DUYGUNUN JEOPOLITIGI

DUYGUNUN JEOPOLITIGI

Fevzi BOZKURT
Psikoloji


Bu kitapta üç temel duygu üzerinde yogunlasmayi seçtim:
Korku,
Umut ve
Asagilanmislik.
Peki neden sadece bu üç duygu?
Neden kizginlik, nefret, gücenme veya sevgi degil? 
Çünkü bu üç duygu “güven” kavramiyla yakindan ilgilidir ki bu kavram toplumlarin ve bireylerin karsilastiklari zorluklarla nasil basa çiktiklarini vebirbirleriyle nasil baglanti  kurduklarini sekillendirir.
“Korku” güven yoksunlugudur. Korkunun egemen oldugu kimseler bugün hakkinda endiseli, yarina dair karamsardir. Öte yandan “umut” güvenin bir disavurumudur. Bu insanlarda yarinin bugünden daha güzel olacagi kanaati hakimdir. “Asagilanmislik” yarina dair
umutlarini yitirmis kimselerin incinmis güven duygularini ifade eder. Umut eksikligi onlara göre baskalarinin, esasinda onlara geçmiste kötü davrananlarin suçudur. 
Idealize edilmis sanli geçmisiyle bugün yasadiklari arasindaki uçurumun çok büyük oldugu toplumlarda “asagilanmislik” hissi hüküm sürer.
Bu üç duyguyu, üç basit formülde açiklayalim: Umut “Basarmak istiyorum, basarabilirim, basaracagim”; Asagilanmislik “Asla basaramam” ve hatta “Sizin gibi olamayacagima göre sizi yok etmeye çalisacagim”; Korku “Aman Allahim, dünya ne kadar da tehlikeli bir yer oldu, kendimi nasil korurum?”.
Bu üç duygu kendine duyulan güven derecesinin bir yansimasidir. Güven duygusu uluslar ve medeniyetler için oldugu kadar bireyler için de elzemdir. Güven duymak hedef belirlemek, kabiliyetlerini etkin sekilde kullanmak hatta daha da ilerletebilmek demektir. Kibire kaçmamak sartiyla güven hissi dünyanin sagligi için hayati bir bilesendir.
Ulusal güven hissi mimari, sanat veya müzikle ifade edilebilir. Daha nesnel bakabilmek için ise “güven göstergeleri”ni kullanabiliriz. Bu göstergeler toplumun yarinina duydugu güven derecesini ölçmeye yardimci olur. Somut göstergelerin basinda harcama/tüketim aliskanliklari ve yatirim yapma orani gelir. Jeopolitik kapsamda güven, ülkeler arasinda yapilan anlasmalarla ifade edilebilir.
Duygulari anlamak elbette bu kadar kolay degil, hepsi birbiriyle belirli noktalardan bagli. Korku hiçbir zaman umuttan uzak olmadigi gibi asagilanmisligin ardinda korku ve hatta umudu görmek bile mümkün olabilir.
Bu kitap kendini uluslararasi iliskileri incelemeye adamis “tutkulu bir ilimli” olan bendenizin kisisel yolculugudur. Bu süreçte, dünyaya basitlestirilmis bir bakis açisiyla bakmanin fazlasiyla tehlikeli oldugu kanaatine vardim. Iste bu yüzden bu metinde dünyaya dair tamamen kapsayici bir kuram bulamayacaksiniz. Onun yerine neredeyse tüm söylemler üzerinde egemen olan basitlestirilmis kanilari düzeltmeye çalisacagim. Duygularin karisimi hakkindaki bu yazi, duygularin tarihiyle ilgili degil; küresellesme ve degisen dünyamizi anlamak için duygularimizla yüzlesmeye olan ihtiyaçla ilgili.

1-          KÜRESELLESME, KIMLIK VE DUYGULAR

Bulundugumuz küresellesme çaginda duygular yasadigimiz dünyanin karmasikligini kavramak için vazgeçilmez ögeler. Duygular, küresellesmeyi yansittigi gibi ona tepki de veriyor ve bu süreç jeopolitikayi etkiliyor. Küresellesme dünyayi daha “düz” hale getirmis olabilir ancak dünyaya hiç olmadigi kadar tutku da asilamis bulunmakta. Durumun neden böyle olduguna geçmeden önce küresellesmenin dogasini netlestirelim, çünkü birçok insan bu kavrami yanlis anliyor. Küresellesme Soguk Savasin yerini alan uluslararasi sistem olarak görülüyor fakat Soguk Savasin aksine küresellesme sürekli evrimlesen dinamik bir süreç. Küresellesme pazarlarin, ulus-devletlerin ve teknolojilerin insanligin daha önce tanik olmadigi derecede hizli biçimde entegre olmasi demek. Küresellesme sayesinde bireyler, sirketler ve ülkeler çok uzaga, çok daha hizli ve çok daha ucuza erisebilir hale gelmis durumda. Fakat ayni süreç yeni sistemin geride biraktigi kesimde göz ardi edilemez bir ters tepki yaratiyor.
Basta karsitlari olmak üzere pek çogumuz için kürsellesme Amerikalilasma ile esanlamli. Sovyetlerin çöküsünü takiben Amerika karsimiza dünyanin tek süper gücü olarak çikti. Dünya ekonomilerinin ve kültürlerinin entegrasyonu bir bakima Amerikan kurallari çerçevesinde sekillendi. Bunun sonucu olarak günümüzdeki küresellesme karsiti gösteriler, Amerika karsiti duygularla kapitalist karsiti elestirilerin bir harmani. Bu insanlar esitlik,  adil ticaret sartlari ve sürdürülebilir gelismenin mücadelesini veriyor.
Fakat olaya daha yakindan bakacak olursak küresellesmeyi Amerikalilasmakla ayni kefeye koymak fazla basit bir yaklasim. Evet, Amerikan kültürü dünya çapinda baskinligini koruyor olabilir ancak ekonomik anlamda Asya, Bati’yi sollamis durumda. Küresellesmenin günümüzdeki evrimi Asya kitasinin yükselisine isaret ediyor.
O halde küresellesmeyi birbirine tamamen zit iki fenomenin bilesimi olarak görmek mümkün. Bir tarafta dünya kültürünün Amerikalilasmasi, diger tarafta ise Asya’nin ekonomik yükselisi. Bati’nin dünya üzerindeki hakimiyetinin giderek zayifladigini söylemek yanlis olmaz. Bu gelisme imparatorluklari inceleyen tarihçileri hiç sasirtmiyor çünkü onlar imparatorluklarin yükselis ve gerilemelerinin evreler halinde süregeldiginin farkinda.
Bu “asimetrik çok kutupluluk” denen bir duruma neden olmakta: dünya sahnesindeki kilit oyuncular sadece güç ve etki anlaminda esitlikten uzak olmakla kalmiyor, ayni zamanda dünya görüsleri de ciddi farkliliklar gösteriyor. Amerika ve Avrupa dünya meselelerine halen evrensel degerler perspektifinden bakarken Çin, Hindistan ve Rusya dünyanin nasil birlik olmasi gerektigiyle ilgilenmek yerine bu düzen içinde kendi güçlerinin hesabini yapiyorlar. Çin’i ele alacak olursak bu pragmatik yaklasimin ise yaradigini söylemek mümkün. Ülkenin elde ettigi inanilmaz ekonomik basari, demokrasi ve hatta hukukun üstünlügü olmaksizin elde edildi. Fakat dünyanin kalani için ayni seyi söylemek mümkün degil. ABD’nin jeopolitik ihtiraslari kapsaminda Bush hükümeti, fazlasiyla tehlikeli bir yaklasimla demokrasi kavraminin altini oydu. Batili olsun veya olmasin demokratik ideallerle demokratik uygulamalar arasindaki belirgin fark, güç dengesinin ABD’den  Asya’ya kayisini kismen de olsa açiklayabilir.
Demokrasiler, demokratik modellere olan inançlarini kaybederken otokratik rejimler anti- demokratik uygulamalarla ekonomik büyüme ve siyasi istikrar elde ediyorsa, bu evrimde kaybeden taraf Bati dünyasi olacaktir. Bati, Berlin Duvari’nin yikilmasiyla ekonomik ve siyasi üstünlügünün zirvesindeydi. Ancak Bati’nin demokratik özü günümüzde zayiflayan ekonomisini telafi etmekten uzak. Belki de duygular uluslararasi arenada tekrar ön plana çikiyor. Bati artik ne degerlerine ne de yitirdigi ekonomik üstünlüge güvenebiliyor ve bu nedenle küresel degisimlere öfkelendigi gibi kendi özgür dünyasini “düsmanlara” karsi koruma istegi duyuyor.
Küresellesen dünyanin günümüzde duygu patlamalari için çok uygun bir ortam olmasinin baslica nedeni küresellesmenin güvensizlik yaratmasi ve kimlik sorusunu akla getirmesidir. Soguk Savas döneminde kimsenin aklina “Biz kimiz?” diye bir soru gelmezdi. Cevap her haritada açikça ifade ediliyordu. Birbirine kafa tutan iki sistem vardi sadece ve insanlar bu iki taraftan birine aitti. Ancak sinirlarin birer birer ortadan kalktigi sürekli degisen dünyamizda bu soru sürekli olarak karsimiza çikmakta. Kimlik konusu güven hissiyle yakindan baglantilir. Güven duymak veya duymamak özellikle de korku, umut ve asagilanmislik gibi duygularla ifade edilmektedir.
Basitçe ifade edecek olursak ekonomik anlamda kürsellesme pazarlar yoluyla ekonomik faaliyetlerin sinirlar ötesi entegrasyonu demektir. Küresellesme ardindaki itici güç ulasim ve iletisimin maliyetini süren, piyasalara olan bagimligi arttiran teknolojik ve siyasi degisimlerdir. Fakat mallarin serbest dolasimi siyasi anlamda gerek olumlu (tutku, merak, kendini ifade etme istegi) gerek olumsuz (uluslar, dinler ve etnik gruplar arasindaki nefret) duygularin da serbest dolasimini beraberinde getirmektedir. Bu kapsamda terörizmi küresellesmenin karanlik yüzü olarak tanimlayabiliriz.
Günümüzde terörizm faaliyetleri elbette küresellesmenin bir sonucu degil. Hedeflerine odaklanan teröristler her zaman sinirlari geçmeyi basarmistir. Burada yeni olan, iletisim ve ulasimda yasanan gelismelerin teröristlerin strateji ve taktiklerinde meydana getirdigi degisimdir. Bunun basinda teröristlerin mesajini kolaylikla aktarabilmesine olanak veren medya devrimi gelir. Bati, medya üzerindeki tekelini yitirmistir bu nedenle olaylar birçok perspektiften anlatilabilir hale gelmistir. Günümüzde insanlar sadece bilgiye erisebildigi gibi baskalarinin duygularindan da haberdar olmaktadir. Amerikan dizilerinin dünyanin en ücra köselerine ulasmasiyla fakirler zenginlerin nasil yasadigini ögrenmistir. Bunun sonucunda dünya zenginlerinin fakirleri yok saymalari katlanarak zorlasmistir. Zengin dünyaya adim atabilmek adina sayisiz insan denizleri ve yüksek duvarlari asmaya baslamis, evinde kalmaya karar verenler ise kendilerini yoksayan zengin kesime büyük bir nefret duymaya baslamistir.
Seffaflasan dünyada fakirler, zengin dünyaya sirtlarini dönemedigi gibi zenginler de inkar etme ayricaligindan mahrum olmustur. Zenginler gelismekte olan dünyada yasanan felaketleri görmezden gelmeyi seçebilirler ancak bu bilinçli sekilde verilmesi gereken bir karardir ve kendilerini dogrudan ilgilendiren sonuçlari vardir. Teolojist Bonhoeffer’in  dedigi gibi “Eylemsizlik eylemdir”. Günümüzde dünyada yasanan sikintilari azaltmak için eylemsiz kalmak esasen bir çesit müdaheledir.
Eskiden Bati ile Dogu restlestiginde düsman tekti, tanimlanmasi kolaydi ve dahasi analiz etmesi, caydirilmasi ve müzakere edilmesi mümkündü. Artik hersey çok farkli. Düsman artik sadece kültürel ve dini olarak farkli degil, tarihi ve siyasi dayanaklari da degisik olan bir dönemden geldigi izlenimini veriyor.
Siddettin terörizm yoluyla özellesmesi, çogu çatismanin harici degil de dahili olmasi, terörist tehditlerin öngörülemezligi ve küresel isinma gibi siyaset disi tehditlerin çogalmasi, güvensizlik, tehlikeye açik olma ve korku hislerini güçlendirdi. Bati’da  insanlarin kendilerine sürekli sordugu soru “Çocuklarima nasil bir dünya birakacagim?”. Nüfus patlamasi, kaynak ve enerji kitliklari küresel çagda gerilimlere ve hatta hayatta kalma adina savaslara mi sahne olacak?
20. yüzyili “Amerika’nin ve ideolojilerin asri” olarak özetlersek sanirim 21. yy “Asya’nin ve kimliklerin asri” olacagini söylemek yanlis olmaz. Ideolojiden kimlige ve Bati’dan Dogu’ya yasanan eszamanli geçis, duygularin herzamankinden daha ön planda olacaginin habercisi.
           20.     yy dünyasi çatisan ideolojik siyasi modellerle tanimlaniyordu. Günümüzde ideolojilerin yerini kimlik edinme gayreti almistir. Herkesin birbiriyle baglantida oldugu küresellesme çaginda birey “Ben tekim, ben farkliyim ve gerekirse dünya beni taniyana kadar mücadele etmeye hazirim” demektedir. Siyasi inanis ve düsüncelerle tanimlanma dönemi sona erdi. Artik kendi özümüzü nasil algiladigimiz, basarilarimizla kazandigimiz güven ve baskalarindan gördügümüz (veya göremedigimiz) saygi ile farklilasiyoruz.
Duygular ise özümüzü ve baskalarini nasil algiladigimiz ve onlarin bizi nasil algiladigi noktasinda devreye giriyor. Duygular ayni zamanda aynadaki yansima ve o yansimayi nasil gördügümüzle ilgili. Ötekinden korkabiliriz, öteki tarafindan asagilanabiliriz ve hatta umut söz konusuysa baskalarinin basarilarindan ilham alabiliriz. Böylesine iç içe geçmis ve birbirine bagli duygular kimliklerin baskin oldugu dünyamizi gerçekten anlayabilmenin anahtari durumunda.
Ünlü filozof Spinoza’nin en çok odaklandigi iki duygu korku ve umuttu. Her ikisi  de gelecege dair belirsizlikle baglantilidir. Ölçülü korku hayatta kalmak için elzemdir.    Umut ise yasami atesleyen, ona enerji verendir. Çok küçük miktarlarda asagilanma bile bireyin daha iyisini basarma istegini tetikleyebilir. Fakat umut olmaksizin yasanan asagilanmislik yok edicidir. Öte yandan belki de en korkunç sosyal kombinasyon, asiri korku ve asiri asagilanmanin umutsuzlukla birlikteligidir. Bu kombinasyon gerilimlerin ve istikrarsizligin  en uç noktasini teskil eder.
DUYGULARIN HARITASINI ÇIKARMAK
Sanirim herkes duygularin insan davranislarinda belirleyici oldugu konusunda hemfikirdir. Hatta kimlik arayisinin tetikledigi duygusal çatismalarin günümüz jeopolitigini etkileme gücü oldugunu da söylemek mümkün. Fakat duygularla jeopolitik restlesmeler arasindaki somut baglanti nedir? Duygular hakkinda genellemeler yapmanin ötesine geçip dünya sahnesindeki olanlari anlamamiza yardimci olacak davranis egilimlerini tespit etmek mümkün mü?
Bence mümkün ve bu egilimleri tespit etmenin belki de en iyi yolu duygularin haritasini çikarmaktir. Böyle bir harita olusturmak için kamuoyu arastirmalari, siyasi liderlerin söylemleri ve (kitap, film gibi) kültürel eserler gibi çok farkli etmenleri bir araya getirebilmek gerekiyor. Bunun gibi göstergelerle belki de en soyut konularin basinda gelen duygulari tarafsiz ve belki de “bilimsel” bir yaklasimla incelemek mümkün olabilir.
Dogal kaynaklari veya çikarlari haritalamak elbette çok daha kolay. Hatta bir ara jeopolitika herseyin cografya tarafindan belirlendigi inanisina dayaniyordu. Bazi sözü  geçen politikacilarin elinde bu kavram fazla basitlestirildi. Devlet adamlarinin toprak kontrolünü ulusal hedef haline getirmesi ve savas açmak için bir gerekçe olarak kabul etmesi, 2. Dünya Savasi sonrasinda Avrupa’nin yerle bir olmasina neden oldu.
Evet, cografya önemlidir ancak tek belirleyici unsur olamaz. Fransiz filozof Bodin 16. yy'da günümüzde bile faydalandigimiz “iklimler kuramini” ortaya atmistir. Siyasi rejimler halen kismen de olsa iklimsel ve cografik unsurlarla sekillenmekte. Örnegin Protestan etiginin daha soguk iklimlerde baskin oldugunu söyleyebiliriz. Fakat Singapur ideal bir karsit örnektir. Burada sicak ve nemli havaya ragmen çaliskanlik etiginin ne kadar güçlü oldugunu görebiliriz. Her türlü belirleyicilik halinde yani determinizmde oldugu gibi cografik determinizm de insan davranislarinin karmasikligini açiklamakta yetersiz kalmaktadir.
Cografyanin davranislari etkiledigini dair temel bir varsayim yürüteceksek, asiri basitlestirmeden ve kati determinizmden siddetle kaçinmamiz gerekiyor. Fakat dünyayi, duygulari hiçe sayarak analiz edersek siyasi yasamin elzem etmenlerinden birini gözardi etmis oluruz. Örnegin duygusal boyutunu idrak etmeden Israil-Filistin çatismasini anlamamiz olanaksiz. Elbette çatisma nedeninin toprak, güvenlik ve egemenlik etrafinda döndügünü biliyoruz ancak ortada büyük bir duygu yogunlugu da var. Filistinlilere göre Israil, Avrupa tarafindan gökyüzünden üstlerine atilmis bir felaket.
Avrupa’da soykirima ugramis bir toplulugun torunlari böyle bir söylemi kabullenmekte zorlanacaktir süphesiz ancak karsilarindakinin durumunu, motivasyonlarini ve endiselerini anlamak istiyorlarsa bunu da dikkate almak durumundalar. Duygulari birbirine bu kadar zit iki toplum nasil bir araya getirilir? Israilliler kendi devletlerini mesru olarak gördügü halde Araplara sorarsaniz bu, Bati emperyalizminin baslarina ördügü bir çorap.
Israil-Filistin çatismasi bana göre bu kitapta anlattigim iki ana duygunun (asagilanmislik ve korku) arketipik karsilasmasi gibi. Avrupa’nin anti-semitik ve sömürgeci politikalarindan duydugu suçlulugun güdümündeki bu trajik karsilasma kadar duygu yüklü birsey olamaz. Çözülmedigi takdirde Israil-Filistin çatismasi Bati ile Arap Islam dünyasi arasinda iliskilerin simgesi haline gelebilir. Bati kendisini Arap-Islami radikallerle arasinda devam eden korku- asagilanmislik döngüsünden basarili sekilde siyiramazsa ciddi bir çöküse sürüklenebilir.
Peki umut nerede? Ben umudu Asya’da gördüm. Asya ile dünyanin geri kalani arasindaki hâlet-i ruhiye farki çok büyük ve büyümeye devam ediyor. 2008 Dünya Ekonomi Zirvesinde Batili temsilcilerin kasvetli haliyle Asyali muadillerinin özgüveni arasindaki fark çok belirgindi. “Amerika hapsirdiginda dünya grip olur” söylemi burada yeni bir sekle büründü: “Amerika zatürre oldugunda Çin ve Hindistan hapsirir”. Halen devam etmekte olan küresel ekonomik kriz elbette Asya’yi etkilemistir ancak Asyalilarin sahip oldugu “umut hissi” bu sorunlarin üstesinden çok daha hizli geleceklerine isaret ediyor.
DUYGULAR MEDENIYETLERE KARSI
Bazilarina göre uluslar arasinda meydana gelen çatismalari açiklamak için duygular yerine daha kapsamli kültürel yapilara bakmak gerekiyor. Bu inancin bas savunucusu muhtemelen Samuel Huntington’dur. 1993 tarihli ünlü yazisinda Huntington medeniyetler çatismasinin dünya siyasi arenasini ele geçirecegini, kültür, ulusal çikarlar ve siyasi ideolojinin  jeopolitik bir fay hatti olacagini iddia etmisti. Huntington’in kuramina daima temkinli yaklasmisimdir. Kanimca Sovyetlerin çöküsüyle ABD dis politikasina odak  kazandirmak adina yeni bir düsman yaratma arayisina giren Huntington, kültür unsurunu gayet tehlikeli bir biçimde karistirarak siyasi kültüre sosyal ve dini inanislari da katmistir. Asya’da yasayan sayisiz insan, demokrasi gibi Bati degerlerinin evrensel uygulanabilirligini savunmuyor mu sizce? O halde kültürel fay hatlarinin esasinda siyasi ve ideolojik fay hatlari oldugu söylemi ne kadar mantikli olabilir?
Bu bir yana, Asya ve Islam dünyasi arasinda Huntington’in iddia ettigi gibi bir ittifaka dair herhangi bir emare de yok. Tam tersine Hindistan ve Çin uluslararasi arenada sorumsuz ve tehlikeli devrimciler olmaktan çok uzak, tatmin olmus statüko güçler gibi hareket etmektedir. Gerçek devrimci güçler aslinda Putin’in Rusya’si ile Bush II’nin ABD’si olmustur ve bu rejimlerin devrimci niteligi kültürel degil, duygusal özelliktedir. Bir tarafta Rusya’nin Soguk Savas sonrasi hissettigi asagilanmislik duygusundan silkinmesi ve kendine tekrar güvenmeye baslamasi; diger yanda büyük olasilikla girdigi derin bir kimlik krizinin  yansimasi olarak ABD’nin askeri gücüne dayanarak demokratik idealleri pesinde girdigi asiri özgüven hali. Demokrasi kisvesi altinda Orta Dogu’da düzeni degistirmek isteyen ABD ile kendi imparatorluk statüsünü geri kazanma sevdasiyla Kafkas haritasini bastan yaratma niyetindeki Rusya. Iki tarafin da aslinda kabul etmek isteyeceklerinden çok fazla ortak yani bulunmakta.
KENDI VE ÖTEKI
Duygulara yogunlasmaktaki esas amacim yeni bir gerçekligin altini çizmek: Küresellesme çaginda “Öteki” ile olan iliskiler her zamankinden daha önemli hale geldi.
Avrupa tarihinde 18.yy’a kadar “Öteki”lerin sayisi o kadar azdi ki bunlar bir merak konusu, koruma altina alinmasi gereken nadide örnekler olarak görülüyordu. 19.yy boyunca ve hatta 20.yy’in ilk dönemine kadar mutlak Öteki artik bir merak konusu olmaktan çikmisti ancak yine de kendi kimligimizi sorgulayacak mertebeye ulasmamisti. Soguk Savas döneminde Bati için mutlak Öteki, Komünist sistemdi. Günümüzdeyse Öteki sadece Batili olmayan bir kültürden degil ayni zamanda sanki baska bir yüzyildan gelmekte. Bu Öteki sadece eskiden tanik oldugumuz dinsel hösgörüsüzlük ve savasçi geçmisimizi çagristirmakla kalmiyor belki de gelecegimize de cisim kazandiriyor. Dün, Batililara göre Batili olmayanlarin basarili olmasinda tek yol Batili modeli benimsemekti; kendi geleneklerine takilip kalarak ilerleyemezlerdi. Bugün Doguya bakan Batililar kendi kontrolleri disinda gelismesi hayli muhtemel bir gelecege de bakiyor olabilir.
Karsisinda bir rakip olarak Asya ve bir tehdit olarak köktendinciligi bulan Bati, büyük bir kimlik bunalimina girmistir. Küresellesme çaginda Öteki ile olan iliskiler o kadar önem kazandi ki Bati kendi özünü yeniden tanimlamaya mecbur kaldi. Biz kimiz? Bizi bu kadar özel kilan nedir? Bu is, paralel dünyalarda yasamayi ögrenmis bir Hintli veya  Çinliye kiyasla, dünyayi “ben” ve “öteki” olarak siniflandirmaya fazlasiyla alismis Bati için hiç de kolay degil.
Batida görmeye alisik oldugumuz göreceli homojenlik (türdeslik) halinin tersine Asyali kimliginin melez dogasi zitlasmalarin hüküm sürdügü dünya düzenine çok daha kolay uyum saglayacak özellikte. Bati’da kendimizi halen “merkezde” görme egilimindeyiz ve öz kimligimiz Asyalilara göre çok daha kirilgan. Asyalilar öz kimliklerini kaybetmeden Batili gibi olmaya devam ediyorlar.
DUYGU HARITASINI ÇIKARMANIN ZORLUGU
Duygulari, küresel çatismalari anlamakta kullanmanin bir baska zorlugu, duygularin fazlasiyla öznel oldugu inancidir. Bu yaklasim uluslararasi iliskiler alaninda mevcut bilimsel-pozitivist ruh halini güçlü bir sekilde yansitmaktadir. Bu yaklasimi anlamak güç degil. Dünya daha da karmasiklastikça uluslararasi sisteme daha da yukaridan bakabilecek bilimsel bir mercek takma egilimi güçlenmektedir. Etik açidan bakarsak “politika odakli” olmayi reddetme istegi o kadar anlasilmaz degil. Arastirmacilar, Irak meselesi gibi gündelik gerçeklerle kirlenmekten siddetle kaçinmaktadir ancak bu yaklasim gerçek dünya ile alakasizlasma tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Günümüzde popülerligi zirve yapmis nicel analiz kuramlarinin soyutluguyla güven tazeliyor olabilir ancak büyük sorunlara deginmekten bu kadar kaçinmak ne kadar mantikli? Isin asli su ki öznel gerçekler jeopolitikayi anlamak için kesinlikle çok gereklidir.
Cografik haritalara bir bakin; hersey ne kadar da nesnel. Daglar kahverengi, ovalar yesil, denizler mavi. Öte yandan siyasi ve ekonomik haritalar dogal gerçekliklerden öte öznel kurgular, hatta hükümetlerin elindeki gereçlerdir. Arap haritalarinda Israil’i göremezken Yunan haritalarinda Kibris tek ülke, Türk haritalarindaysa ikiye bölünmüs gösterilir. Demografik bilgilerin daha öznel oldugu söylenebilir ancak bu verilere bile siyasi amaçlar ugruna “ayar çekildigi” bilinmektedir.
Siyasi rejimlerin haritasini çikarmak daha güçtür. Savaslar ve ittifaklar, ortaya çikan veya yok olan devletler nedeniyle haritalar tarih boyunca degisip durmustur. Soguk Savas dönemine geldigimizde dünya haritasi basitligiyle güven telkin ediyordu ve 1945-1989 arasi dönemde neredeyse hiç degismedi. Iki blok vardi ve dünyanin kalani “Baglantisizlar” olarak addediliyordu. Sovyet Blogu kirmizi, Atlantik Ittifaki mavi olarak resmedilirdi. Birçok nedenden ötürü Soguk Savastan beri haritalar yine hizla degisme egilimine girmistir. Birincisi ortaya çok sayida yeni devlet çikti. Ikincisi bir ülkenin tarafini belirleyecek kriterlerin belirsizligidir. Örnegin Rusya’yi hangi kefeye koyabiliriz? Kültürel olarak  mantikli sayilabilecek Bati Avrupa tarafina mi, yoksa siyasi egilimini temsil eden Dogu Asya tarafina mi? Peki demokrasiler seçim sisteminin özelliklerine göre mi tanimlanmali? Siniflandirmaya din dahil edilmeli mi? Hristiyanligin büyük ölçüde popülerlik kaybettigi Avrupa’da dine dayali bir haritanin ne kadar anlami olabilir?
Kesin olan birsey var ki bilim çevrelerinin o kadar güven duydugu nesnel kriterler bile esasinda sanildigindan çok daha öznel olabilmekte. Bununla birlikte, kimse duygularin haritasini çikarmanin kolay oldugunu söyleyemez. Geleneksel siyasi haritalari olusturmak  bu kadar zorlasmisken duygularin haritasini çikarmak bir hayal, belki de tehlikeli bir yanilsama bile olabilir.
Duygulara bir renk atamak bile problem olabilir. Duygular ne renk olabilir ki? Renkler kültürlere göre büyük farklilik gösterir. Islam’la iliskilendirildigi için asagilanmislik yesil mi olmali? Korku kirmizi, mavi umut mu olmali? Bazi milletlerde kederin rengi siyah, bazilarindaysa beyazdir. Herhalde duygular dünyasinin o çok ince farklarini temsil eden renkleri yakalamak için dahi bir ressam olmak bile yetmezdi.
Duygularin haritasini çikarmanin bir baska zorlugu da cografyanin giderek artan göreceliligidir. Birçogumuz için cografya bahtimiza düsen bir gerçeklikten öte bir seçimdir. Birlesik Arap Emirliklerini düsünün. Cografik olarak Orta Dogu’da olduklari tartisilmaz ancak ruhsal, ekonomik ve duygusal olarak umudun hüküm sürdügü Asya’dalar. Dünyanin en yüksek binasina ev sahipligi yapan Dubai’yi bir düsünün. Olumsuz taraflari olsa da Emirlikler’de yasanan degisime saygi duymak gerekir. Insan iradesi bir yana burada olanlar, Islam ve modernitenin bir arada var olabildiginin göstergesidir.
Israil sihirli bir degnekle havalanip Orta Dogu’yu terk etse Asya veya Avrupa’nin parçasi olmak isteyen pek çok Israilli fazlasiyla mutlu olurdu. Aslina bakilirsa 2006 yilinda Almanya’ya göç eden Israillilerin sayisi iki kat artarak 4000’i geçmistir. Yasanan beyin göçü ülke için ciddi bir sorun teskil etmektedir. Fakat bu rakam Filistin, Lübnan ve Irak’ta yasanan göçlerle karsilastirildiginda önemsiz kalmaktadir. Irak’ta ülke disina kaçan veya güvenlik nedeniyle yer degistiren insanlarin sayisi 4 milyona yaklasmaktadir. Yasanan bu cografik yer degistirme sadece demografik degil ayni zamanda duygusaldir da. Orta Dogu sadece insan degil tutkularini da ihraç eder hale geldi. Körfez ülkelerinin “Asyalilasmasi”  ne kadar gerçekse Asya Islaminin “Araplasmasi” da o kadar gerçektir. Orta Dogu kökenli radikal duygular son 15 yildir Asya’nin Müslüman kisimlarinda kök salmakta. Bu Araplasma akimi, terörist gruplara finansman olusturmakta birçok bölgede hösgörüsüzlügü körüklemektedir. Islamin radikallesmesi uluslarasi arenada kaygi uyandirmaktadir.
Araplasma, Asya’da görülen Islami köktendinciligin tek sorumlusu degil elbette. Bu devinimden Güney Asya’nin kendisi de sorumlu. Tamamen dine dayali bir ülke olan Pakistan, Islamiyetin merkezi olma yolunda. Biri Asya’da yeseren, digeri Orta Dogu’dan ithal edilen ve her ikisinin birbirini destekledigIslamilesme hareketi her an patlamaya hazir bir bomba adeta. Orta Dogululasma tabii ki Asya ile sinirli degil. Hindistan merkezli bir terörist aginin Ingiltere ve Ispanya’da gerçeklestirdigi saldirilar Bati’nin bu isten muaf olmadigini gösterdigi gibi demokrasilerin öfkeli azinliklari bile durdurmaya yeterli olmadigini isaret ediyor.
Dünyanin bazi bölgelerinin Orta Dogululastigini fark etmek bir sey, dünyaya sadece böyle bir mercekten bakmak baska bir sey. Basitlestirilmis genellemeler ve cevaplarla dünyanin dramatik karmasikliklarini anlamak söz konusu olamaz. Duygularin haritasini çikarmayi bu kadar zorlastiran sadece güçlü akintilar ve karsilikli etkilesimlerin varligi degil, korku,  umut ve asagilanmislik duygularinin dünyanin her yerinde belli oranlarda mevcut  olmasidir. Bu isi bu kadar zorlastiran baska bir unsur Asya, Orta Dogu ve Bati gibi cografik kavramlarin yapay kurgulardan ibaret olmasidir. Asya kavrami Bati icadidir. Japonlar kendilerini Asyali görmedigi gibi Asya’nin büyük çogunlugu onlardan nefret eder. Hindistan, Avrupa ile Çin ve de Budizm ile Islam arasinda bir ara bölge gibidir. Peki kendini medeniyetin merkezi olarak gören Çin’e ne demeli?
Bati kavrami bile Amerika ve Avrupa olmak üzere ikiye bölünmüs halde. Onlari birlestiren en güçlü nokta kültürel ve siyasi olarak yabancilasma tehlikesiyle karsi karsiya olmalari. Öte yandan Orta Dogu’nun da Cezayir’den Pakistan’a kadar genisledigini söylemek  mümkün ancak bununla birlikte her zamankinden daha bölünmüs bir gerçeklik olarak karsimizda. Iran, Araplar’dan uzak durdugu gibi Türkler’e de mesafelidir. Türkiye kuskusuz Asya cografyasinda. Birçok Avrupali tarafindan Asyali Müslümanlar olarak algilanan Türk elitleri ise kendilerini Avrupali olarak görmekte ve AB’ye girmek istemektedir.
DUYGULAR NEDEN BU KADAR ÖNEMLI?
Dünyayi duygusal olarak gruplara ayirmanin zorluklari tek kelimeyle devasadir.  Ancak baskin duygularin resmedildigi bir harita yaratmaya çalismak yine de mümkün. Her yer grinin tonlarindan ibaret olsa bile griler Asya’da açik, Bati’da biraz daha koyu tonlarda; Orta Dogunun bazi yerlerinde ise neredeyse siyaha çaliyor diyebiliriz. Hükümetlerin görevlerinden biri halklarinin duygularina kulak vermek, olumlu duygulari degerlendirmek, olumsuzlari kontrol altina almak veya degistirmektir. Bunlari yapabilmenin tek yolu halkin ne hissettigini anlamaktan geçer.
Mevsimler gibi duygular da döngüler halindedir. Bu döngüler kültürlere, dünya gündemine, siyasi ve ekonomik gelismelere göre uzun veya kisa olabilir. Duygular bir toplumun kendine duydugu özgüveni temsil eder. Özgüven seviyesi de bir toplumun krizle basa çikabilme, zorluklarin üstesinden gelme veya degisen durumlara uyum gösterme becerisini belirler. Iste bu nedenlerden ötürü, Çin veya Hindistan’in mevcut küresel ekonomik krizden en çabuk kurtulanlar olacagina inaniyorum.
Daha da önemlisi duygular degisebilir. Korku, Obama’nin baskanlik koltuguna gelmesi gibi bir olayla yerini umuda birakabilir. Öte yandan Fransiz is çevrelerinde hüküm süren karamsarlik hali, politikacilarin olumlu konusmalarindan hiç mi hiç etkilenmeyebilir.
Iste bu gerçekler duygulari jeopolitik arenada analiz etme istegimin temelini olusturuyor. Duygular önemlidir. Duygular insanlarin tutumlarini, kültürler arasi iliskileri ve uluslarin davranislarini etkiler. Kimse duygulari görmezden gelme lüksüne sahip degildir. Duygularin haritasini çikarma denemesi riskli bir girisim olabilir ancak duygulari yoksaymak daha da tehlikelidir.

