Önsöz
Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amaci
küresel imparatorluk kurmaktir. Bizler, diger ülkeleri sirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarimizin,
kisacasi benim sirketokrasi
diye adlandirdigim
kurumsal yapinin kölesi halinegetirmek için uluslararasi finans kuruluslarini kullanan elit bir grubuz
Mafyanin yaptigi iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri
de görünüste bazi iyilikler yapar. Örnegin elektrik santralleri, otoyollar,
limanlar, havaalanlari, teknoparklar gibi altyapi hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçlarin
ön kosulu, bütün bu projelerin Amerikan insaat ve mühendislik firmalari tarafindan
gerçeklestirilmesidir. Aslinda paranin çogu Amerika’yi hiç terk etmez;
yalnizca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki
mühendislik firmalarina transfer edilir.
Para hiç vakit geçirmeden sirketokrasi üyesi sirketlere (kreditörlere) döndügü halde borçlu ülkenin anapara
arti faizin tamamini ödemesini isteriz. Eger Ekonomi Tetikçisi
çok basarili ise borç tutari o
kadar büyük olur ki birkaç yil sonra borçlu ülke ödemeleri aksatir. Bu oldugunda biz de mafya gibi diyetini isteriz.
Birlesmis Milletler’de Amerika’nin istegi dogrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol
gibi degerli kaynaklara el koyma seklinde olabilir bu diyet. Buna ragmen borçlunun borcu devam eder. Böylece küresel imparatorlugumuza bir ülke daha eklenmis olur.
2004 itibariyle 3. Dünya ülkelerinin borç
toplami 2.5 trilyon dolara, yillik faiz ödemeleri de 3.75 milyar dolara yükselmistir.
Bu tutar, tüm 3.Dünya ülkelerinin saglik
ve egitim harcamalari toplamindan fazla,
aldiklari dis yardimin
da 20 katidir. Yine bu
ülkelerde nüfusun en üst yüzde biri, ülkelerinin mali kaynaklarinin ve
gayrimenkullerinin %70 ila %90’ina sahiptir. Bu çagdas imparatorlugun sinsiligi, Romali askerleri, Ispanyol fatihlerini (konkistador), 18-19
uncu yy Avrupali sömürgecilerini fersah fersah geride birakir. Biz Ekonomi Tetikçileri kurnazizdir. Bizler
tarihten ders aldik. Kiliç tasimayiz,
zirh-üniforma giymeyiz. Ekuador, Nijerya, Endonezya gibi ülkelerde yerli ögretmenler veya esnaf gibi giyiniriz.
Washington ve Paris’te bürokratlara ve bankerlere benzeriz. Proje mahallerini
gezer, yoksul köyleri dolasiriz.
Yerel basinda ne kadar hayirli isler
yaptigimizdan söz ederiz. Yasadisi bir seye tevessül ettigimiz pek nadirdir. Zira sistem aldatmacaya dayansa da
tanim olarak yasaldir.
Ancaaak….. Eger biz basarisiz
olursak, devreye çakallar (Istihbarat –NSA
ve CIA- elemanlari) girer. Çakallar hazir ve nazir bekler. Ortaya çiktiklarinda devlet baskanlari devrilir veya feci “kaza”larda ölürler.
Eger Afganistan ve Irak’ta oldugu gibi, bir sekilde çakallar da beceremezlerse genç Amerikalilar ölmeye ve öldürmeye gönderilir.
Bu imparatorlugun yaratilmasina ben de katkida bulundum ve suçluluk
duygusu altinda eziliyorum. New Hampshire tasrasindan bir çocuk nasil oldu da bu pis islere bulasti?
BIR
TETIKÇI DOGUYOR
Her sey çok masumca basladi.
1945’te orta halli, ögretmen bir ailenin tek çocugu olarak dogdum. Babam dünyanin her yanindan gelmis zengin çocuklarinin okudugu Tilton okulunda ögretmenlik yaptigindan ben de 14 yasinda Tiltonda burslu okumaya hak kazandim. Orda zengin çocuklarina nispet iftiharla
geçtim, iki okul takiminin kaptanligini yaptim
ve okul gazetesini çikardim. Lise bitince Middlebury üniversitesinde burslu okumaya basladim. Orasi da Tilton gibi zengin çocuklarinin
okuluydu. Orda hayatimi etkileyen 2 kisiyle tanistim. Birisi genç ve güzel Ann, digeri de Iranli bir generalin oglu olan Ferhat’ti.
Ferhat beni içkiye, gece hayatina, ailemi
dislamaya yöneltti. Ders çalismayi biraktim.
Bursum kesildi. Ben de bir sene gazetecilik yaptiktan sonra Boston
Üniversitesi, Isletme Fakültesine kaydoldum. 1967’de, son siniftayken Ann ile evlendim.
Ann’in babasi Deniz kuvvetlerinde üst
kademede görevli, çok basarili bir mühendisti. En yakin arkadasi, Ann’in “Frank Amca” dedigi kisi, ülkenin en genis casusluk örgütü
NSA (Ulusal Güvenlik Ajansi) nin tepe yöneticilerinden biriydi. Onun tesvikiyle NSA’da
is görüsmesine gittim. Birkaç hafta sonra NSA’dan kabul
edildigime dair haber geldi. Sonradan ögrendigime göre, Ferhat’in babasinin Iranda ABD istihbaratinda çalismasi bu kabulde etkili olmus.
NSA’nin is teklifini kabul etmeden önce Baris gönüllülerinin bir seminerine
katilmam, yine hayatimin yönünü degistirdi. Önerilen
yerlerden biri, yerli halkin bütün özelliklerini korudugu Amazon Yagmur Ormanlariydi. Frank Amca’ya akil danistigimda, bu görevi kabul etmemi söylemesi beni sasirtti.” Oralari petrol
yatagi. Yerlileri anlayan iyi ajanlara
ihtiyacimiz olacak” diyerek Ispanyolca
ve yerel lehçeleri ögrenmemi
tesvik etti. Böylece Ann ve ben Ekuador’da
baris gönüllülerine katildik. Yerliler
gibi yasamaya baslayip onlarla akraba gibi olduk.
Köyümüze bir gün MAIN sirketinin Genel Müdür yardimcisi Einar
Greve geldi. MAIN, Dünya Bankasi’nin Ekuador’a ve komsu ülkelere hidroelektrik santralleri ve diger alt yapi projeleri için
milyarlarca dolar borç vermesi dogru
olur mu diye arastirmalar
yürüten uluslararasi bir danismanlik sirketiydi.
Einar’la Ekuador’da birkaç gün geçirdikten
sonra mektuplasmaya basladik. Benden Ekuador’un ekonomik durumu ve gelecegi hakkinda raporlar istedi. Bir yil içinde
kendisine 15 rapor gönderdim.
Baris gönüllüsü olarak görevim sona erince Einar
bana MAIN’de is teklif etti. Einar’in dedigine göre MAIN’in esas isi mühendislikti. Fakat en önemli müsterisi olan Dünya Bankasi’nin hazirladigi mühendislik projelerinin boyutunu
ve fizibilitesini saptamak üzere ekonomistlere ihtiyaçlari vardi. Ekuador,
Endonezya, Iran,
Misir gibi güvenilir istatistikleri bulunmayan yerlerde kisisel gözlem ve degerlendirme gerekiyordu. Böylece 1971’de 26 yasinda MAIN’de ekonomist olarak göreve basladim. Oysa gerçek görevimin tamamen James Bond’a benzedigini kisa sürede fark edecektim.
“GIRDIN MI ÇIKAMAZSIN”
Arthur D.Little, Stone & Webster,
Brown & Root, Halliburton ve Bechtel gibi mühendislik firmalarini herkesin
tanimasina ragmen MAIN kamuoyunda pek bilinmiyordu. Profesyonel kadromuzun çogu mühendis oldugu halde is makinalarimiz olmadigi gibi, bir baraka dahi insa etmemistik. Önceleri ne yaptigimizi anlamakta bile zorluk çekiyordum. Tek bildigim, Java adasinin enerji master planini hazirlamak üzere
11 kisilik bir heyetle Endonezya’ya gidecegimdi. Endonezya ve Java’nin ekonometrik
modellerini çikarmam gerekecegi ve bu konuyu hiç bilmedigim için kurslara yazildim. Bu süreçte, istatistiklerin amaca göre manipüle edilebilecegini kesfettim.
MAIN, beni egitmesi için Claudine adinda güzel bir bayani görevlendirdi.
Claudine bana, hiç kimsenin isim
hakkinda bilgi vermedigini,
zira bunu yapmaya bir tek kendisinin yetkili oldugunu söyleyerek, görevinin beni ekonomi tetikçisi
olarak yetistirmek oldugunu ilave etti. Ne yaptigimi karim dahil hiç kimsenin bilmemesi
gerektigini belirttikten sonra, isimin iki ana amaci oldugunu açikladi. Öncelikle, hazirlayacagim raporlarla MAIN ve diger Amerikan sirketlerinin (Bechtel, Halliburton, Stone&Webster gibi)
devasa mühendislik ve insaat
projeleri için uluslararasi finansman kuruluslarinin verecegi kredilere dayanak saglayacaktim. Verilen borç, projeleri gerçeklestiren Amerikan sirketlerine geri döndükten sonra ikinci
görevim, muazzam borç altina giren bu ülkeleri iflas ettirmekti.
Böylece söz konusu ülkeler askeri üs, BM’lerde lehimize oy, petrol ve
diger dogal ham maddeleri kullanimi gibi ihtiyaçlarimiz
için kolay hedef olabilecekti. Isim, bir ülkeye milyarlarca dolar yatirim
yapilmasinin etkilerini tahmin etmek olacakti. Gelecek 20-25 yilda ekonomik
büyümenin ne kadar olacagini ve çesitli projelerin etkilerini arastiran çalismalar yapacaktim. Projelerin her birinden beklenen
ancak açikça söylenmeyen özellikler, müteahhit firmalar için çok karli olmasi, ülkedeki bir avuç varlikli ve etkili aileyi mutlu etmesi, uzun dönemde ülkeyi mali ve siyasi bagimlilik altina sokmasi idi. Borç yükü ne
kadar büyük olursa o kadar iyi olacakti. Bu yük ülkenin en yoksul vatandaslarini sonraki on yillar boyunca saglik, egitim gibi temel ihtiyaçlardan yoksun birakacakmis, ne gam.
