendini Latin Amerika’nin Çin’i veya ABD’si gibi görme egiliminde. Brezilya enerji ve iyimserlik dolu
ancak kita çapinda tanik olunan felaketlerin de görülebildigi bir ülke. Örnegin siddeti ele alalim. Çogu serseri kursunu sonucu
olmak üzere sadece 2005’te Brezilya’da 40.000 kisi atesli
silahlarca öldürüldü. Sosyal adaletsizlik ve ekonomik dinamizm anlaminda
Asya’yi animsatabilir ancak kontrolden çikmis vahset Brezilya’nin
karanlik yüzünü teskil ediyor.
Buna ragmen umut Brezilya’daki
baskin duygu olarak öne çikiyor. Basta yolsuzluga gözyummak
gibi önemli eksikliklerine ragmen Lula da Silva
rejimi güven telkin edici bir özellige sahip. Ancak Sili ve belli
oranlarda Arjantin ve Kolombiya haricinde ayni seyi diger Latin
Amerika ülkeleri için söylemek kolay degil.
Latin Amerika,
evreler halinde hareket ediyor izlenimi veriyor. 60’larda askeri rejimler,
80’lerde demokrasiye dönüs... Günümüzde
Latin Amerika popülist evresinde. Örnegin Venezuela lideri Chavez istikrar bozucu sol akimin yeni
yüzü olarak Castro’nun yerini almis durumda. Chavez’in agirligi ve
karizmasi Castro’ya göre zayif kaliyor ancak Chavez’de, Castro’nun sahip
olamadigi birsey var – bol bol para. Arjantin
gibi ülkelerden borç para alarak sadece büyük kazançlar elde etmekle
kalmiyor kita çapindaki etkisini de arttiriyor.
Ancak Latin
Amerika’nin popülist evresi umuttan çok asagilanmislik hissinin eseri gibi
duruyor. Örnegin Hindistan eski isgalcisi Britanya ile sorunlarini büyük ölçüde çözmüs görünse de ayni sey Latin Amerika için söylenemez. Kuzey
Amerikali “gringolar” ve hatta Ispanyollarla bile olan iliskiler hala sorunlu ve gündemi fazlasiyla mesgul ediyor.
Elbette bu
psikolojik ve siyasi durumun bas sorumlusu
Latin Amerika’yi hala arka bahçesi gibi gören ABD. ABD’nin müdahaleleri
artik dolayli yöntemlerle gerçeklesiyor ama Latin Amerika’nin tamaminda dis müdahele olarak algilanip içerleniliyor.
Latin
Amerika’da, asagilanmisligin ötesinde
korku da var ama yine ilginç ve çeliskili duygularin esliginde. Uyusturucu kartelleri devletlere kafa tutuyor, iç savaslar onyillar boyunca sürüyor. Ciddi para akisinin verdigi güçle Venezuela gibi petrol ülkeleri Amerika ve
Brezilya’nin kitadaki tesirini dengelemeye gayret ediyor.
21. yy’in basinda ne
Afrika ne de Latin Amerika göz ardi edilebilir ancak bu kitalar ne simdi ne
de kisa vadede henüz dünyanin geleceginin sekillendigi yerler degildir.
6- 2025 ÖNGÖRÜLERI
Uluslararasi
iliskiler ve siyaset
uzmanlarinin çogu,
dünyayi ve uluslarin kolektif davranislarini duygulardan yola çikarak desifre etme gayretini ters karsilayabilir ancak yaraya tuz ekmek için daha
da ileri gidip sivil bir tepki olusturma amaciyla
sizlere gelecege dair tarihsel
bir fantezi sunmak isterim. Su anki haliyle
dünyamiz hem tehlikeli hem de heyecan verici, fakat acaba gelecekte nasil
olacak?
Önümüzde iki
seçenek var en iyisini seçecegimiz kuskulu ama en kötüsünü seçmek zorunda da
degiliz. Yani kaderimiz bizim
seçimimize bagli! Gerçek
karikatürize ettigim bu iki
farkli senaryonun arasinda bir sey olacak muhtemelen. Yine de, dünyada umut baskin çikarsa
bizi nasil bir gelecek bekliyor; korku hakim olursa ne olacak bir göz atalim.
Olumsuz senaryo
kötülük habercisi olarak algilanabilir ancak bizi silkinmeye tesvik edecektir. Niyetim korkuyu körüklemek degil korkunun galip geldigi bir dünya yaratmamamiz için yerinde
uyarilar yapmak. Hüküm verirken olumsuz duygularin etkisinde kalma hatasina düsersek ne olur onu göstermek istedim. Umut
verici senaryoya gelince bunun yalnizca bir hayalden ibaret oldugunun ve tam olarak tarif ettigim gibi gerçek olamayacaginin farkindayim. Fakat hayal etmeden gerçek
olmaz. Aydinlik hayaller dogru ilkeler ve
kurumsal mekanizmalarla dogru
liderlerin isiginda biraz da sansla dünyanin izleyecegi
yönü belirleyebilir. Kurulan hayaller daha iyi bir dünya için çalismamizi caziplestirebilir.
SENARYO I: KORKU EGEMENLIGI
Israil’de 2018’de yasanan dördüncü ayaklanmadan sonra güvenlik kosullari tekrar kötülesmis. Bu
sadece Israil ve
Filistin’de degil tüm Orta Dogu’da böyle. Bunun sonucunda Israil’deki Arap ve Yahudi halklarin nüfusu
belirli oranda düsmüs. Sadece bölgedeki siddet ortamindan degil yasamlarini zorlastiran sikiyönetimden farksiz baskici kosullar yüzünden, siginacak bir yeri olan herkes ülkeyi terketmis.
