DERIN GERÇEK  ---------    Deep Truth

DERIN GERÇEK --------- Deep Truth

Fevzi BOZKURT
Psikoloji


Gregg BRADEN New York Times’in çok satan yazarlarindandir. Bilim ve sprütiellik arasinda köprü olusturan öncü bir arastirmacidir. “Martin Marietta Aerospace”in eski üst düzey bilgisayar sistem tasarimcisi ve “Phillips Petroleum”un bilgisayar jeologu ve “Cisco Systems”in ilk teknik operasyon müdürüdür. 20 yildan uzun bir süredir en deger verilen geleneklerimizin dilinde sifrelenmis, hayat veren sirlar için Misir, Peru ve Tibet’teki tapinaklari arastirmaktadir.
 Bugüne dek “Tanrinin Sifresi, Ilahi Matriks,**Içiçe Geçmis Zamanlar ve The Spontaneous Healing of Belief” gibi öncü kitaplarin ortaya çikmasini saglamistir. Paradigmalari altüst eden kitaplari 17 dilde ve 33 ülkede yayinlanmistir.
 Varolusumuzun temelinde gizlenen tek bir soru vardir. 200.000 yil boyunca ya da yeryüzünde bulundugumuz bin yillar içinde sayisiz birey tarafindan sayisiz kez sorulan soru en basit haliyle sudur: Biz kimiz?
Bizim kim oldugumuza verdigimiz yanit, medeniyetin temel ilkelerinin altini çizer: gida, su, ilaç ve yasamin diger gereksinimleri gibi kaynaklari nasil paylastigimizi; ne zaman ve neden savasa girdigimizi ve ekonomimizin neye dayali oldugunu etkiler.
Büyük bir güvenle, gezegenimizin bundan 50 yil, hatta 500 yil sonra da burada olacagini söyleyebilirim. Bu zaman süresince ne gibi tercihler yaparsak yapalim – kaç tane savasa girersek girelim, kaç tane siyasi devrim baslatirsak baslatalim ve havamizi ve okyanuslari ne kadar kirletirsek kirletelim – atalarimizin “bahçe” dedikleri dünya, her gün günesin etrafinda ayni 365.256 günlük yolculugunu yapiyor olacak, tipki geçtigimiz 4.55 milyar yildir yaptigi gibi.
Konu Dünya degildir; konu ondan keyif almak için üzerinde olup olmayacagimizdir.
Zamanimizin en iyi zihinleri, yenilenen küresel savas tehdidinden kaynaklarimizin asiri kullanimina ve giderek azalan gida ve içilebilir su kaynaklarindan dünyanin okyanuslarina, ormanlarina, nehirlerine ve göllerine dayattigimiz esi benzeri olmayan strese kadar sayisiz, felaket niteliginde neticeye dogru hizla ilerledigimizin farkindadirlar. Sorun, uzmanlarin bu sorunlar karsisinda ne yapilmasi gerektigi hususunda hemfikir olmamasidir.
Harekete geç ama Nasil?
Burada ne kast ettigimi açiklamanin en iyi yolu uydurma bir senaryo olabilir: Güzel, açik ve günesli bir günde bir arkadasinizla birlikte, yolun bir tarafindaki evinizden onun yolun karsi tarafindaki evine gitmek için bir otoyolu geçtiginizi hayal edelim. Ikiniz de derin bir sohbete koyulduktan sonra aniden basiniza kaldiriyor ve l8-tekerlekli dev bir tirin dogrudan dogruya üzerinize geldigini fark ediyorsunuz.
 
Siz harekete geçebilesiniz diye, o anda bedeninizin “savas ya da kaç” tepkisi devreye giriyor. Soru: Nasil? Ne yapacagimiza bir an önce karar vermek zorundasiniz. Hem siz hem de arkadasiniz karar vermeli ve hemen karar vermelisiniz.
Bu senaryo kulaga saçma bir örnek gibi gelse de, ayni zamanda tam olarak bugün dünya sahnesi üzerinde durdugumuz yerdir. Bireyler, aileler ve uluslar olarak yollarimiz, siz ve arkadasinizin geçtigi o otoyola benzemektedir. Bize dogru yaklasmakta olan “büyük tir” birden fazla krizin kusursuz firtinasidir: iklim degisikligi, terörizm, savas, hastaliklar, gida ve su yetersizligi ve burada, Dünyada yasamla bas etmenin sürdürülmesi imkânsiz bir dizi yolu.
Nasil sizin sorunu irdelemenize firsat kalmadan size dogru gelen tirin önünden çekilmek son derece mantikliya, ufukta kabaran felaketler çig olup yagmadan onlarin yolundan çekilmek de bir o kadar mantiklidir.
Bu kitabin mesaji, geçmeyi seçtigimiz yasam yolunda bizi bekleyen çarpismadan kaçinmak için akillica ve hizli bir sekilde hareket etmemiz gerektigidir. Belki en güzelini Albert Einstein söylemistir: Insanoglu varligini sürdürecek ve yeni yüksekliklere çikacaksa, yeni bir düsünce türü sarttir.”
Yeni bir düsünce seviyesi gelistirmek, tam da bugün yapmamiz gereken seydir…
Ikilem
Yakin zamanda gelistirilen epigenetik bilimi, bilimsel verilere dayanmaktadir. Epigenetik, “yasamin tasarisi” dedigimiz genetik kodun, DNA’mizin çevremizle birlikte degistigini kanitlar.
Geleneksel bilim insanlarinin konusmaktan çekindigsey, DNA’mizi degistiren çevrenin, havamizda ve suyumuzda toksinden fazlasini barindirdigi ve elektrik hatlari, dönüstürücü istasyonlari ve dünyadaki en büyük sehirlerde bulunan cep telefonu kulelerinden daha çok elektromanyetik “gürültü” içerdigidir.
Eski düsünme biçimlerimiz – en güçlü olanin hayatta kalacagina, rekabet ihtiyacina ve dogadan ayri oldugumuza dair inançlar dâhil- bizi bir felaketin esigine getirdi. Yeni düsünme biçimlerine ihtiyacimiz oldugundan, o binlerce yillik “biz kimiz” sorusu simdi hiç olmadigi kadar önemlidir.
Her bir tercihin kalbinde yatan o soruyu yanitlamadikça, hangi tercihleri yapacagimizi nasil bilebiliriz? BIZ KIMIZ?
Bu temel soruyu yanitlamadan, yasam-degistiren kararlar vermek, kapinin nerede oldugunu bilmeden bir eve girmeye çalismaya benzer.
Bu kitap, geçmiste dünyamiz ve kendimiz hakkindaki düsünme biçimimizi radikal bir biçimde degistirecek alti kesif alani (ve onlarin ortaya koyduklari gerçekler) belirler.
Zamanimizin büyük krizlerini ele alirken, göz önünde bulundurmamiz gereken en önemli gerçekler sunlardir:
Derin Gerçek 1: Yasamlarimizi ve dünyamizi tehdit eden krizleri etkisiz hale getirme becerimiz, bilimin kökenimiz ve geçmisimiz hakkinda ne söyledigini kabullenme istekliligimize baglidir.
Derin Gerçek 2: Yaygin egitim sistemlerinin yeni kesifleri yansitma ve yeni teoriler kesfetme konusundaki gönülsüzlügü, bizi insanlik tarihinin en büyük krizlerini ele almakta basarisiz olan köhne inançlara mahkûm etmektedir.
Derin Gerçek 3: Yasamlarimizi tehdit eden krizleri ele almanin anahtari, isbirligini zorlastiran parmakla isaret etme ve suçlama yerine, bu degisimlere ayak uydurmak için karsilikli yardim ve isbirligine dayanan ortakliklar kurmaktir. Sanayilesme çagi kuskusuz atmosferdeki sera gazi salinimina katki sag1adi ve kesinlikle su anda gezegenimizde yasayan yedi milyar insan için elektrik ve yakit saglamanin temiz, yesil ve alternatif yollarini bulmak zorundayiz… Ancak:
Gerçek: Iklim degisikligi insan kaynakli degildir. Dünyanin 420,000 yillik tarihine dair bilimsel deliller, yaklasik 100,000-yillik araliklarla bir isinma ve soguma döngüsü kalibi göstermektedir.
Gerçek: Geçmisin isinma ve soguma döngüleri esnasinda, sera gazi salinimindaki artis, 400 ila 800 yillik bir ortalamayla isi artisinin arkasinda kalmaktadir.
Gerçek: Dogal degisim döngülerine ayak uydurmamiz ve insan kaynakli krizlerle bas etmemize yardimci olacak sürdürülebilir yasam tarzlari yaratmak, esi-benzeri-görülmemis seviyede sinerji ve takim çalismasi gerektirecektir
Derin Gerçek 4: Son buzul çaginin sonlarina dogru ortaya çikan gelismis medeniyetlerle ilgili yeni kesifler, atalarimizin kendi zamanlarinda karsilastigi bu krizi kendi zamanimizda çözmek için fikirler sunmaktadir.
Derin Gerçek 5: Yeni teknolojilerin kullanilmasiyla sayisiz disiplinden alinan bilimsel veriler, insanligin, uzun bir süreç boyunca evrimsel gelisimle rastgele ortaya çikan yasam formlarindan ziyade, bir kerede ortaya konan bir tasarimi yansittigi konusunda hiçbir kuskuya yer birakmayan deliller sunar.
Derin Gerçek 6: 400’den fazla kapsamli olarak degerlendirilmis arastirma, siddetli rekabet ve savasin, en derin is birligi ve korumacilik içgüdülerimizle dogrudan dogruya çelistigini göstermektedir. Diger bir deyisle, en gerçek dogamizin özünde, bizler savasa “uygun” yaratilmadik!
Inançlariniz ne olursa olsun, insanligi, kim oldugumuz, ne zamandir burada oldugumuz ve neden dünyanin “dikislerinden ayriliyor” gibi göründügüne dair geleneksel öyküsünü yeniden düsünmeye zorlayan deliller harika bir okumadir.
Bu kesiflerle yolculugunuzdan neler bekleyebileceginizi simdiden bilmeniz önemlidir. Bu sebeple siradaki ifadeler bu kitabin ne oldugunu ve ne olmadigini net bir sekilde açiklamaktadir:
·      Derin Gerçek bir bilim kitabi degildir
·      Bu, kapsamli olarak degerlendirilmis bir arastirma metni degildir.
