Gregg BRADEN New York Times’in çok satan yazarlarindandir. Bilim ve sprütiellik arasinda köprü olusturan öncü bir
arastirmacidir. “Martin Marietta Aerospace”in eski üst düzey bilgisayar sistem
tasarimcisi ve “Phillips Petroleum”un bilgisayar jeologu ve “Cisco Systems”in
ilk teknik operasyon müdürüdür. 20 yildan uzun bir süredir en deger verilen
geleneklerimizin dilinde sifrelenmis, hayat veren sirlar için Misir, Peru ve
Tibet’teki tapinaklari arastirmaktadir.
Bugüne dek “Tanrinin Sifresi, Ilahi
Matriks,**Içiçe Geçmis Zamanlar ve The Spontaneous
Healing of Belief” gibi öncü kitaplarin ortaya çikmasini saglamistir. Paradigmalari
altüst eden kitaplari 17 dilde ve 33 ülkede yayinlanmistir.
Varolusumuzun
temelinde gizlenen tek bir soru vardir. 200.000 yil boyunca ya da yeryüzünde
bulundugumuz bin
yillar içinde sayisiz birey tarafindan sayisiz kez sorulan soru en basit
haliyle sudur: Biz
kimiz?
Bizim kim
oldugumuza
verdigimiz
yanit, medeniyetin temel ilkelerinin altini çizer: gida, su, ilaç ve yasamin diger gereksinimleri gibi
kaynaklari nasil paylastigimizi; ne zaman ve neden
savasa girdigimizi ve ekonomimizin neye
dayali oldugunu
etkiler.
Büyük bir
güvenle, gezegenimizin bundan 50 yil, hatta 500 yil sonra da burada olacagini söyleyebilirim. Bu
zaman süresince ne gibi tercihler yaparsak yapalim – kaç tane savasa girersek girelim,
kaç tane siyasi devrim baslatirsak
baslatalim
ve havamizi ve okyanuslari ne kadar kirletirsek kirletelim –
atalarimizin “bahçe” dedikleri dünya, her gün günesin etrafinda
ayni 365.256 günlük yolculugunu yapiyor olacak, tipki geçtigimiz 4.55 milyar yildir yaptigi gibi.
Konu
Dünya degildir;
konu ondan keyif almak için üzerinde olup olmayacagimizdir.
Zamanimizin
en iyi zihinleri, yenilenen küresel savas tehdidinden kaynaklarimizin asiri kullanimina ve giderek azalan gida ve içilebilir su
kaynaklarindan dünyanin okyanuslarina, ormanlarina, nehirlerine ve göllerine
dayattigimiz esi benzeri olmayan strese
kadar sayisiz, felaket niteliginde
neticeye dogru hizla
ilerledigimizin
farkindadirlar. Sorun, uzmanlarin bu sorunlar karsisinda ne yapilmasi gerektigi hususunda hemfikir olmamasidir.
Harekete geç ama Nasil?
Burada ne
kast ettigimi
açiklamanin en iyi yolu uydurma bir senaryo olabilir: Güzel, açik ve günesli bir günde bir arkadasinizla birlikte, yolun bir
tarafindaki evinizden onun yolun karsi tarafindaki evine gitmek için bir otoyolu geçtiginizi hayal edelim. Ikiniz de derin bir sohbete
koyulduktan sonra aniden basiniza
kaldiriyor ve l8-tekerlekli dev bir tirin dogrudan dogruya üzerinize
geldigini fark
ediyorsunuz.
Siz
harekete geçebilesiniz diye, o anda bedeninizin “savas ya da kaç” tepkisi
devreye giriyor. Soru: Nasil? Ne yapacagimiza bir an önce
karar vermek zorundasiniz. Hem siz hem de arkadasiniz karar vermeli ve hemen karar vermelisiniz.
Bu
senaryo kulaga saçma
bir örnek gibi gelse de, ayni zamanda tam olarak bugün dünya
sahnesi üzerinde durdugumuz
yerdir. Bireyler, aileler ve uluslar olarak yollarimiz, siz ve arkadasinizin geçtigi o otoyola benzemektedir.
Bize dogru yaklasmakta olan “büyük tir”
birden fazla krizin kusursuz firtinasidir: iklim degisikligi, terörizm, savas, hastaliklar, gida ve su
yetersizligi ve
burada, Dünyada yasamla bas etmenin sürdürülmesi
imkânsiz bir dizi yolu.
Nasil
sizin sorunu irdelemenize firsat kalmadan size dogru gelen tirin önünden çekilmek son derece mantikliya,
ufukta kabaran felaketler çig olup yagmadan
onlarin yolundan çekilmek de bir o kadar mantiklidir.
Bu
kitabin mesaji, geçmeyi seçtigimiz yasam yolunda bizi
bekleyen çarpismadan
kaçinmak için akillica ve hizli bir sekilde hareket etmemiz gerektigidir. Belki en güzelini Albert Einstein söylemistir: “Insanoglu varligini sürdürecek ve yeni yüksekliklere
çikacaksa, yeni bir düsünce
türü sarttir.”
Yeni bir düsünce
seviyesi gelistirmek,
tam da bugün yapmamiz gereken seydir…
Ikilem
Yakin zamanda gelistirilen
epigenetik bilimi, bilimsel verilere dayanmaktadir. Epigenetik, “yasamin tasarisi” dedigimiz genetik kodun,
DNA’mizin çevremizle birlikte degistigini kanitlar.
Geleneksel
bilim insanlarinin konusmaktan çekindigi sey, DNA’mizi degistiren çevrenin,
havamizda ve suyumuzda toksinden fazlasini barindirdigi ve elektrik hatlari,
dönüstürücü istasyonlari ve
dünyadaki en büyük sehirlerde
bulunan cep telefonu kulelerinden daha çok elektromanyetik “gürültü” içerdigidir.
Eski düsünme
biçimlerimiz – en güçlü olanin hayatta kalacagina, rekabet ihtiyacina
ve dogadan
ayri oldugumuza
dair inançlar dâhil- bizi bir felaketin esigine getirdi.
Yeni düsünme
biçimlerine ihtiyacimiz oldugundan, o
binlerce yillik “biz kimiz” sorusu simdi hiç olmadigi kadar önemlidir.
Her bir tercihin kalbinde yatan o soruyu yanitlamadikça, hangi
tercihleri yapacagimizi nasil
bilebiliriz? BIZ KIMIZ?
Bu temel soruyu yanitlamadan, yasam-degistiren kararlar vermek,
kapinin nerede oldugunu
bilmeden bir eve girmeye çalismaya benzer.
Bu kitap, geçmiste
dünyamiz ve kendimiz hakkindaki düsünme biçimimizi radikal bir biçimde degistirecek alti kesif alani (ve onlarin
ortaya koyduklari gerçekler) belirler.
Zamanimizin büyük krizlerini ele alirken, göz önünde bulundurmamiz
gereken en önemli gerçekler sunlardir:
Derin Gerçek 1: Yasamlarimizi ve dünyamizi tehdit eden krizleri etkisiz hale
getirme becerimiz, bilimin kökenimiz ve geçmisimiz hakkinda ne söyledigini kabullenme istekliligimize baglidir.
Derin Gerçek 2: Yaygin egitim sistemlerinin yeni kesifleri yansitma ve yeni teoriler kesfetme konusundaki
gönülsüzlügü, bizi
insanlik tarihinin en büyük krizlerini ele almakta basarisiz olan köhne inançlara
mahkûm etmektedir.
Derin Gerçek 3: Yasamlarimizi tehdit eden krizleri ele almanin anahtari, isbirligini zorlastiran parmakla isaret etme ve suçlama
yerine, bu degisimlere ayak uydurmak için
karsilikli yardim
ve isbirligine dayanan ortakliklar
kurmaktir. Sanayilesme çagi kuskusuz atmosferdeki sera
gazi salinimina katki sag1adi ve kesinlikle su anda gezegenimizde yasayan yedi milyar insan için elektrik ve yakit saglamanin temiz, yesil ve alternatif
yollarini bulmak zorundayiz… Ancak:
Gerçek: Iklim degisikligi insan kaynakli degildir. Dünyanin 420,000
yillik tarihine dair bilimsel deliller, yaklasik 100,000-yillik
araliklarla bir isinma ve soguma
döngüsü kalibi göstermektedir.
Gerçek: Geçmisin isinma ve soguma döngüleri esnasinda,
sera gazi salinimindaki artis, 400 ila 800 yillik bir ortalamayla isi artisinin arkasinda kalmaktadir.
Gerçek: Dogal degisim döngülerine ayak
uydurmamiz ve insan kaynakli krizlerle bas etmemize
yardimci olacak sürdürülebilir yasam tarzlari yaratmak, esi-benzeri-görülmemis seviyede sinerji ve takim çalismasi gerektirecektir
Derin Gerçek 4: Son buzul çaginin sonlarina dogru
ortaya çikan gelismis medeniyetlerle
ilgili yeni kesifler,
atalarimizin kendi zamanlarinda karsilastigi bu krizi kendi
zamanimizda çözmek için fikirler sunmaktadir.
Derin Gerçek 5: Yeni teknolojilerin kullanilmasiyla sayisiz
disiplinden alinan bilimsel veriler, insanligin, uzun bir
süreç boyunca evrimsel gelisimle rastgele ortaya çikan yasam formlarindan ziyade, bir kerede ortaya konan bir tasarimi
yansittigi konusunda
hiçbir kuskuya yer
birakmayan deliller sunar.
Derin Gerçek 6: 400’den fazla kapsamli olarak degerlendirilmis arastirma, siddetli rekabet ve savasin, en derin is birligi ve korumacilik
içgüdülerimizle dogrudan dogruya çelistigini göstermektedir. Diger bir deyisle, en gerçek dogamizin özünde, bizler
savasa “uygun”
yaratilmadik!
Inançlariniz
ne olursa olsun, insanligi, kim
oldugumuz, ne
zamandir burada oldugumuz ve
neden dünyanin “dikislerinden ayriliyor” gibi göründügüne dair
geleneksel öyküsünü yeniden düsünmeye zorlayan deliller harika bir okumadir.
Bu kesiflerle
yolculugunuzdan
neler bekleyebileceginizi simdiden
bilmeniz önemlidir. Bu sebeple siradaki ifadeler bu kitabin ne oldugunu ve ne olmadigini net bir sekilde açiklamaktadir:
· Derin
Gerçek bir bilim kitabi degildir
· Bu,
kapsamli olarak degerlendirilmis bir arastirma metni degildir.
