Hilmi
Yavuz’un ‘Budalaligin Kesfi’
isimli
kitabi denemelerden olusmaktadir ve yazar bu eserinde edebiyattan
felsefeye, siyasetten tarihe, günlük hayattan sosyolojiye kadar hemen her
konuda fikir beyan etmektedir.
****
Yazar;‘Terör
ve Felsefe’, ‘Türkiye’de Felsefi Üretim: Edebiyat Bir Imkân Olabilir mi? ’‘Felsefe ve Slogan’,
‘Felsefenin Sefalet’i, Felsefe Moda mi Oldu’ baslikli yazilarinda felsefe üzerine düsüncelerini
okuyucularla paylasmaktadir.
Sanat
ve Edebiyat üzerine ise; ‘Sözün Gücü Üzerine’,
‘Gülen Düsünce’, ‘Bizim Klasigimiz Var mi’, ‘Çok Satan Romanlar’, ‘Çok Satmak Çok Kazanmak’, ‘Elestirmenin Islevi’, ‘Dil, Söylen, Egriltileme’, ‘Dilin Sömürgelesmesi’, ‘Lümpen - Dil Entel - Dil’,
‘Okuryazarlik Fetisizmi’, ‘Sanat Sanat Için
midir Yoksa Toplum Için mi?’, ‘Dokunulmazlar’ baslikli yazilarinda deginmektedir.
Tarih konusunda
ise ‘Iyiler
ve Kötüler: Siyasi Tarihi Yeniden Yazmak’, ‘Tarih Nedir: Tarihçi Kime Denir’,‘Tarihi Yeniden Yazmak’, Tarihin Siradanlastirilmasi Üzerine’, ‘Satyricon ve Tarih’ Üzerine baslikli yazilar
bulunmaktadir.
Yazarin günlük yasama dair
konulara ise daha fazla yogunlastigi
anlasilmaktadir. Bu alanda ‘Ask’, ‘Labirent’, ‘Anlamak’, ‘Çagindan Tiksinmek’, ‘Genç Bedenler’, ‘Hercai Hayatlar’, ‘Entellik Üzerine’, ‘Zihnin Yikima Ugramasi’, ‘Kentlerin Iskeleti’, Soytarilar’, ‘Dört Boyali Kusun
Ölümü’, ‘Degismek, Döneklik ve Tutarlilik Üzerine Bir
Deneme’, ‘Meslekler ve Statüler’, ‘Ah Sofralar Vah Sofralar’, ‘Kahve Üzerine’,
‘Enfiye Üzerine’, ‘Pipo Üzerine’ baslikli
denemeler yer almaktadir.
Yazar
kitabina ‘Deneme Üzerine Bir Deneme’ baslikli
yazisiyla
baslamaktadir. Yazar burada ilk deneme kitabindan
bahsederek, mizahin karsiligi
olarak kullanilan ‘gülen
düsünce’ tabirinin
deneme için kullanilabilecegini
belirtmekte ve düsüncelerini ‘Deneme okuru gülümsetmeli ve
gülümsemeyi bilmeyen benim denemelerimi okumasin’ seklinde açiklamaktadir. Deneme türüne
meylinin sebebini ‘edebiyatçi
bir köse
yazari olarak yazilarinin estetik kaygi tasimasi’ olarak
açikladiktan sonra söyle bir ekleme yapmaktadir: ‘Baudelaire’nin
dedigi
gibi sanki bin yasindayim, o kadar çok hatiram var. Deneme75 yasinda
bir entelektüel
olarak deneyim ve okumalarim
sonucunda olusan
düsünceleri okurlarla paylasma istegimdir’.
Yazar
sonraki denemesinde Budalaligin
Kesfi’ni
açiklayacaktir. Ancak neden deneme yazdigini
açiklarken de budalalik üzerinde
durarak bunun güncel bir sorun oldugunu
söylemektedir. YAVUZ, zarif nüktenin yerini kaba mizahin almasini ‘Nasrettin hoca gibi incelmis mizah gelenegine sahip bir toplumun neden sovmenlerin kaba nüktelerine gülüyor’ seklinde
elestirmekte ,‘Gülmek düsünmektir.
Neye güldügün düsüncenin düzeyini gösterir. Gerçek bir aydin olmanin kosulu dile, bellege ve aidiyete dair sorunlari modernligin gelenekle iliskisine göre ele almaktir.’ diyerek
Türk aydinin düsünce sistematiginin ne olmasi gerektigini vurgulamaktadir.
