BEYNIMIZ VE SINIRLERIMIZ

BEYNIMIZ VE SINIRLERIMIZ

Fevzi BOZKURT
Felsefe


Prof. Dr. Ayhan SONGAR  (1926-1997)
Cerrahpasa Tip Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dali’nin kurucusu olup, 34 yil kürsü baskanligi yapmistir. Çagdas Psikiyatrinin kurucularindan olan Songar New York Bilimler Akademisi üyeligi, Yesilay Baskanligi, Aydinlar Ocagi, Türkiye Milli Kültür Vakfi, Türk Edebiyat Vakfi gibi kurumlarin Gn. Baskanliklarini da yapmistir. 26 Adet kitabi olan Songar’in siir ve musiki alaninda da pek çok makalesi mevcuttur.
********************* **********************
GIRIS
“Enerji kiymetsizlendirilmesi,” fizikte “entropi” deyimiyle ifade edilir. Entropi, matematik ifadesiyle, “bir sistemin sahip oldugu isi miktarinin, onun mutlak sicakligina oranina” yani, bir sistemin içindeki molekül düzensizligine verilen isimdir.
Hayat, bu tabiat kanununa, entropinin artmasina, enerjinin kiymetsizlenmesine karsi bir direnme, bir mücadeledir. Canli, canlilik vasfini muhafaza ettigi sürece dis ortama karsi kendi iç bünyesini sabit tutacak, diger bir deyimle, entropinin artmasina mani olacaktir. Görülüyor ki, canlilik, bir bakima, termodinamik kanunlarina, entropinin artmasi kaidesine aykiri bir haldir. Ölüm ile birlikte entropi artmaya baslar. Artik beden soguyacak, yani, dis dünya ile isi bakimindan bir denge haline gelecek, git gide kompozisyonunu degistirerek çürüyecek ve dagilacaktir.
Canli hücrelerin en önemli özelligi, kimyevi potansiyel enerjiyi, kendi organize yapilarini korumak için gerekli diger enerji sekillerine çevirebilmeleridir. Kimya diliyle canli hücreyi tarif etmek istersek, bunlar, dayanikli olmayan ve kendi organize yapisini devam ettirebilmek için lüzumlu çesitli kimyevi maddeleri, son derecede kontrollü miktarlarda ve çevrenin isi derecesinden daha yüksek bir isi derecesi ortaminda, bir tuz çözeltisi içinde erimis veya onunla çevrelenmis olarak bulunduran yapilardir. Her hücre, entropisinin artmasina, dagilmaya mani olmak için enerji sarf etmek mecburiyetindedir. Çevredeki degisiklikleri, bunlarin kendi üzerine tesir derecesini, yani, düzenini, dengesini, biyolojik deyimiyle “homeostasis”ini ne dereceye kadar bozabilecegini bilmesi, gerekli ayarlamalari yapmasi, bu ayarlamalarin da ne dereceye kadar hedefe uygun oldugunu ölçmesi ve gene icab eden düzeltmelerde bulunmasi, kisacasi çevreye uyumunu saglamasi, canliligini devam ettirebilmesi için bir HABER ALMA-KARAR VERME-ICRA sistemine ihtiyaç vardir. 
 
Iste “sinir sistemi” dedigimiz, fevkalade farklilasmis canli doku bu önemli vazifeyi üstlenmistir. Yenidogan, dis ortamdaki kendisine uygun olmayan, düsmanca, entropisini arttirmaya, onu dagitmaya yönelik degisiklikleri, dogar dogmaz, sinir sistemi vasitasiyla haber alir. Bunlarla mücadele edebilmek için disaridan enerji almak ihtiyacinda bulundugunu, gene ona sinir sistemi bildirir. Aglayarak bir taraftan akcigerlerini temiz hava ile doldururken, diger taraftan da besine ihtiyaci oldugunu çevresine anlatir; agzina verilen memeyi veya emzigi, kimse ona böyle bir seyi ögretmemisken, emmeye baslar. Artik “hayat mücadelesi” baslamistir. Bu mücadelenin istihbarat ve karar merkezini teskil eden, görünürde mekanik bir is yapmayan beyin, merkezi sinir sistemi, çocuklarda alinan bütün oksijen ve isi istihsalinin %50’sini kullanmakta, yetiskinlerde bu oran %25’i bulmaktadir. Beyin, diger dokularin yaglari, proteinleri besin olarak kullanmalarina karsilik, saf glikoz ve taze oksijen ile beslenir. Kendine ait besin deposu, glikojen depolanmasi da yoktur. Kan yolu ile beyne gelen oksijen ve glikozda ufak bir aksama onun geriye döndürülemeyecek bir harabiyete ugramasina sebep olur. Kaybolan sinir hücresinin yerine yenisi gelmez ve bu eksiklik hayat boyu devam eder; yani sinir sisteminde yenilenme de yoktur. Görülüyor ki, bedenimizin “idare edici sinifi”ni, hücre hiyerarsisinin en üst tabakasini temsil eden sinir sistemi, yüklendigi çok önemli vazife karsiliginda besinlerimizin en kaliteli olanlarini da kullanmaktadir.
Sinir sisteminin vazifelerini su üç ana maddede toplayabiliriz:
1.  Haber alma: dis dünyada ve kendi bünyemizde meydana gelen degisikliklerin haber alinmasi, bunlarin merkeze götürülmesi; Haberlerin degerlendirilmesi ve karar verme;
2. Verilen kararin icra organina nakli.
Canlinin, sinir sistemi vasitasiyle, dis ortamin sayisiz degisikleri karsisinda kendi iç ortamini belli sinirlarda koruma yetenegine sahip oldugunu söylemistik. Bunu yüksek canlilarda, mesela insanda ele alirsak, disarinin harareti ne olursa olsun vücut sicakliginin 36.5 santigrad derece civarinda kaldigini, kan sekerinin %90 -110 miligram arasinda oynadigini, kan basincinin (yani tansiyonun) 10-12 mm civa basinci arasinda degistigini, göze gelen isik siddeti arttikça göz bebeginin daralmasi, aza ldikça genislemesi suretiyle gözün retina tabakasina düsen isik miktarinin sabit tutuldugunu... görüyoruz. Bu ayarlanan faktörlere ruhi hayatimiz da dahildir. Insan ruhu, hiçbir zaman durgun bir gölün yüzeyi gibi sakin degildir. Tipki bir göle atilan taslar gibi, disaridan gelen birtakim mesajlar, bir kismi arzu ve isteklerimize uygun oldugu için sevinç ve haz yönünde, bir kismi ise bizimle çatistigi için keder, sikinti, endise ve korku yönünde tesir edecek, ruhi dengemizi bozacaktir. Her tasin meydana getirdigi dalgalar nasil halka halka yayilir ve bir süre sonra sükûnet geri gelirse, bizim iç alemimiz de disaridan aldigi her mesaj karsisinda dalgalanacak, bir düsünce faaliyeti baslayacak, buna birtakim haz veya elem tarzinda gösteriler refakat edecek ve sonunda bir karara varilarak sükûnet, denge (homeostasis) saglanacaktir. Ama, disaridan taslar pespese atilmaktadir. Onun içindir ki, birinin dalgalari daha durulmadan digerininkiler baslar. Böylece, ruhi dengemiz de, tipki vücut isisi veya kan sekeri gibi m ütemadiyen bozulmaya çalisilan ve yeniden düzenlenen bir denge durumuna sahiptir.
Sunu da hemen belirtmeliyim ki, organizma içindeki bu denge durumu bir masanin düz bir yüzey üzerinde durmasi gibi statik bir dengelenme degildir. Aksine, tipki bir atin dizginlerinin çekilmesi, saga sapan atin basinin sola, sola sapanin saga çekilmek suretiyle düz yolda gitmesi saglanmasi gibi aktif, mütemadiyen ayarlanan bir dengedir.
Ilkel canlilarda sinir sistemi yoktur. Mesela, tek hücreli bir canli olan amip, dis dünyadan, hücresini çevreleyen zari vasitasiyla haberdar olur. Eger ortam kendisinin yasamasina uygun ise “yalanci bacak” dedigimiz birtakim uzantilarla ona dogru gider; uygun degilse bu uzantilarini aksi istikamette hareket ettirerek oradan kaçar.
Daha gelismis canlilarda, mesela planaria sinifindan hayvanlarda ve solucanlarda basit bir sinir sistemi görmekteyiz. Solucanin her bogumuna uyan bir çift sinir dügümü, bu sinir dügümlerini birbiri ile birlestiren ve böylece yukaridan asagiya uzanan bir merdiven görünümünü alan sinir lifleri sinir sistemini teskil eder. Böylece solucanin her bogumu bagimsiz çalisabilme kabiliyetindedir ve solucan ikiye kesilirse iki solucan olur. Daha mütekamil canlilara dogru sinir sisteminin giderek gelistigini, bu sistemin “bas parçasi”nin, yani “beyin”in meydana çiktigini ve gittikçe daha büyük bir yer isgal ettigini görürüz. Beyin parçasi belirli fonksiyonlari üstüne alan merkezler halinde tesekkül eder ve omurilik ve çevre sinirleri vasitasiyla çevre ile getirici ve götürücü baglantilar kurulur.
Canlilarin en gelismisi olan insanda sinir sistemi “suurluluk” halini saglamak ve birtakim ruhi fonksiyon ve faaliyetleri yerine getirmek vazifesini de yüklenerek en gelismis ve karmasik seklini almistir. Böyle bir sinir sistem i, sadece beyinde, ortalama 10 milyar sinir hücresi ihtiva eder. Bunlari birbirine baglamak için de milyarlarla sayilamayacak kadar çok sinir lifi mevcuttur.
SINIR HÜCRESI (NÖRON)
SINIR SISTEMININ YAPITASI
Sinir sistemini, diger dokulardaki hücrelerden çok baska, son derecede farklilasmaya ugramis özel yapi sekilleri ve davranislari olan, milyarlarca sinir hücresi ile bunlari belli bir düzen içinde tutmak, beslenmelerini saglamak, meydana gelen elektrik akiminin gereksiz kaçaklar yapmasini önlemekle görevli destek dokusu teskil etmektedir.
Sinir hücresi, Sekil 3’te de gördügümüz gibi, bir gövde ve iki çesit uzantidan meydana gelmistir. Hücre gövdesinin çapi 4-5 mikron’dan 10 mikron’a kadar degisir.(Bir mikronun bir milimetrenin binde biri oldugunu hatirlatalim). Bütün canli hücreler gibi, sinir hücresinin de etrafi bir zarla çevrili olup içi sitoplazma denen sivi ile doludur. Sitoplazma’da bir hücre çekirdegi ve hücrenin metabolizmasi, beslenmesi isinde çok önemli vazifeleri olan (mesela mitokondri’ler gibi) birtakim cisimler bulunur. Ayrica, sinir hücrelerinde, kendilerine has, Nissl cisimcikleri ve nörofibril dedigimiz lifler de vardir.