· Bu kitap
iyi arastirilmis ve belgelenmistir.
· Bu kitap, bilim ve
spiritüellik arasindaki geleneksel sinirlari geçtigimizde nelerin basarilabilecegine dair bir örnektir,
Derin Gerçek tek bir hedefle yazilmistir: bizi (yasamlarimizin ve dünyamizin krizlerini
çözerken) geçmisle olan
iliskimizi
anlama konusunda yetkilendirmek. Yetkilenmenin anahtari sudur: kendimizi ne kadar
iyi tanirsak, yasamlarimizdaki
tercihler o kadar netlik kazanir.
Gregg Braden
/Santa Fe, New Mexico
BIZ KIMIZ? :
KENDIMIZIN ARAYISINDA
Küresel bir ankette her birimize nereden geldigimiz sorulabilseydi, büyük
olasilikla yanitlar asagidaki üç kategoriden birine
düserdi:
1 Bizler, son iki milyon yil içinde meydana
gelmis mucizevi
bir biyoloji eszamanliliginin
(evrim) ürünleriyiz.
2. Dogrudan dogruya daha üstün bir
gücün eliyle yaratildik, yasam asilandik ve Dünyaya
gönderildik.
3. Bizi biz yapan büyük, kozmik bir kalip var – zeki bir tasarim – ve
bu tasarim, uzun zaman önce bugün anlamadigimiz biri veya bir sey tarafindan harekete geçirildi.
Söz konusu kökenimiz ve tarihimiz oldugunda, bu görüsten hangisine inanmaliyiz?
Birlesmis DNA Gizemi
Genetik
kodun kesfinden bu
yana, bir türü digerinden
ayiran kromozomlarla ilgili olarak bir gizem daha ortaya çikti. Biyolojik
talimatlar bir türün üyelerinin kromozomlari içinde yer alir ve
kemiklerinin yapisi, beyinlerinin boyutu, nasil metabolize ettikleri, vs.
gibi seyleri
belirlerler. Maymunlarda 24 çift ya da toplamda yalnizca 48 kromozom
vardir. Insanlardaysa
23 ya da toplamda yalnizca 46 kromozom bulunur. En yakin akrabalarimiza kiyasla
bir set kromozom “eksigimiz” var
gibi görünse de, genetik haritalarimiz ilginç bir gerçegi
ortaya çikarmaktadir.
Genomlarimizda kromozomlarin eksik gibi göründügü noktaya yakindan
baktigimizda, insan
kromozomu 2’nin, sanki daha büyük bir DNA parçasina bir sekilde birlestirilmis (kaynamis) gibi, sempanzenin 12 ve 13
kromozomlarina son derece benzer oldugunu – ve hatta “karsilik geldigini”
görürüz. Ilginç bir sekilde, bu birlesme yalnizca insanlarda
meydana gelmistir.
Ancak insan ve primat fizyolojisi arasinda yapilan bir karsilastirmaya göre, Homo
sapienler olarak bizim, evrimsel adimlarin geleneksel agacina kusursuz bir sekilde uyum saglamadigimizi gösteren sayisiz
buluntu vardir.
Net bir sekilde,
hem yaratilisçilik hem
de evrim için, bilgi kaynaklari yetersizdir ve yeni deliller
ortaya çiktikça yorumlarin revize edilmeleri için yer birakmaktadir.
Bazen yasamlarimizda “ne
oldugu” gerçegini, öncelikle
ne “olmadigi” gerçegini kesfederek buluruz. Eleme
süreciyle, aradigimiz
anlayisa
odaklaniriz. Sevgililer, aile, arkadaslar ve is arkadaslarimizla olan kisisel iliskilerimizden
uluslararasindaki savas ve
barisa, yasamin büyük derslerini tam
da bu sekilde ögreniriz. Bir seyi istemedigimizi ögrenmeden önce,
istemedigimiz
o seyi
tecrübe ederiz,
Nasil trafigin
kurallarini anlamadan araba kullanmayi ögrenmek saglikli bir sürüs deneyimi saglamazsa, atomlar ve
moleküllerle olan iliskilerimizi
anlamadan dogayi bu
atom ve moleküllere indirgemek de, bugün karsi karsiya oldugumuz krizler için anlamli
çözümler bulmamiza yardimci olmaz. 20. Yüzyilin kendimiz ve geçmisimizle ilgili kesiflerinin özünü ortaya çikarabilseydik,
neler ögrenirdik?
Üç yüz yil önce, Isaac Newton’un
fizik yasalarini çevreleyen bilimsel görüs bizim evreni, dünyamizi ve bedenlerimizi büyük kozmik bir
makinanin parçalariymis gibi
görmemize neden oldu – birbirlerinden ayri, birbirlerinden bagimsiz ve yeri
doldurulabilir dev ve küçük sistemler oldugumuzu düsündük.
Yüz elli yil önce, Charles Darwin bizim
200,000 yillik bir yolculugun nihai ürünleri
oldugumuzu öne
sürdü: geçmiste
Dünya üzerindeki yerimiz için savasmak zorunda kalmis ve
bugün bunu yapmaya devam etmesi gereken evrimsel bir yarisin sampiyonlari.
Son 100 yilin bilimi ise bizi,
teknolojinin sorunlarimizin yaniti olduguna ve bilim araciligiyla dogayi ve
varligimizi tehdit
edenleri fethedecegimize
inandirdi. Bu görüslerin her
biri, en iyi ihtimalle eksik, bazi durumlarda hatali olan bilimsel
bilgilerden elde edilmis yanlis inançlara
dayanmaktadir.
YANLIS VARSAYIMLARIN
DERIN GERÇEGI:
HER SEYI DEGISTIREN BULUSLAR
2008
yilinda iki kardes, “Ben
kimim?” ve “Hayatin anlami nedir?” gibi var olan en
eski ve büyük olasilikla en anlasilmaz sorularin bir kismina yanit bulma arayislarini belgeleyen bir
film yayinladi. Clifford ve Jeffrey Azize su ana kadar 30’dan fazla ödül alan çarpici ve etkileyici bir film
yarattilar. Bu filmin adi The Human Experience – Insan Deneyimi’dir.
Çaglar
boyunca, varolusumuzun “daimi
sorulari” olarak bildigimiz bu
sorulari yanitlamak için elimizden gelenin en iyisini yaptik: Biz
kimiz? Nereden geliyoruz? Buraya nasil geldik? Nereye
gidiyoruz?
Her çagda, zamanin en iyi
araçlari bu sorulari yanitlamak için kullanildi.
Bilim, bize dünyanin ve bedenlerimizin gizemlerini kesfetmenin, bazen yasamin görünürde
anlamsizliklari arasinda anlam kazandiran bir yolunu verir,
Parlak
fizikçi Einstein siirsel diliyle bilimi, “duyu-deneyimimizin
kaotik çesitliligini, mantiksal bir düsünce sistemine oturtma girisimi” olarak
açikladi. Diger bir
deyisle bilim
bize, hayatin gizemlerini kesfederken
kullanabilecegimi ortak
bir lisan verir.
Dünyanin en eski arkeolojik alanlarindan birinin tarihi, burada
söylemeye çalistigim seye kusursuz
bir örnektir. Arastirmacilar
Türkiye’deki Göbeklitepe bölgesinin kaç yasinda oldugunu bulmak için K
(karbon-14) tarih saptamasi kullandiklarinda, geçmiste yaygin bir sekilde kabul edilen bir
metodu izlediler. Böylece bölgenin 11,517 ile 11,623 yaslari arasinda oldugu ortaya çiktiginda – dünyanin en eski
medeniyetlerinden biri olan Sümerlerin yasinin en az iki kati – veri kanitlanmis bir yaklasima dayandirilmisti ve buluntular
ciddiye alindi.
Genel anlamda bilimsel metot, bir fikir bilim dünyasinda kabul
görecekse, izlenmesi gereken bir dizi adimi tarif eder.
Kuantum
fiziginin
bilim sahnesine çiktigi günden
bu yana en büyük mücadele, klasik fizik ve kuantum fizigi tarafindan temsil edilen
iki çok farkli düsünce
tipini, evren ve yasama dair
tek bir görüste bulusturma çabasidir: birlesik bir teori. Su ana kadar bu gerçeklesmedi.
Nasil zayif bir barajda bulunan çatlaklar dolduruldukça yeni
çatlaklar belirirse, ortaya çikan teoriler bazi sorulari yanitlarken yeni
sorulara da kapi açti – hem de zaman zaman kapinin bilinmedigi yerlerde.
Sicim teorisinin evrimi, bu tip kapi ve
çatlaklara harika bir örnektir. 1980’lerde, evrimin
görünmez, titresen enerji
sicimlerinden meydana geldigi fikri,
fizikteki bir sonraki büyük devrimin habercisi olarak görülüyordu, Ancak
fizikçiler bu teorinin derinliklerine indikçe, bu fikirde ciddi sorunlar oldugu anlasildi. “Sicim
teorisi patlamayi bekleyen bir balondu,” diyor Columbia
Üniversitesinden matematikçi Peter Woit .“Temeli yoktu.”
Ancak simdilik çarpici gerçek sudur: Max Planck’in kuantum
teorisinin temel prensiplerini formüllestirmesinin üzerinden bir yüzyil geçti. Dünyanin en iyi bilim
insanlarinin matematigin ve
fizigin en iyi
teorileriyle çalistigi ve bu teorileri
dünya tarihinin en ileri düzeydeki arastirma merkezlerinde test ettigi 100 yilin ardindan, simdiye dek bilimsel dünya görüsümüzü zedeleyen büyük sorunlari çözmüs olmamiz gerektigi beklentisi son derece
makuldür. Tabii, eger dogru iz üzerindeysek.
Ancak sorunlari çözememis olmamiz, belki de yanlis iz üzerinde oldugumuz olasiligiyla
yüzlesmek
zorunda oldugumuzun
en önemli sebebidir.
Bilim Yanlis iz Üzerinde
mi?
Gerçekligin nasil
isledigine dair temel fikirler
yetersizse, o zaman dünyadaki tüm beyin gücünü ve teknolojiyi bu yanlis fikirlere uygulamak
bize dogru
yanitlar vermeyecektir.
2010 yilinda Prospect dergisinde yayinlanan “Science’s
Dead End” (Bilimin Çikmazi) isimli bir makalede, fizikçi
James Le Fanu, pek çok elestirmenin
neden yeni bilimin degerini sorguladigina ve
neden “Bilim dogru
iz üzerinde mi?” sorusundan daha büyük bir soruyu sorduguna dair iki örnek
vermektedir.