·      Bu kitap iyi arastirilmis ve belgelenmistir.
· Bu kitap, bilim ve spiritüellik arasindaki geleneksel sinirlari geçtigimizde nelerin basarilabilecegine dair bir örnektir,
Derin Gerçek tek bir hedefle yazilmistir: bizi (yasamlarimizin ve dünyamizin krizlerini çözerken) geçmisle olan iliskimizi anlama konusunda yetkilendirmek. Yetkilenmenin anahtari sudur: kendimizi ne kadar iyi tanirsak, yasamlarimizdaki tercihler o kadar netlik kazanir.
   Gregg Braden /Santa Fe, New Mexico
BIZ KIMIZ? :
KENDIMIZIN ARAYISINDA
Küresel bir ankette her birimize nereden geldigimiz sorulabilseydi, büyük olasilikla yanitlar asagidaki üç kategoriden birine düserdi:
1 Bizler, son iki milyon yil içinde meydana gelmis mucizevi bir biyoloji eszamanliliginin (evrim) ürünleriyiz.
2.  Dogrudan dogruya daha üstün bir gücün eliyle yaratildik, yasam asilandik ve Dünyaya gönderildik.
3.  Bizi biz yapan büyük, kozmik bir kalip var – zeki bir tasarim – ve bu tasarim, uzun zaman önce bugün anlamadigimiz biri veya bir sey tarafindan harekete geçirildi.
Söz konusu kökenimiz ve tarihimiz oldugunda, bu görüsten hangisine inanmaliyiz?
Birlesmis DNA Gizemi
Genetik kodun kesfinden bu yana, bir türü digerinden ayiran kromozomlarla ilgili olarak bir gizem daha ortaya çikti. Biyolojik talimatlar bir türün üyelerinin kromozomlari içinde yer alir ve kemiklerinin yapisi, beyinlerinin boyutu, nasil metabolize ettikleri, vs. gibi seyleri belirlerler. Maymunlarda 24 çift ya da toplamda yalnizca 48 kromozom vardir. Insanlardaysa 23 ya da toplamda yalnizca 46 kromozom bulunur. En yakin akrabalarimiza kiyasla bir set kromozom “eksigimiz” var gibi görünse de, genetik haritalarimiz ilginç bir gerçegi ortaya çikarmaktadir.
Genomlarimizda kromozomlarin eksik gibi göründügü noktaya yakindan baktigimizda, insan kromozomu 2’nin, sanki daha büyük bir DNA parçasina bir sekilde birlestirilmis (kaynamis) gibi, sempanzenin 12 ve 13 kromozomlarina son derece benzer oldugunu – ve hatta “karsilik geldigini” görürüz. Ilginç bir sekilde, bu birlesme yalnizca insanlarda meydana gelmistir.
Ancak insan ve primat fizyolojisi arasinda yapilan bir karsilastirmaya göre, Homo sapienler olarak bizim, evrimsel adimlarin geleneksel agacina kusursuz bir sekilde uyum saglamadigimizi gösteren sayisiz buluntu vardir.
Net bir sekilde, hem yaratilisçilik hem de evrim için, bilgi kaynaklari yetersizdir ve yeni deliller ortaya çiktikça yorumlarin revize edilmeleri için yer birakmaktadir.
Bazen yasamlarimizda “ne oldugu” gerçegini, öncelikle ne “olmadigi” gerçegini kesfederek buluruz. Eleme süreciyle, aradigimiz anlayisa odaklaniriz. Sevgililer, aile, arkadaslar ve is arkadaslarimizla olan kisisel iliskilerimizden uluslararasindaki savas ve barisa, yasamin büyük derslerini tam da bu sekilde ögreniriz. Bir seyi istemedigimizi ögrenmeden önce, istemedigimiz o seyi tecrübe ederiz,
Nasil trafigin kurallarini anlamadan araba kullanmayi ögrenmek saglikli bir sürüs deneyimi saglamazsa, atomlar ve moleküllerle olan iliskilerimizi anlamadan dogayi bu atom ve moleküllere indirgemek de, bugün karsi karsiya oldugumuz krizler için anlamli çözümler bulmamiza yardimci olmaz. 20. Yüzyilin kendimiz ve geçmisimizle ilgili kesiflerinin özünü ortaya çikarabilseydik, neler ögrenirdik?
Üç yüz yil önce, Isaac Newton’un fizik yasalarini çevreleyen bilimsel görüs bizim evreni, dünyamizi ve bedenlerimizi büyük kozmik bir makinanin parçalariymis gibi görmemize neden oldu – birbirlerinden ayri, birbirlerinden bagimsiz ve yeri doldurulabilir dev ve küçük sistemler oldugumuzu düsündük.
Yüz elli yil önce, Charles Darwin bizim 200,000 yillik bir yolculugun nihai ürünleri oldugumuzu öne sürdü: geçmiste Dünya üzerindeki yerimiz için savasmak zorunda kalmis ve bugün bunu yapmaya devam etmesi gereken evrimsel bir yarisin sampiyonlari.
Son 100 yilin bilimi ise bizi, teknolojinin sorunlarimizin yaniti olduguna ve bilim araciligiyla dogayi ve varligimizi tehdit edenleri fethedecegimize inandirdi. Bu görüslerin her biri, en iyi ihtimalle eksik, bazi durumlarda hatali olan bilimsel bilgilerden elde edilmis yanlis inançlara dayanmaktadir.
YANLIS VARSAYIMLARIN DERIN GERÇEGI:
HER SEYI DEGISTIREN BULUSLAR
2008 yilinda iki kardes“Ben kimim?” ve “Hayatin anlami nedir?” gibi var olan en eski ve büyük olasilikla en anlasilmaz sorularin bir kismina yanit bulma arayislarini belgeleyen bir film yayinladi. Clifford ve Jeffrey Azize su ana kadar 30’dan fazla ödül alan çarpici ve etkileyici bir film yarattilar. Bu filmin adi The Human Experience – Insan Deneyimi’dir.
Çaglar boyunca, varolusumuzun “daimi sorulari” olarak bildigimiz bu sorulari yanitlamak için elimizden gelenin en iyisini yaptik: Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Buraya nasil geldik? Nereye gidiyoruz?
Her çagda, zamanin en iyi araçlari bu sorulari yanitlamak için kullanildi.
Bilim, bize dünyanin ve bedenlerimizin gizemlerini kesfetmenin, bazen yasamin görünürde anlamsizliklari arasinda anlam kazandiran bir yolunu verir,
Parlak fizikçi  Einstein siirsel  diliyle  bilimi,  “duyu-deneyimimizin kaotik çesitliligini, mantiksal bir düsünce sistemine oturtma girisimi” olarak açikladi. Diger bir deyisle bilim bize, hayatin gizemlerini kesfederken kullanabilecegimi ortak bir lisan verir.
Dünyanin en eski arkeolojik alanlarindan birinin tarihi, burada söylemeye çalistigim seye kusursuz bir örnektir. Arastirmacilar Türkiye’deki Göbeklitepe bölgesinin kaç yasinda oldugunu bulmak için K (karbon-14) tarih saptamasi kullandiklarinda, geçmiste yaygin bir sekilde kabul edilen bir metodu izlediler. Böylece bölgenin 11,517 ile 11,623 yaslari arasinda oldugu ortaya çiktiginda – dünyanin en eski medeniyetlerinden biri olan Sümerlerin yasinin en az iki kati – veri kanitlanmis bir yaklasima dayandirilmisti ve buluntular ciddiye alindi.
Genel anlamda bilimsel metot, bir fikir bilim dünyasinda kabul görecekse, izlenmesi gereken bir dizi adimi tarif eder.
Kuantum fiziginin bilim sahnesine çiktigi günden bu yana en büyük mücadele, klasik fizik ve kuantum fizigi tarafindan temsil edilen iki çok farkli düsünce tipini, evren ve yasama dair tek bir görüste bulusturma çabasidir: birlesik bir teori. Su ana kadar bu gerçeklesmedi.
Nasil zayif bir barajda bulunan çatlaklar dolduruldukça yeni çatlaklar belirirse, ortaya çikan teoriler bazi sorulari yanitlarken yeni sorulara da kapi açti – hem de zaman zaman kapinin bilinmedigi yerlerde.
Sicim teorisinin evrimi, bu tip kapi ve çatlaklara harika bir örnektir. 1980’lerde, evrimin görünmez, titresen enerji sicimlerinden meydana geldigi fikri, fizikteki bir sonraki büyük devrimin habercisi olarak görülüyordu, Ancak fizikçiler bu teorinin derinliklerine indikçe, bu fikirde ciddi sorunlar oldugu anlasildi. “Sicim teorisi patlamayi bekleyen bir balondu,” diyor Columbia Üniversitesinden matematikçi Peter Woit .“Temeli yoktu.”
Ancak simdilik çarpici gerçek sudur: Max Planck’in kuantum teorisinin temel prensiplerini formüllestirmesinin üzerinden bir yüzyil geçti. Dünyanin en iyi bilim insanlarinin matematigin ve fizigin en iyi teorileriyle çalistigi ve bu teorileri dünya tarihinin en ileri düzeydeki arastirma merkezlerinde test ettigi 100 yilin ardindan, simdiye dek bilimsel dünya görüsümüzü zedeleyen büyük sorunlari çözmüs olmamiz gerektigi beklentisi son derece makuldür. Tabii, eger dogru iz üzerindeysek.
Ancak sorunlari çözememis olmamiz, belki de yanlis iz üzerinde oldugumuz olasiligiyla yüzlesmek zorunda oldugumuzun en önemli sebebidir.
Bilim Yanlis iz Üzerinde mi?
Gerçekligin nasil isledigine dair temel fikirler yetersizse, o zaman dünyadaki tüm beyin gücünü ve teknolojiyi bu yanlis fikirlere uygulamak bize dogru yanitlar vermeyecektir.