2-          UMUT KÜLTÜRÜ

Bati’da umudun iki anlami vardir. Ilki, dini anlamda insanligin günahkarliktan kurtulmasi, ikincisi laik anlamda kisinin kimligine güvenerek dünyanin geri kalaniyla olumlu iliskiler içinde olmasi. Umut vazgeçmenin tersidir; kisiyi baskalarina dogru iten ve karsisindakinden korkmadan kendinden ne kadar farkli oldugunu kabul edebilmesini saglayan bir çesit güven hissidir. Umudun Hristiyan Bati’dan büyük ölçüde panteist Dogu’ya kaymis olmasi ardinda alinmasi gereken bir ders var mi?
Umut sadece Dogu’ya kaymakla kalmadi, dini yanini giderek yitirmesiyle daha laik bir anlam kazandi. 21.yy’da umut, ahiretten önce, hemen simdi, fani dünyada daha iyi bir noktaya gelmekle ilgili. Geleneksel olarak reenkarnasyona inanan bu kadar insan olmasina ragmen Asyalilar sanki Protestan etiginin etkisi altinda, mevcut hayatlarinda olabildigince basarili olma pesinde. Günümüzde umut, ekonomik ve sosyal güç kazanmak anlamina geliyor ve mevcut duragi Asya. En önemlisi, Asyalilarin sadece Bati’ya yetisme pesinde olmasi degil, bunu basaracaklarina inaniyor olmalari.
ASYA’DA UMUT RÜZGÂRLARI
Son 20 yildir Çin ve Hindistan ekonomik anlamda yilda %10 büyüyor. “Çindistan” terimi Hintli gazeteci ve politikaci J. Ramesh tarafindan Asya’nin iki devini tanimlamak için  ortaya atildi. Elbette kullanisli ancak ayni zamanda fazlasiyla çeliskili de bir tanim. Çin ve Hindistan ekonomik olarak ayni agirlikta degil. Nüfus, GSYIH gibi göstergelerle ölçüldügünde Çin’in Hindistan’dan iki kat güçlü oldugunu görürüz. Ancak her iki ülkede de yoksulluktan orta sinifa terfi eden 350’ser milyon insani düsünürsek karsimizda dünyanin  en büyük yeni gücünü görürüz. Uluslararasi arenada ekonomik ve hatta stratejik dengeleri degistiren 700 milyonu askin insan. Dolayisiyla Çindistan iki ülkenin toplam nüfusunu kastetmekten ziyade, sinif atlayan bu 700 milyon insan anlamina geliyor. Buradaki en
 