Büyük alt yapi Projeleri GSMH artisina önemli katkida bulunur ancak GSMH
mutlak deger olarak aldaticidir. Bir tek kisi, örnegin bir enerji sirketi sahibi bile yararlanacak sekilde GSMH artabilir, halkin çogunlugu borç yükü altinda ezilse bile. Zengin daha da zenginlesirken
fakir daha da fakirlesebilir.
Buna ragmen istatistiki açidan büyüme gerçeklesmis görünür.
Diger ABD vatandaslari gibi MAIN çalisanlarinin çogu enerji santralleri, otoyollar,limanlar insa etmekle ülkelere iyilik ettigimize inaniyordu. Okullarimiz ve basinimiz bütün yaptiklarimizi iyi niyetle yaptigimizi ögretmisti. Yillarca hep su ifadeyi
duydum: ”Amerikan bayragini yakiyorlar,
elçiligimizin önünde gösteri yapiyorlar,
neden lanet olasi ülkelerini terk edip onlari yoksulluk içinde
yuvarlanmaya birakmiyoruz?
Bunu söyleyenler de genelde egitimli insanlar. Oysa dünya çapinda
elçilik bulundurmamizin amaci kendi çikarlarimiza hizmettir ki bunun
da 20.yy’in ikinci yarisindaki anlami, Amerika Cumhuriyetini Global Imparatorluga dönüstürmek
demektir. 18.yy sömürgecileri de, kendi topraklarini savunan kizilderililerin seytanin hizmetkari olduklarina
inaniyorlardi.
Bir gün Claudine’e birlikte Java’ya gidecegimiz kisilerin de benimle ayni isi mi yapacaklarini sordum.
“Hayir, onlar mühendis” dedi. “Onlar
elektrik santrali, dagitim
hatlari, limanlar ve yollarin planlarini yaparlar. Sen ise onlarin
tasarlayacagi sistemlerin ve dolayisiyla
verilecek kredinin boyutlarini hesaplayacaksin. Anahtar kisi sensin”
Bir baska gün Claudine su bilgiyi verdi. “Bizler küçük, özel bir
kulübüz. Dünya ülkelerinin milyarlarini dolandirmak için iyi, çok
iyi para aliriz. Isinin önemli bir bölümü, dünya liderlerini Amerikanin ticari çikarlarini kollayan genis bir sebekenin bir
parçasi olmaya ikna etmek olacak. Sonuçta bu liderler öyle bir borç batagina saplanirlar ki Amerikanin sadik
köleleri olurlar. Böylece siyasi, ekonomik ve askeri gereksinimlerimizi istedigimiz zaman istedigimiz sekilde karsilarlar. Buna karsilik kendi
halklarina teknoparklar, santraller, havaalanlari getirdikleri için siyasi
konumlari güçlenir. Bu arada Amerikan mühendislik ve müteahhitlik firmalari da
iyice zenginlesir”.
Tarih boyunca imparatorluklar askeri güçle
veya güç tehdidi ile kuruluyordu. Fakat II.dünya savasinin sona ermesi, Sovyetler Birligi’nin dogusu ve nükleer savas korkusu yüzünden askeri harekat göze alinamayacak kadar riskli hale geldi.
1951 dönüm noktasi oldu. O tarihte Iran, dogal kaynaklarini ve halkini istismar ettigi
için British Petroleum’a (bugünkü BP) cephe almisti. Iran’in çok
sevilen, demokratik biçimde seçilmis basbakani (Time dergisi onu 1951’de
yilin adami seçmisti)
Muhammet Musaddik Iran’in
tüm petrol varliklarini millilestirdi.
Buna öfkelenen Ingiltere,
Amerika’dan yardim istedi. Fakat her iki ülke de, askeri bir müdahalenin
Sovyetler Birligi’nin tepkisini çekeceginden korkuyordu.
O yüzden Amerika, Deniz Kuvvetlerini
göndermektense CIA ajani Kermit Roosevelt’i (Theodore’un torunu) gönderdi.
Kermit para veya tehditle yandas topladi.
Onlarla sokak isyanlari ve siddet
gösterileri düzenledi. Öyle ki Musaddik istenmeyen adam gibi göründü.
Sonunda Musaddik indirildi ve yasaminin
geri kalanini ev hapsinde geçirdi. Amerikan yanlisi Riza Sah mutlak diktatör haline geldi. Kermit Roosevelt yeni
bir meslek baslatmisti ve simdi ben onun saflarina giriyordum.
Roosevelt’in oyunu Ortadogu’nun tarihini degistirmek yaninda imparatorluk kurmanin
en eski yöntemlerini de demode kilmisti. Kore ve Vietnam yenilgileri de buna katkida
bulundu. Sonuçta anlasildi ki
Amerika küresel imparatorluk hayalini gerçeklestirmek istiyorsa her yerde Roosevelt’in Iran yönetimini uygulayacaktir. Nükleer
savasa girmeden Sovyetler Birligi’ni yenmenin tek yolu buydu.
Ancak bir sorun vardi: Kermit Roosevelt bir CIA ajaniydi. Yakalansaydi sonuçlari tatsiz olacakti. Ilk kez yabanci bir hükümeti Amerika alasagi ediyordu ve gerisi de gelecekti.
Fakat bu operasyonlarin dogrudan Washington’u isaret etmemesi gerekiyordu.
Ne mutlu ki 1960’larda bir baska devrim daha gerçeklesti. Uluslararasi sirketler ile Dünya Bankasi ve IMF
gibi çok uluslu kuruluslar
güç kazandi. Dünya Bankasi ve IMF’yi Amerika ile Avrupa’daki
emperyalist kardeslerimiz
finanse ediyordu. Hükümetler, sirketler
ve uluslararasi kuruluslar
arasinda simbiyotik bir iliski
dogmustu.
Ben ise basladigimda sorun çoktan çözülmüstü. Amerikan istihbarat teskilatlari (NSA
dahil) potansiyel Ekonomi Tetikçiklerini teshis edecek ve bunlar sirketler tarafindan istihdam edilecek, hükümetten bir
kurus para almayacaklardi. Böylece, kirli
isleri ortaya çikarsa hükümet degil, hirsli sirketler suçlanacakti. Üstelik marka, serbest
ticaret, bilgi hürriyeti gibi yasal kiliflarla bu sirket ve kuruluslar meclis arastirmalarindan ve kamuoyu baskisindan korunacaklardi.
ENDONEZYA
BIR
EKONOMI TETIKÇISINE DERSLER
Ilk görevim Endonezya’da olacakti.
Endonezya yüzyillarca çesitli ülkelerin
egemenlik savaslarina sahne olmus, nihayet 1949 da Sukarno’nun liderliginde Hollanda’dan bagimsizligini kazanmisti. Fakat 17500 adadan ve sayisiz dil, kültür, irktan
olusan ülkede birligi saglamak kolay olmamisti. Kanli iç savaslari takiben general Suharto 1968 de bir darbeyle
baskan oldu.
Amerika Vietnam’daki basarisizliginin domino etkisi yapmasindan ve komünizmin diger ülkelere yayilmasindan korkuyordu.
Anahtar ülke Endonezya idi. MAIN’in elektrifikasyon projesi, Amerikanin
Güneydogu Asya’daki egemenligini garantileme master planinin bir
parçasiydi. Amerikan dis politikasi Suharto’nun Iran Sahi gibi davranacagi savina dayaniyordu. Endonezya’da elde edecek
kazanimlarin tüm Islam
dünyasinda, bilhassa patlamaya hazir bekleyen Ortadogu’da yankilari olacakti. Bu da
yetmezmis gibi Endonezya’da petrol vardi.
Rezervlerin miktarini kimse bilmiyordu fakat parlak görünüyordu.
Endonezya’ya varinca, iki kisilik heyetimizin baskani söyle dedi: ”Evet, burada bulunmamizin sebebi,
dünyanin en yogun nüfusuna sahip adasi Java’nin
elektrifikasyon master planini hazirlamak. Fakat bu buzdaginin görünen kismi. Esas amacimiz,
Endonezya’yi komünizmin kiskaçlarindan kurtarmak ve kuzey komsulari Vietnam, Kamboçya, Laos’un
izinden gitmesini önlemek. Entegre bir elektrik sisteminin kurulmasi,
kapitalizm ve demokrasinin hakimiyetini garantileyecektir. Master plani
hazirlarken, Endonezya’daki petrole ihtiyacimiz oldugunu dikkate alip, limanlarin, boru hatlarinin, insaat sirketlerinin bolca elektrik almasini saglayin. Eksik yönde hata yapmaktansa, fazla
yönde hata yapmamiz daha iyidir.”
Master Plan tamamlandiktan sonra plan
dahilindeki bölgeleri gezmeye çiktim. Tercümanim beni Bandung’da bir kukla (karagöz) gösterisine götürdü. Dalang denen kuklaci 100’ün üstündeki kuklayi farkli seslerle
seslendiriyordu. Ömür boyu unutamayacagim
gösteride kuklalardan biri Richard Nixon’du.
Nixon kilikli kuklanin arkasinda Orta Dogu ve Uzak Dogu haritasi vardi. Ülkeler, haritadaki kendi yerlerinde çengellerde asiliydi. Yerde de, üstünde $ isaretleri bulunan
bir kova vardi. Nixon haritaya yaklasti,
Vietnam’i çengelinden çikarip agzina soktu. “Ayy, aci, çok kötü, bundan
istemiyoruz” deyip kovaya atti. Yüzünü tekrar haritaya döndü. Sonraki ülke
seçimleri beni saskinlik içinde birakti: Zira Güney Dogu Asya’nin
domino ülkelerini degil,
hep Orta Dogu ülkelerini seçiyordu: Filistin,
Kuveyt, Suudi Arabistan, Irak, Suriye ve Iran, arkadan Pakistan ve Afganistan. Her seferinde Nixon ülkeyi kovaya atmadan önce Islamiyet’e küfürler ediyordu: “Müslüman
köpekler, Muhammed’in canavarlari, Müslüman seytanlar” gibi. En sonunda da haritadaki çengelinden Endonezya’yi kaldirarak “Bunu da Dünya Bankasina verelim. Bakalim bize bundan nasil para kazandirabilir” dedi.
