Prof. Dr. Ayhan SONGAR (1926-1997)
Cerrahpasa
Tip Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dali’nin kurucusu olup, 34 yil kürsü baskanligi
yapmistir.
Çagdas
Psikiyatrinin kurucularindan olan Songar New York Bilimler Akademisi üyeligi,
Yesilay
Baskanligi,
Aydinlar Ocagi, Türkiye Milli Kültür Vakfi, Türk
Edebiyat Vakfi gibi kurumlarin Gn. Baskanliklarini
da yapmistir.
26 Adet kitabi olan Songar’in siir ve musiki alaninda da pek çok
makalesi mevcuttur.
********************* **********************
GIRIS
“Enerji kiymetsizlendirilmesi,”
fizikte “entropi” deyimiyle ifade edilir. Entropi, matematik ifadesiyle, “bir
sistemin sahip oldugu isi miktarinin, onun mutlak
sicakligina
oranina” yani, bir sistemin içindeki molekül düzensizligine
verilen isimdir.
Hayat, bu tabiat kanununa,
entropinin artmasina, enerjinin kiymetsizlenmesine karsi
bir direnme, bir mücadeledir. Canli, canlilik vasfini muhafaza ettigi
sürece dis ortama karsi
kendi iç bünyesini sabit tutacak, diger
bir deyimle, entropinin artmasina mani olacaktir. Görülüyor ki, canlilik, bir
bakima, termodinamik kanunlarina, entropinin artmasi kaidesine aykiri bir
haldir. Ölüm ile birlikte entropi artmaya baslar.
Artik beden soguyacak, yani, dis
dünya ile isi bakimindan bir denge haline gelecek, git gide kompozisyonunu degistirerek
çürüyecek ve dagilacaktir.
Canli hücrelerin en önemli özelligi,
kimyevi potansiyel enerjiyi, kendi organize yapilarini korumak için gerekli diger
enerji sekillerine
çevirebilmeleridir. Kimya diliyle canli hücreyi tarif etmek istersek, bunlar,
dayanikli olmayan ve kendi organize yapisini devam ettirebilmek için lüzumlu çesitli
kimyevi maddeleri, son derecede kontrollü miktarlarda ve çevrenin isi
derecesinden daha yüksek bir isi derecesi ortaminda, bir tuz çözeltisi içinde
erimis
veya onunla çevrelenmis olarak bulunduran yapilardir. Her hücre,
entropisinin artmasina, dagilmaya mani olmak için enerji sarf
etmek mecburiyetindedir. Çevredeki degisiklikleri,
bunlarin kendi üzerine tesir derecesini, yani, düzenini, dengesini, biyolojik
deyimiyle “homeostasis”ini ne dereceye kadar bozabilecegini
bilmesi, gerekli ayarlamalari yapmasi, bu ayarlamalarin da ne dereceye kadar
hedefe uygun oldugunu ölçmesi ve gene icab eden
düzeltmelerde bulunmasi, kisacasi çevreye uyumunu saglamasi,
canliligini
devam ettirebilmesi için bir HABER ALMA-KARAR VERME-ICRA
sistemine ihtiyaç vardir.
Iste “sinir sistemi” dedigimiz,
fevkalade farklilasmis
canli doku bu önemli vazifeyi üstlenmistir.
Yenidogan,
dis
ortamdaki kendisine uygun olmayan, düsmanca,
entropisini arttirmaya, onu dagitmaya yönelik degisiklikleri,
dogar
dogmaz,
sinir sistemi vasitasiyla haber alir. Bunlarla mücadele edebilmek için disaridan
enerji almak ihtiyacinda bulundugunu,
gene ona sinir sistemi bildirir. Aglayarak
bir taraftan akcigerlerini temiz hava ile doldururken,
diger
taraftan da besine ihtiyaci oldugunu
çevresine anlatir; agzina verilen memeyi veya emzigi,
kimse ona böyle bir seyi ögretmemisken,
emmeye baslar. Artik “hayat mücadelesi” baslamistir.
Bu mücadelenin istihbarat ve karar merkezini teskil
eden, görünürde mekanik bir is yapmayan beyin, merkezi sinir
sistemi, çocuklarda alinan bütün oksijen ve isi istihsalinin %50’sini
kullanmakta, yetiskinlerde bu oran %25’i bulmaktadir.
Beyin, diger dokularin yaglari,
proteinleri besin olarak kullanmalarina karsilik,
saf glikoz ve taze oksijen ile beslenir. Kendine ait besin deposu, glikojen
depolanmasi da yoktur. Kan yolu ile beyne gelen oksijen ve glikozda ufak bir
aksama onun geriye döndürülemeyecek bir harabiyete ugramasina
sebep olur. Kaybolan sinir hücresinin yerine yenisi gelmez ve bu eksiklik hayat
boyu devam eder; yani sinir sisteminde yenilenme de yoktur. Görülüyor ki,
bedenimizin “idare edici sinifi”ni, hücre hiyerarsisinin
en üst tabakasini temsil eden sinir sistemi, yüklendigi
çok önemli vazife karsiliginda
besinlerimizin en kaliteli olanlarini da kullanmaktadir.
Sinir sisteminin vazifelerini su üç ana maddede toplayabiliriz:
1. Haber
alma: dis
dünyada ve kendi bünyemizde meydana gelen degisikliklerin
haber alinmasi, bunlarin merkeze götürülmesi; Haberlerin degerlendirilmesi
ve karar verme;
2.
Verilen kararin icra organina nakli.
Canlinin, sinir sistemi vasitasiyle,
dis
ortamin sayisiz degisikleri
karsisinda
kendi iç ortamini belli sinirlarda koruma yetenegine
sahip oldugunu söylemistik.
Bunu yüksek canlilarda, mesela insanda ele alirsak, disarinin
harareti ne olursa olsun vücut sicakliginin
36.5 santigrad derece civarinda kaldigini,
kan sekerinin
%90 -110 miligram arasinda oynadigini,
kan basincinin (yani tansiyonun) 10-12 mm civa basinci arasinda degistigini,
göze gelen isik siddeti
arttikça göz bebeginin daralmasi, aza ldikça genislemesi
suretiyle gözün retina tabakasina düsen
isik
miktarinin sabit tutuldugunu... görüyoruz. Bu ayarlanan
faktörlere ruhi hayatimiz da dahildir. Insan
ruhu, hiçbir zaman durgun bir gölün yüzeyi gibi sakin degildir.
Tipki bir göle atilan taslar gibi, disaridan
gelen birtakim mesajlar, bir kismi arzu ve isteklerimize uygun oldugu
için sevinç ve haz yönünde, bir kismi ise bizimle çatistigi
için keder, sikinti, endise ve korku yönünde tesir edecek,
ruhi dengemizi bozacaktir. Her tasin
meydana getirdigi dalgalar nasil halka halka yayilir
ve bir süre sonra sükûnet geri gelirse, bizim iç alemimiz de disaridan
aldigi
her mesaj karsisinda dalgalanacak, bir düsünce
faaliyeti baslayacak, buna birtakim haz veya elem
tarzinda gösteriler refakat edecek ve sonunda bir karara varilarak sükûnet,
denge (homeostasis) saglanacaktir. Ama, disaridan
taslar
pespese
atilmaktadir. Onun içindir ki, birinin dalgalari daha durulmadan digerininkiler
baslar.
Böylece, ruhi dengemiz de, tipki vücut isisi veya kan sekeri
gibi m ütemadiyen bozulmaya çalisilan
ve yeniden düzenlenen bir denge durumuna sahiptir.
Sunu
da hemen belirtmeliyim ki, organizma içindeki bu denge durumu bir masanin düz
bir yüzey üzerinde durmasi gibi statik bir dengelenme degildir.
Aksine, tipki bir atin dizginlerinin çekilmesi, saga
sapan atin basinin sola, sola sapanin saga
çekilmek suretiyle düz yolda gitmesi saglanmasi
gibi aktif, mütemadiyen ayarlanan bir dengedir.
Ilkel
canlilarda sinir sistemi yoktur. Mesela, tek hücreli bir canli olan amip, dis
dünyadan, hücresini çevreleyen zari vasitasiyla haberdar olur. Eger
ortam kendisinin yasamasina uygun ise “yalanci bacak”
dedigimiz
birtakim uzantilarla ona dogru gider; uygun degilse
bu uzantilarini aksi istikamette hareket ettirerek oradan kaçar.
Daha gelismis
canlilarda, mesela planaria sinifindan hayvanlarda ve solucanlarda basit bir
sinir sistemi görmekteyiz. Solucanin her bogumuna
uyan bir çift sinir dügümü, bu sinir dügümlerini
birbiri ile birlestiren ve böylece yukaridan asagiya
uzanan bir merdiven görünümünü alan sinir lifleri sinir sistemini teskil
eder. Böylece solucanin her bogumu bagimsiz
çalisabilme
kabiliyetindedir ve solucan ikiye kesilirse iki solucan olur. Daha mütekamil
canlilara dogru sinir sisteminin giderek gelistigini,
bu sistemin “bas parçasi”nin, yani “beyin”in meydana
çiktigini
ve gittikçe daha büyük bir yer isgal
ettigini
görürüz. Beyin parçasi belirli fonksiyonlari üstüne alan merkezler halinde tesekkül
eder ve omurilik ve çevre sinirleri vasitasiyla çevre ile getirici ve götürücü
baglantilar
kurulur.
Canlilarin en gelismisi
olan insanda sinir sistemi “suurluluk” halini saglamak
ve birtakim ruhi fonksiyon ve faaliyetleri yerine getirmek vazifesini de
yüklenerek en gelismis ve
karmasik
seklini
almistir.
Böyle bir sinir sistem i, sadece beyinde, ortalama 10 milyar sinir hücresi
ihtiva eder. Bunlari birbirine baglamak
için de milyarlarla sayilamayacak kadar çok sinir lifi mevcuttur.
SINIR HÜCRESI (NÖRON)
SINIR SISTEMININ YAPITASI
Sinir sistemini, diger
dokulardaki hücrelerden çok baska, son derecede farklilasmaya
ugramis
özel yapi sekilleri ve davranislari
olan, milyarlarca sinir hücresi ile bunlari belli bir düzen içinde tutmak,
beslenmelerini saglamak, meydana gelen elektrik
akiminin gereksiz kaçaklar yapmasini önlemekle görevli destek dokusu teskil
etmektedir.
Sinir hücresi, Sekil
3’te de gördügümüz gibi, bir gövde ve iki çesit
uzantidan meydana gelmistir. Hücre gövdesinin çapi 4-5
mikron’dan 10 mikron’a kadar degisir.(Bir
mikronun bir milimetrenin binde biri oldugunu
hatirlatalim). Bütün canli hücreler gibi, sinir hücresinin de etrafi bir zarla
çevrili olup içi sitoplazma denen sivi ile doludur. Sitoplazma’da bir hücre
çekirdegi
ve hücrenin metabolizmasi, beslenmesi isinde
çok önemli vazifeleri olan (mesela mitokondri’ler gibi) birtakim cisimler
bulunur. Ayrica, sinir hücrelerinde, kendilerine has, Nissl cisimcikleri ve
nörofibril dedigimiz lifler de vardir.