önemli soru bu kesimin, ülkelerinde büyük yoksulluk ve adaletsizlik içinde yasayan yüzmilyonlari ileriye tasiyacak güçte bir lokomotif olup olamayacagi.
Genel anlamda Çindistan, kendilerini dünyaya açacak derecede güçlü ve özgüvenli  hisseden birbirinden çok farkli iki medeniyeti kastediyor. Bununla birlikte Çindistan’daki özgüvenin gayet seçici oldugu söylenebilir. Örnegin Çin’de özgüven siyasi arenaya uzanmiyor çünkü ülkeyi yönetenler özgürlük ve demokrasinin gerçek anlamini bilmedigi  gibi hem komünizme hem de demokrasiye karsi gösterdikleri çeliskili baglilik en hafif tabirle tutarsiz. Aslinda Çin’de iki çesit milliyetçiligin varligindan söz edilebilir: bir yanda imparatorlugu tehdit eden tüm sesleri susturan “savunmaci milliyetçilik” diger yanda iyimserlik ve güvenle parildayan “olumlu milliyetçilik”. Çindistan’in özgüveni büyük yoksul nüfüsu kucaklamakta basarisiz. Bu insanlarin iki ülkede hakim olan ruh hali üzerinde bir etkileri yok ancak kendilerini asiri çaresiz hissederlerse tüm bölgedeki olumlu havayi bir anda silip atabilirler.
Bununla birlikte yükselen azinligin ilerleme hissi, yoksul çogunlugun öfke ve açligindan üstün oldugu sürece Çin’deki umut kültürü devam edecek ve bu havayi bölgeye ihraç etmeyi sürdürecektir (örn. ASEAN üyesi ülkeler). Fakat bütün kitayi tek bir mercekten analiz etmek biraz kiskirtici ve hatta basit kalabilir. Kitada ciddiye alinmasi gereken bazi uyari isaretleri de yok degil. Birincisi Asya kavraminin bir Bati icadi olusu. Asyalilar kendine Asyali demedigi gibi kendilerini öyle bile görmüyorlar – en azindan Avrupalilarin kendilerini Avrupali gördügü kadar. Ikincisi umut kültürünün tüm Asya ülkelerinde hakim olmayisi. Japonya umudun bir adim ötesine geçmisken Pakistan ve Filipinler gibi bazi ülkeler henüz o noktadan çok uzak. Örnegin Pakistan dünyanin en çeliskili ve sorunlu ülkelerinden biri. Elitler ve küçük orta sinif arasinda bir istikamet emaresi olsa da genel anlamda ülke her an patlayacak saatli bir bomba gibi. Öyleyse en bastan bilinmesi gereken su ki, Asya’yi umut kitasi olarak tanimlamak biraz tek tarafli ve abartili ancak özünde de dogru.
ÇIN – ORTA IMPARATORLUGUN DÖNÜSÜ
Umudun kitasi Asya dedigimizde akla ilk gelen elbette Çin ve Hindistan’dir. Devasa nüfuslu bu iki ülkenin büyük eksiklikliklerine ragmen bu kadar yol katetmesi gerçekten hayranlik uyandiricidir. Çin’e baktigimizda geçmisteki ihtisamlari ve bugün yakaladiklari basari çizgisiyle inanilmaz derecede gurur duyduklarini ve bunun bir güven hissi tesis ettigini görürüz.
Çin daima nüfusu kalabalik bir ülke olmustur. Bunun bir sonucu olarak sosyal ve ekonomik karmasa korkusu her zaman Çinli liderlerin birinci gündem maddesi, hatta takintisi olmustur. Buna tepki olarak kurduklari sistem bireyleri kollektif bir mantiga boyun egmeye zorlamistir. Çin’in boyutu, ulusal psikolojisini baska bir anlamda da etkilemistir. Çin kendini Orta Imparatorluk olarak algilamakla kendini sadece dünyanin degil evrenin de merkezi olarak kabul etmektedir. Böylesi büyük bir özgüven sayesinde varligini sürdürmek için, örnegin Rusya gibi genisleme zorunlulugu hissetmedi. Çin elbette genisledi ama bunun itici gücü askeri kuvvet degil, nüfus yogunluguydu. Bu egilimi bugün bile görmek mümkün. Gayri resmi rakamlara göre sadece Kazakistan’da çogu tüccar 300 bin Çinli ikamet  etmekte. Nüfus kozunun kültürel bir boyutu da var. Çin’in dünya çapindaki etkisi dünyanin her kösesinde yayilmis milyonlarca etnik Çinliyle katlanmakta. Pekin etkisini arttirmak ve yeni is anlasmalari yaratmak için Çin diasporasindan etkin biçimde faydalanmakta.
Öyleyse, sadece toprak genisletmek anlaminda konusursak, birçok Batili uzmanin dillendirdigi gibi günümüz Çin’i ile 19.yy sonu Almanya’sini karsilastirmak o kadar da uygun düsmüyor. Çin, Hindistan ve Japonya arasindaki rekabet Ingiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’nin zamaninda Avrupa’yi sekillendirdigi gibi Asya’yi sekillendirmeyecek. Yine,  bazi Batili yorumcularin inançlarinin aksine Asyalilar milliyetçilikle körüklenen savaslarla kendilerini paralamayacak da. Dönemin Almanya’si eszamanli olarak gereginden fazla özgüven sahibi ve bir o kadar da güven yoksunuydu. Çin ise su anda asiri özgüvenli olmaktan uzak, asmasi gereken büyük zorluklarin ve zayifliklarinin fazlasiyla farkinda. Çinliler zamanin kendi lehlerine isledigine inaniyor ve bu inanç 11 Eylül olaylari akabinde ABD’nin terörizme verdigi tepkiyle pekisti. Çin’e göre Bush, ABD’nin yumusak gücüne zarar vermekle kalmadi, demokrasi ve insan haklari kavramlarina duyulan süpheyle  birlikte Çin’in kendi yumusak güç anlayisi daha da destek kazandi.
Rusya ve Çin gibi ekonomik olarak basarili fakat demokratik olmayan ülkelerin yükselisi, Pekin’de bu kendilerine has otoriter yaklasimin modernlesme yolunda kayda deger bir alternatif oldugu inancini arttirdi. Çin, Afrika kitasi ile olan iliskilerinde de bunun altini sürekli çiziyor. Afrika ülkelerine olan yaklasimlarini özetlemek gerekirse: “Avrupali ve Amerikalilarin aksine biz demokrasi ve insan haklariyla ilgili riyakar dersler vermeye gelen eski bir sömürge gücü degiliz. Büyümeye devam etmek için bize sizin kaynaklariniz, size de büyümeye baslamak için bizim paramiz lazim. Ortak çikarlarimiz için birlikte çalisalim.”
Bununla birlikte Çin orta ve üst siniflarinin Batili bir yasam tarzi sürmek istedigi anlasiliyor. Belki de dünyanin karsi karsiya kaldigi en büyük ekonomik, ekolojik ve belki de siyasi problem 1,3 milyon Çinlinin Batililar gibi yönetilmeden onlar gibi yasamak istiyor olmalaridir. Bati müzigini, filmlerini ve giysilerini çok seviyorlar ancak tam olarak ne olmak istediklerini bilmeseler de Batililar gibi olmak istemiyorlar.
Buradaki en önemli sorulardan biri Çin’in ikircikli ve melez yaklasiminin gerçekçi olup olmadigi. Kisa vadede basarili olmayi sürdürebilir ancak uzun vadede ufukta sorunlar görünüyor. Çin’in hukukun üstünlügüne ve de kararli bir merkantalist zihniyete siddetle ihtiyaci var. Hukuksuzlugun dogurdugu yolsuzluk furyasi 2008’deki depremde binlerce çocugun uygunsuz insa edilmis olan okul binalari göçüklerinde can vermesinin bas sorumlusudur. Çin rejiminin bu kendini begenmisligi uluslararasi arenada da problem yaratiyor. Bunlarin arasinda Burmali generallere müsama gösterilmesi, Myanmar üzerinde etkili olabilecek tek güçken yeterince etkin davranmamasi ve Iran’la olan iliskileri sayilabilir. Öte yandan müdahele etmemeye dayali kisa vadeli hesaplarin ürünü olan politikalar Çin’in Sudan’da el Besir, Zimbabve’de Mugabe gibi dünyanin önde giden  zulümcü liderleriyle isbirligi yapmasiyla sonuçlandi. Eger istikrarli kalacak ve dünya meselelerinde etkin bir görev üstlenecekse Çin’in en kisa sürede kamu çikarlarini  ön planda tutan bir elit kesime sahip olmasi gerekiyor.
Buna ragmen Çin’in yeni üstlendigi role isinmaya basladigina dair bazi küçük ipuçlari da var. Örnegin Hong Kong’un Çin’e iadesi beklentilerin aksine çok daha “yumusak” oldu. Çin ayni zamanda Kuzey Kore nükleer krizindeki pozitif tavriyla bu ülkenin çöküsüne engel oldu. Bir baska boyutta, Sangay Grubunu kurarak Çin Asya genelinde dengeleyici bir görev üstlendi.
Öyleyse Çin’i sadece rahatsiz edici ve tehditkar bir varlik olarak algilamak büyük bir hata olur. Bu ülkeyi demokrasiye olan bagliligiyla yargilamak da bir o kadar yanlistir. Demokratik hesap verilebilirligin ve hukukun üstünlügünün olmamasi herkesten öte Çinliler için bir basagrisi. Batinin siniflandirmalarini onlara dayatamayiz. Bati, kendi degerlerini unutmamak kosuluyla, Çinlilerin faaliyetlerini onlarin gözünden ve çok-boyutlu bir sekilde ele almak durumundadir.
Özgürlüklerin ve bagimsiz bir yargi sisteminin eksikligi Çin’in uzun vadeli ekonomik büyümesi ve sürdürülebilir ekolojik gelisimi önündeki en büyük engel. Fakat çogu Çinlinin liderlerinden beklentileri farkli. Onlar maddi anlamda ilerlemek, daha iyi evlerde oturmak ve yurtdisina seyahat etmek istiyor. Yokluk ve zorluk içinde geçen bir asir sonunda Çinliler siyasi istikrar istiyor. Ama ayni zamanda dogal afetlerden, çevre kirliliginden ve hatta rüsvetçi yerel yöneticilerin zulmünden korunmak istiyorlar. Bu taleplerin siyasi sonuçlari olmasi kaçinilmazdir. Asiri yavas da olsa siyasi degisime dair isaretler görmek mümkün ve bu disaridan gelen baskilarla degil içeriden, nüfuzunu giderek arttiran orta sinifin talepleriyle oluyor.
Mevcut haliyle hüküm süren ekonomik ilerleme ve siyasi duraganlik hali, umut oldugu sürece isleyecektir. Çünkü umut herseyden öte ekonomik büyüme pesinde israrla kosmak demektir.
GELISEN HINDISTAN
Eger Çin “geri döndü” diyorsak Hindistan’in dünya sahnesinde ilk defa yer buldugunu söylemek yanlis olmaz. Hindistan, merkezi konumunu tekrar elde eden eski bir imparatorluk yerine yeni bir ulus olarak görüyor kendini. Çin’in aksine Hindistan’in büyük bir emperyal geçmisi yok ama bu ülkenin de kendine has özellikleri var. Budist rahip Asoka’nin 2300 yil önce baslattigi hosgörü anlayisi Hindistan’i hem Çin’den hem de dönemin Avrupa’sindan çok farkli kiliyor. Evet Hindistan’daki çeliskiler Çin’deki kadar  derin ama bir o kadar da degisik. Hintliler gayet hakli olarak demokrasileriyle  gurur duyuyor ancak bu gurur hissine Hint siyasetçilerinin beceriksizlik ve yolsuzluklarina karsi duyulan tiksinti ve bikkinlik duygusu da eslik ediyor. Özgür seçimler, bagimsiz yargi ve hatta basin özgürlügü önemli ama tüm bunlar had safhadaki yolsuzlukla geri  planda kaliyor. Hint demokrasinin bir diger sorunu kendine özgü kast sistemi. Siniflar arasi bölünmeye son vermek için Nehru döneminde atilan adimlar ne yazik ki yavaslamis görünüyor. Bunun arkasinda siyasilerin kararli olamamasi ve kapitalist üst sinifin doyumsuzlugu yatiyor. Hint zenginleri, yoksullari görmüyor bile. Hakim olan yaklasim “Evet çok yoksullar ama ne bekliyorsun? Hep böyleydi, en azindan simdi sayilari azaldi  ve açliktan ölmüyorlar” seklinde. Evet Hindistan’da yoksulluk azaldi fakat Hint elitlerinin bu duruma karsi takindigi duyarsiz tavir endise verici.
Hindistan örneginde görüyoruz ki modernlesme otomatik olarak daha fazla esitligi beraberinde getirmiyor. Hatta bazi tatsiz gelenekleri de hortlattigi söylenebilir (örn: kiz ve erkek çocuklar arasindaki ayrimcilik). Modernlesme sanki siyaset sahnesinde milliyetçilik  ve dinin etkisini de arttiriyor gibi (örn: 2003’te 2000’i askin Müslümanin öldürülmesi ve 2008 Mumbai terör olaylari). Bu sorunlar, ne laiklesmis Avrupa modeliyle ne de maddeci Çin modeliyle çözülebilir. Dogru bir model varsa en yakini herhalde laik ve mezhebe odaklanmayan dini sistem ve kapsayici vatanseverligin hüküm sürdügü ABD  modeli olacaktir. Fakat Hindistan’da böyle bir etik oturtmak mümkün mü, bilinmez.
Karsilastiracak olursak, çogulcu Hindistan’in karmasik çesitliligi demokrasisinin istikrarli biçimde devam edebilmesinin anahtardir. Öte yandan Çin’in merkezci yaradilisi onu çok daha etkin kilarken, siyasi istikrarsizlik durumunda kolayca kaosa sürüklenmeye açik hale getiriyor. Çinlilerin aksine Hintliler “gelismekte olan dev” kimliklerine dair derin endiseler duymakta. Görünen o ki, yeni rolleri için ihtiyaç duyulan güven hissini ekonomik dinamizm ve basarilari karsisinda dünyanin gösterdigi saygidan aliyorlar. Eger Çin’in özgüveni emperyal geçimisine dayaniyorsa Hindistan’inki gelecege dair vizyonundan geliyor. 25 yasin altinda 700 milyon, toplamda 1,1 milyarlik nüfusuyla Hindistan ister ekonomik ister sosyal olsun hangi göstergeyi seçerseniz seçin yilda asagi yukari %1 oraninda gelisiyor. Ancak büyümeyi sürekli kilmak için Hindistan altyapisini gelistirmek, esitsizligin önüne geçmek ve yolsuzluga son vermek durumunda. Degisim, marjinallestirilmis kesimi oyalamaya yettigi sürece umut Hindistan’da hakimiyetini devam ettirecektir.
JAPON ISTISNASI
Simdi Japonya’nin neden Asya’nin istisnasi oldugunu incelemek için yolumuzdan biraz sapalim. Japonya, Asya ekonomik mucizesini ta 1960 ortalarinda yakalamis bir ülke. 1964 Olimpiyatlari Japonya rönesansinin baslangici sayilabilir. Çin ve Hindistan’a kiyasla Japonya’yi anlamak Batili zihniyet için çok daha zor birsey. Japonya, modernligin Batililasmayla esit tutulamayacaginin en büyük kaniti. Japonya sadece Bati tarafindan Asyali kabul edilir. II. Dünya Savasi üzerinden 60 yil geçse de Japonya halen komsulari tarafindan haz edilmeyen bir ülkedir. Asya için fazla Batili ve Batililarin onlari tam olarak anlamasina engel olacak derecede Asyali.
Japonya ile komsulari arasindaki mesafenin nedeni elbette tarihsel gelismeler ve onun kapanmayan yaralari. Japonya hiçbir zaman Almanya’nin komsulariyla savas sonrasi girdigi uzlasi süreci gibi bir girisimde bulunmadi. Acaba dini, kültürel ve tarihsel nedenlerle Japonlar özür dilemeyi mi bilmiyor? Yoksa Japonya’yi Almanya ile ayni kefeye sokmak mi hata? Ikisinin de bir nebze dogruluk payi var ancak ortada bir gerçek daha var: Atom bombasi magduru ilk ve tek ülke oldugundan Japonya, savasta isledigi günahlarin bedelini fazlasiyla ödedigi kanaatinde.
Balkanlar hariç Avrupa’nin büyük bölümü geçmisi geçmiste birakip Avrupa Birligi’nin tesisi için çaba harcama olgunlugunu gösterebilmistir. Buna karsin Asya nüfusunun çogu için geçmisle yüzlesmek kolay degil ve bunu yapmak için seçtikleri yöntemler çogu zaman  seçici ve fazlasiyla çeliskili olmakta. Örnegin Çinliler her firsatta Japonya’nin savas suçlarini gündeme getirmeye gayret gösterirken kendi hatalarini görmezden gelme egilimindedir.
Umut ve korku duygularini karsilastirmaya geldigimizde bile Japonya, Asya ve Bati’dan fazlasiyla ayri düsmekte. Japonlarin ulusal korkularini dogal felaketler olusturuyor. Deprem, tsunami (dev dalgalar) ve seller her an kapilarini çalabilir. Avrupa’nin korkulari ise baskalarindan gelecek tehditlere yogunlasmis durumda. Ancak Japonya’da hüküm süren korku duygusu bazi açilardan Bati’yla da örtüsüyor ve bu durum ülkeyi Asya’nin umut kültüründen ayiriyor.
Japonya bugün bile 1990’larda yasanan krizin yaralarini tam olarak sarabilmis degil. Belki de Japonlar artik istikamet ve aidiyetlerinin krizi içinde. Hiç hoslarina gitmese de bildikleri iki sey var. Ilki Amerika’nin Asya’daki ana diplomatik ortagi konumunu Hintlilere kaptirdiklari; ikincisiyse Amerika’nin ana ekonomik ortagi konumunu Çin’e kaptirdiklari. Uluslararasi önemlerini yitirmenin iç burkucu gerçekliligiyle karsi karsiyalar. Japonya’nin baska önemli sorunlari da var. Nüfusu hizla yaslaniyor ve bu umut kültürünün gerektirdigi dinamizmi göstermeleri önünde büyük bir engel. Basta gençler olmak üzere  ülkedeki intihar oraninin dünyada esi yok. Bazi istisnalar haricinde siyasi anlamda duragan bir dönemdeler.
Gerek diplomatik gerekse duygusal olarak Japonlar, Asya’dan çok Batiya yakin bir durus sergilerler. Dünyaya bakislari “fanatik ilimli” olarak ifade edilebilir ve genel egilimleri taraflar arasinda köprü kurmaktir. Fakat Çin ve Hindistan’in yükselisi Japonya’yi bir köprüden çok, özgünlügünü ve önemini yitirmis, geride kalmis bir gariban gibi hissetirmekte. Savas sonrasi yeniden yapilanma döneminde Japonlar ülkelerinin refahi için büyük fedakarliklar gösterdi. Fakat simdi, yakin komsularinin bu fedakarliklarin hiçbirini yapmadan güç kazandiklarina tanik oldukça çabalarinin bosuna oldugunu düsünmeye basladilar. Sanki onyillar boyunca sinifin en çaliskan ögrencisi olduktan sonra “haylaz” sinif arkadaslarinin daha iyi notlar aldigini izliyorlar. Iste tüm bu nedenlerden ötürü gelecege dair kaygi içindeler. Ülkede 1960 ve 70’lerde hüküm süren umut havasi yerini korkuya birakmis durumda.
UMUDUN ÖNÜNDEKI ZORLUKLAR
Siyasi sistemleri farkli olsa da umudun yeni adresi Çin ve Hindistan esasinda ayni büyük zorluklarla karsi karsiya. Her ikisi de milyonlarca vatandasini mutlak yoksulluktan kurtarmak, ekolojik felaketlerin önüne geçmek, AIDS’in yayilimina engel olmak ve de toplumla siyaset arasindaki uçurumu gidermek zorunda. Bu iki ülkedeki umut kültürü siyasetçiler sayesinde degil, onlara ragmen süregelmekte.
Dünya sahnesinde daha fazla yer almaya baslayan Çin ve Hindistan hem birbirleriyle hem  de diger büyük güçlerle nasil iliskiler içinde olacaklarini net bir sekilde belirlemek ve de uluslararasi bir kimlik gelistirmek durumunda. Iki ülkenin benimseyecegi uluslararasi rollerin gelisim süreci kendilerini yeniden sekillendirme becerileriyle yakindan baglantili. Kendi içislerinde uyguladigi politikalarin evrim sürecini hizlandirmayan bir Çin, küresel ekonominin lokomotifi ve dünyanin en büyük ticaret merkezi olma özelligini koruyabilir mi? Peki Hindistan neredeyse mutlak yoksulluk içinde yasayan milyonlarca vatandasina egitim ve saglik gibi temel hizmetler saglamadan büyük çapli emek-yogun bir imalat sektörü yaratabilir mi?
Bu zorluklari asmanin kolay olmayacagi kesin ancak yine de Asya’nin umut kitasi olma iddiasini zayiflatmiyor. Bununla birlikte her iki ülke de büyümeye devam ettikçe özgür bir dünyada güçle birlikte gelen sorumluluklari da üstlenmek durumunda. Bunlarin arasinda uluslararasi kural ve standartlara uymak da geliyor. Asagi yukari 1950’den itibaren Asya, savaslarin kitasi olmaktan, umudun kitasi haline gelen bir degisim geçirdi. Burada umut derken dünya barisi ve özgürlügü gibi büyük hayallerden degil, maddi refahin küçük ama emin adimlarla arttirilmasindan söz ediyorum. Dünyadaki milyarlarca aç insan için böylesi bir vizyon fazlasiyla çekici fakat bu uzun vadede tek basina yeterli olacak mi? 21.yy’in cevap bekleyen en büyük sorusu da bu.

3-          ASAGILANMISLIK KÜLTÜRÜ

Umut güven duymaksa asagilanmislik aciz hissetmektir. Kökleri herseyden öte, kisi veya toplumun hayatinin kontrolünü kaybettigi hissine dayanir. “Öteki” tarafindan hayatina müdahele edildigi ve kendini ona bagimli hale getirdigi düsüncesi asagilanmislik hissinin doruga çiktigi andir. Asagilanmislik hissine her toplumda belli oranlarda rastlanir. Ayni kolesterol gibi iyi ve kötü huylu halleri vardir. Belli oranda asagilanmislik kendi durumunu düzeltme arzusunu atesleyebilir. Asagilanmislik hissinin bir ulus üzerindeki etkisi birey üzerindeki etkisinden çok farkli degildir. Rekabet içgüdüsünü güçlendirir, enerji verir ve istah kabartir. Asagilanmisligin “iyi huylu” olabilmesi için asgari düzeyde güven ve uygun kosullarin olmasi gerekir.
Öte yandan umut olmadan yasanan asagilanmislik ümitsizlige ve intikam duygusuna neden olur ki bu kolaylikla yikici bir hal alabilir. Seni asagilayanlarin mertebesine ulasamiyorsan en azindan onlari asagi çekebilirsin. Iste bu “kötü huylu” asagilanmislik duygusu günümüzde agirlikli olarak Arap-Islam dünyasini etkisi altina almis durumda. Islam tekil bir olgu olarak kabul edilemez. Birçok dini, kültürel, ulusal ve siyasi türevleri vardir. Bununla birlikte tek bir “Arap Dünyasi”ndan da söz etmek olanaksiz. Çok farkli toplumlari içinde barindiran bu kavramin ortak yani halklarinin duydugu emniyetsizlik hissidir. Ancak Arap birliginden veya Arap diplomasisinden söz edemesek de ortak bir “Arap duygusundan” bahsetmek mümkün. Savas dönemini takiben Arap milliyetçiliginin belirgin bir politikasi oldugundan söz edilebilir ancak günümüzde Arap kimligi zayiflamis, Müslüman kimligi öne çikmistir. Peki yeniden dirilen bu Müslüman kimligin kaynagi nedir?
Islam 7. yy’da beliren dini bir harekettir. Bu yeni inanca baglanan Arap kökenli ordular Orta Asya’dan Ispanya’ya kadar uzanan bir imparatorluk kurmustur. Bu gelismelere paralel olarak Arapça, tipki Roma döneminin Latince’si gibi benimsenmis; Hristiyan, Yahudi ve
 