Ne yazik ki
sadece Israil’i degil baska ülkeleri de saran güvenlik
saplantisi hayati çekilmez kilmakta. Özellikle terörist sebekeler Amerika, Avrupa ve Asya sehirlerine biolojik silahlarla
saldirip 30 bin insani öldürdükten sonra tüm dünyada hayat, Israillestirilmis; korku
kültürü evrensellesmis. Pek çok devlet çok sert güvenlik
uygulamalari izlemeye baslamis. Sinirlar kapali. Insanlarin attigi her adim kimlik numaralariyla takip edilmekte. Siddet yanlisi olmayan dernekler bile
yasaklanip liderleri tutuklanmis. Günlük hayat
karamsar bir bilim kurgu filminden farksiz, her yan askeri kontrol noktalariyla dolu. Her adimda üst bas aramasi yapilmakta. Milyonlarca insan sürekli korku,
gerginlik ve endise içinde yasamaya çalismakta.
BM ve kardes kurumlari kendilerini
yenileyemedikleri için geçerligini tamamen
yitirmis ve
uluslararasi düzlemde hakemlik yapacak hiçbir otorite yok. Çok
yanliligin sona ermesiyle birlikte
kanun ve mutabakata dayanan istikrarli ve birlesik bir dünya umudu da son bulmus. 2008’de seçilen Demokrat baskani ve ülkenin seyrinin degistirilmesine
yönelik çabasina ragmen ABD
maalesef buna ne niyetlenebilmis ne de
becerebilmis. Orta Dogu’da girdikleri savaslarda maddi manevi ve askeri açidan tükenen ve 2008-2014 arasinda
piyasalarda yasanan durgunluk
yüzünden mahvolan ABD kendi kabuguna çekilmis. Askeri kuvvetlerinin çogunu yabanci topraklardan çekmis ve uluslararasi diplomasiden
uzaklasmis. 2013’te seçilen koyu sagci muhafazakar baskan asiri milliyetçi ve
korumaci politikalarla Amerikan kuvvetlerinin sayisini azaltarak neredeyse
tümünü Meksika ve Kanada sinirina yigmis.
2008 ekonomik
çöküsünden sonra yasanan mali bunalim ve dünya sahnesindeki basarisizliklariyla hayal kirikligina ugrayan Amerikalilar kendi ulusal kimliklerini bile sorgular hale
gelmis. Paul Kennedy 1987’de
erkenci davranip öngördügü Amerikan Imparatorlugu’nun çöküsünün 2025
yilinda gerçege dönüsmesiyle Amerika 1941’de beri sürdürdügü dünya gücü sifatini kaybetmis.
Öteki Avrupali
güçlere gelince kendi duygusal bunalimlariyla bogusmakta.
Balkanlarin karisikligi tüm Avrupa’ya yayilmis. 2010’da Belçika’nin bagimsizligini ilan etmesini Iskoçya, Galler ve Katalonya’nin izlemesi ardindan 2015’te AB’nin
acizligini bir kez daha ortaya
koyan Kosova meselesi yüzünden Balkanlar’da yasanan vahset, AB idealini
dramatik sekilde
sonlandirmis. Milliyetçilik
ve ekonomik özerklik duygularini dikkatsiz ve temkinsiz biçimde
körüklemis olan
Avrupali liderler bosladiklari dizginleri
kontrol edemez halde. En basta birlesik bir güçten ziyade merkezi olmayan gevsek bir federasyon olarak görünen Avrupa Birligi’nin hüsranli biçimde dagilmasina ramak kalmis.
Zaten Fransiz,
Hollanda ve Irlanda
kamuoyunun anayasa anlasmasi referandumunda red
oyu kullanmasindan sonra vatandaslarinin AB’den
kaçinilmaz kopusunun
sinyali çoktan verilmis. Avrupa
Komisyonu ve diger kurumlar da
ekonomik durgunluk içinde sarsilan bir dünyada toplumun taleplerini ve
hislerini anlamayi basaramamis. Avrupali toplumlarda
Avrupa’nin çözüm degil sorunun bir
parçasi oldugu
algisi yayginlasmakta.
Kitanin yanibasinda Balkanlar’dan, Kafkasya’ya,
Cebelitarik’a kadar tüm bölgeler savas tehditi
altinda. Avrupa devasa bir Isviçre gibi
halen göreceli olarak refah içinde ama çok ihtiyaç duyuldugu halde güvenlik nedeniyle göçmenlere
sinirlarini kapattigindan
genç nüfustan yoksun, askeri olarak etkisiz, bencil, alakasiz, korku
egemen ve tehdit altinda olma hissi içine islemis bir
mazinin müzeligini yapmakta.
Dünya sahnesinde stratejik ve diplomatik bir güç olma idealinden vazgeçmis haliyle artik Avrupa’nin örnek
gösterilebilecek tek seyi acizligi.
Avrupa’nin
korkularinin basinda yogun nüfusa sahip ve istikrarsiz komsusu Türkiye geliyor. Avrupa’nin kendilerini
Hristyan Kulübü’nde istemediginin farkina
varan Türkler alternatif arayisina girmis. Neo-Osmanli sasaasina dönüs fikri ve Islamin radikallesmis bir türünün ayartmasi arasinda iki
arada bir derede kalan Türkiye iç patlamanin esine gelmis, Avrupa’ya,
bölgenin etnik ve dini garezini bulastirmakta
deneyimli bir Orta Dogu ülkesi.
Rusya’ya gelince Soguk Savas sirasinda oldugu gibi bir tehdit olarak görülmekte. Sözde bagimsiz Ukrayna ve Gürcistan hükümetleri
emirleri Moskova’dan almakta.
Bunlara ragmen Avrupa’nin kaderi baska ülkelerle kiyasla gipta edilecek
halde.