Sinir hücresinin dendrit adini alan bir kisim uzantilari çevreden gelen mesajlari, haberleri hücre gövdesine tasimakla vazifeli olup, gövdeden çikan ve akson adini alan, daha kalin tek bir uzanti da, hücre gövdesinde toplanip degerlendirilen mesajlarin sonucunu çevreye, is görecek organa veya baska bir sinir hücresine nakletmektedir. Bu açiklamamizdan da anlasilacagi gibi, sinir hücresi birçok mesajlar almakta, fakat buna karsilik tek bir emir meydana getirmektedir. Bu emir, hücreye gelen çesitli mesajlarin hücre gövdesinde degerlendirilmesi sonucudur. Hemen hatirlatalim, sadece beyinde yaklasik 10 milyar böyle hücre, yani 10 milyar karar merkezi vardir. Her birinin karari bir digeri tarafindan tekrar kontrol edilerek degerlendirilir ve sonuçta tek bir icra emri seklinde is yapacak organa gönderilir.
Nöron’u tanimaya devam edelim. Yukarida da belirttigimiz gibi, bir sinir hücresinin pek çok dendriti bulunabilmesine mukabil, bir tek aksonu vardir. Akson, hücre gövdesini terk ettikten sonra, mesaji götürecegi yere varinca bazi yapi degisikliklerine ugrar. Eger dogrudan dogruya mesela bir kasa (adale) emirler götürülüyorsa, sonunda birtakim dallara ayrilacak ve her bir dal bir kas lifi ile irtibat kuracaktir. Sinir hücresinden gelen emre göre bu kas liflerinde kasilma, onun bagli oldugu uzuvda ise hareket meydana gelecektir. Saye t akson, sinir hücresinden çikan emri (veya mesaji) baska bir sinir hücresine tasiyorsa, o zaman sonunda pabuç veya dügme gibi bir sislik hasil edecek, bu sislik de mesajin götürüldügü sinir hücresinin hücre gövdesi veya dendritlerinden biri ile temasa geçecektir. Her sinir hücresi, bu sekilde, pek çok baska nörondan mesaj almaktadir. Akson ile sinir hücresi veya sinir dendriti arasinda bu temas, baglanti yerine “sinaps” adi verilir. Sinir sisteminin en önemli bölgelerinden birini teskil eden sinapslardan, ileride daha ayrintili olarak söz edilecektir. Burada su kadarini belirtmekle yetinelim ki, bir tek sinir hücresi bu sinapslar vasitasiyle bazan 2.000’e kadar baska sinir hücresi ile irtibata geçmekte ve bazi sinir hücrelerinin yüzeyinin % 40’ini böyle sinaptik
baglantilar örtmektedir.
Sinir hücreleri elektrik akimi ile yüklüdürler. Dis yüzeyleri pozitif (+) ve iç yüzeyleri negatif (-) kutbu teskil etmek üzere bir sinir hücresinde, asagi yukari 60-70 milivolt seviyesinde bir akim yükü mevcuttur. (Bir milivolt, 1 / 1000 volt eder). Bu potansiyel farkina (yani elektrik akimi yüküne) sinir hücresinin potasyum iyonlarina karsi sodyum iyonlarina göre daha geçirgen olmasi sebep olmaktadir. Böylece, hücre disinda daha fazla sodyum, içinde de potasyum birikimi meydana gelir. Sinir hücresi istirahat halinden faaliyet haline geçince, mesela bir noktasindan uyarilinca, uyarilan kisimdaki hücre zarinin geçirgenligi degisecek, sodyum iyonlari disaridan hücre içine dogru akmaya baslayacak ve bu uyarilan nokta negatif elektrik yüklü hale gelecektir. Simdi, hücre zarinin disi, her tarafta pozitif yüklü, uyarilma noktasinda ise negatif yüklü olunca, zar disindaki bu iki bölge arasinda yeni bir elektrik akimi dogacak ve bu akim hücrenin aksonu boyunca çevreye giderek diger bir sinir hücresini veya kas, salgi bezi gibi baska bir is yapan organi uyaracaktir. Is yapan organda meydana gelen uyarilma o organin çalismasina, mesela kas lifinin kasilmasina ve sonuç olarak harekete veya salgi bezinin ifrazata baslamasina, netice olarak mesela tükürük çikmasina sebep olacaktir. Yok, eger baska bir sinir hücresine gidiyorsa, o sinir hücresinde faaliyet haline sebep olacak ve böylece, tipki elektrikteki röle devrelerinde oldugu gibi, mesaj hücreden hücreye aktarilacaktir.
Uyarilma hali geçince bu iyon alis-verisi tersine döner. Bir pompa faaliyeti ile hücre içinde birikmis bulunan sodyum iyonlari disari atilarak potasyum içeri alinir ve hücre zari eski haline gelir, yani gene disi pozitif, içi negatif yüklü olur.
Bir sinir hücresinin diger bir hücre tarafindan, sinaps yolu ile uyarildigini söyledik. Bunun aksi de mümkündür. Yani, bir sinir hücresinde evvelden mevcut uyarilma hali, baska bir sinir hücresi tarafindan gelen durdurucu bir mesajla istirahat haline çevrilebilir, durdurulabilir. Burada, faaliyet halindeki sinir hücresinin zarinin dis tarafi geçici olarak negatif potansiyelle yüklü bulunduguna göre, bu bölgenin, diger hücreden gelen elektrik akimi ile pozitif duruma getirilmesi söz konusudur. Böylece, sinir hücresinin zari ile veya dendritleri ile temasa geçen yüzlerce, hatta binlerce sinir hücresinden gelen faaliyete geçirici ve durdurucu mesajlarin toplami eger o sinir hücresini uyarici bir netice veriyorsa sinir hücresinde uyarilma, durdurucu bir sonuç hasil ediyorsa faaliyetten alikonulma görülecektir. Sekil: 5’te böyle bir sinir hücresinin yüzeyini kaplayan uyarici ve durdurucu baglantilar görülmektedir.
SEKIL 5: Bir sinir hücresinin yüzeyindeki durdurucu (mavi) ve uyarici (kirmizi) sinapslar görülmektedir. Belli bir zamanda faaliyet haline geçen uyarici sinapslarin sayisi durduruculardan fazla olursa bu sinir gövdesinde uyarilma, durdurucu sinapslarin sayisi fazla olursa faaliyetten alikonulma meydana gelir.
Bunun anlamini, basit bir misalle açiklayalim. Sekil:6’da görüldügü gibi, bacagimizi karnimiza dogru çekmek istedigimiz takdirde uyluk kemigimizin ön yüzündeki kaslarin kasilmasi, buna karsilik, onunla orantili bir sekilde arka yüzdeki kaslarin gevsemesi gerekmektedir. Bunun gerçeklesebilmesi için bir kas grubuna kasilma emirleri giderken öbür kas grubuna gevseme emirlerinin gitmesi, bunun son derecede kontrollü bir sekilde olmasi, kasilan kasin kasilma nisbeti kadar diger kasin gevsemesi ve böylece düzenli bir sekilde istedigimiz hareketi yapmamizin mümkün kilinmasi icab eder. Iste bu, uyarici ve durdurucu mesajlarin gerektigi miktarda ve icab eden yerlere gönderilmesi ile saglanmaktadir.
Bunu, bir atin bir tarafindaki dizgini çekerken öbür tarafindaki dizgini ona göre gevsetmek suretiyle yapilan manevraya benzetebiliriz.
Sinir hücresinin en ilgi çekici çalisma özelligi “hep veya hiç kanunu” dedigimiz kanuna uymasidir. Söyle ki; bir sinir hücresi çevreden gelen bir uyarana ya cevap vermekte veya vermemektedir. Eger bir cevap söz konusu ise bu, gelen uyarana tabi olmadan, daima ayni sekil ve siddette olmaktadir.
Her sinir hücresi için böylece bir “esik deger”den bahsedilir. Eger bir mesaj esik degeri asarsa hücre tarafindan kabul edilir ve cevaplandirilir, yani hücrede bir elektrik akimina sebep olur. Esik degeri asamiyorsa yok farz edilir ve hiçbir cevap alinmaz.
Basit bir misalle açiklayalim. Hücremizin esik degeri 15 olsun. Bir anda hücreye gelen uyarici mesajlarin sayisi 285, durdurucu mesajlarin sayisi da 280 olsa, 285- 280 = 5 olduguna göre, aslinda çok sayida mesaj gelmesine ragmen hücremiz duyarsiz kalacaktir. 18 uyarici mesaja karsilik 2 durdurucu mesaj geldigi takdirde aradaki fark 16 oldugundan esik degeri geçebilecek ve uyarilma meydana gelecek, eger durdurucu mesajlar uyarici mesajlardan fazla ise ve bu fazlalik esik degeri, yani 15’i asiyorsa bu sefer durdurulma olayi ile karsilasilacaktir. Görüyoruz ki, sinir sisteminde uyarilma ve durdurulma olaylari birer aktif hadisedir. Durdurulma, bir frene basma seklinde olmayip, aksi yönde bir tesir hasil etme ile meydana getirilmekte, o da uyarilma kadar aktif bir faaliyet gerektirmektedir.
MATEMATIK HATIRLATMALAR SINIR SISTEMI MATEMATIGI
Evvela, sadece 0 ve 1 isaretleri kullanarak bütün rakkamlari nasil yazabilecegimizi görelim. Eger biz, bir rakkam “kelimesi” içinde 0 ve 1’lerin sayisini arttirirsak, mesela bunlari dört defa yazabilirsek, asagidaki tabloda görüldügü gibi, çesitli rakkamlari yazmak imkanini kolayca buluruz.
 
 
0001 ----------------------
1
0111 ----------------------
7
0010 ----------------------
2
1000 ----------------------
8
0011 ----------------------
3
1001 ----------------------
9
0100 ----------------------
4
1010 ----------------------
10
0101 ----------------------
5
1011 ----------------------
11
0110 ----------------------
6
1100 ----------------------
12
Her hane yerine bir elektrik devresi kullanilsa ve devrede akimin olmasi ile (1), olmamasi ile (0) hali ifade edilse, böylece 2 + 3 = 5 matematik islemi
 
 
   0010
+  0011
   
   
   0101 
 
seklinde göstermek, yani sadece devrelerde akimin bulunup bulunmadigi veya sinir hücrelerinin uyari haline geçip geçmedigi ile belirlemek kabil olacaktir. Sunu hemen söyleyelim ki, sadece iki isaret kullanarak, sadece 0 veya 1 yazarak, fakat bir cümle içinde bunlarin tekrarini arttirarak bütün bilgileri aktarmak kabildir. Sinir sisteminde bu kabiliyet çok yüksek seviyelere erismistir. Daha önce de isaret ettigimiz gibi, beyinde mevcut ortalama 10.000.000.000
10 milyar hücre ile 2 adet bilgiyi aktarmak kabil olmaktadir. Hiç birimizin sinir sistemimizin bu azami kapasitesini kullanmadigimizi, çogumuzun bunun % 20’si ile iktifa ettigimizi kaydederek bu bahsi bitirelim.