Soru sudur:
Bilim çikmazda mi?
Le Fanu
böyle düsünmemizin
neden çok kolay oldugunu söyle açikliyor: “Kozmologlarin
evrenin dogumunun
ilk birkaç dakikasi içinde neler oldugunu güvenilir
bir sekilde
açiklayabildigi ve
jeologlarin kitalarin hareketlerini santimetresine kadar hesaplayabildigi bir dönemde,
genetikçilerin insanlarin meyve sineklerinden neden bu kadar farkli olduklarini
ve nörobilim uzmanlarinin bir telefon numarasini neden hatirladigimizi açiklayamamalari çok
tuhaf görünüyor.”
2001
yilinda Insan
Genom Projesinin (IGP)
tamamlanmasinin ardindan bilim insanlari, bir insan için genetik kodun
beklenenden % 75 daha küçük oldugunu ögrendiklerinde
hayrete kapildilar.
Gen
haritalandirma ekiplerinden birine öncülük eden bir sirketin baskani Graig Venter bu
sorunu su
sözleriyle ortaya koydu, “Insanda, farede olmayan yalnizca 300 ayricalikli
gen var.” Ekibinin buluntularini bir adim öteye tasidi ve söyle dedi, “Bu
bana, genlerin bizi biz yapan seyin ne oldugunu açiklayamayacagini gösteriyor.”
Bizi
siradan bir fareden ayiran 300 genle, bizi bu kadar farkli yapan seyi bulmak için nereye
bakariz?
Eger, delillerin gösterdigi gibi, fark DNA’nin
kendisinde degilse, o
zaman nerede? Bu sorular, bazilarinin bizi geri dönüsü olmayan bir yola
götüren olasiliklarin “Pandora’nin kutusu” adini verdigi seyi açti.
Simdi bilim
insanlari bu sorulari yanitlamak için bedenin DNA’sinin ötesine
bakmalidirlar. Bu da bizi, geçmiste bilimin gitmeye isteksiz görünmeyen kuvvetlerin dünyasina
götürür.
Modern
dünyamizi geçmisle baglayan bir bilgi zinciri
vardir ve bu zincir her kirildiginda,
kendimize dair degerli
bilgiler kaybederiz. Zincirin tarihte en az iki kez kirildigini biliyoruz: biri
Roma isgali
sirasinda Misir’daki Büyük Iskenderiye Kütüphanesi yangini ve sonrasinda 4. yüzyila
ait Incil
düzenlemelerinin yanip yok olmasi. Benim düsünceme göre, bilgi kaybolmadan önce var olan orijinal ögretilere ne kadar yaklasabilirsek, atalarimizin
bilip de bizim unuttugumuz seyi o kadar net bir sekilde anlayabilecegiz.
Bilimsel
disiplinler açisindan bakildiginda bir
hiyerarsi vardir.
Bazen bu iliskiyi ters
duran bir piramit olarak hayal etmek faydali olabilir. Piramidin en küçük
parçasi, en alttaki kapak tasi, üzerine
konan her seyin
anahtaridir. Bilim dünyasinda bu kapak tasi matematiktir. Bu sebepten, dünyanin ilk
bilim insanlarindan biri olan Galileo Galilei’nin
sözleri bugün, en az 500 yil önce yazildiklarinda oldugu kadar dogrudur.
Galileo
evrenin “her daim gözlerimizin görebilecegi sekilde açik, ama yazildigi dili bilmedikçe
ve karakterleri yorumlayamadikça anlasilmasi imkânsiz olan dev bir kitap gibi” oldugunu söyler. “Bu
kitap matematik dilinde yazilmistir.”
Evrim
biyologu olan E.
O. Wilson’in sözlerine kulak verin: “Bilgelik açligi çekerken
bilgi içinde boguluyoruz.
Bundan böyle dünya birlestiriciler,
dogru
bilgiyi dogru
zamanda bir araya getirme, o bilgi üzerinde elestirel düsünme ve
akillica önemli kararlar alma becerisine sahip insanlar tarafindan
yönetilecektir.”
20.
yüzyil her anlamda Dünya insanlari için çilgin bir dönemdi. 1900 ve 2000
yillari arasinda, 1,6 milyardan 6 milyara çogaldik, iki dünya savasi geçirdik, 44 yillik bir Soguk Savas süreci
ve 70,000 bir-parmak-hareketiyle-firlatilmaya-hazir nükleer bomba atlattik, yasamin DNA
kodunu çözdük, ayda yürüdük ve en nihayetinde ilk insanlari uzaya
götüren bilgisayarlari çocuklarin oyuncaklari gibi göstermeyi basardik.
Pek çok
tarihçi 20. Yüzyili bilgi çagi olarak görür ve bunun sebebini anlamak hiç zor degildir.
21.
Yüzyil bilgelik çagi, yarattigimiz dünyada varligimizi sürdürmek için ögrendigimiz seyleri uygulamaya mecbur
kalacagimiz bir
zaman olarak görülecektir. Bunu yapmak için, sorunlarimiza geçmiste oldugundan farkli bir
biçimde yaklasmak
zorunda kalacagiz. Tüm
bildiklerimizi alip bunlari yeni, yaratici ve yenilikçi yollarla
kullanmamz gerekecek.
Bilimsel
Veri Nedir? Bir veri “gerçek, ispati mümkün olan seydir.”
Teori
Nedir? Günlük yasamda, bir
teoriyi genelde kanitlanmamis bir
fikirden biraz daha fazlasi ya da bir tahmin olarak düsünürüz. Ancak bilim
dünyasinda teori bilimle yakindan ilgilenmeyen bir insani sasirtabilecek bir anlam tasir. Teori, dogrulanmis ve dogru olarak kabul edilmis bir seydir. Teori sözcügünün tanimi sudur:
“Kisitli bilgi veya ilme
dayali varsayim.”
Kanit
Nedir? Kanit “zihni bir iddiayi dogru olarak kabul etmeye
zorlayan delil veya argümandir.”
Zamani
Geldi
Açikça
görülüyor ki, evrenin nasil isledigi ve evrendeki rolümüze
dair bilinmesi gereken her seyi bilmiyoruz.
Bilim
dünyasinin güçlü seslerinden biri ve ayni zamanda Cambridge Üniversitesinde
astrofizik profesörü olan Sir Martin Rees, 21. yüzyili önemli bir engelle karsilasmadan geride birakma sansimizin yalnizca 50/5O
oldugunu söylüyor.
Her daim
endiselenecek
dogal
felaketlerimiz olsa da, simdi
Rees’in “insan kaynakli” adini verdigi yeni bir tehdit
sinifi da hesaba katilmalidir.
Kuskusuz, yakin gelecekte her
birimizden vermesi istenecek sayisiz karar vardir. Ancak ben en önemli ve
belki de en basit kararin, yeni bilimin bize kim oldugumuz ve dünyadaki rolümüzle
ilgili gösterdigi seyi kucaklamak olacagina inaniyorum.
Günümüzün
kesifleri
bize geçmisin ögretilerinin artik dogru
olmadiklarini söylediginde bir
tercih yapmamiz gerekir. Yanlis ilkeleri ögretmeye ve yanlis varsayimlarin
neticelerinden mustarip olmaya devam mi edecegiz? Öyleyse, o zaman daha derin bir soruyu yanitlamamiz
gerekir:·Neden
korkuyoruz?
Kim oldugumuz, buraya nasil geldigimiz ve ne zamandir
Dünya üzerinde oldugumuz
gerçegini
bilmek neden yasam
biçimimiz için böylesinde tehditkâr olsun?
Bunu çözmek, tarihimizdeki
en büyük mücadele olabilir.
Evrende
kim oldugumuzu ve
varligimizin
ifade ettigi
rolü kabullenecek cesarete sahip miyiz?
Bu
sorularin yaniti–evetse, o zaman kendimizi degistirerek
dünyayi degistirebilecegimiz bilgisiyle gelen
sorumlulugu da
kabul etmeliyiz.
Belki de
ihtiyacimiz olan tek sey,
aslinda tecrübemizin mimarlari oldugumuz gerçeginin
farkina varmak için kendimize dair düsüncelerimizde ufak bir degisiklik
yapmaktir. Uzmanlar hakliysa, medeniyet ve insanoglu, gelecek birkaç yil içinde yapacagimiz tercihlere baglidir. Ve bu tercihleri
yapmak için, kendimizi ve birbirimizle olan iliskimizi, hatta dünyayla olan iliskimizi, hiç olmadigi kadar farkli bir sekilde düsünmeliyiz.
SINIRDA YASAMAK:
Degisimin Devrilme
Noktalarini ATLATMAK
Bireyler
ve bir medeniyet olarak, sevdigimiz
her seyi
kaybetmeye tehlikeli bir biçimde yakiniz. Bilim insanlari bize açikça ve direkt
terimlerle, yasamlarimizi idame
ettiren dogal
sistemlerin yok olmasi anlaminda dönüsü olmayan bir noktaya yaklastigimizi söylüyorlar.
Açikça
görülüyor ki, eger
medeniyetimizin bir sonraki yüzyilin ötesine geçmesini istiyorsak, savaslar baslatma ve fosil yakit
rezervlerimiz gibi sinirli kaynaklari tüketmenin yani sira dünyanin dört bir
yaninda hizla artan yoksullugu
sonlandirmak için hiçbir sey
yapmama gibi tercihlerimiz artik bize hiçbir fayda saglamamaktadir.
Yeryüzünde
kalmayi umuyorsak, yasam
biçimimizi degistirmek zorundayiz ve bunu
yapmak için, düsünce
biçimimizi degistirmek zorundayiz ki bu
yalnizca dünyaya ve kendimize olan bakisimizdaki güçlü degisimle mümkün olabilir.
Küresel isinma konusundaki tartismalar; söylemeye çalistigim seye güzel bir örnektir.
2006
yilinda, eski baskan
yardimcisi Al Gore iklim degisikligi konusunu, dünyanin dört
bir yanindaki insanlarin oturma odalarina ve siniflarina tasidi. O ve film yönetmeni
David Guggenheim, Sundance Film Festivalinde An lnconvenient Truth (Uygunsuz
Gerçek) isimli belgeselin ilk gösterimini yapti. Film sonunda iki
Akademi
ödülü
topladi ve 2007’de Al Gore Nobel Baris ödülünü Birlesmis Milletlerin
Hükümetler Arasi Iklim Degisikligi Paneliyle paylasti.