21.yy’in baslarinda umudun kitasi olan Asya 1950-60’li
yillardaki savas haline
geri dönmeye baslamis. Çin ve Tayvan arasinda savas çikmis. Çin’de ekonomik büyümenin durmasi ve feci boyutlara
varan çevre sorunlari birlesince
ortaya çikan sosyal bunalim ve siddetli siyasi karisiklik karsisinda çaresiz kalan Pekinli Komünist liderler milliyetçi kozlarini oynayip
bagimsizlik söylemini
ihtiyatsizca kullanan Tayvan’i isgal etmis. Vaziyete dogrudan müdahaleyi reddeden Amerika’nin Tayvan’a askeri destek
vermesi yüzünden savas Çinlilerin
beklediginden çok daha uzun
ve zorlu hale gelmis.
Politik açidan
reform yapamayan Çin ve Hindistan hükümetleri halkin dikkatini kendi
eksikliklerinden ve neredeyse kitligin Afrika’daki
kadar berbat bir hale gelmesi nedeniyle çikan isyanlardan uzaklastirmak için milliyetçi söyleme basvurmus. Birer nükleer canavari olan iki ülke arasindaki
gerginlik tirmanmakta ve her an savas çikabilecek
durumda. En kötüsü de Soguk savas esnasinda ABD ve
SSCB’nin üzerindeki teknolojik ve kültürel kisitlamalarin olmayisi. Üstelik nüfuslari o kadar
kalabalik ki sanli bir
milli zafer kazanmak için ikisinin de milyonlarca insani feda etmesi
muhtemel, özellikle demokrasiden yoksun Çinlilerin. Buna karsilik tüm Asya savas halinde. Kamboçya-Tayland, Vietnam-Kamboçya. Pakistan’da
nükleer silah sahibi Taliban rejimiyle Çin-Hindistan’in milliyetçi saldirganligi arasinda Japonlar da askeri güce karsi gelistirmis olduklari tarihsel
tiksintiyi bir kenara birakmis Asya’nin
nükleer konvoyuna katilmis bile.
Asya’da terörün degisken dengesi yüzünden bölgenin istikrar
yakalamasi çok uzak görünmekte. Bu da uluslararasi yatirimcilarin
kitayi çok riskli bulmasina neden olmakta.
Asya
kültüründeki umut çevresel bozulma ve asiri dinci ideolojilerin olumsuz etkisiyle daha da asinmis. Kontrolsüz ekonomik gelisme ve yarattigi ekolojik
sonuçlar Asya’da korku kültürünün mesrulasmasina sebep olmus. Tsunami, sel, kasirga ve toprak kaymasi miktarinin ve siddetinin artmasiyla denetimsiz nüfus artisinin getirdigi saglik
maliyetlerinin de bunda etkisi büyük. Asya’da Islam’in giderek Araplastirilmasi Hindu
köktendincilerinin de radikallesmesine yol açmis. Tüm Asya’ya
dini tahammülsüzlük hakim.
Avrupa’nin perisan hali ve Asya’nin korkuyu umuda tercih
etmesiyle Afrika tamamen çaresiz birakilmis. Yokluk, yolsuzluk, etnik çatisma ve bulasici hastaliklarla kirilmakta. Kendi derdine düsen büyük ülkeler Afrika’yi kaderine
terketmis. Irk ayrimi yapan
rejim sonrasi Güney Afrika deneyimi bile tatsiz sonuçlanmis siddet olaylari kontrol edilemez biçimde artinca beyazlarin çogunlugu basta Yeni Zelanda
ve Avustralya olmak üzere baska ülkelere
göç etmis.
Öte yandan
Latin Amerika da tüm bu karmasanin
kurbani olmus. Brezilya ve
Meksika gelisme
taktiklerinden fayda bulamamis. NAFTA araciligiyla ABD ile baglantiyi seçen Meksika Amerika’nin içine kapanmasiyla agir darbe almis. Ekonomide küresel bir taktik izleyen Brezilya ise Çin ve
Hindistan’in uluslararasi piyasalardan kismen çekilmesi üzerine
zayiflamis. Latin Amerika’da politik
anlamda zafer kazanan popülizm ruhu olmus. Peron ve Castro yanlisi yeni akimlar türemis. Askeri kurumlar pek çok Latin Amerika ülkesinde
siyasi rol üstlenmis, hatta
bazilarinda idareyi her zamankinden daha güçlü olan uyusturucu kartelleriyle paylasiyor.
Cesaret kirici
bu olaylarin hepsinin kendine göre nedenleri var. Ama ayni zamanda
birbirleriyle baglantili. Son
yirmi yilda küresel çöküsün
kamçilayicisi olarak gösterilebilecek bir sey varsa o da su sekilde özetlenebilir: Kiskirtici bir entellektüel kurgu olan
medeniyetler çatismasi kendi
kendini gerçeklestiren bir
kehanete dönüsmüstür.
Samuel
Huntington 1993’te Islam ve
Bati arasinda kaçinilmaz bir çatisma olacagini öne
sürerken pek çoklarina bu abartili gelmisti. Fakat sonrasindaki süreç bunun gerçege dönüsmesini sagladi. 11 Eylül
terör saldirisi buna sebep olmadi ama sonrasinda meydana gelen olaylari
etkiledi. Yanlis anlasilmalar, yanlis hesaplar, yanlis hükümler
insanligi bu noktaya getirdi.
Huntington’in öngörüsünün dogru çikmasinin
neden oldugu korku, kaosun büyümesini
tesvik etti. Ve bu çogunlukla karar vericilerin bilinci disinda gelisti. Hegel’in deyisini alintilarsak
buraya uygun düser: Insan tarih yazar ama nasil bir tarih yaptigini bilmez. Doruk noktasi belki de
Ahmedinejat’in devrilmesine yolaçan Amerika ve Israil’in Iran’a düzenledigi hava saldirilari oldu. Bu Irak savasi gibi siyasi bir felaketle sonuçlandi.
