GELECEK SIMDI BASLIYOR
Disaridan bakildiginda, Türkiye hala yerli yerine oturmamis, uzun yillardir kronik sekilde “kritik” ve “geçis süreci” dönemleri yasayan, Avrupa Birligi'ne katilim süreci belirsiz, nereye ait olduguna dair ulusal kimlik tanimini henüz netlestirememis, kendisiyle ve çevresindeki ülkelerle barisik olmayan, genç nüfusuna gelecek umudu ve istikamet duygusu asilayamamis, kaynaklarini rasyonel olarak kullanamayan, iç (90 milyar dolar) ve dis (110 milyar dolar) borç sarmalina dügümlenmis, yenilenip dünyaya ayak uydurmak yerine ayak diremeyi esas almis bir ülke görüntüsü veriyor. Dünya degisirken, hem de süratle degisirken, gereken tempoda ve çapta degisememenin sancilarini yasiyor. Bunun agir maliyetini de on yillardir tünelin ucunda isik beklerken gitgide yoksullasan insanlarina adil olmayan sekilde ödetiyor.
Ekonomik bunalim, zamaninda her vesileyle “dinamik” ve “lokomotif” güç olarak övdügümüz özel sektörümüzün makyajini sildi. 2001'de dünya rekabet liginde yerimiz, 49 ülkeyi kapsayan uluslararasi rekabet gücü siniflandirmasina göre, 46. siradaydi. Rüsvet ve yolsuzluk siralamalarinda ise üst siralari yillardir kimseye kaptirmiyoruz. Sanayi, tarim ve isgücü verimliligi uluslararasi ortalamanin epey altinda. Turizmde “parasiz” turistlere ve yabanci tur operatörlerine çalisiyoruz. Dogal çevrenin dengesini bozmakta üstümüze yok.
Üretimden, bilgi çagini yakalamaktan çok rant dagitmaya göre sekillenmis olan ekonomik yapimizin IMF disiplini altinda degisecegi söylemi hala inandirici olmaktan uzak. Halkin iradesini yansitmayan, kaliteyi vitrinine bir türlü çekemeyen, ne idügü belirsiz “yönetemeyen” bir demokrasi altinda akintiya karsi kürek çekiyoruz. Devletin adaleti islemedigi için özellestirilmis “hukuklar” kök saliyor. Neredeyse övündügümüz her sey ithal. Her ne kadar iddiali ve ihtirasli insandan geçilmiyorsa da dünya ölçeginde kiyaslanabilir politikaci, isadami, sanatçi ve bilim adami eksikligi güçlü sekilde hissediliyor.
Öyle bir tarihi dönemeçteyiz ki ve de öylesine kiymetli bir gayrimenkulun üzerinde yasiyoruz ki, istesek de istemesek de degisecegiz. AB bütünlesmesi ve IMF disiplini çerçevesindeki ekonomik dönüsümler siyaset dünyasina da yansiyarak yöneten, kendisini sürekli yenileyen dinamik bir sistemi tetiklemelidir. Sayet iç dinamikler harekete geçip bu degisimi sürükleyemezlerse dis dinamiklerin dayatmasi ile sistem yenilenmesi er ya da geç (muhtemelen de daha yüksek maliyetle) gerçeklesecek. Ne yazik ki, küresellesme rüzgari ve dünya güçler dengesi hesaplarinin zorlayacagi böylesi bir kabuk degisimi kontrolümüzden çikabilir. Baslama düdügünü bizim çalmadigimiz degisimin kendi ulusal menfaatlerimizi ve önceliklerimizi yansitmasini da kimse beklememeli.
2023 Türkiye Vizyonu
Madem degisim kaçinilmaz o halde “degisimin ana unsurlari, dünya kosullarinda yeniden tanimlanacak yerimiz, reformlarin hangi sirayla gündeme getirilecegi, atilacak adimlarin zamanlamasi, yönetimi, toplumun genis kesimleri ile ortak anlayis
noktalarinin çikartilmasi ve uygulamanin izlenmesi nasil olmali? gibi sorulara vakit geçirmeksizin yanit aramak zorundayiz. Sonbahar rüzgarinda bir o yana bir bu yana savrulan yaprak misali kendimize kimlik, rol ve konum aramamak için ayaklari yere basan berrak bir stratejik vizyon gelistirmeliyiz. Gelecegi tevekkülle beklemek yerine onu tercihlerimiz dogrultusunda simdiden biçimlendirmeye baslamaliyiz.
Çok uzaklarda görünüyorsa da stratejik “Türkiye Vizyonu” için hedef olarak Cumhuriyetimizin yüzüncü kurulus yildönümüne denk düsen 2023 seçilmesi kitlelere istikamet göstermek, motivasyon saglamak bakimindan elzemdir. Böylesi bir vizyon çalismasi tarimdan egitime, yabanci yatirimlardan bilgi ekonomisine, dis politikadan su sorununa, sürdürülebilir kalkinmaya, güvenlik mimarisinden kent planlamasina, AB üyeliginden alternatif enerji kaynaklarina, kültürel yenilenmeye kadar uzanan genis bir menzilde degisen dünyanin ve degisemeyen Türkiye'nin fotografini çekmeye, gelecege dönük görüs ve önerileri, kestirimleri paylasmaya çalismalidir.
Kapsamli “Türkiye 2023 Vizyonu”nu elbette ki tek bir kisinin, arastirmacilar ekibinin ya da siyasi grubun tasarlamasi, savunmasi ve genis kesimlere benimsetmesi mümkün degil. Basinda birkaç gün yer isgal ettikten sonra ömrü dolan cicili bicili raporlara ihtiyacimiz yok. Böyle bir vizyonun kendi basina ülkenin sorunlarina çözüm getirecegini iddia etmek de naiflik olur. Birçok ülkede bu amaçla genellikle Cumhurbaskani'nin öncülügünde kili kirk yararak her kesimden seçilmis bilge kisiler ekibi olusturuluyor. Tüm ilgili aktörlerin görüsleri ve önerileri dikkate alindiktan sonra aylar süren beyin firtinalari neticesinde katilimci ve partiler-üstü bir yaklasimla önce stratejik çerçeve çikartiliyor.
Ardindan, hükümet, parlamento, basin-yayin organlari ve kamuoyu bu stratejik çerçeveyi tüm yönleriyle tartisiyor, gözden geçiriyor. Uygun görülen konularda eylem planlari hazirlaniyor. Bunlarin uygulanmasi, vizyon sahiplerince ve kamuoyunca titizlikle takip ediliyor, gerektikçe gözden geçiriliyor. Siyasi partilerin seçim basarisi bu hedeflere varmak için yaptiklari çalismalar ile ölçülüyor. Hem her geçen gün karmasiklasan ülkenin günbegün yönetimi hem de stratejik gelecek yönetimi, her ne kadar zor olsa da, paralel yürütülmesi gereken bir süreç.
Herkese Pay Çikartmali
Belki gelismenin ve refahin nimetlerini bugünden tatmak isteyenler hakli olarak iki kusak ötesinde gerçeklestirilebilecegi “söylenen” gelecek vizyonuna pek kulak vermek istemeyebilir. Onlari mevcut yasam kosullari ve firsatlar çeyrek yüzyil sonraki öngörülerden daha fazla ilgilendiriyor. Bu itibarla, gelecek vizyonunun sadece tünelin ucunda isik göstermekle kalmayip bir kusagin ömrü süresince meyvesi alinabilecek, tadilabilecek atilimlara öncelik vermesi basarinin ön kosuludur.
Dahasi, stratejik vizyonun benimsenmesi ve belli ölçülerde hedef alinabilmesi için onun sadece en fazla sesi çikanlarin çizgisinde degil, mümkün oldugunca ülkedeki tüm sosyal katmanlarin katkilari ile olusturulmasi gerekiyor. Devletin hazirlayacagi ya da hazirlatacagi gelecege dönük arastirma, hedef ve öncelikler ile de yetinemeyiz. Zaten amaç, kendimizi devletin müsfik ellerine teslim edip merkezi planlamaci bir vizyon gelistirilmesine zemin hazirlamak degil.
Siyasi partiler, birbirlerine alternatif “iktidar dönemi” stratejileri de çikartmali, bunlar siyasi rekabetin temel referanslari haline getirilmelidir. Dahasi, is dünyasi, sivil toplum kuruluslari ve silahli kuvvetler de ayni sekilde gereksinim ve menfaatleri isiginda kendi gelecek vizyonlarini, senaryolarini gelistirip, bunlari kamuoyu ile en genis sekilde paylasmali, telkinler isiginda gözden geçirmelidirler. Özledigimiz kapsamli ulusal ortak vizyonun saçayaklari, masa basi çalismalari ile degil, ancak bu tür katilimci bir yaklasimla belirlenebilir. Yaratilacak karsilikli menfaat baglari bu hedeflerin uygulanma asamasinda kiskançlikla sahiplenilmesini, denetlenmesini de temin edecektir. Sahiplenilmeyen bir vizyon, gündemi kisa süre isgal ettikten sonra tozlu raflarda yerini alir.
Tarih, ulusal bir ülküye heyecanla sarilan uluslarin hedeflerine daha kolay ulastiklarinin çok sayida örnegine taniktir. Tarihte tüm yenilikler, imza atilan büyük basarilar önce bir hayal, rüya, ülkü olarak ortaya atilmis, çogu zaman tepki hatta alay konusu bile olmustur. Hedefleri büyük tutup, hayal gücümüzün, yaraticiligin sinirlarini zorlamaktan çekinmemeliyiz. Samimiyetle inaniyoruz ki, 21. yüzyil, bizim gibi bol laf ve slogan üretenlerin degil, arastirmalarini, bilgi, iletisim ve teknoloji ile bütünlestiren, stratejik hedeflerini halkina benimsetebilmis ve bunlari ciddiyetle uygulamaya geçmis ülkelerin yüzyili olacaktir.