2010 yilinda Prospect dergisinde yayinlanan “Science’s Dead End” (Bilimin Çikmazi) isimli bir makalede, fizikçi James Le Fanu, pek çok elestirmenin neden yeni bilimin degerini sorguladigina ve neden “Bilim dogru iz üzerinde mi?” sorusundan daha büyük bir soruyu sorduguna dair iki örnek vermektedir.
Soru sudur: Bilim çikmazda mi?
Le Fanu böyle düsünmemizin neden çok kolay oldugunu söyle açikliyor: “Kozmologlarin evrenin dogumunun ilk birkaç dakikasi içinde neler oldugunu güvenilir bir sekilde açiklayabildigi ve jeologlarin kitalarin hareketlerini santimetresine kadar hesaplayabildigi bir dönemde, genetikçilerin insanlarin meyve sineklerinden neden bu kadar farkli olduklarini ve nörobilim uzmanlarinin bir telefon numarasini neden hatirladigimizi açiklayamamalari çok tuhaf görünüyor.”
 
2001 yilinda Insan Genom Projesinin (IGP) tamamlanmasinin ardindan bilim insanlari, bir insan için genetik kodun beklenenden % 75 daha küçük oldugunu ögrendiklerinde hayrete kapildilar.
Gen haritalandirma ekiplerinden birine öncülük eden bir sirketin baskani Graig Venter bu sorunu su sözleriyle ortaya koydu, Insanda, farede olmayan yalnizca 300 ayricalikli gen var.” Ekibinin buluntularini bir adim öteye tasidi ve söyle dedi, “Bu bana, genlerin bizi biz yapan seyin ne oldugunu açiklayamayacagini gösteriyor.”
Bizi siradan bir fareden ayiran 300 genle, bizi bu kadar farkli yapan seyi bulmak için nereye bakariz?
Eger, delillerin gösterdigi gibi, fark DNA’nin kendisinde degilse, o zaman nerede? Bu sorular, bazilarinin bizi geri dönüsü olmayan bir yola götüren olasiliklarin “Pandora’nin kutusu” adini verdigseyi açti.
Simdi bilim insanlari bu sorulari yanitlamak için bedenin DNA’sinin ötesine bakmalidirlar. Bu da bizi, geçmiste bilimin gitmeye isteksiz görünmeyen kuvvetlerin dünyasina götürür.
Modern dünyamizi geçmisle baglayan bir bilgi zinciri vardir ve bu zincir her kirildiginda, kendimize dair degerli bilgiler kaybederiz. Zincirin tarihte en az iki kez kirildigini biliyoruz: biri Roma isgali sirasinda Misir’daki Büyük Iskenderiye Kütüphanesi yangini ve sonrasinda 4. yüzyila ait Incil düzenlemelerinin yanip yok olmasi. Benim düsünceme göre, bilgi kaybolmadan önce var olan orijinal ögretilere ne kadar yaklasabilirsek, atalarimizin bilip de bizim unuttugumuz seyi o kadar net bir sekilde anlayabilecegiz.
Bilimsel disiplinler açisindan bakildiginda bir hiyerarsi vardir. Bazen bu iliskiyi ters duran bir piramit olarak hayal etmek faydali olabilir. Piramidin en küçük parçasi, en alttaki kapak tasi, üzerine konan her seyin anahtaridir. Bilim dünyasinda bu kapak tasmatematiktir. Bu sebepten, dünyanin ilk bilim insanlarindan biri olan Galileo Galilei’nin sözleri bugün, en az 500 yil önce yazildiklarinda oldugu kadar dogrudur.
Galileo evrenin “her daim gözlerimizin görebilecegsekilde açik, ama yazildigi dili bilmedikçe ve karakterleri yorumlayamadikça anlasilmasi imkânsiz olan dev bir kitap gibi” oldugunu söyler. “Bu kitap matematik dilinde yazilmistir.”
Evrim biyologu olan E. O. Wilson’in sözlerine kulak verin: “Bilgelik açligi çekerken bilgi içinde boguluyoruz. Bundan böyle dünya birlestiriciler, dogru bilgiyi dogru zamanda bir araya getirme, o bilgi üzerinde elestirel düsünme ve akillica önemli kararlar alma becerisine sahip insanlar tarafindan yönetilecektir.”
20. yüzyil her anlamda Dünya insanlari için çilgin bir dönemdi. 1900 ve 2000 yillari arasinda, 1,6 milyardan 6 milyara çogaldik, iki dünya savasi geçirdik, 44 yillik bir Soguk Savas süreci ve 70,000 bir-parmak-hareketiyle-firlatilmaya-hazir nükleer bomba atlattik, yasamin DNA kodunu çözdük, ayda yürüdük ve en nihayetinde ilk insanlari uzaya götüren bilgisayarlari çocuklarin oyuncaklari gibi göstermeyi basardik.
Pek çok tarihçi 20. Yüzyili bilgi çagi olarak görür ve bunun sebebini anlamak hiç zor degildir.
 
21. Yüzyil bilgelik çagi, yarattigimiz dünyada varligimizi sürdürmek için ögrendigimiz seyleri uygulamaya mecbur kalacagimiz bir zaman olarak görülecektir. Bunu yapmak için, sorunlarimiza geçmiste oldugundan farkli bir biçimde yaklasmak zorunda kalacagiz. Tüm bildiklerimizi alip bunlari yeni, yaratici ve yenilikçi yollarla kullanmamz gerekecek.
Bilimsel Veri Nedir? Bir veri “gerçek, ispati mümkün olan seydir.”
Teori Nedir? Günlük yasamda, bir teoriyi genelde kanitlanmamis bir fikirden biraz daha fazlasi ya da bir tahmin olarak düsünürüz. Ancak bilim dünyasinda teori bilimle yakindan ilgilenmeyen bir insani sasirtabilecek bir anlam tasir. Teori, dogrulanmis ve dogru olarak kabul edilmis bir seydir. Teori sözcügünün tanimi sudur:
“Kisitli bilgi veya ilme dayali varsayim.”
Kanit Nedir? Kanit “zihni bir iddiayi dogru olarak kabul etmeye zorlayan delil veya argümandir.”
Zamani Geldi
Açikça görülüyor ki, evrenin nasil isledigi ve evrendeki rolümüze dair bilinmesi gereken her seyi bilmiyoruz.
Bilim dünyasinin güçlü seslerinden biri ve ayni zamanda Cambridge Üniversitesinde astrofizik profesörü olan Sir Martin Rees, 21. yüzyili önemli bir engelle karsilasmadan geride birakma sansimizin yalnizca 50/5O oldugunu söylüyor.
Her daim endiselenecek dogal felaketlerimiz olsa da, simdi Rees’in “insan kaynakli” adini verdigi yeni bir tehdit sinifi da hesaba katilmalidir.
Kuskusuz, yakin gelecekte her birimizden vermesi istenecek sayisiz karar vardir. Ancak ben en önemli ve belki de en basit kararin, yeni bilimin bize kim oldugumuz ve dünyadaki rolümüzle ilgili gösterdigseyi kucaklamak olacagina inaniyorum.
Günümüzün kesifleri bize geçmisin ögretilerinin artik dogru olmadiklarini söylediginde bir tercih yapmamiz gerekir. Yanlis ilkeleri ögretmeye ve yanlis varsayimlarin neticelerinden mustarip olmaya devam mi edecegiz? Öyleyse, o zaman daha derin bir soruyu yanitlamamiz gerekir:·Neden korkuyoruz?
Kim oldugumuz, buraya nasil geldigimiz ve ne zamandir Dünya üzerinde oldugumuz gerçegini bilmek neden yasam biçimimiz için böylesinde tehditkâr olsun?
Bunu çözmek, tarihimizdeki en büyük mücadele olabilir.
Evrende kim oldugumuzu ve varligimizin ifade ettigi rolü kabullenecek cesarete sahip miyiz?
Bu sorularin yaniti–evetse, o zaman kendimizi degistirerek dünyayi degistirebilecegimiz bilgisiyle gelen sorumlulugu da kabul etmeliyiz.
Belki de ihtiyacimiz olan tek sey, aslinda tecrübemizin mimarlari oldugumuz gerçeginin farkina varmak için kendimize dair düsüncelerimizde ufak bir degisiklik yapmaktir. Uzmanlar hakliysa, medeniyet ve insanoglu, gelecek birkaç yil içinde yapacagimiz tercihlere baglidir. Ve bu tercihleri yapmak için, kendimizi ve birbirimizle olan iliskimizi, hatta dünyayla olan iliskimizi, hiç olmadigi kadar farkli bir sekilde düsünmeliyiz.
SINIRDA YASAMAK:
Degisimin Devrilme Noktalarini ATLATMAK 
Bireyler ve bir medeniyet olarak, sevdigimiz her seyi kaybetmeye tehlikeli bir biçimde yakiniz. Bilim insanlari bize açikça ve direkt terimlerle, yasamlarimizi idame ettiren dogal sistemlerin yok olmasi anlaminda dönüsü olmayan bir noktaya yaklastigimizi söylüyorlar.
Açikça görülüyor ki, eger medeniyetimizin bir sonraki yüzyilin ötesine geçmesini istiyorsak, savaslar baslatma ve fosil yakit rezervlerimiz gibi sinirli kaynaklari tüketmenin yani sira dünyanin dört bir yaninda hizla artan yoksullugu sonlandirmak için hiçbir sey yapmama gibi tercihlerimiz artik bize hiçbir fayda saglamamaktadir.
Yeryüzünde kalmayi umuyorsak, yasam biçimimizi degistirmek zorundayiz ve bunu yapmak için, düsünce biçimimizi degistirmek zorundayiz ki bu yalnizca dünyaya ve kendimize olan bakisimizdaki güçlü degisimle mümkün olabilir. Küresel isinma konusundaki tartismalar; söylemeye çalistigim seye güzel bir örnektir.
2006 yilinda, eski baskan yardimcisi Al Gore iklim degisikligi konusunu, dünyanin dört bir yanindaki insanlarin oturma odalarina ve siniflarina tasidi. O ve film yönetmeni David Guggenheim, Sundance Film Festivalinde An lnconvenient Truth (Uygunsuz Gerçek) isimli belgeselin ilk gösterimini yapti. Film sonunda iki Akademi
ödülü topladi ve 2007’de Al Gore Nobel Baris ödülünü Birlesmis Milletlerin Hükümetler Arasi Iklim Degisikligi Paneliyle paylasti.