Gösteriden çiktiktan sonra tercümanimla
aramda su konusma geçti.
“Dalang, Nixon’a Vietnam disinda niye yalnizca Müslüman ülkeleri
kovasina attirdi ?”
“Çünkü plan böyle. Vietnam ilk adimdan baska bir sey degildi.
Tipki Naziler için Hollanda’nin oldugu gibi. Gerçek hedef Müslüman dünyasi.”
“Amerikanin anti-islam olduguna inanamam”
“Öyle mi? Ne zamandan beri? Kendi
tarihçilerinizden birini, Arnold Toynbee adli Ingilizi oku da gör. Ta ellilerde, gerçek savasin komünistlerle kapitalistler arasinda degil , Hiristiyanlarla Müslümanlar arasinda olacagini söylemisti. “ Civilization on Trial”
ve “The World and The West” adli kitaplarina bir bak”
“Iyi
de Müslümanlar ile Hiristiyanlar arasinda niye düsmanlik olsun ki?
“Çünkü Bati, özellikle de lideri Amerika,
dünyayi hakimiyeti altina almak, tarihin en büyük imparatorlugunu kurmak istiyor. Neredeyse basaracak. Su anda önündeki tek
engel Sovyetler Birligi.
Fakat Sovyetleri kalici bir engel olarak görmüyor. Dinleri yok, inançlari yok,
ideolojilerinin içi bos.
Tarih boyunca iman her seyin önünde
gelmistir. Biz Müslümanlarda da iman var, hatta
sizden fazla. O yüzden bekliyoruz ve güçleniyoruz. Sonra bir yilan gibi saldiracagiz.”
“Ne korkunç! Bunu degistirmek
için ne yapabiliriz?
“Bu kadar açgözlü olmaktan vazgeçin. Ve de
bencil. Büyük evlerinizden, süslü magazalarinizdan
baska gerçekler de var dünyada. Insanlar açliktan ölürken siz
arabalarinizin benzinini düsünüyorsunuz.
Bizimki gibi ülkeler yoksulluk içinde bogulurken imdat çigliklarimizi duymuyorsunuz. Size bunlari söylemeye çalisanlara kulaklarinizi tikiyorsunuz.
Onlar sizin için ya radikal ya komünist . Bu tutumunuzu birakmazsaniz sonunuz
hiç iyi olmayacak.”
Karagöz oynatici Dalang’a birkaç gün sonra
yolda kimligi bilinmeyen biri çarpti ve öldü. Genç Endonezyalilarla yaptigim konusmalar gözlerimin açilmasini sagladi. Bencil bir dis politikanin gelecek kusaklara yaramayacagini fark ettim. Günlügüme sunlari yazdim.
“Yoksul ülkelere dis yardim kilifi altinda verdigimiz borçlar bugünün çocuklarinin ve
onlarin torunlarinin rehine olmasina yol açiyor. Sirketlerimizin, onlarin kaynaklarini talan etmesine izin vermek ve bize olan borçlarini ödeyebilmek için egitim, saglik gibi
hizmetlerden feragat etmek zorunda kalacaklar. Amerika Vietnam gibi sömürge
savaslarinda harcadigi bütün parayi dünyadan açligi kaldirmaya, egitim ve temel saglik hizmetlerine herkesin ulasabilmesine, ormanlarin , sulak alanlarin korunmasina harcasaydi dünya nasil bir dünya olurdu acaba?”
PANAMA
Panama havaalanina 1972’nin bir Nisan aksami ayak bastim. Yol boyunca gördügüm bilboard’lari baskan Omar Torrijos’un resimleri süslüyordu.
MAIN’in devasa Kalkinma Master Planinin
son görüsmelerini yapmakla görevlendirilmistim. Plan, bu iki milyonluk minicik fakat
son derece stratejik ülkeye enerji, ulasim ve tarim sektörlerinde Dünya Bankasi, Amerikan
Kalkinma Bankasi ve USAID’in milyarlarca dolar yatirim yapmasina zemin
hazirlayacakti.
Panama vaktiyle, Columbia’nin bir parçasiyken,
Süveys kanalini açan Fransiz mühendis
Ferdinand de Lesseps burada da kanal açma girisiminde bulunmustu.
De Lesseps basarili olamadi fakat Theodore Roosevelt’in
Panama’ya göz dikmesine yol açti. 1903’de Amerika bir savas gemisi göndererek kistagi isgal etti ve Panama’yi
bagimsiz devlet olarak ilan etti. Kukla bir
hükümet kurarak ilk kanal anlasmasini imzaladi.
Anlasma, yapimi planlanan kanalin iki
yakasinin Amerikan bölgesi olmasini öngörüyor, Amerikan müdahalesini mesru kiliyor ve bu sözde bagimsiz ülkenin tam kontrolünü veriyordu.
Yarim yüzyil boyunca Panama, Washington’la
güçlü baglar içinde bulunan varlikli ailelerce
yönetildi. Bunlar, Amerikan çikarlarini korumayi görev edinmis sagci diktatörlerdi. Halkin korkunç yoksulluk
içinde, büyük plantasyon ve sirketlerin
kölesi halinde yasamasi umurlarinda degildi. Son diktatör Arias’i Omar Torrijos bir darbeyle
indirip devlet baskani oldu.
Torrijos döneminde Panama, tarihinde ilk
kez Washington veya baska
bir yerin kuklasi olmadi. Moskova veya Beijing’in tahriklerine kapilmadi. Torrijos sosyal reforma ve yoksullara yardima inaniyordu fakat komünizme de karsiydi.
Panama kanalini ve çevresini tamamen
Amerika’ya ait olmaktan kurtarip Panama devletine iadesi için Torrijos baskan Jimmy Carter ile müzakerelere basladi. Carter mantikli ve duyarli bir
insandi fakat Washington’daki muhafazakarlar ve dinciler yaygarayi kopardi.
Nasil olur da bu milli savunma kalemizi, Amerikan dehasinin sembolünü,
Amerika’nin ticari çikarlarinin dügüm
noktasini elden çikarmaya kalkardik?
Baskan Carter bütün itirazlara kulak tikayarak 1977’de
Kanali ve Kanal Bölgesini Panama’ya devreden anlasmayi imzaladi. Uzun ve eziyetli bir ikna
sürecinden sonra Kongre’nin anlasmayi onaylamasini sagladi. Bunun üzerine muhafazakarlar
intikam almayi ahdetti.
Baskan Carter’dan sonra gelen Reagan hükümeti kanali geri almak için epeyce ugras verdi.
Fakat Torrijos karsi koydu.
Bunun üzerine 31 Temmuz 1981’de bir uçak “kazasinda” hayatini kaybetti.
Bir kez daha Latin Amerika basini “ CIA suikasti” basliklari atti. 52 yasindaki Torrijos’un ölümü CIA’nin
suikastlar dizinine bir yenisini eklemisti.
Torrijos yasasaydi, Orta ve Güney Amerika ülkelerinde
gittikçe artan siddeti önlemenin çaresini bulacakti. Petrol sirketlerinin Amazon havzasini mahvetmesine izin
vermeyecek, Washington’un terörist ve uyusturucu savasi dedigi, ama aslinda çaresiz insanlarin evlerini ve ailelerini koruma girisimlerini hafifletecek çözümler üretecekti.
En önemlisi, Güney Amerika’da, Afrika’da ve Asya’daki liderlere örnek olacakti. Tabi ki CIA, NSA VE ET’ler buna izin vermeyecekti.
Torrijos’un halefi Manuel Noriega baslangiçta selefinin izinden gidiyor
izlenimi verdi fakat Torrijos adalet ve esitlik timsali iken, Noriega kisa sürede yolsuzluk ve kanunsuz islere bulasti.
Dahasi Amerika’nin tropik savas egitim üssü “School of Americas” in
süre uzatimina izin vermedi. Bunun üzerine 20.12.1989’da Amerika Panamaya,
II.Dünya Savasindan bu yana bir ülkeye yapilan en
büyük hava saldirisini düzenledi. Bu, sivil halka yapilan haksiz bir
saldiriydi. Oysa Panama ve Panamalilar ne Amerika ne de baska bir ülke için tehdit teskil ediyordu. Noriega Silinin Pinochet’si , Nikaragua’nin
Somosa’si gibi katliam yapmamis,
insan haklarini çignememisti. Tek yaptigi Kanal Antlasmasina uyulmasini istemek ve yeni bir Kanal için
Japonlarla görüsmekti. Amerikan askerlerinin bu iki milyonluk sehirde büyük-çocuk sayisiz insan öldürmesine ve sehrin büyük bölümünü yakmasina Washington’un
gösterebildigi tek
gerekçe, Noriega’nin uyusturucu
kaçakçiligi idi. Bu sehrin dünyanin en degerli arazilerinden birinin üstünde oldugundan kimse söz etmiyordu tabi.
Noriega Amerika’ya getirilip, kendi
ülkesindeki eylemleriyle Amerikan yasalarini ihlal ettigi gibi örnegi görülmemis bir
iddia ile yargilandi ve 40 yila mahkum edildi.
Saldiri , Amerika’nin imparatorluk
kurmanin eski usullerine döndügünü,
Reagan gibi Bush’un da amaca ulasmak
için muazzam güç kullanmakta tereddüt etmeyecegini dünyaya gösteriyordu. Hedef, Torrijos mirasini kukla bir hükümete devretmek kadar, Irak gibi baska ülkeleri de sindirmekti.
Bush hükümetinin yaptigi terörizmden farksiz, gayri mesru bir eylemdi. Amerikan Ordusu bu
bombardimandan sonra 3 gün boyunca basini, Kizilhaç’i ve diger gözlemcileri sehre sokmadi. Bu arada askerler ölüleri yakip gömdüler. Suç delillerinin
yok edilmesi ve katliamin boyutlari konusunda sorulan sorular hep cevapsiz
kaldi. Dünya bu olayi siddetle kinadigi halde basina uygulanan sansür yüzünden pek az
Amerikalinin haberi oldu. Amerika sahip
oldugu gücü igrenç bir biçimde kötüye kullanarak küstah
Amerikali politikacilarin ve onlarin Panamali yardakçilarinin
amaçlarina hizmet etmisti. Nitekim Torrijos döneminden önce Amerikan hükümetinin kuklasi olan oligarsi tekrar iktidara getirildi ve Amerika kanalin kontrolünü yeniden ele geçirdi.