Filmi
saran yorumlar ve ödüllerle birlikte tartismalar ortraya çikti. Belgeselde, Gore ikna edici istatistikler ve
çarpici görüntüler paylasti;
kirilan ve Antarktik okyanusuna devrilen dev buz parçalari ve neredeyse buzsuz
kalmis Kuzey
Kutbunda dinlenmek için saglam bir
zemin (buz) arayan ve bu arayista bitkin
düsen kutup
ayilari gibi.
Bunlar bize dünyamizla ilgili iki sey söylüyordu:
1. Iklim degisikligi çoktan geldi ve,
2. Bunun
sebebi biziz.
Iklim degisikligi aniden küresel
politikalarin yönünü belirleyen konularin basinda geliyordu.
Yüz
binlerce yildir her sene dogal bir
süreç dünyanin iklimini “dondurur.” Her sene mevsimler degisip isi düserken, dünyanin buz basliklarinin üzerine
yeni bir buz tabakasi eklenir. Yeni katman dondugunda, bu katman oksijeni, karbon dioksiti ve diger elementleri muhafaza
eder ve donma olusmadan önce
biriken yagmur, kar,
mikroskobik yasam ve
tozla birlikte yogunlasir. Her senenin birikimi,
bir önceki yil her ne toplandiysa onlari örter ve mühürler, buzun kalinligini artirirken
kalici bir katman yaratir.
Kutup
bölgelerindeki buz donuk kaldigi sürece,
gezegenimizin tarihine dair binlerce yil boyunca üst üste konmus binlerce
katmanli görsel bir kütüphane görürüz. Bu tarih bilim insanlarina dünyanin
uzak geçmisindeki
küresel isilar, edinilen günes isini miktari,
deniz seviyeleri ve buz basliklarinin
kalinligi hakkinda
bilgiler verir. Bu kayit bize ayni zamanda, konu normal iklim döngüleri
oldugunda
günümüz kosullarinin
gerçekten de “siradisi” olup
olmadigini belirlemenin
bir yolunu sunar.
1999
yilinin Haziran ayinda, bilim insanlarindan olusan uluslararasi bir ekip buzullarin en kalin kisimlarinin
altindaki bir kazi projesini tamamladi –Vostok, Antarktika.
Aldiklari buz katmanlari bize, geçmise dogru
420,000 yillik bir pencere açti; dünya tarihinde bu kadar geriye
gitmek daha önce hiç mümkün olmamisti.
Bu bilgiye dayanarak, Dünyanin iklimi konusundaki iki büyük soruya
yanit verebiliriz:
Soru 1: Iklim degisikligi yasaniyor mu?
Yanit 1: Kesinlikle
evet.
Soru 2: Bu degisiklige biz mi sebep olduk?
Yanit 2:
Kesinlikle hayir.
1880
öncesinde dünya isilarinin direkt bir ölçümüne sahip olmadigimizdan, bilim insanlari
geçmis çaglarin iklim kosullarini belirlemek
için baska
araçlar kullanirlar. Ve daha önce sözünü ettigimiz buzul çekirdekleri de burada devreye girer.
Antarktik çekirdeklerinden alinan isi verilerine göz atarsaniz
bir seyi hemen
fark edersiniz: Dünyanin isinma ve sogumasinda kesinlikle bir
ritim söz konusudur ve bu ritim her biri yaklasik 100,000 yil
süren döngülere baglidir. Dahasi,
o dev döngüler içinde daha küçük olanlari bulunur.
Bilim insanlari, yaklasik 100,000 yillik isi döngülerinin, Dünya’nin günes etrafindaki
yörüngesinin zaman içinde degismesiyle meydana geldigine inaniyorlar. Bu, dismerkezlik adi
verilen dogal bir
fenomendir. Bugün bizler bir döngünün (isinma döngüsü) sona
erip diger bir
döngünün (soguma
döngüsü) basladigi bir dönemde yasiyoruz.
Tüm Türler Nereye Gitti?
Ama her sene yeni türler kesfedilse de, ayni zamanda Dünya’daki soy tükenme hizi giderek
artmaktadir. Tahminlere göre, bazilari kesfedilmeden önce olmak üzere, her sene: Dünyadan 26,000
tür eksilmektedir.
Bu sebepten, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon su tavsiyede bulunur: “Biyo-çesitlilik kaybinin temel
sebebine ulasmak için,
karar alma alanlarinda ve tüm ekonomik birimlerde buna daha yüksek öncelik
vermemiz gerekmektedir.” Kuskusuz pek çok
türün hizlanan soy tükenme orani bize, gezegendeki en büyük degisimi yaratan yasam-formlarina güçlü bir
mesaj vermektedir. Asil soru sudur: Biz o mesaji dinliyor muyuz?
Kitlesel soy tükenmeleri geçmisin bir gerçegidir.
Biyologlara göre, Dünya tarihinde en az bes büyük kitlesel soy tükenmesi yasandi. Her
biri, öncesinde ve sonrasinda gelenlerden yüz milyonlarca yillik bir
süreçle ayrildi. Örnegin:
· Ilk kitlesel soy tükenmesi
440 milyon yil önce,
· Ikincisi 370 milyon yil
önce,
· Üçüncüsü
245 milyon yil önce ve,
· Dördüncüsü
210 milyon yil önce yasandi.
· Dünya
üzerindeki besinci ve
son kitlesel soy tükenmesi yaklasik 65 milyon yil önce, yeryüzündeki tüm
yasamin %
60 ila 80’inin kayboldugu bir zamanda meydana geldi.
Biyologlar
bize kesin bir dille, altinci büyük kitlesel soy tükenmesinin
ortasinda oldugumuzu
söylemektedirler.
Zamanimizin
en iyi zekâlari bize, çoktan bir kriz içinde oldugumuzu ve aslinda hepsi ayni zamanda – simdi – gerçeklesen birden fazla krizle
mücadele ettigimizi söylüyor.
Ortada bir sorun oldugunu kabul
etmemiz için, içme suyu ne kadar az kalmalidir? Dünyanin kaynaklari azalirken
dünya nüfusu kaç kez katlanmalidir? Bir diger küresel savasa ne kadar
yaklasmaliyiz?
Sanirim benim “Ne zaman?” sorusuna verecegim -yeni ve-gelistirilmis yanit söyle olurdu: “Hâlihazirda
birden fazla krizle karsi karsiya oldugumuzu ve düsünme biçimimizi
degistirmedikçe daha büyük
krizlere dogru
ilerledigimizi
kabul etmemiz için isler daha
ne kadar kötülesmek
zorunda?”
Küresel ekonomik çöküs, bagimsiz bir
olay gibi “çabucak” olmadi. Bu olayin, küresel toplulugumuzun karsi karsiya oldugu daha büyük sayisiz
devrilme noktasi senaryosundan ayri düsünülmesi imkânsizdir. Ve nasil dünyanin buz
tabakalari erimeye baslayip
adalar yükselen deniz seviyeleri altinda kaybolmaya baslayana kadar iklim degisikligi politikacilar ve kamu
tarafindan büyük oranda göz ardi edildiyse, ekonominin çöküsü de bir adim geriye
gidip büyük resme bakabilecek insanlara bir sinyal göndermisti.
“Fractal Time-Içiçe Geçmis Zamanlar” isimli
kitabimda anlatildigi gibi, ekonomik
sistemler, dogada
kaliplar ve iklimlerde döngüler yaratan ayni dogal ritimleri takip ederler. Kaliplar hesaplanabildigi ve geri dönüs kosullari öngörülebildiginden, ekonomik çöküsün küresel kosullarinin bir kez daha
nüfus artisi, kaynak
azligi ve
savas döngüleri
gibi diger
pek çok sürdürülmesi imkânsiz sistem gibi ayni zaman çerçevesinde gerçeklestigini görmek sürpriz
olmamalidir.
Herkes farkli sekillerde ögrenir.
Bazilari saatlerce tekrar yaparak ögrenirken, bazi insanlar bir kitabin sayfasina bir kez göz
gezdirerek okuyabilir ve ögrenebilir.
Bilgiyi “duyma” seklimiz
ve onu duyduktan sonra ne yaptigimiz,
nasil ögrendigimizle yakindan iliskilidir.
Bir insan için hiçbir anlam ifade etmeyen bir sey, bir baskasi için bir
uyan çagrisi ola
bilir.
Insan,
insan ve Daha Çok insan!
20.
Yüzyilda pek çok “ilk” gerçeklesti!
Bazilari “iyi” bazilari pek iyi degil ve bazilari yalnizca kafa karistirici. 1900’den beri dünya
ilk uçak ve televizyona, ilk bilgisayarlara ve aya çikan ilk insanlara tanik
oldu… Mikroçiplerin icadi, DNA kesfi ve atomun bölünmesi de cabasi. Dünya ayni zamanda nüfusta
patlama niteliginde,
daha önce esi benzeri
görülmemis bir
büyümeye de tanik oldu.
Son buzul çaginin
sonlarindan 1650 yilina kadar, gezegenin toplam nüfusunun 500 rnilyonun altinda
ve stabil oldugu tahmin
edilmektedir. 1650 ve 1804 yillari arasinda, uzun süre 500 milyonun altinda
kalan dünya nüfusu aniden 1 milyara yükseldi.
Sonra, 2 milyara ulasmasi yalnizca 123 yil sürdü. Sonrasindaysa geriye dönüs yok gibi
görünmektedir. Dünyadaki Insan
sayisi 3, 4, 5 ve 6 milyara ulasirken, her bir milyari eklemek için gereken yil sayisi da ayni
hizla 33, 14, 13 ve 12 olarak düsüs gösterdi.
Küresel ailemiz 2010 yilinda 6.89 milyar insanla yeni bir rekora
ulasirken,
büyüme hizi, BM’nin tahminlerine göre 1989 yilinda yilda 88 milyonken su anda senede 75 milyona düstü.
Ve mevcut
akim, küresel ailemizin sayisinin bir sonraki iki katlanmasi – 4 milyardan
(1974) 8 milyara-2025 yilinda gerçeklesecegini
göstermektedir ve bu oldugu
takdirde, uzmanlar bunun 22. Yüzyila kadar son kez gerçeklesen ikiye katlanma olacagina inaniyorlar.
Matematik
biyologu ve
Rockefeller Üniversitesi Nüfus Laboratuvari baskani Joel E.
Cohen’in Scientific American’da yer alan açiklamasinda belirttigi gibi, “En yüksek
seviyede nüfus artisi –
senede yüzde 2,1- 1965 ve 1970 yillarinda yasandi. 20.