Saglam temellere oturmayan siyasi ve ekonomik zeminin kayganligi, bunun yarattigi bezginlik ve inançsizlik, stratejik planlama ve sistematik tahlil kültürünün eksikligi, Türkiye'deki mevcut vizyonsuzlugun önemli sebepleri arasindadir. Genellikle ya kendimizi yere göge sigdiramiyoruz, ya da tam yerin dibine batiriyoruz. Bunu yaparken de elimizde saglam veri, analiz, projeksiyon araçlari, envanter çalismalari, bilimsel ampirik destekler yok. Seçimlerin, uzun yillardir herhangi bir partiye kendi “vizyonu”nu tek basina uygulayacak mutlak iktidar firsati vermemesi büyük bir handikap yaratti. Birbiri ardina gelen hassas dengelere dayali koalisyon hükümetleri, erken seçim sarmali nedeniyle oy toplamaya dönük popülist programlar uygulamak için birkaç ayi kurtarmaktan baska bir sey düsünemez oldular. Stratejik ve taktik adimlarin bir türlü tutarli bir bütünlük içinde atilamamasi da ayri bir zaafimiz.
Merkezde alinan kararlar, genellikle gerçek yasam kosullarindan kopuk. Ömürleri kisa. Büyük umutlarla girilen islerde kisa zamanda hüsrana ugrayip, mucizevi çözümlere bel baglaniyor. Stratejik bakis açisiyla düsünmek, hesap yapmak, dünyadaki gelismeleri izlemek, dersler almak, düsünsel zenginligimizi arttiracak evrensel bulgulardan istifade etmek yaygin bir çalisma disiplini degil. Iste bu nedenlerle, ülkemizde olduguna inandigimiz potansiyel bir türlü kinetik enerjiye dönüstürülemiyor. Bizler de “niye acaba” diye saf saf sormaya devam ediyoruz.
Dis politikada, Mahan ve Sypkman'in Amerikan küresel stratejisi, Haushoffer'in Alman yayilma stratejisi, Mackinder'in Ingiliz ve Rus stratejisi üzerindeki etkilerine benzer tarzda teori-uygulama iliskisi kuran yaklasimlar gündemimize giremiyor. Son zamanlarda Fukuyama, Huntington ve Brzezinski'nin yeni dünya düzeni yaklasimi, küresel çatismalarin ABD stratejisi açisindan kullanimi, yeni stratejik konfigürasyon gibi konularda Amerikan yöneticilerine sunduklari teorik destek, aslinda bu tür çalismalarin ne denli önemli oldugunun canli örnekleridir. Sükrü Elekdag'in iki buçuk
savas teorisi, Karadeniz Ekonomik Isbirligi, Orta Dogu baris suyu gibi stratejik denemeler, altyapisi iyi kurulamadigindan, pek uygulama alani bulamadilar. Orta Asya'da ne gibi stratejik amaçlar güttügümüz, sonuçta neler elde ettigimiz, tam ortasinda yer aldigimiz dünya petrol jeopolitigine ne katkimiz oldugu da berrak degil.
Hele hele ekonomide birakin dünya çapinda stratejistler çikartmayi IMF, Dünya Bankasi, OECD ve Avrupa Birligi Komisyonu ekonomistlerinin eline kalmis görüntüsü veriyoruz. Borç tuzagindan kurtulmayi saglayacak, kendi öncelik ve kosullarimiza uygun programlar insa edecek, istikrar reçeteleri, bilgi çagi ekonomisi ve kalkinma ekonomisi konularinda baska ülkelere örnek teskil edecek ekonomistler ne kamuda, ne özel sektörde ne de akademik dünyada simdilik ortaya çikmiyor.
Gelecek Senaryolari
- yüzyilin sürat, teknoloji dünyasinda nelerin, nasil, kimler tarafindan yapilmasi gerektigini tam anlamiyla kavrayabilmek için gelecek bilimi (futurology) dünyasinda kisa bir yolculuk yararli olabilir. Lester Brown'un sürdürülebilir kalkinma konusundaki panik yaratici nitelikteki uyarilarini, Stephen Millett ile William Kopp'un önümüzdeki on yila damgasini vuracagini ileri sürdükleri en tepedeki on teknoloji ile ilgili senaryolarini, Nancy Ramsey'in kadinlarin gelecegine iliskin alternatif öngörülerini, Clement Bezold'un önümüzdeki çeyrek yüzyilda çok farkli bir saglik sistemine gidise yol açacagini söyledigi olaganüstü gelismelerini, yakit hücreleri ve elektrikten sonra günes, ardindan hidrojen enerjisi ile çalisacak arabalari, güney Ingiltere'deki Yalding genetik bahçesini, uzaydaki amatörlerin denemelerini ve diger ileriye dönük gelismeleri ögrendikçe ülkemizde bu alanlarda yasanan fikir yoksullugu içimizdeki “gelecek korkusu”nu daha da artiriyor.
Elbette ki, bugünün bilinmezlerinin bizi daha fazla ilgilendirdigini, hatta gelecegi görebilme yetisinin sadece peygamberlere ya da falcilara ait oldugunu söyleyip, bu konudaki sorumlulugu üzerimizden atmak mümkün. On yil, hele hele 21 yil sonrasina, kim öle kim kala! Ancak, degisimin sürati arttikça bireyler, kurumlar hem ayakta kalabilmek, hem de yeni ortaya çikmakta olan firsatlari kendi lehlerine çevirebilmek için ister istemez gelecek perspektifine, öngörülerine daha fazla sarilma ihtiyacini duyuyorlar. Pratik anlamda gelecegin neler getirecegini, hazirlanmak için neler yapmak gerektigini birçok ciddi kurulus kendi gereksinim ve menfaatleri isiginda inceliyor. Bazi sirketler kadrolarina gelecek bilimcileri alirken bazilari da disaridan danismanlar kullaniyorlar bu amaçla. Yeni bin yila girmis olmamiz bu konuya ilgiyi geçmise kiyasla biraz daha arttirdi.
Geçimlerini gelecekten kazanan bilimciler genellikle 10 ila 50 yillik dönemi temel aliyorlar. Daha ziyade günümüzü ve kisa vadeli öngörüleri ilgi sahasi içinde gören iktisatçilar ise bir ila üç yilin ötesine geçmekte istekli görünmüyorlar. Uzun vadeli degisimi kesin çizgiler ile ortaya koymak mümkün olmadigindan gelecege dönük egilimler çikartilmasi, çesitli alternatif öngörüler gelistirilmesi yoluyla herkese kendi tercih ettigi gelecek vizyonunu seçme kolayligi saglanmasi en dogrusu gibi. Son yirmi yildir sekilden sekile girmekte olan küresellesme olgusu, Sovyet Bloku'nun yikilisi ve
11 eylül sendromu sonrasindaki degisim sürecine ayak sürüyerek gerekli uyumu zamanlica gösteremeyenler -ister kisi, ister sirket, ister devlet olsunlar- sadece
kaçinilmaz sonlarini geciktiriyorlar. Ayni zamanda ülkelerinin 21. yüzyila bilhakkin hazirlanmalarinin, çocuklarinin gelecegini heba etmenin, yeni olusmakta olan güçler dengesi denklemlerinin disinda kalma ve bir daha karsilarina kolay kolay çikamayacak firsatlari kaçirmanin da vebalini üstleniyorlar.
Projeksiyon mu, Aykiri, Yaratici Düsünceler mi? Belki tipik bir politikacinin, dört yillik seçim dönemi içinde sonunu göremeyecegi, dolayisiyla “meyvesini” yiyemeyecegi, uzun yillara yayilacak böyle bir ise soyunmayi “karli” bulmamasi anlasilabilir. Öte yandan, fiziki ömrümüzün sinirini bildigimiz için uzun vadeli öngörüleri emeklilik ötesine tasinca birey olarak bizim de fazla ilgimiz kalmayabilir. Gelismenin ve refahin nimetlerini bugünden tatmak isteyen hiç kimse kendi kusaginin ötesindeki zaman diliminde gerçeklestirebilecek vizyon vaadlerine pek kulak vermiyor. Bu itibarla, gelecek vizyonunun sadece tünelin ucunda isik göstermekle kalmayip bir kusagin ömrü içinde gerçeklestirilebilecek, sonucu alinabilecek atilimlara öncelik vermesi, inandiricilik ve destek toplama bakimlarindan, büyük önem tasimaktadir.
Gelecege iliskin uzun vadeli projeksiyonlar üretmek sanildigi kadar zor bir is degil aslinda. Okuyucuyu istatistiki öngörüler havuzunda bogup istedigimize göre “altin çag” ya da “kabus” senaryolarina malzeme saglayabiliriz. Sözgelimi, 2023 GSMH büyüklügü, ihracatimizin ithalati karsilama orani, kisi basina gelir düzeyi, dis borç hacmi ve benzeri büyüklüklerle ilgili olarak geçmis verilere bakilarak, bugünden gelecege uzatma (extrapolation) yoluyla “bilimsel” projeksiyonlar çikarilabilir. Sonuçta, is dönüp dolasip bilgisayara yüklenilen verilerin istedigimiz senaryoyu destekleyecek sekilde islenmesine dayaniyor. Tabii, soyut kalma ve rakamsal uçukluklara teslimiyet riskini de göze alarak. Bizce,
dogru olani modern falciliga kalkismak yerine öncelikle ülkenin gereksinim duydugu stratejik vizyonun ortak paydalarini,temel parametrelerini ve hedeflerini katilimci bir yaklasimla belirlemektir. Gerisi su ya da bu tercihe uygun sekilde olusturulabilir.