GUATAMALA
Guatamala ve Orta Amerikanin hakimi,
1800lerde kurulan United Fruit Company (UFC) idi. 1950’lerde demokratik bir
süreçle Jacob Arbenz Guatamala’nin baskani seçildi.
O sirada Guatamala topraklarinin %70’i, nüfusun %3’ünün elindeydi. Arbenz halki açliktan
kurtarmayi vaad etti ve kapsamli bir toprak reformu baslatti.
Guatamala’nin en büyük ve en baskici
toprak sahibi United Fruit Company bu önlemlere karsi çikti. Bütün Orta Amerika’da bunun örnek
teskil etmesinden korkuyorlardi. United Fruit
Company Amerika’da muazzam bir kampanya baslatti. Amaç Amerika halkini ve Kongre’yi
Arbenz’in Rus komplosunun bir parçasi olduguna ve Guatamala’nin Sovyet uydusu olduguna ikna etmekti. 1954’te CIA darbe
düzenledi. Amerikan pilotlari Guatamala City’i bombaladilar. Demokratik
yöntemle seçilmis olan
Arbenz alasagi edilip
yerine zalim sagci diktatör
Castillo Arnas getirildi.
Yeni hükümet her seyini United Fruit Company’ye borçluydu.
Derhal Arbenz’in reformlarini geri çekip yabancilardan alinan her
türlü vergiyi kaldirdi. Binlerce kisiyi tutuklatti. United Fruit Company, CIA ve albay diktatör arasindaki isbirliginin meyvesi,
yüzyilin geri kalani boyunca Guatamala’yi kasip kavuran ve halen de devam etmekte olan siddet ve terörizm oldu.
SUUDI ARABISTAN’LA ILISKILER YUMAGI
1970’lerin basi, uluslararasi ekonomide önemli degisikliklerin
yasandigi bir dönem oldu. 1960’larda bir grup ülke,
büyük petrol sirketlerine
karsi OPEC petrol kartelini kurmustu. “7 kiz kardes” olarak bilinen büyük petrol sirketlerinin kasitli olarak ham
petrol fiyatlarini düsük
tuttuklarinin, böylece üretici ülkelere düsük bedel öderken kendilerinin yüksek karlar elde
ettiklerinin farkindaydilar.
Üretici ülkelerin birlikteligi 1973’te petrol ambargosuyla sonuçlandi.
Amerika’daki benzin istasyonlarinda büyük kuyruklar olustu. Büyük Buhran’a yakin ekonomik kargasa yasandi. Tüm dünyada büyüme yavasladi, issizlik
artti, sabit kur sistemi çöktü.
18 Mart 1974’te ambargo sona erdiginde ham petrol fiyatlarinin varili 1.39 $ dan 8.32 $
a çikmisti. Siyasiler aldiklari dersi hiç
unutmayacaklardi. Bu birkaç ayin yarattigi travma sirketokrasiyi güçlendirip büyük sirketler, uluslar arasi bankalar ve
hükümet’ten olusan sacayagini yikilmaz hale getirdi. Tutum ve politikalar degisti. Wall
Street ve Washington böyle bir ambargoya bir daha firsat vermemeye yemin etti.
Petrol kaynaklarimizi korumak hep önceligimiz olmustu ama 1973’ ten sonra bu saplanti haline geldi.
Ambargo, dünya siyasetinde Suudi
Arabistan’in konumunu yükseltip bizim ekonomimiz için stratejik önemini fark
etmemize yol açti. Dahasi, Amerikan sirketokrasi liderlerini “Petrodolarlari tekrar
Amerika’ya nasil döndürebiliriz?” arayisina itti.
Ambargo biter bitmez Washington Suudi
Arabistan’la görüsmelere
basladi. Petrodolarlar ve bir daha ambargo olmamasi karsiliginda onlara teknik yardim, askeri techizat/egitim ve modern tesisler önerdi.
Müzakereler JECOR (Amerika- Suudi Arabistan Ortak Ekonomik Komisyonu) adli
siradisi bir organizasyonun kurulmasiyla
sonuçlandi.
JECOR, geleneksel dis yardim programlarinin tam tersini
yapacakti: Suudi Arabistan’in Suudi parasi ile insasi için Amerikan firmalarini görevlendirmek.
Amerika’nin gelismekte
olan bir ülkeyle yaptigi,
karsilikli bagimliliga
dayali en kapsamli anlasmaydi.
MAIN’in elemani olarak görevim, muazzam
paralarin nerelere harcanabilecegini
gösteren senaryolar yazmakti. Kisacasi, Amerikan mühendislik ve insaat firmalarinin milyarlarca dolar
kazanabilmesi için yaraticiligimi kullanacaktim.
Bir taraftan Suudi ekonomisi bizimkine bagimli hale gelirken bir taraftan da ülke Amerika’nin sadik dostu
olacakti.
Yaptigim planlara göre çölde dev rafineriler,
petrokimya kompleksleri, teknoparklar, elektrik santralleri yükselecek, ülke
boydan boya elektrik hatlari, otoyollar, boru hatlari, iletisim aglari, ulasim sistemleri, bunlari çalistirmak için gelecek yabanci isçiler
için konutlar, alisveris merkezleri, hastaneler, deniz suyu
aritma tesisleri ile donatilacakti. Hepsi son teknolojiye dayali oldugu için yillar boyu bakim ve teknik servis gerekecekti. Böylece MAIN, Bechtel, Brown&Root , Halliburton, Stone&Webster ve diger Amerika firmalari yillarca para kazanmaya
devam edecekti. Suudi Arabistan’in düsmanlarindan
korunmak için savunma sanayimiz de en pahali araç gereci satarak ve
bakimini yaparak nemalanacakti. Suudi Arabistan bundan böyle hiçbir sekilde ambargo konmasina mahal vermeyecek, Amerika da bunun karsiliginda
her ahval ve serait
altinda Suudi Arabistan’a ve yöneticilerine siyasi ve askeri destek saglayacakti. Tuhaf olan suydu ki tutucu Vahabi ilkelerine dayanan bir kralligin bütün
gelecegini bir grup yabanci (onlarin gözünde
kafir) belirleyecekti. Ayrica umudumuz, Iran ve Irak gibi petrol zengini ülkelerin de Suudi Arabistan’i örnek alip ayni girisimleri yapmasiydi. Bence yaptigimizin bin yil önceki Haçli Seferlerinden
pek bir farki yoktu. Avrupali Katolikler, amaçlarinin Müslümanlari cehenneme
gitmekten kurtarmak oldugunu
iddia ediyorlardi; bizse Suuidleri çagdaslastirmak oldugunu. Gerçekte ise hem Haçlilarin, hem sirketokrasinin amaci imparatorluklarini genisletmekti.
Teklifimizi Henry Kissinger baskanliginda bir heyet Suudilere götürdü. Tüm paket krallikça
onaylandi. MAIN’e de ilk ve en karli ihalelerden biri verildi. Bunu diger ihaleler izledi ve tarimdan enerjiye, egitimden iletisime Suudi ekonomisinin her sektöründe modernizasyona
gidildi.
Bu anlasma uluslararasi hukukun da seyrini degistirdi.
Uganda’nin, yüz binlerce kisinin kanina giren zalim diktatörü Idi Amin sürgüne gönderildiginde Suudi Arabistan ona kucak açti. 80 yasinda ölünceye kadar lüks ve debdebe içinde yasadi. Amerika bu ise bozulsa bile anlasmaya halel getirmemek için sesini çikarmadi. Daha
da kötüsü, Suudi Arabistan’in uluslararasi teröre parasal destek vermesine
göz yumdu. Hatta Usame Bin Ladin’in Afganistan’da Ruslara karsi verdigi savasi tesvik etti. 1980’lerde Riyad ve Washington Mücahitlere toplam 3.5 milyar dolar aktardilar.
US News & World Report, 2003
sonlarinda “The Saudi Connection” adli arastirmada sunlari yaziyordu.
“Kanitlar tartismasizdi, Amerikanin kadim dostu ve dünyanin en büyük
petrol üreticisi Suudi Arabistan, terörist finansmaninin da merkezi
olmustu.
1980’lerde yasanan Iran
devrimi ve Afgan Savasi soklarindan sonra Suudi Arabistan’in yari resmi
yardim kuruluslari, hizla büyüyen cihad hareketinin
anapara kaynagi oldu. Para, 20 kadar ülkede
paramiliter egitim kamplari isletmede, silah satin almada ve yeni üye
toplamakta kullanildi.
Suudilerin hesapsiz paralari bazi Amerikan
yetkililerin olayi görmezden gelmesini sagladi. Suudilerle is yapan eski büyükelçilere, CIA istasyon seflerine, hatta kabine mensuplarina ihale,
hibe, ücret seklinde
milyarlarca dolar ödendi. Kraliyet ailesi yalniz El Kaide’yi degil, diger terörist gruplari da destekliyordu.”
Ekim 2003 tarihli Vanity Fair dergisi de
“Suudileri Kurtarmak” adli raporunda Bush ailesi, Suud hanedani ve Bin Ladin
ailesi arasindaki 20 yili askindir
süregelen yakin iliskiyi
gözler önüne seriyordu. George H.W. Bush 71-73 arasi Birlesmis Milletlerde büyük elçilik, 1976-77 de CIA baskanligi yapmisti.
Yani tam da Suudi Arabistan ile iliskilerin
alevlendigi dönemde.
11 Eylül’ün hemen akabinde Bin Ladin
ailesi de dahil, varlikli Suudiler özel uçaklara bindirilip Amerika’dan
gönderildiler. Uçuslara
neden izin verildi, yolcular neden hiç sorgulanmadi bilinmez. Acaba Bush
ailesinin iliskilerinden mi?
IRAN’IN SEHINSAH’I
1975-78 yillari arasinda sik sik Iran’i ziyaret ettim.
Iran da zengin petrol yataklarina sahipti
ve Suudi Arabistan gibi onun da büyük projeleri gerçeklestirmek için borçlanmaya ihtiyaci yoktu.