Tüm Islam aleminde Bati düsmanligi patlamasi yasandi.
Pakistan’da demokrasi çöktü. Cihat rejimi basa geldi ve nükleer silahlari devraldi. Bu da Orta Dogu’da nükleer yarisini tetikledi. Suudi Arabistan, Misir, Türkiye nükleer köktendincilik tehdidiyle nükleere sarildi.
Buna
karsilik Avrupa kendini kale
gibi korumaya aldi. Orta Dogu’dan gelen
insan ve fikirlere, Asya mali ürünlere sinirlarini kapatti.
Avrupa’daki göçmenlere yerel halk silahlarla hükümeti taciz ederek
saldirmaya basladi. Göçmenler
Avrupa’dan ve Amerika’dan sürülüp sinirdisi edildi. Küresellesme karsiti ortamda, Öteki heryerde süphe ve korku kaynagina dönüsmüstü. Umut dolu
dünyadan eser kalmamis, hiddetin ve
karanlik bir düzensizligin hakim oldugu trajik barbar bir dünya yaratilmisti. Roma Imparatorlugunun yikilisindan sonra karmasa ve siddet dolu
Orta Çag gibi 500
yil sürmüstü, karanlik çagin bu kez ne kadar sürecegini ise kimse bilemezdi.
SENARYO II: UMUDUN YÜKSELISI
Israil, Izhak Rabin suikastinden 30 yil sonra Orta Dogu barisinin 5.yilini kutluyor. 70 yil süren güvensizlik,
adaletsizlik ve siddet sona ermis. BM Güvenlik Konseyi genislemis, artik ABD, Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya ve Güney Afrika
dahil BM’nin tüm üyeleri orada ve AB artik tek bir heyet tarafindan temsil
ediliyor. Kimsenin tahmin etmedigi bu basarili sonuca ulasilmasina düsmanligi bitirme arzusunun yani sira uzun
yillar süren siddetin verdigi bitkinlik de etkili olmus. Israiller hayatlarini sürdürebilmek ve Filistinliler de
hayatta kalabilmek için birbirlerine muhtaç olduklarini nihayet kabullenmis. Barisi olusturan temel taslar yerli yerine oturmus. Müslüman uluslar Filistinlilerin kaderinin,
gelisimi gereksiz yere
engelleyen tehlikeli bir saplantiya dönüstünün farkina varirken, Israilliler de Filistinlilerin yurtlarinin dogal bir parçasi oldugunu kabullenmis. Barisin saglanmasi için Kudüs ve diger yerlesimlerin bir kismindan vazgeçmeye degecegini beyan etmis. Iki taraf da ödün vermeye razi olmus. Bu arada uluslararasi ortamda barisa karsi çikanlarin baristan yana
olanlardan daha zayif konuma düsmesi de etkili
olmus. Amerikalilar
korkmaktansa umut etmeyi yeglemis bir toplum olarak Irak savasinin neden oldugu moral çöküsünü atlatmis. Liderleri klasik anlamda dünya gücü olma
takintisini bir yana birakip onun yerine diger uluslarin arasinda biraz daha güçlü bir ulus
olmayi seçti. Emperyalist macerasinin ekonomisi ve toplumu üzerindeki
aci verici etkilerinden sonra bu tavizi Amerikalilar tahmin
edilenden çok daha iyi karsiladi.
Amerika’nin dünyanin gözündeki olumsuz imaji düzeldi. Uzak diyarlardaki
kit kaynaklarin pesine düsmektense 2008 finans krizinden sonra ekonomi
ve altyapiyi yeniden gelistirmeye
odaklandi. Kendi kendine yüklendigi demokrasi
ihraç ederek dünyayi degistirme misyonundan kurtulan Amerikalilar tutkuyla çevreyi
korumaya sarildi. Yesil
politikalarin savunucusu olarak 2015’te karbon
salinimini azaltmayi kabul ederek karbon takasina ve hibrid arabalara
odaklandi. Hava kirliligi gibi
sorunlarla ilgili yeni düzenlemeler yapilip çevre konusunda kati kurallar
getirildi. Teknolojik gelismeler
sayesinde çevreye duyarli yeni sektörler olustu ve milyonlarca kisiye istihdam saglandi. 2008-2010 durgunlugu beklenenden kisa sürdü. Amerikalilarin
dünyaya bakisi degisti.
Amerikalilar daha çok seyahat eden diger kültürleri, yabanci dilleri ögrenmeye basladi. Içten bir merak ve empati, cahillik,
umursamazlik ve tiksinmenin yerini aldi. Amerika’yi özel kilan demokrasiye
bagliligi, açiklik, hosgörü, yenilik ve özgürlük degerleri yeniden takdir görmeye basladi. Sahici ve olumlu bir evrensellik anlayisi hakim olmaya basladi.
Emperyal
böbürlenme ve ‘neo-tecritlestirmeyi’ atlatan
ABD, dünyanin keyfi hakemi ve polisi degil önemli bir uluslararasi ortagina dönüstü. 2010’lu
yillarda Amerikan liderleri BM ile uzlasmaya yanasti. Karmasik ve birbirine bagimli bir çagda mesru ve sözü geçen uluslararasi bir
hakem olmasi gerektigini farketti.
Temsilcilerini çogaltan Güvenlik
Konseyi ve askeri kuvveti ile BM güçlendi. Baris elçileri hem olasi saldirganlara hem de kendi halklarina güç
kullanmaya meyilli olanlar için caydirici oldu.