Stratejik Senaryo Planlamasi
Vizyon çalismalarinda 1970'li yillarda Royal Dutch/SHELL tarafindan gelistirilen “senaryo planlama” teknigi yaygin olarak kullaniliyor. Gelecegi öngörmek, sistematik analizin ötesinde özel bir çaba gerektiriyor. Bunun yaraticilik, hayal gücü ve sagduyu ile de takviyesi zorunlu. Iyi bir senaryo, sadece gelecegin dogru sekilde öngörülmesinde degil ayni zamanda kurumlarin ögrenmesini, uyum saglamasini ve süregiden “stratejik tartisma”nin derinlestirilmesini saglayip saglamadigi ile de ölçülüyor.
Önümüzdeki on-onbes yil içinde hangi sanayi ve is kollarinin öne çikacagini bilmeden ne tür bir kariyer çizgisi izleyecegimizi belirleyebilir miyiz? Ne biçim bir toplum içinde yasayacaklarini gözönünde bulundurmadan çocuklarimizin ileriki egitimlerini planlayabilir miyiz? Emekli olunca kullanacagimiz geliri bugünden hangi yatirim aracina kanalize edecegimizi bilebilir miyiz? Gerçek yasamda büyük sirketlerin yöneticileri ya da iktidardaki siyaset adamlari benzeri ikilemler yasiyorlar. Binlerce, hatta milyonlarca insanin yasamini temelden etkileyen kararlarin dogru ya da yanlis oldugu ancak yillar sonra ortaya çikiyor. Bu itibarla, belirsizlik ortaminda karar alicilara yardimci olacak çalismalara büyük ihtiyaç var. Günümüzde büyük sirket
yöneticileri ve devlet yönetiminin zirvesindeki beyinler gelecege dönük önemli kararlari almadan önce senaryo planlama teknigine artan ölçüde basvuruyorlar.
Bu amaçla, her biri digerinden farkli ve ileride içinde yasamak ya da çalismak zorunda olacagimiz farkli dünyalarin modelini tasarlayan birkaç senaryo gelistiriliyor. Gelecegi farkli istikametlere yöneltebilecek kuvvetleri ortaya koyan senaryo planlamasi, öncelikle odaktaki mesele ya da karari tanimlama ile ise baslar. Dolayisiyla, ele almak istedigimiz konu üzerinde mutabakat saglamakla planlama sürecinin tetigi çekilir. Bazen sorulan soru çok genis boyutlu olabilir: “Rusya'nin Gelecegi Ne Olacak?”, “Türkiye, Avrupa Birligi'ne Ne Zaman Tam Üye Olarak Girecek?” Bazen de son derece spesifik: “Yeni Bir Isletme Sistemi Satin Alalim mi?” ya da “Gelecek Yil Hangi Iplik Dokuma Makinesini Seçelim?”, “Alanya'daki Tesisler Için Istikrarli Alman Turistleri mi Yoksa Daha Çok Harcayan Ruslari mi Hedefleyelim?” gibi. Her iki durumda da seçilecek konu(lar) üzerinde mutabakata varmak senaryo gelistirme sürecinin ilk adimidir.
Senaryo planlamasi, geleneksel planlamadan farkli, alternatif bir yaklasim benimsiyor. Öngörüde oldugu gibi en olasi gelecegi belirlemeye çalismak yerine birkaç olasi gelecek menzilini tariyor, genellikle üç ya da dört gelecek senaryosu seçiliyor. Biz aslinda bunu kendi günlük yasamimizda da yapiyoruz: bir ev almak için kredi isterken sadece bir tek olasiligi düsünüp digerlerini gözardi etmektense faiz oranlari yükselirse ya da düserse ne olur, isimi kaybedersem ya da hasta olursam krediyi nasil ödeyecegim gibi bir dizi olasiligi hesaba katmiyor muyuz?
Stratejistlerin Kafasindan Geçenler
Günümüzde stratejistlerin gelecege dönük olarak kafa yorduklari çok sayida meseleden bazilari söyle siralanabilir:
- ABD'nin yegane süper güç konumu daha ne kadar sürebilir? Türkiye, AB ile ABD arasinda seçim yapmak zorunda birakilabilir mi?
- Avrupa Birligi, 30 üyeli federal devlete dogru mu yol alacak yoksa mevcut çatlaklar daha da genisleyecek mi? Euro'nun dolar ve yen bölgelerini tehdit etmesi sözkonusu mu? AB, “ekonomik deve, siyasi cüce” tanimlamasini geride birakarak olusturdugu savunma kuvveti ile, Washington'u dislayarak, Ortadogu ve Kafkaslara askeri müdahalede bulunabilir mi? Türkiye, gerçek anlamda tam üye olabilecek mi? Yoksa sulandirilmis ve geçis süreleri uzun tutulacak zayif bir entegrasyona mi mahkum edilecek?
- Çin, ekonomik bakimdan dogu ve bati bölgelerine bölünecek mi, yoksa büyümesini sürdürüp 2025'e kadar hedefledigi dünya süper gücü statüsüne yükselebilecek mi? Rusya, Putin yönetiminde ekonomiyi düzlüge çikarip “yakin çevre”deki eski sömürgesi cumhuriyetleri yeniden Moskova'nin çizgisine çekebilir mi? Petrol ve dogal gaz sevkiyatini siyasi amaçlarla kesebilir mi? Türki devletlerdeki, mevcut yönetimlerden iktidari devralacak yeni kusak liderlerin tercihi ne yönde gelisecektir?
- Degisen güç dengeleri isiginda içinde Çin, Rusya, Hindistan, Endonezya ve Brezilya'nin da yer alacagi G-7'ye rakip bir ekonomik gruplasma mümkün mü? Çin ve Rusya'nin semsiyesi altinda olusturulan “Sanghay Beslisi” grubu Orta ve Dogu Asya'da NATO/ABD'ye meydan okuyacak bir savunma mekanizmasina dönüsür mü? Çin'in Ortadogu ve Kafkaslardaki stratejik ortagi Iran mi olacak?
- Yükselmekte olan pazarlar, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi yolunda gözü kapali “fanatik” piyasa ekonomisi yaklasimini geçersiz kilacak özgün yeni sentezler üretebilecekler mi? Küresellesme ekonomik milliyetçiligi mi yoksa daha genis liberalizasyonu mu körükleyecek?
- Türkiye'deki, Kürt ayrilikçi hareketi ve Islam köktendinciligi demokrasi çerçevesinde marjinallesecek mi yoksa ülkedeki kutuplasma daha da gerilecek mi? Suriye ve Iran güney Irak'taki Sii topraklari üzerinden birbirlerine baglanabilirler mi? Nüfuslari 25 milyonu buldugu söylenen Iran Azerileri kuzeydeki Azerbaycan ile birlesebilir mi? Buna Rusya ve Ermenistan'in tepkisine Türkiye kayitsiz kalabilir mi?
- Dünya petrol piyasasinda OPEC için bir gelecek var mi? Önümüzdeki onyillarda petrol ikmal güvenligi tehlikeye girebilir mi? Alternatif enerji kaynaklari, uzay ve okyanus enerji teknolojileri dünya petrol piyasalarini nasil etkileyecek?
- Özellikle bölgemizde “Su Savaslari” önlenebilir mi? Boru hatlariyla su tasinmasi ve uluslararasi su piyasalarinda fiyat belirlenmesinde rolümüz ne olacak? Su ikmal güvenligi yüzünden sicak savaslar patlak vermesinin önüne nasil geçilebilir?
- Birlesmis Milletlerin 2020 yilina kadar “Açlikla Mücadele” eylem plani çerçevesinde yeryüzünden açligi silme hedefi ne ölçüde gerçekçi? Yabanci sermaye neden yoksul ülkelere gitmiyor? Küresellesmenin nimetleri daha genis kitlelere yayilamazsa nasil bir yeni uluslararasi ekonomik mimari olusur? Yolsuzluklarla mücadele ve küresel çevre korunmasi için uluslararasi polis gücü gerçekçi mi?
- “Uzay Yolu” dünyasi devletlerin mi, yoksa çokuluslu özel sirketlerin mi egemenliginde olacak?
Alternatif Gelecekler ve Yarinin Egilimleri
Shell'in stratejik senaryo gelistirme tekniginden yararlanarak 2002'den 2023'e uzanacak olursak bu dönemi etkileyecek bes temel degisim gücü görüyoruz:
(i) gezegenimizdeki insanlarin sayisi ve cografi dagilimi; (ii) dünyadaki jeopolitik kurum/dengeler ve bunlarin karsilikli etkilesimleri; (iii) uluslararasi ekonomik sistem;
(iv) yeni teknolojilerin yansimalari; ve (v) dogal çevrenin empoze ettigi ekolojik kisitlamalar. Bunlarin herbiri dünyanin gelecegini derinden etkileme potansiyeline sahip kuvvetlerdir. Dengelenmeleri ve uyum içinde tutulmalari son derece güçtür. Dünya toplumu neye karar verirse versin nihai sonuç, devletler, çokuluslu sirketler, uluslararasi örgütler, dini hareketler ya da asiri gruplar gibi devlet-disi aktörlerin niteligine, etkilesim biçimlerine bagli olacaktir.