Ancak ülkenin tarihi siyasi kargasayla
yüklüydü. O yüzden olaya farkli yaklastik. Sah’i ilericilik
sembolü haline getirmek için Washington ve is dünyasi el ele verdi. OPEC’in kurulmasiyla Sah etkin bir dünya lideri olmustu. Ayni zamanda Müslüman Orta Dogu’nun en güçlü ordusunu kurmustu.
MAIN Hazar Denizindeki turizm bölgesinden
Hürmüz bogazindaki askeri tesislere kadar ülkenin
her yerini kapsayan projeler yapiyordu. Orda da isimiz, bölgesel kalkinma potansiyellerini tahmin edip ona göre elektrik üretim ve dagitim sistemlerini
tasarlamakti.
Yüzeyde Iran, Hiristiyan-Müslüman isbirliginin örnek
bir modeli gibi görünüyordu. Ancak kisa süre sonra fark ettim ki sakin görünüsün altinda derin bir öfke yatiyor.
Iran’daki tercümanim beni adini vermek
istemedigim ve kisaca ”Doc” diyecegim bir felsefe doktoruyla tanistirdi. Doc bana sunlari söyledi:
“Kendine sahlarin sahi lakabini veren
bu adam gerçek bir seytandir;
Hitler’den de beter davraniyor. Üstelik hükümetinizin tam bilgisi ve destegiyle. Sah sizin Orta Dogu‘daki tek gerçek müttefikiniz. Tabi ki Israil’iniz de var ama Israil sizin için destek degil,
köstek. Petrolü yok. Politikacilariniz sirf Amerika’daki Yahudi oylarini ve
seçim kampanyalarina Yahudi parasini almak için Israil’e arka çikmak zorunda. Sizin için Sah
daha önemli. Oysa Sah’in
fazla vadesi kalmadi. Herkes ondan nefret ediyor. Sah’in kapitalizminden yararlanan bazi zenginler
hariç, halkin arasinda muazzam bir dini hareket var. Akliniz varsa, sirketiniz bizim ülkemizden uzak
durur. Sizi uyariyoruz: burada çok para kazanacaginizi zannediyorsaniz yaniliyorsunuz. Sah gidecek ve siz de paranizi alamayacaksiniz. Üstelik Sah’in çöküsü yalnizca bir baslangiç, Müslüman dünyasinin gidisatinin bir göstergesi olacak. Öfkemizi çok
uzun süre baski altinda tuttuk, yakinda patlamak üzere.”
Bu konusmadan çok kisa bir süre sonra Ayetullah Humeyni ve Mollalarin önderliginde isyan, gösteri ve bombalamalar basladi. Sah 1979 da Misir’a kaçti. MAIN, Doc’un dedigi gibi, Iran’da milyarlarca dolar kaybetti. Gerek ülke olarak gerekse sirket olarak bütün baglantilarimiza, ofislerimize,
istihbaratimiza ragmen
olacaklari tahmin edememistik.
KOLOMBIYA: GÜNEY AMERIKA’NIN KILIT TASI
Kolombiya, Güney Amerika’nin bütün ülkelerini Panama kistagina, dolayisiyla Orta ve
Güney Amerika’ya baglayan ülkedir. Olaganüstü dogal güzellikleri, çok degerli yazar,
filozof ve sanatçilari, demokratik bir hükümeti vardir.
20.yy.in sonlarinda Kolombiya’ya sattigimiz en önemli hizmetler, mühendislik
ve insaat uzmanligiydi. Kolombiya çalistigim
yerlerin tipik bir örnegiydi.
Ülke korkunç borç yükü altina girerek elektrik hatlari, otoyollar, telekomünikasyon hatlarina yatirim yapacak, borcunu ve faizini petrol ve gaz
yataklarinin geliri ile ödeyecekti. Görevim, kredi ihtiyacini mümkün oldugunca sisirmekti.
Ancak orada da her sey yolunda gitmiyordu. Görüstügüm kisiler söyle söylüyordu:
“Baraj kurmayi düsündügünüz irmagin kiyisinda yasayan kizilderililer ve çiftçiler sizden nefret
ediyor. Kentlerde yasayan
ve dogrudan etkilenmeyen insanlar bile insaat santiyenize saldiran gerillalara sempati duyuyor. Hükümetiniz bunlari komünist, terörist, uyusturucu kaçakçisi olarak tanimliyor ama gerçekte onlar, sirketinizin harap ettigi
topraklarda yasayan aileler. Her gün sag kalma çabasi veren bizler, irmaklarimizin üzerine baraj kurulmasini önlemek için yemin ettik. Topraklarimiz sular
altinda kalacagina ölelim daha iyi. Dogru, gerillalarimizin bazilari Rusya
ve Çin’de egitiliyor
ama ne yapsinlar ki? Modern silahlari ve nasil savasilacagini ögrenmek
zorundalar. Bazen de silah almak için uyusturucu satmak. Dünya Bankasi kendimize savunmamiz için yardim etmiyor. Tam tersine, bu durumu zorluyor.”
Kolombiya’da geçirdigim süre, eski Amerikan Cumhuriyeti ile
yeni küresel imparatorluk arasindaki farki anlamami sagladi. Cumhuriyetimiz materyalist degil, ahlaki ve felsefi degerler, esitlik ve adalet kavramlari üzerine kurulmustu. Zayifi koruyan, II. Dünya savasinda oldugu gibi gerektiginde ilkelerini savunmak için harekete geçen bir
varlikti. Oysa bugünkü küresel imparatorluk cumhuriyetin tam tersiydi.
Ben-merkezci, haris, materyalistti; merkantilizm’e dayanan bir sistemdi.
Kendinden önceki imparatorluklar gibi, kollarini yalnizca kaynaklari toplamak,
gördügü her seyi kapmak ve doymaz kursagini doldurmak için açiyordu. Yöneticilerinin daha
fazla güç ve varlik kazanmasi için gerekli gördügü her yolu deniyordu.
Ben Amerikan Cumhuriyetinin sadik bir
vatandasiydim fakat bu yeni, üstü örtülü emperyalizm ile yapmaya çalistigimiz sey, Vietnam’da orduyla basarmaya çalistigimiz seyin parasal esdegeriydi.
Askeri müdahalenin her zaman ise
yaramadigini gören ekonomistler daha iyi bir planla ortaya çikmislar, dis yardim kuruluslari ve yükleniciler bu plani yürütmekte
becerikli hale getirmislerdi.
Sistem tikir tikir isliyordu:
Ülkeler çogunlukla ihtiyaç duymadiklari büyük
yatirimlar için Dünya Bankasi, IFC gibi kuruluslarca agir
borç yükü altina sokuluyor, bu yatirimlar büyük Amerikan
yüklenicileri tarafindan gerçeklestiriliyor, ülke
borçlarini ödemekte zorlaninca IMF ve ET’ler devreye giriyor, onlar basarili olmazlarsa ellerinde sopalariyla çakallar(CIA), en nihayetinde de silahlariyla askerler geliyordu.
Ister ayakkabi yapsin ister insaat, önde gelen bütün uluslararasi sirketlerin kendi ET’leri vardi. Takim
elbiseler giymis,
saygin görünüslü bu kisiler New York, Tokyo veya Londra’daki merkezlerinden çikip
yolsuzluga meyilli politikacilari/bürokratlari ülkelerini sirketokrasinin boyunduruguna sokmaya ikna etmek için bir kitadan ötekine dolasiyorlardi.
Çesitli ülkelerde üretim yapan Amerikan sirketlerinin çalisanlari, o halklara is vererek iyilik ettiklerini saniyorlardi; gerçekte ise
onlari ortaçag feodal düzenini hatirlatan bir tür
kölelige daha fazla gömüyorlardi. Üstelik bu
modern serf ve köleler daha beter durumda olanlara bakip hallerine sükrediyorlardi.
Bütün bu olaylar ve kendi zalim rolüm üzerinde uzun uzun düsüncelere daldim. Isimi iyi yapayim derken büyük resmi görememis, davranislarimin gerçek sonuçlarini fark edememistim. Gözümün önüne bir askerin
görüntüsü geliyordu: Asker baslangiçta
saftir. Baskalarini öldürmenin ahlaki boyutunu
sorgulayabilir fakat esas çabasi kendi korkusunu
bastirmak ve hayatta kalmaya odaklanmaktir. Ilk düsmanini öldürdükten
sonra hissettiklerinin altinda ezilir. Ölen kisinin ailesini merak edip pismanlik duyabilir.
Fakat zaman geçtikçe ve daha fazla savasip daha çok insan öldürdükçe katilasir. Artik profesyonel bir askere dönüsmüstür.
Ben de profesyonel bir askere dönüsmüstüm. Bunu itiraf etmek, suçlarin islenme ve imparatorluk kurulma süreçlerini anlamami sagladi. Neden ailesine düskün Iranlilarin Sah’in zalim gizli polisi oldugunu, mazbut Almanlarin nasil Hitler’in emirlerine uydugunu, nasil olup da iyi Amerikali kadin ve
erkeklerin Panama sehrini bombalayabildiklerini
artik anlayabiliyordum.
10 yil boyunca ben, Afrika ormanlarindan insanlari yakalayip, bekleyen gemilere tikan
köle tacirlerinden farksiz davranmistim. Bana ödenen yüksek ücret, sigorta, hisse gibi cazip olanaklar beni de sistemin bir kölesi yapmisti. Sistemde ne kadar uzun süre kalirsam, ayrilmam o kadar uzun sürecekti.
1 Nisan 1980’de Yönetim Kurulu Baskani’nin odasina girip istifami verdim.
1981’DEN BUGÜNE
Ayrildiktan sonra, bir süre çesitli sirketlere danismanlik yaptim. Daha sonra enerji alaninda çevre dostu yeni teknolojileri tasarimdan uygulamaya geçirmek amaciyla IPS sirketini kurdum.
O sirada enerji sektörü önemli bir yeniden
yapilanmaya gitmisti.
Deregulasyon baslamis, kurallar bir gecede degismisti. “Enerji’nin Vahsi Batisi” diye adlandirilan süreç hirsli insanlara
büyük firsatlar sunuyordu.
Enerji alaninda olup bitenler, tüm dünyayi etkileyen bir egilimin göstergesiydi. Sosyal refah, çevre ve yasam kalitesine iliskin diger degerler yerlerini kazanç hirsina birakti.