Müslümanlarin ortak dili olmustu. 16.-18. yy Osmanlisi Islam dünyasinin son büyük disavurumuydu ancak ayni zamanda büyük Arap medeniyetinin gerilemesinin de isaretiydi. Örnegin artik egemen dil Türkçe olmustu. Ataga kalkan Bati karsisinda Osmanli savunmaya geçmek zorunda kalmisti.
Islam’in 18. yy’da baslayan siyasi ve kültürel gerilemesi halen devam etmektedir. Demografik olarak baktigimizda Islam yükseliste olabilir ancak psikolojik ve duygusal olarak Müslüman alemi siyasi ve kültürel bir asagilanmislik duygusunun etkisindedir. Kusaklar boyunca pesi sira gelen, kendini tahlil etmekten aciz ve tarihi sorumluluklariyla  yüzlesmeye isteksiz liderlerin etkisiyle Islam dünyasi bir günah keçisi arayisina girdi. Bunlar da genel tabiriyle “Haçlilar ve Siyonistler” oldu. Islam dünyasindaki radikallesmenin yükselisi, bu fenomenin hem nedeni hem de temsili gibidir.
Arap-Islam dünyasinin temel nitelikleri radikallesme ve cografik genislemedir. Cografik olarak genisleme asagilanmislik hissinin de yayilmasinin temel nedenidir. Öyleyse bu his nereden geliyor ve tam olarak ne içeriyor?
ASAGILANMISLIGIN KÖKENI: TARIHI GERILEME
Pek çok neden Arap-Islam dünyasi içinde asagilanmisligin baskin olmasina neden oluyor ancak bunlarin basinda tarihi olarak gerileme hissi geliyor. Bozulma, ayrisma, dagilma korkusu Islam fantazilerini besliyor. Bu korku tüm medeniyetleri, uluslari ve kültürleri degisik zamanlarda ve yogunlukta kaçinilmaz olarak etkiliyor. Islam dünyasinda bozulup dagilma algisina dair ilk isaretler 17.yy’da belirip geçtigimiz yüzyilda yeni bir boyut kazandi. 7.yy’da Arap dünyasi baskalarini kendine çekebiliyordu fakat 19 ve 20.yy’larda kendileri baska bir dünyanin içine çekildiler. Bu kapsamda Araplarin 1967’deki 6 Gün Savasi’ndan maglup ayrilmasi sadece askeri bir basarisizlik degil ayni zamanda ahlaki bir hüküm haline geldi. Arap halklari genel olarak kendilerine olan güvenlerini yitirmisti. Sorun siyasi ve ekonomik olmaktan çok kültürel ve ahlaki bir boyuta geçti ve yeni bir benlik yaratti.
Bu bozulup dagilma hissinin tam olarak ne zaman basladigini kestirmek kolay degil. Hristiyanlik Orta Çagi’ni yasarken Islam kendi rönesansini yasiyordu. Benzer sekilde Hristiyanligin rönesansi Islam’in gerilemeye baslamasiyla ayni döneme denk geliyor. Bu dönüm noktasi 1683’te basarisizlikla sonuçlanan Viyana kusatmasidir. Osmanlilar islerin artik iyi gitmedigini bu olayla anladilar. Bu yenilginin belki de en büyük nedeni Osmanli’nin askeri teknoloji olarak Hristiyan Avrupa’nin gerisinde kalmasidir. 19.yy’in sonlarinda Meiji Japonya’si Bati’ya “uzman misyonlar” yolluyordu ve bu Japonya’nin basarili modernlesmesinde büyük rol oynadi. Osmanli da benzer bir model benimsedi ancak fazla geç kalmisti. Modernlesmenin Anadolu’ya gelisi ise ancak Atatürk ile birlikte oldu fakat cografi olarak sinirli ve özünde yine Osmanli’dan yola çikarak kisitlanmis olan Kemalizm bile Osmanli’nin parçalanmasi nedeniyle yasanan asagilanmislik duygusuna engel olamadi.
Arap-Islam dünyasinda tarihi gerileme düsüncesinin neden oldugu asagilanmislik hissi baska bazi nedenlerle daha kronik bir hal aldi. Bunlarin arasinda Bati emperyalizmine boyun egmek, bagimsizlikla yasanan düs kirikliklari, Israil devletinin kurulmasi, petrolün  yeterince etkin bir siyasi silah olarak kullanilamamasi ve de kendi liderlerinin beceriksizligi sayilabilir.
ASAGILANMISLIK  KAYNAGI OLARAK ISRAIL
1948’de Israil devletinin kurulmasi Arap dünyasinda sok etkisi yaratti. Bu durum, kendi bozulmalarinin  ve  Bati’nin  ikiyüzlülügünün  mutlak  kanitiydi.  Bu  yeni  kurulan   ülkenin boyutlari degildi önemli olan, “duygusal olarak hayati” yerlere kondurulmus olmasiydi. Araplarin bu yeni gerçeklilikle basa çikmalarinn tek yolu tarihi romantizmle reddetmenin bir karisimiydi. Çöl kumlarinin ayni Hristiyanlari yuttugu gibi Israil’i de yutacagina inandirdilar kendilerini. Milyonlarca Müslüman’in en büyük dilegIsrail’in Orta Dogu haritasindan sonsuza kadar silinmesidir.
Israil’in bölgedeki varligindan belki de en çok asagilanan Misir’dir. 6 Gün savaslari sadece baskan Nâsir’in Arap milliyetçiligi hedeflerini yok etmedi, 3 milyonluk Israil koca Misir’in ordularini yerle bir etti. Israil ile baris görüsmelerini baslatmak için 1977’de Küdüs’e giden Sedat bu cüretkar kararin bedelini caniyla ödedi ve asagilanmislik duygularinin  zirve yaptigi ortamda umut yaratma hayali suya düstü. Mübarek idaresindeki Misir’in tek amaci mevcut gücünü korumak oldu. Israil ile savasmak olanaksiz hale geldi ancak kalici baris da erisilmez oldu.
Adaletli olmak gerekir ise, Islam-Arap dünyasindaki asagilanmislik hissinde inatla yeni yerlesimler kurmaya devam eden Israil’in payi büyüktür. Israilliler asiri lakayit tavirlariyla Filistin’in hassasiyetlerine çomak sokmaya devam edecegini gösterdi. Israil, terörizme karsi güvenlik önlemleri kisvesi altinda bu sistematik asagilama politikasinda asiriya kaçti. Kesin olan bir sey varsa o da her iki tarafin düsmaninin direncini hafife almasi ve kendi güçlerini abartmasidir. Baris müzakerelerinin basarisizlikla sonuçlanmasinda sorumluluk Israil, Filistin, Arap liderler ve uluslararasi toplum arasinda esit olarak bölüstürülmelidir.
Dörtyani düsmanlarla çevrili Israil’in çok daha akilci oynamasi gerekiyor. Güçleri  dengeleme istegIkinci Intifada’ya, Lübnan savasina ve Gazze’deki Hamas çatismalarina neden oldu. Gazze operasyonu Israil’in düsmanlarina korku salmaya devam etmesini amaçliyordu. Düsmanin teknolojik silahlari, asagilanmis Filistinlileri canli bomba  olarak sivil Israillileri öldürmeye itti. Insanlik disi bu taktik Israil direncini güçlendirmekten baska ise yaramadi. Zamaninda birçok Filistinli tarafindan stratejik bir hata olarak görülen bu taktik esasinda asagilanmislik kültürünün yarattigi vahsete en iyi örnek olarak gösterilebilir.
Asagilanmisligin siyasi suistimali sadece Arap dünyasiyla sinirli degil. Akla gelen ilk örnek Muhammed’in karikatürlerinin Danimarka gazetelerinde boy göstermesidir. Basin özgürlügü hiçbir zaman baskalarinin en hassas duygularina hakaret etme özgürlügü vermemeli. Petrol varili yaninda kibritle oynamak akil kari degil. Iyi bir provokasyon malzemesi oldugu için “Öteki”nin inanaçlarina kasten saldirmak kabul edilemez. Fakat diger yandan birkaç karikatürün tüm Islam dünyasinda bu kadar nefret ve öfke uyandirmasinin da allta yatan asagilanmislik hissinin bir eseri oldugunu gözden kaçirmamak gerek.
ASAGILANMISLIK DIPLOMASISI
Asagilanmislik hissi kimi zaman güçlü bir diplomasi silahi haline gelebiliyor. Bunun bir yolu baska uluslarin suçluluk hissine oynamak ve bu sayede taviz veya destek verilmesini saglamaktir. Örnegin Israil, Avrupa’nin anti-semitik suçlarindan kaynaklanan suçluluk  hissini çok iyi kullaniyor. Içlerindeki çeliskili suçluluk hisleri nedeniyle Avrupa çogu zaman Orta Dogu meselesine net bir tavir sergileyememistir. Almanya daima Israili desteklerken örnegin Ingiltere ve Fransa biraz da petrol kokusunun etkisiyle eski sömürgelerine karsi daha fazla müsamaha gösterme egiliminde olmustur.
Kendi geçmisiyle yüzlesmeye itildiginde Türkiye bile kendine özgü duygu kozlarini kullanmaya baslamistir. Örnegin 1915 Ermeni tehcirinin Amerikan Kongresinde soykirim olarak taninmasi girisimi Irak savasi sonrasi zayiflayan Türk-Amerikan iliskilerine daha da zarar verdi. Türkler, Araplari küçümsedigi gibi Iran’i da bölgesel bir tehdit olarak görüyor ancak yine  de  geçmisi  sorgulandiginda  o da  diger Müslümanlarda  görülen asagilanmislik duygusuna kapiliyor. Bu durumda Ankara’dan yükselen ses genellikle “Bize verecek dersiniz yok. Önce Kizilderililere ve Yahudilere yaptiklariniza bakin” oluyor.
ASAGILANMISLIK, KÜRESELLESME VE INKAR
Küresellesme karsisinda ortaya çikan hüsran, yasanan asagilanmislik hissini daha da derinlestiriyor. Içinde bulundugumuz seffaf dünyada önce Bati ve simdi Asya’nin basarisini gören Islam alemi, kendi basarisizligini daha iyi anlar hale geldi. Batililasmanin Müslümanlikta ters tepmesi Islam’in yayilmasina karsi verilen mantikli bir tepki olsa da isin içinde süregelen basarisizligin getirdigi acizlik hissinin de payi var. Peki bu iyice içine sinmis basarisizlik ve acizlik hissi niye? Sosyo-ekonomik sorunlar Müslümanligin özünde mi var? Islam bir sekilde modernlik ve demokrasiyle uyumsuz mu?
Yakin tarihimize baktigimizda modernist ve gerçekten demokratik bir Islam modelinin ortaya çikacagina dair umut besleyecegimiz fazla bir belirti yok. Günümüzün gelismekte olan ve ileriye dönük Türkiye’sinde demokrasinin ilerlemesi Islamin son zamanlardaki yükselisine denk geldi. Erdogan, partisi AKP’nin Almanya’nin Hristiyan Demokrat Birligi’nin (HDB) Müslüman eslenigi oldugunu beyan ettiginde birçok Batili memnuniyetini dile getirmisti. Ancak HDB önce demokrat sonra Hristiyandir. Erdogan’in çogu takipçisiyse önce Müslüman ve belki demokrattir.
Görünen o ki Islamla siyaset arasindaki iliski Hristiyanlikla siyaset arasindaki iliskiden çok farkli. Ancak bu demokrasinin Islam’a tamamen yabanci oldugu anlamina gelmez. Farkli ülkelerde yasayan Islam aydinlari, Islamin içindeki çogulculuk, hosgörü ve sivil katilim degerlerinin kendi siyasi sistemlerine nasil uyarlanabilecegi üzerinde çalismalar yapiyor. Öte yandan unutmamak gerekir ki basta kadinlarin toplumda aktif rol alamamasi Islam dünyasinin küresellesen dünyada rekabet gücünü ciddi sekilde zayiflatiyor.  Islam dünyasinda yasayan pek çok kadin da garip bir inkar hali içinde Müslümanligin onlarin önünde bir engel olmadigini savunuyor ancak Suudi Arabistan’da bir kadin tek basina arabasini bile süremiyorsa toplumda önemli bir rol oynamasi nasil beklenebilir ki?
Benzer bir inkar haline 2007 yilinda Columbia Üniversitesi’ne konusma yapmaya gelen Ahmedinejat’la da tanik olduk. Ortadaki bariz kanitlara ragmen Iranli kadinlarin dünyadaki en iyi sartlara sahip oldugunu savunmustu. Hatta daha da ileri giderek ülkesinde tek bir homoseksüel olmadigini söylemisti, ki bu da sözde olmayan bir suça karsi neden idam cezasi verildigi sorusunu akla getirmektedir.
 Asagilanmislik duygusuyla ezilen bir kültürün bu rahatsizligiyla  basa çikabilmesi için    en
 bariz seyleri bile inkar ettigini kabullenmesi süphesiz dayanilmaz bir aci kaynagidir.
ISLAM VE HRISTIYANLIK
Islamla Hristiyanlik arasindaki iliski, asagilanmislik kültürünü yaratma ve devam ettirmede kesinlikle çok önemli bir etmendir. Her ikisi de kendini evrensel ve tek kabul eden ve de baskalarini kendi tarafina çekmeyi hedefleyen tek tanrili dinlerdir. O halde ister Hristiyan/kapitalist ister Marksist/ateist haliyle Bati’nin yükselisi, Islam aleminde kendi gerilemeleri ve yabancilastirilmalari olarak algilanmistir. Islamla Hristiyanlik arasindaki rekabet günümüzde yeni bir hal almistir. Öncelikle, Islam yayilmakta olan enerji yüklü bir inançken Hristiyanlik, basta Avrupa’da olmak üzere gerilemekte olan bir dindir. Ancak Islamin yükselisi beraberinde ekonomik, sosyal ve siyasi ilerleme getirmediginden Müslümanlar arasindaki asagilanmislik hissini hafifletmekte etkili olamiyor. Dahasi, Islamin Müslümanlarin hayatindaki varligi yasam kalitesini arttirmaktan uzak, genelde bir kural ve sinirlama silsilesi olarak varligini sürdürüyor. Örnegin Pakistan’daki medreselerde   gençler Kuran’i anlamadiklari bir dil olan Arapça haliyle ezberliyorlar. Böyle kosullar altinda dinin gündelik hayati olumlu yönde etkilemesi olasi gözükmüyor.
Dinin önem kazandigi fakat gerileme hissinin hüküm sürdügü bir ortam ile dinin arka plana itildigi ve kendini hala evrensel ve merkezde gören bir kültür arasindaki iliskinin kolay olmayacagi asikardir. Geleneksel Islamla Bati arasindaki algi farklarina belki de en uygun örnek çokeslilik meselesidir. Bati mantigina göre bu modernlige ve kadin haklarina karsi saygisizlik ve hatta suç. Fakat bu durum dini bütün bir Müslüman için Islam kurallarina uymak anlamina gelebiliyor. Baskalarinin degerlerine saygi göstermek gerekliligi ile kültürel relativizmde asiriya kaçmak arasinda ince bir çizgi vardir. Bu kapsamda iki din arasinda hosgörü meselesine olan bakis farkliliklarindan da söz etmek gerekiyor. Bazi Müslümanlar Islamin tek tanrili dinler arasinda en fazla hosgörüye sahip olan inanç oldugunu savunuyor. Fakat Islam’da hosgörüye tarih içinde özgüvenin, kendinden süphe duymaktan daha baskin oldugu dönemlerde rastlandigini söylemek yanlis olmaz. Ne yazik ki ayni seyi bugün için söylemek mümkün degil. Öte yandan Bati’nin modernist çok  kültürlülük yaklasimi kapsaminda “yapici iliskiler içinde olma” denemeleri Islam tarafindan çogu zaman ikiyüzlülüge ve zayifliga yorulmaktadir. Müslümanlar kendilerine saygi duyulmasini istiyor ancak Bati bu asamada sadece hosgörü göstermeye hazir.
GERILEYEN ARAP KÜLTÜRÜ
Islam dini olarak etkisini genisletiyor olabilir ancak ayni seyi Arap kültürü için söylemek mümkün degil. Birkaç istisna disinda Arap kültürünün dünya sahnesinde yeri yok denebilir. Bununla birlikte Bati edebiyati eserlerinin Arapça’ya tercüme edilerek Arap dünyasina kazandirilmasi son yillarda biraz hiz kazansa da hala çok yetersiz. Bu durum Arap dünyasinin küresel kültürden göreceli tecritinin de bir isareti. Yaraticiligi ve ifade özgürlügünü bastirmaya çalisan despot ve radikallerin hüküm sürdügü bir ortamda bir entellektüel veya sanatçi olmak tehlikeli bir istir.
Elbette bu konuda da Müslüman ülkeler arasinda büyük uçurumlar var. Bunu görmenin en kolay yolu örnegin Kahire ve Istanbul çarsilarindaki kitapçilara bakmak olur. Kahire dinozorlarin elindeki yerelligi resmederken Istanbul hayat dolu. Orhan Pamuk ülkesinde muhalif bir yazar olarak görülebilir ancak Nobel ödülünü almasi kesinlikle sans eseri ortaya çikmis bir basari degildir. Aslinda Pamuk anlatmaya çalistigim olayi sembolize ediyor – gerileme Arap dünyasini, Islam alemini etkilediginden daha fazla etkiliyor.
Basarisizlik karsisinda Allah, tek çözüm olarak Allah demek... Ne yazik ki Islam aleminde birçok kisi bu yola sapti ancak bu yaklasim büyük ölçüde faydasiz çünkü modernligin karsimiza çikardigi ve her ülkenin yüzlesmek zorunda oldugu zorluklari asmakta hiç mi hiç ise yaramiyor.
ASAGILANMISLIK VE TERÖRIZM
Radikal Islami görüslerin yoksullardan oldugu kadar gelir düzeyi yüksek, egitimli kesimden de destek bulmasi birçok Batiliyi sasirtiyor. 21. yy’da teröristler kaybedecek hiçbirseyi olmayan yoksullar arasindan seçilmiyor. Bunun temel bir nedeni var: asagilanmislik kültürü Islam toplumumun her seviyesine nüfuz etti. Ayni asagilanmislik kültürü birçok Müslümani terörist siddete de sürükleyen baslica neden. Asagilanmislik duygusu olmasa radikaller Ingiliz bir Müslümani kendi vatandaslarini öldürmeye nasil ikna ederdi? Kendi kendini yok etmeye yönelik bu içgüdülere vücut bulduran psikolojik, kültürel ve sosyo-ekonomik degiskenlerin bir kombinasyonu ki bu asagilanmisligsiddete dönüstürüyor.
Islam aleminin jeopolitik anlamda taarruz altinda oldugu inanci, modern Müslüman köktendinciligini  ve  beraberinde getirdigi terörizmi  yükselise  geçirdi. Afgan  isyancilarin Sovyetler Birligini beklenmedik sekilde maglup etmesi Araplarin asagilanmislik duygusunu biraz hafifletse de Islam dünyasinda pek etkili olmadi çünkü onlara göre gerçek sorumlular Bati’daydi. Bu zaferin tek yaptigi köktendincilerin istahini kabartmak oldu ve bunun sonuçlari sadece 11 Eylül’de görülmedi, o günden beri dünya gündemini etkilemeye devam ediyor.
Terörizmi körükleyen bir baska olay da giderek derinlesen Israil-Filistin sorunudur. Bu çatisma herseyden öte Arap ve Müslümanlar arasinda terörizmin kinanmasina engel oldu. Evet terör saldirilarinda masumlar ölüyordu fakat ya Filistinlilerin çektikleri? Günümüzde  bu algi yavas da olsa degisiyor çünkü Islami terörizmin ana kurbani günümüzde herkesten öte Müslümanlar oldu.
BATI’DAKI MÜSLÜMANLAR
Bati ülkelerinde yasayan Arap ve Müslümanlarin hissettigi asagilanmislik hissi kültürel oldugu kadar sosyo-ekonomik bir yapiya da sahip. Avrupali Müslümanlarin siyasi, sosyal, cinsel ve kentsel anlamda tecritle karsi karsiya olduklari su götürmez bir gerçek. Kültür ve dinleri nedeniyle siyasi olarak, adlari nedeniyle sosyal olarak zan altindalar. Is bulmalari kolay degil, suça karisma olasiliklari yüksek. Karsi cinsle iliski kurmak bile zor. Gelecegi olmayan ve kadinlarini baski altinda tuttugu bilinen bir kültürden gelen erkekle  kim beraber olmak ister? Bu toplum çogunlukla bir çesit mahrumiyet bölgesi olan yari-kentsel azinlik mahallelerinde ikamet ediyor. Avrupali Müslümanlarin asagilanmislik duygusunun belki de bas tetikleyicisi sancili kimlik arayisi sürecidir. Bir Avrupa ülkesi kültürüne entegre olmanin zorlugu köklerinin dayandigi ülkenin kültüründen kopmayla birlesince bu insanlar bir bakima ulusal bir kimlikten mahrum kaliyor. Bu kapsamda Islamiyet bir gencin ana kimligi haline geliyor. Dinsel, cinsel ve ailesel anlamda kimlik bunalimina giren bu gençler köktendinci radikaller için kolay birer av haline geliyor.
NE YAPILABILIR?
Islam aleminde, Bati’nin katkilariyla ortaya çikan asagilanmislik kültürü Batili siyasetçiler için birçok ikilemi beraberinde getirmekte. Ilk asamada Arap ve Islam alemi arasinda bir ayrim yapmak gerekiyor. “Asagilanmislik kültürü” herseyden öte Arap dünyasina uygun düsüyor. Sorunun merkezi ve en fazla asagilanmisligin hissedildigi yer burasi. Ancak zamanimizda Arap dünyasini Islam aleminden ayirmak her zamankinden daha zor. Ayni kapsamda Müslümanlarin Araplarin duygularina kapilmamasi da bir o kadar güç.
Arap duygulari ve asagilanmislik kültürü, Islami köktendincilerin kabul edilmesi mümkün olmayan sözleri ve eylemlerine karsIslam aleminde ortak bir karsi hareket yaratilamamasinin belki de en büyük nedeni. Islam dünyasinda böyle bir hareketin olmamasi ardinda birçok neden yatiyor. Bunlarin arasinda basta Bati dünyasi olmak üzere Müslüman toplumlarin net bir örgütlenmeden ve etkili liderlerden yoksun olmalari ve de Islam içindeki derin ayriliklar bu devinimi körükleyen nedenler olarak öne çikiyor. Sadece bunlar degil. 11 Eylül saldirilari kinanmasi gereken ve tüm dünya Müslümanlari üzerinde olumsuz etki yaratan olaylar oldugu düsüncesi hakim olsa da anlasilir bir tepkiydi – ABD’nin kibirli tavirlari cezalandirilmaliydi.
Bunu düsünen sadece Müslümanlar degil. Islamiyeti ve Islama inananlari terörizmle bagdastirmak hatali olmaktan öte tehlikelidir de. Bu yaklasim “teröre karsi  savasin” aslinda “Islama karsi savas” oldugunu savunan Islamcilarin eline koz vermekten baska ise yaramiyor.
Din ve terörizmden söz ediyorsak bunu Islamla sinirlandirmak yanlistir. Nedenleri degisken olsa  da  terörizm,  Yahudiler,  Katolikler  ve  Protestanlar  tarafindan  da     kullanilmistir.
 
Bati’nin tüm teröristleri ayni kefeye koymasi affedilmez bir hatadir. Teröristlerin kimlikleri ve amaçlari çok çesitlidir. ABD’nin 11 Eylül sonrasi terörizme karsi küresel bir savas baslatmasi duygusal olarak anlasilabilir ancak basarisizligi mutlak bir politika oldugu da kesin. Terörizm maglup edilecek bir düsman degildir. Etkisini gösterebildigi sürece devam edecek bir siddet eylemidir. Terörizme karsi açilan savas asla kazanilamayacagi gibi teröristler de asla kazanamayacaktir. Ister amaçlarina olan inanci kaybederek, ister teröre karsi mücadelede kendi degerlerini ihlal ederek kendilerini maglup edecek biri varsa o da terörizmin hedefinde olanlardir. Bu tüm Batili liderlerin dikkate almasi gereken ve demagoglarin siyasi nedenlerle terörizmi abarttigi anlarda, tüm Batili vatandaslarin göz önünde bulundurmasi icap eden bir gerçekliktir.
Öte yandan kadinlarin Arap toplumundaki yeri bu ülkelerin ilerlemesi önündeki en büyük engellerden biri olabilir. Gelismeler yasansa da 22 Arap Ligi ülkesinde okuma-yazma bilmeyen kadinlarin orani halen %60 seviyesinde. Kadinlar gelismekte olan toplumlarda ilerlemenin ve modernlesmenin lokomotifi olmustur. Sadece biyolojik olarak degil, erkeklere kiyasla degisime daha açik olduklarindan kadinlar ayni zamanda umut asilama gücüne de sahiptir. Geleneksel Islam’da oldugu gibi kadinlari toplumun disina iten  sistemler kendini gerilige ve bozulmaya mahkum eder. Daha genis bir ifadeyle, gücünü modernite ve degisime kapali yaklasima sahip bir dine sorgulamaksizin kanalize eden sistemler ilerleme kaydedemez.
Bu kapsamda türban ve kara çarsaf meselesi çagdas Islamin ilgilenmesi gereken konularin basinda gelmektedir. Örnegin Fransiz yetkililer ülkede yasayan evli bir kadina çarsaf giydigi gerekçesiyle vatandaslik vermeyi reddetmistir. Fransa’nin okullarda basörtüsünü yasaklamasini çok desteklemesem de çikis noktasini anliyorum fakat bence bu karar göründügü kadar sok edici degil. “Öteki”nin deger sistemine gösterilen hosgörü,  evsahibinin degerlerini tehlikeye atmaya basladigi yerde bitmelidir. Mutlak kültürel relativizm, yani isteyenin sinir olmadan istedigini yapabilme fikri hosörüsüzlük kadar tehlikelidir.
Tüm bu sorunlari Batinin çözmesi kolay degildir. Bati kendi degerlerini korumaya devam ederken Arap dünyasinin asagilanmislik kültürünü tanimlayan katilik ve korumaciligini adim adim yumusatmaya tesvik etmelidir. Fakat Bati, kendi degerlerini dayatmadan ve dolayisiyla ta en bastan asagilanmislik ve gücenme duygularinin ortaya çikmasina neden olan baski/zulüm hissini ve özerkligin yitirilisi algisini pekistirmeden bunu  nasil  basarabilir? Buna cevap vermek kolay degil.
Arap dünyasinda yasanan büyük eksikliklerden biri asagilanmislik kültürünün devam etmesinin de nedenleri arasinda geliyor, o da Arap kültürü ve medeniyeti uzmanlarinin aslinda Arap degil de Batili olmasi. Bu da geçmisine bakan Araplarin herseyi Öteki’nin merceginden görmesine neden oluyor. Tarihlerine gerçekçi ve sahiplenici bir sekilde yaklasmak durumundalar. Bunun sarti Arap-Müslüman dünyasinda tarafsiz tarihi arastirmalara olanak veren ortamlari yaratacak siyasi reformlarin  gerçeklesmesidir. Kendine güvenmeyen ve yolsuzluga yenik düss rejimlerin egemenligi devam ettikçe böylesi önemli bir ilerleme kaydedilmesi muhtemelen imkânsizdir.
Siyasi reformlar, ekonomik ilerleme, kültürel zenginlesme ve psikolojik/duygusal degisimler... Hepsi birbiriyle yakinda baglantili ama isin temelinde tek bir mesele var:
 özgüven.
Arap-Islam aleminde mevcut tutumlarin degismesi, kültürel bir rönesans yasanmasi gerekiyor. Asagilanmislik kültürüne son verecek devinimin çikis noktasi bölgeye kiyasla çok daha istikrarli fakat bu, petrol gelirine borçlu olan Arap Emirlikleri mi yoksa bu cografyadaki en büyük orta sinifa ve en ilimli yönetime sahip olan Misir mi olacak? Kisa vadede  ikisi  de  olasi  görünmüyor.  Peki  pozitif  reformlar  Arap  aleminin   merkezinden gelmeyecekse Islamin sinirlarindan mi gelecek? Avrupalilasmis Islam ve ilimli Islam arasinda bir uzlasi yaratabilecek mi? Böylesi bir uzlasIslami hem iç hem de dis isilkilerinde daha normal bir çizgiye çekebilir. Bu illa ki bir hayal olmak zorunda degil ama yine de aydinlanmis bir Islam modeli yaratmaya istekli Müslüman din adamlari ve entellektüel kesime ihtiyaç duyuyor.
Böylesi kültürel bir rönesans olacaksa Avrupali Islam örnek bir model teskil edebilir ve dünyanin dört bir yanindaki Müslümanlara bir umut isigi verebilir. Radikaller daima olacaktir fakat bu kesimin günümüz Islami üzerindeki hakimiyeti asagilanmislik kültürünün bu kadar yaygin olmasindan besleniyor. Bu döngüyü kirmak bir alternatif oldugunu gösterebilir ve akabinde bir umut dalgasinin Islam alemine yayilmasini tetikleyebilir.