Filmi saran yorumlar ve ödüllerle birlikte tartismalar ortraya çikti. Belgeselde, Gore ikna edici istatistikler ve çarpici görüntüler paylasti; kirilan ve Antarktik okyanusuna devrilen dev buz parçalari ve neredeyse buzsuz kalmis Kuzey Kutbunda dinlenmek için saglam bir zemin (buz) arayan ve bu arayista bitkin düsen kutup ayilari gibi.
Bunlar bize dünyamizla ilgili iki sey söylüyordu:
 
1.    Iklim degisikligi çoktan geldi ve,
2.    Bunun sebebi biziz.
Iklim degisikligi aniden küresel politikalarin yönünü belirleyen konularin basinda geliyordu.
Yüz binlerce yildir her sene dogal bir süreç dünyanin iklimini “dondurur.” Her sene mevsimler degisip isi düserken, dünyanin buz basliklarinin üzerine yeni bir buz tabakasi eklenir. Yeni katman dondugunda, bu katman oksijeni, karbon dioksiti ve diger elementleri muhafaza eder ve donma olusmadan önce biriken yagmur, kar, mikroskobik yasam ve tozla birlikte yogunlasir. Her senenin birikimi, bir önceki yil her ne toplandiysa onlari örter ve mühürler, buzun kalinligini artirirken kalici bir katman yaratir.
Kutup bölgelerindeki buz donuk kaldigi sürece, gezegenimizin tarihine dair binlerce yil boyunca üst üste konmus binlerce katmanli görsel bir kütüphane görürüz. Bu tarih bilim insanlarina dünyanin uzak geçmisindeki küresel isilar, edinilen günes isini miktari, deniz seviyeleri ve buz basliklarinin kalinligi hakkinda bilgiler verir. Bu kayit bize ayni zamanda, konu normal iklim döngüleri oldugunda günümüz kosullarinin gerçekten de “siradisi” olup olmadigini belirlemenin bir yolunu sunar.
1999 yilinin Haziran ayinda, bilim insanlarindan olusan uluslararasi bir ekip buzullarin en kalin kisimlarinin altindaki bir kazi projesini tamamladi –Vostok, Antarktika. Aldiklari buz katmanlari bize, geçmise dogru 420,000 yillik bir pencere açti; dünya tarihinde bu kadar geriye gitmek daha önce hiç mümkün olmamisti.
Bu bilgiye dayanarak, Dünyanin iklimi konusundaki iki büyük soruya yanit verebiliriz:
Soru  1: Iklim degisikligi yasaniyor mu?
Yanit 1: Kesinlikle evet.
Soru  2: Bu degisiklige biz mi sebep olduk?
Yanit 2: Kesinlikle hayir.
1880 öncesinde dünya isilarinin direkt bir ölçümüne sahip olmadigimizdan, bilim insanlari geçmis çaglarin iklim kosullarini belirlemek için baska araçlar kullanirlar. Ve daha önce sözünü ettigimiz buzul çekirdekleri de burada devreye girer.
Antarktik çekirdeklerinden alinan isi verilerine göz atarsaniz bir seyi hemen fark edersiniz: Dünyanin isinma ve sogumasinda kesinlikle bir ritim söz konusudur ve bu ritim her biri yaklasik 100,000 yil süren döngülere baglidir. Dahasi, o dev döngüler içinde daha küçük olanlari bulunur.
Bilim insanlari, yaklasik 100,000 yillik isi döngülerinin, Dünya’nin günes etrafindaki yörüngesinin zaman içinde degismesiyle meydana geldigine inaniyorlar. Bu, dismerkezlik adi verilen dogal bir fenomendir. Bugün bizler bir döngünün (isinma döngüsü) sona erip diger bir döngünün (soguma döngüsü) basladigi bir dönemde yasiyoruz.
Tüm Türler Nereye Gitti?
Ama her sene yeni türler kesfedilse de, ayni zamanda Dünya’daki soy tükenme hizi giderek artmaktadir. Tahminlere göre, bazilari kesfedilmeden önce olmak üzere, her sene: Dünyadan 26,000 tür eksilmektedir.
Bu sebepten, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon su tavsiyede bulunur: “Biyo-çesitlilik kaybinin temel sebebine ulasmak için, karar alma alanlarinda ve tüm ekonomik birimlerde buna daha yüksek öncelik vermemiz gerekmektedir.” Kuskusuz pek çok türün hizlanan soy tükenme orani bize, gezegendeki en büyük degisimi yaratan yasam-formlarina güçlü bir mesaj vermektedir. Asil soru sudur: Biz o mesaji dinliyor muyuz?
Kitlesel soy tükenmeleri geçmisin bir gerçegidir. Biyologlara göre, Dünya tarihinde en az bes büyük kitlesel soy tükenmesi yasandi. Her biri, öncesinde ve sonrasinda gelenlerden yüz milyonlarca yillik bir süreçle ayrildi. Örnegin:
·      Ilk kitlesel soy tükenmesi 440 milyon yil önce,
·      Ikincisi 370 milyon yil önce,
·      Üçüncüsü 245 milyon yil önce ve,
·      Dördüncüsü 210 milyon yil önce yasandi.
·      Dünya üzerindeki besinci ve son kitlesel soy tükenmesi yaklasik 65 milyon yil önce, yeryüzündeki tüm yasamin % 60 ila 80’inin kayboldugu bir zamanda meydana geldi.
Biyologlar bize kesin bir dille, altinci büyük kitlesel soy tükenmesinin ortasinda oldugumuzu söylemektedirler.
Zamanimizin en iyi zekâlari bize, çoktan bir kriz içinde oldugumuzu ve aslinda hepsi ayni zamanda – simdi – gerçeklesen birden fazla krizle mücadele ettigimizi  söylüyor. Ortada bir sorun oldugunu kabul etmemiz için, içme suyu ne kadar az kalmalidir? Dünyanin kaynaklari azalirken dünya nüfusu kaç kez katlanmalidir? Bir diger küresel savasa ne kadar yaklasmaliyiz?
Sanirim benim “Ne zaman?” sorusuna verecegim -yeni ve-gelistirilmis yanit söyle olurdu: “Hâlihazirda birden fazla krizle karsi karsiya oldugumuzu ve düsünme biçimimizi degistirmedikçe daha büyük krizlere dogru ilerledigimizi kabul etmemiz için isler daha ne kadar kötülesmek zorunda?
Küresel ekonomik çöküs, bagimsiz bir olay gibi “çabucak” olmadi. Bu olayin, küresel toplulugumuzun karsi karsiya oldugu daha büyük sayisiz devrilme noktasi senaryosundan ayri düsünülmesi imkânsizdir. Ve nasil dünyanin buz tabakalari erimeye baslayip adalar yükselen deniz seviyeleri altinda kaybolmaya baslayana kadar iklim degisikligi politikacilar ve kamu tarafindan büyük oranda göz ardi edildiyse, ekonominin çöküsü de bir adim geriye gidip büyük resme bakabilecek insanlara bir sinyal göndermisti.
“Fractal Time-Içiçe Geçmis Zamanlar” isimli kitabimda anlatildigi gibi, ekonomik sistemler, dogada kaliplar ve iklimlerde döngüler yaratan ayni dogal ritimleri takip ederler. Kaliplar hesaplanabildigi ve geri dönüs kosullari öngörülebildiginden, ekonomik çöküsün küresel kosullarinin bir kez daha nüfus artisi, kaynak azligi ve savas döngüleri gibi diger pek çok sürdürülmesi imkânsiz sistem gibi ayni zaman çerçevesinde gerçeklestigini görmek sürpriz olmamalidir.
Herkes farkli sekillerde ögrenir. Bazilari saatlerce tekrar yaparak ögrenirken, bazi insanlar bir kitabin sayfasina bir kez göz gezdirerek okuyabilir ve ögrenebilir. Bilgiyi “duyma” seklimiz ve onu duyduktan sonra ne yaptigimiz, nasil ögrendigimizle yakindan iliskilidir.
Bir insan için hiçbir anlam ifade etmeyen bir sey, bir baskasi için bir uyan çagrisi ola bilir.
Insan, insan ve Daha Çok insan!
20. Yüzyilda pek çok “ilk” gerçeklesti! Bazilari “iyi” bazilari pek iyi degil ve bazilari yalnizca kafa karistirici. 1900’den beri dünya ilk uçak ve televizyona, ilk bilgisayarlara ve aya çikan ilk insanlara tanik oldu… Mikroçiplerin icadi, DNA kesfi ve atomun bölünmesi de cabasi. Dünya ayni zamanda nüfusta patlama niteliginde, daha önce esi benzeri görülmemis bir büyümeye de tanik oldu.
Son buzul çaginin sonlarindan 1650 yilina kadar, gezegenin toplam nüfusunun 500 rnilyonun altinda ve stabil oldugu tahmin edilmektedir. 1650 ve 1804 yillari arasinda, uzun süre 500 milyonun altinda kalan dünya nüfusu aniden 1 milyara yükseldi.
Sonra, 2 milyara ulasmasi yalnizca 123 yil sürdü. Sonrasindaysa geriye dönüs yok gibi görünmektedir. Dünyadaki Insan sayisi 3, 4, 5 ve 6 milyara ulasirken, her bir milyari eklemek için gereken yil sayisi da ayni hizla 33, 14, 13 ve 12 olarak düsüs gösterdi.
Küresel ailemiz 2010 yilinda 6.89 milyar insanla yeni bir rekora ulasirken, büyüme hizi, BM’nin tahminlerine göre 1989 yilinda yilda 88 milyonken su anda senede 75 milyona düstü.
Ve mevcut akim, küresel ailemizin sayisinin bir sonraki iki katlanmasi – 4 milyardan (1974) 8 milyara-2025 yilinda gerçeklesecegini göstermektedir ve bu oldugu takdirde, uzmanlar bunun 22. Yüzyila kadar son kez gerçeklesen ikiye katlanma olacagina inaniyorlar.