Kitaba
ismini veren Budalaligin
Kesfi denemesinde Edward Said, Flaubert, Kundera ve Dostoyevski gibi usta yazarlarin budalalikla
ilgili düsüncelerini
kitaplarindan örneklerle
anlatmakta ve Flaubert’in Bovard ve Pecuchet
romaninin 19. yüzyil burjuvazisinin siradanliklarin kurbani haline getiren
deneyimler bütünü oldugundan
bahsetmektedir. Bu romanda bayagi, basmakalip düsünceler
yerlesik fikirlerle yasayan insanlari tiplestirdigine, Kundera’nin
bu siradan yasantinin budalalik oldugunu
ve bu kavrami Flaubert’in buldugunu söylediginden bahsederek Madame Bovary’nin kahramani
Emma’nin ise hayatinin bastan
sona budalalik oldugunu
belirtmektedir. Flaubert’
in eserlerinde akilli gibi görünmeye çalisan
salaklari isledigini söyleyerek
kendisi de bayagi yerlesik
düsünceler ve siradanliklarina ragmen akilli görünmeye çalisan,
televizyon ekranlarinda,
dergi ve gazete köselerinde yer edinen bu kisileri bu roman kahramanlarina benzetmektedir.
Yazarin
hem felsefe, hem de Türkiye’de felsefenin durumu üzerine yazdigi
denemelerin temelinde kendi meraki ve yaptigi arastirmalarin
bulundugu söylenebilir.
Yazar Terör ve Felsefe baslikli yazisinda terörü felsefi bir problem olarak
temellendiren düsünürün Albert Camus oldugunu söyleyerek
devaminda Rusya ve batida 19. yüzyilin terör
cinayetleriyle anildigini,
devlet baskanlarinin
suikastlara kurban gittigini
ve ünlü
filozof Sartre’in terör ve felsefe üzerine görüslerini bildirmektedir.
Türkiye’de
Felsefi Üretim Edebiyat Bir Imkan
Olabilir mi? baslikli yazisinda yazar, Türkiye’de
neden felsefi bilgi üretimi ve filozofun olmadigini
sorgulayarak Mevlana, Asik
Pasa, Yunus Emre gibi
kimselerin kitaplarinin felsefe kitaplari olmadigini
belirtmektedir Bunun sebebinin felsefi bir metinde sistemlilik, açiklik
ve bütünlük olmasi
gerektiginden bahisle bu
eserleri, içerisinde düsünceler bulunan edebi metinler olarak Hilmi Ziya ÜLGEN’ in felsefeye
giris adli
kitabinda konuya açiklik
getirdigini söylemektedir.
YAVUZ,
Türkiye ve Japonya’da düsünürlerin
fikirlerini sistemlestirip
felsefi bir yapi olusturmadiklarini
belirtmektedir. Iris Murdoch’un ‘Edebiyat,
felsefenin gerçeklestirdigi görevlerin bir bölümünü üstlendigi için büyük bir önem tasimaktadir. Edebiyat felsefenin böldügünü bütünlestirir
ve iç yasamimiza iliskin
görüslerimizin
yoksulluktan kurtulmasi da edebiyat sayesinde olmaktadir.’ sözünden
yola çikarak, Mevlana, Yunus Emre gibi düsünürlerin
iyi birer edebiyatçi
oldugunu ancak birer filozof olmadiklarini söylemektedir.
Felsefe
ve Slogan yazisinda yazar, felsefenin sistemli bir düsünce
gelenegi oldugunu,
biz de ise sistemlesmis bir düsünce
gelenegi olmadigi
için atasözü,
fikra ve deyislerin felsefenin
yerini tuttugunu
belirtmektedir. Çünkü atasözü de slogan da bir düsünceyi kisa
ve kestirmeden anlatmaktadir.
Yazar, bir toplumun, felsefi düsünmeden
ne kadar yoksunsa atasözü ve sloganda o kadar gelismis
oldugunu savunmaktadir. Sistemli felsefi düsüncenin
metinlerle var oldugunu,
bizde ise atasözü
ve fikralarin
sistemli metinler olmadigini, bir ya da birkaç cümlelik
düsünceler oldugunu söylemektedir.