Sinir hücresinin dendrit adini alan
bir kisim uzantilari çevreden gelen mesajlari, haberleri hücre gövdesine tasimakla
vazifeli olup, gövdeden çikan ve akson adini alan, daha kalin tek bir uzanti
da, hücre gövdesinde toplanip degerlendirilen
mesajlarin sonucunu çevreye, is görecek organa veya baska
bir sinir hücresine nakletmektedir. Bu açiklamamizdan da anlasilacagi
gibi, sinir hücresi birçok mesajlar almakta, fakat buna karsilik
tek bir emir meydana getirmektedir. Bu emir, hücreye gelen çesitli
mesajlarin hücre gövdesinde degerlendirilmesi sonucudur. Hemen
hatirlatalim, sadece beyinde yaklasik
10 milyar böyle hücre, yani 10 milyar karar merkezi vardir. Her birinin karari
bir digeri
tarafindan tekrar kontrol edilerek degerlendirilir
ve sonuçta tek bir icra emri seklinde is
yapacak organa gönderilir.
Nöron’u tanimaya devam edelim.
Yukarida da belirttigimiz gibi, bir sinir hücresinin pek
çok dendriti bulunabilmesine mukabil, bir tek aksonu vardir. Akson, hücre
gövdesini terk ettikten sonra, mesaji götürecegi
yere varinca bazi yapi degisikliklerine
ugrar.
Eger
dogrudan
dogruya
mesela bir kasa (adale) emirler götürülüyorsa, sonunda birtakim dallara
ayrilacak ve her bir dal bir kas lifi ile irtibat kuracaktir. Sinir hücresinden
gelen emre göre bu kas liflerinde kasilma, onun bagli
oldugu
uzuvda ise hareket meydana gelecektir. Saye
t akson, sinir hücresinden çikan emri (veya mesaji) baska
bir sinir hücresine tasiyorsa, o zaman sonunda pabuç veya
dügme
gibi bir sislik
hasil edecek, bu sislik
de mesajin götürüldügü sinir hücresinin hücre gövdesi
veya dendritlerinden biri ile temasa geçecektir. Her sinir hücresi, bu sekilde,
pek çok baska nörondan mesaj almaktadir. Akson
ile sinir hücresi veya sinir dendriti arasinda bu temas, baglanti
yerine “sinaps” adi verilir. Sinir sisteminin en önemli bölgelerinden birini teskil
eden sinapslardan, ileride daha ayrintili olarak söz edilecektir. Burada su
kadarini belirtmekle yetinelim ki, bir tek sinir hücresi bu sinapslar
vasitasiyle bazan 2.000’e kadar baska
sinir hücresi ile irtibata geçmekte ve bazi sinir hücrelerinin yüzeyinin % 40’ini
böyle sinaptik
baglantilar
örtmektedir.
Sinir hücreleri elektrik akimi ile
yüklüdürler. Dis yüzeyleri pozitif (+) ve iç
yüzeyleri negatif (-) kutbu teskil etmek üzere bir sinir
hücresinde, asagi
yukari 60-70 milivolt seviyesinde bir akim yükü mevcuttur.
(Bir milivolt, 1 / 1000 volt eder). Bu potansiyel farkina (yani elektrik akimi
yüküne) sinir hücresinin potasyum iyonlarina karsi
sodyum iyonlarina göre daha geçirgen olmasi sebep olmaktadir. Böylece, hücre disinda
daha fazla sodyum, içinde de potasyum birikimi meydana gelir. Sinir hücresi
istirahat halinden faaliyet haline geçince, mesela bir noktasindan uyarilinca,
uyarilan kisimdaki hücre zarinin geçirgenligi
degisecek,
sodyum iyonlari disaridan hücre içine dogru
akmaya baslayacak ve bu uyarilan nokta negatif
elektrik yüklü hale gelecektir. Simdi,
hücre zarinin disi, her tarafta pozitif yüklü,
uyarilma noktasinda ise negatif yüklü olunca, zar disindaki
bu iki bölge arasinda yeni bir elektrik akimi dogacak
ve bu akim hücrenin aksonu boyunca çevreye giderek diger
bir sinir hücresini veya kas, salgi bezi gibi baska
bir is
yapan organi uyaracaktir. Is yapan organda meydana gelen
uyarilma o organin çalismasina, mesela kas lifinin
kasilmasina ve sonuç olarak harekete veya salgi bezinin ifrazata baslamasina,
netice olarak mesela tükürük çikmasina sebep olacaktir. Yok, eger
baska
bir sinir hücresine gidiyorsa, o sinir hücresinde faaliyet haline sebep olacak
ve böylece, tipki elektrikteki röle devrelerinde oldugu
gibi, mesaj hücreden hücreye aktarilacaktir.
Uyarilma hali geçince bu iyon alis-verisi
tersine döner. Bir pompa faaliyeti ile hücre içinde birikmis
bulunan sodyum iyonlari disari atilarak potasyum içeri alinir
ve hücre zari eski haline gelir, yani gene disi
pozitif, içi negatif yüklü olur.
Bir sinir hücresinin diger
bir hücre tarafindan, sinaps yolu ile uyarildigini
söyledik. Bunun aksi de mümkündür. Yani, bir sinir hücresinde evvelden mevcut
uyarilma hali, baska bir sinir hücresi tarafindan
gelen durdurucu bir mesajla istirahat haline çevrilebilir, durdurulabilir.
Burada, faaliyet halindeki sinir hücresinin zarinin dis
tarafi geçici olarak negatif potansiyelle yüklü bulunduguna
göre, bu bölgenin, diger hücreden gelen elektrik akimi ile
pozitif duruma getirilmesi söz konusudur. Böylece, sinir hücresinin zari ile
veya dendritleri ile temasa geçen yüzlerce, hatta binlerce sinir hücresinden
gelen faaliyete geçirici ve durdurucu mesajlarin toplami eger
o sinir hücresini uyarici bir netice veriyorsa sinir hücresinde uyarilma,
durdurucu bir sonuç hasil ediyorsa faaliyetten alikonulma görülecektir. Sekil:
5’te böyle bir sinir hücresinin yüzeyini kaplayan uyarici ve durdurucu baglantilar
görülmektedir.
SEKIL 5: Bir sinir hücresinin
yüzeyindeki durdurucu (mavi) ve uyarici (kirmizi) sinapslar görülmektedir.
Belli bir zamanda faaliyet haline geçen uyarici sinapslarin sayisi
durduruculardan fazla olursa bu sinir gövdesinde uyarilma, durdurucu
sinapslarin sayisi fazla olursa faaliyetten alikonulma meydana gelir.
Bunun anlamini, basit bir misalle
açiklayalim. Sekil:6’da görüldügü
gibi, bacagimizi karnimiza dogru
çekmek istedigimiz takdirde uyluk kemigimizin
ön yüzündeki kaslarin kasilmasi, buna karsilik,
onunla orantili bir sekilde arka yüzdeki kaslarin gevsemesi
gerekmektedir. Bunun gerçeklesebilmesi için bir kas grubuna
kasilma emirleri giderken öbür kas grubuna gevseme
emirlerinin gitmesi, bunun son derecede kontrollü bir sekilde
olmasi, kasilan kasin kasilma nisbeti kadar diger
kasin gevsemesi ve böylece düzenli bir sekilde istedigimiz hareketi yapmamizin mümkün
kilinmasi icab eder. Iste bu, uyarici ve durdurucu
mesajlarin gerektigi miktarda ve icab eden yerlere
gönderilmesi ile saglanmaktadir.
Bunu, bir atin bir tarafindaki
dizgini çekerken öbür tarafindaki dizgini ona göre gevsetmek
suretiyle yapilan manevraya benzetebiliriz.
Sinir hücresinin en ilgi çekici çalisma
özelligi
“hep veya hiç kanunu” dedigimiz kanuna uymasidir. Söyle
ki; bir sinir hücresi çevreden gelen bir uyarana ya cevap vermekte veya
vermemektedir. Eger bir cevap söz konusu ise bu,
gelen uyarana tabi olmadan, daima ayni sekil
ve siddette
olmaktadir.
Her sinir hücresi için böylece bir “esik
deger”den
bahsedilir. Eger bir mesaj esik
degeri
asarsa
hücre tarafindan kabul edilir ve cevaplandirilir, yani hücrede bir elektrik
akimina sebep olur. Esik degeri
asamiyorsa
yok farz edilir ve hiçbir cevap alinmaz.
Basit bir misalle açiklayalim.
Hücremizin esik degeri
15 olsun. Bir anda hücreye gelen uyarici mesajlarin sayisi 285, durdurucu mesajlarin
sayisi da 280 olsa, 285- 280 = 5 olduguna
göre, aslinda çok sayida mesaj gelmesine ragmen
hücremiz duyarsiz kalacaktir. 18 uyarici mesaja karsilik
2 durdurucu mesaj geldigi takdirde aradaki fark 16 oldugundan
esik
degeri
geçebilecek ve uyarilma meydana gelecek, eger
durdurucu mesajlar uyarici mesajlardan fazla ise ve bu fazlalik esik
degeri,
yani 15’i asiyorsa bu sefer durdurulma olayi ile
karsilasilacaktir.
Görüyoruz ki, sinir sisteminde uyarilma ve durdurulma olaylari birer aktif
hadisedir. Durdurulma, bir frene basma seklinde
olmayip, aksi yönde bir tesir hasil etme ile meydana getirilmekte, o da
uyarilma kadar aktif bir faaliyet gerektirmektedir.
MATEMATIK HATIRLATMALAR
SINIR SISTEMI MATEMATIGI
Evvela, sadece 0 ve 1 isaretleri
kullanarak bütün rakkamlari nasil yazabilecegimizi
görelim. Eger biz, bir rakkam “kelimesi” içinde
0 ve 1’lerin sayisini arttirirsak, mesela bunlari dört defa yazabilirsek, asagidaki
tabloda görüldügü gibi, çesitli
rakkamlari yazmak imkanini kolayca buluruz.
0001 ---------------------- |
1 |
0111 ---------------------- |
7 |
0010 ---------------------- |
2 |
1000 ---------------------- |
8 |
0011 ---------------------- |
3 |
1001 ---------------------- |
9 |
0100 ---------------------- |
4 |
1010 ---------------------- |
10 |
0101 ---------------------- |
5 |
1011 ---------------------- |
11 |
0110 ---------------------- |
6 |
1100 ---------------------- |
12 |
Her hane yerine bir elektrik devresi
kullanilsa ve devrede akimin olmasi ile (1), olmamasi ile (0) hali ifade
edilse, böylece 2 + 3 = 5 matematik islemi
0010
+ 0011
0101
seklinde
göstermek, yani sadece devrelerde akimin bulunup bulunmadigi veya sinir hücrelerinin uyari
haline geçip geçmedigi
ile belirlemek kabil olacaktir. Sunu hemen söyleyelim ki, sadece iki isaret kullanarak, sadece 0 veya 1
yazarak, fakat bir cümle içinde bunlarin tekrarini arttirarak bütün bilgileri
aktarmak kabildir. Sinir sisteminde bu kabiliyet çok yüksek seviyelere erismistir. Daha önce de isaret ettigimiz gibi, beyinde mevcut ortalama 10.000.000.000
10 milyar hücre ile 2 adet bilgiyi
aktarmak kabil olmaktadir. Hiç birimizin sinir sistemimizin bu azami
kapasitesini kullanmadigimizi, çogumuzun
bunun % 20’si ile iktifa ettigimizi kaydederek bu bahsi bitirelim.
SINAPS SINIR HÜCRELERININ BIRBIRIYLE BAGLANMASI
Bir sinir hücresinde meydana gelen
mesajin, bir elektrik akimi halinde, sinir gövdesinden aksona intikal ettigini
ve akson boyunca seyrederek bir diger
sinir hücresinde veya icra organinda sonlandigini
söylemistik.