Matematik biyologu ve Rockefeller Üniversitesi Nüfus Laboratuvari baskani Joel E. Cohen’in Scientific American’da yer alan açiklamasinda belirttigi gibi, “En yüksek seviyede nüfus artisi – senede yüzde 2,1- 1965 ve 1970 yillarinda yasandi. 20. Yüzyildan önce insan nüfusu hiçbir zaman bu hizla yükselmemisti ve bir daha bu hizla yükselmesi de pek mümkün görünmemektedir.”
UNUTULMUS GEÇMISIMIZIN SAKLI TARIHI
Göbeklitepe arkeologlarin tamamen yabanci olduklari bir yer degildi. Ancak 30 yil önce bu alani ilk kez kesfeden ve belgeleyen Amerikali ekip, etraftaki tepeciklerin çok daha yakin zamana ait bir mezarlik oldugu yanilgisina düsstü. Kimse, bu varsayimin ne kadar yanlis oldugunu bilemez, hayal bile edemezdi.
Sonuçta Göbeklitepe’nin sanilandan çok daha eski-çok çok eski – oldugu anlasildi. Bir ömürlük bir kesif her arkeologun hayalidir.
Subat 2010’da Newsweek dergisindeki kösesinde bu kesfe yer veren gazeteci
Patrick Symmes’in sözleri her seyi özetledi: “Bu bölge yalnizca eski degil, bu bölge eskiyi yeniden tanimlar.”
Peki, ne kadar eski? Göbeklitepe’nin yasini belirlemek için kullanilan bilimsel yöntem, kaziyla ortaya çikarila tapinaklarin 11,550 yil öncesine ait oldugunu saptadi. Bir kiyas yapmak gerekirse, bu tapinaklar Ingiltere’deki Stonehenge’den 6,000 yil önce insa edilmisti.
John Hopkins Üniversitesi arkeologlarindan Glenn Schwartz Incil’in insan için “Tanri suretinde yaratildi” ifadesini kullandigini hatirlatir ve Göbeklitepe’nin
“insanlari ilk kez bu fikirle, insanlarin tanrilara benzedigi fikriyle göreceginiz yer” oldugunu söyler.
Göbeklitepe’nin gizemleri yakin zamanda çözülecek gibi görünmüyor. Örnegin, bölgenin M.Ö. 8,000 yillarinda neden kasitli olarak örtüldügünü ya da en basinda kimler tarafindan insa edildigini asla bilemeyebiliriz. Sütunlarin üzerindeki kabartmalari ya da bazi Maya ve Misir tapinaklarinda teyit edildigi gibi bölgenin astronomik amaçlara hizmet edip etmedigini anlamak yillar, hatta on yillar alabilir.
Misir’in Gize Platosundaki Büyük Sfenks’ten, Türkiye Göbeklitepe’deki tapinak alanini ortaya çikaran kaziya kadar, eski çag tarihimizdeki ileri medeniyetlere dair bilimsel kanitlar inkâr edilemez. Simdi sormamiz gereken soru böyle antik medeniyetlerin var olup olmamasi degil, varliklarinin ne anlama geldigidir.
Tek bir sorunun içinde çok daha derin sorular saklidir:
Kim? Neden? Ne? O alanlari kim insa etti? Neden yok oldular? Bu insaatlari yapanlar bizim bilmedigimiz ne biliyorlar?
Bu sorularin yanitlan. Bizden önce gelenlerin medeniyetlerini kaybetmelerine sebep olan ayni hatalari yapmamizi önlemede en önemli anahtarlar olabilir. Su ana kadar, dünya tarihinin geleneksel zaman çizelgesi bu sorulari ele almayi basaramadi.
Her 5,125 yilda bir, Dünyanin uzaydaki pozisyonda meydana gelen dogal degisiklikler, bir döngünün bitisini ve bir diger döngünün baslangicini isaret eden göksel bir dizilimine sebep olur. Antik ve yerli gelenekler bu dizilimler arasindaki zamana günesler, dünyalar, ya da dünya çaglari der.
Iklim, deniz seviyesi, medeniyet ve dünya çaglarina eslik etmis yasamdaki degisiklikler öyle büyük olmustur ki bu degisiklikler yasandiginda mevcut dünyanin sonunun geldigi söylenir. Bu döngülerin olusmasina ve olustugunda neler olduguna dair bilgiler, bugün dünya çaglarinin doktrini olarak bilinir.
Bugün bu tip bilgiye güzel bir örnek, Amerika’nin West Çölündeki Hopi yerlilerinde rastlanir. Onlarin gelenekleri, bugün içinde yasadigimiz dördüncü döngüden önce var olmus üç engin zaman döngüsünden – üç eski dünyadan söz eder. Her dünyanin nasil büyük bir felaketle sona erdigini anlatirlar:
1.    Ilki, depremler ve kitalarin suya gömülmesiyle,
2.    Ikincisi, dünyanin buzla kaplanmasiyla ve,
3.    Üçüncüsü büyük bir selle sona ermistir.
4.   Kehanet, dördüncü dünyanin-bizim dünyamizin-yakinda sona erecegini ve,
5.Kisa süre içinde besinci dünyada yasamaya baslayacagimizi söyler.
Bilimsel olmayan sebeplere dayansa da, Hopi’nin her çagi sona erdiren olaylara dair açiklamasi, jeolojik kayitlarda muhafaza edilen dünya tarihine çok benzemektedir. Örnegin, yaklasik 20,000 yil önce gezegeni kasip kavuran korkunç depremler ve volkan patlamalariyla dolu bir dönem oldugunu biliyoruz. Buzul çaginin yaklasik 12,000 yil önce sona erdigini ve neredeyse 4,000 yil süren bir buz erimesi ve siddetli yagis dönemi oldugunu da biliyoruz. Incil’de belirtilen selle özdeslestirilen de bu süreçtir.
Albert Einstein bir keresinde söyle demisti: “Insanoglu varligini sürdürecekse, yepyeni bir düsünce tarzi benimsemek zorunda kalacagiz.” Bir anlamda zamanin ötesinde olan sözleri, bugün 20. yüzyilin ortalarinda söyledigi zaman oldugu kadar anlamlidir.
TESADÜF MÜ, TASARIM MI?
INSAN KÖKENINE DAIR YENI DELILLER
Dante’nin Divine Comedy (Ilahi Komedya) isimli büyük eserinin meshur tercümani John Ciardi, Iyi bir soru asla yanitlanmamistir,” diye yazdiginda, aklindaki sorunun insan kökeni sorusu olup olmadigini merak ermistim. Ciardi kendine insanlik tarihindeki en hararetli yasal, politik ve bilimsel tartismanin altinda yatan sorusu sormus olabilir mi? Biz nereden geliyoruz?
Danimarkali·Soren Kierkegaard insan yasaminin “çözülecek bir sorun degil, yasanacak bir gizem” oldugunu söylemisti. Kierkegaard’in sözlerindeki siirsel hassasiyeti-. sevsek de, bu kesinlikle çözmemiz gereken bir gizemdir.
Yasamin ne oldugu ve nasil basladigi sorulari öyle iç içedir ki birine deginmeden digerini yanitlamak zordur. Diger bir deyisle, yasamin ne zaman basladigini bilmek için önce yasamin ne oldugunu bilmeliyiz, çünkü onun ne oldugunu bilmedigimiz takdirde ne zaman basladigini nasil bilebiliriz?
Tarihsel olarak yasamin kendisini inceleyen bilim dali biyoloji – yasami tanimlamak için genel olarak dört kriteri esas alir: metabolizma, büyüme, uyariciya tepki ve üreme.
Insan yasaminin nerede, .basladigini ve sekizinci-hücre evresince ne oldugunu düsündügümüzde, bu önemli bir kavramdir. Epigenetik çalismalarimiz gösteriyor ki, hücrelerimizdeki DNA kodu bedenlerimize nasil islev göstereceklerini söylüyor olsa da, kodu harekete geçiren sinyal hücrenin disindan gelmektedir!
Biz bunu, organ nakillerinden sonra siklikla görünen hücre atimi süreci sayesinde biliyoruz. Bir insanin organi bir baskasinin vücuduna yerlestirildiginde, alici beden yeni dokuyu “kendisi” olarak tanimaz. Ve tanimadigi için, yeni dokuyu reddederek ona yabanci nesne muamelesi yapar. Bilim insanlari, nakledilen organlar yeni bedenlerinde canli kalip hizmet edebilsinler diye bu ret mekanizmasini nasil bastiracaklarini kesfettiklerinde büyük bir atilim gerçeklesti.
Eger bazi yerli kültürlerin inandigi gibi, hayat bir kalp atisiyla tanimlaniyorsa, o zaman insan kalbi döllenmeden yaklasik 22 gün sonra devreye girer ve kan pompalamaya baslar.
Bazi insanlar, 6 hafta dolaylarinda gerçeklesen beyin dalgalarinin varliginin bariz bir insan yasami göstergesi olduguna inanirlar, ancak çalismalar bilincin daha sonra, 28. hafta dolaylarinda mevcut oldugunu göstermektedir.
Bazi doktorlar, kürtaj yaptirmak isteyen bir kadina, 20 haftalik bir fetusun aci hissedebildigini bildirmek mecburiyetindeydi. Bilim dergisi Discover’da yayinlanan (1 Aralik 2005) bir arastirma, his duymak için gereken sinir sisteminin yaklasik olarak 28. haftada aktif oldugunu göstermektedir.
Kesin olan bir sey vardir: Varolusumuzun derin gerçegsudur ki, yasamin kendisi bir sperm ve bir yumurtanin iki canli hücresinin yasami meydana getiren seyi yaratmak için birlestigi her yerde yasam baslar. Ve ilk sekiz hücre olustuktan sonra, insan olarak tanimlanabilecek karakteristik özellikleri veren DNA’yi devreye sokariz.
Beyin kapasitesinin 700 cm3’ten 1,348 cm3’e çikmasi neredeyse 2 milyon yil sürmüstür (ortalama 1.9 milyon ). Bu 648 cm3’lük bir artis yalnizca 400,000 yil gerektirdi (en yakin atamiz olan H. heidelbergensis ve modem insan arasinda).
Evrim teorisi açisindan bakildiginda, bu son artis göz açip kapayincaya kadar gerçeklesti ve belki daha önemlisi ihtiyacimiz olduguna inanilandan daha kisa sürede meydana geldi.