SINAPS SINIR HÜCRELERININ BIRBIRIYLE BAGLANMASI
Bir sinir hücresinde meydana gelen mesajin, bir elektrik akimi halinde, sinir gövdesinden aksona intikal ettigini ve akson boyunca seyrederek bir diger sinir hücresinde veya icra organinda sonlandigini söylemistik. Iste iki sinir hücresini bagliyan bu baglantilara “sinaps” adi verilir. Aksonlar, getirdikleri mesaji sinapslar vasitasiyle diger bir sinir hücresinin gövdesine veya dendritlerine naklederler. Bu sekilde ikinci sinir hücresi tarafindan alinan mesaj, orada meydana gelen yeni bir elektrik akimi seklinde, bu sefer bu hücrenin aksonunda seyretmeye baslar.
Gene daha önce bahsettigimiz gibi, bazan bir sinir hücresinin yüzeyinin %40’ina kadar kismini, baska sinir hücrelerinden gelen aksonlarla yapilan, sinaps baglantilari isgal eder ve kimi zaman bu tek bir sinir hücresindeki sinapslarin sayisi 2000’e kadar yükselebilir.
Simdi beraberce sinaps denen bu hayret edilecek yapiyi ve çalisma tarzini inceleyelim. Birinci sinir hücresinin aksonu, nihayetinde pabuç gibi bir sislikle son bulmaktadir. B u sislik, ikinci sinir hücresinin zarinda meydana gelen bir bosluk, çukurluk içine, o hücrenin zarina çok yakinlasacak fakat degmeyecek sekilde yerlesir. Bu suretle iki sinir hücresi arasinda
maddi bir temas meydana gelmez, ancak bir yaklasma vaki olur. Bu mesafe asla degismez ve akson, canlinin hayati boyunca diger sinir hücresinin gövdesi ile olan araligini muhafaza eder. Akson’un ucundaki sislik (buna sinaps dügümü diyelim) içinde birtakim damlaciklar dikkati çeker. Iste, akson boyunca elektrik akimi seklindeki mesaj sinaps dügümüne geldigi anda, bu damlaciklar sinaps araligina çikarlar, araligin karsi tarafina geçip ikinci sinir hücresinin zarinda kendilerine uygun “alici” bölgeler üzerine yapisirlar. Bunlarin yapismasi ile ikinci sinir hücresinin zarinin elektrik yükünde bir degisme olur. Bazi sinapslardaki damlacik halinde kimyasal madde, ikinci sinir hücresinin zarinin pozitif elektrik yükünü negatife çevirir, yani o sinir hücresini uyarir. Bir baska cins sinapstan çikan kimyasal madde damlaciklari ise o sinapsin baglandigi ikinci sinir hücresinin zarinda evvelden mevcut uyarilma halini durdurur, yani negatif potansiyeli pozitif duruma getirir. Böylece “uyarici” ve “durdurucu” sinapslar, sinaps dügümünde damlaciklar halinde ihtiva edip de elektrik akimi tesiriyle salgiladiklari kimyasal maddelerin tabiatina göre ayird edilmektedirler.
Bir uyarici sinapstan salgilanan kimyasal madde ikinci sinir hücresinin zarini uyarir ve burada, yukarida da söyledigimiz gibi, yeni bir elektrik akiminin meydana gelmesine sebep olur.
Sinapslardan mesajin ikinci sinir hücresine geçmesi de gene “hep veya hiç kanunu”na uymaktadir. Yani, sinaptik dügümden salgilanan kimyasal maddenin miktari, ikinci sinir hücresini uyaracak seviyeye, yani esik degere ulasmamissa, ikinci sinirde bir uyarilma hali meydana gelmez. Bir kere esik degere ulasinca da bu sinirde meydana gelen uyarilma hali, birinci sinirin aksonundan gelen mesajin veya salgilanan kimyasal maddenin siddet ve miktarina bagli olmaksizin belli bir siddet ve yükseklikte ortaya çikar.
Sinaptik iletinin su özelligine dikkat ediniz: birinci sinirin aksonundan gelen mesaj ikinci sinirde “yeni” bir mesajin dogmasina sebep olmaktadir. Eger bu da bir üçüncü sinir hücresine gidecekse, orada da, gene sinaps araciligi ile, yeni ve üçüncü bir mesaj meydana getirir. Bu sekilde, bir sinir zincirinin basinda meydana gelen mesaj ayni sekilde degil, fakat her hücrede yenilenerek nakledilmektedir. Bunun iki maksat ve faydasi var: bir defa, mesaj her sinapsda yenilenmek suretiyle siddetind en kaybetmeden uzun bir sinir zinciri boyunca iletilmektedir; ikincisi, her sinapsi geçerken “hep veya hiç kanunu”na göre yeniden degerlendirilme, gerektiginde süzülmekte, sansüre veya kontrole tabi tutulmaktadir.
Okuyucularimin hayal gücüne hitab ediyorum... Yalniz beyinde ortalama 70 milyar hücre var, her hücrede sayisi 2000’e yaklasan sinaps mevcut ve her an, bu sinapslarda yukarida saydigimiz olaylar yüzlerce defa olmakta. Hiçbirinin isleyisi ve elde edilecek sonuçlar tesadüfe birakilmamis, hiçbirisi rasgele degil, hepsi birbirinden haberdar ve birlikte, bir düzen içinde, karsilikli her sinaps milyarlarca diger sinapslardan haberdar olarak ve birbirini kontrol ederek çalisiyor. Sinaptik araliklara dikkatli ve titiz bir kimyager maharetiyle, damla damla, uyarici ve durdurucu tesiri olan kimyasal maddeler damlatiliyor, sonra bunun isi biteni damlaliga geri aliniyor, israf edilmiyor, bir kismi ise belki de artik ise yaramayacagi için, özel baska birtakim maddeler vasitasiyle tahrib ediliyor.
RESEPTÖRLER
DUYU ORGANLARI, DIS DÜNYAYA AÇILAN PENCERELERIMIZ
Duyu organlarindaki reseptörler, yani alici hücreler, o duyu organinin özelligine göre farklilasmislardir: göz, kulak,burun, deri gibi... Bu duyu organlarindan bazilari kendilerine degen çok yakinindaki uyaranlardan gelen mesajlari almaktadirlar. Derimizin dokunma, isi, titresim, agri gibi duyumlari almasi buna bir örnektir. Bir kismi ise uzaktan gelen mesajlari yakalamakla vazifelidirler: kulagimizin ses titresimlerini, gözümüzün isik isinlarini almasi gibi. Bu farklilasmayi günlük hayatimiza giren birçok cihazda da görmekteyiz; telefonun mikrofonu sese hassastir, fotograf makinesinin objektifi ise isigi alir.
Böylece, bir duyu organi için özel olan mesaj, gene belli bir esik degerin üstünde bir siddette, o duyu organina geldigi zaman reseptör hücrelerde, yukarida da belirttigimiz gibi, bir elektrik akimi meydana gelmektedir. Bu elektrik akimi, mesaji içeriye dogru nakleden sinir hücresinin dendrit’i araciligi ile o sinir hücresinin gövdesine götürülür. Ilk durak yeri olan bu sinir hücrelerinin meydana getirdigi dügüm seklindeki yapilara “ganglion” adi verilmektedir. Ganglionlarda mesajin birinci degerlendirilmesi yapilir. Içer iye haber verilmeye deger olanlar gangliondaki sinir hücresinin merkeze dogru seyreden aksonu vasitasiyle daha yüksek merkezlere götürüleceklerdir.
Okuyucularimiz içinde eline fotograf makinesini almamis kimse bulunmadigini zannederim. Böyle bir makineyi gözünüzün önüne getirin. En basitinden bir fotograf makinesinde ön tarafta gelen isik isinlarini toplayip isiga duyarli film üzerinde görüntü teskiline yarayan bir mercek, bu mercegin önünde veya arkasinda isik siddetini ayarlayan diyafram dedigimiz bir delik bulunur. Isik fazla oldugu zaman diyafram açikligi kapatilmak, az oldugu zaman da açilmak suretiyle film üzerine düsen isik siddeti sabit tutulur.
Gözümüz de, kabaca, bu yapiya uyar. Önde kornea dedigimiz bir saydam tabaka, bunun arkasinda iris adi verilen ve ortasindaki deligi isik siddetine göre açilip kapanabilen bir perde (gözün rengini burasi vermektedir), arkasinda mercek ve en arkada da isiga duyarli reseptörleri ihtiva eden retina tabakasi.
Göze isik düsgü zaman bir ayarlayici mekanizma otomatik olarak, bizim irademiz disinda, iris’in ortasindaki pupilla denilen deligin büyüklügünü ayarlar. Öyle ki, bu delikten geçen isik miktari arkadaki isiga duyarli retina tabakasi için en uygun seviyededir. Iris’in arkasindaki mercek bir adale agi ile göz cidarina asilmistir. Bu adalelerin kasilmasi ve gevsemesi ile mercegin kalinligi, yani yüzlerinin egriligi degisecek ve böylece dis alemin retina üzerinde net bir görüntüsü tesekkül edecektir. Gerek pupillanin genisligi ve gerekse mercegin kirici yüzlerinin egriligi son derecede hassas birtakim sinir mekanizmalari ile ayarlanmaktadir. Bu kabataslak tariften sonra simdi biraz daha meselenin derinligine girelim.
Fotograf makinesinde hassas filmin yerini gözde “retina” tabakasi alir. Ancak, bize çok renkli görmeyi saglayan ve hayret edilecek bir görme keskinligine sahip bu tabakanin yapisi, bir fotograf filmi ile hiçbir sekilde kiyaslanamayacak derecede karisik ve mükemmeldir. Retina’da 10 tabaka halinde organize olmus koni seklinde 6 -7 milyon ve çomak (basil) seklinde de 110-125 milyon hücre vardir. Gözün önden arkaya eksenine rastlayan merkez kisminda sadece koniler bulunur. Koniler net görme ve muhtemelen renkleri ayird edebilme kabiliyeti ile ilgilidirler. Buna karsilik, yanlara gittikçe konilerin azalip çomaklarin (basillerin) arttigini görürüz ki bu hücreler de alaca karanlikta görme ile ilgilidirler. Koniler ve basillerin arasinda daginik halde siyah boya zerrelerine rastlanir. Retinaya düsen isik, pupilla’nin daralmasina ragmen retina için zararli, görmeyi aksatacak sekilde olursa bu siyah boya zerrelerinin arttigi ve koni ve basilleri fazla isiktan koruyacak sekilde etrafini sardigi, isik azaldikça da ortadan çekildikleri dikkati çeker.
Koni ve basiller, üzerlerine düsen isik enerjisini evvela bir kimyasal reaksiyona çevirirler. Bu kimyasal reaksiyon sonucu görme sinirinde meydana gelen elektrik akimi, tipki kapali devre televizyon kameralarinda oldugu gibi, görüntüyü elektrik mesajlari halinde beyine, görme ile ilgili merkezi sinir sistemi bölgelerine götürecektir. Görülen hayalin taninmasi, tefrik edilmesi, degerlendirilmesi buralarda gerçeklestirilir.