Iste iki sinir hücresini bagliyan
bu baglantilara
“sinaps” adi verilir. Aksonlar, getirdikleri mesaji sinapslar vasitasiyle diger
bir sinir hücresinin gövdesine veya dendritlerine naklederler. Bu sekilde
ikinci sinir hücresi tarafindan alinan mesaj, orada meydana gelen yeni bir
elektrik akimi seklinde, bu sefer bu hücrenin
aksonunda seyretmeye baslar.
Gene daha önce bahsettigimiz
gibi, bazan bir sinir hücresinin yüzeyinin %40’ina kadar kismini, baska
sinir hücrelerinden gelen aksonlarla yapilan, sinaps baglantilari
isgal
eder ve kimi zaman bu tek bir sinir hücresindeki sinapslarin sayisi 2000’e
kadar yükselebilir.
Simdi
beraberce sinaps denen bu hayret edilecek yapiyi ve çalisma
tarzini inceleyelim. Birinci sinir hücresinin aksonu, nihayetinde pabuç gibi
bir sislikle
son bulmaktadir. B u sislik,
ikinci sinir hücresinin zarinda meydana gelen bir bosluk,
çukurluk içine, o hücrenin zarina çok yakinlasacak
fakat degmeyecek
sekilde
yerlesir.
Bu suretle iki sinir hücresi arasinda
maddi bir temas meydana gelmez,
ancak bir yaklasma vaki olur. Bu mesafe asla degismez
ve akson, canlinin hayati boyunca diger
sinir hücresinin gövdesi ile olan araligini
muhafaza eder. Akson’un ucundaki sislik
(buna sinaps dügümü diyelim) içinde birtakim
damlaciklar dikkati çeker. Iste, akson boyunca elektrik akimi seklindeki
mesaj sinaps dügümüne geldigi
anda, bu damlaciklar sinaps araligina
çikarlar, araligin karsi
tarafina geçip ikinci sinir hücresinin zarinda kendilerine uygun “alici”
bölgeler üzerine yapisirlar. Bunlarin yapismasi
ile ikinci sinir hücresinin zarinin elektrik yükünde bir degisme
olur. Bazi sinapslardaki damlacik halinde kimyasal madde, ikinci sinir
hücresinin zarinin pozitif elektrik yükünü negatife çevirir, yani o sinir
hücresini uyarir. Bir baska cins sinapstan çikan kimyasal
madde damlaciklari ise o sinapsin baglandigi
ikinci sinir hücresinin zarinda evvelden mevcut uyarilma halini durdurur, yani
negatif potansiyeli pozitif duruma getirir. Böylece “uyarici” ve “durdurucu”
sinapslar, sinaps dügümünde damlaciklar halinde ihtiva
edip de elektrik akimi tesiriyle salgiladiklari kimyasal maddelerin tabiatina
göre ayird edilmektedirler.
Bir uyarici sinapstan salgilanan
kimyasal madde ikinci sinir hücresinin zarini uyarir ve burada, yukarida da
söyledigimiz
gibi, yeni bir elektrik akiminin meydana gelmesine sebep olur.
Sinapslardan mesajin ikinci sinir
hücresine geçmesi de gene “hep veya hiç kanunu”na uymaktadir. Yani, sinaptik dügümden
salgilanan kimyasal maddenin miktari, ikinci sinir hücresini uyaracak seviyeye,
yani esik
degere
ulasmamissa,
ikinci sinirde bir uyarilma hali meydana gelmez. Bir kere esik
degere
ulasinca
da bu sinirde meydana gelen uyarilma hali, birinci sinirin aksonundan gelen
mesajin veya salgilanan kimyasal maddenin siddet
ve miktarina bagli olmaksizin belli bir siddet
ve yükseklikte ortaya çikar.
Sinaptik iletinin su
özelligine
dikkat ediniz: birinci sinirin aksonundan gelen mesaj ikinci sinirde “yeni” bir
mesajin dogmasina sebep olmaktadir. Eger
bu da bir üçüncü sinir hücresine gidecekse, orada da, gene sinaps araciligi
ile, yeni ve üçüncü bir mesaj meydana getirir. Bu sekilde,
bir sinir zincirinin basinda meydana gelen mesaj ayni sekilde
degil,
fakat her hücrede yenilenerek nakledilmektedir. Bunun iki maksat ve faydasi
var: bir defa, mesaj her sinapsda yenilenmek suretiyle siddetind
en kaybetmeden uzun bir sinir zinciri boyunca iletilmektedir; ikincisi, her
sinapsi geçerken “hep veya hiç kanunu”na göre yeniden degerlendirilme,
gerektiginde
süzülmekte, sansüre veya kontrole tabi tutulmaktadir.
Okuyucularimin hayal gücüne hitab
ediyorum... Yalniz beyinde ortalama 70 milyar hücre var, her hücrede sayisi
2000’e yaklasan sinaps mevcut ve her an, bu
sinapslarda yukarida saydigimiz olaylar yüzlerce defa olmakta.
Hiçbirinin isleyisi
ve elde edilecek sonuçlar tesadüfe birakilmamis,
hiçbirisi rasgele degil, hepsi birbirinden haberdar ve
birlikte, bir düzen içinde, karsilikli her sinaps milyarlarca diger
sinapslardan haberdar olarak ve birbirini kontrol ederek çalisiyor.
Sinaptik araliklara dikkatli ve titiz bir kimyager maharetiyle, damla damla,
uyarici ve durdurucu tesiri olan kimyasal maddeler damlatiliyor, sonra bunun isi
biteni damlaliga geri aliniyor, israf edilmiyor,
bir kismi ise belki de artik ise yaramayacagi
için, özel baska birtakim maddeler vasitasiyle
tahrib ediliyor.
RESEPTÖRLER
DUYU ORGANLARI,
DIS DÜNYAYA AÇILAN
PENCERELERIMIZ
Duyu organlarindaki reseptörler,
yani alici hücreler, o duyu organinin özelligine
göre farklilasmislardir:
göz, kulak,burun, deri gibi... Bu duyu organlarindan bazilari kendilerine degen
çok yakinindaki uyaranlardan gelen mesajlari almaktadirlar. Derimizin dokunma,
isi, titresim, agri
gibi duyumlari almasi buna bir örnektir. Bir kismi ise uzaktan gelen mesajlari
yakalamakla vazifelidirler: kulagimizin
ses titresimlerini, gözümüzün isik
isinlarini
almasi gibi. Bu farklilasmayi günlük hayatimiza giren birçok
cihazda da görmekteyiz; telefonun mikrofonu sese hassastir, fotograf
makinesinin objektifi ise isigi
alir.
Böylece, bir duyu organi için özel
olan mesaj, gene belli bir esik degerin
üstünde bir siddette, o duyu organina geldigi
zaman reseptör hücrelerde, yukarida da belirttigimiz
gibi, bir elektrik akimi meydana gelmektedir. Bu elektrik akimi, mesaji içeriye
dogru
nakleden sinir hücresinin dendrit’i araciligi
ile o sinir hücresinin gövdesine götürülür. Ilk
durak yeri olan bu sinir hücrelerinin meydana getirdigi
dügüm
seklindeki
yapilara “ganglion” adi verilmektedir. Ganglionlarda mesajin birinci degerlendirilmesi
yapilir. Içer iye haber verilmeye deger
olanlar gangliondaki sinir hücresinin merkeze dogru
seyreden aksonu vasitasiyle daha yüksek merkezlere götürüleceklerdir.
Okuyucularimiz içinde eline fotograf
makinesini almamis kimse bulunmadigini
zannederim. Böyle bir makineyi gözünüzün önüne getirin. En basitinden bir fotograf
makinesinde ön tarafta gelen isik isinlarini
toplayip isiga
duyarli film üzerinde görüntü teskiline
yarayan bir mercek, bu mercegin önünde veya arkasinda isik
siddetini
ayarlayan diyafram dedigimiz bir delik bulunur. Isik
fazla oldugu zaman diyafram açikligi
kapatilmak, az oldugu zaman da açilmak suretiyle film
üzerine düsen isik siddeti
sabit tutulur.
Gözümüz de, kabaca, bu yapiya uyar.
Önde kornea dedigimiz bir saydam tabaka, bunun
arkasinda iris adi verilen ve ortasindaki deligi isik
siddetine
göre açilip kapanabilen bir perde (gözün rengini burasi vermektedir), arkasinda
mercek ve en arkada da isiga
duyarli reseptörleri ihtiva eden retina tabakasi.
Göze isik
düstügü
zaman bir ayarlayici mekanizma otomatik olarak, bizim irademiz disinda,
iris’in ortasindaki pupilla denilen deligin
büyüklügünü
ayarlar. Öyle ki, bu delikten geçen isik
miktari arkadaki isiga
duyarli retina tabakasi için en uygun seviyededir. Iris’in
arkasindaki mercek bir adale agi ile göz cidarina asilmistir.
Bu adalelerin kasilmasi ve gevsemesi ile mercegin
kalinligi,
yani yüzlerinin egriligi
degisecek
ve böylece dis alemin retina üzerinde net bir
görüntüsü tesekkül edecektir. Gerek pupillanin
genisligi
ve gerekse mercegin kirici yüzlerinin egriligi
son derecede hassas birtakim sinir mekanizmalari ile ayarlanmaktadir. Bu
kabataslak tariften sonra simdi biraz daha meselenin derinligine
girelim.
Fotograf
makinesinde hassas filmin yerini gözde “retina” tabakasi alir. Ancak, bize çok
renkli görmeyi saglayan ve hayret edilecek bir görme
keskinligine
sahip bu tabakanin yapisi, bir fotograf
filmi ile hiçbir sekilde kiyaslanamayacak derecede
karisik
ve mükemmeldir. Retina’da 10 tabaka halinde organize olmus
koni seklinde
6 -7 milyon ve çomak (basil) seklinde de 110-125 milyon hücre
vardir. Gözün önden arkaya eksenine rastlayan merkez kisminda sadece koniler
bulunur. Koniler net görme ve muhtemelen renkleri ayird edebilme kabiliyeti ile
ilgilidirler. Buna karsilik, yanlara gittikçe konilerin
azalip çomaklarin (basillerin) arttigini
görürüz ki bu hücreler de alaca karanlikta görme ile ilgilidirler. Koniler ve
basillerin arasinda daginik halde siyah boya zerrelerine
rastlanir. Retinaya düsen isik,
pupilla’nin daralmasina ragmen retina için zararli, görmeyi
aksatacak sekilde olursa bu siyah boya
zerrelerinin arttigi ve koni ve basilleri fazla isiktan
koruyacak sekilde etrafini sardigi,
isik
azaldikça da ortadan çekildikleri dikkati çeker.
Koni ve basiller, üzerlerine düsen
isik
enerjisini evvela bir kimyasal reaksiyona çevirirler. Bu kimyasal reaksiyon
sonucu görme sinirinde meydana gelen elektrik akimi, tipki kapali devre
televizyon kameralarinda oldugu gibi, görüntüyü elektrik mesajlari
halinde beyine, görme ile ilgili merkezi sinir sistemi bölgelerine
götürecektir. Görülen hayalin taninmasi, tefrik edilmesi, degerlendirilmesi
buralarda gerçeklestirilir.