Yüzyildan önce insan nüfusu hiçbir zaman bu hizla yükselmemisti ve bir daha bu hizla
yükselmesi de pek mümkün görünmemektedir.”
UNUTULMUS GEÇMISIMIZIN SAKLI TARIHI
Göbeklitepe
arkeologlarin tamamen yabanci olduklari bir yer degildi. Ancak 30
yil önce bu alani ilk kez kesfeden ve belgeleyen Amerikali ekip, etraftaki
tepeciklerin çok daha yakin zamana ait bir mezarlik oldugu yanilgisina düsmüstü. Kimse, bu varsayimin ne
kadar yanlis oldugunu bilemez, hayal bile
edemezdi.
Sonuçta
Göbeklitepe’nin sanilandan çok daha eski-çok çok eski – oldugu anlasildi. Bir ömürlük bir
kesif her
arkeologun
hayalidir.
Subat 2010’da Newsweek dergisindeki kösesinde bu kesfe yer veren gazeteci
Patrick
Symmes’in sözleri her seyi özetledi: “Bu
bölge yalnizca eski degil, bu
bölge eskiyi yeniden tanimlar.”
Peki, ne
kadar eski? Göbeklitepe’nin yasini belirlemek
için kullanilan bilimsel yöntem, kaziyla ortaya çikarila tapinaklarin
11,550 yil öncesine ait oldugunu saptadi. Bir kiyas yapmak gerekirse, bu tapinaklar Ingiltere’deki
Stonehenge’den 6,000 yil önce insa edilmisti.
John
Hopkins Üniversitesi arkeologlarindan Glenn Schwartz Incil’in insan için “Tanri
suretinde yaratildi” ifadesini kullandigini hatirlatir ve
Göbeklitepe’nin
“insanlari
ilk kez bu fikirle, insanlarin tanrilara benzedigi fikriyle göreceginiz yer” oldugunu söyler.
Göbeklitepe’nin
gizemleri yakin zamanda çözülecek gibi görünmüyor. Örnegin, bölgenin M.Ö. 8,000
yillarinda neden kasitli olarak örtüldügünü ya da en basinda kimler tarafindan insa edildigini asla
bilemeyebiliriz. Sütunlarin üzerindeki kabartmalari ya da
bazi Maya ve Misir tapinaklarinda teyit edildigi gibi bölgenin astronomik
amaçlara hizmet edip etmedigini
anlamak yillar, hatta on yillar alabilir.
Misir’in
Gize Platosundaki Büyük Sfenks’ten, Türkiye Göbeklitepe’deki tapinak alanini
ortaya çikaran kaziya kadar, eski çag tarihimizdeki ileri medeniyetlere dair bilimsel kanitlar
inkâr edilemez. Simdi sormamiz gereken soru böyle antik medeniyetlerin var olup
olmamasi degil,
varliklarinin ne anlama geldigidir.
Tek bir sorunun içinde çok
daha derin sorular saklidir:
Kim?
Neden? Ne? O alanlari kim insa etti? Neden yok oldular? Bu insaatlari yapanlar bizim
bilmedigimiz ne
biliyorlar?
Bu
sorularin yanitlan. Bizden önce gelenlerin medeniyetlerini kaybetmelerine sebep
olan ayni hatalari yapmamizi önlemede en önemli anahtarlar olabilir. Su ana kadar, dünya
tarihinin geleneksel zaman çizelgesi bu sorulari ele almayi basaramadi.
Her 5,125
yilda bir, Dünyanin uzaydaki pozisyonda meydana gelen dogal degisiklikler, bir döngünün bitisini ve bir diger döngünün baslangicini isaret eden göksel bir
dizilimine sebep olur. Antik ve yerli gelenekler bu dizilimler arasindaki
zamana günesler, dünyalar, ya da dünya çaglari der.
Iklim,
deniz seviyesi, medeniyet ve dünya çaglarina eslik etmis yasamdaki degisiklikler öyle büyük
olmustur ki bu
degisiklikler yasandiginda mevcut dünyanin
sonunun geldigi
söylenir. Bu döngülerin olusmasina ve
olustugunda neler olduguna dair bilgiler,
bugün dünya çaglarinin doktrini olarak
bilinir.
Bugün bu tip bilgiye güzel bir örnek, Amerika’nin West Çölündeki
Hopi yerlilerinde rastlanir. Onlarin gelenekleri, bugün içinde yasadigimiz
dördüncü döngüden önce var olmus üç engin zaman döngüsünden – üç eski dünyadan söz eder.
Her dünyanin nasil büyük bir felaketle sona erdigini anlatirlar:
1. Ilki, depremler ve kitalarin suya gömülmesiyle,
2. Ikincisi, dünyanin buzla
kaplanmasiyla ve,
3. Üçüncüsü büyük bir selle
sona ermistir.
4. Kehanet,
dördüncü dünyanin-bizim dünyamizin-yakinda sona erecegini ve,
5.Kisa süre içinde besinci dünyada yasamaya baslayacagimizi söyler.
Bilimsel olmayan sebeplere dayansa da, Hopi’nin her çagi sona erdiren
olaylara dair açiklamasi, jeolojik kayitlarda muhafaza edilen dünya tarihine
çok benzemektedir. Örnegin, yaklasik 20,000 yil önce gezegeni
kasip kavuran korkunç depremler ve volkan patlamalariyla dolu bir dönem oldugunu biliyoruz.
Buzul çaginin
yaklasik 12,000
yil önce sona erdigini ve
neredeyse 4,000 yil süren bir buz erimesi ve siddetli yagis dönemi oldugunu da biliyoruz. Incil’de belirtilen selle
özdeslestirilen de bu süreçtir.
Albert Einstein bir keresinde söyle demisti: “Insanoglu varligini sürdürecekse,
yepyeni bir düsünce
tarzi benimsemek zorunda kalacagiz.” Bir anlamda zamanin ötesinde olan sözleri, bugün 20. yüzyilin
ortalarinda söyledigi zaman
oldugu kadar
anlamlidir.
TESADÜF MÜ, TASARIM MI?
INSAN KÖKENINE DAIR YENI DELILLER
Dante’nin Divine Comedy (Ilahi Komedya) isimli büyük
eserinin meshur
tercümani John Ciardi, “Iyi bir soru asla yanitlanmamistir,” diye yazdiginda, aklindaki
sorunun insan kökeni sorusu olup olmadigini merak ermistim. Ciardi kendine insanlik tarihindeki en hararetli yasal,
politik ve bilimsel tartismanin
altinda yatan sorusu sormus olabilir
mi? Biz nereden geliyoruz?
Danimarkali·Soren
Kierkegaard insan yasaminin “çözülecek
bir sorun degil, yasanacak bir gizem” oldugunu söylemisti. Kierkegaard’in
sözlerindeki siirsel hassasiyeti-.
sevsek de, bu kesinlikle çözmemiz gereken bir gizemdir.
Yasamin ne oldugu ve nasil basladigi sorulari öyle
iç içedir ki birine deginmeden
digerini
yanitlamak zordur. Diger bir
deyisle, yasamin ne zaman basladigini bilmek
için önce yasamin ne
oldugunu
bilmeliyiz, çünkü onun ne oldugunu bilmedigimiz
takdirde ne zaman basladigini nasil bilebiliriz?
Tarihsel olarak yasamin kendisini
inceleyen bilim dali biyoloji – yasami tanimlamak için genel olarak dört kriteri esas
alir: metabolizma, büyüme, uyariciya tepki ve üreme.
Insan yasaminin nerede, .basladigini ve sekizinci-hücre
evresince ne oldugunu düsündügümüzde, bu önemli bir
kavramdir. Epigenetik çalismalarimiz
gösteriyor ki, hücrelerimizdeki DNA kodu bedenlerimize nasil islev göstereceklerini
söylüyor olsa da, kodu harekete geçiren sinyal hücrenin disindan gelmektedir!
Biz bunu,
organ nakillerinden sonra siklikla görünen hücre atimi süreci sayesinde
biliyoruz. Bir insanin organi bir baskasinin vücuduna yerlestirildiginde,
alici beden yeni dokuyu “kendisi” olarak tanimaz. Ve tanimadigi için, yeni dokuyu
reddederek ona yabanci nesne muamelesi yapar. Bilim insanlari, nakledilen
organlar yeni bedenlerinde canli kalip hizmet edebilsinler diye bu ret
mekanizmasini nasil bastiracaklarini kesfettiklerinde büyük bir atilim gerçeklesti.
Eger bazi yerli
kültürlerin inandigi gibi,
hayat bir kalp atisiyla
tanimlaniyorsa, o zaman insan kalbi döllenmeden yaklasik 22 gün sonra devreye
girer ve kan pompalamaya baslar.
Bazi
insanlar, 6 hafta dolaylarinda gerçeklesen beyin dalgalarinin varliginin bariz bir insan yasami göstergesi olduguna inanirlar, ancak çalismalar bilincin daha sonra, 28. hafta dolaylarinda mevcut oldugunu göstermektedir.
Bazi
doktorlar, kürtaj yaptirmak isteyen bir kadina, 20 haftalik bir fetusun aci
hissedebildigini
bildirmek mecburiyetindeydi. Bilim dergisi Discover’da yayinlanan
(1 Aralik 2005) bir arastirma,
his duymak için gereken sinir sisteminin yaklasik olarak 28. haftada aktif oldugunu göstermektedir.
Kesin
olan bir sey
vardir: Varolusumuzun
derin gerçegi sudur ki, yasamin kendisi bir sperm ve
bir yumurtanin iki canli hücresinin yasami meydana getiren seyi yaratmak için birlestigi her
yerde yasam baslar. Ve ilk sekiz hücre olustuktan sonra, insan olarak
tanimlanabilecek karakteristik özellikleri veren DNA’yi devreye sokariz.
Beyin
kapasitesinin 700 cm3’ten 1,348 cm3’e çikmasi neredeyse 2
milyon yil sürmüstür (ortalama
1.9 milyon ). Bu 648 cm3’lük bir artis yalnizca 400,000 yil gerektirdi (en yakin atamiz
olan H. heidelbergensis ve modem insan arasinda).
Evrim
teorisi açisindan bakildiginda, bu
son artis göz
açip kapayincaya kadar gerçeklesti ve
belki daha önemlisi ihtiyacimiz olduguna inanilandan daha kisa sürede meydana geldi.