Görme bahsini bitirmeden gözümüzün dalga boyu 700 milimikron ile 400 milimikron arasindaki isik dalgalarini, yani kirmizidan mora kadar renkleri görebildigini de kaydedelim.
Ses, maddeden ibaret bir ortamin, mesela havanin titresmesi ve bu titresimin madde içinde nakledilmesi, isitme ise bu titresimin kulak tarafindan alinarak idrak edilmesi olayidir. O halde “ses” saf bir fizik hadise, “isitme” ise bu fizik degisikligin bir psikolojik duyum haline inkilabi demek oluyor. Maddenin titresimlerinin kulak tarafindan alinip isitilmesi sartina bagli olduguna göre, her ses titresiminin isitme ile sonlanmasi sart ve mümkün degildir. Genç bir insanin kulagi saniyede 16’dan 20.000’e kadar titresimleri duyabilmektedir. Duyma siniri disinda olan 16’nin altindaki titresimlere “infrason” (ses alti ve 20.000 üstündeki titresimlere de “ultrason” (ses üstü) titresimler de denir. Ama mesela yarasalar ultrasonik titresimleri alabildikleri için 20.000’in üstündeki frekanslar yarasalarda bir çesit ses idrakine sebep olabilmektedirler. Gene insanda, yas ilerledikçe duyulabilen frekanslarin üst siniri düsmeye baslar, giderek ince sesler duyulmaz olur, böylece yasli bir insan için “isitme” genisligi gençtekinden farklidir.
Havadaki isitilebilir frekansta titresimleri almakla görevli duyu organimiz kulaktir. Toplayici bir huni vazifesini gören kulak sayvani tarafindan alinan ses dalgalari bu huninin bogazini teskil eden dis kulak yolundan geçerek kulak zarina çarparlar. Kulak zari, bir santimetre çapinda olup egik durumda, bir semsiye gibi gerilmis haldedir. Bu incecik zar, bir metre yüksekligindeki civa sütununun basincina, yani santimetrekare’ye 1360 gram isabet edecek bir basinca dayaniklidir. Kulak zarinin titresimleri orta kulaktaki çekiç, örs ve özengi kemikleri denen, birbirine mafsallanmis üç küçük kemikçigi titrestirir. Bu titresim böylece iç kulaga intikal eder. Iç kulakta helezon seklinde kivrilmis ve içten disa dogru gi ttikçe incelen bir boru (koklea) mevcuttur.
Org isimli müzik aletini gören okuyucularimiz hatirlayacaklardir. Bu müzik aletinde birtakim borular, bir pompa sisteminden gelen basinçli hava ile titrestirilerek ses verirler. En kalin sesi en kalin boru, en ince sesi de en ince boru verir. Hepsi 32 milimetre uzunlugunda olan koklea borusunun tepesi, yani ortadaki en kalin yeri 0,36 mm, en ince yeri, yani distaki ucu da 0,04 mm kalinligindadir. Böylece koklea borusunun kalin kismi 16 -20 frekansli titresimlerle, en ince kismi da 20.000 frekansli titresimlerle rezonans haline gelir. Kokleanin içi bir sivi ile doludur. Bu siviya intikal eden titresim sivi içindeki özel tüyleri titrestirir. Bu tüylerin titresmesi ile meydana gelen elektrik akimi, insan kulaginda, her kulak için, sayisi 25-30 bini bulan sinir liflerine ve böylece isitme sinirine intikal edecek, buradan da beyne götürülecektir.
Isitme olayinin bugün hala çözülememis pek çok ve hayret verici taraflari vardir. Mesela, havadaki bir mekanik titresimin, enerji kaybina ugramaksizin bir siviya nakli, yani ses dalgalarinin zayiflamadan koklea içindeki siviyi titrestirir hale gelmesi orta kulagin dis ve iç kulaklarla arasindaki zarlari birlestiren kemik zincirinin bir kaldiraç (manivela) gibi çalismasi ve bir çesit “hidrolik pres” faaliyeti ile mümkün olabilmektedir. Gene kulak, fazla titresimlerden, kulak zarinin gelen sesin siddetine göre gerginliginin degistirilmesi ile korunmaktadir. Ayni mekanizma ile kulak zari hafif titresimlere de, gerektiginde, daha duyarli hale gelebilmektedir. Bunu bir darbukanin derisinin, yandaki ayar vidalari ile gerilip gevsetilmek suretiyle akord edilmesine benzetebiliriz. Diger çok önemli bir husus da, kulaga gelen seslerin tek sesli bir müzik notasi gibi saf sesler olmayip, birçok frekanslarin üst üste binmesi ile meydana gelmis karmasik titresimler olmasidir. Bu karmasik titresimler iç kulakta ince bir “dalga analizi”ne tabi tutularak bunlari teskil eden saf sesler tek tek ayrilir, belirlenir ve idrak edilmek üzere sinir liflerine verilir.
Tad alma ve koklama duyumlari dil ve burunda bulunan özel duyu organlari (reseptörler) vasitasiyle alinan duyumlardir. Dil üzerindeki tad alicilari tatli, aci, tuzlu, eksi duyumlarini uyandiracak kimyasal degisikliklere hassastirlar. Burunda ise gaz halinde burna giren “kokulu” dedigimiz maddelerin meydana getirdigi kimyasal tesirler alinip idrak edilmek üzere çok karisik birtakim yollardan beyne götürülmektedir.
Bes duyumuzun böylece dördü vücudumuzun “bas parçasina” yerlesmis olup, besincisi bütün derimize yayilmistir. Derideki alicilar araciligi ile dokunma, isi degisiklikleri, basinç ve agri duyumlari alinmakta olup bunlarin alici organlari, yani reseptörleri de duyum sekline göre farklilasmistir.
Konuyu bitirmeden ilave etmemiz gereken bir husus daha var: Bu bes duyu sistemi ile alinan duyumlar beyne, çesitli ara duraklarindan geçirilmek ve elemeye, degerlendirilmeye tabi tutulmak suretiyle, götürülürler ve “suurlu” olarak idrak edilirler. Gene suurlu olarak idrak edilen vaziyet hissimiz, yani vücudumuzun veya bir parçasinin uzay içinde “hangi durumda oldugu”nun bilinmesi, “suurlu derin duyarlik,” “pozisyon hissi” de vardir. Gene iç  organlarimiza ait agri duyumu da, o organ ile ayni sinir bölümü tarafindan sinirlendirilen deri bölgesine yansimak suretiyle idrak edilmektedir. Bunlarin yaninda, normal halde suurumuza çikmayan bir duyu sistemimiz daha mevcuttur. Uzay içindeki pozisyonumuzdan ve organlarimizin durumundan, eklemlerimizin açiklik derecesinden, kaslarin kasilma ve gevsemelerinden, haberdar olarak çesitli ayarlamalari yapan, dengemizi ve hareketlerimizin yumusakligini saglayan bu sistem, biz farkinda olmadan mesajlari beyne yollamakta, bu mesajlar idrak sahamiza çikmadan gerekli merkezlerde degerlendirilmekte ve lüzumlu ayarlamalar temin edilmektedir.
Böylece, organizmamiz, hem disaridaki ve hem de içerideki degisikliklere ait mesajlari almakta, hem çevremizden ve hem de bizzat kendi kendisinden “haberdar” olmakta, bunlari isleyip degerlendirmekte, geçmisteki alinan duyumlarla, yasanan tecrübelerle karsilastirmakta ve lüzumlu cevaplari temin ederek çevrenin zararlarindan korunmamizi, iç ortamimizi çevre degisiklikleri karsisinda sabit tutmamizi mümkün kilmaktadir.
REFLEKS, SARTLI REFLEKS ve DAVRANIS SINIR SISTEMININ CEVAP SEKILLERI
Bundan evvelki bölümde inceledigimiz duyu organina, reseptöre, dis alemden bir mesaj (uyaran) gelince, o reseptöre bagli olan dendritte bir elektrik akimi hasil olur. Bu elektrik akimi, gene hep veya hiç kanununa tabi olarak, dendritin ait oldugu sinir hücresi gövdesine ve oradan da aksona nakledilir, çesitli sinapslari atlayarak organizmanin derinliklerine, yüksek karar merkezlerine götürülür. Bu yolculugu esnasinda mesaj tekrar tekrar degerlendirilecek, lüzumsuzlar, bir cevap verilmesini gerektirmeyenler elenecek, birbirleriyle benzer olanlar birlestirilecek ve, mesela 2000 sinir hücresinden gelen mesajlar bir hücrede, böyle mesajlari toplayan binlerce hücreden gelenler daha yüksek seviyede baska bir hücrede, gene bunlarin birkaç bini birlestirilerek diger bir hücrede toplanip çesitli seviyelerdeki idrak merkezlerine götürülecektir. Beyin kabugunun altindaki iptidai idrak merkezlerinde kabataslak idrak edilen, degerlendirilen mesaj, beyin kabugunda ince, teferruatli ve mukayeseli bir idrake kavusacaktir.
Dis uyaranlara verilen cevap, daha ilk duyum seviyesinden baslar ve mesaj kademe kademe yükseldikçe, idrak safha safha incelip mükemmellestikçe daha karisik, teferruatli bir hal alir.
Ilk anda ayagimizi çividen çekmeye sebep olan suursuz reaksiyona “refleks” adini veriyoruz. Bu, dis uyaran ile cevap arasinda dogrudan bir baglanti, bir iliski ile saglanmaktadir. Reseptörle alinan mesaj bir elektrik akimi halinde duyu sinirinin hücre gövdesine gelir, oradan aksona geçer, bir sinaps vasitasi ile motor sinirin dendritine ve hücre gövdesine intikal eder. Gerekli icra emri motor sinirin aksonu ile is yapacak organa (mesela kas lifine) gönderilir.
Omurilik içine gelen ilk mesaj kisa bir ara nörondan geçirildikten sonra motor nörona intikal etmekte, bu suretle iki sinaps atlayarak-çok sür’atli de olsa-bir degerlendirilmeye tabi tutulmaktadir.
“Refleks,” “yansima,” “aksetme” manasina gelen bir kelime. Tipki tenis topunun tenis raketine çarpip geri dönmesi veya isigin aynadan aksetmesi gibi. Sinir sisteminde de, disaridan gelen uyaranin organizmadan bir cevap seklinde aksetmesi, yansimasi kastediliyor.
Ilk defa XIX. yüzyilin baslarinda Descartes, refleks deyimini hayvanlarin otomatik hareketleri ile insanin iradeli davranisini birbirinden ayird etmek için kullanmistir. Fakat bugün bilinir ki, insanlarin iradeli hareketlerinin altinda gene birtakim refleks cevaplar yatmakta, hayvanlarda da basit reflekslerden daha üst seviyede, sartli refleks dedigimiz cevap örnekleri bulunmaktadir. Refleksin amaci evvela tehlikeden uzaklasmaktir. Daha sonra bu mesaj yukari merkezlere götürülecek, ileriye yönelik, tedbir mahiyetinde cevaplar elde edilecektir.