Görme bahsini bitirmeden gözümüzün
dalga boyu 700 milimikron ile 400 milimikron arasindaki isik
dalgalarini, yani kirmizidan mora kadar renkleri görebildigini
de kaydedelim.
Ses, maddeden ibaret bir ortamin,
mesela havanin titresmesi ve bu titresimin
madde içinde nakledilmesi, isitme ise bu titresimin
kulak tarafindan alinarak idrak edilmesi olayidir. O halde “ses” saf bir fizik
hadise, “isitme” ise bu fizik degisikligin
bir psikolojik duyum haline inkilabi demek oluyor. Maddenin titresimlerinin
kulak tarafindan alinip isitilmesi sartina
bagli
olduguna
göre, her ses titresiminin isitme
ile sonlanmasi sart ve mümkün degildir.
Genç bir insanin kulagi saniyede 16’dan 20.000’e kadar
titresimleri
duyabilmektedir. Duyma siniri disinda
olan 16’nin altindaki titresimlere “infrason” (ses alti ve
20.000 üstündeki titresimlere de “ultrason” (ses üstü)
titresimler
de denir. Ama mesela yarasalar ultrasonik titresimleri
alabildikleri için 20.000’in üstündeki frekanslar yarasalarda bir çesit
ses idrakine sebep olabilmektedirler. Gene insanda, yas
ilerledikçe duyulabilen frekanslarin üst siniri düsmeye
baslar,
giderek ince sesler duyulmaz olur, böylece yasli
bir insan için “isitme” genisligi
gençtekinden farklidir.
Havadaki isitilebilir frekansta titresimleri almakla görevli duyu organimiz kulaktir. Toplayici
bir huni vazifesini gören kulak sayvani tarafindan alinan ses dalgalari bu
huninin bogazini
teskil
eden dis
kulak yolundan geçerek kulak zarina çarparlar. Kulak zari, bir santimetre
çapinda olup egik
durumda, bir semsiye
gibi gerilmis
haldedir. Bu incecik zar, bir metre yüksekligindeki civa sütununun basincina, yani santimetrekare’ye 1360
gram isabet edecek bir basinca dayaniklidir. Kulak zarinin titresimleri orta kulaktaki çekiç, örs ve
özengi kemikleri denen, birbirine mafsallanmis üç küçük kemikçigi titrestirir. Bu titresim böylece iç kulaga intikal eder. Iç kulakta helezon seklinde kivrilmis ve içten disa dogru
gi ttikçe incelen bir boru (koklea) mevcuttur.
Org isimli müzik aletini gören
okuyucularimiz hatirlayacaklardir. Bu müzik aletinde birtakim borular, bir
pompa sisteminden gelen basinçli hava ile titrestirilerek
ses verirler. En kalin sesi en kalin boru, en ince sesi de en ince boru verir.
Hepsi 32 milimetre uzunlugunda olan koklea borusunun tepesi,
yani ortadaki en kalin yeri 0,36 mm, en ince yeri, yani distaki
ucu da 0,04 mm kalinligindadir. Böylece koklea borusunun
kalin kismi 16 -20 frekansli titresimlerle,
en ince kismi da 20.000 frekansli titresimlerle
rezonans haline gelir. Kokleanin içi bir sivi ile doludur. Bu siviya intikal
eden titresim sivi içindeki özel tüyleri titrestirir.
Bu tüylerin titresmesi ile meydana gelen elektrik
akimi, insan kulaginda, her kulak için, sayisi 25-30
bini bulan sinir liflerine ve böylece isitme
sinirine intikal edecek, buradan da beyne götürülecektir.
Isitme olayinin bugün hala çözülememis
pek çok ve hayret verici taraflari vardir. Mesela, havadaki bir mekanik titresimin,
enerji kaybina ugramaksizin bir siviya nakli, yani
ses dalgalarinin zayiflamadan koklea içindeki siviyi titrestirir
hale gelmesi orta kulagin dis ve
iç kulaklarla arasindaki zarlari birlestiren
kemik zincirinin bir kaldiraç (manivela) gibi çalismasi
ve bir çesit “hidrolik pres” faaliyeti ile
mümkün olabilmektedir. Gene kulak, fazla titresimlerden,
kulak zarinin gelen sesin siddetine göre gerginliginin
degistirilmesi
ile korunmaktadir. Ayni mekanizma ile kulak zari hafif titresimlere
de, gerektiginde, daha duyarli hale gelebilmektedir.
Bunu bir darbukanin derisinin, yandaki ayar vidalari ile gerilip gevsetilmek
suretiyle akord edilmesine benzetebiliriz. Diger
çok önemli bir husus da, kulaga gelen seslerin tek sesli bir müzik
notasi gibi saf sesler olmayip, birçok frekanslarin üst üste binmesi ile
meydana gelmis karmasik
titresimler
olmasidir. Bu karmasik titresimler
iç kulakta ince bir “dalga analizi”ne tabi tutularak bunlari teskil
eden saf sesler tek tek ayrilir, belirlenir ve idrak edilmek üzere sinir
liflerine verilir.
Tad alma ve koklama duyumlari dil ve
burunda bulunan özel duyu organlari (reseptörler) vasitasiyle alinan
duyumlardir. Dil üzerindeki tad alicilari tatli, aci, tuzlu, eksi
duyumlarini uyandiracak kimyasal degisikliklere
hassastirlar. Burunda ise gaz halinde burna giren “kokulu” dedigimiz
maddelerin meydana getirdigi kimyasal tesirler alinip idrak
edilmek üzere çok karisik birtakim yollardan beyne
götürülmektedir.
Bes
duyumuzun böylece dördü vücudumuzun “bas
parçasina” yerlesmis
olup, besincisi
bütün derimize yayilmistir. Derideki alicilar araciligi
ile dokunma, isi degisiklikleri,
basinç ve agri duyumlari alinmakta olup bunlarin
alici organlari, yani reseptörleri de duyum sekline
göre farklilasmistir.
Konuyu bitirmeden ilave etmemiz
gereken bir husus daha var: Bu bes
duyu sistemi ile alinan duyumlar beyne, çesitli
ara duraklarindan geçirilmek ve elemeye, degerlendirilmeye
tabi tutulmak suretiyle, götürülürler ve “suurlu”
olarak idrak edilirler. Gene suurlu olarak idrak edilen vaziyet
hissimiz, yani vücudumuzun veya bir parçasinin uzay içinde “hangi durumda oldugu”nun
bilinmesi, “suurlu derin duyarlik,” “pozisyon
hissi” de vardir. Gene iç organlarimiza ait agri
duyumu da, o organ ile ayni sinir bölümü tarafindan sinirlendirilen deri bölgesine
yansimak suretiyle idrak edilmektedir. Bunlarin yaninda, normal halde suurumuza
çikmayan bir duyu sistemimiz daha mevcuttur. Uzay içindeki pozisyonumuzdan ve
organlarimizin durumundan, eklemlerimizin açiklik derecesinden, kaslarin
kasilma ve gevsemelerinden, haberdar olarak çesitli
ayarlamalari yapan, dengemizi ve hareketlerimizin yumusakligini
saglayan
bu sistem, biz farkinda olmadan mesajlari beyne yollamakta, bu mesajlar idrak
sahamiza çikmadan gerekli merkezlerde degerlendirilmekte
ve lüzumlu ayarlamalar temin edilmektedir.
Böylece, organizmamiz, hem disaridaki
ve hem de içerideki degisikliklere
ait mesajlari almakta, hem çevremizden ve hem de bizzat kendi kendisinden “haberdar”
olmakta, bunlari isleyip degerlendirmekte,
geçmisteki
alinan duyumlarla, yasanan tecrübelerle karsilastirmakta
ve lüzumlu cevaplari temin ederek çevrenin zararlarindan korunmamizi, iç
ortamimizi çevre degisiklikleri
karsisinda
sabit tutmamizi mümkün kilmaktadir.
REFLEKS, SARTLI REFLEKS
ve DAVRANIS SINIR SISTEMININ CEVAP SEKILLERI
Bundan evvelki bölümde inceledigimiz
duyu organina, reseptöre, dis alemden bir mesaj (uyaran) gelince,
o reseptöre bagli olan dendritte bir elektrik akimi
hasil olur. Bu elektrik akimi, gene hep veya hiç kanununa tabi olarak,
dendritin ait oldugu sinir hücresi gövdesine ve oradan
da aksona nakledilir, çesitli sinapslari atlayarak
organizmanin derinliklerine, yüksek karar merkezlerine götürülür. Bu yolculugu
esnasinda mesaj tekrar tekrar degerlendirilecek,
lüzumsuzlar, bir cevap verilmesini gerektirmeyenler elenecek, birbirleriyle
benzer olanlar birlestirilecek ve, mesela 2000 sinir
hücresinden gelen mesajlar bir hücrede, böyle mesajlari toplayan binlerce
hücreden gelenler daha yüksek seviyede baska
bir hücrede, gene bunlarin birkaç bini birlestirilerek
diger
bir hücrede toplanip çesitli seviyelerdeki idrak
merkezlerine götürülecektir. Beyin kabugunun
altindaki iptidai idrak merkezlerinde kabataslak idrak edilen, degerlendirilen
mesaj, beyin kabugunda ince, teferruatli ve mukayeseli
bir idrake kavusacaktir.
Dis
uyaranlara verilen cevap, daha ilk duyum seviyesinden baslar
ve mesaj kademe kademe yükseldikçe, idrak safha safha incelip mükemmellestikçe
daha karisik, teferruatli bir hal alir.
Ilk
anda ayagimizi
çividen çekmeye sebep olan suursuz reaksiyona “refleks” adini
veriyoruz. Bu, dis uyaran ile cevap arasinda dogrudan
bir baglanti,
bir iliski
ile saglanmaktadir.
Reseptörle alinan mesaj bir elektrik akimi halinde duyu sinirinin hücre
gövdesine gelir, oradan aksona geçer, bir sinaps vasitasi ile motor sinirin
dendritine ve hücre gövdesine intikal eder. Gerekli icra emri motor sinirin
aksonu ile is yapacak organa (mesela kas lifine)
gönderilir.
Omurilik içine gelen ilk mesaj kisa
bir ara nörondan geçirildikten sonra motor nörona intikal etmekte, bu suretle
iki sinaps atlayarak-çok sür’atli de olsa-bir degerlendirilmeye
tabi tutulmaktadir.
“Refleks,” “yansima,” “aksetme”
manasina gelen bir kelime. Tipki tenis topunun tenis raketine çarpip geri
dönmesi veya isigin
aynadan aksetmesi gibi. Sinir sisteminde de, disaridan
gelen uyaranin organizmadan bir cevap seklinde
aksetmesi, yansimasi kastediliyor.
Ilk
defa XIX. yüzyilin baslarinda Descartes, refleks deyimini
hayvanlarin otomatik hareketleri ile insanin iradeli davranisini
birbirinden ayird etmek için kullanmistir.
Fakat bugün bilinir ki, insanlarin iradeli hareketlerinin altinda gene birtakim
refleks cevaplar yatmakta, hayvanlarda da basit reflekslerden daha üst
seviyede, sartli refleks dedigimiz
cevap örnekleri bulunmaktadir. Refleksin amaci evvela tehlikeden uzaklasmaktir.
Daha sonra bu mesaj yukari merkezlere götürülecek, ileriye yönelik, tedbir
mahiyetinde cevaplar elde edilecektir.