Irak
savasinda talihsiz bir sekilde istismar edilen doktrine müdahale etme
vazifesi akillica uygulanmak sartiyla yeni
uluslararasi hukuk düzeninin temelini olusturdu. BM’nin olumlu degisimi yaninda yavas yavas olusan çokkutuplu düzenin
kabulü sayesinde dünya sahnesi göreceli istikrara kavustu. 17.yy’dan 20.yy basina kadar güçlerin dengede oldugu Avrupa için bu normale dönüs demekti. Yeni kurulan Büyük Güçler
Konseyi ne Avrupa’da eskiden oldugu gibi monarsi ilkelerine göre ne de
bazi Amerikalilarin 2000’lerde önerdigi gibi demokrasilerin birligi seklindeydi.
Homojen/bagdasik bir yapiya sahip mantikli ve tutarli bir düzen olusturuldu. BM’nin seçilmis hakemi tarafindan yürütülen
hukukun üstünlügü ve
ekolojik dengeye odakli ortak sikinti ve küresel isinmanin
gereklerinin yapilmasi ilke olarak kabul edildi. Evrensel haklarin ve
yasal prensiplerin garantörü olarak uluslararasi Lahey Mahkemesi
vazgeçilmez bir rol üstlendi. Ideoloji
ve çikarlar bakimindan yeni konsey üyeleri birbirinden farkliydi.
Avrupa ve Amerika demokrasiye dayali ortak bir kültürü paylasirken Hindistan, Asya ve diger güçler arasinda köprü olusturuyordu. Demokrasiye pek yanasmayan Çin ve Rusya, hem yurtiçinde hem yurtdisinda hukukun üstünlügüne dayali bir düzenin gerekliliginin farkina vardi. Çin’in yeni kusak liderleri Singapur modelini örnek
alarak asamali olarak düzelme
sagladi. Rusya, Putin
yönetiminde geçen 20 yildan sonra is dünyasindaki
güvenirligini ve rekabet
gücünü korumak için hukukun üstünlügünü kabul etti. Dev komsusu Çin ile yarisabilmek adina
geleceginin Bati’da oldugu sonucuna varan Rusya, AB ile resmi olmayan
bir sekilde birlesti. Bu ortaklik Rusya ve Avrupali komsulari arasindaki güven ortamini besledi. AB
üyesi olan Ukrayna da Polonya gibi Rusya ve Avrupa arasinda köprü kurdu.
AB,
kurucularinin vizyonundan oldukça farkli bir biçime bürünerek gelisti. Sadece ekonomik ve sivil bir
güç olmanin disinda yeniden
dengelenen Atlantik Ittifaki çerçevesinde
NATO yapisi içinde sinirli bir askeri güç olusturdu. NATO’ya bagli AB kuvvetleri Israil- Filistin Baris Antlasmasinin uygulamaya geçirilmesi sagladi. Zaten bu sömürgecilik ve Yahudi
soykirimi araciligyiyla Orta Dogu sorununun kökeninde büyük payi bulunan
Avrupa’nin sorunun çözümünde yeralmasi kaçinilmazdi.
AB’nin
yeniden canlanmasinda 3 etken rol oynadi:
1) Avrupa
çevresindeki ülkelerin de katilmak istedigi cazip bir modele dönüstü. Eski
Yugoslavya’yi olusturan çok sayida ulus böylece yeniden ayni çati altinda birlesmis oldu.
2010’da Sirbistan, Kosova ve Karadag’in AB üyeligine
kabulünden sonra Makedonya, Bosna ve hatta Arnavutluk birlige
katildi. Avrupa’nin baris ve refaha kavusma sürecinde Balkanlar’da savas suçlularinin
tutuklanmasi ve tüm Avrupa’da uzlasmayi saglayan
Lahey hükümleriyle saglanan esit
adalet bunda büyük rol oynadi. Avrupa’nin cazibesi devam ettikçe ve Türkiye
ekonomisindeki gelisim
ve demokratik kurumlarindaki istikrar daha önce karsi çikan
Avruplalilari ikna edince Türkiye de 2025’te AB’ye girdi. Islam ve
Bati arasindaki uluslararasi gerginligin yumusamasindan
etkilenerek geçmisten
gelen önyargilar ve cografyanin dikte ettigi sinirlar asildi.
2) 2010’da
imzalanan yenilenmis Avrupa
Anlasmasinin
ardindan baslayan
kurumsal süreç dahilinde yeni bir baskan, savunma bakani, disisleri
bakani ve diplomatlar atandi. Fransa ve Ingiltere
BM Güvenlik Konseyi’ndeki koltuklarini birakip tek bir Avrupa temsilcisi
atanmasi fikrine sicak bakmaya basladi.
3) Ahlaki
ve psikolojik olan etken ise Amerikalilarin mütevazilesip çokkutuplu bir
dünyayi kabul ederken; Avrupalilar, Soguk Savas yillarinda
yitirdikleri heves ve enerjiyi yeniden toparladi. Artik Bati üstünlügü devri
bitmis ama
dünya sahnesinde Avrupa hala önemli rol oynayabilecek durumda. Yeni
göçmenlerin gelisiyle
yenilenip canlanan toplumlar yeni üye ülkelerin etkisi, topluma
entegrasyonu ve kadinlarin giderek artan giriskenligi ve
kararliligiyla
Avrupalilar bozulmayla ilgili takintilarini bir yana birakti.