Platon ve Aristo’da verilen hakikatleri
kanitlamanin adini eristik olarak belirten YAVUZ, bunlari sorguya
çekmenin ise diyalektik oldugunu belirtmesinin ardindan toplumumuzda diyalektik yerine
yani düsünceyi
sorgulamak yerine düsünceyi
dogmalastiran anlayisin
hâkim oldugunu belirtmektedir. Bu yüzden bizde düsünsel
bir üretim degil tüketimin oldugunu aktarmaktadir.
Yazarin
tarih üzerine yazdigi Tarih
Nedir? Tarihçi Kime Denir? Tarihin Siradanlastirilmasi isimli
denemesinde, tarihin ne nasilsa öylece göstermek mi, yoksa olaylarin
nedensellikle mi insa
edilecegi konusunu tartisarak
Türkiye’de
tarihin televizyon kanallarinda
popülerlestirildigini, kulaktan dolma bilgilerle ehil
olmayan kisilerin konular
hakkinda tartistigina sahit
olundugunu söylemektedir.
Türkiye’de tarihin de ask, Islam,
devrim ve siir gibi siradanlastirildigini‘yaziklar olsun!’diyerek
sitemli bir sekilde
belirtmektedir.
Iyiler ve Kötüler: Siyasi Tarihi Yeniden Yazmak denemesinde
ise Amerikali yönetmenin Shane
filminde iyiyi tepeden tirnaga
beyaz, kötüyü tamamen siyah giysilerle oynattigini
anlatarak, Türk siyasi tarihinde de iyilerin daima iyi oldugunu, kötülerin de daima kötü
oldugunu söylemektedir.
Bunu ise ‘Atatürk iyi Ismet Pasa kötü, Atatürk devrimci Inönü karsi devrimci, Atatürk ilerleyici Inönü tutucu’ seklinde örneklendirmektedir. Bununla birlikte
bu durumu gerçekten böyle
olup olmadigini
tartisarak
Profesör Cemil
KOÇAK’in iki dönemi de yakindan inceledigini
arada hiç bir fark bulamadigini,
Atatürk döneminde
ne varsa Inönü
zamaninda da oldugu gibi devam ettigini Atatürk’
ün neden tamamen iyi ve Ismet Pasa’nin tamamen kötü
olarak anlatildigini sorgulamaktadir.
Yazar,
dil üzerine yazdigi denemelerinde önce sözün gücü üzerinde
durarak dünya üzerindeki iktidarlarin, liderlerin ve rejimlerin dilin gücünden
ne kadar korktuklarindan ve bazilarinin da sözün gücünü ne kadar iyi
kullandiklarindan bahsetmektedir. Liberal demokratik rejimlerde iktidarin
mutlak iktidar talep etmeyecek kadar kendine güvendiginden ancak fasist komünist
ya da baskici
iktidarlarin kendi güçlerinden emin olmadiklarindan
bahsederek hiçbir gücün tekin olmadigini, Murdoch’un dedigi
gibi her güç gibi dilin ilaç gibi oldugunu
ya öldürecegini,
ya da iyilestirecegini söylemektedir.
Lumpen
Dil, Entel Dil isimli
denemesinde yazar, kaçak dilin, yani argonun, entel dilin, yani ithal edilmis sözcüklerle olusturulan dilin, her ikisini de
kullanan kisiye statü getirdigini, ancak bu statünün
boslukta bir statü oldugunu
örneklerle anlatmaktadir. Her ikisinin de geçis toplumlarinda görülen lumpenlesme sürecinde, dilin
de lumpen dil haline geldigini, sözcüklerin bir baglam içerisindeki
anlamlarini
yitirdigini
belirtmektedir.
Dilin
sömürgelesmesi denemesinde
dilin bozulma ve yozlasmasinin
iki temel sebebinden bahsederek, birincisinin günlük konusma dilinde iletisimin tam anlamiyla gerçeklesip gerçeklesmedigi,
ikincisinin ise edebi dilin, edebi dil geleneginden
kopup kopmadigina bakilarak
anlasilacagini aktarmaktadir. Dilimize yabanci kelimelerin girmesinde belirli kosullarda bir sakinca olmadigini,
ancak ulusal dil açisindan bazi sorunlara yol açtigini belirtmektedir. Sömürgelesmedeki asil sorunun sebebi olarak Osmanlica kökenli
kelimelerin günlük
hayatta yanlis
kullaniliyor
olmalarini
göstermektedir. Ingilizce kelimeleri dogru kullanip da Osmanlica kelimeleri yanlis
kullanmanin dilin sömürgelesmesine yol açtigini söylemektedir.