Özel sektör olaganüstü önem
kazandi. Baslangiçta, kapitalizmin en dogru sistem oldugu ve komünizmi önleyecegi gerekçesiyle özel sektörün önemli oldugu savunuluyordu. Sonralari böyle bir
savunmaya da gerek duyulmadi. Her seyin kamu yerine varlikli yatirimcilarin elinde
olmasi dogal görüldü. Dünya Bankasi gibi
uluslararasi örgütler bu fikre simsiki sarilip, su ve kanalizasyon
sistemleri, iletisim sebekeleri, elektrik isletmeleri gibi o güne kadar kamu
tarafindan isletilen tesislerin deregulasyonunu ve özellestirilmesini destekledi.
Sonuçta Ekonomi Tetikçisi kavrami genisleyerek daha büyük bir gruba yayildi.
Seçilmis, az sayida bizlerin gönderildigi görevlere her sektörden çok sayida yöneticiler gönderildi. Bu
yöneticiler bütün gezegeni dolasarak
en ucuz is gücünü, en kolay ulasilabilir kaynaklari ve en büyük
pazarlari arastirdilar.
Yaklasimlari cüretkardi. Kendilerinden önceki
Ekonomi Tetikçileri, yani benim Endonezya, Panama ve Kolombiya’da yaptigim gibi onlar da tutumlarini hakli gösterecek
kiliflari buldular. Ülkelere özel sektörün kendilerini borçtan
kurtaracagini ve zenginlestirecegini vaad ettiler. Okullar, yollar yapip telefon, TV,
saglik hizmetleri hibe ettiler. Fakat bir süre sonra bir baska yerde daha ucuz is gücü veya daha kolay ulasilabilir kaynaklar bulduklarinda ayrilip
oraya gittiler. Bunun sonuçlari geride kalan toplum için yikici oluyormus, umursamadilar.
EKUADOR
Ekuador’un Amazon havzasinda petrol
çikarilmasi 1960’larin sonunda basladi.
Yöneticiler, petrol gelirlerine güvenerek ülkeyi muazzam borç yükü altina
soktular. Otoyollar, teknoparklar, hidroelektrik santralleri, elektrik iletim
sistemleri ülkenin her
tarafina yayildi. Uluslararasi mühendislik ve insaat sirketleri
bir kez daha vurgunu vurmuslar, yerli bir avuç aile de bu vurgundan nasiplerini epeyce almislardi.
Ekuador’a ilk ziyaretimi izleyen yillarda
bu minicik ülke, tam anlamiyla sirketokrasi
kurbani olmustu.
Bizler her zamanki yöntemlerimizle ülkeyi neredeyse iflas ettirmeyi basarmistik. Sonuçta 30 yil içinde ülkenin resmi yoksulluk orani %50’den %70’e, gizli- açik issizlik orani %15’den %70’e, kamu borcu 240 milyon dolardan 16 milyar dolara çikarken en fakirlere ayrilan
kamu kaynaklari %20’den %6’ya inmisti.
(Bugün Ekuador ulusal bütçesinin %50’sini borç ödemelerine tahsis etmek zorundadir.)
Siyasi yolsuzluk ve sirketokrasi isbirliginin
içinden siyrilip çikan yildiz Jaime Roldos oldu. 30’lu yaslarda avukat ve profesör olan Roldos,
yoksul haklarina ve siyasilerin ülke kaynaklarinin verimli biçimde
kullanilmasindan sorumlu olduguna
inaniyordu. Statükoya karsi çikmaktan
korkmayan ender bir politikaciydi. Örnegin Amerikan misyoner grubu SIL’i (Summer Enstitute of
Linguistics) petrol sirketlerinin
ajani olmakla suçluyordu.
SIL, pek çok ülkeye oldugu gibi Ekuador’a da görünüste yerel dilleri arastirmak üzere gelmisti. Bilhassa Amazon havzasindaki Hourani kabilesiyle
ilgileniyorlardi. Petrol arastirmalarinin
yürütüldügü ilk yillarda hareket tarzlari suydu: Sismograflar sirket merkezine bir yerde petrol bulunma
ihtimali oldugunu bildirdiklerinde SIL derhal devreye giriyor ve yerli halki oradan ayrilip bedava yemek, barinak, giysi, ilaç ve dini egitim bulabilecekleri misyonerlik kamplarinda yasamaya ikna ediyorlardi. Tek sart, tapularini petrol sirketlerinin üstüne geçirmeleriydi. Ikna için gayri ahlaki, gayri kanuni her türlü yöntemi
kullaniyorlardi. SIL misyonerleri Amerika’da televizyona çikip “vahsi” leri egitmek ve medenilestirmek için halktan SIL’e ve Petrol Sirketlerine para topluyordu. Rockefellar Vakfi büyük katkida bulundu.
Jaime Roldos, “Rockefeller’in da isin içinde olmasi , SIL’in yerli
halkin topraklarini çalmak için bir paravan oldugunu gösteriyor” diyordu. Roldos’un Hidrokarbon
Politikasina göre madem ki Ekuador’un en önemli kaynagi petroldü, o halde bu kaynagin kullanimi nüfusun en yüksek kismina en
fazla yarar saglayacak sekilde gerçeklestirilmeliydi. 1979’daki Baskanlik konusmasinda sunlari söylemisti:
“Ulusumuzun enerji kaynaklarini korumak için etkin önlemler almaliyiz. Devlet,
ihracati çesitlendirmek ve ekonomik bagimsizligi sürdürmek zorundadir. Karar verirken daima
ulusal menfaatlerimizi ve egemenlik haklarimizi göz önünde
bulunduracagiz. Bir petrol sirketi riske girmedigi, arastirma yürütmedigi ve imtiyaz aldigi yerlerden üretim yapmadigi taktirde devlet vermis oldugu imtiyazi geri alacaktir.”
Kasim 1980’de Carter seçimi kaybedince Reagan Baskan oldu. En büyük hedefi dünya barisi olan
ve Amerika’nin petrole bagimliligini azaltmaya çalisan bir baskanin yerini, Amerika’nin askeri güce dayanarak dünya
piramidinin tepesinde oturmaya ve dünyanin neresinde olursa olsun petrol
alanlarini kontrol etmeye hakki olduguna
inanan biri almisti.
Roldos seçim vaadlerini tutup petrol sirketlerine savas açti. Hidrokarbon yasa tasarisini meclise sevk
etti. Bu yasa devrimci, hatta radikal bir yasaydi. Gerçeklesseydi etkileri Ekuador ve Güney Amerika’yi asip dünyaya yayilacakti.
Petrol sirketleri beklenen tepkiyi verdiler. Roldos’u
karalamak ve hükümetten düsürmek
için ellerinden geleni yaptilar ama Roldos onlara pabuç birakmadigi gibi SIL’i de ülkeden kovdu.
Bütün yabanci sirketlere,
Ekuador halkinin yararlanacagi planlar
yapmadiklari taktirde ülkeyi terk etmek zorunda birakilacaklarini bildirdi.
24.5.1981 de Jaime Roldos’un bindigi helikopter havada patladi. Bütün Latin Amerika medyasi olayi “CIA Suikasti” diye duyurdu. Görgü
taniklarinin ifadelerine göre hayatina kastedilecegini anlayan Roldos çesitli önlemler almisti. Biri yaniltici digeri gerçek iki helikopteri vardi. Olay günü güvenlik
subaylarindan biri onu son anda yaniltici helikoptere binmesi için ikna etmisti.
Yerine geçen Osvaldo Hurtado hem SIL’i
geri kabul etti, hem de petrol sirketlerine
olaganüstü haklar tanidi. Böylece
Amerika’nin istedigi sekilde eski düzene dönülmüs oldu.
MC NAMARA
Sirket-hükümet iliskilerinin tipik bir örnegi Robert Mc Namara’dir. Mc Namara 1949 da
planlama ve mali analiz müdürü olarak ise basladigi Ford’da 1960’da aile disindan ilk
genel müdür oldu. Hemen arkasindan Kennedy onu Savunma Bakanligina tayin etti. Savundugu “Agresif Liderlik” hem hükümet yetkililerinin, hem de sirket yöneticilerinin
düsturu oldu. Savunma Bakanligindan
ayrildiktan sonra üstlendigi
Dünya Bankasi Baskanligi savunma/sanayi isbirliginin bir sembolüydü. Birbiri ardindan büyük bir sirkette, kabinede ve dünyanin en güçlü bankasinda
tepe yöneticiligi
görevi yapmasi kuvvetler ayriligi ilkesinin ihlali degilse neydi?
Mc Namara’nin yaptigi en büyük kötülük Dünya Bankasini görülmemis boyutta bir küresel imparatorluk ajansi haline getirmekti. Sirketokrasi ile iliskileri kendinden sonra gelenlere de örnek oldu. Örnegin George Schultz Nixon’un maliye bakani,
Bechtel’in genel müdürü, Reagan’in savunma bakani oldu. Caspar Weinberger Bechtel’in Genel Müdür Yardimcisi, Reagan’in Savunma Bakaniydi. CIA direktörü olan Richard Helms’i
Nixon Iran’da Büyükelçi tayin etti. George H.W.
Bush (baba) Zapata Petrol Sti.’nin
kurucusu olarak basladi, BM büyükelçiligi yapti, sonra da CIA direktörü oldu.
Basta Reagan olmak üzere bu ve benzeri kisilerin hedefi: idi. Dünyayi ve bütün kaynaklarini kendi denetimi altina almis bir Amerika Amerika’nin tüm emirlerine boyun egen bir dünya, Amerika’nin belirledigi kurallari cebreden bir ordu ve Amerika’nin küresel
imparatorlugunu destekleyen bir uluslararasi ticaret
ve bankacilik sistemi
VENEZÜELLA
Venezüella’yi yillardir izliyordum. Petrol bulunmasiyla, yoksulluktan zenginlige geçmis ülkelerin klasik bir örnegiydi. Ayni zamanda petrol zenginliginin yarattigi karmasanin, dar gelirli/zengin arasindaki gelir
uçurumunun ve sirketokrasi
istismarinin bir örnegiydi.
Venezüella petrolü dünya ekonomisi için
hayati önem tasir. Dünyanin en büyük 4. petrol üreticisidir.
Petroleus de Venezüella adli kamu sirketi 40.000 çalisani ve 50 milyar $ yillik satislariyla ülke ihracatinin %80’ini
gerçeklestirir.