“2020 Visions” baslikli kitaplarinda, iki gelecek bilimci, Richard Carlson ve Bruce Goldman, teknolojinin, degisiklik ve ekonomik çatismanin sürükleyici gücü oldugunu vurgulayarak, televizyon/bilgisayar/telefon birlesmesi yoluyla “teknotopya” toplumu dogacagini; biyoteknolojinin etki bakimindan enformasyon teknolojisi ile rekabet edecegini; ulus devletlerin mega devletlere dönüsecegini; 21. yüzyilin `Avrupa Yüzyili' olarak tarihe geçecegini, bazi Kanada eyaletlerinin ABD'ye katilacagini; Japon mucizesinin sürdürülemeyecegini; Çin'in yükselis trendinin devam edecegini; dünya enerji talebinin yüzde 50 oraninda artacagini ve uyusturucu kullaniminin tedricen suç olmaktan çikartilacagini öngörüyorlardi.
Eldeki mevcut ekonometrik modeller, dünya nüfusunun bugünkü bes milyardan 2023'e kadar sekiz milyarin üzerine çikacagini isaret ediyor. 2035'e kadar da 10 milyar esigini asmasi bekleniyor. Tabii ki, bu öngörü aradan geçecek sürede büyük bir dogal ya da insan yapimi felaket yasanmayacagi varsayimina dayaniyor. En fazla nüfus artisi, basta ekvatoryal ve güney yarimküresi ülkeleri olmak üzere dünyanin yoksul ülkelerinde meydana gelecektir. Sanayilesme sonrasi toplumlarin çogunda nüfus yaslanmasi olgusu kendisini artan ölçüde hissettirecektir. Tip ve biyotip teknolojisindeki ilerlemeler ve daha saglikli yasam biçimleri sayesinde ortalama yasam süresi uzayacaktir. Buna karsilik, sanayilesmesini tamamlayamamis yoksul ülkeler genç ve orta yas yetiskinlerin baskin oldugu istikrarsiz ve tatminsiz geç toplumlar olmayi sürdüreceklerdir.
Wolfgang Lutz'un The Future of World Population çalismasinda ise, dünya nüfusunun 2030 yilina kadar Bati Avrupa'da yüzde 10, Kuzey Amerika'da yüzde 35, Çin'de yüzde 50, Güney Amerika'da yüzde 75 ve Asagi Sahra Afrikasi'nda yüzde 298 artacagi ileri sürülüyor. ABD'nin nüfusunun 1994'teki 261 milyondan 2025'de 350 milyona çikmasi bekleniyor. Gelisme yolundaki ülkeler 2030 yilinda dünya nüfusunun yüzde 87'sini olusturacaklar. 1994'da 5.61 milyar dünya nüfusu 2010 yilinda yüzde 25.2'lik artisla
7.02 milyara yükselecek. Bölgesel düzeyde baktigimizda Afrika nüfusunun 2010'da
1.08 milyara, Asya'nin 4.25 milyara, Avrupa'nin ise 738 milyona çiktigi görülecek. Ülkeler arasinda ise Çin, 1.38 milyar, Hindistan 1.16 milyar, Rusya 145 milyon ve Almanya 78 milyon düzeyinde seyredecektir. Afrika'da nüfus 24 yilda ikiye katlanacak, buna karsilik ayni miktarda nüfus büyümesi için Avrupa'nin 1025 yil beklemesi gerekecektir. Ayni incelemede, Türkiye'nin nüfusunun 2000'de 68 milyondan 2025'de 92 milyona çikacagi tahmin ediliyor.
Bu arada, bilimadamlari küresel iklim degisikliginin insanlarin biyosistemlerini etkileme potansiyeline de dikkat çekiyorlar. Önümüzdeki yüzyilda ortaya çikacak yeni bir süper Ebola virüsünün dünyanin dört bir tarafina yayilabilecegi, insan türünün yok olma tehdidi ile yüzyüze kalabilecegi de ileri sürülmektedir. Dünya enerji kaynaklarinin, özellikle de fosil yakitlarin süratle tükenmesi nedeniyle alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarina yönelis hizlanacaktir. Gezegenimize yakin uzaydan enerji ve hammadde kaynaklari elde etmek için dev adimlar atilacagi; bu kapsamda, günes, rüzgar ve hidrojen enerji kaynaklarinin kullanilacagi, Mars gezegeninin kaynak temini için isletilebilecegi de tahmin ediliyor.
Dünya ekonomileri arasindaki derinligine bütünlesme, insan sermayesindeki iyilesmeler ve teknolojik degisim dünya refahinda sürekli büyüme için potansiyel
saglayacaktir. Enformasyon teknolojisi, biyoteknoloji, ileri malzemeler, alternatif enerji kaynaklari ve daha iyi ulasim önemli roller oynayacaktir gelecek yasamimizda. Sözgelimi, mikro-elektronikteki ilerlemeler dünya çapinda iletisimi hizlandiracak, mevcut toplumsal ve ekonomik iliskilerin “küresel bir enformasyon toplumu”na dönüsümünün temellerini saglayacaktir. Böyle bilgi toplumu sanayi yapilarinda ve toplumsal iliskilerde muazzam dönüsümlerin tetigini çekebilir. Tipki sanayi devriminin o zamanki tarimsal toplumlari dönüstürmüs oldugu gibi.
Biyoteknoloji tarimsal verimlilikte, saglik hizmetlerinde ve çevrenin korunmasinda büyük ilerlemelerin yolunu açma potansiyeline sahiptir. Ileri malzemeler, havacilik- uzay, otomobil, elektronik, tekstil ve insaat sektörlerinde devrim yaratabilir. Ulasim, isitma ve elektrik üretimi için alternatif enerji kaynaklari gelistirilebilir. Ulasim altyapisindaki ilerlemeler, hizmetlerde bilgi teknolojisinin kullanimi sayesinde, uluslararasi ticaret ve turizm için daha genis firsatlar yaratilacak, küresel ulasim maliyetleri azaltilacaktir. Giderek düsmekte olan maliyetler, tüm bu teknolojileri gelisme yolundaki ülkelerin bile ulasabilecegi düzeye getirmektedir.
Gelecekte ulusal hükümetlerin güç yitirmesi ve teknolojinin mobiliteyi arttirmasi nedeniyle uluslararasi örgütlü suç sebekelerinin denetlenmesi daha da güçlesecektir. Berlin Duvari'nin yikildigi günden bu yana uluslararasi yer alti dünyasi Rusya ve diger eski Dogu Bloku ülkelerine tasindi. Rusya'da hizla yükselen karaborsa, uyusturucu üretim ve ticaret potansiyeli, her çesit silahin kolaylikla bulunabilecegi askeri depolar, dünyanin en zengin dogal kaynaklari, insanlardaki doyurulmasi güç dolar açligi ve de Batili ortak arayisindaki güçlü yerli mafya ülkenin gelecegini tehdit ediyor. Sicilya, Amerikan, Kolombiya, Türk, Kürt, Çin ve Iran mafyalari Rusya'daki isbirlikçileri ile ortakliklar kurmak suretiyle sinirsiz bir yer alti dünyasi olusturuyorlar. Halihazirda örgütlü suç sebekelerinin yillik karinin 1 trilyon dolar (dünya ekonomik büyüklügünün yüzde 4'ü) civarinda oldugu tahmin ediliyor.
Önümüzdeki yüzyilda devletlerin bölgesel konfederasyonlar çerçevesinde gevsek örgütlendikleri çok kutuplu bir dünyaya gidisi de görecegiz. Avrupa Birligi, Asya- Pasifik Ekonomik Isbirligi, Amerikan Devletleri Teskilati ve NAFTA gibi bölgesel bütünlesme girisimleri iste bu yeni ortaya çikmakta olan düzenin güç kazanacak aktörleridir. ABD, serveti, teknolojik üstünlügü, askeri gücü ve diger devletler arasinda konsensüs insa etme yetenegi nedeniyle en azindan 21. yüzyilin ortalarina kadar dünyanin önde gelen süper gücü olmaya devam edecektir. Diger büyük bölgesel güç merkezleri arasinda Almanya (özellikle Avrupa Birligi güçlü bir kimlik gelistirirse), Japonya, Çin, belki de Brezilya ile Rusya'nin da sayilabilecegi söyleniyor. Bu arada, devlet-disi aktörler uluslararasi iliskiler düzeni üzerinde kapsamli etki yapmaya devam edeceklerdir. Çokuluslu sirketler, suç örgütleri, hizla serpilen sivil toplum örgütleri ve devlet disi siyasi gruplar açik ya da örtülü yöntemlerle ulusal/uluslararasi politika kararlarinda önemli roller oynayacaklardir. Ulusal hükümetlerin rolü nüfuslarinin refah ihtiyaçlarinin karsilanmasi gibi daha ziyade içe dönük olacaktir.
Yilda ortalama yüzde 3.2 büyüyecegi varsayilirsa dünya GSMH'nin 2023'e kadar ikiye katlanmasi mümkün. ABD, hiç kuskusuz dünyanin en büyük ekonomisi olmaya devam edecektir. Ancak, dünya GSMH'sindeki payi bugünkü yüzde 22'den daha düsük
olacaktir. Satin alma gücü paritesine göre hesaplandiginda GSMH büyüklügü bakimindan Çin'in yüzyilin ilk çeyreginde ABD'yi geçebilecegi tahmin ediliyor. Kaçinilmaz sekilde ticaret ve yatirim anlasmalari devlet arasi iliskilerde askeri ittifak ve anlasmalardan, ekonomik güvenlik de askeri güvenlikten daha önemli hale gelme temayülünde. Çokuluslu sirketler dünya ekonomilerini birbirine eklemlediklerinden uluslararasi ve ulusal güvenligi birbirinden ayri düsünmek zorlasiyor. Krize ragmen en kuvvetli GSMH büyümesi hala Asya-Pasifik bölgesinde. Biraz gecikmeyle de olsa “Pasifik Yüzyili” slogani gerçeklesme yoluna girecek gibi görünüyor.