Mesela ayagimiza
çivi battigi anda biz, bacagimizin
kaslarini gergin tutmaktayiz. Bu sekilde
yerçekimine karsi koyup ayakta duruyoruz. Bir kisim
kaslar kasilarak ayagimizi yerden çekerken, onun karsiti
olan kaslarin da gevseyerek bunu kolaylastirmasi,
diger
taraftan da, dengemizi kaybedip düsmememiz
için öteki bacagimizin kaslarinin daha da kasilmasi
gerekir. Böylece, bir refleksin meydana gelmesi sirasinda çesitli
emirler “uyarici” ve “durdurucu” mesajlar halinde, muhtelif nöron gruplarina
gönderilecektir. Görülüyor ki, ne kadar basit olursa olsun, ne kadar ilkel
seviyeden islerse islesin,
bütün reaksiyonlarimiz, reflekslerimiz, aslinda son derecede karisik,
ayarli ve sistemli cevaplardir.
Bir refleks baglantisinda,
sinir sisteminin ana yapilarindan biri olan “merkez”in de basit bir örnegini
görüyoruz. Iki nöronlu (bir sinapsli) bir
refleks kavsinde cevabin hazirlandigi
motor nöron gövdesi “merkez”i teskil
eder. Üç nöronlu (iki sinapsli) refleks zincirinde ise merkez, ara nöron ile
birlikte motor sinir hücresi gövdesidir.
Basit canlilardan insana dogru
gittikçe, sinir sistemi giderek karmasik
bir yapi haline gelmekte ve bu sistemin “bas
parçasi” büyüyerek önem kazanmaktadir. Bu suretle, omurilik içindeki refleks
zinciri (veya refleks arki), yukariya dogru
çikan ve inen birtakim yollarla daha yüksek merkezlere baglanir.
Duyu sinirinden gelen mesajlar bir yandan ara nöron vasitasiyle motor hücreye
götürülürken, diger yandan da yükselen duyu yollari
ile beyin alti yapilardaki ve beyindeki duyu merkezlerine baglanir.
Bir tarafin duyu mesajlarini tasiyan yollar çaprazlasarak
karsi
tarafin beyninde, talamus adi verilen büyük çekirdeklerde sonlanacak, burada
duyumlarin kabataslak ayird edilmesi ve idraki gerçeklestirildikten
sonra mesajlar beyin kabugunda kendileri ile ilgili merkezlere
götürülecektir. Bu merkezlerde dis
dünyanin bütün inceliklerine kadar taninmasi, taninan hayallerin, mesajlarin
eski tecrübelerden kalan izler ve intibalarla karsilastirilmasi,
degerlendirilmesi,
ölçülüp biçilmesi vuku bulur. Bu taninma isine
teessüriyet (affekt) adini verdigimiz
duygular da refakat eder gelen mesaj bizim için tehlike teskil
etmiyorsa, arzu, plan ve projelerimize uygunluk gösteriyorsa, haz seklinde
bir duyum uyandirir. Aksi ise sikinti, keder, elem duygularina sebep olacaktir.
Bütün bu haliyle mesaj “suurlu” olarak idrak edilmis
olur.
Simdi,
gerek mesajin kalitesi ve cinsi, gerekse uyandirdigi
elem veya haz tarzindaki duyumlar hesaba katilarak, daha uzun ve komplike bir islem
sonucu, beyinden nihai emir çikar. Bu emir, gene omurilige
girerken çaprazlasan hareket yollari vasitasiyle,
omurilikteki (tabii, bedenin diger yarisinda bulunan) motor sinir
hücresi gövdesine intikal eder. Motor hücrenin aksonu ise bu emri disariya
aksettirecek olan icra organina, mesela kaslara götürecektir.
Görüyoruz ki, omurilik içindeki
motor sinir gövdesine, kabaca, iki yerden kumanda gelmektedir: Birisi refleks
cevaplari saglayan, omurilik içindeki refleks
zincirinin ara nöronundan, digeri ise beyin kabugundan
daha karisik emirleri getiren uzun ve inen
motor yollardan. Bu sekilde, mesela ayagimiza
bir çivi battigi zaman ilk is
olarak ayagimizi, henüz bu mesaj suura
varmamisken,
çivinin oldugu yerden çekeriz. Bunun arkasindan
ayagimizin, ve ayagimizin da belli bir noktasinin acidigini
duyar, “idrak ederiz.” Bu idrak aci, agri
ve mikrop alma, iltihaplanma endisesi
gibi birtakim nahos duyumlarla beraber olur ve bizi bu
tehlikeden bir taraftan uzaklastirirken, diger
taraftan da ona karsi bazi tedbirler almaya sevk eder.
Bu tedbirler sahsin bilgisi, kültürü, ögrenimi
ile de ilgilidir. Mesela yarasina te zek basabilir, örümcek agi
sarabilir, orayi emerek kanatabilir veya üstüne tentürdiyot gibi bir mikrop
öldürücü sürüp sarabilir, nihayet, mesela bir hekime basvurabilir.
Iste, ilkel, basit ve ani cevaplara refleks adini verdigimiz
gibi bu komplike, karmasik ve geç cevaplara da “davranis”
diyoruz.
Daha önce de belirttigimiz
gibi, refleksler ilkel cevaplardir, ögrenme
ile ilgili degillerdir, daima ayni sekilde
ve yönde vaki olurlar ve dogustan
mevcutturlar. Buna karsilik davranislar
ögrenme
ve dis
sartlarla
ilgilidirler; her zaman degisebilirler
ve yapilarinda birtakim refleks tabiatinda cevaplar ihtiva etmekle birlikte
kazanilmis, sonradan olma cevap
örnekleridirler.
Refleks ile davranis
arasinda, refleks tabiatinda olmakla beraber kazanilmis
bir çesit
cevap mahiyetinde olan “sartli refleks”leri görüyoruz.
Bunlardan da, yeri gelmisken söz etmemiz gerekiyor. Bir köpege
besin versek, tükürük ve mide salgisinin arttigini,
yalanmaya basladigini
ve o besini yemeye, sindirmeye böylece hazirlandigini
görürüz. Ayni köpegin yaninda bir zil çalsak ilk
seferinde hayvan basini ve gözlerini zil sesinin geldigi
tarafa çevirerek bakar, bu yabanci uyarani tetkik eder. Fizyolojide, tatbik
edildigi
zaman daima ayni sekilde reaksiyon uyandiran besin
verme gibi uyaranlara “sartsiz uyaran,” hayvan için bir
delaleti olmayan bir uyaran uygulandigi
zaman onun ne oldugunu arastirmak
için verdigi reaksiyona da “nedir?” reaksiyonu
adini veriyoruz.
Simdi,
hayvana besin verirken zili çalsak ve bunu birkaç defa tekrarlasak, bundan
sonra zil çaldigimiz zaman, bu uyaranin beslenme ile
hiçbir ilgisi olmamasina ragmen, tipki besin verilmis
gibi yalanip yutkunmaya basladigini
görürüz. Artik, baslangiçta ilgisiz (indiferan) bir
uyaran mahiyetinde olan zil sesi o hayvan için bir “sartli
uyaran” vasfini kazanmistir. Burada, isitme
yollari ile tad alma yollari arasinda, beyin seviyesinde bir “geçici baglanti”
meydana geldigine ve böylelikle, mutad olmayan bir
yoldan refleks zinciri kurulduguna inanilir. Dolayisiyle, kulaktan
gelen zil sesine ait mesaj dilden gelen tad yollarina, oradan da sindirim
sistemi ile ilgili sinirlere atlamakta ve tipki besin almis
gibi birtakim faaliyete sebep olmaktadir. Gördügünüz
sekilde,
bu cevap, suursuzdur, ani olarak meydana gelir
ve bu bakimdan refleks karakterindedir. Ancak, dogustan
olmamasi, beyin seviyesinden dönmesi ile refleksten ayrilir ve daha yüksek
seviyeli bir cevap niteligini kazanir.
GERITEPME BAGLANTILARI
DAVRANISIN AYARLANMASI
Çevreden alinan bir mesajin
merkezlerde degerlendirilip islendigini
ve buna karsi birtakim cevaplar verildigini,
bu suretle canli organizmanin canliligini
korudugunu,
entropisinin artmasina-bir süre için bile olsa-engel olabildigini
anlattik. Ancak, verilen cevaplarin maksada uygun olup olmadigi,
elde edilen sonucun tehlikeyi giderip gidermedigi
de kontrol edilmeli ve gereken ileri ayarlamalar tekrar yapilabilmelidir ki bu
dengeyi saglama gerçek anlamda mümkün
olabilsin. Demek oluyor ki, organizma bir taraftan dis
çevreden ve diger taraftan da o dis
çevreye karsi kendi yaptigi
islerden
haberdar olmak durumundadir. Bunun nasil gerçeklestigini
gündelik hayatimizdan alinan bazi misallerle açiklayalim.
Bir buzdolabi düsünün.
Buzdolabinin sogutucu mekanizmasi çalisarak
mütemadiyen içindeki isiyi düsürmektedir. Eger
is
bununla kalsa idi buzdolabinin devamli surette sogumasi
ve sogutan
mekanizmanin da durmadan çalismasi gerekirdi. Halbuki evinizdeki, mutfaginizdaki
buzdolabinin sesine kulak verin. Motoru bir süre isledikten,
yani istenen isi derecesi, sogukluk seviyesi elde edildikten sonra
kendi kendine durmakta, bir müddet sonra, içi isinmaya basladigi
zaman, mesela kapagini açar kaparsak veya içine yeni
bir seyler
koyarsak, tekrar çalismaya baslamaktadir.
Demek ki, buzdolabinin içinde, kendi sogutma
derecesinden “haberdar olup” onu geriye, sogutucu
sisteme bildiren ve böylece kendi kendini düzenleyen bir sistem vardir. Buna, Ingilizce
orijinal ismi ile “feed-back” diyoruz. Türkçeye “geri- tepme” diye çevirmeyi
uygun bulduk.
Buzdolabinin yaptigi
is,
yani isi derecesinin düsmesi, bir geri tepme baglantisi
ile sogutucu
sisteme, yani o isi yaptiran mekanizmaya baglanmak
suretiyle buzdolabi kendi dengesini kendisi ayarlayabilmektedir.
Bir çalisan
sistem (sebep), bir sonuca varir. Sonuçtaki degisiklikler,
hedeften sapmalar bunlara duyarli bir alici ile (detektör) alinarak geritepme
baglantisi
ile ve bir “reaktör” üzerinden, kontrol edilebilen faktörlere tesir ettirilir.
Bu suretle sistemin üzerine tesirli kontrol edilemeyen faktörler yüzünden
meydana gelen hedeften sapmalar, kontrol edilebilen faktörlerde saglanan
uygun degisikliklerle
giderilir, düzeltilir.
Ayni sekilde
vücut harareti 36.5 derece civarinda tutulur; göz bebeginin
genisligi
retina üzerine düsen isik
miktari sabit tutulacak surette ayarlanir; kulak zarinin gerginligi
gelen sesin siddetine göre degistirilir...
Böyle geritepme baglantilari ile ayarlanan sistemlerin.
sayisini belirlemek imkani yoktur.
Insan
vücudunda sonsuz sayidaki ayarlanabilen sistemler, negatif geritepme baglantilari
ayni zamanda birbirini de düzenleyecek sek
ilde aralarinda informasyon alisverisi
yapmaktadirlar. Mesela göze fazla isik
gelmesi ile gözbebeginin daralmasi kan sekeri
üzerine, o da kan basinci üzerine, o da vücut isisi üzerine, tersine vücut
isisi, gözbebegine ve kan basincina... ilh.
bunlarin hepsi birbirine tesir etmekte ve bu harikulade sistem, bir “küçük
kainat” olarak kendi denge durumunu meydana getirmektedir.