Edebi Dil örneginde;
Nobel edebiyat ödülüne layik
görülen
Türk yazari Orhan
PAMUK’un romanlarini
Türkçe orijinalinden degil
de Ingilizce çevirisinden okuduklarinda
PAMUK’un ne demek istedigini
daha iyi anladiklarini söyleyenlerin
oldugunu, bunun da üslupsuz bir edebi
dilimizin oldugunun
göstergesi oldugunu belirtmektedir.
Bizim
Klasigimiz Var mi Edebiyat Üstüne denemesinde
yazar, Latincedeki klasik sözcügünün
Türkçe’de ne anlama geldigini açiklayarak
bir eserin klasik sayilip sayilmayacagina karar verebilmek için o eserin zamana dayanip dayanmamis
olduguna bakmak gerektigini söylemektedir.
Bizde zamana dayanan eserler verilebilmis
olup olmadigini sorgulamis
ve bizim klasigimiz yok diyenlerin
Evliya Çelebi, Yunus Emre, Mevlana gibi isimlere haksizlik ettigini düsündügünü,
çünkü bu isimlerin zamana dayanmadigi olgusunu kimsenin kanitlayamayacagini söylemektedir.
Çok
Satan Romanlar denemesinde
yazar, Türkiye’de roman okurlarinin sayisinin giderek arttigini, ancak gazete ya da dergi okurlarinin
sayisinin artmadigini
belirtmekte ve Türk
edebiyatinda romanin hakim tür olmaya baslamasinin
sosyal yasantiyla bire bir alakali oldugunu,
yetmisli yillara kadar öykü öne çikan bir tür iken 1980 yilindan itibaren durumun
degistigini anlatmaktadir. Kapitalizmin hakim üretim tarzi olmasi,
burjuvazinin kendini anlatmak ve anlasilmak istegine olanak vermesi, dolayisiyla
tüketim toplumu olma yolunda ilerledigimiz için
roman okuru oraninda
artis
olmaktadir.
Çok
Satmak Çok Kazanmak baslikli denemesinde yazar, bir eserin iyi
olmasi halinde çok satmasinin
niteliginden bir sey kaybettirmedigini, ancak kötü
bir kitabin reklamla çok satmasinda sikinti
oldugunu, bu çok satisin
esere bir deger kazandirmadigini anlatarak kitabin reklam yoluyla çok satmasinin
elit kültürün degil
popüler kültürün
bir ürünü oldugunu
belirtmektedir.
Anlamak
baslikli
denemesinde yazar, siir ya da düz yazi anlasilir mi olmali? Bir metin anlasilmiyor ise degersiz midir? sorusuna
cevap aramakta ve kapali yazan bir çok sair
gibi Seyh Galip’in de
siirlerini anlamiyoruz elestirisine maruz kaldigini
belirtmektedir.
Dini
Bayramlarin Ruhaniyeti Niçin Yok Oldu? baslikli denemesinde yazar, bayramlarin eski
bayramlar olmamasini ruhaniyetin yok olmasina baglayarak
ruhaniyetin kaybolmasinin sadece bayramlar için geçerli
olmadigini,
geleneksel ve ruhani olani, modern olani sekülerlestirip formalite haline getirdigini, mahalle yasantisindan günümüzdeki
sürece geçisin de bunun
sonucu oldugunu
belirtmektedir. Ruhaniyetin genelde insani iliskilerin
yakin sicak
ve somut olarak yer aldigi
mahalle yasantilarinda
kaldigini,
Komsulara Ayse Teyze, Ahmet Amca, Sükrü Dayi gibi
akrabalik sözlerinin kullanilmasinin mahalle yasantisinin sicak
ve samimi olmasinin
isareti oldugunu belirtmektedir. Modernlik,
mahalleyi yok ederek apartmanda bir yasam
alani olusturdugunda ruhaniyetin de formaliteye dönüstügünü, Böylece
bayramlarda birlikte olma, büyükleri ziyaret etme gibi davranislarin
yerini tatile çikma gibi davranislara
biraktigini gözlemledigini söylemektedir.