Beyinlerimizin
boyutlari, evrim teorisyenleri için büyük bir sorun teskil eden bir insan var olusu gerçegi olmanin ~ani sira,
daha büyük bir sorunu da isaret
eder: modern insanin anatomik biçimi. Beyinlerimiz son 200.000 yilda çok
degismedi, bedenlerimiz
de öyle. Fosillerden aldigimiz
bilgilere göre, bugün atalarimizin 200 bin yil önce sahip
olduklari ayni bedenlere sahibiz.
Soru su: Neden? Eger evrim yasam diger türleri için oldugu kadar biz insanlar
için de geçerliyse, o zaman bu zaman zarfi içinde neden degismedik?
Big Bang
(büyük patlama) astro-fizik için ne ise, Kambriyum Patlamasi biyoloji için
odur. Yaklasik 540
milyon yil önce meydana gelen Kambriyum Patlamasi esnasinda, bugün var
olan sekiz büyük hayvan bedeni planinin tamami, - 27 küçük hayvan bedeni
planiyla birlikte – ortaya çikti. Ve o patlamadan beri hiçbir yeni beden plani
gelistirilmedi.
Buradaki kilit fikir, Dünya üzerindeki temel yasam elementlerinin nispeten kisa bir süreçte ortaya çikmis olmasidir, uzun zaman
içindeki yavas bir
evrimsel sürecin bir sonucu olarak degil,
Darwin’in
evrim teorisinde, özellikle de insanlara uygulandiginda, büyük sorunlar oldugu açiktir.
Bu
sikintili veriler, giderek artan sayida bilim insaninin yasamin kökeni sorusuna
farkli bir yönden yaklasmaya baslamasina neden oldu.
Simdi onlarin öne
sürdükleri sey, dogrudan dogruya var olusumuzun kalbini hedef alan
bilimsel bir soruya dayali tamamen taze bir perspektif sunmaktadir:
Yasamin karmasikliginin temelini olusturan kozmik bir plan
yüzünden mi variz? Diger bir deyisle, tasarimla mi buradayiz?
Eger öyleyse-eger yasam, tipki bir
saat üreticisinin varligini ima
eden bir saatin varligi gibi
bir tasarimi yansitiyorsa-o zaman tasarimci kim ya da ne?
Darwin’in
teorisinin içerigini özetleyen
bir ifadeyle temsil edilmesi gibi – dogal seçilim
yoluyla evrim –yasamda
ortaya çikan kozmik bir tasarima dair alternatif bir açiklamanin
da bir ismi vardir: akilli tasarim teorisi, kisaca AT.
Akilli
tasarim ifadesi 1989 yilinda meshur
olmadan önce, Darwin’in teorisine alternatif bir teori bir hareket olarak
kendini gösterdi: yaratilisçilik. Ve
nasil Darwin’in destekçilerine Darwinciler dendiyse, yaratilis teorisinin
destekçilerine de yaratilisçilar
dendi.
Akilli
tasarim sik sik yaratilis teorisiyle özdeslestirilse de, en saf haliyle
ilgisi yoktur. AT doga ve yasamdaki kaliplar için
akilli bir tepki tespit etme çabasinda degildir. Böyle bir aklin var oldugunu bile söylemez. Yalnizca yasamin, hatta insan yasaminin, dogal
yollarla gelismemis karmasik süreçlere
dayali bir tasarimin sonucu oldugunu söyler. AT’nin bazi destekçilerinin tasarimcinin Tanri oldugu yönünde güçlü inançlari
olsa da gerçek akilli tasarim bilimi bu kadar ileriye gitmez.
Akilli tasarim iki kilit varsayima dayanir:
Akilli-Tasarim
Varsayimi 1: Evrende bir düzen vardir.
Akilli-Tasarim
Varsayimi 2: Yasayan
sistemlerin karmasikliklari en
iyi yönlendirmeli (rastlantisal degil) süreçlerle açiklanabilir.
AT’nin
özeti sudur: Evrenin
temelini olusturan çetrefilli
ve karmasik sistemler
yasam
için öyle titizlikle “ayarlarlanmistir” ki
bunlarin sans eseri
meydana gelmeleri mümkün degildir.
Yasaminin ileriki dönemlerinde
verdigi samimi
röportajlarda Albert Einstein, böyle bir düzenin evrende var olduguna olan inancini ve
bu düzenin nereden geldigine dair
düsüncelerini
paylasti. Bu
sohbetlerden birinde Einstein söyle dedi, “Bir kalip görürüm, ama hayal gücüm
o kalibin yaraticisini hayal edemez… Hepimiz görünmez bir kavalci tarafindan
uzaklarda çalan gizemli bir notayla dans ediyoruz.” Yasamdaki anlam
arayisimizda,
düzenin varligi sik
sik Einstein’in “görünmez kavalcisinin” var oldugunun bir isareti
olarak yorumlanir.
En kuskucu bilim insani için
bile, yasam
DNA’sinin karmasik
ve çetrefilli bir bilgi dizisine, hücrelerimize ne yapacaklarini ve onu ne
zaman yapacaklarini söyleyen bir programa benzedigi açiktir. Hem akilli tasarim hem de evrim, kökenimizin dogasina dair faydali düsünceler sunsa da, her
iki teoriden anahtar kavramlari alip birlestirmenin bazen su ana kadar gözlemlenen
kanitlara dair en iyi açiklamayi verdigini kesfedebiliriz.
ARTIK SAVAS ISE YARAMIYOR:
NEDEN
BARISA UYGUN
“ÜRETILDIK”?
1984 yilindaki vefatindan
önce, film yapimcisi Sam Peckinpah söyle demisti:
“Her insanin içinde büyük bir siddet kaynagi var. Bu kaynak
yönlendirilmez ve anlasilmazsa,
savas veya
delilikle ortaya çikar.”
Dünya üzerinde var olmus bilinen en eski medeniyetlere dair arkeolojik kazilar
(Göbeklitepe, Kambay Körfezi ve Caral) savasin dogal bir yasam biçiminden ziyade,
aslinda medeniyetlerin son 5,000 yillik döngüsü esnasinda gelismis bir aliskanlik olabilecegini göstermektedir.
Dünyanin en eski medeniyetlerinin kesfi tarihimizi ve savas ve baris tarihimizi
son buzul çaginin
sonlarina dogru
itmektedir.
Rutgers Üniversitesinde antropoloji profesörü olan R. Brian
Ferguson, toplumdaki geleneksel savas algisiyla hemfikir olmayan bilim insanlarindan biridir.
“Benim görüsüm,
küresel arkeolojik kayitlarin, savasin her zaman insan varolusunun bir niteligi oldugu
yönündeki fikrin aksini gösterdigidir,” diyor Ferguson ve yeni
delilleri söyle özetliyor: “Aksine,
kayitlar savasin son
10,000 yil içindeki bir gelisme oldugunu göstermektedir.”
Hem Caral hem de Chaco Kanyonunda göze çarpan anormalliklerden
biri, savasa dair
hiçbir iz, delil ya da isaret
olmamasidir. Ayrica o zamanin insanlarinin kendilerini herhangi bir seyden koruma
ihtiyaci duyduklarina dair hiçbir delil yoktur.
Aslinda Amerika’nin ötesine, Dünya üzerinde bilinen en eski medeniyet
olan Göbeklitepe gibi yerlere baktigimizda, yalnizca son 5,000 yilda Misir, Roma ve Yunanistan gibi
medeniyetlerde savas düsüncesinin bir yasam biçimi olarak algilandigini görürüz. Her
zaman, bugün sandigimiz gibi
savasçi türler
olmadigimiz
açiktir.
Soru su: Neden
degiliz? Atalarimiz
savas olmadan,
sorunlarini çözmenin bizim unuttugumuz bir yolunu mu
buldular? Ve eger öyleyse,
o zaman her kötü aliskanlikta
oldugu gibi,
bu siddete
yönelik aliskanliginizdan da vazgeçebilir
miyiz?
Obama Beyaz Saray’da görevdeyken Nobel Baris Ödülünü alan üçüncü Amerikan
Baskani olsa
da (Theodore Roosevelt, 1906 ve Woodrow Wilson, 1919), tartismalari alevlendiren
Obama’nin Beyaz Saray’daki görev süresi degildi. Görevde bulundugu kisa süre içinde ne basardigi ve
ne basaramadigina dair algilar tartismalara yol açmisti. Polonya’nin eski basbkani (1990-1995),
eski siyasi tutuklu ve 1983 Nobel –Baris ödülü sahibi Lech Walesa’ya muhabirler konuyla ilgili
görüslerini
sorduklarinda, o pek çok insanin içten içe hissettigi seyi açikça söyledi: “Kim?
Ne? Bu kadar çabuk mu? Henüz barisa herhangi bir
katki olmadi. Bir seyler teklif ediyor, bir seyler baslatiyor, ama henüz icraat
yok.”
Tarihin simdi kabul edilen 5,000 yil
önceki geleneksel “baslangicindan”
önce, buluntular savasin bir
norm olmadigini göstermektedir.
Elimizdeki verilerle savasin ender
görüldügünü ve
görüldügü zamanlarin
iklimdeki degisimlerle örtüstügünü söyleyebiliriz.
Savas ancak
Sümer Imparatorlugu zamaninda, yani mevcut
dünya-çagi döngüsünün
baslangicinda
alisilagelmis bir uygulamaya dönüsmüstür.
Insanlar o
zamandan beri neredeyse her daim o veya bu savasa dâhil olmuslardir.
Öyleyse simdi
sorulmasi gereken soru sudur:
Savas için
sebepler hâlâ geçerli midir, yoksa tarih döngümüzde, bedelin faydadan agir bastigi bir döneme eristik mi? Diger bir deyisle, savas hükümsüz
mü kaldi?
II. Dünya
Savasindan
sonra, Rusya ve Amerika Birlesik
Devletleri dünyaya dair iki farkli düsünce yapisina eristi. Dünya
görüslerindeki
ve siyasi perspektiflerindeki farkliliklar, biri Komünizme ve
digeri Kapitalizme dayanan
iki birbirine uzak felsefeyle ortaya çikti.
Ve Soguk Savas 1941 Yilinda basladiginda dünyanin tecrübe ettigi uzun bir savaslar listesinin sonunda olsa
da, bu savasin
siradan bir savas olmadigi ortadaydi. Gizliligi sonradan kaldirilmis dokümanlar, 1985
yilinda Amerika ve Sovyetler Birligi arasinda kullanima hazir olan nükleer silahlarin toplam
sayisinin 65,000 civarinda oldugunu
göstermektedir.