4-          KORKU KÜLTÜRÜ

Bati dünyasini hakimiyeti altina alan kimlik bunalimi korku kavramiyla özetlenebilir. Günümüzde ABD’yi saran korku duygusu Avrupa’dakinden çok farkli. Fakat Bati’nin iki kolunu birlestiren seyin korku oldugunu söylemek yanlis olmaz. Bununla birlikte, Amerika korku kültürünü bir kenara birakip geleneksel umut kültürünü tekrar benimser de, Avrupa daha derin bir özgüven krizine düserse Atlantigin iki yakasini ayirabilecek unsurun da korku oldugu söylenebilir. Siyasi olarak birbirine yaklasirken duygusal olarak farkli yollara sapmak çok ilginç bir evrim olur.
Iki taraf arasindaki farkliliklardan önce benzerlikleri ele alalim. Taraflar ayni zorlukla karsi karsiya: küresellesme artik kendi baslarina oynadiklari bir oyun degil. Gelecekle ilgili kontrolü yitirmis olma algisi tüm Bati ülkelerine korku saliyor.
Umut güvense, asagilanmislik özgüven eksikligiyse, peki korku nedir? En genel tanimiyla korku, gerçek veya hayal edilen tehlike algisi karsisinda verilen tepkidir. Korku, kisinin, kültürün veya medeniyetin belli bir zaman diliminde kimligini ve kirilganligini ifsa eden savunmaci bir tepkiye yol açar. Korku sadece bir duygu degil çok boyutlu bir gerçeklik ayni zamanda.
Elbette ölçülü korku asiri özgüven tehlikesine karsi vazgeçilmez bir koruma sagliyor. Korku, dogasi geregi tehlikeli bir dünyada hayatta kalma mücadelesinin de körükleyicisi. Avcidan korkmayan tavsanin çok yasamayacagi ortadadir. Korku bireyin dikkatini çevresine yogunlastirmasini tetikliyor ve bu anlamda yapici bir duygu, dogal bir koruma içgüdüsüdür.
Ancak asiri korku tehlikelidir. Korkuyu takinti haline getirmek kisinin dis dünyayla etkilesime geçmesi önünde büyük bir engeldir. Ölçüsü kaçmis korku, Bati’nin özü olan dayanisma ve disarisiyla etkilesime geçme becerisini mi tehlikeye atmakta?
Atlantigin her iki yakasindaki birçok insan bu soruya kizabilir. Hatta bazi Amerikalilar ABD ile Avrupa’nin bagdastirilmasina bile karsi çikabilir. Baskalariysa, sahinlerin deyimiyle “Islami-Fasizm” korkusunun asla asiri olamayacagini iddia edebilir. Basta ABD’liler olmak üzere bazi kimseler yakin tarihte gelisen tehlikelerden daha çok korkmanin ya da en azindan haberdar olmanin daha akil kari oldugunu ifade edebilir. Öte yandan özellikle Avrupalilar olmak üzere birçok insan kitadaki tüm ülkelerin ayni duygu altinda birlestirilmesine tepki gösterebilir.
Bati hakkinda konusurken korkudan degil de demokrasi hakkinda konusmak daha fazla güven telkin edebilir. Sonuçta iki tarafi bu kadar birlestiren demokratik siyasi kurumlari degil mi? Duygular yerine degerleri temel alan bu görüs ne yazik ki geçerliligini yitirmis olabilir. Amerikali ve Avrupalilarin demokratik modelleri ve seçilmis liderleri hakkinda hissettikleri gurur hissi çok zayifladi.
Bana sorarsaniz korku ile, zayiflamaya devam eden demokratik ideal arasinda güçlü bir bag var. Hatta biraz daha ileri giderek, korku kültürünün demokratik olanla olmayan    rejimler arasindaki nitel uçurumu küçülttügü bile söylenebilir çünkü korku ülkelerin hukukun üstünlügüne dayali ahlaki degerlerinden ödün vermelerine neden oluyor.
“Bati tarzi korku” yeni bir kavram degil. Siyasi ve kültürel korku dönemleri ABD’de Büyük Buhran ve Avrupa’da II. Dünya Savasi sonrasinda halklari etkilemistir. Ancak son yillarda Bati’nin bilinçaltini yeni bir korku istila etti. Bana göre bunun miladi 11 Eylül degil. New York saldirilari korkuyu derinlestirdi sadece. Bu yeni devinim Ötekinden, vatanimizi isgal etmeye gelen yabancidan korkmakla ilgili. Bu, terörden, kitle imha silahlarindan,  ekonomik belirsizlik veya çöküntüden korkmakla ilgili. Bu, dogal, çevresel ve organik felaketlerden korkmakla ilgili. Ama özünde belirsiz ve tehditkar, insanin az veya hiç kontrolü olmadigi bir gelecekten korkmakla alakali.
ABD ve Avrupa arasindaki korkular benzerlik gösterse de baslangiç noktalari oldugu kadar ifade edilisleri de farkli. O nedenle ayri ayri analiz etmek gerekiyor.
AVRUPA’NIN KORKU KÜLTÜRÜ
Avrupa’da korku kültürünü tanimlamanin en büyük zorlugu esasinda “Avrupa” kelimesinin kendisinde yatiyor. Avrupa Birligi’nden mi söz ediyoruz yoksa cografik bir kavram olarak Avrupa’dan mi? Sanirim AB’yi ele geçiren korku, Birligin sinirlarini çoktan asmis durumda. Bununla birlikte finansal piyasalarin çöküsü, ekonomik buhran ve alim gücünün zayiflamasiyla derinlesen kimlik bunalimi korku kültürünün ortaya çikisindan daha eskiye dayaniyor. Bunun için Avrupa’daki haber televizyonlarina biraz bakmak yeterli. AB günümüzde sorunun çözümünden çok sorunun çikis noktasi olarak görülüyor.
Durum hep böyle degildi. Sembolik de olsa Berlin Duvarinin yikilisi Avrupa’daki umut kültürünün zirvesi olarak görülebilir. Ancak 20 yil sonra ortak bir Avrupa anayasasina Fransa, Hollanda ve son olarak Irlandanin verdigi “ret” oyu korku kültürünün  ortaya çikisina dair güçlü bir uyariydi. Sanki Avrupalilar kendilerini dis dünyadan koruyacak duvarlarin yükselmesini ister hale gelmisti. Peki böylesi bir dönüsüm nasil meydana geldi?
II. Dünya Savasi’nin bitimi sadece ekonomik iyilesme, yeniden yapilanma ve yayilma dönemi degil ayni zamanda liberalizm, özgürlük ve birlikteligin de güçlendigi yillar oldu. Iki büyük savasa sahne olan Avrupa birden dünyadaki en barisçil ve müreffeh yer haline geldi. Bu devinim Avrupa Konseyi, Insan Haklari Konvansiyonu ve AB’nin ortaya çikmasina neden oldu.
Ancak bu döneme yakindan bakarsak aslinda umut ve korkunun birbirine ne kadar da bagli oldugunu görebiliriz. Almanya ile Fransa arasinda tekrar savas olacagi korkusu Avrupa Birliginin temellerinin atilmasinda önemli bir rol oynadigi gibi Almanya’nin ulasacagi ekonomik güç karsisinda yasanan korkunun Euro para birimini dogurdugu söylenebilir. Bu pozitif korku günümüzde yasanan ve Avrupa’yi etkisi altina alan felç edici korkudan çok farkli. Avrupa patentli korkuyu anlamak için tarihi, siyasi, ekonomik, sosyal ve psikolojik etmenlere bakmak gerekiyor.
GEÇMISIN HORTLAKLARI
Berlin Duvari’nin yikilisi ve akabinde Soguk Savas döneminin sona ermesi Avrupa’ya baris, demokrasi ve refah getirmek yerine kendi arka bahçesi olan Balkanlar’da savasla sonuçlandi. Yugoslavya’nin çöküsünün Avrupa özgüveni üzerinde yarattigi yikici etkiyi küçümsemek olanaksiz. Avrupali olarak bizler ne anlama geldigini bile idrak edememistik. Dahasi, sorunla kendimiz bas edemedigimizden Bosna ve Kosova’daki kirilgan barisi tesis etmek ABD’ye kaldi. Aslinda Dogu Avrupa’daki ana sorunlar, yani yoksulluk ve milliyetçi ihtiraslarin zehirli karisimi büyük ölçüde süregelmekte.
 
Bazilari çözümü AB’nin genislemesinde görüyor. Fakat çogu Bati Avrupali, genisleme konusunda fazlasiyla isteksiz. Genislemenin duygusal olarak çok geç, kurumsal olarak çok erken geldigi söylenebilir. Derinlere nüfuz etmis milliyetçi duygulari bastirmak kolay degildir. Gelecegine daha fazla güvenen, geçmisi geçmiste birakabilme becerisine daha fazla inanan bir Avrupa yeni gerçeklikleri çok daha açik ve etkin bir sekilde ele alabilirdi. Ancak geçmisin yükü ve Avrupaliligin özü hakkindaki süpheler, gelecege ve ekonomik beklentilere dair belirsizliklerle daha da güçlendi.
EKONOMIK KAYGILAR
90’li yillar Avrupa’da ekonomik belirsizliklerin hüküm sürdügü zamanlardi. Fransa ve Almanya gibi büyük ülkelerde issizlik bir çesit sosyal kanser haline geldi. Bu durum hem gelecege hem de gerçek Avrupalilarin ellerinden islerini alan Ötekine karsi duyulan çift uçlu korku duygusunu körükledi. Finansal piyasalarin 2008’de çatirdamasiysa küresel çapta ekonomik belirsizlik ve güvensizlik hissini ve yeni bir buhran korkusunu Avrupa bilincinin merkezine koydu.
Issizlik, özellikle de ilk defa ise girecek gençlerin is bulma zorlugu, 2008’den önce de  büyük bir problemdi. Bu durum psikolojik olarak kusaktan kusaga aktarilan bir kirilganliga ve issizlik belasiyla bogusan ebeveynlerini gören çocuklarin riskten kaçma egilimine girmesiyle sonuçlandi. Örnegin Fransa’da is garantisi olmasi nedeniyle devlet dairelerinde çalismak isteyenlerin oranini %75’e çikardi. Onlar Çinli veya Hintliler gibi olmak istemiyordu, baska bir deyisle dünyayi degistirmek degil küresellesmenin acimasizligindan korunmak istiyordu. Elbette Avrupa hala belli konulardaki üstünlügünü koruyor (Fransa’nin lüks tüketim mallari, Almanya’nin makine endüstrisi, Italyan aile sirketlerinin dinamizmi) fakat bunlar kita halkini ekonomik gerilemeden korumaya yetecek mi?
Ekonomik duraganlik, o kadar belirgin olmasa da baska bir korkuyu beraberinde getiriyor.  O da Avrupa’nin, insanlarin tatil veya emekliliklerini geçirmeye geldigi bir çesit açik hava müzesi haline gelip, yaraticilik ve ilham vermedeki öncülüklerini baska kültürlere devretmesi korkusudur. Sessiz ama istikrarli bir gerileme dönemi Avrupa için ihtimal disi degil.
AVRUPALILAR VE ÖTEKI
Fransa, Hollanda ve ardindan Irlanda’nin ortak bir Avrupa anayasasina karsi çikmasi ardindaki nedenler her ülke için farklidir ancak ortak bir tepki söz konusuydu. Bunun basinda siyasi elitleri cezalandirmak, genisleme ve küresellesmeden duyulan rahatsizligi dile getirmek geliyor. Ama en fazla endise uyandiran, Irlanda’nin “ret” cevabiydi. Irlanda AB’den en fazla yararlanan ülkeydi. Benim kusagim için Berlin Duvarinin yikilisi büyük bir zaferse, Irlanda’nin bu cevabi hayallerin topraga gömülmesiydi. Yetiskinlige adim attigim günden beri hayalini kurdugum Avrupa, siyasi bayagilik ve yabancilasmanin kurbani olarak rahmetlik olmustu.
Avrupa’nin nereye dogru gittigiyle ilgili bir belirsizlik havasi hakim. Bunun kökleri basta en yoksullar olmak üzere Öteki’nden duyulan korku. Bazilarina göre barbarlar sadece kapimizda degil surlari asip içeri girdiler bile. Günümüzde binlerce Afrikali, Akdenizin tehlikeli sularini göze alarak küçük teknelerle yoksulluktan kaçmaya çalisiyor. Birçogu geldikleri kitanin en zekileri olan bu adi meçhul kahramanlar, onlara dayatilan kaderi reddetme mücadelesini veriyor. Ancak onlarin hayali bizim kabusumuz haline geldi.
Ötekinden korkmaya demografik ve cografik kosullar neden oluyor. “Onlar”in sayisi çok fazla ve bulunduklari yerde umut yok; “bizim” sayimiz ise çok az ve refah içinde yasiyoruz. Ekonomilerimizin büyümesi için onlara ihtiyaç duydukça onlari her anlamda daha fazla disliyoruz. Bazilarina göre çesitlilik artik bir zenginlik degil istikrarsizlasmanin bir nedeni olarak gürülüyor.
Korkuya kapilmis birçok Avrupali için Öteki’nden korkmak, Islam dünyasi tarafindan resmen fethedilme endisesine kadar gidiyor. Fakat gerçekler bu korkuyu desteklemiyor. Türk kökenli Almanlar, Cezayir ve Tunus kökenli Fransizlar gibi birçok Avrupali Müslüman yasadiklari toplumlara basarili sekilde entegre olma amacini güdüyor. Toplumun basamaklarini tirmanmak için sans taninmasini arzuluyor, esit firsatlar istiyorlar.
Bomba tasiyan Müslüman köktendinci imgesiyle, Öteki’ne karsi duyulan korku, terörden korkmayi da kapsiyor. Terör korkusu ABD’deki gibi tek bir travmanin sonucu degil. Birer felaket olsa da Madrid ve Londra saldirilari 11 Eylüle kiyasla daha küçük çapli olaylardi. Buna ek olarak Irlanda ve Bask unsurlari nedeniyle Avrupa teröre o kadar da yabanci degildi. Ancak Avrupalilarin çok zorlanarak da olsa yüzlesmek zorunda kaldigi bir baska gerçeklik Avrupa’nin sadece teröristlerin hedefi degil ayni zamanda merkezi olmasiydi. ÇogIngiliz için en büyük sok düsmanin içlerinden gelmesiydi – Londra bombacilarinin çogIngiliz vatandasiydi. Avrupalilarla yasamak ve üniversitelerde Avrupali hocalardan ders almis olmak, onlari kötü emellerinden caydirma konusunda etkisiz kalmisti. Bu hakikatler Islam aleminin hiddetine maruz kalan Avrupa’nin tehlikeye açik olma ve zayiflik  duygularini derinlestirdi. Tehlikenin varligin görmezden gelmek intihardir, fakat kafayi sadece buna takmak zarar verici olur çünkü, herseye ragmen amacimiz tüm göçmenleri en iyi sekilde entegre etmek olmali. Sonuçta onlarin bize ihtiyaç duydugu kadar biz de onlara muhtaciz.
Son olarak Avrupa’da dis bir güç tarafindan hükmedilme korkusunu görebiliriz. Bu ABD gibi dost, Rusya gibi hasmane veya Avrupa Komisyonu gibi tepeden inmis bir bürokrasi olabilir. Günümüzde Avrupa Komisyonu birçok kisinin gözünde kendi ulusal çikarlari olan 28. bir AB üyesi olarak algilaniyor. Özünde bu korkular bizi tek bir noktada birlestiriyor, o da kendi gelecegimiz üzerindeki kontrolü yitirme korkusu.
BIZ KIMIZ?
Kesin cografi sinirlardan yoksun olmak Avrupa’nin belirsizlik hissini daha da derinlestiriyor. Avrupa Birligi’nin kucakladigi uluslara net bir kimlik, amaç ve istikamet verememis olmasiyla birlestiginde bu, Avrupa’nin psikolojik sinirlari algisinda olumsuz bir etki yaratmistir. Biz gerçekten kimiz?
Avrupanin sinirlariyla ilgili duydugu kaygi duygusal boyutta belki de en fazla Türkiye hakkindaki fikir ayriliginda ön plana çikiyor. Ingilizleri bir nebze hariç tutarsak çogu Avrupali Türkiye’nin Birlige tam üyeligine siddetle karsi. Türkiye “Avrupali Öteki” degil, “Avrupali olmayan Öteki” olarak algilaniyor.
Bu muhalefeti sadece rasyonel kistaslarla anlamak olanaksiz. Nedeni sadece siyasi, ekonomik hatta demografik endiseler degil. Her seyden öte Türkiye’nin içinde barindirdigi Müslüman Öteki’ne karsi duyulan bir korku sözkonusu. Ortalama bir Fransizin cahillikle Arap olarak algiladigi 80 milyon Müslüman Türk’ün, kendisinin Hristiyan (fakat ayni zamanda laik) tarafini istila etmesi korkusu.
Türkiye’nin AB’ye girmesi lehine olan rasyonel savlar, özellikle 11 Eylül sonrasi güç  kazandi. Avrupa’nin Orta Dogu’daki nüfuzunu önemli oranda arttiracak stratejik ve diplomatik ortak gereksinimi, Islam alemine verilecek uzlasi mesaji ve genç nüfuslu Türkiye’nin dinamizmi. Tüm bunlar Türkiye’nin üyeligini destekleyen kanitlar. Türkiye’de Islami egilimlere kayan mevcut siyasi evrimin gidisati da aslinda baska önemli bir etmen. Mevcut sartlar altinda AB kapilarini Türkiye’ye kapatmak tarihi anlamda devasa bir risktir.
Evet Türkiye’nin demokratik referanslari inandirici olmaktan uzak ancak sadece ekonomik kriterlere göre ele alirsak Istanbul AB’de olmayi Sofya veya Bükres’ten çok daha fazla hak ediyor. Türkiye’nin AB’ye alinmasi meselesinde yolculugun kendisi varilacak noktadan daha önemli olabilir. Adayligin verdigi azimle Türkiye’nin uygulamayi basardigi reformlar gerçekten takdiri hak ediyor. Avrupa, Türkiye’nin üyelik ihtimalini tamamen ortadan kaldirarak devam etmekte olan bu makbul süreci baltalama riskini göze alabilir mi?
Duygusal boyutta muhaliflerin endiselerini anlamak o kadar da zor degil. Üyelik demek AB sinirlarinin artik Suriye ve Irak olmasi anlamina gelecek. Kültürel olarak da Türkiye’nin Avrupali oldugunu söylemek mümkün degil. Türkiye’ye ‘evet’ demek irade ve siyasi zeka gerektiriyor ancak kabul ediyorum ki bu birçok yönden mantiksiz.
Herseye ragmen Türkiye’nin üyeligini tereddütsüz destekliyorum. Dogu’ya yönelmenin cazibesi, AB’ye üyelik gibi bir amaçtan yoksun Türkiye’nin karsi gelemeyecegi birsey olabilir. Bu durumda AB karsisinda potansiyel olarak çok tehlikeli bir komsu bulabilir.
Türkiye ikileminin önümüze kimlige dair çikardigi sorular belki daha da önemli. AB kültüre mi yoksa siyasete mi dayali? Bu soru her zaman oldugundan daha muglak oldugu gibi Avrupa’yi ele geçirmis kafa karisikliginin en güzel örneklerinden biri. Uzun vadede çoklu kimlikler ancak kendi öz kimligimizle barisik oldugumuz zamanlarda kabul edilebilir bir olgu. Çok kültürlülügün dogru formül olmasi için özgüven sart.
Bu ve baska nedenlerden ötürü bazi ülkelerde Birlige karsi bir yabancilasma hissi gelisti. Fransa artik ailenin reisi gibi hissetmiyor. Almanya “ikinci Fransa” gibi görünüp davraniyor ve halen aramizda en Avrupali görünenimiz. Ne var ki Almanya Avrupa’yi tek basina  hareket ettirecek güçte degil.
Tüm kitayi kapsayan birlestirici bir vatanperverlik, münferit ülkelerin tehdit altindaki milliyetçiliginin yerini alsaydi Avrupadaki özgüven seviyesi daha yüksek olur muydu? Bunu hiçbir zaman bilemeyecegiz çünkü AB böylesi bir kavrami tesvik etmeye bütünüyle karsi.
Yeniden özgüven kazanmak isteyen bir Avrupa’nin çok daha fazla çalismasi ve daha hizli büyümesi gerekiyor. Ekonomik büyüme anlaminda Asya ile Avrupa arasindaki uçurum uzun vadede sorunlara isaret ediyor. Bati borçlanmaya, Asya ise büyümeye devam ettikçe Avrupa’daki gerilemenin önüne geçmek imkansiz gibi görünüyor.
AMERIKA’NIN KORKU KÜLTÜRÜ
Amerika’nin korku kültürünü tanimlamak en az Avrupa kadar zordur. Yoksul ve zengin Amerika, kirsal ve kentsel Amerika, siyahla beyaz Amerika... bu listeyi uzatmak çok kolay. Amerika’yi bölerken bir baska yaklasim da benimsenebilir: bir tarafta korku çatisi altinda bütünlesen, bir tarafta korkmaktan korkan ve bu nedenle umut altinda birlesen Amerika. Buna göre, son baskanlik seçimi korku (McCain) ve umut adaylarinin (Obama) birbirine meydan okumasi olarak algilanabilir.
Cumhuriyetçilerin negatif seçim kampanyasi sosyal, kültürel ve ekonomik korkulari körüklemeye odaklanmisti. Bu korkularin geçmis seçimlerde de siyasi birer silah olarak kullanildigini görmüstük ancak 2008’de Cumhuriyetçi gündemin basinda geldigine tanik olduk. Öte yandan, Kennedy-vari bir tarz benimseyen Obama, Amerika’daki umut  kültürüne sesleniyordu. Obama gençti ve daha önemlisi ten rengi farkliydi fakat Amerikalilar yine de umudu tercih etmeyi bildi. Obama’nin zaferi Amerikan tarihinde önemli bir dönüm noktasi, korkudan uzaklasip yenilenmis bir Amerikan iyimserligine yönelmek olarak kabul edilebilir fakat yine de unutmamak gerekir ki tek bir seçim bu yeni istikameti teyit etmekte yetersizdir.
Günümüz Amerika’sina baktigimda, nedenleri farkli olsa da Avrupa gibi kendinden emin olmayan  ve  korku  içinde  bir ülke  görüyorum.  Amerikalilar Avrupa  gibi  geçmise  takilip kalmis durumda degil. Amerika kendini daima geçmisten çok gelecege odakli bir proje olarak görmüstür. Amerika’da yasanan mevcut kimlik bunalimi ardinda üç ana sual vardir: Ruhumuz olan etik üstünlügümüzü mü kaybettik? Hayattaki amacimiz olan ulusal misyonumuzu mu kaybettik? Dünyadaki konumumuzu mu kaybettik, yani geriliyor muyuz?
Bir baska deyisle Avrupalilar kendilerine “Biz kimiz?” diye sorarken Amerikalilar su sorulara cevap ariyor: Neden bizden bu kadar nefret ediyorlar? Eski dost ve müttefiklerimiz neden bizden haz etmiyor ve güvenmiyor? Yoksa dünyanin bir zamanlar sevdigi ve hayranlik duydugu ülke degil miyiz artik?
Bu kapsamda Amerikalilar ayni zamanda kendi sistemlerinin evrenselligini ve merkeziyetini de sorgular hale geldi. Amerika için iyi olan dünyanin kalani için iyi olmayabilir. Dahasi, Amerika verdigi nasihatlari büyük ölçüde kendi uygulamadigina göre kendileri için iyi olani kötüden nasil ayirt edebilirler ki?
KENDIMIZE NE YAPTIK?
Amerikan tarihi içinde korku hep var olmustur. 20. yy'in ilk yarisinda komünizm, anarsi, radikalizm, grevler, siddet, göçmenlik gibi unsurlar birçok Amerikali için ulusun sosyal ve siyasi istikrarini tehdit ediyordu. II. Dünya Savasinin sona ermesi de korkunun yok olmasina yetmedi. Takip eden kirk yil boyunca örnegin Vietnam savasina karsi çikan “Woodstock” kusagi ile savasa katilanlar arasinda büyük fikir ayriliklari süregelmistir. Bu tartismalar halen Amerikan kültürel ve siyasi arenasini fazlasiyla mesgul etmekte. Bu ayrisma ve  birçok muhafazakarin gözünde, beraberinde getirdigi ulusal bozulma ve gerileme korkusu günümüzde tanik oldugumuz kültürel ve ahlaki meselelerin (kürtaj, escinsel haklari, okullarda din) neden seçimlerde ekonomik ve siyasi sorunlardan daha ön planda oldugunu da açiklayabilir.
Öyleyse 11 Eylül saldirilari Amerikan korkusunu yaratmadi sadece daha derinlestirdi. Soguk Savas’in baslamasindan itibaren Amerikalilar cografik konumlarinin kendilerini korumaya yeterli olmadigini fark etmisti. Fakat 11 Eylül sadece soyut bir düsünceyi trajik bir gerçeklige dönüstürmekle kalmadi ayni zamanda verilecek cevabin nasil olacagina dair hararetli bir tartisma yaratti.
11 Eylül sonrasi kendini benim gibi New Yorklu hisseden birçok insan Amerika’nin verdigi hükmü sorgulamadan edemiyor. Acaba ABD, 11 Eylül öncesinde tehdidi hafife almis ve sonrasinda abartmis miydi? Güvenlik ve özgürlük arasindaki tartisma asla bitmez ancak “teröre küresel çapta savas” açan Bush hükümeti dogru dengeyi kesinlikle bulamadi. Guantanamo ve Ebu Gureyb olaylari bunun en iyi örnegi ve ne yazik ki 11 Eylül sonrasi Amerikasinda yanlis giden birçok seyi çok iyi resmediyor. Bu olaylar Amerika’ya karsi dramatik bir algi degisimine neden oldu. ABD artik bir kurtarici olarak degil bir zulümcü olarak görülür oldu.
Her yere kem gözle bakip herseyde kötülük aramak bir ülkenin kapilarini kapatmasina neden olur. Yeni güvenlik önlemleri akabinde Amerikaya girmek isteyen tüm yabancilar birinci elden size bunu anlatabilir. 11 Eylül olaylari Bush hükümetine Amerikalilari uluslararasiciligin kaba kuvvete bürünmüs tasviri altinda birlestirmek için tarihi bir firsat verdi. Ancak yeni yaklasimiyla Amerika asiri ihtirasla asiri tepkiyi bütünlestirmis oldu. Orta Dogu’ya demokrasi getirme istegi kendi içinde onurlu bir düsünceydi ancak bunu merkezinde yeni ve demokratik bir Bagdat’la insa etmek en hafif tabirle hayalcilikti.
SOLAN AMERIKAN RÜYASI
Avrupa’nin aksine Amerika herseyden öte umut kelimesiyle özdeslestirilmistir. Tarihine baktigimizda  bile  Amerika’nin  özgürlük  ve  yeni  firsatlarin  ülkesi  olarak    kuruldugunu görürüz. Bu iyimserlik havasi mütevazi ve genç Amerikan Cumhuriyetini 2 asirdan kisa bir sürede emperyal bir konuma getirdi. Iste bu umut hali Amerika’nin yumusak gücünün temeli olmanin yaninda dünyanin dört bir yanindaki insanlar için bir çekim merkezi özelligi tasimasina neden oldu.
Amerika’nin göçmenleri çekme gücü sadece Amerikan rüyasinin eseri degil ayni zamanda ülkenin basarilarindadir da. Iyimserlik, idealizm, bireysellik, esneklik ve özel olma inanci geleneksel olarak bir ülkenin basarisi için mutlak nitelikler olarak kabul edilir ama Amerika herseyden öte gelecege baktigi için de böylesine ilerlemistir.
Fakat simdilerde Amerikalilar Amerika’ya özgü bireyselcilik kavramini sorgular hale gelmistir. Amerikalilarin kendinden süphe duymasinin birinci sorumlusu kendileridir. II.Dünya Savasinin sanli anilariyla karsilastirildiginda Irak Savasi Amerika için Kore ve Vietnam’dan bile kötü görünmekte. Irak savasinin akibeti de II. Dünya Savasi’nda oldugundan çok farkli olacaga benziyor çünkü Irak asla Almanya ve Japonya gibi olamayacaktir. Almanya ve Japonya savas sonrasinda ABD’nin demokratik modelini benimseyip yeniden ayaga kalkmaya çok hevesliydi. Irak böyle arzulara sahip degil.
Dahasi 2003 Amerika’si ile 1944 Amerika’si arasindaki büyük fark. Omaha ve Utah1 kumsalina çikarma yapan genç ABD askerleri anladiklari ve inandiklari bir amaç ugruna kendilerini feda etmeye hazirdi. Arkalarinda güvenebilecekleri askeri ve siyasi bir irade bulunuyordu. Günümüzde ayni seyden söz etmek mümkün mü? ABD askerleri ayni kilavuza ve ekipmana sahip mi? Irak’tan gelen haberler II. Dünya Savasinin kahramanlik destanlarindan çok Vietnam’da tanik oldugumuz kafa karisikligi ve basarisizlik hikayelerini andiriyor. Dahasi günümüz ABD ordusu daha çok para kazanmaya ihtiyaci olan fakir Amerikalilardan olusan özel bir güç. Ve beraberlerinde Irak pastasindan pay almaya gelmis gözü dönük özel sirketler faaliyet gösteriyor. Savas asla güllük gülistanlik olamaz ama II. Dünya Savasi askerlerinde idealizm vardi. Günümüz ABD ordusunda bunun oldugunu söylemek kandirmaca olur.
Umudun ve hayallerin ülkesi Amerika özgün misyonu algisini yitirip Avrupa gibi korkuya mi yenik düstü?
GERILEYEN AMERIKA
Amerikalilar bozularak ayrisma meselesini uzun süredir tartisiyor. Bana göre Amerika “digerlerinin yükselisi”yle basa çikabilir. Amerika’nin dinamizmi, direnci ve mükemmeliyetçiligi hala gücünü koruyor. Ayrica ekonomik ve sosyal sikintilarin üstesinden gelme becerisi Avrupa’ya kiyasla daha yüksek görünüyor. Ancak yine de Amerika’nin sikintilari çesitli kollardan yayilmaya devam ediyor. Fiziksel olarak obezitesi;  finansal olarak durmak bilmeyen borçlanmasi; üçüncü dünya ülkelerini andirmaya baslayan dökülen altyapisi; ordunun durumu; gençler arasindaki vahset, uyusturucu kullanimi ve basibosluk; kontrolden çikan piyasalar ve herseyden ötesi islevsiz siyaseti.
Son zamanlardaki gelismelerin isiginda Amerikalilar da ayni Avrupalilar gibi ekonomik bozulmadan korkar hale geldi. Avrupalilar gibi issizlikten, yabanci sirketler tarafindan satin alinmaktan endise duyuyorlar. Adeta küresellesmeye karsi bir hava, bir korunma istegi sezilebiliyor.
Avrupa’nin gözünde ABD disarida asiri kontrolcü, içeride fazla lakayit. Kontrollerin yetersiz görünmesi de sadece mali piyasalari düzenlemekle sinirli kalmiyor. Isin sosyal boyutu da var. Örnegin fazlasiyla gevsek silahlanma kanunlarinin son yillarda birçok okulda katliam raddesinde ölümlerle sonuçlanmasi. Avrupalilar bu kontrolsüzlük halinin kendi kitalarina yayilmasindan endise ediyor. Vahset ve asiri alkol tüketimi seklinde gelen  “Amerikalilasma” fikrine kimse sicak bakmiyor.
Umut dolu Amerika tamamen bitti mi yoksa bu sadece geçici bir dönem mi? Iyimser olmak için nedenler var ve bu sadece Obama’nin baskanlik koltuguna oturmasiyla sinirli degil; Amerikalilari uzun zamandir karakterize eden bazi özellikler de bu iste rol oynuyor. Gerçek bir göçmen ülkesi olan ABD, her yil ülkeye gelen milyonlarca yeni insan sayesinde korkularini yenecek dirayeti kendinde bulabilir. Günümüzde ABD’deki Latin Amerika kökenliler entegrasyonlarini büyük oranda basarili biçimde tamamladilar.  Dahasi, Müslüman kökenli ABD’liler Avrupadaki din kardeslerine kiyasla ekonomik olarak ilerlemeye 11 Eylül’e ragmen devam edebildiler. ABD’nin sorumlu siyasetçileri bu gelenegin ne kadar önemli oldugunun farkinda. Açik görüslü Amerikalilar yasadisi göçmen sorununa çözüm olarak kotalarin arttirilmasi ve daha etkin kanuni yaptirimlardan bahsettiginde, Nicolas Sarkozy gibi Avrupali muadillerinden çok daha fazla güven telkin ediyorlar. Elbette hersey yolunda degil. Ögrenci vizelerinde büyük bir kesintiye giden ABD, göçmenler için çekim merkezi olmaktan çikarsa kendi gelecegini tehlikeye attigini unutmamali.
Yeni bir baskanin yapabileceklerini abartmak kolay ama unutmamak gerekir ki ülkenin en yetkili adaminin bile bir veya iki dönemde yapabilecekleri sinirli. Fakat Obama Amerika’nin imajini düzeltmeye kararliysa bunu heyecanla karsilamali ve yürekten desteklemeliyiz.
1 Normandiya Çikarmasi sirasinda Amerikan ordusunun Fransa sahillerinde belirledikleri 5 noktaya verdigi isimler: Omaha, Utah, Gold, Juno ve Sword
 