Mesela ayagimiza çivi battigi anda biz, bacagimizin kaslarini gergin tutmaktayiz. Bu sekilde yerçekimine karsi koyup ayakta duruyoruz. Bir kisim kaslar kasilarak ayagimizi yerden çekerken, onun karsiti olan kaslarin da gevseyerek bunu kolaylastirmasi, diger taraftan da, dengemizi kaybedip düsmememiz için öteki bacagimizin kaslarinin daha da kasilmasi gerekir. Böylece, bir refleksin meydana gelmesi sirasinda çesitli emirler “uyarici” ve “durdurucu” mesajlar halinde, muhtelif nöron gruplarina gönderilecektir. Görülüyor ki, ne kadar basit olursa olsun, ne kadar ilkel seviyeden islerse islesin, bütün reaksiyonlarimiz, reflekslerimiz, aslinda son derecede karisik, ayarli ve sistemli cevaplardir.
Bir refleks baglantisinda, sinir sisteminin ana yapilarindan biri olan “merkez”in de basit bir örnegini görüyoruz. Iki nöronlu (bir sinapsli) bir refleks kavsinde cevabin hazirlandigi motor nöron gövdesi “merkez”i teskil eder. Üç nöronlu (iki sinapsli) refleks zincirinde ise merkez, ara nöron ile birlikte motor sinir hücresi gövdesidir.
Basit canlilardan insana dogru gittikçe, sinir sistemi giderek karmasik bir yapi haline gelmekte ve bu sistemin “bas parçasi” büyüyerek önem kazanmaktadir. Bu suretle, omurilik içindeki refleks zinciri (veya refleks arki), yukariya dogru çikan ve inen birtakim yollarla daha yüksek merkezlere baglanir. Duyu sinirinden gelen mesajlar bir yandan ara nöron vasitasiyle motor hücreye götürülürken, diger yandan da yükselen duyu yollari ile beyin alti yapilardaki ve beyindeki duyu merkezlerine baglanir. Bir tarafin duyu mesajlarini tasiyan yollar çaprazlasarak karsi tarafin beyninde, talamus adi verilen büyük çekirdeklerde sonlanacak, burada duyumlarin kabataslak ayird edilmesi ve idraki gerçeklestirildikten sonra mesajlar beyin kabugunda kendileri ile ilgili merkezlere götürülecektir. Bu merkezlerde dis dünyanin bütün inceliklerine kadar taninmasi, taninan hayallerin, mesajlarin eski tecrübelerden kalan izler ve intibalarla karsilastirilmasi, degerlendirilmesi, ölçülüp biçilmesi vuku bulur. Bu taninma isine teessüriyet (affekt) adini verdigimiz duygular da refakat eder gelen mesaj bizim için tehlike teskil etmiyorsa, arzu, plan ve projelerimize uygunluk gösteriyorsa, haz seklinde bir duyum uyandirir. Aksi ise sikinti, keder, elem duygularina sebep olacaktir. Bütün bu haliyle mesaj “suurlu” olarak idrak edilmis olur.
Simdi, gerek mesajin kalitesi ve cinsi, gerekse uyandirdigi elem veya haz tarzindaki duyumlar hesaba katilarak, daha uzun ve komplike bir islem sonucu, beyinden nihai emir çikar. Bu emir, gene omurilige girerken çaprazlasan hareket yollari vasitasiyle, omurilikteki (tabii, bedenin diger yarisinda bulunan) motor sinir hücresi gövdesine intikal eder. Motor hücrenin aksonu ise bu emri disariya aksettirecek olan icra organina, mesela kaslara götürecektir.
Görüyoruz ki, omurilik içindeki motor sinir gövdesine, kabaca, iki yerden kumanda gelmektedir: Birisi refleks cevaplari saglayan, omurilik içindeki refleks zincirinin ara nöronundan, digeri ise beyin kabugundan daha karisik emirleri getiren uzun ve inen motor yollardan. Bu sekilde, mesela ayagimiza bir çivi battigi zaman ilk is olarak ayagimizi, henüz bu mesaj suura varmamisken, çivinin oldugu yerden çekeriz. Bunun arkasindan ayagimizin, ve ayagimizin da belli bir noktasinin acidigini duyar, “idrak ederiz.” Bu idrak aci, agri ve mikrop alma, iltihaplanma endisesi gibi birtakim nahos duyumlarla beraber olur ve bizi bu tehlikeden bir taraftan uzaklastirirken, diger taraftan da ona karsi bazi tedbirler almaya sevk eder. Bu tedbirler sahsin bilgisi, kültürü, ögrenimi ile de ilgilidir. Mesela yarasina te zek basabilir, örümcek agi sarabilir, orayi emerek kanatabilir veya üstüne tentürdiyot gibi bir mikrop öldürücü sürüp sarabilir, nihayet, mesela bir hekime basvurabilir. Iste, ilkel, basit ve ani cevaplara refleks adini verdigimiz gibi bu komplike, karmasik ve geç cevaplara da “davranis” diyoruz.
Daha önce de belirttigimiz gibi, refleksler ilkel cevaplardir, ögrenme ile ilgili degillerdir, daima ayni sekilde ve yönde vaki olurlar ve dogustan mevcutturlar. Buna karsilik davranislar ögrenme ve dis sartlarla ilgilidirler; her zaman degisebilirler ve yapilarinda birtakim refleks tabiatinda cevaplar ihtiva etmekle birlikte kazanilmis, sonradan olma cevap örnekleridirler.
Refleks ile davranis arasinda, refleks tabiatinda olmakla beraber kazanilmis bir çesit cevap mahiyetinde olan “sartli refleks”leri görüyoruz. Bunlardan da, yeri gelmisken söz etmemiz gerekiyor. Bir köpege besin versek, tükürük ve mide salgisinin arttigini, yalanmaya basladigini ve o besini yemeye, sindirmeye böylece hazirlandigini görürüz. Ayni köpegin yaninda bir zil çalsak ilk seferinde hayvan basini ve gözlerini zil sesinin geldigi tarafa çevirerek bakar, bu yabanci uyarani tetkik eder. Fizyolojide, tatbik edildigi zaman daima ayni sekilde reaksiyon uyandiran besin verme gibi uyaranlara “sartsiz uyaran,” hayvan için bir delaleti olmayan bir uyaran uygulandigi zaman onun ne oldugunu arastirmak için verdigi reaksiyona da “nedir?” reaksiyonu adini veriyoruz.
Simdi, hayvana besin verirken zili çalsak ve bunu birkaç defa tekrarlasak, bundan sonra zil çaldigimiz zaman, bu uyaranin beslenme ile hiçbir ilgisi olmamasina ragmen, tipki besin verilmis gibi yalanip yutkunmaya basladigini görürüz. Artik, baslangiçta ilgisiz (indiferan) bir uyaran mahiyetinde olan zil sesi o hayvan için bir “sartli uyaran” vasfini kazanmistir. Burada, isitme yollari ile tad alma yollari arasinda, beyin seviyesinde bir “geçici baglanti” meydana geldigine ve böylelikle, mutad olmayan bir yoldan refleks zinciri kurulduguna inanilir. Dolayisiyle, kulaktan gelen zil sesine ait mesaj dilden gelen tad yollarina, oradan da sindirim sistemi ile ilgili sinirlere atlamakta ve tipki besin almis gibi birtakim faaliyete sebep olmaktadir. Gördügünüz sekilde, bu cevap, suursuzdur, ani olarak meydana gelir ve bu bakimdan refleks karakterindedir. Ancak, dogustan olmamasi, beyin seviyesinden dönmesi ile refleksten ayrilir ve daha yüksek seviyeli bir cevap niteligini kazanir.
GERITEPME BAGLANTILARI DAVRANISIN AYARLANMASI
Çevreden alinan bir mesajin merkezlerde degerlendirilip islendigini ve buna karsi birtakim cevaplar verildigini, bu suretle canli organizmanin canliligini korudugunu, entropisinin artmasina-bir süre için bile olsa-engel olabildigini anlattik. Ancak, verilen cevaplarin maksada uygun olup olmadigi, elde edilen sonucun tehlikeyi giderip gidermedigi de kontrol edilmeli ve gereken ileri ayarlamalar tekrar yapilabilmelidir ki bu dengeyi saglama gerçek anlamda mümkün olabilsin. Demek oluyor ki, organizma bir taraftan dis çevreden ve diger taraftan da o dis çevreye karsi kendi yaptigi islerden haberdar olmak durumundadir. Bunun nasil gerçeklestigini gündelik hayatimizdan alinan bazi misallerle açiklayalim.
Bir buzdolabi düsünün. Buzdolabinin sogutucu mekanizmasi çalisarak mütemadiyen içindeki isiyi düsürmektedir. Eger is bununla kalsa idi buzdolabinin devamli surette sogumasi ve sogutan mekanizmanin da durmadan çalismasi gerekirdi. Halbuki evinizdeki,  mutfaginizdaki buzdolabinin sesine kulak verin. Motoru bir süre isledikten, yani istenen isi derecesi, sogukluk seviyesi elde edildikten sonra kendi kendine durmakta, bir müddet sonra, içi isinmaya basladigi zaman, mesela kapagini açar kaparsak veya içine yeni bir seyler koyarsak, tekrar çalismaya baslamaktadir. Demek ki, buzdolabinin içinde, kendi sogutma derecesinden “haberdar olup” onu geriye, sogutucu sisteme bildiren ve böylece kendi kendini düzenleyen bir sistem vardir. Buna, Ingilizce orijinal ismi ile “feed-back” diyoruz. Türkçeye “geri- tepme” diye çevirmeyi uygun bulduk.
Buzdolabinin yaptigi is, yani isi derecesinin düsmesi, bir geri tepme baglantisi ile sogutucu sisteme, yani o isi yaptiran mekanizmaya baglanmak suretiyle buzdolabi kendi dengesini kendisi ayarlayabilmektedir.
Bir çalisan sistem (sebep), bir sonuca varir. Sonuçtaki degisiklikler, hedeften sapmalar bunlara duyarli bir alici ile (detektör) alinarak geritepme baglantisi ile ve bir “reaktör” üzerinden, kontrol edilebilen faktörlere tesir ettirilir. Bu suretle sistemin üzerine tesirli kontrol edilemeyen faktörler yüzünden meydana gelen hedeften sapmalar, kontrol edilebilen faktörlerde saglanan uygun degisikliklerle giderilir, düzeltilir.
Ayni sekilde vücut harareti 36.5 derece civarinda tutulur; göz bebeginin genisligi retina üzerine düsen isik miktari sabit tutulacak surette ayarlanir; kulak zarinin gerginligi gelen sesin siddetine göre degistirilir... Böyle geritepme baglantilari ile ayarlanan sistemlerin. sayisini belirlemek imkani yoktur.
Insan vücudunda sonsuz sayidaki ayarlanabilen sistemler, negatif geritepme baglantilari ayni zamanda birbirini de düzenleyecek sek ilde aralarinda informasyon alisverisi yapmaktadirlar. Mesela göze fazla isik gelmesi ile gözbebeginin daralmasi kan sekeri üzerine, o da kan basinci üzerine, o da vücut isisi üzerine, tersine vücut isisi, gözbebegine ve kan basincina... ilh. bunlarin hepsi birbirine tesir etmekte ve bu harikulade sistem, bir “küçük kainat” olarak kendi denge durumunu meydana getirmektedir.