Süratli, yüksek hacimli telekomünikasyon teknolojisi –bilgisayar sürati, bilgi depolamasi ve kapasitesindeki muazzam iyilesmelerle de birlestiginde- küresel alanda birbirine baglanmis genis, enteraktif bilgisayar veri temellerinin gelistirilmesini mümkün hale getiriyor. Bu teknoloji bütünlesmesi sayesinde dünyanin en zengin bilgi hazinesi evindeki bilgisayar ekraninin önünde oturan siradan bireyin kullanimina sunulmaktadir. Bilgisayar yongalarinin mikro-minyatürü ve nano-teknoloji, yapay zeka ile de kaynastiginda, ürün gelistirilmesi sürecinde devrim yaratacaktir. Robotlarin günlük yasamimizda daha yaygin kullanimlari mümkün hale gelecektir. Bilgi teknolojisi ve süper-bilgisayarlar yasam biçimlerinin genetik mimarisinin daha iyi anlasilmasina yardimci olacaktir. 2020'ye kadar dünya bir genetik mühendislik devriminin basladigina tanik olacaktir. Bu yeni teknoloji, yasam kalitesini ve tibbi büyük ölçüde iyilestirecek, gida arzini da arttiracaktir. Bu arada, tabii ki kaçinilmaz olarak bazi dini ve manevi degerlere aykirilik temelinde itirazlarin yükselmesi sasirtici olmayacaktir. Dinler arasindaki diyalog ve yakinlasma, fanatik köktendinciligi agirligi altinda ezecektir.
Günümüzde dünya sistemini biçimlendirmekte olan en önemli kuvvetlerden birisi, çevre ve doganin korunmasidir. Dünya nüfusu büyürken çevrenin üzerindeki baski daha da artacaktir. Geçmis uygarliklar, asiri toprak islenmesi gibi yeryüzü kaynaklarinin kötü kullanimi yüzünden zorunlu göçler yasamislardi. Orta Asya'dan atalarimizin neden Anadolu'ya göçmek zorunda kaldiklarini hatirlayalim. Nüfus artisinin en güçlü yasanacagi yoksul ülkelerde çevre kirlenmesinin vahim boyutlara ulasacagi anlasiliyor. Bazi bölgeler asiri iklim degisikleri yasayacak; bu durum da ister istemez su ve gida üretim kapasitesini etkileyecektir. En önemli dogal kaynak kaybi, taze içme suyunda beklenebilir. Birkaç yil sürebilecek bir kuraklik etki altina alacagi bölgeyi kaosa ve insanlarini da göçe sevk edebilir. Zengin bölgeler bu sorunlari asabilecek donanima sahipler. Ancak yoksullar simdi oldugu gibi ciddi güçlüklerle yüzyüze ve basbasa kalacaklardir.
Gelecegin dünyasi, zengin ve yoksullar arasindaki uçurumun daha da büyüyecek olmasi nedeniyle bugünkünden daha istikrarli ve barisçil olmayacak gibi görünüyor. Belki de bugünleri mumla aramak zorunda kalabiliriz. Siddet, terör ve silahli çatismalar teknolojik ilerlemeler yüzünden çok daha tehlikeli boyutlara tirmanacak, önlenmeleri ya da kontrol edilmeleri daha da güçlesecektir. Dünyanin büyük bölümü daha yogun teknoloji kullanacak, daha materyalist ve bencil yasamaya devam edecektir. Varlikli ülkeler, bilginin denetimi yoluyla kendi insanlarinin refah düzeylerini arttirmaya çalisacaklardir. Bu ülkeler, yoksul ülkelere de yardimci olmaya çalisacaklar, ancak baskalari için özveride bulunma konusunda isteksiz davranmalari nedeniyle, bu çabalari arzu edilen etkiyi yaratamayacaktir. Hatta bireyselciligin yükselisi nedeniyle
egitim, ulasim, adalet ve kamu sagligi gibi kaygilar bireyin servet elde etme arzusu ile çatisabileceginden deger bunalimlari bile dogabilecektir.
Devletlerarasi iliskilerde toprak kazanimi, bölgesel rekabet ve eski etnik ya da dini düsmanlik gibi geleneksel çatisma kaynaklarinin tamamen kaybolup gitmesini de beklemeyelim. Onlarla birlikte yasamayi ögrenmek zorundayiz. Belki 21. yüzyilda bunlara baska bazi etmenler de katilabilir. Ulusal güvenlikte ekonominin öneminin giderek artmakta olmasi, bunu çatisma kaynagi olarak daha fazla gündeme getirebilir. Kusku yok ki, günümüzün ticaret savaslari gelecegin ekonomik savaslari yaninda hafif kalacaktir. “Ekonomik güvenlik, askeri güvenlikten daha önemlidir” inanci giderek güçlenecektir. Ekonomik bloklar arasindaki rekabetin sicak çatismalara dönüsmesi ihtimali de yabana atilmayacak kadar ciddiyet kazanabilir. Sayet ticari ve istihdama dönük yan faydalari da olmayacaksa sirf ulusal güvenlik amaciyla devletlerin uzaya ya da silah sistemlerine yatirim yapmalari, bunlar için parlamentolardan karar çikartmalarinin hayal olacagini da simdiden söyleyebiliriz.
Irk, etnik, dini, toplumsal, siyasi ya da özel menfaat gruplari arasindaki farkliliklar ve toplumlarin parçalanmasi devletler içinde ve devletler arasinda çatismalara zemin hazirlayacaktir. Etnik selfdeterminasyon savaslarinin eski SSCB ve Yugoslavya'da oldugu gibi yeni devletlerin dogusuna yol açmasi sasirtici olmayacaktir. Bugünkü 180- 190 civarinda devletten olusan “uluslararasi toplum”, Dogu Avrupa, Ortadogu, Asya ve Afrika'daki kabile ya da etnik çizgilere göre kurulacak yeni devletçiklerle birlikte 250 üyeli bir “küresel köy”e dönüsebilir.
Devletlerin etkinliginin azaltilmasi süreci hizlanarak süreceginden kusku duyulmuyor. Buna karsilik, devlet disi aktörlerin, alt bölgelerin güç kazanmalari, asiri gruplarin sahneye çikmalari beklenebilir. Hava, deniz ve karada korsanlik, kaçakçilik, yasadisi mallar ticareti, santaj, bilgi hirsizligi,sanayi casuslugu, teknoloji sabotaji ve diger faaliyetler devletler ile devlet disi aktörler arasindaki çatismaya yogunluk kazandiracaktir. Kitle imha silahlari ve onlari gönderme araçlari, aksi yöndeki tüm çabalara karsin, yayilmaya devam edecektir. Uzaydan bu faaliyetlerin izlenmesi, hatta çevre korunmasina uygunlugun saptanmasi, gerektiginde standartlara riayet için zor kullanma dahil yaptirimlara basvurulmasi da mümkün hale gelebilecektir.
Büyük ekonomik külfet altina girmeden ve gerektigi zaman uzaya ulasabilen devletler uluslararasi toplumun diger üyeleri üzerinde daha fazla ticari ve askeri üstünlüge sahip olacaklardir. Büyük güçler önümüzdeki yüzyilda, sayet uzaya ulasmayi ve uzayi kendi menfaatleri için genis sekilde kullanmayi basarmislarsa, dünya sisteminde süper güç olarak kalmaya devam edebileceklerdir. Askeri ve ticari uzay sistemleri arasindaki ayrimlarin da belirsizlesecegini bekleyebiliriz. Zengin ülkeler, uzayda kurduklari altyapiyi kendi egemen topraklarinin bir parçasi olarak görecek ve onlari korumak için uydu-savar ve ileri uydu savunma teknolojileri gelistireceklerdir. Yerküresine büyük hasar verebilecek asteroidlerin yörünge disina çikarilmalari ya da imha edilmeleri için ortak uluslararasi çabalar baslatilmasi mümkündür.
Ülkelerin Siniflandirilmasi: Dört Senaryo
Antik Yunanlilar ve Çinliler dünyayi “medeni”, “yari-medeni” ve “barbar” olmak üzere üç gruba bölmüslerdi. Müslümanlar, dünyayi “Islam'i izleyenler”, “kutsal kitaplarin halklari” ve “dinsizler” olarak tanimlamaktaydilar. 1970'lerde üniversitelerde okudugumuz “dünya sistemi” tahlili ise “merkez”, “çevre” ve “yari çevre” kavramlarina dayali, ekonomi agirlikli bir tanim getiriyordu. Daha yakin zamanlarda, “Birinci”, “Ikinci” ve “Üçüncü” Dünyalar yok muydu lügatimizda? 1990 öncesinde Marksistlere sorsaydiniz, dünya “kapitalistler”, “sosyalistler” ve “proleter sinif” arasinda paylasilmisti. Bugün piyasa ekonomisi taraftarlari “Üçüncü Yol”, “Vahsi Kapitalist”, “Sosyalist Piyasa Ekonomisi” ve benzeri gruplara bölünmüs durumdalar.