Beyinlerimizin boyutlari, evrim teorisyenleri için büyük bir sorun teskil eden bir insan var olusu gerçegi olmanin ~ani sira, daha büyük bir sorunu da isaret eder: modern insanin anatomik biçimi. Beyinlerimiz son 200.000 yilda çok degismedi, bedenlerimiz de öyle. Fosillerden aldigimiz bilgilere göre, bugün atalarimizin 200 bin yil önce sahip olduklari ayni bedenlere sahibiz.
Soru su: Neden? Eger evrim yasam diger türleri için oldugu kadar biz insanlar için de geçerliyse, o zaman bu zaman zarfi içinde neden degismedik?
Big Bang (büyük patlama) astro-fizik için ne ise, Kambriyum Patlamasi biyoloji için odur. Yaklasik 540 milyon yil önce meydana gelen Kambriyum Patlamasi esnasinda, bugün var olan sekiz büyük hayvan bedeni planinin tamami, - 27 küçük hayvan bedeni planiyla birlikte – ortaya çikti. Ve o patlamadan beri hiçbir yeni beden plani gelistirilmedi. Buradaki kilit fikir, Dünya üzerindeki temel yasam elementlerinin nispeten kisa bir süreçte ortaya çikmis olmasidir, uzun zaman içindeki yavas bir evrimsel sürecin bir sonucu olarak degil,
Darwin’in evrim teorisinde, özellikle de insanlara uygulandiginda, büyük sorunlar oldugu açiktir.
Bu sikintili veriler, giderek artan sayida bilim insaninin yasamin kökeni sorusuna farkli bir yönden yaklasmaya baslamasina neden oldu.
Simdi onlarin öne sürdükleri sey, dogrudan dogruya var olusumuzun kalbini hedef alan bilimsel bir soruya dayali tamamen taze bir perspektif sunmaktadir:
Yasamin karmasikliginin temelini olusturan kozmik bir plan yüzünden mi variz? Diger bir deyisle, tasarimla mi buradayiz?
Eger öyleyse-eger yasam, tipki bir saat üreticisinin varligini ima eden bir saatin varligi gibi bir tasarimi yansitiyorsa-o zaman tasarimci kim ya da ne?
Darwin’in teorisinin içerigini özetleyen bir ifadeyle temsil edilmesi gibi – dogal seçilim yoluyla evrim –yasamda ortaya çikan kozmik bir tasarima dair alternatif bir açiklamanin da bir ismi vardir: akilli tasarim teorisi, kisaca AT.
Akilli tasarim ifadesi 1989 yilinda meshur olmadan önce, Darwin’in teorisine alternatif bir teori bir hareket olarak kendini gösterdi: yaratilisçilik. Ve nasil Darwin’in destekçilerine Darwinciler dendiyse, yaratilis teorisinin destekçilerine de yaratilisçilar dendi.
Akilli tasarim sik sik yaratilis teorisiyle özdeslestirilse de, en saf haliyle ilgisi yoktur. AT doga ve yasamdaki kaliplar için akilli bir tepki tespit etme çabasinda degildir. Böyle bir aklin var oldugunu bile söylemez. Yalnizca yasamin, hatta insan yasaminin, dogal yollarla gelismemis karmasik süreçlere dayali bir tasarimin sonucu oldugunu söyler. AT’nin bazi destekçilerinin tasarimcinin Tanri oldugu yönünde güçlü inançlari olsa da gerçek akilli tasarim bilimi bu kadar ileriye gitmez.
Akilli tasarim iki kilit varsayima dayanir:
Akilli-Tasarim Varsayimi 1: Evrende bir düzen vardir.
Akilli-Tasarim Varsayimi 2: Yasayan sistemlerin karmasikliklari en iyi yönlendirmeli (rastlantisal degil) süreçlerle açiklanabilir.
AT’nin özeti sudur: Evrenin temelini olusturan çetrefilli ve karmasik sistemler yasam için öyle titizlikle “ayarlarlanmistir” ki bunlarin sans eseri meydana gelmeleri mümkün degildir.
Yasaminin ileriki dönemlerinde verdigi samimi röportajlarda Albert Einstein, böyle bir düzenin evrende var olduguna olan inancini ve bu düzenin nereden geldigine dair düsüncelerini paylasti. Bu sohbetlerden birinde Einstein söyle dedi, “Bir kalip görürüm, ama hayal gücüm o kalibin yaraticisini hayal edemez… Hepimiz görünmez bir kavalci tarafindan uzaklarda çalan gizemli bir notayla dans ediyoruz.” Yasamdaki anlam arayisimizda, düzenin varligi sik sik Einstein’in “görünmez kavalcisinin” var oldugunun bir isareti olarak yorumlanir.
En kuskucu bilim insani için bile, yasam DNA’sinin karmasik ve çetrefilli bir bilgi dizisine, hücrelerimize ne yapacaklarini ve onu ne zaman yapacaklarini söyleyen bir programa benzedigi açiktir. Hem akilli tasarim hem de evrim, kökenimizin dogasina dair faydali düsünceler sunsa da, her iki teoriden anahtar kavramlari alip birlestirmenin bazen su ana kadar gözlemlenen kanitlara dair en iyi açiklamayi verdigini kesfedebiliriz.
ARTIK SAVAS ISE YARAMIYOR:
NEDEN BARISA UYGUN “ÜRETILDIK”?
1984 yilindaki vefatindan önce, film yapimcisi Sam Peckinpah söyle demisti:
“Her insanin içinde büyük bir siddet kaynagi var. Bu kaynak yönlendirilmez ve anlasilmazsa, savas veya delilikle ortaya çikar.”
Dünya üzerinde var olmus bilinen en eski medeniyetlere dair arkeolojik kazilar (Göbeklitepe, Kambay Körfezi ve Caral) savasin dogal bir yasam biçiminden ziyade, aslinda medeniyetlerin son 5,000 yillik döngüsü esnasinda gelismis bir aliskanlik olabilecegini göstermektedir.
Dünyanin en eski medeniyetlerinin kesfi tarihimizi ve savas ve baris tarihimizi son buzul çaginin sonlarina dogru itmektedir.
Rutgers Üniversitesinde antropoloji profesörü olan R. Brian Ferguson, toplumdaki geleneksel savas algisiyla hemfikir olmayan bilim insanlarindan biridir.
“Benim görüsüm, küresel arkeolojik kayitlarin, savasin her zaman insan varolusunun bir niteligi oldugu yönündeki fikrin aksini gösterdigidir,” diyor Ferguson ve yeni delilleri söyle özetliyor: “Aksine, kayitlar savasin son 10,000 yil içindeki bir gelisme oldugunu göstermektedir.”
Hem Caral hem de Chaco Kanyonunda göze çarpan anormalliklerden biri, savasa dair hiçbir iz, delil ya da isaret olmamasidir. Ayrica o zamanin insanlarinin kendilerini herhangi bir seyden koruma ihtiyaci duyduklarina dair hiçbir delil yoktur.
Aslinda Amerika’nin ötesine, Dünya üzerinde bilinen en eski medeniyet olan Göbeklitepe gibi yerlere baktigimizda, yalnizca son 5,000 yilda Misir, Roma ve Yunanistan gibi medeniyetlerde savas düsüncesinin bir yasam biçimi olarak algilandigini görürüz. Her zaman, bugün sandigimiz gibi savasçi türler olmadigimiz açiktir.
Soru su: Neden degiliz? Atalarimiz savas olmadan, sorunlarini çözmenin bizim unuttugumuz bir yolunu mu buldular? Ve eger öyleyse, o zaman her kötü aliskanlikta oldugu gibi, bu siddete yönelik aliskanliginizdan da vazgeçebilir miyiz?
Obama Beyaz Saray’da görevdeyken Nobel Baris Ödülünü alan üçüncü Amerikan Baskani olsa da (Theodore Roosevelt, 1906 ve Woodrow Wilson, 1919), tartismalari alevlendiren Obama’nin Beyaz Saray’daki görev süresi degildi. Görevde bulundugu kisa süre içinde ne basardigi ve ne basaramadigina dair algilar tartismalara yol açmisti. Polonya’nin eski basbkani (1990-1995), eski siyasi tutuklu ve 1983 Nobel –Baris ödülü sahibi Lech Walesa’ya muhabirler konuyla ilgili görüslerini sorduklarinda, o pek çok insanin içten içe hissettigseyi açikça söyledi: “Kim? Ne? Bu kadar çabuk mu? Henüz barisa herhangi bir katki olmadi. Bir seyler teklif ediyor, bir seyler baslatiyor, ama henüz icraat yok.”
Tarihin simdi kabul edilen 5,000 yil önceki geleneksel “baslangicindan” önce, buluntular savasin bir norm olmadigini göstermektedir. Elimizdeki verilerle savasin ender görüldügünü ve görüldügü zamanlarin iklimdeki degisimlerle örtüsgünü söyleyebiliriz. Savas ancak Sümer Imparatorlugu zamaninda, yani mevcut dünya-çagi döngüsünün baslangicinda alisilagelmis bir uygulamaya dönüsstür.
Insanlar o zamandan beri neredeyse her daim o veya bu savasa dâhil olmuslardir. Öyleyse simdi sorulmasi gereken soru sudur: Savas için sebepler hâlâ geçerli midir, yoksa tarih döngümüzde, bedelin faydadan agir bastigi bir döneme eristik mi? Diger bir deyisle, savas hükümsüz mü kaldi?
II. Dünya Savasindan sonra, Rusya ve Amerika Birlesik Devletleri dünyaya dair iki farkli düsünce yapisina eristi. Dünya görüslerindeki ve siyasi perspektiflerindeki farkliliklar, biri Komünizme ve digeri Kapitalizme dayanan iki birbirine uzak felsefeyle ortaya çikti.
Ve Soguk Savas 1941 Yilinda basladiginda dünyanin tecrübe ettigi uzun bir savaslar listesinin sonunda olsa da, bu savasin siradan bir savas olmadigi ortadaydi. Gizliligi sonradan kaldirilmis dokümanlar, 1985 yilinda Amerika ve Sovyetler Birligi arasinda kullanima hazir olan nükleer silahlarin toplam sayisinin 65,000 civarinda oldugunu göstermektedir.