1998 seçimlerinde devlet baskanligina seçilen Hugo Chavez meclisi lagvedip mahkemeleri ve diger kurumlari denetimi altina aldi.
Amerika’yi “Utanmaz emperyalizm” ile suçlayip küresellesmeyi yerden yere vurdu. Yabanci petrol sirketlerinden alinan royalty’leri iki
katina çikardi. Sirketokrasinin
küresel imparatorluga
dogru yürüyüsünü engelleyen bu lidere karsi Washington tepkisiz kalamazdi.
Aralik 2002’ye gelindiginde hem Venezüella’daki hem de Irak’taki
durum kriz noktasina gelmisti.
Irak’ta Ekonomik Tetikçi’lerin ve çakallarin su altindan yürüttügü çabalar Saddam’a boyun egdirmeyi basaramamisti.
Biz de nihai çözüm olan isgale
hazirlaniyorduk. Venezüella’da ise Bush hükümeti Kermit Roosevelt’in Iran oyununu sahneye koyuyordu. 30.000
petrol isçisi aylar süren greve basladi. Yüz binler sokaklara döküldü.
Musaddik’tan 50 yil sonra tarih kendini tekrar ediyordu ve ana sebep yine
petroldü. Sonunda Chavez iktidardan düsürüldü.
14 Nisan 2002 tarihli New York Times
olaylara tarihi bir bakis açisi getiriyordu.
“Amerika, Soguk Savas sirasinda
ve ertesinde kendi ekonomik ve politik çikarlarini korumak için Orta
ve Güney Amerika’da otoriter rejimleri desteklemistir.
Küçücük Guatemala’da CIA 1954’te bir darbe düzenleyerek demokratik biçimde seçilmis hükümeti indirmis ve ardindan gelen sagci hükümetleri 40 yil boyunca küçük solcu isyanci gruplara
karsi desteklemistir. Olaylarda yaklasik 200.000 sivil hayatini kaybetmistir.
Sili’de CIA destekli darbe General
Pinochet’yi 1973’ten 1990’a kadar iktidarda tutmustur. Peru’da mevcut hükümet, iktidardan indirilen eski diktatör Fujimori ve zalim casus sefi Montesinos’a CIA’in 10 yil boyunca
verdigi destegi arastirmaktadir.
Amerika 1989’da Panama’yi isgal ederek narko-diktatör Noriega’yi tutuklamistir. Oysa Noriega 20 yildir Amerikan
istihbaratinin deger
verilen bir muhbiriydi. 1980’lerde Nikaragua’li solculara muhalif
gruplarin Iran’a
silah satarak desteklenmesi Reagan hükümeti yetkililerinin yargilanmasina yol
açmistir. Oysa olaylari asil yöneten Otto
Reich hiç yargilanmadigi gibi
daha sonra Venezüella’ya büyükelçi olarak atanmistir.”
Bush hükümeti Chavez’e yapilan darbe’yi tam kutlarken eglence yarida kaldi. Chavez darbeye karsi koyup 72 saat içinde iktidari yeniden ele
geçirdi zira Musaddik’in aksine, askeriyeyi kendi tarafinda tutmayi basarmisti. Ortalik durulunca grevcileri isten atti, darbeye karisan subaylari ve Washington çakallariyla
isbirligi yapan muhalifleri hapse attirdi veya ülkeden
kovdu. Bush hükümeti yetkilileri Chavez’i indirmek için yerel askeri ve sivil
yetkililerle isbirligi yaptiklarini itiraf ettiler. Bu basarisiz darbe girisimi Bush’un epeyce basini agritti.
Bush hükümeti kesinlikle bunun altinda
kalmazdi fakat tam o sirada krizin daha ileri gitmesini önleyerek Venezüella’yi
ve Chavez’i kurtaran baska
bir durum oldu: Irak’in isgali. Amerika Afganistan, Irak ve Venezüella’yi ayni anda karsisina alacak askeri ve siyasi güçten yoksundu. Dolayisiyla önceligi Irak’a verdi.
IRAK
Reagan ve Bush hükümetleri Irak’i da Suudi
Arabistan’a benzetmeye kararliydilar. Saddam’in da Suudilerin yolundan gideceginden emindiler. Öyle ya, Suudiler
dünyanin en ileri teknolojilerinden yararlaniyorlar, uluslararasi hukukta özel muamele görüyorlardi. Washington’daki
can dostlari, terörist fanatik gruplarin finanse edilmesine, kaçaklarin
korunmasina göz yumuyordu. Hatta Afganistan savasinda Suudi Arabistan’in Usame Bin Ladin’e destek vermesini Amerika özellikle talep etmisti.
1980’lerde Bagdat’ta Ekonomi Tetikçilerinin sayisinin haddi hesabi yoktu.
Saddam’in yakinda isigi görecegine ve Washington’la Suudiler gibi bir anlasmaya varacagina inaniyorduk. Bulundugu bölgeye örnek ülke olacakti. Saddam’in patalojik bir diktatör, elleri kitlelerin kanina
bulasmis bir cani, Hitler’in bir kopyasi olusunun pek önemi yoktu. Amerika bu tür
pek çok kisiyi
hos görmüs, hatta kollamisti. Irak’in kesintisiz petrol tedarikine ve petrodolarlarina karsilik Amerika da kendi mühendislik sirketlerine
alt yapi kurdurtacak, çöller vahalasacakti.
Onlara tank ve savas uçaklari satmaya,
kimyasal fabrikalari ve nükleer santrallari kurmaya (pek çok ülkede
yaptigimiz gibi) hazirdik; bu teknolojilerin
ilerde silah üretiminde de kullanilabilecegi umurumuzda degildi.
Irak, yaygin kanaatin aksine, petrolden
ibaret degildi; su ve jeopolitik önemi de
haizdi. Dicle ve Firat nehirleri Irak’tan geçtigi için Irak kimin hakimiyetinde ise Orta Dogu’nun anahtarinin onda olacagi bilinen bir gerçekti.
Ancak 1980’lerin sonuna gelindiginde Saddam’in Ekonomik Tetikçi
senaryosunu uygulama niyeti olmadigi anlasilmisti. Bu durum, baba Bush hükümeti için büyük bir hayal
kirikligi, utanç kaynagi ve zaaf göstergesiydi. Bush bir çare
ararken Saddam 1990’da Kuveyt’e saldirmakla Bush’u çikmazdan kurtardi. Bush
Saddam’i uluslararasi hukuku
ihlalle suçlayip Irak’a askeri harekat baslatti. Oysa daha bir yil önce kendisi Panama’yi tek tarafli ve illegal biçimde isgal etmisti. Körfez Savasi bittiginde Bush’un
Amerikan halki gözünde popülaritesi %90’a çikmisti fakat Saddam gibi gerçek bir despot hala yerinde duruyordu.
11 Eylül olayinda Ekuador’da, yerli kabilelerin arasindaydim. Daha sonra ikiz kulelerin
biraktigi boslugu
(ground zero) ziyarete gittigimde sunu düsündüm. Ülkem intikam almaya kalkisacakti fakat sirketlerimizden, ordumuzdan, politikalarimizdan ve küresel
imparatorluk kurma çabalarimizdan nefret edenler bizden büsbütün nefret edecekti.
2003’te Amerika Irak’a girmekle on yil
içinde Irak’i ikinci kez isgal
etmis oldu. Ekonomi Tetikçileri ve çakallar basarisiz olmuslar, sira orduya gelmisti. Genç erkekler
ve kadinlar çöl kumlarinda ölmeye gönderiliyorlardi. Bazilari soruyordu : Bush
bütün imkanlarimizla El Kaide’yi Afganistan’da kovalamaktansa neden Irak’a
saldiriyordu? Buna cevap acaba “bu petrolcü aile açisindan petrol kaynaklarini
kontrol etmek ve insaat
islerinden kazanç saglamak, teröristlerle savasmaktan daha önemli” olabilir
miydi?
Amerika’nin Irak’i isgalinin ne gibi sonuçlari olabilir?
Bunlardan biri, OPEC’in tekrar agirligini ortaya koymasidir. Amerika Irak’i kontrol
altina alinca diger petrol
zengini ülkeler petrol üretimini kismak ve/veya fiyatini yükseltmekten çekinmeyebilirler.
Bu da sirketokrasinin, hatta tarihin ilk küresel
imparatorlugunun kendi kendini yok etmesi anlamina
gelebilir..
Bir diger olasi sonuç da, dolarin dünyadaki
konumuyla ilgilidir. Son tahlilde küresel imparatorluk büyük ölçüde,
dolarin dünyanin standart parasi olmasina ve Amerikan darphanesinin bu dolarlari basma hakkina sahip olmasina dayanmaktadir. Böylece az gelismis fakat
sirasi geldiginde
isimize yarayacak ülkelere geri ödeyemeyeceklerini
bile bile borç veririz. Aslinda ödemeleri hiç isimize gelmez zira söz konusu borç, ülkeye
dedigimizi yaptirma imkani verir bize.
Normalde, ödenmeyen borçlarin çok artmasi kaynaklarimizin kurumasi
anlamina gelir. Ama biz normal kosullarda
yasamiyoruz. Amerikan parasinin altin karsiligi yoktur. Dolari ayakta tutan tek olgu tüm dünyanin Amerikan ekonomisine duydugu güvendir.
Para basma yetkisi bize muazzam güç verir.
Böylelikle hem borç vermekte, hem borçlanmakta bir sakinca görmeyiz. Nitekim
2003 sonunda Amerikanin dis borcu
7 trilyon dolara (kisi
basi 24.000$) ulasmistir. Dünya dolari standart para birimi olarak
kabul ettigi sürece asiri düzeydeki borç sirketokrasi için bir engel teskil etmez. Fakat baska bir para birimi dolarin yerini alirsa veya Japonya, Çin
gibi alacakli ülkeler verdikleri borcun ödenmesini isterlerse o zaman her sey tepetaklak gider ve Amerika
kendini çikmazda bulur.
Bu durum artik bir hipotez olmaktan çikmistir. 1 Ocak 2002’de dünya finans
piyasasina adimini atan euro, her geçen ay prestijini ve gücünü arttirmaktadir. OPEC ülkeleri Amerikanin Irak’i isgaline kizar da standart para birimi
olarak dolarin yerine euro’yu geçirme karari alirlarsa, imparatorlugun temelleri adamakilli sarsilacaktir.