Bayramlarin formaliteye dönüstügü
gibi diger gelenekler ve
adetler de modern yasantinin
kurbani olup sekilden
ibaret bir hale gelmistir.
Ask üzerine
yazdigi
denemesinde yazar, ask beni büyüleyen öteki demistir. Aski sözle
sinirlandirmanin,
bir kaliba sigdirmanin mümkün olmadigini söyleyerek
Rolant Barthes’in bir
ask söyleminden
parçalar da dedigi ‘çözümünü
hiçbir zaman bilemeyecegin
bir bilmece; neden sunu
arzuluyorum’ sözünü
hatirlatmistir.
Labirent
baslikli
denemesinde yazar, fikir hayatimizin
arabesklesmesinin, en
basit düsüncelerin en siradan sözlerle
ifade edilmesi oldugunu
vurgulamaktadir. Özgün düsüncenin
üretilmiyor olmasi, geleneksel zihin kaliplarinin kirilmamis olmasi,
Türk insaninin zihin yapisinda labirentlerin oldugunu önümüze
koydugunu söylemektedir.
Özgün
fikirlerin üretilmemesinin sebebini ise
tarihimizin oryantalizmle asagilanmasi ve arabeskin etkisiyle siradanlastirilmasi
oldugunu, bu iki kavramin etkisiyle Türk
halkinin fikir labirentleri arasinda çözümsüz dolasip
durdugunu belirtmektedir.
Kentlerin
Iskeleti denemesinde
yazar, büyük kentlerin birbirlerine bakan, ama birbirleriyle konusmayan insanlar olusturdugunu
söylemektedir. Eskiden yolculuk yapilan
tasitlardaki
insanlarin birbiriyle konusmamasinin ayip
sayildigini, simdi
ise tasitlarda
tanimadigimiz insanlarla konusmanin
ayip sayildigini,
büyük kentlerin insanlar arasindaki sicak ve somut iliskileri, soyut ve kurallara bagli
iliskilere çevirdigini söylemektedir.
Insanlarin
küçük kentteki akrabalik iliskilerini
büyük
kentlerde hemserilik olarak
devam ettirmeye çalismalarinin
da göz ardi
edilmeyecegini belirtmistir.
Entellik üzerine
baslikli denemesinde yazar, Türkiye’de birakin aydin olmayi, okur-yazarligin
bile insanlar tarafindan
hos karsilanmadigini söylemektedir.
Çünkü okuma, yazma, arastirma, düsünme
gibi eylemlerle ugrasan insanlara biyik
alti bir gülümseme ile asagilayici küçümseyici
bir sekilde ‘entel
takiliyor’ denildigini, entelektüel olmanin bir suçmus gibi görülerek bir kiyim
gerçeklestirildigini belirterek“Belki de Bedri BAYKAM haklidir, entellerin
gerçekten korunmaya ihtiyaci var demistir.
Mahremiyetin
Siniri Görmek mi Dokunmak mi baslikli
yazisinda,
Bati anlayisina göre
gerçekligi dokunarak algiladigimizi,
görme, tatma, duyma ve isitmenin isaret oldugunu, insan bedeninin mahremiyetinin
dokunulmazlik oldugunu,
birisinin bedeninize dokundugunda
sizi taciz etmis
oldugunu belirtmektedir. Dogu kültüründe ise
bunun böyle olmadigini,
dokunma, duyma, tatma, görme, isitmenin
birer isaret ya da
istiare oldugunu belirtmistir. Bes duyu ile gerçekligin bilinmeyecegini, gerçekligin sezgi ya da iç görü ile kavranacagini, bu yüzden
tesettürün
kadinin
gerçekligini
gizleyen bir islev
olmadigini,
sezgi veya içgörünün objesi olan kadini tesettürün simgeledigini söylemektedir.
Bunun somut bir kadin olmadigini, örtü ya da tesettürün Islam’in
erdemli kadinini simgeledigini“tesettür görsel bir istiaredir” seklinde
belirtmistir.
Yazarin,
Kahve, Enfiye ve Pipo üzerine yazdigi
denemelerinde ise kendi hayatinda
bu tür aliskanliklarin varligindan
bahsetmistir. Bu
denemeler ile biraz da kendi özel
hayatina iliskin
bir takim bilgiler vererek kitabini
sonlandirmistir
BUDALALIGIN KESFI
HILMI
YAVUZ
TIMAS
2012