RUHI FONKSIYONLAR, MERKEZLER SINIR SISTEMININ BIR BÜTÜN OLARAK ORGANIZASYONU
Bundan evvelki bahislerde sinir hücresinin yapisini ve sinir sisteminin ana bölümlerini gözden geçirdik. Sinir sistemi bu bölümleri içine alan bir “bütün” halinde organize olmustur. Bu bütün, kendisini teskil eden parçalarin basitçe bir toplamindan ibaret degildir. Sinir sistemi içinde her parça, her eleman, belli fonksiyonlar için lazim olan ve fakat kafi olmayan bir ünite teskil eder. Böylece, “bir bütün halinde” çalisan sinir sisteminin hiçbir elemani kendi basina ve müstakil olmayip, ancak muhtesem bir ahengin, nefis bir sanat eserinin bir notasini teskil eder. Bir senfoni-veya isterseniz bir saz semaisi-notasini elinize alin. Burada tek tek notalar birtakim basit seslerden ibarettir ama birlikte ve bir düzen içinde çalindiklari takdirde bir saheser meydana getirirler. O halde bir senfoni kendisini teskil eden notalarin toplamindan daha fazla birseydir.
Çevreden alinan haberler reseptöre bagli alici sinirin dendriti vasitasiyle ilk duraklari olan “ganglion”a götürülürler. Ganglion içinde bu dendritin ait oldugu sinir hücresinin gövdesi bulunmaktadir. Buradan geçen mesaj bu hücrenin aksonu ile merkezi sinir sistemi içine tasinacaktir. Görme, isitme, koklama ve tad alma gibi,reseptörleri basimiza yerlestirilmis özel duyumlarin disinda kalan duyumlara ait mesajlar (mesela agri, hareket, titresim, basinç, dokunma gibi) omurilik içine götürülür. Omurilige ufak bir kesit yaparsak içinde gri renkli ve kelebek biçiminde bir bölge dikkati çeker. Bunun arka tarafina (arka boynuzlara) çevreden gelen mesajlari getiren aksonlar girmektedir. Ön tarafindan (yani ön boynuzlardan) ise çevreye emirler götüren motor sinirler çikar.
Omurilik seviyesinde refleks faaliyetler temin edilmektedir. Bu suretle arka köklerden arka boynuza giren hissi mesajlar omurilik içinde ara nöron vasitasiyle ön boynuzdaki motor sinir hücresi ile irtibatlanir ve buradan çikan refleks emir ön köklerden motor sinir liflerine, oradan da is görecek organa, mesela kas lifine intikal eder.
Omurilik içinden beyne dogru yükselen yollar disaridan gelen ve omurilik seviyesinde ilk refleks cevabi alinan mesajlari yukariya dogru götürürler. Bundan sonraki durak yeri (beyin sapindaki ara duraklamalari saymazsak) beynin derinliklerindeki talamus denilen büyük çekirdektir.
Kaslarimizi elimizle yoklarsak bunlarin istirahat halinde dahi tam manasiyle “gevsek” durumda olmadiklarini, belli bir gerginlik derecesini daima muhafaza ettiklerini görürüz. Gerçekten, “hareket,” gevsek bir kasin kasilmasi veya kasilmis bir adalenin gevsemesi degil, “belli bir kasilma ve gerginlik durumundaki adalenin bu gerginlik durumunu degistirmesi,” yani, “oldugundan daha az veya daha çok kasilmasi” demektir. Iste bu gerginlik durumunu idame ettirecek olan emirler de ön boynuzdaki motor sinir hücresine omurilik içindeki özel yollardan devamli surette gönderilirler. Bu emirler beynimizin derinligindeki “ekstrapiramidal sistem” adi verilen bölgelerden ve beyincikten gelmektedir. Gerekli emirlerin verilmesi için icab eden bilgiler ise bir taraftan iç kulakta isitme organinin yaninda bulunan ve basimizin uzay içindeki durumundan haberdar olan reseptörler ve diger taraftan vücudumuzun her tarafina yayilmis, kaslarin gerginlik durumunu haber veren reseptörlerden gelerek suura çikmadan beyincikte degerlendirilmektedir. Bu duyu sistemine “suursuz derin duyarlik” adini veriyoruz. O halde, basimizin ve gövdemizin uzay içindeki durumundan bir yandan “suurlu” olarak haberdar olurken, diger yandan da, suurumuza çikmayan mesajlar, biz farkinda olmadan, degerlendirilmekte ve kaslara “gerginlik” (tonüs) emirleri halinde gönderilmektedir.
Bir hareketin yapilmasi esnasinda belli bir kas grubunun gerginligi artarken, bunun karsisindaki kas grubunun da gerginligi ayni derecede azalir. Tipki bir atin basini döndürmek için bir tarafindaki dizginlerin çekilmesi nisbetinde öbür tarafindaki dizginlerin gevsetilmesi gibi. O halde omuriligin bir kisim motor hücresine gönderilen kasilma emri ile ( paralel ve o miktarda gevseme emri de diger bir kisim motor hücresine gönderilecektir.
Iste, bir ön boynuz motor hücresine sayisi 2000’e kadar varan çesitli sinapslardan gelen bu emirler ön boynuz hücresi gövdesinde son olarak islenip degerlendirilmekte ve onun aksonundan tek bir emir, tek bir mesaj halinde çikarak ilgili kas lifine gitmektedir. Bu sebeple ön boynuz motor hücresi ve onun aksonuna “son müsterek yol” adi verilmistir.
Elleriyle top oynayan bir oyuncu, mesela bir voleybolcü tasavvur edin. Gelen topa atildigi zaman topun ve kendisinin uzaydaki durumu hakkinda kesin ve çabuk bir bilgi sahibi olmalidir ki saga sola sapmadan ellerini tam topa uzatabilsin. Bu ayarlama bir taraftan kaslarimiz ve eklemlerimizden gelen suursuz derin duyarlik mesajlari ile yapilmakta, bir taraftan da gözümüzle durumu görüp bu ayarlamaya yardimci olmaktayiz. Içeriden, suursuz derin duyarlik mekanizmasindan isleyen ayarlama, görme yolu ile, disaridan isleyen ayarlamadan çok daha çabuk yapilmaktadir.
Bir hareket ögrenilirken “iradeli” hareket vasfindadir. Ögrenme meydana geldigi zaman artik “otomatik hareket” niteligini kazanir. Piyano çalmasini yeni ögrenen bir talebe düsünün.
Evvela her gördügü nota için hangi tusa basacagini düsünecek ve bu “iradeli” is onu kisa zamanda yorgunluga düsürecektir. Zamanla hareketler otomatiklesir, düsünmeden yapilir. Artik notayi okurken hangi tusa nasil basacagimizi düsünmeden pespese birtakim düzenli hareketleri yapariz. Tipki yürümek, tipki yazi yazmak gibi. Burada beyin kabugu ile beynin kabuk altinda kalan ve “ekstrapiramidal” dedigimiz bölgelerinin bir vazife taksimini görüyoruz. Evvela iradeli olarak yapilan hareketler için gerekli emirler beyin kabugundaki “piramidal” dedigimiz fevkalade farklilasmis ve üstün kabiliyetli hücre grubundan çikar. Bu hareket tekrarlandikça bir “hareket örnegi” veya “hareket programi” seklinde beyne yerlesir, beyin kabugunun altinda, beynin derinliklerinde bulunan ekstrapiramidal sistem hücrelerine nakledilir ve gerektiginde “daha az iradeli ve daha az suurlu” çalisan bu sistem, gerekli kaslarin istirahat halindeki kasilma durumlarini (yani gerginliklerini, ilim diliyle tonüs’lerini) degistirmek suretiyle icab eden hareketleri-otomatik bir sekilde-icra eder. Artik iradeli sistem, piramidal hücreler, yeni birtakim isleri ögrenmek için serbest kalmislardir. Ekstrapiramidal sistem piramidal sistem kadar metabolizma harcamadigi ve yorulmadigi için de ögrenilmis, alisilmis isler yorulmadan, kolaylikla yapilabilmektedir.
Alinan intibalar ganglion hücrelerinde degerlendirilerek ilk elemeye tabi tutulmakta, daha yukarida beyin sapindaki bir duraklama yerinde ikinci, talamus’ta üçüncü bir duraklama ve elemeye ugramakta, nihayet beyin kabuguna erisip kendisine ait “merkez”e gitmektedir. Bu merkezlerde son degerlendirme yapildiktan sonra ise icab eden emirler beyin kabugunda ve ekstrapiramidal sistemde (yani beyin kabugunun altindaki merkezi yapilarda) imal edilmekte, omurilik seviyesine indirilip ön boynuz’da yerlesmis olan motor nörona, oradan “son müsterek yol” olan motor nöronun aksonuna getirilmekte, böylece icra organina, mesela adaleye giderek icab eden hareket, eylem vaki olmaktadir.
Sinir sisteminde her tabaka kendi altindaki tabakayi kontrol eder. Böylece beyin kabugu ekstrapiramidal sistemi, ekstrapiramidal sistem beyin sapindaki-gene ekstrapiramidal sistem içinde mütalaa edilen-motor çekirdekleri, beyin sapi omurilik seviyesini kontrol etmektedir. Gene her tabaka, bir taraftan kendi altindaki seviyeyi kontrol ederken diger taraftan da kendine ait ve sadece kendisinin yapabilecegi isleri yapmaktadir. Duyu sistemi için de ayni tabakalasma ve kat kat sansür ve kontrol söz konusudur. Bunu, bir askeri teskilattaki veya devlet idaresindeki istihbarat ve icra organlarinin rütbe sirasina ve hiyerarsisine, benzetebiliriz. Istihbarat örgütü içinde dinleme cihazlarindan, ajanlar dan, v.s. alinan bilgiler ilk süzgeçten geçirildikten sonra daha yukari degerlendirilme merkezlerine götürülür. Burada diger haber kaynaklarindan gelen haberlerle birlestirilip yeni yeni degerlendirilmeye ve süzmeye tabi tutularak yüksek komuta merkezlerine kadar gider. Oradan çikacak emirler de gene birbirini kontrol eden ve bir hiyerarsik düzen içindeki icra ve komuta kademelerine, nihayet son isi yapacak askere veya memura kadar götürülür.