RUHI FONKSIYONLAR,
MERKEZLER SINIR SISTEMININ BIR BÜTÜN OLARAK ORGANIZASYONU
Bundan evvelki bahislerde sinir
hücresinin yapisini ve sinir sisteminin ana bölümlerini gözden geçirdik. Sinir
sistemi bu bölümleri içine alan bir “bütün” halinde organize olmustur.
Bu bütün, kendisini teskil eden parçalarin basitçe bir
toplamindan ibaret degildir. Sinir sistemi içinde her
parça, her eleman, belli fonksiyonlar için lazim olan ve fakat kafi olmayan bir
ünite teskil
eder. Böylece, “bir bütün halinde” çalisan
sinir sisteminin hiçbir elemani kendi basina
ve müstakil olmayip, ancak muhtesem
bir ahengin, nefis bir sanat eserinin bir notasini teskil
eder. Bir senfoni-veya isterseniz bir saz semaisi-notasini elinize alin. Burada
tek tek notalar birtakim basit seslerden ibarettir ama birlikte ve bir düzen
içinde çalindiklari takdirde bir saheser
meydana getirirler. O halde bir senfoni kendisini teskil
eden notalarin toplamindan daha fazla birseydir.
Çevreden alinan haberler reseptöre
bagli
alici sinirin dendriti vasitasiyle ilk duraklari olan “ganglion”a götürülürler.
Ganglion içinde bu dendritin ait oldugu
sinir hücresinin gövdesi bulunmaktadir. Buradan geçen mesaj bu hücrenin aksonu
ile merkezi sinir sistemi içine tasinacaktir.
Görme, isitme,
koklama ve tad alma gibi,reseptörleri basimiza
yerlestirilmis
özel duyumlarin disinda kalan duyumlara ait mesajlar
(mesela agri, hareket, titresim,
basinç, dokunma gibi) omurilik içine götürülür. Omurilige
ufak bir kesit yaparsak içinde gri renkli ve kelebek
biçiminde bir bölge dikkati çeker. Bunun arka tarafina (arka boynuzlara)
çevreden gelen mesajlari getiren aksonlar girmektedir. Ön tarafindan (yani ön
boynuzlardan) ise çevreye emirler götüren motor sinirler çikar.
Omurilik seviyesinde refleks
faaliyetler temin edilmektedir. Bu suretle arka köklerden arka boynuza giren
hissi mesajlar omurilik içinde ara nöron vasitasiyle ön boynuzdaki motor sinir
hücresi ile irtibatlanir ve buradan çikan refleks emir ön köklerden motor sinir
liflerine, oradan da is görecek organa, mesela kas lifine
intikal eder.
Omurilik içinden beyne dogru
yükselen yollar disaridan gelen ve omurilik seviyesinde
ilk refleks cevabi alinan mesajlari yukariya dogru
götürürler. Bundan sonraki durak yeri (beyin sapindaki ara duraklamalari
saymazsak) beynin derinliklerindeki talamus denilen büyük çekirdektir.
Kaslarimizi elimizle yoklarsak
bunlarin istirahat halinde dahi tam manasiyle “gevsek”
durumda olmadiklarini, belli bir gerginlik derecesini daima muhafaza
ettiklerini görürüz. Gerçekten, “hareket,” gevsek
bir kasin kasilmasi veya kasilmis
bir adalenin gevsemesi degil,
“belli bir kasilma ve gerginlik durumundaki adalenin bu gerginlik durumunu degistirmesi,”
yani, “oldugundan daha az veya daha çok
kasilmasi” demektir. Iste bu gerginlik durumunu idame
ettirecek olan emirler de ön boynuzdaki motor sinir hücresine omurilik içindeki
özel yollardan devamli surette gönderilirler. Bu emirler beynimizin derinligindeki
“ekstrapiramidal sistem” adi verilen bölgelerden ve beyincikten gelmektedir.
Gerekli emirlerin verilmesi için icab eden bilgiler ise bir taraftan iç kulakta
isitme
organinin yaninda bulunan ve basimizin uzay içindeki durumundan
haberdar olan reseptörler ve diger taraftan vücudumuzun her tarafina
yayilmis,
kaslarin gerginlik durumunu haber veren reseptörlerden gelerek suura
çikmadan beyincikte degerlendirilmektedir. Bu duyu
sistemine “suursuz derin duyarlik” adini
veriyoruz. O halde, basimizin ve gövdemizin uzay içindeki
durumundan bir yandan “suurlu” olarak haberdar olurken, diger
yandan da, suurumuza çikmayan mesajlar, biz
farkinda olmadan, degerlendirilmekte ve kaslara “gerginlik”
(tonüs) emirleri halinde gönderilmektedir.
Bir hareketin yapilmasi esnasinda
belli bir kas grubunun gerginligi artarken, bunun karsisindaki
kas grubunun da gerginligi ayni derecede azalir. Tipki bir
atin basini
döndürmek için bir tarafindaki dizginlerin çekilmesi nisbetinde öbür
tarafindaki dizginlerin gevsetilmesi gibi. O halde omuriligin
bir kisim motor hücresine gönderilen kasilma emri ile ( paralel ve o miktarda
gevseme
emri de diger bir kisim motor hücresine
gönderilecektir.
Iste, bir ön boynuz motor hücresine sayisi 2000’e kadar varan
çesitli
sinapslardan gelen bu emirler ön boynuz hücresi gövdesinde son olarak islenip
degerlendirilmekte
ve onun aksonundan tek bir emir, tek bir mesaj halinde çikarak ilgili kas
lifine gitmektedir. Bu sebeple ön boynuz motor hücresi ve onun aksonuna “son müsterek
yol” adi verilmistir.
Elleriyle top oynayan bir oyuncu,
mesela bir voleybolcü tasavvur edin. Gelen topa atildigi
zaman topun ve kendisinin uzaydaki durumu hakkinda kesin ve çabuk bir bilgi
sahibi olmalidir ki saga sola sapmadan ellerini tam topa
uzatabilsin. Bu ayarlama bir taraftan kaslarimiz ve eklemlerimizden gelen suursuz
derin duyarlik mesajlari ile yapilmakta, bir taraftan da gözümüzle durumu görüp
bu ayarlamaya yardimci olmaktayiz. Içeriden,
suursuz
derin duyarlik mekanizmasindan isleyen
ayarlama, görme yolu ile, disaridan isleyen
ayarlamadan çok daha çabuk yapilmaktadir.
Bir hareket ögrenilirken
“iradeli” hareket vasfindadir. Ögrenme
meydana geldigi zaman artik “otomatik hareket”
niteligini
kazanir. Piyano çalmasini yeni ögrenen
bir talebe düsünün.
Evvela her gördügü
nota için hangi tusa basacagini
düsünecek
ve bu “iradeli” is onu kisa zamanda yorgunluga
düsürecektir.
Zamanla hareketler otomatiklesir, düsünmeden
yapilir. Artik notayi okurken hangi tusa
nasil basacagimizi düsünmeden
pespese
birtakim düzenli hareketleri yapariz. Tipki yürümek, tipki yazi yazmak gibi.
Burada beyin kabugu ile beynin kabuk altinda kalan ve “ekstrapiramidal”
dedigimiz
bölgelerinin bir vazife taksimini görüyoruz. Evvela iradeli olarak yapilan
hareketler için gerekli emirler beyin kabugundaki
“piramidal” dedigimiz fevkalade farklilasmis
ve üstün kabiliyetli hücre grubundan çikar. Bu hareket tekrarlandikça bir “hareket
örnegi”
veya “hareket programi” seklinde beyne yerlesir,
beyin kabugunun altinda, beynin derinliklerinde
bulunan ekstrapiramidal sistem hücrelerine nakledilir ve gerektiginde
“daha az iradeli ve daha az suurlu” çalisan
bu sistem, gerekli kaslarin istirahat halindeki kasilma durumlarini (yani
gerginliklerini, ilim diliyle tonüs’lerini) degistirmek
suretiyle icab eden hareketleri-otomatik bir sekilde-icra
eder. Artik iradeli sistem, piramidal hücreler, yeni birtakim isleri
ögrenmek
için serbest kalmislardir. Ekstrapiramidal sistem
piramidal sistem kadar metabolizma harcamadigi
ve yorulmadigi için de ögrenilmis,
alisilmis
isler
yorulmadan, kolaylikla yapilabilmektedir.
Alinan intibalar ganglion
hücrelerinde degerlendirilerek ilk elemeye tabi
tutulmakta, daha yukarida beyin sapindaki bir duraklama yerinde ikinci, talamus’ta
üçüncü bir duraklama ve elemeye ugramakta,
nihayet beyin kabuguna erisip
kendisine ait “merkez”e gitmektedir. Bu merkezlerde son degerlendirme
yapildiktan sonra ise icab eden emirler beyin kabugunda
ve ekstrapiramidal sistemde (yani beyin kabugunun
altindaki merkezi yapilarda) imal edilmekte, omurilik seviyesine indirilip ön
boynuz’da yerlesmis
olan motor nörona, oradan “son müsterek
yol” olan motor nöronun aksonuna getirilmekte, böylece icra organina, mesela
adaleye giderek icab eden hareket, eylem vaki olmaktadir.
Sinir sisteminde her tabaka kendi
altindaki tabakayi kontrol eder. Böylece beyin kabugu
ekstrapiramidal sistemi, ekstrapiramidal sistem beyin sapindaki-gene
ekstrapiramidal sistem içinde mütalaa edilen-motor çekirdekleri, beyin sapi
omurilik seviyesini kontrol etmektedir. Gene her tabaka, bir taraftan kendi
altindaki seviyeyi kontrol ederken diger
taraftan da kendine ait ve sadece kendisinin yapabilecegi
isleri
yapmaktadir. Duyu sistemi için de ayni tabakalasma
ve kat kat sansür ve kontrol söz konusudur. Bunu, bir askeri teskilattaki
veya devlet idaresindeki istihbarat ve icra organlarinin rütbe sirasina ve
hiyerarsisine,
benzetebiliriz. Istihbarat örgütü içinde dinleme
cihazlarindan, ajanlar dan, v.s. alinan bilgiler ilk süzgeçten geçirildikten
sonra daha yukari degerlendirilme merkezlerine götürülür.
Burada diger haber kaynaklarindan gelen
haberlerle birlestirilip yeni yeni degerlendirilmeye
ve süzmeye tabi tutularak yüksek komuta merkezlerine kadar gider. Oradan
çikacak emirler de gene birbirini kontrol eden ve bir hiyerarsik
düzen içindeki icra ve komuta kademelerine, nihayet son isi
yapacak askere veya memura kadar götürülür.