Bugün, müzakereler ve silahlarin azaltilmasindan 20 yil sonra, 8,OOO’inin “aktif” oldugu düsünülen en az 22,OOO silah kalmistir.
Ilk kez kamuya açik bir sekilde gerçeklestirilen bu toplantida (1983 yilinin Cadilar Bayraminda, Washington, D.C.’de gerçeklesen konferansta test edildi. Nükleer Savasin Uzun Vadeli Küresel Biyolojik Neticeleri Konferansi), Soguk Savasin ifade ettigi nükleer savasin sonuçlari dünyaya açik ve görsel bir sekilde sunuldu.
Olasi netice, nükleer kis adi verilen fenomen, TTAPS olarak bilinen bir grup arastirmaci tarafindan anlatildi (soyadlarinin bas harfleri: Truco, Toon, Ackerman,
Pollack ve Sagan).
Simülasyonlar bir seyi net bir biçimde gözler önüne seriyordu: Dünya, amaci artik hiçbir anlam ifade etmeyen yeni bir savas türüyle karsi karsiyaydi, çünkü görünüse bakilirsa bu savasin bir kazanani olmayacakti. Soguk Savas her iki tarafin da kaybedecegi bir önermeydi, ilk kez, zamanin en ileri silahlariyla ortaya çikan saldiri fikri, savas ihtimalini hedefiyle uyumsuz kiliyordu.
Soguk Savas yillarinin TTAPS raporlarindan kisa süre sonra ve 1983 yilindaki ölümünden hemen önce, gelecek bilimci Buckminster Guller modern dünyada savasin rolüyle ilgili isabetli bir tahminde bulundu. “Ya savas hükümsüz ya da insan.”
Einstein, bir sonraki dünya savasinin nasil savasilacagi sorusunu yanitlarken aklinda benzer bir tema vardi. Üçüncü Dünya Savasinin hangi silahlarla savasilacagini bilmiyorum,” dedi, “ama Dördüncü Dünya Savasi tas ve sopalarla yapilacak.”
Hem Einstein hem de Fuller dogru iz üzerindeydi ve neredeyse bir gecede, nükleer silahlarin savasin faydaliligini hükümsüz kildigini belirttiler.
Özümüze Kadar Iyiyiz!
Bana sorarsaniz, dünyadaki çogu insani birbirine baglayan bir arzu vardir: en derin sefkat özlemimiz. Bizler, iyi bir dünyada yasayan iyi insanlar oldugumuza inanmak isteriz.
Bu içimizdeki derin hayirseverlik hissi, 13. yüzyil âlimlerinden Aziz Thomas Aquinas tarafindan güzel ve basit bir dille ifade etmisti. Uzak diyarlarda bir dagin tepesinde duymayi bekleyecegimiz bilge bir guru gibi söyle der: “Türlerin iyiligi bireyin iyiliginden üstündür, tipki biçimin maddeden üstün olmasi gibi.”
Yaklasik dört yüz yil kadar sonra, bilim adami ve filozof Sir Francis Bacon bu ifadeyi su sözleriyle tekrarladi: Iyilige olan egilim insan dogasinin derinliklerine kazinmistir…”
Yasamlarimizda uzun soluklu degisime kapi aralayan, temelinde sahip oldugumuz iyi karakter ve bir tür olarak essizligimizdir.
Bugün dünyadaki sikintili konulara yakindan bakarsaniz, çatismanin genel anlamda çiftlik ve köylerdeki insanlar arasinda olmadigini anlarsiniz. Çatismayi ve mücadeleyi tetikleyen, insanlarin yasamlarini degistirmeye çalisan kurumlar, hükümetler, kuruluslar ve siyasi hareketlerdir. Bireyler ve aileler olarak biz kendimizi nasil kosullar içinde bulursak bulalim, her zaman mutlu olmanin bir yolunu buluruz.
Evsiz dilenciler ve topragi isleyen dürüst insanlardan güçlü pozisyonlarda bulunan parlak zihinlere, herkes yasaminda ayni seylerin pesindedir: baris, besin, siginacak bir yer, saglik, yasami aileleri için daha iyi hale getirecek firsatlar ve yaratilistaki yerlerine dair daha iyi bir anlayis.
SON OYUN: TARIHIMIZI, KADERIMIZI ve YAZGIMIZI
YENIDEN YAZMAK
2007 yapimi The Bucket List isimli film pek çok insani yasamlari ve sagliklari yerindeyken gerçeklestirmek istedikleri sey konusunda düsünmeye itti.
Film, her zaman yapmak istedikleri seyleri bir türlü firsat veya zaman bulamamis iki adami (Morgan Freeman ve Jack Nicholson) konu almaktadir. Hayallerini gerçeklestirmek için son bir firsat yakaladiklarinda, ikisi de bir ömürlük arzularini içeren birer liste hazirlar: “ölmeden önce yapilacaklar listesi.”
Film yayinlandiktan kisa bir süre sonra annemle yaptigim bir sohbette, ona onun ölmeden önce yapmak istedigseyleri sordum. Nereleri ziyaret etmek ve hayati boyunca firsatini bulamadigi neler yapmak istiyordu.
Ona, Dünya üzerinde gitmek istedigi her yere gitmesi, görmek istedigi herhangi birini görmesi ve her zaman yapmak istedigi herhangi bir seyi yapmasi için yardim edecegimi hatirlattim.
Annem listesini yüksek sesle paylasmaya basladi. Listenin basinda eski arkadaslarini son bir kez ziyaret etmek vardi. Anneme, listesindeki seyleri hemen-·o gün- yapmaya baslamak isteyip istemedigini sordugumda, masanin karsisindan bana bakti, basini iki yana salladi… Bu hareketle ne kast ettigi çok açikti. “Hayir,” dedi,
simdi degil. Isler su ara çok karmasik. Bekleyelim de dünya biraz sakinlessin.” “Bilirsin iste,” diye yanitladi, “isler eski haline dönünce”
En iyi ihtimalle bile onun hatirladigi, özlemini duydugu ve bekledigi “normal” hiçbir zamani gelmeyecek. Sebebi gayet açiktir: o dünya, geçmisin dünyasidir.
Dünyamiz ve yasamlarimizi sürdürme biçimimiz kesinlikle sona ulasmaktadir ve eger tarih bir göstergeyse, dünyamiz bugün oldugu gibi yeni bir yönde ilerlemeye basladigi anda, sanki her seyi ileriye götüren gizemli bir evren “yasasini” izler. Eskiden oldugu yere dönemez. Nasil kendimizi yasamlarimizda eski iliskilere, evliliklere, islere ve yerlere dönerken bulamiyorsak, 2008 veya 2006… veya daha öncesi… dünyasinin bir daha var olmasi da pek mümkün degildir. Ve basit ama güçlü bir sebepten mümkün degildir: o dünya gitti.
Küresel bir Topluluk: Geri Dönüs Yok
Küresel bir toplum oldugumuz bir sir degildir. Dünya ekonomisine yön veren borsalar küresellesmistir ve 7/24 hizmet vermektedir. Kisin sogugunda yaz ürünlerini marketlerimize getiren besinler dünyanin diger yarisinda yetistirilir ve gün gün bir uçtan bir uca tasinir. Saat sabahin üçünde seyahat rezervasyonu veya bilgisayarimiza teknik yardim için aradigimiz telefon büyük olasilikla kürenin baska bir kenarindaki bir çagri merkezinde yanitlanir.
Hâlihazirda küresel bir toplum oldugumuzda, evlerimizde, ailelerimizde ve topluluklarimizda yaptigimiz tercihlerin küresel yansimalari vardir. Ama küresellesme tüm bunlar mümkün olmadan uzun süre önce basladi. 2002 yilinda European Review of Economic History, Ulusal Ekonomik Arastirma Bürosuna ait “Küresellesme Ne Zaman Basladi?” isimli bir çalisma yayinladi.
Bu çalisma, ticaret yapma ve piyasayi etkileme becerisinin neredeyse 5OO senedir devam ettigini gösterdi. Özetle çalisma, bu becerilerin modern medeniyet üzerinde biraktigi veya birakmayi sürdürdügü etki ve küresellesmenin üç evresini anlatmaktadir.
-Ilk küresellesme devri, 18. yüzyildan önce uzak mesafeler arasinda gerçeklesen ticaretle tanimlanmistir. Bu dönemde, Dünyanin diger bölgelerinden Avrupa’ya ithal edilen ürünler arasinda baharatlar, seker, ipek ve yerel pazarlarda bulunmayan diger seyler vardi.
-Küresellesmenin ikinci devri 19. Yüzyilin baslarinda, Avrupa tahil ve kumas gibi seyler ithal etmeye basladiginda gerçeklesti.
- Bugün bizler küresellesmenin üçüncü devrinde yasiyoruz. Teknolojiler ve beceriler dünyanin tüm sinirlarinda, okyanuslarinda ve zaman dilimlerinde rekabet içindedir. Bu tip küresellesme, küresel Pazar ve ekonomilere çok farkli bir baski uygular. Ve bu, geçtigimiz üç yüzyil boyunca yasanan “ürün” ve “sey” ithalatindan çok farkli oldugu için, mevcut akim ve döngü modelleriyle örtüsmez. Bu sebepten, uzmanlar uzun vadede mevcut küresellesme seviyelerinden bekleyecegimiz etki türünü açiklamaya çalismaktadir.
Küresellesmenin geleceginin neler getirecegini tam olarak bilemesek de, su ana kadar dünya için ne anlam ifade ettigi konusunda sayisiz görüs mevcuttur.
Newsweek için hazirladigi kisa bir yazida gazeteci Thomas Friedman, 2001 Yilinda Italya’da gerçeklesen Avrupa G8 Konferansi ve 2009 Yilinda Pittsburg’da gerçeklesen ABD G20 Konferansi sirasinda yasanan kanli ayaklanmalarin, insanlarin küresellesmenin yalnizca ticaret için iyi oldugu ve halklari önemsemedigi yönündeki korkularini yansittigina degindi. “Ama küresellesme dünyayi mahvetmedi, yalnizca dünyayi düzlestirdi,” diyor Friedman.