Elbette
bes dünya
lideri ülkeye (ABD, Çin, Hindistan, Rusya ve AB) yakinda Brezilya,
Güney Afrika ve yeni birlesen Kore de
katilacakti. Japonya ise siyasi ve diplomatik güce erismis potansiyel
bir ekonomik güç olarak yola devam ediyordu. Afrika’nin çaresizlikten
umuda geçisi, ABD baskanligina Obama’nin seçilmesiyle basladi. 2008 Olimpiyatlarinin Çin’e yaptigi psikolojik etkinin benzeri 2010
futbol sampiyonasinin
Güney Afrika’da düzenlenmesiyle yeni kusak Afrika liderlerinde de hissedildi. Avrupa’da yeni bir yasam kurma hayalinden ve uzun süredir baskalarinin suçlayip sirtini dayama egiliminden vazgeçip kaderlerinin dizginlerini
ellerine aldilar. Afrika’nin kalkinmasinda büyük rol oynayan Çinli
yatirimcilarin açgözlülügü ve çikarlari Afrikalilari geleceklerini
kendilerinin sekillendirmesi
gerektigine ikna etti. Çin,
Japon ve Hint teknoloji destegiyle kara kita
dünyada ekonomik kalkinma ve firsatlarin yeni adresi oldu. AIDS asisinin bulunmasi ve tedavilerin gelistirilmesinin ardindan bulasici hastaliklar 2018’de ortadan kaldirildi.
Latin
Amerika, Brezilya ve Arjantin önderliginde Güney
Yarikürede AB dengi bir birlik kurdu. Ortak emniyet güçleri ve ortak hukuk
düzeniyle uzun süredir pek çok ülkede baskin olan uyusturucu kartelleri bozguna ugratildi.
Uluslararasi
barisçil ortam Israil-Filistin meselesinin çözümüne
katkida bulundu ama en önemlisi bölgede meydana gelen gelismelerdi. Lübnan’in siddet ve bölünmenin yerini toplumsal birlik
beraberlik ve refah aldi. Sam’dan sonra
Suriye yeniden uluslar topluluguna dahil
edildi. ABD ve AB destegiyle Trablusgarp örneginde oldugu gibi Lübnan’in yeniden yapilanmasi için yeni bir siyasi
formül olusturuldu. Böylece Orta Dogu Ortak Pazarinin tohumu atilmis oldu ve Orta Dogu Birligi umudu
yükseldi. ABD, Irak’tan çekilince ve 2009- 2010’da Afganistan’a askeri birlik takviyesi yapilinca
iki ülkede de kayda deger gelismeler görüldü. Ahmedinejat büyük oy farkiyla
seçimleri kaybettikten sonra Tahran hükümetinin uygulamaya basladigi yeni ve sorumluluk sahibi diplomasi bu olumlu gelismelerde önemli rol oynadi.
Körfez
emirliklerinin Asya-vari ekonomik basarisi tüm
bölgeye yarar sagladi. Egitim, bankacilik, yenilenebilir enerji ve
kültür alanlarinda yapilan büyük yatirimlar bölgenin çehresini degistirdi. Misir
gibi büyük ülkelerin sosyal esitligi emniyete almasi da Islam ve modernitenin birarada yürüyebilecegini kanitlayarak Orta Dogu barisina katki sagladi.
Köktendinciler 10 yil içinde gözden düstü. Müslümanlarin çogunlugu için sehitlik kavrami cazibesini yitirdi.
Tipki 19.yy sonunda nihilizm ve anarsinin Avrupalilar’a çekici gelmemeye baslayip 20.yy’in basinda tamamen sönmesi gibi. Sonuçta çoktan
yapilmasi gereken reformlari tetikleyen ekonomik krize karsin ya da sayesinde 2009 civarinda baslayan dönem tarihin sonunu getirmek yerine
umutlu bir devir baslatti. Insanlik tarihinde (Francis Fukuyama’nin
1991’de öne sürdügü kadar asiri iyimser olmasa da)
alçakgönüllü ve gerçekçi biçimde yeniden bir aydinlanma
döngüsü yaratmis oldu.
Yukarida
detayli bir sekilde sunulan
ve biri bir kabusu digeri ise olaganüstü bir rüyayi andiran bu
senaryolardaki gelismelerin bir
kismi gerçeklesecek bir
kismiysa gerçeklesmeyecek tabii
ki. Yine de yapmamiz ve yapmamamiz gerekenler açisindan yol gösterici ve
uyarici olarak yorumlanmasi gerektigine inancim sonsuz.
YAPILMASI GEREKENLER
Uluslar
ve kültürler gibi kolektif yapilar psikoloji ve duygularin prizmasindan
geçirilip analiz edilebiliyorsa akla gelen su olmali: Dünya için reçete yazmak mümkün olabilir mi? Toplumsal
melankoli, depresyon, histeri veya paranoya hastalarda oldugu gibi teskin edilebilmesi mümkün olabilir.
Tanimlayici Anatominin kurucusu Doktor Marie F.X. Bichat’in yasami “ölüme karsi koyan fonksiyonlar toplulugu” olarak tanimlayisindan ilham
alarak benzer sekilde barisi, savas ve siddete karsi koyan, duygular dahil tüm fonksiyonlar
olarak
tanimlayabiliriz. Bazi kavramlar, fikirler ve duygular uluslararasi anlasmazliklarin olusmasini azaltabilir. Insanlik suçlarina karsi uluslararasi bir mahkeme, can güvenliginin ulusal güvenligin üzerinde tutulmasinin vurgulanmasi, müdahale vazifesi gibi
insani caydiricilik bir anlamda dünyanin siddet ve savasa bulasarak hastalanmasini önleyici tedbirler
olarak öne çikarilabilir. Uluslararasi topluma hesap vermek
zorunda olmak kanunlari çigneme niyetindekiler
için caydirici olabilecektir. Elbette bu hem cömert hem de tehlikeli bir
mantiktir. Isleyebilmesi
için bugünkünden çok daha farkli kosullar gerekmektedir. Bu kosullari yaratmak için gerekli olan nedir? Umudu güçlendirip
korku ve asagilanmayi azaltmak için hangi politik stratejiler ve kurumsal
mekanizmalar uygulanmalidir? Bunlar cevaplamamiz gereken
sorulardir. Çok önemli iki baslik altinda ne yapmak gerektigine deginelim.