UYANIKLIK HALI VE SUUR
Beyine disaridan
baktigimizda,
kafatasi boslugunun
iki tarafina yerlestirilmis
birer yarim küre ve bu yarim kürelerin irtibatini temin eden ortadaki merkezi
kisim dikkati çeker. Beyin yarimkürelerinin üstü, birtakim kivrimlar ve bu
kivrimlarin arasinda oluklar gösterir. Daha dikkatle bakarsak bu kivrimlarin ve
oluklarin rasgele olmadigini, bir düzen içinde ve her iki
beyin yarimküresinde simetrik sekilde tesekkül
ettigini
görürüz. Gene beyin yarimkürelerinin kabataslak birtakim parçalara bölündügü
de göze çarpar. Iki ana oluk beyin yarimküresin i
önarka ve sakak kisimlari olmak üzere üç ana
parçaya böler. Yukaridan asagiya
uzanan ve “merkezi
oluk” (sulcus centralis) denen bir olugun
ön tarafinda kalan bölge beynin alin parçasini, onun arkasinda kalan bölge de
yan ve arka parçasini teskil edecektir. Alin parçasina “frontal,”
yan parçasina “paryetal” ve arka parçasina da “oksipital” lob adinin verildigini
ilave edelim.
Merkezi oluk’un altta sonlandigi
yerden öne ve arkaya dogru uzanan diger
bir oluk veya yarik da beynin sakaklara raslayan bölgesini , “temporal
lob”u diger
beyin bölgelerinden ayirir. Her lobda belli sayida ve belli karakterde birtakim
baska
oluklar ve bu oluklar arasinda kalan kivrimlar mevcuttur.
Merkezi oluk’un önünde, yukaridan asagiya
dogru
uzanan kivrimda ve gene merkezi oluk’un arkasinda, buna simetrik olarak gene
yukaridan asagi
uzanan bir diger kivrimda, bedenimiz nokta nokta “temsil”
edilmektedir.
Vücut kisimlari beyin kabugunda
kendi büyüklükleri ile orantili surette temsil edilmemektedirler. Mesela el’e
düsen
beyin bölgesi ayak’tan çok genis bir sahayi kaplamakta, ele ait
bölgede gene en genis yeri basparmak
merkezleri isgal etmekte, bas
bütün gövdeden daha genis, agiz
çevresi de basa ait kisimda en genis
beyin kabugu parçasinda temsil edilmektedir.
Gene dikkati çeken bir diger husus, bir beden yarisinin karsi
taraf beyin kabugunda temsil edildigi
gibi, beyin kabugunda bu temsilin bas
asagi,
ters bir sekilde olmasidir. Böylece en
tepemizde ayaklarimiza ait merkezler bulunur. Bunu gövde, el ve nihayet bas
ve yüz takib eder.
Beyin kabugunun
en arka kisminda görme ile ilgili merkezler, sakak
bölgelerinde de isitme ile ilgili merkezler vardir.
Simdi
sirasi gelmisken hemen belirtelim ki, beyinde, bu
sekilde,
uyarilmasi ile bedene ait birtakim hadiselerin meydana getirildigi,
yani “uyarilabilir” beyin kabugu sahasi, bütün beyin bölgelerine
nisbetle çok ufaktir. Beynin geri kalan bölgesi ilk bakista
“sessiz,” “uyarilamayan” bölgeleri ihtiva eder ki, bu bölgeler daha yüksek,
ruhi dedigimiz faaliyetlerle ilgili
görülmektedir. Bunlardan asagida
sirasiyle bahsedecegim.
Insanlar
kendi beyinlerini arastirirken evvela “beyin maddesi”
üzerinde o kadar durmamislardir. Beynin ortasi bir bosluk
halinde oldugundan, içi “beyin suyu” dedigimiz
sivi ile dolu bu bosluklar uzun zaman asil
fonksiyonlarin yerlestigi
yer olarak kabul edilmis, beyin maddesi ise bir sisirilmis
topun veya balonun cidari, çevresi gibi görülmüstür.
Bu görüs
uzun yüzyillar boyunca geçerligini korumustur.
Milattan önce 3-4’üncü asirlarda yasayan
Plato (Eflatun) da, Milattan sonra 2’nci asirda yasayan
Galenus da bu görüse sahiptiler. Hazim kanalindan giren
gida maddeleri karaciger toplardamari (veya portae) yolu
ile karacigere geçmekte ve “ruh” burada imal
edilmekte idi. Bu besleyici ruh toplardamarlarla (vena’larla) bütün vücudu dolasmakta
ve beslenmektedir. Bunun bir kismi kalbin sag
tarafindan sol tarafina geçiyor ve akcigerlerden
gelen hava ile de karisarak atardamarlarda dolasan,
vücudu isitmak, enerji vermekle vazifeli hayati (vital) ruh meydana geliyordu.
Bunun da bir kismi beyin kaidesindeki damar agi
tarafindan damitilip beyin bosluklarina aliniyordu. Beyinin adeta
kalp gibi attigi, bir pompa tesiriyle ruh’u
altindaki ince deliklerden içine emdigi
tasavvur edilmekte idi. Beynin ortasindaki bosluklarda
muhafaza edilen bu ruh (psisik pnevma) beyinden çikan sinirler
yolu ile duyu organlarina ve kaslarimiza gönderilerek his ve hareket temin
edilmis
oluyordu.
Bu görüs
tarzi, muhtelif degisikliklere
ugramakla
beraber, esas karakterini, yani beynin bir torba veya balon gibi olup
ortasindaki bosluklarda uçucu vasifta bir ruhu
ihtiva ettigi inancini 19. asra, yani hemen
hemen ikiyüz seneden az bir zaman öncesine kadar muhafaza etmistir.
Sinir hücrelerini sinir sistemi
toplumunun fertleri gibi kabul edersek, en ideal sosyal adalet, vazife taksimi
ve karsilikli
yardimlasma
sinir sisteminde gerçeklestirilmistir.
Sinir hücrelerinin her biri, tek tek, çok iyi beslenen, vücuda giren gidanin en
kalitelisini alan (baslangiçta belirttigimiz
gibi sadece oksijen ve taze glikozla beslenebilen), iyi korunmus
fertlerdir. Bunlardan bir tanesi kaybolursa yerine yenisi gelmez. Ancak bu
fertlerin var olabilmesi, vazife görebilmesi mensubu bulunduklari toplum, yani
sinir sistemi ile mümkündür. Bir toplum düzeni içinde bunlar teker teker deger
ifade etmektedirler. Her biri sinir sisteminin kalan bütün hücreleri ile
irtibat halindedir. Birbirleriyle bilgi alisverisi
yaparlar. Kisacasi, sinir sistemi ferdi inkar etmeyen, fertlerin mutlulugunu
hedef almis bir “toplumcu düzen” örnegidir.
Beyin kabuguna
çevreden gelen bütün mesajlar, beyin sapi dedigimiz
sogancik
bölgesinden talamus’a kadar uzanan baska
bir merkezi yapi ile “beyin sapi agi”
dedigimiz
bir nöron agi ile de irtibat kurmaktadir.
Çevreden gelen mesajlar bir taraftan
yükselen hissi yollarla beyin kabugundaki
özel merkezlerine giderken, diger taraftan da ag
cisim ile baglanti kurarlar. Böylece ag
cisim her çesit enformasyonlardan, alinan her
mesajdan haberdar olur. Ancak bunlar ag
cisim içinde teker teker tefrik edilmemekte, aksine, birbirine karistirilip
hep beraber ve bir bütün halinde degerlendirilmektedirler.
Diger
taraftan, ag cisim bütün beyin kabugu
ile yaygin bir sekilde irtibattadir. Bu suretle,
çevreden gelen mesajlar bir yandan beyin kabugundaki
özel merkezlerine gönderilirken, diger yandan
da ag
cisim içinde hepsi bir araya getirilip, harman edilip beyin kabugunun
her tarafina, yaygin olarak yollanirlar. Yani, beyin kabugu
teker teker hissi mesajlari özel merkezlerde kabul ederken ag
cisim tarafindan da mesajlarin sekline bagli
olmayan, özel bir manasi bulunmayan bir yaygin haber bombardimanina tabi
tutulmaktadir. Simdi bir an için ag
cisim ile beyin kabugunun irtibatinin kesildigini
düsünelim.
Bu halde çevre mesajlari, duyu organlari ile alinan bilgiler beyin kabuguna
kadar ulastiklari halde idrak edilemezler. Sahis
bunlardan “haberdar” olmaz. Yani suur
kaybolmus,
sahis
bir uyku veya koma haline girmistir. Demek oluyor ki, bir özel
mesajin alinabilmesi, idrak edilebilmesi için beyin kabugunun
ag
cisimden gelen yaygin bombardiman ile “uyanik” tutulmasi gerekmektedir.
Bunu evimizdeki radyoya
benzetebiliriz. Radyomuza anteninden mütemadiyen mesajlar gelmektedir. Ancak
bunlarin radyo tarafindan alinip idrak edilebilmesi, yani radyonun
hoparlöründen ses halinde çikabilmesi için radyoya bir elektrik akimi
verilmesi, radyonun bir batarya veya duvardaki prizden gelen akimla beslenmesi,
uyanik tutulmasi gerekir. Iste organizmamizda da radyonun
anteninden gelen mesajlar gibi devamli surette his yollarindan haberler
gelmekte, ancak bunlarin alinabilmesi, idrak edilebilmesi için bataryadan veya
prizden gelen elektrik akimi gibi, ag
cisimden devamli bir akimin gelmesi gerekmektedir. Diger
taraftan bizzat beyin de, ag cisme mesaj yollar ve kendi
uyaniklik durumundan orayi haberdar eder. Bu suretle bir fikri faaliyetimiz,
bir sikintimiz, bir düsüncemiz dahi beyinden ag
cisme gitmekte, orada diger hissi mesajlarla birlestirilip
harman edilerek tekrar beyin kabuguna
gönderilmekte ve uyanikligimizi saglamaktadir.
Sikintili ve düsünceli kimselerin uyku uyuyamamalarinin
sebebi budur.
Bahsi bitirmeden “suur”
deyimini tarif edip sartlarini siralayalim. Suurluluk,
en genis
manasi ile sadece insana taninmis
bir imtiyazdir. Suurlu olabilmek için,
1.
Iptidai sart
olarak “uyanik” ve “dikkatli” halde bulunmak gerekir. Yani, ag
cismin faaliyeti ile beyin kabuguna gönderilen yaygin mesajlarin
beyin kabugunu çevreden gelen mesajlara karsi
açik ve uyanik bulundurmasi lazimdir.
2. Çevreden gelen mesajlarin çesitli
degerlendirme
ve sansür, tasnif seviyelerini geçerek beyin kabugundaki
özel merkezlerine ulasmasi ve “uyanik” vaziyette olan
beyin kabugu tarafindan kabul ve idrak
edilmeleri gerekir.
3. Idrak
edilen duyumlarin kalitelerinin tefriki, bunlarin bizde uyandirdigi
hoslanma,
haz, hoslanmama,
sikinti, elem gibi duygularin dahi idraki icab eder.
4. Ve nihayet, böylece çevresinden “haberdar”
olan insanin bu “haberdar olma” keyfiyetinden de “haberdar olmasi” gerekir.
O halde, suurluluk,
son zamanlarda uydurulan ve yakistirilan
tabiriyle “bilinçli olmak” demek degildir.
Suurluluk
sadece “bilmek” degil, ondan çok ötede, “bildigini
hissetmek, idrak etmek ve bildiginden haberdar olmak” gibi çok
yüksek ve karmasik bir ruhi fonksiyondur. Bunu
sadece “bilme” durumunu gösteren ve esasen “gülünç” vezninden türetilerek bir
gramer hatasindan gelistirilen “bilinç” gibi bir terimle
ifadeye çalismak suur’u
asil manasindan saptirmaktadir.