UYANIKLIK HALI VE SUUR
Beyine disaridan baktigimizda, kafatasi boslugunun iki tarafina yerlestirilmis birer yarim küre ve bu yarim kürelerin irtibatini temin eden ortadaki merkezi kisim dikkati çeker. Beyin yarimkürelerinin üstü, birtakim kivrimlar ve bu kivrimlarin arasinda oluklar gösterir. Daha dikkatle bakarsak bu kivrimlarin ve oluklarin rasgele olmadigini, bir düzen içinde ve her iki beyin yarimküresinde simetrik sekilde tesekkül ettigini görürüz. Gene beyin yarimkürelerinin kabataslak birtakim parçalara bölündügü de göze çarpar. Iki ana oluk beyin yarimküresin i önarka ve sakak kisimlari olmak üzere üç ana parçaya böler. Yukaridan asagiya uzanan ve  “merkezi oluk” (sulcus centralis) denen bir olugun ön tarafinda kalan bölge beynin alin parçasini, onun arkasinda kalan bölge de yan ve arka parçasini teskil edecektir. Alin parçasina “frontal,” yan parçasina “paryetal” ve arka parçasina da “oksipital” lob adinin verildigini ilave edelim.
Merkezi oluk’un altta sonlandigi yerden öne ve arkaya dogru uzanan diger bir oluk veya yarik da beynin sakaklara raslayan bölgesini , “temporal lob”u diger beyin bölgelerinden ayirir. Her lobda belli sayida ve belli karakterde birtakim baska oluklar ve bu oluklar arasinda kalan kivrimlar mevcuttur.
Merkezi oluk’un önünde, yukaridan asagiya dogru uzanan kivrimda ve gene merkezi oluk’un arkasinda, buna simetrik olarak gene yukaridan asagi uzanan bir diger kivrimda, bedenimiz nokta nokta “temsil” edilmektedir.
Vücut kisimlari beyin kabugunda kendi büyüklükleri ile orantili surette temsil edilmemektedirler. Mesela el’e düsen beyin bölgesi ayak’tan çok genis bir sahayi kaplamakta, ele ait bölgede gene en genis yeri basparmak merkezleri isgal etmekte, bas bütün gövdeden daha genis, agiz çevresi de basa ait kisimda en genis beyin kabugu parçasinda temsil edilmektedir. Gene dikkati çeken bir diger husus, bir beden yarisinin karsi taraf beyin kabugunda temsil edildigi gibi, beyin kabugunda bu temsilin bas asagi, ters bir sekilde olmasidir. Böylece en tepemizde ayaklarimiza ait merkezler bulunur. Bunu gövde, el ve nihayet bas ve yüz takib eder.
Beyin kabugunun en arka kisminda görme ile ilgili merkezler, sakak bölgelerinde de isitme ile ilgili merkezler vardir.
Simdi sirasi gelmisken hemen belirtelim ki, beyinde, bu sekilde, uyarilmasi ile bedene ait birtakim hadiselerin meydana getirildigi, yani “uyarilabilir” beyin kabugu sahasi, bütün beyin bölgelerine nisbetle çok ufaktir. Beynin geri kalan bölgesi ilk bakista “sessiz,” “uyarilamayan” bölgeleri ihtiva eder ki, bu bölgeler daha yüksek, ruhi dedigimiz faaliyetlerle ilgili görülmektedir. Bunlardan asagida sirasiyle bahsedecegim.
Insanlar kendi beyinlerini arastirirken evvela “beyin maddesi” üzerinde o kadar durmamislardir. Beynin ortasi bir bosluk halinde oldugundan, içi “beyin suyu” dedigimiz sivi ile dolu bu bosluklar uzun zaman asil fonksiyonlarin yerlestigi yer olarak kabul edilmis, beyin maddesi ise bir sisirilmis topun veya balonun cidari, çevresi gibi görülmüstür. Bu görüs uzun yüzyillar boyunca geçerligini korumustur. Milattan önce 3-4’üncü asirlarda yasayan Plato (Eflatun) da, Milattan sonra 2’nci asirda yasayan Galenus da bu görüse sahiptiler. Hazim kanalindan giren gida maddeleri karaciger toplardamari (veya portae) yolu ile karacigere geçmekte ve “ruh” burada imal edilmekte idi. Bu besleyici ruh toplardamarlarla (vena’larla) bütün vücudu dolasmakta ve beslenmektedir. Bunun bir kismi kalbin sag tarafindan sol tarafina geçiyor ve akcigerlerden gelen hava ile de karisarak atardamarlarda dolasan, vücudu isitmak, enerji vermekle vazifeli hayati (vital) ruh meydana geliyordu. Bunun da bir kismi beyin kaidesindeki damar agi tarafindan damitilip beyin bosluklarina aliniyordu. Beyinin adeta kalp gibi attigi, bir pompa tesiriyle ruh’u altindaki ince deliklerden içine emdigi tasavvur edilmekte idi. Beynin ortasindaki bosluklarda muhafaza edilen bu ruh (psisik pnevma) beyinden çikan sinirler yolu ile duyu organlarina ve kaslarimiza gönderilerek his ve hareket temin edilmis oluyordu.
Bu görüs tarzi, muhtelif degisikliklere ugramakla beraber, esas karakterini, yani beynin bir torba veya balon gibi olup ortasindaki bosluklarda uçucu vasifta bir ruhu ihtiva ettigi inancini 19. asra, yani hemen hemen ikiyüz seneden az bir zaman öncesine kadar muhafaza etmistir.
Sinir hücrelerini sinir sistemi toplumunun fertleri gibi kabul edersek, en ideal sosyal adalet, vazife taksimi ve karsilikli yardimlasma sinir sisteminde gerçeklestirilmistir. Sinir hücrelerinin her biri, tek tek, çok iyi beslenen, vücuda giren gidanin en kalitelisini alan (baslangiçta belirttigimiz gibi sadece oksijen ve taze glikozla beslenebilen), iyi korunmus fertlerdir. Bunlardan bir tanesi kaybolursa yerine yenisi gelmez. Ancak bu fertlerin var olabilmesi, vazife görebilmesi mensubu bulunduklari toplum, yani sinir sistemi ile mümkündür. Bir toplum düzeni içinde bunlar teker teker deger ifade etmektedirler. Her biri sinir sisteminin kalan bütün hücreleri ile irtibat halindedir. Birbirleriyle bilgi alisverisi yaparlar. Kisacasi, sinir sistemi ferdi inkar etmeyen, fertlerin mutlulugunu hedef almis bir “toplumcu düzen” örnegidir.
Beyin kabuguna çevreden gelen bütün mesajlar, beyin sapi dedigimiz sogancik bölgesinden talamus’a kadar uzanan baska bir merkezi yapi ile “beyin sapi agi” dedigimiz bir nöron agi ile de irtibat kurmaktadir.
Çevreden gelen mesajlar bir taraftan yükselen hissi yollarla beyin kabugundaki özel merkezlerine giderken, diger taraftan da ag cisim ile baglanti kurarlar. Böylece ag cisim her çesit enformasyonlardan, alinan her mesajdan haberdar olur. Ancak bunlar ag cisim içinde teker teker tefrik edilmemekte, aksine, birbirine karistirilip hep beraber ve bir bütün halinde degerlendirilmektedirler. Diger taraftan, ag cisim bütün beyin kabugu ile yaygin bir sekilde irtibattadir. Bu suretle, çevreden gelen mesajlar bir yandan beyin kabugundaki özel merkezlerine gönderilirken, diger yandan da ag cisim içinde hepsi bir araya getirilip, harman edilip beyin kabugunun her tarafina, yaygin olarak yollanirlar. Yani, beyin kabugu teker teker hissi mesajlari özel merkezlerde kabul ederken ag cisim tarafindan da mesajlarin sekline bagli olmayan, özel bir manasi bulunmayan bir yaygin haber bombardimanina tabi tutulmaktadir. Simdi bir an için ag cisim ile beyin kabugunun irtibatinin kesildigini düsünelim. Bu halde çevre mesajlari, duyu organlari ile alinan bilgiler beyin kabuguna kadar ulastiklari halde idrak edilemezler. Sahis bunlardan “haberdar” olmaz. Yani suur kaybolmus, sahis bir uyku veya koma haline girmistir. Demek oluyor ki, bir özel mesajin alinabilmesi, idrak edilebilmesi için beyin kabugunun ag cisimden gelen yaygin bombardiman ile “uyanik” tutulmasi gerekmektedir.
Bunu evimizdeki radyoya benzetebiliriz. Radyomuza anteninden mütemadiyen mesajlar gelmektedir. Ancak bunlarin radyo tarafindan alinip idrak edilebilmesi, yani radyonun hoparlöründen ses halinde çikabilmesi için radyoya bir elektrik akimi verilmesi, radyonun bir batarya veya duvardaki prizden gelen akimla beslenmesi, uyanik tutulmasi gerekir. Iste organizmamizda da radyonun anteninden gelen mesajlar gibi devamli surette his yollarindan haberler gelmekte, ancak bunlarin alinabilmesi, idrak edilebilmesi için bataryadan veya prizden gelen elektrik akimi gibi, ag cisimden devamli bir akimin gelmesi gerekmektedir. Diger taraftan bizzat beyin de, ag cisme mesaj yollar ve kendi uyaniklik durumundan orayi haberdar eder. Bu suretle bir fikri faaliyetimiz, bir sikintimiz, bir düsüncemiz dahi beyinden ag cisme gitmekte, orada diger hissi mesajlarla birlestirilip harman edilerek tekrar beyin kabuguna gönderilmekte ve uyanikligimizi saglamaktadir. Sikintili ve düsünceli kimselerin uyku uyuyamamalarinin sebebi budur.
Bahsi bitirmeden “suur” deyimini tarif edip sartlarini siralayalim. Suurluluk, en genis manasi ile sadece insana taninmis bir imtiyazdir. Suurlu olabilmek için,
1. Iptidai sart olarak “uyanik” ve “dikkatli” halde bulunmak gerekir. Yani, ag cismin faaliyeti ile beyin kabuguna gönderilen yaygin mesajlarin beyin kabugunu çevreden gelen mesajlara karsi açik ve uyanik bulundurmasi lazimdir.
2.  Çevreden gelen mesajlarin çesitli degerlendirme ve sansür, tasnif seviyelerini geçerek beyin kabugundaki özel merkezlerine ulasmasi ve “uyanik” vaziyette olan beyin kabugu tarafindan kabul ve idrak edilmeleri gerekir.
3.  Idrak edilen duyumlarin kalitelerinin tefriki, bunlarin bizde uyandirdigi hoslanma, haz, hoslanmama, sikinti, elem gibi duygularin dahi idraki icab eder.
4.  Ve nihayet, böylece çevresinden “haberdar” olan insanin bu “haberdar olma” keyfiyetinden de “haberdar olmasi” gerekir.
O halde, suurluluk, son zamanlarda uydurulan ve yakistirilan tabiriyle “bilinçli olmak” demek degildir. Suurluluk sadece “bilmek” degil, ondan çok ötede, “bildigini hissetmek, idrak etmek ve bildiginden haberdar olmak” gibi çok yüksek ve karmasik bir ruhi fonksiyondur. Bunu sadece “bilme” durumunu gösteren ve esasen “gülünç” vezninden türetilerek bir gramer hatasindan gelistirilen “bilinç” gibi bir terimle ifadeye çalismak suur’u asil manasindan saptirmaktadir.