KENDINI KORUMA
DEGISIM
DEMEKTIR
Uluslararasi
sahnedede rol almayi umut eden uluslar ve halklar kendilerine sadik kalarak
tutkularini tatmin etmek için statükoculugun anlamsizligini ve degisimi kabul etmek
zorundadir. Ülke liderleri önce kendilerini statükonun felaket
reçetesi olduguna inandirmalidir.
Bu teshis bazi vakalarda
sadece kendini koruma ve kolektif olarak hayatta kalmayla ilgili bir sorundur.
Degisimi kabullenmekten baska çare
yoktur. Pek çok ulusun ve kültürün korku ve asagilanmayi asip umuda sarilabilmesi için degismeyi kabul etmesi
gerekmektedir. Örnegin Asya’da degisim,
hukukun üstünlügüne
saygi ve yoksullarin entegrasyonu demektir. Umut kültürünün yesertilmesi Çin ve Hindistan’in ekonomik
büyümenin statükoculuk yüzünden ortaya çikmasi kaçinilmaz olan siyasi
ve toplumsal istikrarsizliktan kaçinmak için degisime
odaklanmasi gerekmektedir. Rusya’ya gelince ‘Dogu Despotlugunu’ kader olarak görmekten vazgeçmeli, sanat ve edebiyattaki
kaliteleriyle siyasi kültürlerinin fukaraligi arasindaki uçurumu kapatmayi hedeflemelidir. Rus halki
bunu haketmektedir. Baska uluslar gibi
Rusya’nin da statükocu siyasete devam etmesi dagilip yikilmasina neden olacaktir.
Bati’nin
durumunda kendini koruma anlayisi ise
evrensel degerlerin
algisini kurtarmaktir. Bati, baska ülkelere
kendi demokratik modelinin üstünlügünden bahsedip
durur ancak kendi içinde bu degerleri ne kadar
hayata geçirdigini kendine
sormalidir. Kendini koruma Amerika ve Avrupa için farkli anlamlara
gelmektedir. Amerika için dünya sahnesinde tecritçilige kapilmadan tevazu hissini yeniden kazanmak; diger uluslar arasinda sadece vazgeçilmez bir
ulus oldugunu ve Amerika’nin tek basina hiçbir güç olamayacagini kabul
etmek demektir. Amerika, ötekilere de esit davranmayi ögrenmeye
mecburdur. Bu da diger ulsularin
kültürel farkliliklarini anlamak ve kabul etmesi anlamina gelir. Amerika
tek basina hiçbir sey basaramayacagini farketmeli
dünya da Amerikasiz olmayacagini kavramalidir.
Temelinde
yeralan demokratik anlayisa sadik kalmak
adina Amerika degismeyi ve uluslararasi statüsünün düsmesini kabul etmelidir. Emperyal kibir
yüzünden neredeyse yikilmaya yüz tutmus bir ülke olarak yurtdisinda daha mütevazi ve dürüst bir Amerika ve
yurtiçinde çok daha tutkulu ve çevreye duyarli olmaya baslarsa dünya çapindaki
imajini düzeltecektir. ABD’nin etkiyle gücün ayni sey olmadiginin farkina varmasi gerekmektedir.
Avrupa
içinse kendini koruma ve degisim küresel oyuncu olma arzusunu yeniden
canlandirmak demektir. Bunu yaparken kurallara ve modellere uymaktan
vazgeçmemelidir. AB, sirf rasyonel ve insansizlastirilmis bürokratik
bir varlik olmaktan çikip vatandaslari için cazip bir olusuma dönüsebilir. Avrupa
projesinin amaci 21. Yüzyilda egemenlik kavramini yeniden olusturmaktir Avrupa artik dünya tarihinin
merkezi degildir. Bunun bilincine
vararak degismesi gerektigini kabul
etmeye mecburdur. Bu bir ölüm kalim meselesi degil sadece tarihi bir gerçektir. Avrupa’ya umudu getirecek olan
yeni ülkeler, yeni göçmenler ve güçlenen kadinlar olacaktir.
21.yy sadece Asya çagi,
kimlik çagi asri olmakla kalmayip kadinlarin asri olabilir.
Umudun verdigi cesaret yavas yavas korku asilamanin yerini
alacaktir. Asya’nin ilerlemesi illa ki Avrupa’nin gerilemesi anlamina gelmez.
Avrupa’nin da zengin ve olgun bir dönem yaratabilmesi için üç sart bulunmaktadir: 1) Üstünlük devrinin bittigini kabul etmek 2) Ötekilerin basarilarini kabul etmeyi ve
onlardan ögrenilecek
dersler oldugunu kabul etmek
3) Kendi degerlerine
sahip çikmak.
Avrupa’nin
farki evrenselcilik kavramini dogurmasinda,
hukukun üstünlügüne duydugu derin saygida ve sosyal ve
ekonomik dengelere önem vermesinde yatmaktadir. Bu yeni gelistirecegi tevazuyu yenilenen güveniyle birlestirirse çöküse geçmesi için
bir sebep kalmayacaktir.
Arap-Müslüman
dünyasinin da asagilanma kültürünü asmasi için kesin bir güvene
ihtiyaci vardir. Misir ve Suudi Arabistan gibi ülkeler için statükoyu
korumaya çabalamak felaket getirecektir. Dubai ve Abudabi gibi Körfezde
bulunan emirliklerin öne çikan basarisi elbette petrole ve nüfuslarinin azligina baglidir ama bir yandan da moderniteyle Islamin birarada varolabileceginin kanitidir. Araplar degisimi kabul eder
ve geçmise saplanmadan kendilerini
gelecege olumlu biçimde
yansitabilirlerse rekabetçi küresel çagda basarili olacaklardir.
Toplumsal bellek ve kirginligin agirligi degisimin önünde duran en büyük engeldir.
Merkantalizm ve tüketim düskünlükleri
umudun anlamini sinirlandirsa bile Arap emirlikleri egitime yatirim yaparak degisimin yolunu açmaktadir.