Almanya Basbakani Angela Merkel de hemfikir gibi görünmektedir. Almanya’nin Hannover Fuari açilis seremonilerinde Merkel söyle dedi:
“Küresellesmenin refahimiza zarar verecegi yönünde bir endise var. Ben buna katilmiyorum. Küresellesme de kazanan taraf biz olabiliriz, ama yatirim yapmaya istekli olmali ve kendimizi güçlü bir sekilde adamaliyiz.” Küresellesme elestirmenleri ise bambaska bir sey görmektedirler.
Her ne kadar Friedman ve Merkel’in karsit görüsleri kendi alanlarinda çesitlilik gösterse de, genel olarak protestocularin korktuklari seyin yasam standardindaki degisiklik olmadigini öne sürmekteler.
Kuskusuz küresellesme, bugün gördügümüz haliyle, iki ucu keskin bir kiliçtir. Demokratik bir süreç degildir ve bedeli küresellesmeden en çok fayda saglayan insanlar tarafindan ödenir.
Yer aldigim neredeyse her zirvede, konferansta ve söyleside, kayit disi veya dâhil, sorulacagina emin oldugum tek bir soru vardir: Yakin zamanda küresel bir yönetim sekli altinda yasayacagimiza inaniyor muyum ve inaniyorsam ne zaman?
“Fractal Time” isimli kitabimda anlattigim gibi, çocuklugumdan beri hobi olarak yaptigim bir seyi resmi ve profesyonel olarak yapabilmek benim için kusursuz bir firsatti: insanlarda, yasamda ve dogada kaliplari arastirmak. Profesyonel anlamda onlari bulmak için büyük miktarda verileri tarayan yüksek hizda bilgisayarlarin teknolojisini kullaniyordum.
Gelecegin tam olarak neler barindirdigini bilmiyorum. Bildigim sey geçmisin döngülerinin, gelecek zamanlarda neler bekleyebilecegimizi söyleyen kaliplar tasiyor olmalaridir.
Güç, zengin, teknoloji ve bilginin büyük oranda el degistirmesi, günümüzün degisimleri arasindadir. Dolayisiyla ayni degisim döneminde ticaret, sanayi ve finansin yani sira hükümetlerde globallesme görmek benim için sasirtici degildir.
Avrupa Birligini, farkli uluslar ortak hedefler için birlik te çalistiginda neler olabilecegine dair bir örnek olarak gösterdigimizde, küresel yönetimin iyi bir sey olabilecegi gayet açiktir.
2000 yilinin Eylül ayinda Birlesmis Milletler Parlamentosunun 55. Oturumu “Birlesmis Milletler Milenyum Deklarasyonunu” kabul etti. Bu deklarasyon, bir dizi küresel endiseyi ele alan hedeflere ulasmak için yeni bir küresel ortaklik çözümü sunuyordu.
Simdi BM Milenyum Kalkinma Hedefleri (MKH) olarak bilinen hedefler, 192 ülke ve 23 uluslararasi organizasyonun hâlihazirda kabul ettigi ve onayladigi bir dizi girisim üzerine kurulmustur. Bu azimli planin anahtar unsurlari asagida siralanan sekiz yüksek-seviyede hedef olarak belirlenmistir.
Hedef 1: Ekstrem yoksulluk ve açligi sonlandirmak Hedef 2: Evrensel ilkögretimi saglamak
Hedef 3: Cinsiyet esitligini yaymak ve kadinlari yetkilendirmek Hedef 4: Çocuk ölüm oranini düsürmek
Hedef 5: Anne sagligini gelistirmek
Hedef 6: HIV/AIDS, sitma ve diger hastaliklarla savasmak Hedef 7: Çevresel sürdürülebilirligi teminat altina almak Hedef 8: Kalkinma için küresel bir ortaklik gelistirmek
Kuskusuz bunlar yüce hedeflerdir. Hepsini bir araya koydugumuzda, bu sekiz hedef dünyanin krizlerle bas etme biçiminde yasanan radikal bir degisimin çekirdegini olusturur.
Yeni Dünyanin Dogusu
Annelerimizin rahminde geçirdigimiz ortalama süre (gebelik süresi) 260 gün civarindadir. Dünyanin yörüngemizdeki dev bir döngüsü tamamlamasi için geçen süre ise 26,000 yil civarindadir. Kalip anlaminda bakildiginda, dogumumuzdan önceki 260 gün, Dünyanin yeni devinim döngüsüne “dogmasi” için gereken 26,000 yilin fraktalidir
Mayalar her dogum için, kosullarin yeni yasama olanak verecek sekilde degismesi gerektigini biliyorlardi. Tarihte atalarimizin zaman olgusuna bakislari tam olarak buydu: yeni bir yasam döngüsü için kozmik bir dogus.
Pek çok insan Maya takviminde 2012’nin sonu olarak belirtilen tarihi dünyanin sonu olarak yorumladi. Ancak Maya geleneklerine dair derin bir anlayis, bunun dünyanin sonuyla degil: bir dünya çaginin -ve bununla birlikte bir yasam biçiminin-sonuyla ilgili oldugunu ortaya koyar.
Ama nasil herhangi bir seyin sonu ondan sonra gelen seyin baslangiciysa, dünya çagi döngümüzün sonu da ardindan gelen yeni bir döngünün baslangicidir; yeni bir dünyanin dogusudur. Antropolog, tarihçi ve Maya Ajq’ij (rahip ve spiritüel rehber) Carlos Barrios 2002 yilinda Santa Fe, New Mexico’da yaptigi bir konusmada bu durumu günümüzdeki Mayalarin perspektifinden özetledi. “Dünya sona ermeyecek dönüsecek. Atalarimizin takvimleri vardir ve bu dönüsümü nasil yorumlayacaklarini onlar bilirler, baskalari degil.”
Geçmisin dünyasina dönemeyiz, çünkü o dünya sona ermistir. Biz degisimi yasarken o dünya gözlerimizin önünde dönüsüm geçirmistir.
Mayalarin zamanla ilgili mesajini anlamanin anahtari sudur: Içinde büyüdügümüz, kendimizi rahat hissettigimiz ve alistigimiz dünya hiçbir zaman bir varis noktasi degildi. Asla var olmanin daimi bir yolu olamazdi, çünkü asla sürdürülebilir degildi. 20. Yüzyilin ortalarindaki dünya, bizi baska bir yasama götüren bir basamak, bir ögrenme egrisini baslatan bir noktaydi.
Bu sebeplerden, annemin bekledigi dünya asla gelmeyecek ve yasam asla “normale” dönmeyecek. Bugünkü yasam yeni normaldir. Ve bizi tek bir yöne tasimaktadir: ileriye. Gidisati durduramayiz, ama bizi nereye götürdügüne yön verebiliriz. Degisimi durduramayiz, ama daha nazik bir inis yapmasini saglayabiliriz.
Yasamlarimizi inançlarimizi esas alarak yasariz, Bu yalin Bu gerçegin farkina vardigimizda, inançlarimizin nereden geldigini sormak mantikli olabilir. Yanit sizi sasirtacaktir. Birkaç istisna disinda, inançlarimizin kaynagi, diger insanlarin bize dünyamiz hakkinda anlattiklaridir. Diger bir deyisle, dünyayi ve kendimizi görmek ve yasamlarimizin en önemli seçimlerini yapmak için kullandigimiz mercekler bilimin, tarihin, dinin, kültürün ve ailelerimizin ögretileridir.
Önemli olan, biz degistigimizde dünyanin degismesidir. Bilimsel tüm kalpleri birbirine bagladigi dogrulanmis bir alanin içinde var olan bir dünyada, mesele “onlara”- kurumlarin CEO’larin ve milletlerin liderlerine – nasil ulasacagimiz degil, hepimizi birbirimize baglayan kuantum alanina – ya da enerji matrisine – ne koymayi seçtigimizdir.
Bu kitaba tek bir soru sorarak basladik – yapacagimiz her seçimin altinda yatan, bizi sinayacak her mücadelenin kalbinde yasayan ve karsi karsiya kalacagimiz her kararin zemini olusturan yanitlanmamis bir soru bu: Biz kimiz?
Bu kitap boyunca kesfettigimiz tüm bilgiler isiginda, simdi neden bu sorunun yanitlanmasinin bu kadar önemli oldugunu görüyoruz. Bu gereklidir. Yasamsaldir. Kisacasi, bu soruya verdigimiz yanit medeniyetin çekirdegini olusturur.
Biz kimiz?
Bizler gizemli kökene sahip gizemli varliklariz. Bu dünyada, bugün göründügümüz halimizle yaklasik 200.000 yil – 30 dünya çagi ve iki buzul çagi – önce belirdik. Bedenlerimiz akilli bir tasarimin tartismasiz izlerini tasimaktadir. Biz bu dünyaya, tüm canlilara hayat veren ve onlari birbirleriyle baglayan alanlarla iletisim kurma becerisine sahip kalbin sessiz dilini “konusarak” geldik.
Bizler yasamlarimiz, ailelerimiz ve yasam biçimlerimiz için korktugumuzda siddete yönelen barisçil varliklariz.
Mevcut dünyanin yalnizca son 5,125 yili boyunca büyük ölçekli savas aliskanligi gelistirdik. Bizim atalari oldugumuzu söyleyecek insanlara ne miras birakacagiz? Çocuklarimizin tarih kitaplari bize bakip rekabetten çok isbirligine deger verdigimizi ve korkmak yerine sevmeyi ögrendigimizi mi söyleyecekler?
Yoksa bize bakacak ve insanlik tarihinin 5,000 yillik en büyük firsatini, geçmisimizin yanlis inançlarinin yerine bize yetki ve güç veren gerçegi koyma sansini kaçirdigimizi mi söyleyecekler? Bu sorulara sözcüklerimizle yanit verdik. Simdi söyledigimiz seyleri yasamaya baslamaliyiz. Belirmekte olan yeni dünyayi varolusumuzun derin gerçeklerine dayandiracak miyiz?
Bunu ögrenmek için çok beklememiz gerekmeyecek.
DERIN GERÇEK
Deep Truth / Gregg BRADEN
Ingilizceden Çeviren: Merve Duygun BUTIK YAYINCILIK-2014

Benzer Kitaplar