BATIYI BÖLEN KORKU
Korku Avrupa ve ABD’ye sadece zarar vermedi taraflar arasindaki iliskiyi de zedeledi. 11 Eylül iki tarafin aslinda biribirnden ne kadar farkli olduklarinin hatirlaticisi oldu. Bush hükümetinin siyaseti ise bu uçurumu daha da derinlestirdi.
Soguk Savasin bitiminde Gorbaçov’un kurmaylarindan Aleksandir Yokalev Bati’ya bir uyarida bulunmustu: “Size çok kötü birsey yapacagiz. Bir tehdit olarak ortadan kaybolacagiz ve ittifakinizin harci sizi bir arada tutmaya yetmeyecek”. Ortak çikarlarin azalmasi ve (korku haricinde) yasanan duygu ayriliklarinin taraflarin birbirinden uzaklasmasina neden oldugu tartismasiz bir gerçek.
Gerçek tehdit nedir? Ekonomik çöküs, kitle imha silahlari, basarisiz ülkelerdeki siyasi karmasa, küresel isinma mi yoksa enerji krizi mi? Karmasa stratejik anlamda netlik kazandirmadigi gibi duygusal anlamda kesinlik de saglamiyor.
Atlantik-ötesi taraflarin ayriligi bir olay degil, daha çok bir süreçtir. 1990’lardan beri büyüyen ve 2000’lerin basinda patlak veren bir süreç. Bu ayrilik söyle özetlenebilir: Amerika, Avrupa’yi daha çok küçümsedikçe Avrupa Amerika’ya daha az gereksinim  duydugu fikrine kapildi. Sanki Eski Avrupa Amerika’ya “Senin korumana ihtiyacim kalmadi, dahasi artik seni tanimiyorum bile” demekte. Bu süreçte ABD’nin Avrupa konusundaki hayalkirikligi da giderek artiyordu. Balkanlarda patlak veren savas karsisinda Avrupa’nin ilk asamadaki zayif performansi Amerikan elitleri arasinda hüküm süren süpheciligi derinlestirdi. Avrupa buna paralel olarak ABD’ye yabancilasmaya devam etti.
11 Eylül saldirilari sonrasi Avrupalilarin ABD’ye duydugu korku yerini umuda birakti. Iki taraf terör tehdidi karsisinda güçbirligi yapmisti ancak düsmanla savasma yöntemleri konusundaki fikir ayriliklari tehdidin kendisini gölgede birakti. Washington gözünde Avrupa “hain” olmustu. Avrupa ise ABD’yi dünyanin istikrarini bozan bir tehdit olarak görmeye basladi.
Ancak hissedilenlerle telaffuz edilenler fazlasiyla çeliskiliydi. Washington, Avrupa icadi olan Bati degerlerinin önemini vurgularken bunlari açikça ihlal ediyordu. Avrupa ise ABD’ye istikrar ve koruma için bakarken bir yandan zayiflamasi karsisinda ellerini ovusturuyordu.
Bu süreçte taraflar arasindaki uçurum derinlesmeye devam etti. Uzun süredir Fransa tarafindan dillendirilen Amerika karsitligi birçok Avrupa baskentinde destek buldu. Amerika’nin popülerligi sadece Müslüman olmayan Asya ülkelerinde devam edebildi. Amerikalilar 11 Eylül’ün ertesi sabahi ilk defa “Neden bizden bu kadar nefret ediyorlar?” diye sorduysa bugün kendilerine “Dostlarimiz arasinda neden bu kadar antipatik olduk?” sualini yöneltmeleri gerekiyor. Bazilarina göre bunun cevabi ABD’nin Amerikan taahhüdünü unutmus olmasinda yatiyor. El Kaide’nin en büyük basarisi ABD’yi kendi öz degerlerine  karsi çikmaya itmis olmasidir.
Bana göre umut kültüründen korku kültürüne geçis yapan ABD dünyadaki albenisini kaybetti. Ancak ne ABD’nin dünyadan uzaklasmasi ne de Avrupa’nin zayifligi önüne geçilemez olmak zorunda degildir. Bati’nin ihtiyaci olan daha hirsli bir Avrupa ve daha zaptedilebilen, dünyanin efendisi olmaktan ziyade egitim, altyapi ve sosyal yardim açisindan kendini onaran bir Amerika’dan olusan yeni bir dengedir.
Seffaf ve birbirine bagimli bir dünyada, Amerikan rüyasi yeniden dirilecektir. Bu da özellikle Avrupa ve tüm dünya nezdinde Amerika’nin cazip yüzünü olusturan ötekilerle bütünlesme ve umut dünyasini temsil etme kapasitesinin devamiyla mümkün olabilir. Bu sorumlulugun yükü, iki ortaktan daha güçlü olaninin omuzlarindadir. Eger ki Bati umut kültürünü sagaltip iyilestirecekse bu ABD’nin nihayet Amerika’nin umut ve rüyayla dolu geçmisi ve 21.yy dünyasi arasinda köprü kurabilecek bir lider bulmus olmasiyla gerçeklesecektir. Bati’nin umut üzerindeki tekelini yitirmesi muhtemelen kaçinilmazdir. Korkunun yeni merkezi olmaya indirgenmek de önüne geçilemez olmak zorunda degil ancak olumlu bir degisim olmazsa sonuç felaket olabilir.

5-          ÇETIN CEVIZLER

Üç ayakli siniflandirmamin disinda kalan ülke ve bölgeler de mevcut. Buralarda ya üç duygunun hepsi esit olarak hissediliyor ya da aralarindaki iliski çok karmasik özelliklere sahip. Iste çetin cevizler:
RUSYA
Sovyet dönemi sonrasi Rusya’sinda korku, asagilanmislik ve umudun ayni anda yasanmasi ortaya çok degisik yaklasim ve dürtüler çikariyor. En azindan ekonomik cephede yasanan ilerlemelere ragmen Ruslar neden basarisizliklarina bu kadar takilip kalmis durumda? Ne türde cografik, tarihi, dini ve kültürel karisim bu milleti ayni anda gururlu ve mahçup hissettirebiliyor?
Ilk neden Ruslarin kafalarinda kendi sinirlarina dair belirgin bir sinir olmamasindan geliyor. Imparatorluklari nerede son buluyor? Kalplerinin derinliklerinde Ukrayna ve Beyaz Rusya’dan vazgeçmis degiller. Ruslari karakterize eden karmasik duygular agi, ulusal tarihleriyle birlikte Bati’ya karsi duyulan çeliskili bir ask-nefret iliskisinin eseri.
Ruslarin hissettigi asagilanmislik hissi birbiriyle rekabet içinde olan üç duygu arasinda belki de en kolay anlasilani. 1989’dan 1991’e sadece iki yil gibi kisa bir sürede Rusya sömürgeci imparatorlugunun gözleri önünde eriyip gitmesine sahit oldu. Bu süreçte ilk olarak kendi kaide ve degerlerinin tamamen tersine döndügüne tanik oldular. Yanlis olduguna inanilan kapitalizm ve demokrasi dogru, sosyalizm ve komünizm ise yanlis olmustu. Ikincisi, Rusya uluslararasi arenada ani bir itibar kaybi yasadi. Bazilarina göre Rusya ABD’li diplomatlarin elinde önemsiz bir kart haline gelmisti. Dahasi ulusal kimliklerinin temelini olusturan devlet, imparatorluk ve askeriyenin hepsi ayni anda çökmüstü. Rusyanin kaybettigi imparatorluk denizasiri sömürgeler degil hemen yani basindaydi ve gurur hissi bir anda yerini  kaygiya  birakti.  Yeni  kazanilan  bagimsizkliklari,  diplomatik-siyasi özgürlükleriyle Ukrayna ve Gürcistan gibi sayisiz ülke, çöken Rus imparatorlugunun aci bir hatirlaticisi oldu. Bu ülkelerin çok geçmeden NATO’ya basvurmasiysa Rusya’nin asagilanmislik hissini doruklara çikardi.
Rusya’da asagilanmislik hissine, günümüzde siyasi nedenlerle manipüle edilen ve abartilan, ülkenin yabanci düsmani gelenegiyle azdirilmis bir korku da eslik etmekte. Rus liderler Çeçenistan meselesinden zaferle ayrildigini düsünüyor olabilir ama bu zaferin bedeli çok agir oldu. Çeçenistan çatismasi Rusya’nin dertlerini açiga vurmakla kalmadi, derinlestirdi de. Bu sorunlar yolsuzluk, kontrolsüz ve vahsi güç kullanma egilimi, halkin çikarlari yerine devlet gücünü arttirmaya odakli siyaset anlayisi ve de en önemlisi hukukun üstünlügüne dayali normal medeni bir ülke olmadaki basarisizligi geliyor.
Yine de korku ve asagilanmisligin yaninda, en maddi haliyle de olsa Rusya’da umuda da rastlamak mümkün. 10 yil öncesine kiyasla Ruslar bugün kendilerini daha iyi hissediyorsa bunun baslica nedeni yasam kosullarinin giderek iyilesmesi ve yillik ortalama %7’lerde seyreden ekonomik büyümedir. Günümüz Rusya’sinin hissettigi umut büyük oranda ekonomik. Bu materyalizm anlayisina milliyetçilik ve yenilenmis bir övünme hali de eslik ediyor.
Öte yandan ekonomik düzelme, sivil topluma baski ve otokrasiye dönüsle birlikte gerçeklestiyse ne olmus ki? Zaten Ruslarin özsaygisi ve ulusal gururu hiçbir zaman Bati tarzi bir demokrasiyi sürdürme becerileriyle alakali olmadi. Hatta Gorbaçov ve Yeltsin  dönemleri bir çok Rus için rezillikti. Demokrasi zayifligin isaretiydi.
Putin tüm bu dinamikleri çok iyi tahlil etti. Gaz ve petrol fiyatlarindaki artis ülke çapinda yaratmayi basardigi ilerleme ve hatta umut hislerine elbette fazlasiyla yardimci oldu. Petrolün varil fiyati 150$ seviyelerinde degil de 40$ olsaydi Rusya’da umut  görebilir miydik? Petrol ve gaz fiyatlarindaki dalgalanmalara ragmen Rusya’nin rezervleri paha biçilmez ve Ruslarin çogu “Rusyanin geri dönüsü”nden pek memnun. Ruslar geri dönmüs olmanin kendilerini Bati’dan uzaklastirip Asya’ya yaklastiriyor olmasindan da endise duymuyor.
ISRAIL
Rusya’da oldugu gibi Israil’de de korku, umut ve asagilanmisligin bir karisimini görmek mümkün. Kocaman köklü bir imparatorlugun küçük ve çok genç bir devletle benzer kimlik sorunlarina sahip olmasi ilginç. Ancak her ikisinin de Avrupa’yla iliskisi cefali. Bununla birlikte her ikisi de kendi bölgelerinin en büyük ekonomik ve askeri güçleri olduklarini iddia etse de düsmanlarla sarili olmanin verdigi ciddi bir kirilganlik hali sergilemekte.
Israil’de korkunun birçok kaynagi var. Birincisi demografik. Araplara kiyasla Yahudi Israillilerin nüfusu çok az. Daha genis bir mercekten baksak bile benzer birsey görebiliriz – genel anlamda Müslümanlara kiyaslandiginda Yahudilerin sayisi ufacik kaliyor.
Demografik unsurlar yüzlesmek zorunda oldugu yerel siyasi siddet ve bölgesel stratejik tehditlerle birlesince Israil’in yasadigi korkuyu anlamak o kadar zor olmasa gerek. Ikinci intifada Filistinlilerin büyük bir hatasiydi ancak intihar bombacilari Israillileri korkutmakta etkili oldu. Israil’in insa ettigi güvenlik duvari Öteki’nden korkmaya verilen tepkinin en uç noktasiydi. Hizbullah ve Hamas’a verdigi destekle birlikte sözlü provokasyon ve nükleer hirslariyla Iran kaynakli bir korkudan da söz edilebilir.
Bu olumsuzluklara karsin Israil’de umut bulmak da mümkün. En basta Israil devletinin kurulmasi bile umudun mantik üzerindeki zaferi olarak görülebilir. Bu genç ülkenin is dünyasi, teknoloji, bilim, edebiyat ve sanat alanlarinda elde ettigi basarilar umut tesis etmekte etkili birer unsur. Bu basarilar karsisinda hissedilen gurur siyasi elitlere ve askeriyeye karsi duyulan ulusal memnuniyetsizlikle biraz zayifliyor.
Birçok Israillinin karsi çikacagina eminim ama Yahudi Israil kültüründe bir nebze asagilanmislik veya en azindan kirginlik oldugu da söylenebilir. Elbette yok edilemeyen terörist düsmanlarin sürekli saldirisi altinda olmak asagilanmislikla yakindan baglantili olan çaresizlik hissini körüklüyor; fakat Israil’in hislerini sadece Orta Dogsekillendiriyor olamaz. Bu hislerin arkasinda belli oranda Yahudi tarihi de yatiyor. Tipki istismar edilen çocuklarin kendi çocuklarini istismar etmesi gibi Israil’in Filistinlilere karsi umursamaz, asagilayici ve vahsi davranislari Yahudi tarihinin aci dolu izleriyle baglantili olabilir. Tarihin omuzlarda yarattigi yükün Öteki’ni bilinçli olarak yoksaymakla birlesmesi, olabilecek en tehlikeli karisimlardan biri.
AFRIKA
Afrika uzunca bir süredir uluslararasi arenada marjinallestirilmenin kurbani. Son zamanlarda, en istikrarli sayilan ülkelerde bile patlak veren etnik vahset ve onu takip eden trajediler Afrika’nin olumsuz imajini pekistirdi. Ancak bu karamsar hava içinden çok yavas da olsa iyi isaretler belirmeye basladi. Yine de Afrika hakkinda degisen izlenimler çeliskiden muaf degil. Kitanin barindirdigi nadir ve degerli kaynaklar basta Çin olmak üzere bunlarin pesinde olan yabanci yatirimcilarin istahini kabartiyor ve buraya olan ilgiyi arttiriyor. Nasihat verme pesinde olmadiklarindan Çinliler ekseriyetle yozlasmis Afrika rejimlerinin en tercih ettigi müsterilerin basinda geliyor. Iki tarafi motive eden açgözlülük ve korku: Çinliler burada yasanan kaosun kaynaklara erisimi engelleyeceginden korkarken Afrikalilar da anlayisli ve destekleyici bir müsterinin yoklugunda güç kaybetmekten çekiniyor.
Basta sömürgeci ülkeler olmak üzere Avrupalilarin kitaya bakisi, bir tarafta insanlarinin gelecegi için endise duymayi, bir tarafta o tanidik açgözlülük – korku karisimini içeriyor. Avrupalilarin korkusu her açidan kaldirabileceklerinden çok Afrikalinin kitaya kapak  atmasi. Fransa Basbakani Sarkozy’nin Akdeniz Ülkeleri Birligi projesi en azindan bir dereceye  kadar  çig  gibi  büyüyen  mülteci  sorununa  bir  çare  bulmayi  amaçliyor. Aydin Avrupalilar için isin mantigi net: Olduklari yerde kalmalarini istiyorsak Afrikalilar için gelecegi olan bir Afrika kurmamiz lazim.
Avrupa’nin Afrika’yi reforme etme gayreti tabii ki Afrikalilarin etkin katilimini gerektiriyor. Fakat 40 yillik bagimsizliktan sonra Afrika’nin Bati’nin müdahalesiyle kurtulacagi fikri Afrikalilar için küçük düsürücü oldugu gibi Afrika’nin iyiligini isteyen Avrupalilar için moral bozucu. Bu ayni zamanda hatali bir yaklasim. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin barisçil yollarla çogunlugun hakimiyetine geçmesi 20.yy’in en önemli olaylarindan biridir ve bu Afrikalilarin kendi eseridir. F. W. De Klerk’in cesareti, öngörüsü ve dogru zamanlamasi, ayrica  karsisinda muhattap olarak Nelson Mandela gibi zamanin en büyük kahramanlarindan birisinin olmasi bu basarinin temel taslaridir (Keske Filistinlilerin kendi Mandela’si olsaydi, Israil’in Klerk’i olan Izhak Rabin de bir piskopat tarafindan öldürülmeseydi).
Güney Afrika bugün tek bir ulus. Onlarin deneyimi ise kitanin kalani için önemli bir ders olmali: uluslararasi toplum bir degisiklik yapabilir ancak baris ve gelisme halini ne yaratabilir ne de dayatabilir. Uygun kosullarin elde edilmesi Güney Afrika dahil tüm kitada büyük degisimlerin olmasini gerektiriyor. Afrika’nin problemleri kimseye yabanci olmasa gerek: AIDS hastaliginin yayilmaya devam etmesi, ulusal birlikteligin olusmasina engel olan ve sömürge yillarindan kalan sinirlarin yapayligi, kabileler ve etnik kökenler arasindaki çatismalar... Afrika kadar savastan zarar görmüs bir yer yok. Savas ortaminin otorite boslugunda izdirap, cinayet, tecavüz, devlet düzeyinde yolsuzluk, suç ve siddet insanlarin hergün karsilastigi gerçeklikler.
Bunlara karsin umutlu olmak için bazi nedenler var. Rwanda’da Paul Kageme ve Liberya’da Johnson-Sirleaf gibi yen kusak siyasetçiler ülkelerini ileriye tasiyacak güçlü fakat insancil kararlari alacak cesarete sahip. Kadinlarin rolü giderek güçleniyor. Ekonomik anlamda da umuttan söz edilebilir. Giderek artan sayidaki Afrika ülkesi, Botswana modelini benimseyip ülkelerine yabanci yatirimciyi çekecek piyasa reformlarini hayata geçiriyor. Afrika ümitsizlikle umut arasinda bir kita. Ancak önemli olan umut kelimesinin onyillar hatta belki de asirladir ilk defa telaffuz ediliyor olmasi.
LATIN AMERIKA
Alinacak ortak dersler olsa da Latin Amerika’daki durum Afrika’dan çok farkli. Brezilya’yi hariç tutarsak Latin Amerika’da ümitsizlik belki daha az ama umut da öyle. Brezilya kendini Latin Amerika’nin Çin’i veya ABD’si gibi görme egiliminde. Brezilya enerji ve iyimserlik dolu ancak kita çapinda tanik olunan felaketlerin de görülebildigi bir ülke. Örnegin siddeti ele alalim. Çogu serseri kursunu sonucu olmak üzere sadece 2005’te Brezilya’da 40.000 kisi atesli silahlarca öldürüldü. Sosyal adaletsizlik ve ekonomik dinamizm anlaminda Asya’yi animsatabilir ancak kontrolden çikmis vahset Brezilya’nin karanlik yüzünü teskil ediyor. Buna ragmen umut Brezilya’daki baskin duygu olarak öne çikiyor. Basta yolsuzluga gözyummak gibi önemli eksikliklerine ragmen Lula da Silva rejimi güven telkin edici bir özellige sahip. Ancak Sili ve belli oranlarda Arjantin ve Kolombiya haricinde ayni seyi diger Latin Amerika ülkeleri için söylemek kolay degil.
Latin Amerika, evreler halinde hareket ediyor izlenimi veriyor. 60’larda askeri rejimler, 80’lerde demokrasiye dönüs... Günümüzde Latin Amerika popülist evresinde. Örnegin Venezuela lideri Chavez istikrar bozucu sol akimin yeni yüzü olarak Castro’nun yerini almis durumda. Chavez’in agirligi ve karizmasi Castro’ya göre zayif kaliyor ancak Chavez’de, Castro’nun sahip olamadigi birsey var – bol bol para. Arjantin gibi ülkelerden borç para alarak sadece büyük kazançlar elde etmekle kalmiyor kita çapindaki etkisini de arttiriyor.
Ancak Latin Amerika’nin popülist evresi umuttan çok asagilanmislik hissinin eseri gibi duruyor.  Örnegin  Hindistan  eski  isgalcisi  Britanya  ile  sorunlarini  büyük  ölçüde çözmüs görünse de ayni sey Latin Amerika için söylenemez. Kuzey Amerikali “gringolar” ve hatta Ispanyollarla bile olan iliskiler hala sorunlu ve gündemi fazlasiyla mesgul ediyor.
Elbette bu psikolojik ve siyasi durumun bas sorumlusu Latin Amerika’yi hala arka bahçesi gibi gören ABD. ABD’nin müdahaleleri artik dolayli yöntemlerle gerçeklesiyor ama Latin Amerika’nin tamaminda dis müdahele olarak algilanip içerleniliyor.
Latin Amerika’da, asagilanmisligin ötesinde korku da var ama yine ilginç ve çeliskili duygularin esliginde. Uyusturucu kartelleri devletlere kafa tutuyor, iç savaslar onyillar boyunca sürüyor. Ciddi para akisinin verdigi güçle Venezuela gibi petrol ülkeleri Amerika  ve Brezilya’nin kitadaki tesirini dengelemeye gayret ediyor.
           21.  yy’in basinda ne Afrika ne de Latin Amerika göz ardi edilebilir ancak bu kitalar ne simdi ne de kisa vadede henüz dünyanin geleceginin sekillendigi yerler degildir.