Latin
Amerika içinse degisim herseyden önce popülist ayartmalari asip kita ülkelerinin birlesmesini saglamaktir. Bu da kimliginin olumsuz
yönlerinden kurtulmakla mümkün olacaktir. Latin Amerika’nin umut ve firsat
kitasi olabilmesi için yeterli nüfusu ve fiziksel kaynagi mevcuttur. Ayni mantik Afrika
için de geçerlidir.
CAHILLIGE KARSI BILGI
Cahillik
ve hosgörüsüzlük elele gider.
Baris ve uzlasma sadece birbirini taniyan ve anlayan
halklar arasinda mümkün olabilir. Bilgi çaginda yasamamiza karsin Öteki’ni geçmiste anladigimizdan daha
iyi anlamiyoruz. Hatta tam tersine, ufkumuz aydinlanacagina yalan yanlis bilgiler
ve görüntülerle dünya görüsümüz karariyor,
bakis açimiz daraliyor.
Dünyanin daha da karmasiklasmasi kaçinilmaz oldugu için uluslar, kültürler ve insanlar
kimlikleriyle daha fazla saplanti haline getirmis olacak. Bu takinti da sagduygunun uluslararsi politikada daha önemli hale
gelmesine neden olacak.
Birbirine
bagli ve içiçe geçmis olan dünyayi kavramak hem nitelik
hem de nicelikle alakali olarak çok zorlasti. Insanlar
hiç bu kadar kalabalik ve hayat tarzlari, degerleri ve kosullari hiç bu
kadar çesitli olmadi.
Sadece görmezden gelerek bu karmasadan
kaçmaya çalismanin bir
yarari yok zira köktendincilerin ve asiri ideolojilerin karmasiklasan dünyayi
basit sloganlara ve talimatlara indirgemesi insanlari kendine çekebiliyor.
Böyle
bir dünyada duygular çok önemli ve güven verici. Herkes ‘bu dünyayi kontrol
etmek bir yana anlamam bile mümkün degil o yüzden
farkliliklarimi vurgulayip duygularimi öne çikarmaliyim,’ diye düsünüp hissetmekte. Bu nedenle baska kültürlerin hislerini ögrenmek mecburen çok önemli hale
gelecek. Öteki, çokkültürlü toplumlarimizin giderek bir
parçasi haline dönüsecek. Dünyanin
duygusal sinirlari cografi sinirlar
kadar önemli olacak. Zamanla duygularin haritasini çikarmak da cografi haritalar kadar mesru ve gerekli olacak.
Daha
hosgörülü bir dünya için
esas kosul, Ötekinin
farkliliklarinin ve benzerliklerinin kültürel ve tarihi açidan kavranmasidir.
Bu yüzden de uluslararasi iliskiler egitiminde tarih ve kültür dersleri
verilmelidir. Mesela Avrupali liderlerin kaçi Afrika yaklasimlarinda emperyalist Bati tarihini ve
kitanin ondan öncesindeki zenginligini gözönünde bulundurmaktadir acaba? Gereksiz yere kendilerini
kültürel açidan üstün görmeleri tamamen cahillige ve umursamazliga dayali bir yaklasimdir. Afrika en çok
görmezden gelinen ve en az anlasilan, unutulmus bir kitadir. Ayni durum Bati’nin
Asya, Latin Amerika ve hatta Rusya gibi tanidik ancak karmasik diger toplumlari içinde geçerlidir.
Öteki
hakkinda bilgi edinme ve biraz olsun anlama gayreti hayati bir meseledir.
Kendini tanimak, kendi kültür ve tarihini bilmek de öyle. Bu ikisi birbiriyle
içiçe geçmistir çünkü kendisiyle
barisik olmayan toplumlar baskalariyla yüzlesip anlasamaz. Kendini
taniyip bilmek Islam için
de çok önemlidir. Çünkü her bireyin dini kültürüyle ilgili
cahil olmasi en uç yorumlara, radikal saptirmalara ve nefretin ögretilmesi için uygun zemini hazirlar. Bu
bakimdan Islamin sorunu
Batinin da sorunudur. Gerçek olsa da asagilanmislik kültürü, cahilligi garez silahi olarak kullanmaya hevesli devletler ve
hareketler tarafindan sömürülerek körüklenmektedir. Kur’an’dan seçmece yaparak
yorumlar çekip çikarip en hosgörüsüz formüllerin olusturulmasi dünya üzerindeki
kutsal kitaplar hakkindaki bilgimizin çok yüzeysel olmasindan
kaynaklanmaktadir.
Dünyanin su asamada iyimserlige ihtiyaci oldugu kadar kötümserlige de
ihtiyaci var ki insanligi bekleyen
olasi trajedilere karsi gerekli
tedbirleri alabilsin. Bence tarihsel süreçlerin trajikliginin farkindaligini elden birakmaksizin kuvvetli bir iyimserlik ve dünyanin
iyilestirilebilecegine dayali bir yaklasim benimseyen biri olarak idealistlerin
dünyasinda bir realist; realistlerin dünyasinda ise bir idealist olarak
algilanmam mümkün. Hayatim boyunca etik ve jeopolitigin nasil bagdastirilabilecegiyle ugrastim durdum. Babamin II.Dünya Savasi sirasinda Almanya’daki toplama
kampindan kurtulmayi basardigi gibi trajediyle karsilasilsa bile korku
ve asagilanmanin asilabilecegine inanmak lazim. Dünyanin umuda yönelmesi
için çalismak çok mesakatli ve muhteris bir görev. Yine de bunun
becerilmesi mümkün olabilir çünkü ne de olsa umut ve güven zihinsel
kavramlar. Önümüzdeki zorluklara yanit verebilmek için dünyanin umuda
ihtiyaci var...