18 Nisan 2003 tarihli New York Times’da söyle bir haber vardi: ”Bush hükümeti
Irak’in yapilandirilmasinda ilk ihaleyi Bechtel’e verdi. Ülkenin yeniden sekillendirilmesinde Dünya Bankasi ve
IMF devreye girecek”. Iyi
de Irak’i harabe haline getiren neydi? Kendi askerlerimiz degil mi? Haberi okurken sunu düsünmeden edemedim: “Eger Saddam da Suudiler gibi Amerika’nin
eline oynasaydi hala basta
olacakti. Füzeleri, kimyasal fabrikalari olacak, üstelik onlari biz
kurup modernizasyon ve bakimini
bizim adamlarimiz üstleneceklerdi. Iste size Suudi pazarindan bile daha tatli is”.
Haber, Irak’in yapilandirilmasinda rol oynayacak Halliburton, KBR gibi diger Amerikan sirketlerini siraliyor ve bu sirketlerin yöneticilerinin yillardir
Amerikan hükümeti ile iç içe iliskilerini
anlatiyordu ama sunu
söylemiyordu: Irak’in 2003’te basladi görünen
hikayesi gerçekte utanç dolu eski bir hikayenin devamidir. Imparatorluk kadar eski olan bu hikaye hem
büyüklügü hem de yöntemi itibariyle dehset verici boyutlara ulasmistir. Dev mühendislik ve insaat firmalari, hükümetteki nüfuzlarini kullanarak,
aslinda bize benzemeyi hiç istemeyen halklari kendimize benzetmek için bir kez daha
milyarlarca dolari ceplerine indirmektedirler. Sirketokrasiye dayanan modern imparatorluk çaresiz
halklari istismar etmekte, tarihin en zalim, en bencil talanini gerçeklestirmektedir. Öyle ki bu tutum, eninde sonunda bize zarar verecektir.
SON SÖZ
1840’larda Amerikalilarin çogunda Manifest Destiny adi verilen yaygin bir inanis vardi: Kuzey Amerikanin fethi ilahi bir tecelliydi. Kizilderililerin, ormanlarin ve bizonlarin yok edilmesini, bataklilarin
kurutulup dogal kaynaklarin istismarini tanri buyurmustu, insanlar degil. Bu inanis, Baskan Monroe tarafindan bir doktrin olarak dile getirildi ve kendi adini aldi. Monroe doktrinine göre Amerikanin tüm yarikürede özel haklari vardi
ve buna, Orta ve Güney Amerika’da Amerikan politikalarina karsi çikan herhangi bir ülkeyi isgal hakki da dahildi. Çesitli dönemlerde baskanlar bu doktrini gerekçe göstererek Dominik
Cumhuriyeti, Venezüella ve Panama’ya müdahale ettiler, II.Dünya Savasinin sonuna kadar Pan-Amerikanci faaliyetlerini
sürdürdüler. 20.yy’in ikinci yarisinda Amerika komünist tehdidini kullanarak bu
doktrini tüm dünyayi kapsayacak sekilde genisletti.
Çagdas uluslararasi finans
sistemi II. Dünya Savasi sonlarinda
Bretton Woods, New Hampshire’de birçok ülke liderinin katildigi bir toplantida ortaya çikmisti. Dünya Bankasi ve IMF, yikilmis bir Avrupa’yi yeniden insa etmek için kurulmus ve bunda da epeyce basarili olmuslardi. Sistem hizla genisleyerek bütün Amerikan dostlarinca benimsendi ve
baskiya karsi bir çare olarak görüldü. Bizi
komünizmin hain pençesinden koruyacakti.
Oysa 1980’lerin sonunda Sovyetler Birligi ve komünizmin çöküsü ile anlasildi ki asil amaç komünizmden caydirmak degildi; amaç, kökleri kapitalizmden beslenen küresel imparatorlugu dizginlerinden kurtarmakti. Dünya Devleti
Forumu’ndan Jim Garrison’un dedigi gibi:
“Ekonomik küresellesme ve serbest piyasa kapitalizmi açisindan bakildiginda, Dünyanin bir bütün olarak birlesmesi, gerçek bir “imparatorluk” olusmasi demektir. Dünyanin hiçbir ülkesi
küresellesmenin cazibesine karsi koyamamistir. Pek azi, Dünya Bankasi, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi
ekonomik küresellesmenin
yöntemlerini ve kurallarini belirleyen, boyun egenleri ödüllendirip ihlal edenleri cezalandiran
finans örgütlerinden kendini koruyabilmektedir.”
Dünya nüfusunun en varlikli ülkelerde yasayan beste biri ile en yoksul ülkelerde yasayan beste biri arasindaki gelir orani 1960’da 30’a 1
iken, 1995’te 95’e 1’e yükselmistir.
Oysa Dünya Bankasi, IMF, USAID ve sözde uluslararasi yardimla ilgilenen diger bankalara, sirketlere, hükümetlere sorarsaniz hepsi görevlerini eksiksiz yerine getiriyor ve ilerleme kaydediliyor.
Yillar boyu kendimizi hep suna inandirdik: Ekonomik büyüme tümüyle
insanlik için yararlidir. Büyüme arttikça yararlari da artar. Öyleyse ekonomik
büyüme atesini körükleyen kisiler yüceltilmeli ve ödüllendirilmelidir, yasamin kiyisindakilerin istismari pahasina da olsa. Bu
inançla her türlü korsanligi hos gördük. Her yerde masum insanlarin
irzina geçtik, talan ettik, katlettik. Tahmin (forecasting), ekonometri ve
istatistik gibi istendigi
tarafa çekilebilir sözde bilimler sayesinde, bir sehri önce bombalayip sonra yeniden insa etmeyi ekonomide muazzam büyüme addettik.
Gerçek hikaye su ki, hepimiz bir yalani yasamaktayiz. Sürdügümüz cila, yüzeyin altindaki ölümcül kanserleri
sakliyor. Dünyanin en güçlü ve zengin ülkesi korkunç oranlarda intihar, uyusturucu kullanimi, bosanma, tecavüz ve cinayet sahnesi. Kanser gibi bu oranlar her yil daha da yükseliyor.
Halkimiz komünizmi oldugu gibi terörizmi de seytani bir güç olarak görüyor,
kendilerinin ve kendinden önce gelenlerin kararlarina diger insanlarin verdigi dogal tepki oldugunu anlamiyorlar. Tüm dünyayi kapitalizme geçirmenin görevleri olduguna ve bunu gelecek nesillere borçlu olduklarina
inaniyorlar. Ayni zamanda “En iyinin hayatta kalmasi” ilkesine
siki siki sariliyorlar: Madem ki mukavva bir barakada degil de imtiyazli bir sinifta dogmuslar, öyleyse bu miraslarini gelecek kusaklara da tasiyacaklardir.
Medyamiz da sirketokrasinin bir parçasidir. Gazetelerimizin,
dergilerimizin, yayinevlerinin, TV kanallarinin çogunlugunun
sahibi dev uluslararasi sirketlerdir.
Bütün iletisim kanallarimiza hükmeden yöneticiler, görevlerinin miras aldiklari sistemi
sürdürmek, güçlendirmek ve genisletmek
olduguna inanmakta ve bunu küstahça
uygulamaktadirlar.
Son tahlilde mesele yalnizca ABD de degildir. Küresel imparatorluk adi gibi
küresel olmus, her türlü sinirlari asmistir. Daha önce Amerikan sirketleri olarak bilinen sirketler gerçek ve hukuksal anlamda
uluslararasi olmustur. Çok
sayidaki ülkede is yaptiklarindan
hangi kurallara ve yönetmeliklere göre faaliyet göstereceklerini kendileri seçerler. Küresellesmeyi tesvik eden ticaret anlasmalari ve örgütlenmeler bu durumu daha da kolaylastirmaktadir.
Demokrasi, sosyalizm ve kapitalizm sözcükleri anlamlarini yitirmektedrSirketokrasi,dünya ekonomisi ve siyaseti üzerinde en etkili faktör halinegelmistir.
Kurdugumuz sistem çigrindan çikmistir. Imalat sirketlerimiz az gelismis ülkelerde isçileri insanlik disi kosullarda
neredeyse bogaz tokluguna çalistirmakta,
petrol sirketlerimiz zehirleri denizlere ve
akarsulara bosaltarak insanlari, hayvanlari ve
bitkileri bilinçli olarak katletmekte, ilaç sanayi AIDS virüsü tasiyan milyonlarca Afrikaliyi yasam kurtarici ilaçlardan yoksun birakmaktadir. Kendi Amerikamizda bile on iki milyon aile, bir sonraki ögünü yiyeceginden emin degildi.
Enerji sektörümüz bir Enron, muhasebe sektörümüz bir Andersen yaratmistir. Amerika Irak savasini sürdürmek için 87 milyar $ harcarken, Birlesmis Milletler bu parani yarisindan azina gezegenimizde yasayan herkese temiz su, yeterli gida, saglik hizmeti vetemel egitim saglanabilecegini hesaplamistir.
Bir de oturmus, teröristlerin neden bize saldirdigini merak ediyoruz.
Tarih bize kanitlamaktadir ki eger bu durumu degistirecek
bir sey yapmazsak dünyanin ilk gerçek küresel
imparatorlugunun hazin bir biçimde sona ermesi
kaçinilmazdir. Imparatorluklar
asla kalici olamazlar. Her biri berbat bir sekilde silinip gitmislerdir. Daha fazla hakimiyet kurayim derken pek çok
kültürü yok etmisler,
sonunda kendileri yok olmustur.
Hiç bir ülke veya ülkeler grubu digerlerini istismar ederek uzun vadeli yasayamaz.
Amazon yerlileri Shuar’larin bana 1990’da söyledigi gibi dünya, hayal ettiginiz gibidir.
Çevreyi kirleten sanayiler, tikanmis yollar
ve asiri kalabalik kentler kabusundan
kurtulup yerküreye saygiyi, sürdürebilirlik ve esitlik ilkelerini, toplumsal sorumluluk bilincini içeren yeni hayallere yelken açabiliriz. Kendimizi ve paradigmayi degistirmek
kendi elimizdedir.