Gelecege dönük benzeri siralamayi yine eskisi gibi üç kategoriye indirecek olursak birinci kusagi istikrar ve çok boyutlu bütünlesme ile tanimlayabiliriz. Ekonomileri, geleneksel agir sanayiden ziyade bilgi yönetimi, kullanimi ve yaratimina dayalidir. Birinci kusagin bütünlesmesi durumunda genellikle çatisma kaynagi olarak bilinen ulusal menfaatler, sinirlar ve egemenlik önem kaybedecektir. Hükümetler kendilerini is dünyasinin koruyuculari olarak göreceklerdir. Kaba kuvvet kullanmaktan kaçinilacak, güvenlik stratejileri çatisma önlenmesini, askeri stratejiler ise savunmayi esas alacaktir.
Ikinci kusak, bugünkü sistemde “yeni sanayilesmekte olan ülkeler” dedigimiz devlet aktörleri ile eski Sovyet Bloku'nun gelismis ülkelerini kapsamaktadir. Ekonomilerinin temelini geleneksel sanayi üretimi olusturacaktir. Devlet ve is dünyasi çogu zaman esit düzeyde güç dengesine sahip olacak, zaman zaman biri digerine üstün gelebilecektir. En yogun siyasi tartismalar, birinci kusak ile daha fazla bütünlesmeyi savunanlar ve ekonomik milliyetçiligi savunanlar arasinda meydana gelecektir. Demokrasiden uzaklasma egilimleri gözlenecek, ayrimcilik birçok ikinci kusak ülkenin yönetimine, bekasina ve istikrarina ciddi bir tehdit teskil edecektir. Ikinci kusak liderleri egemenligi kiskançlikla savunacaklardir. Güvenlik ve askeri stratejileri, “adil savas ve ulusal menfaatlerin korunmasi bazen devlet denetiminde siddet kullanimini gerekli kilmaktadir” görüsüne dayali olacaktir.
Üçüncü kusakta, ekonomik durgunluk, kötü yönetim ve siddet yogun sekilde yasanmaktadir. Temel ihtiyaçlarin karsilanmasina dönük üretime, takas ticaretine ve artan suç sebekelerine dayali gayri-resmi ekonomiler üçüncü kusak ülkeleri için resmi ekonomiden daha önemli olacaktir. Üçüncü kusagin bazi bölümlerine hammadde üretimi ve ihraci, imalat sanayi ürünleri ithali ve dis yardim yoluyla küresel ekonomiye baglanacaklardir. Ancak nüfusun çok küçük bir bölümü bu süreçten olumlu yararlanacaktir.Demokrasiye ulasma çabalari genellikle basarisizliga ugrayacak, “beyin göçü” hizlanacak, devletin etkinligi, egemenligi zayiflayacaktir.. Üçüncü kusak ülkelerde siddet günlük yasamin çok sik rastlanilan bir rutini olacaktir.
“Vizyoncu” Ülkeler
Tipki kendisini gelecegin bilinmezlerle dolu olduguna sartlandirmis birçok insan gibi, siyasi liderler de, genellikle, gelecekten çok geçmis deneyimlerine dayanarak, ülkeyi yönetmeyi tercih ettiklerinden ve de kendilerini seçim süreleri ile sinirli gördüklerinden, zaman çalici olarak algiladiklari ve korktuklari gelecekten mümkün oldugunca kaçiniyorlar.. Bu nedenle her toplumda, günlük kisir çekismelerin, kisa dönemli bakis açilarinin üzerine çikarak, ülke için gelecegi dönük stratejik tehdit ve firsatlari degerlendirecek, muhtelif senaryolar isiginda ulusal menfaat ve gereksinimleri küresel akimlarla bagdastiracak uzun vadeli, uygulanabilir stratejiler gelistirecek beyin takimlarina ihtiyaç var.
Nitekim, Banglades'ten Amerika Birlesik Devletleri'ne, Botswana'ya, Kazakistan'a kadar hemen her ülke, 21. yüzyilin kosullarina simdiden hazirlanmak, belirledikleri hedeflere uygun politika ve yapisal degisiklikleri teknolojik dönüsümleri gerçeklestirmek için yogun çaba sarf ediyor. Malezya, 1997 mali bunalimi öncesine kadar “2020 Vizyon” programini asama asama uygulamaya koymaya çalisiyordu. Çin “sosyalist piyasa ekonomisi”ne geçis ile birlikte kati planlama anlayisini tedricen terkederken, 50 yillik yönlendirici stratejik gelisme planini hala kutsal kitap gibi görmeye devam ediyor.
1970'li yillarda 20 yila kalmaz dünya ekonomisindeki hakim tepeleri kontrol edecegi öne sürülen Japonya'nin –ciddi bir yeni atilim baslatamamasi halinde—gerileme dönemine girmek üzere oldugunu gören is ve sanayi dünyasinin ortak sesi Keidanren “2010 Yilina Kadar Yeni Bir Japonya Yaratma Programi” öneriyor. Çogumuzun haritadaki yerini bile bilmedigi Botswana 2017 Vizyonu'nun pesinde. Toplumun hemen her kesiminden seçilmis 43 etkili liderden olusan bir ekibin hazirladigi “Destino Colombia” projesi Kolombiya'nin gelecegine iliskin dört ayri senaryo ortaya koyuyor. Basta Birlesmis Milletler, Dünya Bankasi OECD ve Dünya Ticaret Örgütü olmak üzere tüm uluslararasi kuruluslar ve federalizm yolundaki Avrupa Birligi de “ya reform, ya yok olma” seçenegi karsisinda, gelecek rollerini tanimlarken süratle kabul degistirmeye öncelik veriyorlar.
Gelelim Türkiye'ye...
Aslinda gelecege umut ve heyecanla bakilmasi, büyük iddia ve hayallerin gerçeklestirilebilmesi için yeterli idare, kaynak ve potansiyel ülkemizde mevcut. Is, büyük ölçüde yag, un ve sekerin uygun kivamda “helva”ya dönüstürülmesinde dügümleniyor. Kisi basina gelirimiz son ekonomik bunalimdan sonra hayli geriledi; ancak yine de satin alma gücü paritesine göre GSMH toplami siralamasinda ilk yirmi ülke arasindayiz dünyada. Üstelik kayit disi ekonomi bu hesaba dahil degil. Ekilebilir arazi büyüklügü bakimindan, dünyanin 10. ülkesiyiz. Toplam nüfus açisindan ise dünya 17.cisi. Simdilik Batiyi telaslandiran “yaslanan nüfus” korkusu henüz bize sirayet etmedi. 1990 ile 2030 arasi dönemde OECD nüfusu içinde yaslilarin orani neredeyse iki kat artarak yüzde 13'den yüzde 22,5'a yükselecek; Avrupa'nin iyi yetismis genç emek ve beyin gücü Türkiye kaynakli olabilir.
Kagit üzerinde etkileyici gözüken bu verilere bir de Türkiye'nin jeostratejik önemi, imparatorluk mirasini, yüzyillara dayanan kurumlarini, muhtesem dogasini, turizm varliklarini, imbikten süzülmüs geleneklerini, birbirine geçmis onca degisik kültürlerini, Balkanlar'i, Ortadogu'yu, Akdeniz'i ve Kafkasya'yi birlestiren anahtar ülke konumunu, NATO'nun ikinci büyük ordusunu, elindeki su rezervlerini, dinamik mütesebbislerini, Dogu-Bati Avrasya enerji koridoru özelligini ekleyin. Görünen manzara, yine kagit üzerinde, tüm temel unsurlari saglam görünen, “gelecegi parlak” bir Türkiye.
Masabasi ekonometrik modellerinden hareketle ülkemizin GSMH'sinin 2023'e kadar altiya katlanarak 1.2 trilyon dolara çikacagi hesaplaniyor. Bunu o zaman ulasacagimiz varsayilan 92 milyonluk nüfusa böldügümüzde kisi basina gelirimiz 13.000 dolar civarinda olacak. Yani, “hersey bugünkü gibi” senaryosu geçer akçe olursa, korkariz, Yunanistan'in 1999'da sahip oldugu kisi basina geliri biz ancak çeyrek yüzyil sonra tutturabilecegiz. Tabii ki arada meydana gelebilecek olumsuz degisim ya da savas ve deprem gibi felaket senaryolarini dikkate almazsak. Dolayisiyla, ülkemizdeki mevcut iyimser havanin, atilmasi gereken adimlarin sanal basari sarhoslugu ortaminda geriye itilmesi ihtimalini hiç yabana atmadan, kendimize biraz daha ihtirasli, iddiali “yüksek büyüme”, “insana yatirim” ve “teknolojide üst kümeye siçrama” senaryosunu hedef alarak, çitayi yükseltmek zorundayiz.
Kriz Zamanlari Atilimin Atesleyicisi Olabilir
Toz dumandan ortaligin net sekilde seçilemedigi kriz dönemleri, bazen ülkelerin yeniden dirilisi, geride kalan yillarin “adamsendeciligi”ni telafi edecek büyük atilimlari baslatmalari için kamçi vazifesi görebiliyor. Tarihte bunun çarpici örnekleri Japonya, Almanya ve Kore'de yasandi. Dogu Asya ekonomilerinin Temmuz 1997'den bu yana mali krizden bünyelerini daha da saglamlastirarak çikmalari da yakin tarihten baska bir derstir. Rusya, en karamsar döneminde genç bir liderin pesinde önündeki çetin dönüsümleri gerçeklestirme sürecini baslatti ve simdilik basariyla sürdürüyor. Bizim için de zaman, dibin balçiklarina saplanip kalmadan, atilimlari süratle baslatma ve uygulama zamanidir.