6-          2025 ÖNGÖRÜLERI

Uluslararasi iliskiler ve siyaset uzmanlarinin çogu, dünyayi ve uluslarin kolektif davranislarini duygulardan yola çikarak desifre etme gayretini ters karsilayabilir ancak yaraya tuz ekmek için daha da ileri gidip sivil bir tepki olusturma amaciyla sizlere gelecege dair tarihsel bir fantezi sunmak isterim. Su anki haliyle dünyamiz hem tehlikeli hem de heyecan verici, fakat acaba gelecekte nasil olacak?
Önümüzde iki seçenek var en iyisini seçecegimiz kuskulu ama en kötüsünü seçmek zorunda da degiliz. Yani kaderimiz bizim seçimimize bagli! Gerçek karikatürize ettigim bu iki farkli senaryonun arasinda bir sey olacak muhtemelen. Yine de, dünyada umut baskin çikarsa bizi nasil bir gelecek bekliyor; korku hakim olursa ne olacak bir göz atalim.
Olumsuz senaryo kötülük habercisi olarak algilanabilir ancak bizi silkinmeye tesvik edecektir. Niyetim korkuyu körüklemek degil korkunun galip geldigi bir dünya yaratmamamiz için yerinde uyarilar yapmak. Hüküm verirken olumsuz duygularin etkisinde kalma hatasina düsersek ne olur onu göstermek istedim. Umut verici senaryoya gelince bunun yalnizca bir hayalden ibaret oldugunun ve tam olarak tarif ettigim gibi gerçek olamayacaginin farkindayim. Fakat hayal etmeden gerçek olmaz. Aydinlik hayaller dogru ilkeler ve kurumsal mekanizmalarla dogru liderlerin isiginda biraz da sansla dünyanin izleyecegi yönü belirleyebilir. Kurulan hayaller daha iyi bir dünya için çalismamizi caziplestirebilir.

SENARYO I: KORKU EGEMENLIGI

Israil’de 2018’de yasanan dördüncü ayaklanmadan sonra güvenlik kosullari tekrar kötülesmis. Bu sadece Israil ve Filistin’de degil tüm Orta Dogu’da böyle. Bunun sonucunda Israil’deki Arap ve Yahudi halklarin nüfusu belirli oranda düss. Sadece bölgedeki siddet ortamindan degil yasamlarini zorlastiran sikiyönetimden farksiz baskici kosullar yüzünden, siginacak bir yeri olan herkes ülkeyi terketmis.
Ne yazik ki sadece Israil’i degil baska ülkeleri de saran güvenlik saplantisi hayati çekilmez kilmakta. Özellikle terörist sebekeler Amerika, Avrupa ve Asya sehirlerine biolojik  silahlarla saldirip 30 bin insani öldürdükten sonra tüm dünyada hayat, Israillestirilmis; korku kültürü evrensellesmis. Pek çok devlet çok sert güvenlik uygulamalari izlemeye baslamis. Sinirlar kapali. Insanlarin attigi her adim kimlik numaralariyla takip edilmekte. Siddet yanlisi olmayan dernekler bile yasaklanip liderleri tutuklanmis. Günlük hayat karamsar bir bilim kurgu filminden farksiz, her yan askeri kontrol noktalariyla dolu. Her adimda üst bas aramasi yapilmakta. Milyonlarca insan sürekli korku, gerginlik ve endise içinde yasamaya çalismakta.
BM ve kardes kurumlari kendilerini yenileyemedikleri için geçerligini tamamen yitirmis ve uluslararasi düzlemde hakemlik yapacak hiçbir otorite yok. Çok yanliligin sona ermesiyle birlikte kanun ve mutabakata dayanan istikrarli ve birlesik bir dünya umudu da son bulmus. 2008’de seçilen Demokrat baskani ve ülkenin seyrinin degistirilmesine yönelik çabasina ragmen ABD maalesef buna ne niyetlenebilmis ne de becerebilmis. Orta Dogu’da girdikleri savaslarda maddi manevi ve askeri açidan tükenen ve 2008-2014 arasinda piyasalarda yasanan durgunluk yüzünden mahvolan ABD kendi kabuguna çekilmis. Askeri kuvvetlerinin çogunu yabanci topraklardan çekmis ve uluslararasi diplomasiden uzaklasmis. 2013’te seçilen koyu sagci muhafazakar baskan asiri milliyetçi ve korumaci politikalarla Amerikan kuvvetlerinin sayisini azaltarak neredeyse tümünü Meksika ve Kanada sinirina yigmis.
2008 ekonomik çöküsünden sonra yasanan mali bunalim ve dünya sahnesindeki basarisizliklariyla hayal kirikligina ugrayan Amerikalilar kendi ulusal kimliklerini bile sorgular hale gelmis. Paul Kennedy 1987’de erkenci davranip öngördügü Amerikan Imparatorlugu’nun çöküsünün 2025 yilinda gerçege dönüsmesiyle Amerika 1941’de beri sürdürdügü dünya gücü sifatini kaybetmis.
Öteki Avrupali güçlere gelince kendi duygusal bunalimlariyla bogusmakta. Balkanlarin karisikligi tüm Avrupa’ya yayilmis. 2010’da Belçika’nin bagimsizligini ilan etmesini Iskoçya, Galler ve Katalonya’nin izlemesi ardindan 2015’te AB’nin acizligini bir kez daha ortaya koyan Kosova meselesi yüzünden Balkanlar’da yasanan vahset, AB idealini dramatik sekilde sonlandirmis. Milliyetçilik ve ekonomik özerklik duygularini dikkatsiz ve temkinsiz biçimde körüklemis olan Avrupali liderler bosladiklari dizginleri kontrol edemez halde. En basta birlesik bir güçten ziyade merkezi olmayan gevsek bir federasyon olarak görünen Avrupa Birligi’nin hüsranli biçimde dagilmasina ramak kalmis.
Zaten Fransiz, Hollanda ve Irlanda kamuoyunun anayasa anlasmasi  referandumunda  red oyu kullanmasindan sonra vatandaslarinin AB’den kaçinilmaz kopusunun sinyali çoktan verilmis. Avrupa Komisyonu ve diger kurumlar da ekonomik durgunluk içinde sarsilan bir dünyada toplumun taleplerini ve hislerini anlamayi basaramamis. Avrupali toplumlarda Avrupa’nin çözüm degil sorunun bir parçasi oldugu algisi yayginlasmakta.
Kitanin yanibasinda Balkanlar’dan, Kafkasya’ya, Cebelitarik’a kadar tüm bölgeler savas tehditi altinda. Avrupa devasa bir Isviçre gibi halen göreceli olarak refah içinde ama çok ihtiyaç duyuldugu halde güvenlik nedeniyle göçmenlere sinirlarini kapattigindan genç nüfustan yoksun, askeri olarak etkisiz, bencil, alakasiz, korku egemen ve tehdit altinda olma hissi içine islemis bir mazinin müzeligini yapmakta. Dünya sahnesinde stratejik ve diplomatik bir güç olma idealinden vazgeçmis haliyle artik Avrupa’nin örnek gösterilebilecek tek seyi acizligi.
Avrupa’nin korkularinin basinda yogun nüfusa sahip ve istikrarsiz komsusu Türkiye geliyor. Avrupa’nin kendilerini Hristyan Kulübü’nde istemediginin farkina varan Türkler alternatif arayisina girmis. Neo-Osmanli sasaasina dönüs fikri ve Islamin radikallesmis bir türünün ayartmasi arasinda iki arada bir derede kalan Türkiye iç patlamanin esine gelmis, Avrupa’ya, bölgenin etnik ve dini garezini bulastirmakta deneyimli bir Orta Dogu ülkesi. Rusya’ya gelince Soguk Savas sirasinda oldugu gibi bir tehdit olarak görülmekte. Sözde bagimsiz Ukrayna ve Gürcistan hükümetleri emirleri Moskova’dan almakta.
Bunlara ragmen Avrupa’nin kaderi baska ülkelerle kiyasla gipta edilecek halde.
21.yy’in baslarinda umudun kitasi olan Asya 1950-60’li yillardaki savas haline geri dönmeye baslamis. Çin ve Tayvan arasinda savas çikmis. Çin’de ekonomik büyümenin durmasi ve feci boyutlara varan çevre sorunlari birlesince ortaya çikan sosyal bunalim ve siddetli siyasi karisiklik  karsisinda  çaresiz  kalan  Pekinli  Komünist  liderler  milliyetçi  kozlarini oynayip bagimsizlik söylemini ihtiyatsizca kullanan Tayvan’i isgal etmis. Vaziyete dogrudan müdahaleyi reddeden Amerika’nin Tayvan’a askeri destek vermesi yüzünden savas  Çinlilerin beklediginden çok daha uzun ve zorlu hale gelmis.
Politik açidan reform yapamayan Çin ve Hindistan hükümetleri halkin dikkatini kendi eksikliklerinden ve neredeyse kitligin Afrika’daki kadar berbat bir hale gelmesi nedeniyle çikan isyanlardan uzaklastirmak için milliyetçi söyleme basvurmus. Birer nükleer canavari olan iki ülke arasindaki gerginlik tirmanmakta ve her an savas çikabilecek durumda. En kötüsü de Soguk savas esnasinda ABD ve SSCB’nin üzerindeki teknolojik ve kültürel kisitlamalarin olmayisi. Üstelik nüfuslari o kadar kalabalik ki sanli bir milli zafer kazanmak için ikisinin de milyonlarca insani feda etmesi muhtemel, özellikle demokrasiden yoksun Çinlilerin. Buna karsilik tüm Asya savas halinde. Kamboçya-Tayland, Vietnam-Kamboçya. Pakistan’da nükleer silah sahibi Taliban rejimiyle Çin-Hindistan’in milliyetçi saldirganligi arasinda Japonlar da askeri güce karsi gelistirmis olduklari tarihsel tiksintiyi bir kenara birakmis Asya’nin nükleer konvoyuna katilmis bile. Asya’da terörün degisken dengesi yüzünden bölgenin istikrar yakalamasi çok uzak görünmekte. Bu da uluslararasi yatirimcilarin kitayi çok riskli bulmasina neden olmakta.
Asya kültüründeki umut çevresel bozulma ve asiri dinci ideolojilerin olumsuz etkisiyle daha da asinmis. Kontrolsüz ekonomik gelisme ve yarattigi ekolojik sonuçlar Asya’da korku kültürünün mesrulasmasina sebep olmus. Tsunami, sel, kasirga ve toprak kaymasi miktarinin ve siddetinin artmasiyla denetimsiz nüfus artisinin getirdigi saglik maliyetlerinin de bunda etkisi büyük. Asya’da Islam’in giderek Araplastirilmasi Hindu köktendincilerinin  de radikallesmesine yol açmis. Tüm Asya’ya dini tahammülsüzlük hakim.
Avrupa’nin perisan hali ve Asya’nin korkuyu umuda tercih etmesiyle Afrika  tamamen çaresiz birakilmis. Yokluk, yolsuzluk, etnik çatisma ve bulasici hastaliklarla kirilmakta. Kendi derdine düsen büyük ülkeler Afrika’yi kaderine terketmis. Irk ayrimi yapan rejim sonrasi Güney Afrika deneyimi bile tatsiz sonuçlanmis siddet olaylari kontrol edilemez biçimde artinca beyazlarin çogunlugu basta Yeni Zelanda ve Avustralya olmak üzere baska ülkelere göç etmis.
Öte yandan Latin Amerika da tüm bu karmasanin kurbani olmus. Brezilya ve Meksika gelisme taktiklerinden fayda bulamamis. NAFTA araciligiyla ABD ile baglantiyi seçen Meksika Amerika’nin içine kapanmasiyla agir darbe almis. Ekonomide küresel bir taktik izleyen Brezilya ise Çin ve Hindistan’in uluslararasi piyasalardan kismen çekilmesi üzerine zayiflamis. Latin Amerika’da politik anlamda zafer kazanan popülizm ruhu olmus. Peron ve Castro yanlisi yeni akimlar türemis. Askeri kurumlar pek çok Latin Amerika ülkesinde siyasi rol üstlenmis, hatta bazilarinda idareyi her zamankinden daha güçlü olan uyusturucu kartelleriyle paylasiyor.
Cesaret kirici bu olaylarin hepsinin kendine göre nedenleri var. Ama ayni zamanda birbirleriyle baglantili. Son yirmi yilda küresel çöküsün kamçilayicisi olarak gösterilebilecek bir sey varsa o da ssekilde özetlenebilir: Kiskirtici bir entellektüel kurgu olan medeniyetler çatismasi kendi kendini gerçeklestiren bir kehanete dönüsstür.
Samuel Huntington 1993’te Islam ve Bati arasinda kaçinilmaz bir çatisma olacagini öne sürerken pek çoklarina bu abartili gelmisti. Fakat sonrasindaki süreç bunun gerçege dönüsmesini sagladi. 11 Eylül terör saldirisi buna sebep olmadi ama sonrasinda meydana gelen olaylari etkiledi. Yanlis anlasilmalar, yanlis hesaplar, yanlis hükümler insanligi bu noktaya getirdi. Huntington’in öngörüsünün dogru çikmasinin neden oldugu korku, kaosun büyümesini tesvik etti. Ve bu çogunlukla karar vericilerin bilinci disinda gelisti. Hegel’in deyisini alintilarsak buraya uygun düser: Insan tarih yazar ama nasil bir tarih yaptigini bilmez. Doruk noktasi belki de Ahmedinejat’in devrilmesine yolaçan Amerika ve Israil’in Iran’a düzenledigi hava saldirilari oldu. Bu Irak savasi gibi siyasi bir felaketle sonuçlandi.
 
Tüm Islam aleminde Bati düsmanligi patlamasi yasandi. Pakistan’da demokrasi çöktü. Cihat rejimi basa geldi ve nükleer silahlari devraldi. Bu da Orta Dogu’da nükleer yarisini tetikledi. Suudi Arabistan, Misir, Türkiye nükleer köktendincilik tehdidiyle nükleere sarildi.
Buna karsilik Avrupa kendini kale gibi korumaya aldi. Orta Dogu’dan gelen insan ve fikirlere, Asya mali ürünlere sinirlarini kapatti. Avrupa’daki göçmenlere yerel halk  silahlarla hükümeti taciz ederek saldirmaya basladi. Göçmenler Avrupa’dan ve Amerika’dan sürülüp sinirdisi edildi. Küresellesme karsiti ortamda, Öteki heryerde süphe  ve korku kaynagina dönüsstü. Umut dolu dünyadan eser kalmamis, hiddetin ve karanlik bir düzensizligin hakim oldugu trajik barbar bir dünya yaratilmisti. Roma Imparatorlugunun yikilisindan sonra karmasa ve siddet dolu Orta Çag gibi 500 yil sürmüstü, karanlik çagin bu kez ne kadar sürecegini ise kimse bilemezdi.