Bu tarif ettigimiz haliyle “suur” sadece insanlara has, baska hiçbir yaratikta bulunmayan bir kabiliyet, bir imtiyazdir. Kedi de önüne konan seyin ciger oldugunu bilir, onu tanir ve idrak eder. Sahibini, kendisine bakani da tanir. Ancak, bütün bu tanima ve bilme keyfiyetinden “haberdar” degildir.
TECRID (ABSTRACTION, SOYUTLAMA)
MÜCERRET DÜSÜNCE, KONUSMA ve YAZI YAZMA
Tecrid (soyutlama, abstraction), sadece insanlara has ve konusmayi, yazi yazmayi mümkün kilan, çok gelismis bir sinir sistemi ile gerçeklestirilen, yüksek dereceli bir fonksiyondur.
Tecrid kabiliyeti sayesinde insan esyanin teferruatindan kurtulur, onlarin müsterek vasiflarini fark eder, gerekli siniflandirmalari yapar ve bu siniflari gene birer mücerret (soyut) sembol olan konusma ve yazi ile ifade eder.
Önümüzde muhtelif cinsten kalemler olsun. Bunlardan biri tükenmez kalem, birisi kursun kalem, bir digeri dolma kalem, biri kirmizi, biri yesil, biri mavi kalem... ilh. çesitlerden olmakla beraber hepsi için bir müsterek vasif vardir: kalem olmak. Iste, sadece önümüzdeki tükenmez kalemi veya cebimizdeki dolma kalemi, v.s. düsünmek degil de dünyadaki bütün kalemleri bir bütün halinde düsünebilmek, onlari bir bütün olarak, “kalem” diye idrak edebilmek, kalem olma ana vasfindan gayri teferruatindan siyrilabilmek mücerret düsünce ile kabildir.
Buraya kadar takdim ettigimiz açiklamalara göre mücerret düsüncenin sartlari söyle toplanabilir:
1.  Iradeli olarak bir meseleyi çözmeye tesebbüs etmek, inisiyatifi ele almak, istendiginde, kendisinden talep edildiginde meselenin çözümü için harekete geçmek. Düsünüsü bir görüs açisindan digerine kaydirabilmek ve düsünüs istikametini seçebilmek.
2. Bir meselenin çesitli durumlarini sirali bir sekilde zihninde muhafaza edebilmek, birden fazla birbiri ile ilgili olmayan uyarana karsi, ayni zamanda, her birine uygun cevap verebilmek.
3. Verilen bir meselenin bütününe vakif olabilmek, kavrayabilmek, birimlerine ayirabilmek, o mesele ile beraber olan fakat ilgili diger halleri tefrik edebilmek, o meseleye ait olan ayrilmis parçalari uygun bir sira ile, bütünü teskil edecek sekilde düzenleyebilmek.
4.  Sembolik olarak düsünebilmek, fikir yürütebilmek, planlayabilmek, mümkün olan sekli bulup gerektigi sekilde hareket edebilmek.
5. Içe dönüklükten kurtulabilmek, çevre ile objektif münasebetler kurabilmek.
Bir çok ruh hastaliklarinda, mesela sizofrenide, zeka geriliklerinde, bunamalarda mücerret düsünce muhtelif derecelerde yikilir, bozulur. Ilk belirti tasnif yapma güçlügünde kendini gösterir. Çesitli renk ve tonlarda yün iplikleri önüne konsa ve bunlari siniflandirmasi istense, böyle bir hasta, mesela açik ve koyu mavi iplikleri, açik ve koyu kirmizi iplikleri, v.s. birer grup halinde toplayamaz. Gösterilen bir masa resmini, müsahhas bir seye ait oldugu için kopya eder, çizebilir de mesela hiçbir seye benzemeyen ama ondan çok daha kolay çizilmesi icab eden bir daireyi kopya edemez.
Mücerret düsünce kabiliyetinin bize bahsettigi fonksiyonlarin en mühimmi “konusma”dir. Aslinda bir “sesli sembol” olarak hiçbir seye benzemeyen kelimelerle tabiattaki bütün esya ve olaylar, duygularimiz, ifade edilebilmektedir. Konusma ile insan, bütün olaylara, bütün esyaya ve duygulara tekabül eden birer mücerret sembol bulmus ve bu mücerret sembollerle bilgilerini karsisindakine aktarabilmistir. Her dilde, tabiattaki sesleri taklitten ibaret müsahhas (somut) kelimeler de vardir. (Türkçedeki kapi gicirtisi, su siriltisi gibi). Fakat bunlar, asil mücerret lisan içinde çok az yer tutar.
Dil (ister ana dili, isterse sonradan ögrenilen bir yabanci dil) ögrenilirken bu mücerret semboller delalet ettikleri seyle birlikte verilir. Zamanl a bu sembol ile delalet ettigi sey arasinda bir sartli refleks baglantisi kurulur. Artik sadece o sembolün isitilmesi, mesaji alan sahista, onun delalet ettigi esyayi, duyguyu veya diger informasyon kaynagini aynen idrak ediyormus gibi bir duyum meydana getirir. Bir insana “limon” gösterilse ve sesli olarak “limon” dense, sonra da limon tattirilsa, bir zaman sonra “limon” sesi ile “limon” meyvasi arasinda kurulacak sartli refleks baglantisi, her “limon” sesi isitildiginde “limon yemis gibi” agzinin sulanmasina sebebiyet verecektir. Halbuki Türkçe bilmeyen veya “limon” kelimesini ögrenmemis bir kimse için bu kelimeyi meydana getiren sesler tamamen ilgisiz, delaletsiz birer uyaran olarak kalirlar.
Diller canli varliklar gibidir. Zamanla gelisir, olgunlasir ve baska dillerden aldigi kelimeleri sindirerek, kendi potasinda eriterek zenginlesir. Diger taraftan, diller her kavmin, her milletin davranis ve yasayis özellikleri ile de yakindan ilgilidir.
Mesela Türk dili fiilden son derecede zengin bir dildir. Gayet kivrak fiil tasrifleri, çekimleri Türkçe ile mümkün olabilmekte ve fakat bunlar hiçbir dile tercüme edilememektedir. “Gidiverecekmisim” kelimesinin hiçbir dilde karsiligi olmadigi gibi... Buna karsilik Türkçe mücerret kavramlardan çok fakirdir. Zira, Türkler, Orta Asya’dan kopup Avrupa’nin ortalarina kadar gelen, fetihler yapan, devletler kuran, ömrü at üstünde geçen bir millettir. Fiile ihtiyaci vardir, onun için fiil bakimindan dilini zenginlestirmistir. Anadolu’da yerlesip de artik bir Imparatorluk oldug u zaman ise mücerret mefhumlarin karsiligina gerek duymus, bunlari o zaman en yakin kültürel münasebet kurdugu Arap ve Iran dillerinden, daha sonra da çesitli bati dillerinden almistir. Ancak, alinan bu kelimeler Türkçenin potasinda eritilmis, onun gramerine ve ahenk kaidesine uydurulmus, Türkçelestirilmis, kisacasi, sindirilmis, hazmedilmistir. Her dilde bu sekilde yabanci kelimeler mevcuttur. Bazi dillerde o kadar çok yabanci kelime vardir ki, mesela dünyanin en köklü dillerinden biri sayilan veya sanilan Fransizcada “öz Fransizca”dan (Gaulois dilinden) kalma sadece 22 (evet, yirmi iki) kelime mevcuttur.
O halde, bir dilde bulunan bütün yabanci kelimeleri temizlemek gibi bir gayret sadece o dili fakirlestiren, dolayisiyle düsünce hayatini kisirlastiran ve milletin “aklini azaltan” bir çabadan baska birsey degildir.
Duyumlarin, olaylarin ve esyanin sesli semboller yerine çizgili sembollerle ifade edilmesi de baska bir mücerret düsünce mahsulü olan “yazi”yi teskil eder. Yazi, mümkündür ki, dil gibi, evvela müsahhas ifadelerle ortaya atilmis, giderek esyadan tecrid edilmis olsun.
Magara adaminin duvara çizdigi öküz resmini düsünelim. Bunu her gören bir öküzden bahsedildigini anlayacaktir. Bu bir müsahhas (somut, konkret) ifade seklidir.
Zamanla bu resim “stilize” edilmis ve gene sekilde görülecegi gibi, iki boynuzu ile bir “öküz basi” halinde, fakat daha basit bir çizgi ile çizilmistir. Eski Misir dilinde öküz karsiligi “alef” tabiri kullanilirdi. O halde, bu sekli, iki boynuzu olan stilize bir öküz basini gören eski Misirli bunun “alef” oldugunu anlayacak; bunu “alef” diye okuyacaktir. Zamanla bu sekil Yunanlilara geçmis ve “alfa” olmustur. Araplara geçmis, iki tarafindan açilarak bir çizgi haline getirilmis, “elif” olmustur. Latinlere geçmis, “alfa”ya benzer bir isaret halinde “a” harfini teskil etmistir. Simdi bunlarin hepsi, magara adaminin çizdigi öküz resminin eski Misir dilinde söylenisi olan “alef”ten geldigini ve “a” sesinin “alef”in ilk hecesi oldugunu bilmeden bu isareti gördükleri zaman “a” sesini çikarmaktadirlar. Artik “soyut” (mücerret, abstre) bir yazi meydana gelmistir.
Beynin ötesinde “baska bir kuvvetin,” tipki piyanoyu çalabilmek için bir piyanistin mevcudiyeti gibi, var oldugunu kabulden baska çare yoktur. Bu halde ve sartta ise beyin “herseyin baslangici” olma sifatini ve kendi kendine yeter bulunma vasfini kaybeder. O da bir alet, bir vasitadir, tipki kendi kendine çalamayan piyano gibi... Onu harekete geçiren, ona hükmeden, ister beynin içinde ve materyalistlerin iddia ettikleri gibi kimyasal veya fizik tabiatta bir enerji, isterse onun arkasinda ve disinda bir “ruh” olsun, bugünkü arastirma metodlarimizla “erisilemeyen” bir kuvveti görmezlikten gelemeyiz. Gerçekler muannit (inatçi) seylerdir. Bizim tasvibimize, kabulümüze bagli degillerdir. Ve, ne kadar biz onlari görmezlikten gelsek ve onlara arkamizi dönsek gene de kendilerini bize kabul ettirirler ve bizim inkarimiz onlara tesir etmez.
 
Ruh’un “ne oldugunu bilmememiz” baska, onu “yok farz etmemiz” ise bambaska seylerdir. Madem ki beynimizi idare eden bir kuvvet vardir (tekrar edelim, ona, inanciniza bagli olarak, ister ruh deyin, ister enerji deyin), ve biz düsünebilmek için beyne muhtaciz. O halde beyinle ondan üstün olan ve onu idare eden bir kuvveti idrak edemeyiz. Beyin hiçbir zaman kendi kendini asamayacak ve ruh meselesini insanoglu çözemeyecek, halledemeyecektir. Bir aletin kendisini asarak onu idare eden güç’e erismesi mümkün degildir. 
 
 
BEYNIMIZ VE SINIRLERIMIZ
Prof. Dr. Ayhan SONGAR
Yeni Asya Yayinlari
 
 

Benzer Kitaplar