Bugün,
müzakereler ve silahlarin azaltilmasindan 20 yil sonra, 8,OOO’inin “aktif” oldugu düsünülen en az 22,OOO silah
kalmistir.
Ilk kez kamuya açik
bir sekilde
gerçeklestirilen
bu toplantida (1983 yilinin Cadilar Bayraminda, Washington,
D.C.’de gerçeklesen
konferansta test edildi. Nükleer Savasin Uzun Vadeli Küresel Biyolojik Neticeleri Konferansi), Soguk Savasin ifade ettigi nükleer savasin sonuçlari dünyaya
açik ve görsel bir sekilde
sunuldu.
Olasi
netice, nükleer kis adi verilen fenomen, TTAPS olarak bilinen bir grup arastirmaci tarafindan
anlatildi (soyadlarinin bas harfleri:
Truco, Toon, Ackerman,
Pollack ve Sagan).
Simülasyonlar
bir seyi net
bir biçimde gözler önüne seriyordu: Dünya, amaci artik hiçbir anlam
ifade etmeyen yeni bir savas türüyle
karsi karsiyaydi, çünkü görünüse bakilirsa bu savasin bir
kazanani olmayacakti. Soguk Savas her iki tarafin da
kaybedecegi
bir önermeydi, ilk kez, zamanin en ileri silahlariyla ortaya çikan
saldiri fikri, savas ihtimalini
hedefiyle uyumsuz kiliyordu.
Soguk Savas yillarinin TTAPS
raporlarindan kisa süre sonra ve 1983 yilindaki ölümünden hemen önce, gelecek
bilimci Buckminster Guller modern dünyada savasin rolüyle ilgili isabetli bir tahminde bulundu. “Ya savas hükümsüz ya
da insan.”
Einstein, bir
sonraki dünya savasinin
nasil savasilacagi sorusunu yanitlarken aklinda
benzer bir tema vardi. “Üçüncü Dünya Savasinin hangi silahlarla savasilacagini bilmiyorum,” dedi, “ama
Dördüncü Dünya Savasi tas ve sopalarla
yapilacak.”
Hem
Einstein hem de Fuller dogru
iz üzerindeydi ve neredeyse bir gecede, nükleer silahlarin savasin faydaliligini hükümsüz kildigini belirttiler.
Özümüze
Kadar Iyiyiz!
Bana
sorarsaniz, dünyadaki çogu
insani birbirine baglayan bir
arzu vardir: en derin sefkat özlemimiz.
Bizler, iyi bir dünyada yasayan iyi
insanlar oldugumuza
inanmak isteriz.
Bu
içimizdeki derin hayirseverlik hissi, 13. yüzyil âlimlerinden Aziz Thomas
Aquinas tarafindan güzel ve basit bir dille ifade etmisti. Uzak diyarlarda bir dagin tepesinde duymayi
bekleyecegimiz
bilge bir guru gibi söyle
der: “Türlerin iyiligi bireyin iyiliginden üstündür, tipki biçimin maddeden üstün
olmasi gibi.”
Yaklasik dört yüz yil kadar
sonra, bilim adami ve filozof Sir Francis Bacon bu ifadeyi su sözleriyle
tekrarladi: “Iyilige olan egilim insan dogasinin derinliklerine kazinmistir…”
Yasamlarimizda
uzun soluklu degisime kapi aralayan,
temelinde sahip oldugumuz iyi
karakter ve bir tür olarak essizligimizdir.
Bugün dünyadaki sikintili konulara yakindan bakarsaniz, çatismanin genel
anlamda çiftlik ve köylerdeki insanlar arasinda olmadigini anlarsiniz. Çatismayi ve mücadeleyi
tetikleyen, insanlarin yasamlarini degistirmeye çalisan kurumlar, hükümetler,
kuruluslar ve
siyasi hareketlerdir. Bireyler ve aileler olarak biz kendimizi nasil kosullar içinde bulursak
bulalim, her zaman mutlu olmanin bir yolunu buluruz.
Evsiz dilenciler ve topragi isleyen
dürüst insanlardan güçlü pozisyonlarda bulunan parlak zihinlere, herkes yasaminda ayni seylerin pesindedir: baris, besin, siginacak bir yer, saglik, yasami aileleri için daha
iyi hale getirecek firsatlar ve yaratilistaki yerlerine dair daha iyi bir anlayis.
SON OYUN:
TARIHIMIZI, KADERIMIZI ve YAZGIMIZI
YENIDEN YAZMAK
2007 yapimi The Bucket List isimli film pek çok
insani yasamlari ve
sagliklari yerindeyken
gerçeklestirmek
istedikleri sey
konusunda düsünmeye
itti.
Film, her zaman yapmak istedikleri seyleri bir
türlü firsat veya zaman bulamamis iki adami (Morgan Freeman ve Jack Nicholson) konu
almaktadir. Hayallerini gerçeklestirmek için son bir firsat yakaladiklarinda, ikisi de
bir ömürlük arzularini içeren birer liste hazirlar: “ölmeden
önce yapilacaklar listesi.”
Film yayinlandiktan kisa bir süre sonra annemle yaptigim bir sohbette, ona onun
ölmeden önce yapmak istedigi seyleri sordum. Nereleri
ziyaret etmek ve hayati boyunca firsatini bulamadigi neler yapmak
istiyordu.
Ona, Dünya üzerinde gitmek istedigi her yere gitmesi, görmek istedigi herhangi birini görmesi ve her zaman yapmak istedigi herhangi bir seyi yapmasi için yardim
edecegimi
hatirlattim.
Annem
listesini yüksek sesle paylasmaya basladi. Listenin basinda eski arkadaslarini son bir kez
ziyaret etmek vardi. Anneme, listesindeki seyleri hemen-·o gün-
yapmaya baslamak
isteyip istemedigini sordugumda, masanin karsisindan bana bakti, basini iki yana
salladi… Bu hareketle ne kast ettigi çok açikti. “Hayir,” dedi,
“simdi degil. Isler su ara çok karmasik. Bekleyelim de dünya
biraz sakinlessin.”
“Bilirsin iste,” diye
yanitladi, “isler eski
haline dönünce”
En iyi ihtimalle bile onun hatirladigi, özlemini duydugu ve bekledigi
“normal” hiçbir zamani gelmeyecek. Sebebi gayet açiktir: o dünya, geçmisin dünyasidir.
Dünyamiz ve yasamlarimizi sürdürme
biçimimiz kesinlikle sona ulasmaktadir
ve eger tarih
bir göstergeyse, dünyamiz bugün oldugu gibi yeni bir yönde ilerlemeye basladigi anda,
sanki her seyi ileriye
götüren gizemli bir evren “yasasini” izler. Eskiden oldugu yere dönemez. Nasil
kendimizi yasamlarimizda
eski iliskilere,
evliliklere, islere ve
yerlere dönerken bulamiyorsak, 2008 veya 2006… veya daha öncesi… dünyasinin bir
daha var olmasi da pek mümkün degildir. Ve basit ama güçlü bir sebepten mümkün degildir: o dünya gitti.
Küresel bir Topluluk: Geri Dönüs Yok
Küresel bir toplum oldugumuz bir sir degildir.
Dünya ekonomisine yön veren borsalar küresellesmistir ve
7/24 hizmet vermektedir. Kisin sogugunda yaz ürünlerini
marketlerimize getiren besinler dünyanin diger yarisinda yetistirilir
ve gün gün bir uçtan bir uca tasinir. Saat sabahin üçünde seyahat rezervasyonu veya
bilgisayarimiza teknik yardim için aradigimiz telefon büyük olasilikla kürenin baska bir kenarindaki
bir çagri merkezinde
yanitlanir.
Hâlihazirda
küresel bir toplum oldugumuzda,
evlerimizde, ailelerimizde ve topluluklarimizda yaptigimiz tercihlerin küresel
yansimalari vardir. Ama küresellesme tüm bunlar mümkün olmadan uzun süre önce basladi. 2002 yilinda European
Review of Economic History, Ulusal Ekonomik Arastirma Bürosuna ait
“Küresellesme Ne Zaman
Basladi?”
isimli bir çalisma
yayinladi.
Bu çalisma, ticaret yapma ve
piyasayi etkileme becerisinin neredeyse 5OO senedir devam ettigini
gösterdi. Özetle çalisma, bu
becerilerin modern medeniyet üzerinde biraktigi veya birakmayi sürdürdügü etki ve küresellesmenin üç evresini anlatmaktadir.
-Ilk küresellesme devri, 18.
yüzyildan önce uzak mesafeler arasinda gerçeklesen ticaretle tanimlanmistir. Bu dönemde, Dünyanin
diger
bölgelerinden Avrupa’ya ithal edilen ürünler arasinda baharatlar, seker, ipek ve yerel
pazarlarda bulunmayan diger seyler vardi.
-Küresellesmenin ikinci devri 19.
Yüzyilin baslarinda,
Avrupa tahil ve kumas gibi seyler
ithal etmeye basladiginda gerçeklesti.
- Bugün
bizler küresellesmenin üçüncü devrinde yasiyoruz. Teknolojiler ve
beceriler dünyanin tüm sinirlarinda, okyanuslarinda ve zaman dilimlerinde
rekabet içindedir. Bu tip küresellesme, küresel Pazar ve ekonomilere çok farkli bir
baski uygular. Ve bu, geçtigimiz üç yüzyil boyunca yasanan “ürün” ve “sey”
ithalatindan çok farkli oldugu için,
mevcut akim ve döngü modelleriyle örtüsmez. Bu sebepten, uzmanlar uzun vadede mevcut küresellesme seviyelerinden bekleyecegimiz etki
türünü açiklamaya çalismaktadir.
Küresellesmenin geleceginin neler getirecegini tam olarak bilemesek
de, su ana
kadar dünya için ne anlam ifade ettigi konusunda sayisiz görüs mevcuttur.
Newsweek
için hazirladigi kisa
bir yazida gazeteci Thomas Friedman, 2001 Yilinda Italya’da gerçeklesen Avrupa G8 Konferansi ve
2009 Yilinda Pittsburg’da gerçeklesen ABD G20 Konferansi sirasinda yasanan kanli ayaklanmalarin,
insanlarin küresellesmenin
yalnizca ticaret için iyi oldugu ve
halklari önemsemedigi yönündeki
korkularini yansittigina degindi. “Ama
küresellesme
dünyayi mahvetmedi, yalnizca dünyayi düzlestirdi,” diyor
Friedman.