Bu tarif ettigimiz
haliyle “suur” sadece insanlara has, baska
hiçbir yaratikta bulunmayan bir kabiliyet, bir imtiyazdir. Kedi de önüne konan seyin
ciger
oldugunu
bilir, onu tanir ve idrak eder. Sahibini, kendisine bakani da tanir. Ancak,
bütün bu tanima ve bilme keyfiyetinden “haberdar” degildir.
TECRID (ABSTRACTION,
SOYUTLAMA)
MÜCERRET DÜSÜNCE, KONUSMA ve YAZI
YAZMA
Tecrid (soyutlama, abstraction),
sadece insanlara has ve konusmayi, yazi yazmayi mümkün kilan, çok
gelismis
bir sinir sistemi ile gerçeklestirilen, yüksek dereceli bir
fonksiyondur.
Tecrid kabiliyeti sayesinde insan esyanin
teferruatindan kurtulur, onlarin müsterek
vasiflarini fark eder, gerekli siniflandirmalari yapar ve bu siniflari gene
birer mücerret (soyut) sembol olan konusma
ve yazi ile ifade eder.
Önümüzde muhtelif cinsten kalemler
olsun. Bunlardan biri tükenmez kalem, birisi kursun
kalem, bir digeri dolma kalem, biri kirmizi, biri
yesil,
biri mavi kalem... ilh. çesitlerden olmakla beraber hepsi için
bir müsterek
vasif vardir: kalem olmak. Iste, sadece önümüzdeki tükenmez
kalemi veya cebimizdeki dolma kalemi, v.s. düsünmek
degil
de dünyadaki bütün kalemleri bir bütün halinde düsünebilmek,
onlari bir bütün olarak, “kalem” diye idrak edebilmek, kalem olma ana vasfindan
gayri teferruatindan siyrilabilmek mücerret düsünce
ile kabildir.
Buraya kadar takdim ettigimiz
açiklamalara göre mücerret düsüncenin sartlari
söyle
toplanabilir:
1. Iradeli olarak bir meseleyi çözmeye
tesebbüs
etmek, inisiyatifi ele almak, istendiginde,
kendisinden talep edildiginde meselenin çözümü için harekete
geçmek. Düsünüsü
bir görüs
açisindan digerine kaydirabilmek ve düsünüs
istikametini seçebilmek.
2.
Bir
meselenin çesitli durumlarini sirali bir sekilde
zihninde muhafaza edebilmek, birden fazla birbiri ile ilgili olmayan uyarana
karsi,
ayni zamanda, her birine uygun cevap verebilmek.
3. Verilen
bir meselenin bütününe vakif olabilmek, kavrayabilmek, birimlerine ayirabilmek,
o mesele ile beraber olan fakat ilgili diger
halleri tefrik edebilmek, o meseleye ait olan ayrilmis
parçalari uygun bir sira ile, bütünü teskil
edecek sekilde
düzenleyebilmek.
4. Sembolik
olarak düsünebilmek, fikir yürütebilmek,
planlayabilmek, mümkün olan sekli bulup gerektigi
sekilde
hareket edebilmek.
5. Içe
dönüklükten kurtulabilmek, çevre ile objektif münasebetler kurabilmek.
Bir çok ruh hastaliklarinda, mesela sizofrenide,
zeka geriliklerinde, bunamalarda mücerret düsünce
muhtelif derecelerde yikilir, bozulur. Ilk
belirti tasnif yapma güçlügünde kendini gösterir. Çesitli
renk ve tonlarda yün iplikleri önüne konsa ve bunlari siniflandirmasi istense,
böyle bir hasta, mesela açik ve koyu mavi iplikleri, açik ve koyu kirmizi
iplikleri, v.s. birer grup halinde toplayamaz. Gösterilen bir masa resmini, müsahhas
bir seye
ait oldugu
için kopya eder, çizebilir de mesela hiçbir seye
benzemeyen ama ondan çok daha kolay çizilmesi icab eden bir daireyi kopya
edemez.
Mücerret düsünce
kabiliyetinin bize bahsettigi
fonksiyonlarin en mühimmi “konusma”dir. Aslinda bir “sesli sembol”
olarak hiçbir seye benzemeyen kelimelerle
tabiattaki bütün esya ve olaylar, duygularimiz, ifade
edilebilmektedir. Konusma ile insan, bütün olaylara, bütün
esyaya
ve duygulara tekabül eden birer mücerret sembol bulmus
ve bu mücerret sembollerle bilgilerini karsisindakine
aktarabilmistir. Her dilde, tabiattaki sesleri
taklitten ibaret müsahhas (somut) kelimeler de vardir.
(Türkçedeki kapi gicirtisi, su siriltisi gibi). Fakat bunlar, asil
mücerret lisan içinde çok az yer tutar.
Dil (ister ana dili, isterse
sonradan ögrenilen bir yabanci dil) ögrenilirken
bu mücerret semboller delalet ettikleri seyle
birlikte verilir. Zamanl a bu sembol ile delalet ettigi
sey
arasinda bir sartli refleks baglantisi
kurulur. Artik sadece o sembolün isitilmesi,
mesaji alan sahista, onun delalet ettigi
esyayi,
duyguyu veya diger informasyon kaynagini
aynen idrak ediyormus gibi bir duyum meydana getirir. Bir
insana “limon” gösterilse ve sesli olarak “limon” dense, sonra da limon
tattirilsa, bir zaman sonra “limon” sesi ile “limon” meyvasi arasinda kurulacak
sartli
refleks baglantisi, her “limon” sesi isitildiginde
“limon yemis gibi” agzinin
sulanmasina sebebiyet verecektir. Halbuki Türkçe bilmeyen veya “limon”
kelimesini ögrenmemis
bir kimse için bu kelimeyi meydana getiren sesler tamamen ilgisiz, delaletsiz
birer uyaran olarak kalirlar.
Diller canli varliklar gibidir.
Zamanla gelisir, olgunlasir
ve baska
dillerden aldigi kelimeleri sindirerek, kendi
potasinda eriterek zenginlesir. Diger
taraftan, diller her kavmin, her milletin davranis ve
yasayis
özellikleri ile de yakindan ilgilidir.
Mesela Türk dili fiilden son
derecede zengin bir dildir. Gayet kivrak fiil tasrifleri, çekimleri Türkçe ile
mümkün olabilmekte ve fakat bunlar hiçbir dile tercüme edilememektedir. “Gidiverecekmisim”
kelimesinin hiçbir dilde karsiligi
olmadigi
gibi... Buna karsilik Türkçe mücerret kavramlardan
çok fakirdir. Zira, Türkler, Orta Asya’dan kopup Avrupa’nin
ortalarina kadar gelen, fetihler yapan, devletler kuran, ömrü at üstünde geçen
bir millettir. Fiile ihtiyaci vardir, onun için fiil bakimindan dilini zenginlestirmistir.
Anadolu’da yerlesip de artik bir Imparatorluk
oldug
u zaman ise mücerret mefhumlarin karsiligina
gerek duymus, bunlari o zaman en yakin kültürel
münasebet kurdugu Arap ve Iran
dillerinden, daha sonra da çesitli bati dillerinden almistir.
Ancak, alinan bu kelimeler Türkçenin potasinda eritilmis,
onun gramerine ve ahenk kaidesine uydurulmus,
Türkçelestirilmis,
kisacasi, sindirilmis, hazmedilmistir.
Her dilde bu sekilde yabanci kelimeler mevcuttur.
Bazi dillerde o kadar çok yabanci kelime vardir ki, mesela dünyanin en köklü
dillerinden biri sayilan veya sanilan Fransizcada “öz Fransizca”dan (Gaulois
dilinden) kalma sadece 22 (evet, yirmi iki) kelime mevcuttur.
O halde, bir dilde bulunan bütün
yabanci kelimeleri temizlemek gibi bir gayret sadece o dili fakirlestiren,
dolayisiyle düsünce hayatini kisirlastiran
ve milletin “aklini azaltan” bir çabadan baska
birsey
degildir.
Duyumlarin, olaylarin ve esyanin
sesli semboller yerine çizgili sembollerle ifade edilmesi de baska
bir mücerret düsünce mahsulü olan “yazi”yi teskil
eder. Yazi, mümkündür ki, dil gibi, evvela müsahhas
ifadelerle ortaya atilmis, giderek esyadan
tecrid edilmis olsun.
Magara
adaminin duvara çizdigi öküz resmini düsünelim.
Bunu her gören bir öküzden bahsedildigini
anlayacaktir. Bu bir müsahhas (somut, konkret) ifade seklidir.
Zamanla bu resim “stilize” edilmis
ve gene sekilde
görülecegi
gibi, iki boynuzu ile bir “öküz basi”
halinde, fakat daha basit bir çizgi ile çizilmistir.
Eski Misir dilinde öküz karsiligi “alef”
tabiri kullanilirdi. O halde, bu sekli,
iki boynuzu olan stilize bir öküz basini
gören eski Misirli bunun “alef” oldugunu
anlayacak; bunu “alef” diye okuyacaktir. Zamanla bu sekil
Yunanlilara geçmis ve “alfa” olmustur.
Araplara geçmis, iki tarafindan açilarak bir çizgi
haline getirilmis, “elif” olmustur.
Latinlere geçmis, “alfa”ya benzer bir isaret
halinde “a” harfini teskil etmistir.
Simdi
bunlarin hepsi, magara adaminin çizdigi
öküz resminin eski Misir dilinde söylenisi
olan “alef”ten geldigini ve “a” sesinin “alef”in ilk
hecesi oldugunu bilmeden bu isareti
gördükleri zaman “a” sesini çikarmaktadirlar. Artik “soyut” (mücerret, abstre)
bir yazi meydana gelmistir.
Beynin ötesinde “baska
bir kuvvetin,” tipki piyanoyu çalabilmek için bir piyanistin mevcudiyeti gibi,
var oldugunu
kabulden baska çare yoktur. Bu halde ve sartta
ise beyin “herseyin baslangici”
olma sifatini ve kendi kendine yeter bulunma vasfini kaybeder. O da bir alet,
bir vasitadir, tipki kendi kendine çalamayan piyano gibi... Onu harekete
geçiren, ona hükmeden, ister beynin içinde ve materyalistlerin iddia ettikleri
gibi kimyasal veya fizik tabiatta bir enerji, isterse onun arkasinda ve disinda
bir “ruh” olsun, bugünkü arastirma metodlarimizla “erisilemeyen”
bir kuvveti görmezlikten gelemeyiz. Gerçekler muannit (inatçi) seylerdir.
Bizim tasvibimize, kabulümüze bagli
degillerdir.
Ve, ne kadar biz onlari görmezlikten gelsek ve onlara arkamizi dönsek gene de
kendilerini bize kabul ettirirler ve bizim inkarimiz onlara tesir etmez.
Ruh’un “ne oldugunu
bilmememiz” baska, onu “yok farz etmemiz” ise bambaska
seylerdir.
Madem ki beynimizi idare eden bir kuvvet vardir (tekrar edelim, ona, inanciniza
bagli
olarak, ister ruh deyin, ister enerji deyin), ve biz düsünebilmek
için beyne muhtaciz. O halde beyinle ondan üstün olan ve onu idare eden bir
kuvveti idrak edemeyiz. Beyin hiçbir zaman kendi kendini asamayacak
ve ruh meselesini insanoglu çözemeyecek, halledemeyecektir.
Bir aletin kendisini asarak onu idare eden güç’e erismesi
mümkün degildir.
BEYNIMIZ VE SINIRLERIMIZ
Prof. Dr. Ayhan SONGAR
Yeni Asya Yayinlari