Bunu yapabilmek için öncelikle sistemi yerli yerine oturtacak ve iyi, etkin yönetim anlayisi pekistirecek en az 9.4 siddetinde bir “siyasi deprem” geçirmemiz gerekiyor. Iste böylesi bir degisimin orta yerinde dogum sancilari devam ediyor; dogum geciktikçe kaygilar artiyor. Dahasi dogumun, dogal mi yoksa doktor müdahalesi ile mi olacagi tartisiliyor. Siyasi taktisyenler, köseye sikistiklarinda askerleri de yönetim platformuna çekmeye çalisiyorlar. Baslangiçta kökten degisim rüzgarinin tepeden inme getirilmesi zorunluluk arz edebilir. Zira, her konuda biçakla kesilmis karpuz gibi taraf olmaya hazir insanlarin dünyasinda degisimden yana icraat yapabilmek hem cesur olmayi, hem risk almayi gerektiriyor, hem de ülkenin toplumsal dokusunu, özlem ve saplantilarini iyi okumayi.
Genç Topluma Yasli Liderler
Ulusal büyük bir hedef belirlenmeden ortaya atilacak bölük pörçük reform paketlerinin yasama geçirilme ve de sonuç alma sansi pek yüksek degildir. 1980'li
yillarin ilk yarisinda ülkemizde yasanan –altyapisi yetersiz de olsa- olumlu ve iyimser hava belki de bu çerçevede çarpici bir örnek olarak hatirlanmalidir. Bugün de insanlarimiz, sirf kisa vadeli siyasi kazanimlar için ortaya atilmamasi kaydiyla bu tür bir vizyoner hareketine destek vermeye hazirdir.
“Gelecegi parlak” Türkiye'yi nasil ayaga kaldirip yürütmeye, sonra da dünya birinci liginde sürat yarisina sokmaya hazirlayabiliriz? Klasik deyisle ülkemizde fazlasiyla yag, seker ve un var; ancak bunlarin kivaminda helvaya dönüstürülmesi ne yazik ki yillardir mümkün olamadi.
Sahi, köklü degisimleri kimler zorlayacak, yol haritasini kimler tasarlayacak, gelistirilen önerileri kimler icraata dönüstürecek ve uygulamayi denetleyecek?
Ne kadar iyi niyetli olursa olsunlar hem mevcut sorunlarin üstesinden gelinmesi hem de yeni yüzyilin sundugu firsatlarin yakalanmasi 65-75 yas kusagindaki (artik köselerine çekilmeleri beklenilen) mevcut liderlerimizin harci degil.. Çogunun menfaati daha ziyade statükonun korunmasinda yatiyor. Isteseler dahi degisim rüzgarlarini
-çogu, yeni yüzyilin gerektirdigi donanima sahip olmadiklarindan- yakalamalari mümkün görünmüyor. Siyasetçilerimiz genellikle devlet rantini paylasmayi, öfkeyi örgütlemeyi, tepki sergilemeyi ya da güncel sorunlari dillendirmeyi tercih ediyorlar. Oysa, ortak temel ve degerlerimizden hareketle, yeni gelecek tasarimlari kitlelere sisteme daha siki baglayacak, uzun zamandir kimsenin agzina almadigi umutlari yeniden yesertecekler.
Kurumlarin henüz yerli yerine oturup belli bir düzeni idame ettiremedigi bizimki gibi toplumlarda lokomotif rol üstlenecek liderler kritik öneme sahiptirler. Onlar, sayet iyi teçhiz edilmislerse, çevrelerinde kendini ideallere adamis ehil kadrolar olusturabilirlerse, demokratik mekanizmalari sonuna kadar kullanip toplumlarini sevklendirip belli hedefler istikametinde daha yukarilara dogru sürükleyebilirler. Öte yandan, çapsiz, muhteris, otoriter ve vizyonsuz liderlerin elinde de asagiya dogru inis kaçinilmazdir.
“Vur abaliya” misali sadece siyasetçilere yüklenmek dogru degil. Kabul etmeliyiz ki, bilesik kaplar kurali geregince toplumun her kesimi mevcut tikanikliklarda degisen ölçülerde pay sahibidir. Sivil toplumun henüz ciliz olmasi, köklü geçmise sahip ve ilerlemenin motoru olacak (ve de devletten nasiplenmeyen) ulusal burjuvazinin yetersizligi, toplumun tepkisiz ve vurdumduymaz hale gelmesi suçlular listesini kabartiyor. Son yillarda belli alanlarda yakaladigimiz rüzgarlar zaman zaman önümüzdeki tikanikliklari açmada umut verebiliyor. Mevcut dinamizmi, sinerjiyi devletin nasil emdigini görmek, kabina sigmayan toplumsal ve ekonomik güçleri salivermek, onlarin kendi mecralarinda akmalarina izin vermek umutlarimizi daha da arttiracaktir.
Vizyon hareketinin tetiginin çekilmesi, gerçekleri kamuoyuna çekinmeden söyleyebilecek, verilen sözleri yerine getirebilecek, karizmatik, bilgili, dürüst ve etkin çekirdek bir lider kadrosunun mevcudiyetine baglidir. Siyaset, “tu, kaka” ilan edildigi, rant paylasimcilarinin at kosturdugu bir alana dönüstügü için basarili insanlar “harcanmamak” için siyasete soyunmakta isteksizler. Bu nedenle, ne yazik ki özellikle son onbes yil Türkiye'nin en verimsiz yillari olarak tarihe geçti. En çok gereksinme
duyulan bir dönemde halkimiza ciddi bir gelecek projesi sunulamadi. Bu yetersizligin ortaya çikardigi yeni siyasal sekillenmeler ülkemizin ortak paydalarini da zorlamaya basladi. Hatta, kimi çevrelerde “Türkiye çözülüyor” yargisi güçlendi. Stratejik bakis açilari sivillere kiyasla daha güçlü olan askerlerin etkinligi daha da artti.
Gelecekte tüm liderlerin karsilasacagi en temel sorunlardan birisi kurumlarinin sosyal mimarisini entelektüel sermaye yaratacak sekilde nasil gelistirecekleridir. Basarili liderlik erkek ya da kadina, yumusak ya da sert olmaya, saldirgan ya da hassas davranmaya göre farklilik göstermiyor. Liderler, herseyden önce güçlü bir sekilde tanimlanmis anaç duygusuna sahip olmalidirlar. Halihazirda tepedeki insanlar, zorlayici, tepeden bakan bir vizyon yaratmak yerine daha çok politika, uygulama ve usul kurallari yapmada iyiler. Daha fazla verimlilik saglama, sistemlerini ve yapilarini daha etkin sekilde denetleme ugrasi içindeler. Oysa bizim bir rüyasi, misyonu, stratejik amaci olan, vizyonunu kamuoyuna, uygulayicilara ve dis dünyaya en iyi sekilde aktarma, kitleleri hedefler dogrultusunda motive etme kapasitesine sahip liderlere ihtiyacimiz var. Bunlari özel laboratuarlarda yetistiremeyecegimize ya da disaridan ithal edemeyecegimize göre siyasi sürece erken asamada katmanin, sorumluluklar yükleyerek pismelerinin önünü açmak zorundayiz.
Gelecek ve onu biçimlendirecek liderler konusunda tozpembe hayallere kapilmayanlar da var. Hatta en kötü durum senaryosuna yakin duranlar, belki de bugün ile 2023 arasinda yerküresine çarpacak bir astreoid ya da Pakistan-Hindistan çatismasinda bir çilginin atesleyecegi nükleer bombanin dünyamizin sonunu getirebilecegini düsünebilirler. Çevre kirlenmesi, özellikle de iklim degisikligi, canli türlerinin mutasyona ugramasi, organize suç sebekelerinin dünyayi sarmasi, bulasici ve öldürücü hastaliklarin süratle yayilmasi, “uçan daireler”le uzayin derinliklerinden gelen yaratiklarin yerküremizi isgal etmesi... ve benzeri onlarca kötümser tahmini esas alirsak, felsefi bir yaklasimla gününü gün etmeye bakmak tercih edilebilir. Çogumuzun hedef olarak gösterilen 2023 yilini zaten göremeyecegi de ileri sürülebilir.
Gelecegimizi tek basina ne Avrupa Birligi'ne ne Washington'a ne de ihtiraslari zekalarinin önündeki siyasetçilere teslim edebiliriz. Ne kadar yetenekli ve iyi niyetli olursa olsun halen gündemde yer alan “kurtarici”lara da. Birey olarak da ülke olarak da bizi bizden iyi kim düsünebilir? Onun için yarini beklemeden bugünden baslayarak herkes kendi gelecegi ile ilgili inisiyatif almalidir. Bireyleri kurtulmus bir ülkenin kurtulmamasi düsünülemez.
Gerçekçi Bir Yol Haritasi ve Öncelikler Listesi
Herseyin içiçe girdigi ve karsilikli bagimliligin inanilmaz süratte arttigi bir dünyada artik ülkelerin basari ya da basarisizligi geleneksel ulusal gelir toplamindan farkli sekilde hesap edilen “etkin büyüme”ye bagli hale geldi. Büyüyerek zenginlesmek sadece yasam standartlarini iyilestirme –yani, daha fazla dayanikli tüketim mallari satin alma ya da sagliga daha fazla para ayirma- meselesi olmaktan çikti. Büyüme, uluslararasi siyasi sisteme yansidigindan beraberinde “güç” getiriyor. Bu itibarla, önümüzdeki yüzyilda sadece sanayileri daha etkin hale getirmenin yetmeyecegi, sonuçta toplumu her alanda topyekün etkinlestirme basarisi gösteren ülkelerin öne firlayacagi bilinmelidir.