Almanya
Basbakani Angela
Merkel de hemfikir gibi görünmektedir. Almanya’nin Hannover Fuari açilis seremonilerinde
Merkel söyle dedi:
“Küresellesmenin refahimiza zarar
verecegi yönünde
bir endise var.
Ben buna katilmiyorum. Küresellesme de kazanan taraf biz olabiliriz, ama yatirim yapmaya istekli
olmali ve kendimizi güçlü bir sekilde adamaliyiz.” Küresellesme elestirmenleri ise
bambaska
bir sey
görmektedirler.
Her ne
kadar Friedman ve Merkel’in karsit görüsleri kendi alanlarinda çesitlilik gösterse de, genel
olarak protestocularin korktuklari seyin yasam
standardindaki degisiklik olmadigini öne sürmekteler.
Kuskusuz küresellesme, bugün gördügümüz haliyle, iki ucu
keskin bir kiliçtir. Demokratik bir süreç degildir ve bedeli küresellesmeden en çok fayda saglayan insanlar tarafindan ödenir.
Yer aldigim neredeyse her zirvede,
konferansta ve söyleside,
kayit disi veya
dâhil, sorulacagina emin
oldugum tek
bir soru vardir: Yakin zamanda küresel bir yönetim sekli altinda yasayacagimiza inaniyor muyum ve
inaniyorsam ne zaman?
“Fractal
Time” isimli kitabimda anlattigim gibi, çocuklugumdan beri hobi olarak yaptigim bir seyi resmi ve profesyonel
olarak yapabilmek benim için kusursuz bir firsatti: insanlarda, yasamda ve dogada kaliplari arastirmak. Profesyonel anlamda
onlari bulmak için büyük miktarda verileri tarayan yüksek hizda bilgisayarlarin
teknolojisini kullaniyordum.
Gelecegin tam olarak neler
barindirdigini bilmiyorum.
Bildigim sey geçmisin döngülerinin, gelecek
zamanlarda neler bekleyebilecegimizi
söyleyen kaliplar tasiyor
olmalaridir.
Güç,
zengin, teknoloji ve bilginin büyük oranda el degistirmesi,
günümüzün degisimleri arasindadir.
Dolayisiyla ayni degisim döneminde ticaret,
sanayi ve finansin yani sira hükümetlerde globallesme görmek benim için sasirtici degildir.
Avrupa
Birligini,
farkli uluslar ortak hedefler için birlik te çalistiginda neler olabilecegine dair bir örnek
olarak gösterdigimizde,
küresel yönetimin iyi bir sey
olabilecegi gayet
açiktir.
2000
yilinin Eylül ayinda Birlesmis Milletler
Parlamentosunun 55. Oturumu “Birlesmis Milletler
Milenyum Deklarasyonunu” kabul etti. Bu deklarasyon, bir dizi küresel endiseyi ele alan hedeflere ulasmak için yeni bir küresel
ortaklik çözümü sunuyordu.
Simdi BM Milenyum Kalkinma
Hedefleri (MKH) olarak bilinen hedefler, 192 ülke ve 23 uluslararasi
organizasyonun hâlihazirda kabul ettigi ve onayladigi bir
dizi girisim üzerine
kurulmustur. Bu
azimli planin anahtar unsurlari asagida
siralanan sekiz yüksek-seviyede hedef olarak belirlenmistir.
Hedef
1: Ekstrem yoksulluk ve açligi sonlandirmak Hedef 2: Evrensel ilkögretimi saglamak
Hedef
3: Cinsiyet esitligini yaymak ve kadinlari yetkilendirmek Hedef
4: Çocuk ölüm oranini düsürmek
Hedef 5: Anne sagligini gelistirmek
Hedef
6: HIV/AIDS, sitma ve diger hastaliklarla savasmak Hedef 7: Çevresel sürdürülebilirligi teminat altina almak Hedef
8: Kalkinma için küresel bir ortaklik gelistirmek
Kuskusuz bunlar yüce
hedeflerdir. Hepsini bir araya koydugumuzda, bu sekiz hedef dünyanin krizlerle bas etme biçiminde yasanan radikal bir degisimin çekirdegini olusturur.
Yeni Dünyanin Dogusu
Annelerimizin
rahminde geçirdigimiz
ortalama süre (gebelik süresi) 260 gün civarindadir. Dünyanin yörüngemizdeki
dev bir döngüsü tamamlamasi için geçen süre ise 26,000 yil
civarindadir. Kalip anlaminda bakildiginda, dogumumuzdan önceki
260 gün, Dünyanin yeni devinim döngüsüne “dogmasi” için gereken 26,000 yilin fraktalidir
Mayalar her dogum için,
kosullarin
yeni yasama
olanak verecek sekilde degismesi gerektigini biliyorlardi. Tarihte
atalarimizin zaman olgusuna bakislari tam olarak buydu: yeni bir yasam döngüsü için kozmik
bir dogus.
Pek çok
insan Maya takviminde 2012’nin sonu olarak belirtilen tarihi dünyanin sonu
olarak yorumladi. Ancak Maya geleneklerine dair derin bir anlayis, bunun dünyanin sonuyla degil: bir dünya çaginin -ve bununla birlikte
bir yasam
biçiminin-sonuyla ilgili oldugunu ortaya
koyar.
Ama nasil
herhangi bir seyin sonu
ondan sonra gelen seyin baslangiciysa, dünya çagi döngümüzün sonu da
ardindan gelen yeni bir döngünün baslangicidir; yeni bir dünyanin dogusudur.
Antropolog, tarihçi ve Maya Ajq’ij (rahip ve spiritüel rehber)
Carlos Barrios 2002 yilinda Santa Fe, New Mexico’da yaptigi bir konusmada bu durumu günümüzdeki
Mayalarin perspektifinden özetledi. “Dünya sona ermeyecek dönüsecek. Atalarimizin
takvimleri vardir ve bu dönüsümü nasil yorumlayacaklarini onlar
bilirler, baskalari degil.”
Geçmisin
dünyasina dönemeyiz, çünkü o dünya sona ermistir. Biz degisimi yasarken o dünya
gözlerimizin önünde dönüsüm
geçirmistir.
Mayalarin zamanla ilgili mesajini anlamanin anahtari sudur: Içinde büyüdügümüz, kendimizi rahat
hissettigimiz ve
alistigimiz dünya hiçbir zaman bir
varis noktasi degildi. Asla var olmanin
daimi bir yolu olamazdi, çünkü asla sürdürülebilir degildi. 20. Yüzyilin
ortalarindaki dünya, bizi baska bir yasama götüren bir basamak,
bir ögrenme egrisini baslatan bir noktaydi.
Bu sebeplerden, annemin bekledigi dünya asla gelmeyecek ve yasam asla “normale” dönmeyecek. Bugünkü yasam yeni normaldir. Ve bizi
tek bir yöne tasimaktadir: ileriye. Gidisati durduramayiz, ama
bizi nereye götürdügüne yön
verebiliriz. Degisimi durduramayiz, ama daha
nazik bir inis yapmasini saglayabiliriz.
Yasamlarimizi inançlarimizi esas
alarak yasariz, Bu
yalin Bu gerçegin
farkina vardigimizda,
inançlarimizin nereden geldigini
sormak mantikli olabilir. Yanit sizi sasirtacaktir.
Birkaç istisna disinda, inançlarimizin
kaynagi, diger insanlarin bize dünyamiz
hakkinda anlattiklaridir. Diger bir
deyisle,
dünyayi ve kendimizi görmek ve yasamlarimizin en önemli seçimlerini yapmak için kullandigimiz mercekler bilimin,
tarihin, dinin, kültürün ve ailelerimizin ögretileridir.
Önemli olan, biz degistigimizde dünyanin degismesidir. Bilimsel tüm
kalpleri birbirine bagladigi dogrulanmis bir alanin içinde var
olan bir dünyada, mesele “onlara”- kurumlarin CEO’larin ve milletlerin
liderlerine – nasil ulasacagimiz degil, hepimizi birbirimize baglayan kuantum alanina – ya
da enerji matrisine – ne koymayi seçtigimizdir.
Bu kitaba tek bir soru sorarak basladik – yapacagimiz her
seçimin altinda yatan, bizi sinayacak her mücadelenin kalbinde yasayan ve karsi karsiya kalacagimiz her kararin zemini olusturan yanitlanmamis bir soru bu: Biz
kimiz?
Bu kitap boyunca kesfettigimiz tüm
bilgiler isiginda, simdi neden bu sorunun
yanitlanmasinin bu kadar önemli oldugunu görüyoruz. Bu gereklidir. Yasamsaldir.
Kisacasi, bu soruya verdigimiz
yanit medeniyetin çekirdegini olusturur.
Biz kimiz?
Bizler gizemli kökene sahip gizemli
varliklariz. Bu dünyada, bugün göründügümüz halimizle yaklasik
200.000 yil – 30 dünya çagi
ve iki buzul çagi
– önce belirdik. Bedenlerimiz akilli bir tasarimin tartismasiz izlerini tasimaktadir. Biz bu dünyaya, tüm canlilara hayat veren ve onlari birbirleriyle baglayan
alanlarla iletisim kurma becerisine sahip kalbin
sessiz dilini “konusarak” geldik.
Bizler yasamlarimiz,
ailelerimiz ve yasam biçimlerimiz için korktugumuzda
siddete
yönelen barisçil varliklariz.
Mevcut dünyanin yalnizca son 5,125
yili boyunca büyük ölçekli savas aliskanligi
gelistirdik.
Bizim atalari
oldugumuzu
söyleyecek insanlara ne miras birakacagiz?
Çocuklarimizin tarih kitaplari bize bakip rekabetten çok isbirligine
deger
verdigimizi
ve korkmak yerine sevmeyi ögrendigimizi
mi söyleyecekler?
Yoksa bize bakacak ve insanlik
tarihinin 5,000 yillik en büyük firsatini, geçmisimizin
yanlis
inançlarinin
yerine bize yetki ve güç veren gerçegi
koyma sansini
kaçirdigimizi
mi söyleyecekler? Bu sorulara sözcüklerimizle yanit verdik. Simdi
söyledigimiz
seyleri
yasamaya
baslamaliyiz.
Belirmekte olan yeni dünyayi varolusumuzun
derin gerçeklerine dayandiracak miyiz?
Bunu
ögrenmek
için çok beklememiz gerekmeyecek.
DERIN GERÇEK
Deep Truth / Gregg
BRADEN
Ingilizceden Çeviren:
Merve Duygun BUTIK YAYINCILIK-2014