SENARYO II: UMUDUN YÜKSELISI

Israil, Izhak Rabin suikastinden 30 yil sonra Orta Dogu barisinin 5.yilini kutluyor. 70 yil süren güvensizlik, adaletsizlik ve siddet sona ermis. BM Güvenlik Konseyi genislemis, artik ABD, Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya ve Güney Afrika dahil BM’nin tüm üyeleri orada ve AB artik tek bir heyet tarafindan temsil ediliyor. Kimsenin tahmin etmedigi bu basarili sonuca ulasilmasina düsmanligi bitirme arzusunun yani sira uzun yillar süren siddetin verdigi bitkinlik de etkili olmusIsrailler hayatlarini sürdürebilmek ve Filistinliler de hayatta kalabilmek için birbirlerine muhtaç olduklarini nihayet kabullenmis. Barisi olusturan temel taslar yerli yerine oturmus. Müslüman uluslar Filistinlilerin kaderinin, gelisimi gereksiz yere engelleyen tehlikeli bir saplantiya dönüstünün farkina varirken, Israilliler de Filistinlilerin yurtlarinin dogal bir parçasi oldugunu kabullenmis. Barisin saglanmasi için Kudüs ve diger yerlesimlerin bir kismindan vazgeçmeye degecegini beyan etmisIki taraf da ödün vermeye razi olmus. Bu arada uluslararasi ortamda barisa karsi çikanlarin baristan yana olanlardan daha zayif konuma düsmesi de etkili olmus. Amerikalilar korkmaktansa umut etmeyi yeglemis bir toplum olarak Irak savasinin neden oldugu moral çöküsünü atlatmis. Liderleri klasik anlamda dünya gücü olma takintisini bir yana birakip onun yerine diger uluslarin arasinda biraz daha güçlü bir ulus olmayi seçti. Emperyalist macerasinin ekonomisi ve toplumu üzerindeki aci verici etkilerinden sonra bu tavizi Amerikalilar tahmin edilenden çok daha iyi karsiladi. Amerika’nin dünyanin gözündeki olumsuz imaji düzeldi. Uzak diyarlardaki kit kaynaklarin pesine düsmektense 2008 finans krizinden sonra ekonomi ve altyapiyi yeniden gelistirmeye odaklandi. Kendi kendine yüklendigi demokrasi ihraç ederek dünyayi degistirme misyonundan kurtulan Amerikalilar tutkuyla çevreyi korumaya sarildi. Yesil politikalarin savunucusu olarak 2015’te karbon salinimini azaltmayi kabul ederek karbon takasina ve hibrid arabalara odaklandi. Hava kirliligi gibi sorunlarla ilgili yeni düzenlemeler yapilip çevre konusunda kati kurallar getirildi. Teknolojik gelismeler sayesinde çevreye duyarli yeni sektörler olustu ve milyonlarca kisiye istihdam saglandi. 2008-2010 durgunlugu beklenenden kisa sürdü. Amerikalilarin dünyaya bakisi degisti. Amerikalilar daha çok seyahat eden diger kültürleri, yabanci dilleri ögrenmeye basladi. Içten bir merak ve empati, cahillik, umursamazlik ve tiksinmenin yerini aldi. Amerika’yi özel kilan demokrasiye bagliligi, açiklik, hosgörü, yenilik ve özgürlük degerleri yeniden takdir görmeye basladi. Sahici ve olumlu bir evrensellik anlayisi hakim olmaya basladi.
Emperyal böbürlenme ve ‘neo-tecritlestirmeyi’ atlatan ABD, dünyanin keyfi hakemi ve polisi degil önemli bir uluslararasi ortagina dönüstü. 2010’lu yillarda Amerikan liderleri BM ile uzlasmaya yanasti. Karmasik ve birbirine bagimli bir çagda mesru ve sözü geçen uluslararasi bir hakem olmasi gerektigini farketti. Temsilcilerini çogaltan Güvenlik Konseyi ve askeri kuvveti ile BM güçlendi. Baris elçileri hem olasi saldirganlara hem de kendi halklarina güç kullanmaya meyilli olanlar için caydirici oldu.
Irak savasinda talihsiz bir sekilde istismar edilen doktrine müdahale etme vazifesi akillica uygulanmak sartiyla yeni uluslararasi hukuk düzeninin temelini olusturdu. BM’nin olumlu degisimi yaninda yavas yavas olusan çokkutuplu düzenin kabulü sayesinde dünya sahnesi göreceli istikrara kavustu. 17.yy’dan 20.yy basina kadar güçlerin dengede oldugu Avrupa için bu normale dönüs demekti. Yeni kurulan Büyük Güçler Konseyi ne Avrupa’da eskiden oldugu gibi monarsi ilkelerine göre ne de bazi Amerikalilarin 2000’lerde önerdigi gibi demokrasilerin birligseklindeydi. Homojen/bagdasik bir yapiya sahip mantikli ve tutarli bir düzen olusturuldu. BM’nin seçilmis hakemi tarafindan yürütülen hukukun üstünlügü ve ekolojik dengeye odakli ortak sikinti ve küresel isinmanin gereklerinin yapilmasi ilke olarak kabul edildi. Evrensel haklarin ve yasal prensiplerin garantörü olarak uluslararasi Lahey Mahkemesi vazgeçilmez bir rol üstlendi. Ideoloji ve çikarlar bakimindan yeni konsey üyeleri birbirinden farkliydi. Avrupa ve Amerika demokrasiye dayali ortak bir kültürü paylasirken Hindistan, Asya ve diger güçler arasinda köprü olusturuyordu. Demokrasiye  pek yanasmayan Çin ve Rusya, hem yurtiçinde hem yurtdisinda hukukun üstünlügüne dayali bir düzenin gerekliliginin farkina vardi. Çin’in yeni kusak liderleri Singapur modelini örnek alarak asamali olarak düzelme sagladi. Rusya, Putin yönetiminde geçen 20 yildan sonra is dünyasindaki güvenirligini ve rekabet gücünü korumak için hukukun üstünlügünü kabul etti. Dev komsusu Çin ile yarisabilmek adina geleceginin Bati’da oldugu sonucuna varan Rusya, AB ile resmi olmayan bir sekilde birlesti. Bu ortaklik Rusya ve Avrupali komsulari arasindaki güven ortamini besledi. AB üyesi olan Ukrayna da Polonya gibi Rusya ve Avrupa arasinda köprü kurdu.
AB, kurucularinin vizyonundan oldukça farkli bir biçime bürünerek  gelisti.  Sadece ekonomik ve sivil bir güç olmanin disinda yeniden dengelenen Atlantik Ittifaki çerçevesinde NATO yapisi içinde sinirli bir askeri güç olusturdu. NATO’ya bagli AB kuvvetleri Israil- Filistin Baris Antlasmasinin uygulamaya geçirilmesi sagladi. Zaten bu sömürgecilik ve Yahudi soykirimi araciligyiyla Orta Dogu sorununun kökeninde büyük payi bulunan Avrupa’nin sorunun çözümünde yeralmasi kaçinilmazdi.
AB’nin yeniden canlanmasinda 3 etken rol oynadi:
          1)      Avrupa çevresindeki ülkelerin de katilmak istedigi cazip bir modele dönüstü. Eski Yugoslavya’yi olusturan çok sayida ulus böylece yeniden ayni çati altinda birlesmis oldu. 2010’da Sirbistan, Kosova ve Karadag’in AB üyeligine kabulünden sonra Makedonya, Bosna ve hatta Arnavutluk birlige katildi. Avrupa’nin baris ve refaha kavusma sürecinde Balkanlar’da savas suçlularinin tutuklanmasi ve tüm Avrupa’da uzlasmayi saglayan Lahey hükümleriyle saglanan esit adalet bunda büyük rol oynadi. Avrupa’nin cazibesi devam ettikçe ve Türkiye ekonomisindeki gelisim ve demokratik kurumlarindaki istikrar daha önce karsi çikan Avruplalilari ikna edince Türkiye de 2025’te AB’ye girdi. Islam ve Bati  arasindaki uluslararasi gerginligin yumusamasindan etkilenerek geçmisten gelen önyargilar ve cografyanin dikte ettigi sinirlar asildi.
           2)     2010’da imzalanan yenilenmis Avrupa Anlasmasinin ardindan baslayan kurumsal süreç dahilinde yeni bir baskan, savunma bakani, disisleri bakani ve diplomatlar atandi. Fransa  ve Ingiltere BM Güvenlik Konseyi’ndeki koltuklarini birakip tek bir Avrupa temsilcisi atanmasi fikrine sicak bakmaya basladi.
           3)    Ahlaki ve psikolojik olan etken ise Amerikalilarin mütevazilesip çokkutuplu bir dünyayi kabul ederken; Avrupalilar, Soguk Savas yillarinda yitirdikleri heves ve enerjiyi yeniden toparladi. Artik Bati üstünlügü devri bitmis ama dünya sahnesinde Avrupa hala önemli rol oynayabilecek durumda. Yeni göçmenlerin gelisiyle yenilenip canlanan toplumlar yeni üye ülkelerin etkisi, topluma entegrasyonu ve kadinlarin giderek artan giriskenligi ve kararliligiyla Avrupalilar bozulmayla ilgili takintilarini bir yana birakti.
Elbette bes dünya lideri ülkeye (ABD, Çin, Hindistan, Rusya ve AB) yakinda Brezilya, Güney Afrika ve yeni birlesen Kore de katilacakti. Japonya ise siyasi ve diplomatik güce erismis potansiyel bir ekonomik güç olarak yola devam ediyordu. Afrika’nin çaresizlikten umuda geçisi, ABD baskanligina Obama’nin seçilmesiyle basladi. 2008 Olimpiyatlarinin Çin’e yaptigi psikolojik etkinin benzeri 2010 futbol sampiyonasinin Güney Afrika’da düzenlenmesiyle yeni kusak Afrika liderlerinde de hissedildi. Avrupa’da yeni bir yasam kurma hayalinden ve uzun süredir baskalarinin suçlayip sirtini dayama egiliminden vazgeçip kaderlerinin dizginlerini ellerine aldilar. Afrika’nin kalkinmasinda büyük rol oynayan Çinli yatirimcilarin açgözlülügü ve çikarlari Afrikalilari geleceklerini kendilerinin sekillendirmesi gerektigine ikna etti. Çin, Japon ve Hint teknoloji destegiyle kara kita dünyada ekonomik kalkinma ve firsatlarin yeni adresi oldu. AIDS asisinin bulunmasi ve tedavilerin gelistirilmesinin ardindan bulasici hastaliklar 2018’de ortadan kaldirildi.
Latin Amerika, Brezilya ve Arjantin önderliginde Güney Yarikürede AB dengi bir birlik kurdu. Ortak emniyet güçleri ve ortak hukuk düzeniyle uzun süredir pek çok ülkede baskin olan uyusturucu kartelleri bozguna ugratildi.
Uluslararasi barisçil ortam Israil-Filistin meselesinin çözümüne katkida bulundu ama en önemlisi bölgede meydana gelen gelismelerdi. Lübnan’in siddet ve bölünmenin yerini toplumsal birlik beraberlik ve refah aldi. Sam’dan sonra Suriye yeniden uluslar topluluguna dahil edildi. ABD ve AB destegiyle Trablusgarp örneginde oldugu gibi Lübnan’in yeniden yapilanmasi için yeni bir siyasi formül olusturuldu. Böylece Orta Dogu Ortak Pazarinin tohumu atilmis oldu ve Orta Dogu Birligi umudu yükseldi. ABD, Irak’tan çekilince ve 2009- 2010’da Afganistan’a askeri birlik takviyesi yapilinca iki ülkede de kayda deger gelismeler görüldü. Ahmedinejat büyük oy farkiyla seçimleri kaybettikten sonra Tahran hükümetinin uygulamaya basladigi yeni ve sorumluluk sahibi diplomasi bu olumlu gelismelerde önemli rol oynadi.
Körfez emirliklerinin Asya-vari ekonomik basarisi tüm bölgeye yarar sagladi. Egitim, bankacilik, yenilenebilir enerji ve kültür alanlarinda yapilan büyük yatirimlar bölgenin çehresini degistirdi. Misir gibi büyük ülkelerin sosyal esitligi emniyete almasi da Islam ve modernitenin birarada yürüyebilecegini kanitlayarak Orta Dogu barisina katki sagladi. Köktendinciler 10 yil içinde gözden düstü. Müslümanlarin çogunlugu için sehitlik kavrami cazibesini yitirdi. Tipki 19.yy sonunda nihilizm ve anarsinin Avrupalilar’a çekici gelmemeye baslayip 20.yy’in basinda tamamen sönmesi gibi. Sonuçta çoktan yapilmasi gereken reformlari tetikleyen ekonomik krize karsin ya da sayesinde 2009 civarinda baslayan dönem tarihin sonunu getirmek yerine umutlu bir devir baslatti. Insanlik tarihinde (Francis Fukuyama’nin 1991’de öne sürdügü kadar asiri iyimser olmasa da) alçakgönüllü ve gerçekçi biçimde yeniden bir aydinlanma döngüsü yaratmis oldu.
Yukarida detayli bir sekilde sunulan ve biri bir kabusu digeri ise olaganüstü bir rüyayi andiran bu senaryolardaki gelismelerin bir kismi gerçeklesecek bir kismiysa gerçeklesmeyecek tabii ki. Yine de yapmamiz ve yapmamamiz gerekenler açisindan yol gösterici ve uyarici olarak yorumlanmasi gerektigine inancim sonsuz.

YAPILMASI GEREKENLER

Uluslar ve kültürler gibi kolektif yapilar psikoloji ve duygularin prizmasindan geçirilip analiz edilebiliyorsa akla gelen su olmali: Dünya için reçete yazmak mümkün olabilir mi? Toplumsal melankoli, depresyon, histeri veya paranoya hastalarda oldugu gibi teskin edilebilmesi mümkün olabilir. Tanimlayici Anatominin kurucusu Doktor Marie F.X. Bichat’in yasami “ölüme karsi koyan fonksiyonlar toplulugu” olarak tanimlayisindan ilham alarak benzer sekilde barisi, savas ve siddete karsi koyan, duygular dahil tüm fonksiyonlar olarak tanimlayabiliriz.   Bazi   kavramlar,   fikirler   ve   duygular   uluslararasi   anlasmazliklarin olusmasini azaltabilir. Insanlik suçlarina karsi uluslararasi bir mahkeme, can güvenliginin ulusal güvenligin üzerinde tutulmasinin vurgulanmasi, müdahale vazifesi gibi insani caydiricilik bir anlamda dünyanin siddet ve savasa bulasarak hastalanmasini önleyici tedbirler olarak öne çikarilabilir. Uluslararasi topluma hesap vermek zorunda olmak kanunlari çigneme niyetindekiler için caydirici olabilecektir. Elbette bu hem cömert hem de tehlikeli bir mantiktir. Isleyebilmesi için bugünkünden çok daha farkli kosullar gerekmektedir. Bu kosullari yaratmak için gerekli olan nedir? Umudu güçlendirip korku ve asagilanmayi azaltmak için hangi politik stratejiler ve kurumsal mekanizmalar uygulanmalidir? Bunlar cevaplamamiz gereken sorulardir. Çok önemli iki baslik altinda ne yapmak gerektigine deginelim.
KENDINI KORUMA DEGISIM DEMEKTIR
Uluslararasi sahnedede rol almayi umut eden uluslar ve halklar kendilerine sadik kalarak tutkularini tatmin etmek için statükoculugun anlamsizligini ve degisimi kabul etmek zorundadir. Ülke liderleri önce kendilerini statükonun felaket reçetesi olduguna inandirmalidir. Bu teshis bazi vakalarda sadece kendini koruma ve kolektif olarak hayatta kalmayla ilgili bir sorundur. Degisimi kabullenmekten baska çare yoktur. Pek çok ulusun ve kültürün korku ve asagilanmayi asip umuda sarilabilmesi için degismeyi kabul etmesi gerekmektedir. Örnegin Asya’da degisim, hukukun üstünlügüne saygi ve yoksullarin entegrasyonu demektir. Umut kültürünün yesertilmesi Çin ve Hindistan’in ekonomik büyümenin statükoculuk yüzünden ortaya çikmasi kaçinilmaz olan siyasi ve toplumsal istikrarsizliktan kaçinmak için degisime odaklanmasi gerekmektedir. Rusya’ya gelince  ‘Dogu Despotlugunu’ kader olarak görmekten vazgeçmeli, sanat ve edebiyattaki kaliteleriyle siyasi kültürlerinin fukaraligi arasindaki uçurumu kapatmayi hedeflemelidir. Rus halki bunu haketmektedir. Baska uluslar gibi Rusya’nin da statükocu siyasete devam etmesi dagilip yikilmasina neden olacaktir.
Bati’nin durumunda kendini koruma anlayisi ise evrensel degerlerin algisini kurtarmaktir. Bati, baska ülkelere kendi demokratik modelinin üstünlügünden bahsedip durur ancak kendi içinde bu degerleri ne kadar hayata geçirdigini kendine sormalidir. Kendini koruma Amerika ve Avrupa için farkli anlamlara gelmektedir. Amerika için dünya sahnesinde tecritçilige kapilmadan tevazu hissini yeniden kazanmak; diger uluslar arasinda sadece vazgeçilmez bir ulus oldugunu ve Amerika’nin tek basina hiçbir güç olamayacagini kabul etmek demektir. Amerika, ötekilere de esit davranmayi ögrenmeye mecburdur. Bu da  diger ulsularin kültürel farkliliklarini anlamak ve kabul etmesi anlamina gelir. Amerika tek basina hiçbir sey basaramayacagini farketmeli dünya da Amerikasiz olmayacagini kavramalidir.
Temelinde yeralan demokratik anlayisa sadik kalmak adina Amerika degismeyi ve uluslararasi statüsünün düsmesini kabul etmelidir. Emperyal kibir yüzünden neredeyse yikilmaya yüz tutmus bir ülke olarak yurtdisinda daha mütevazi ve dürüst bir Amerika ve yurtiçinde çok daha tutkulu ve çevreye duyarli olmaya baslarsa dünya çapindaki imajini düzeltecektir. ABD’nin etkiyle gücün ayni sey olmadiginin farkina varmasi gerekmektedir.
Avrupa içinse kendini koruma ve degisim küresel oyuncu olma arzusunu yeniden canlandirmak demektir. Bunu yaparken kurallara ve modellere uymaktan vazgeçmemelidir. AB, sirf rasyonel ve insansizlastirilmis bürokratik bir varlik olmaktan çikip vatandaslari için cazip bir olusuma dönüsebilir. Avrupa projesinin amaci 21. Yüzyilda egemenlik kavramini yeniden olusturmaktir Avrupa artik dünya tarihinin merkezi degildir. Bunun bilincine vararak degismesi gerektigini kabul etmeye mecburdur. Bu bir ölüm kalim meselesi degil sadece tarihi bir gerçektir. Avrupa’ya umudu getirecek olan yeni ülkeler, yeni göçmenler  ve güçlenen kadinlar olacaktir. 21.yy sadece Asya çagi, kimlik çagi asri olmakla    kalmayip kadinlarin asri olabilir. Umudun verdigi cesaret yavas yavas korku asilamanin yerini alacaktir. Asya’nin ilerlemesi illa ki Avrupa’nin gerilemesi anlamina gelmez. Avrupa’nin da zengin ve olgun bir dönem yaratabilmesi için üç sart bulunmaktadir: 1) Üstünlük devrinin bittigini kabul etmek 2) Ötekilerin basarilarini kabul etmeyi ve onlardan  ögrenilecek dersler oldugunu kabul etmek 3)  Kendi degerlerine sahip çikmak.
Avrupa’nin farki evrenselcilik kavramini dogurmasinda, hukukun üstünlügüne duydugu  derin saygida ve sosyal ve ekonomik dengelere önem vermesinde yatmaktadir. Bu yeni gelistirecegi tevazuyu yenilenen güveniyle birlestirirse çöküse geçmesi için bir sebep kalmayacaktir.
Arap-Müslüman dünyasinin da asagilanma kültürünü asmasi için kesin bir güvene ihtiyaci vardir. Misir ve Suudi Arabistan gibi ülkeler için statükoyu korumaya çabalamak felaket getirecektir. Dubai ve Abudabi gibi Körfezde bulunan emirliklerin öne çikan basarisi  elbette petrole ve nüfuslarinin azligina baglidir ama bir yandan da moderniteyle Islamin birarada varolabileceginin kanitidir. Araplar degisimi kabul eder ve geçmise saplanmadan kendilerini gelecege olumlu biçimde yansitabilirlerse rekabetçi küresel çagda basarili olacaklardir. Toplumsal bellek ve kirginligin agirligi degisimin önünde duran en büyük engeldir. Merkantalizm ve tüketim düskünlükleri umudun anlamini sinirlandirsa bile Arap emirlikleri egitime yatirim yaparak degisimin yolunu açmaktadir.
Latin Amerika içinse degisim herseyden önce popülist ayartmalari asip kita ülkelerinin birlesmesini saglamaktir. Bu da kimliginin olumsuz yönlerinden kurtulmakla mümkün olacaktir. Latin Amerika’nin umut ve firsat kitasi olabilmesi için yeterli nüfusu ve fiziksel kaynagi mevcuttur. Ayni mantik Afrika için de geçerlidir.

CAHILLIGE KARSI BILGI

Cahillik ve hosgörüsüzlük elele gider. Baris ve uzlasma sadece birbirini taniyan ve anlayan halklar arasinda mümkün olabilir. Bilgi çaginda yasamamiza karsin Öteki’ni geçmiste anladigimizdan daha iyi anlamiyoruz. Hatta tam tersine, ufkumuz aydinlanacagina yalan yanlis bilgiler ve görüntülerle dünya görüsümüz karariyor, bakis açimiz daraliyor. Dünyanin daha da karmasiklasmasi kaçinilmaz oldugu için uluslar, kültürler ve insanlar kimlikleriyle daha fazla saplanti haline getirmis olacak. Bu takinti da sagduygunun uluslararsi politikada daha önemli hale gelmesine neden olacak.
Birbirine bagli ve içiçe geçmis olan dünyayi kavramak hem nitelik hem de nicelikle alakali olarak çok zorlasti. Insanlar hiç bu kadar kalabalik ve hayat tarzlari, degerleri ve kosullari hiç bu kadar çesitli olmadi. Sadece görmezden gelerek bu karmasadan kaçmaya çalismanin bir yarari yok zira köktendincilerin ve asiri ideolojilerin karmasiklasan dünyayi basit sloganlara ve talimatlara indirgemesi insanlari kendine çekebiliyor.
Böyle bir dünyada duygular çok önemli ve güven verici. Herkes ‘bu dünyayi kontrol etmek bir yana anlamam bile mümkün degil o yüzden farkliliklarimi vurgulayip duygularimi öne çikarmaliyim,’ diye düsünüp hissetmekte. Bu nedenle baska kültürlerin hislerini ögrenmek mecburen çok önemli hale gelecek. Öteki, çokkültürlü toplumlarimizin giderek bir parçasi haline dönüsecek. Dünyanin duygusal sinirlari cografi sinirlar kadar önemli olacak. Zamanla duygularin haritasini çikarmak da cografi haritalar kadar mesru ve gerekli olacak.
Daha hosgörülü bir dünya için esas kosul, Ötekinin farkliliklarinin ve benzerliklerinin kültürel ve tarihi açidan kavranmasidir. Bu yüzden de uluslararasi iliskiler egitiminde tarih ve kültür dersleri verilmelidir. Mesela Avrupali liderlerin kaçi Afrika yaklasimlarinda emperyalist Bati tarihini ve kitanin ondan öncesindeki zenginligini gözönünde bulundurmaktadir acaba? Gereksiz yere kendilerini kültürel açidan üstün görmeleri tamamen  cahillige  ve  umursamazliga  dayali  bir  yaklasimdir.  Afrika  en  çok görmezden gelinen ve en az anlasilan, unutulmus bir kitadir. Ayni durum Bati’nin Asya, Latin Amerika ve hatta Rusya gibi tanidik ancak karmasik diger toplumlari içinde geçerlidir.
Öteki hakkinda bilgi edinme ve biraz olsun anlama gayreti hayati bir meseledir. Kendini tanimak, kendi kültür ve tarihini bilmek de öyle. Bu ikisi birbiriyle içiçe geçmistir çünkü kendisiyle barisik olmayan toplumlar baskalariyla yüzlesip anlasamaz. Kendini taniyip bilmek Islam için de çok önemlidir. Çünkü her bireyin dini kültürüyle ilgili cahil olmasi en uç yorumlara, radikal saptirmalara ve nefretin ögretilmesi için uygun zemini hazirlar. Bu bakimdan Islamin sorunu Batinin da sorunudur. Gerçek olsa da asagilanmislik kültürü, cahilligi garez silahi olarak kullanmaya hevesli devletler ve hareketler tarafindan sömürülerek körüklenmektedir. Kur’an’dan seçmece yaparak yorumlar çekip çikarip en hosgörüsüz formüllerin olusturulmasi dünya üzerindeki kutsal kitaplar hakkindaki bilgimizin çok yüzeysel olmasindan kaynaklanmaktadir.
Dünyanin su asamada iyimserlige ihtiyaci oldugu kadar kötümserlige de ihtiyaci var ki insanligi bekleyen olasi trajedilere karsi gerekli tedbirleri alabilsin. Bence tarihsel süreçlerin trajikliginin farkindaligini elden birakmaksizin kuvvetli bir iyimserlik ve dünyanin iyilestirilebilecegine dayali bir yaklasim benimseyen biri olarak idealistlerin dünyasinda bir realist; realistlerin dünyasinda ise bir idealist olarak algilanmam mümkün. Hayatim boyunca etik ve jeopolitigin nasil bagdastirilabilecegiyle ugrastim durdum. Babamin II.Dünya Savasi sirasinda Almanya’daki toplama kampindan kurtulmayi basardigi gibi trajediyle karsilasilsa bile korku ve asagilanmanin asilabilecegine inanmak lazim. Dünyanin umuda yönelmesi için çalismak çok mesakatli ve muhteris bir görev. Yine de bunun becerilmesi mümkün olabilir çünkü ne de olsa umut ve güven zihinsel kavramlar. Önümüzdeki zorluklara yanit verebilmek için dünyanin umuda ihtiyaci var...

Benzer Kitaplar