Bu degisimin dogrudan sonucu, zengin ekonomiler imalat sanayiden çok artan ölçüde hem teknoloji hem de insan sermayesi içeren bilginin yaratimi, dagitimi ve kullaniminin motor gücü oluyorlar. Bilgi yogun sanayiler daha hizli büyüyor, daha fazla istihdam ve gelir yaratiyorlar. Gelecekte en iyi performansi gösterecek ekonomiler belli kistaslara göre seçilmis ya da kayirilan “stratejik” sanayilere destek verenler degil bilgi varliklarini en etkin sekilde ekonominin her sahasina tatbik edebilenler oluyor. Bilgi ve bilgili insan artik ekonominin en önemli girdisi. Klasik iktisat teorileri dünya ve ulusal ekonomilerde yasanmakta olan alisilmadik bu degisim ve gelismeleri izahta yetersiz kaliyor.
Ülkemizdeki degisimler için, tarihi deneyim isiginda, iyimserligin sinirlarini fazla zorlamamak gerektiginin bilincindeyiz. Halkimizin topyekün degisim istedigini, hukuk devletini özledigini, adil piyasa düzenini istedigini söylemek belki safdillik olabilir. En azindan seçim sonuçlari bugüne kadar bu yönde yüreklendirici bir tablo ortaya koymadi. Bazi kökten degisim reformlarinin, tabanin isaretini ve zorlamasini beklemeden, tepeden inme getirilmesi zorunlu olabilir. Her konuda biçakla kesilmis karpuz gibi taraf olmaya hazir insanlarin dünyasinda degisimden yana icraat yapabilmek hem cesur olmayi, hem risk almayi gerektiriyor. Hem de ülkenin toplumsal dokusunu, özlem ve saplantilarini iyi okumayi.
Bugüne kadar oldugu gibi rüzgara kapilip amaçsizca bir o yana bir bu yana savrulmak istemiyorsak, iktidara gelince çözüm bekleyen büyüklü-küçüklü sorunlar bataginda bogulmamak, çevreyi kusatacak menfaat gruplari/danismanlar çemberinin bizi sürekli “önemli” konulara çekme gayretlerinden sakinmak için tüm enerji/yetenek/kaynaklarin kilitlenecegi (gerektikçe de gözden geçirilecek)
öncelikler listesini çikartarak ise baslamaliyiz.
Adim adim bu öncelikleri nasil gerçeklestirebilecegi de somut önlem, proje ve icraat takvimine baglamaliyiz. Amaç, stratejik hedeflerimizi, önceliklerimizi gerçeklestirmek için kurumsal, hukuksal, teknolojik ve insangücü altyapisini simdiden hazirlamaktir. Bu tür egzersizlerde yalnizca bilimsel olma saygisini ön planda tutarsaniz, sürecin önünü tikarsiniz. Köklü degisimleri ancak belli kaliplarin esiri olmayan, aykiri, yaratici, cesur beyinler ortaya koyabilir.. Düsünce özgürlügü sadece siyasi sistemin demokratik vasfinin olmazsa olmaz kosulu degil ayni zamanda ülkedeki yaraticiligin ve yenilenmenin de önde gelen gereklerinden birisidir. Her soruna ayni anda saldirarak, mevcut kurulu yapilari hallaç pamugu gibi attirarak sonuç almak mümkün degil. Bir “yol haritasi” çerçevesinde, hem kendi insanlarimiza ve ekonomik/siyasi aktörlere, hem de dis dünyaya hedefledigimiz gelecegi yansitabiliriz.
Bize göre, önümüzdeki dönemde Türkiye öncelikli ve birbiri ile de baglantili su dört temel hedefin yilmaz takipçisi olmalidir.
1- Yeni Siyasi Mimari ve Iç Barisin Tesisi
Mevcut siyasi sistem, kesinlikle Türkiye'nin önünü tikamakta, gelismeyi kösteklemekte ve umut vaad eden gelecegini karatmaktadir. Ülkeyi yeniliklere açacak liberal, esnek, yaratici, profesyonellige dayali, bilgi ve deneyime önem veren, çapraz denetime tabi
güçlü iktidarlar yaratacak, kisilerin özgürlüklerini alabildigine genis tutacak, sorumlulardan hesap soracak, her türlü kurumsal hegemonyaya karsi koruyucu, katilimci yeni bir siyasi sistem çerçevesinde “yönetebilen demokrasi”ye geçilmesi basta gelen önceliktir. Tekerlegi yeniden icat etmeden, dünyadaki basarili örneklerden ders ve ilham alarak, degisim rüzgarlarinin geregi icraatlari yapacak güçlü bir iktidar yaratacak siyasi bir mimari tasarim gerekiyor. Bu olmadikça diger önerilerin hayata geçirilmesi mümkün degildir. Bu amaçla anayasal ve yasal düzenlemeler bir an evvel gerçeklestirilmelidir. Siyasetin hammaddesinin kaliteli insan oldugu gerçegini de ihmal etmeden.
“Baris, sadece çatismanin yoklugu ile degil, adaletin mevcudiyeti ile saglanir” diyordu bir düsünür. Hem çatisma ortami, hem giderek genisleyen gelir ve bölgesel esitsizlik ülkemizi etnik, dini, siyasi ve toplumsal alanlarda ciddi fay kirilmalari ile karsi karsiya birakti. Farkliligin, çesitliligin bir zenginlik oldugu anlayisi egitim sistemimizin, siyasi kültürümüzün temel düsturlari arasina henüz geregince yerlestirilemedi. Dahasi, gelir dagilimi ve bölgesel gelismislik düzeyi bakimlarindan ülkemizde Banglades ve Isviçre'nin yanyana yasiyor olmasi, sadece utanç verici bir manzara arz etmekle kalmiyor, ayni zamanda siyasi istikrari ve ekonomik gelecegimizi de ciddi sekilde tehdit ediyor.
Yolsuzluk, rüsvet ve ehliyetsizlik yüzünden kirlenmis sistemi islah edecek, basari gösteremeyen lider ve kadrolari kriz yaratmaksizin demokratik yöntemlerle tasfiye edecek siyasi etik kurallari geçerlik kazanmalidir. Devleti korumak ya da kurtarmaktan ziyade hangi dini inançta ya da etnik kökenden olursa olsun bireylerin yasam standartlarini ve özgürlüklerini iyilestirmek temel hedef olmalidir. En önemlisi de, Türkiye'nin siyasi ve yönetsel bakimdan kendi evinin içini düzene koymadan diger iddiali hedeflerini gerçeklestirmesinin mümkün olmadiginin kafalara kazinmasidir.
Reformlar yapilirken yalnizca temsili demokrasinin süreçlerinin uygulanmis olmasi o reformlara mesruluk kazandirmakta yetersiz kaliyor. Bu reformlar kamu alaninda yeterince tartisilmadikça, katilimci pratiklere açik olmadikça, çogulculuk kaygilarini yanitlamadikça genel kabul göremez. Reformlarin içerigi kadar üslubu da, sadece uygulanisinda degil, daha yapilis sürecinden itibaren önem kazaniyor.
2- Insan Sermayesi, Teknoloji ve Sürdürülebilir Kalkinmaya Yatirim
Insan varligi bir ülkenin bugün oldugu gibi gelecekte de en degerli sermayesi olacaktir. Onun egitimi, sagligi, sosyal güvencesi ve dogru yerde istihdami ülkeyi dünya rekabet liginde üst siralara tasiyacaktir. Akil ve bilim isiginda bugününden haberdar ve gelecege umutla bakan, uluslararasi çapta, özgüveni yüksek insan yetistiren, bilim ve teknolojiyi rehber edinen, zengin kültürel, dini ve tarihi çesnimizden esinlenen, dis dünya ile de uyumlu egitim ve ahlaki degerler sistemi yaratilmasi, muhafazasi öncelikli hedefler arasinda olmalidir. Zira en iyi siyasi sistemi de insa etseniz uygulamada etkinlik insan kalitesine baglidir.
Özgür, sorgulayici düsünceye, tüketimden çok üretmeye, yaratmaya, paylasmaya, kültürel aydinlanma dönemine zemin hazirlayacak ve ortak degerlere saygiya agirlik veren bir egitim sistemi olmazsa olmaz kosuldur. Okuldan ayrilinca bitmeyen
yasamboyu egitim ihmal edilemez bir sorumluluktur. Yoksul kesimlerin önünü de açacak firsat esitligini ve egitim kalitesini arttirmada devletin öncü rolü vardir. Kadin ve çocuga özel önem atfeden, kadinlarin toplum yasaminda ve ekonomideki rollerinin güçlenerek arttirildigi, cinsiyet ayriminin giderildigi bir sistem gelistirilmelidir. Insanlarin emeklilik dönemleri ve saglik sorunlari ile ilgili belirsizligi giderecek, bu alanlarda hem insani hem de ekonomik çözümleri getirecek bir yaklasima yönelmeliyiz.
2023'e giden yolu açmaya bizden sonraki kusaklar devam edeceklerinden çocuklara, gençlere yatirim aslinda kendimizin ve ülkenin gelecegine yatirimdir. Bu konuda kamu ve özel kaynak tahsisinde hiçbir fedakarliktan kaçinilmamalidir. Getirisi maliyeti ile ölçülemeyecek kadar yüksektir. Teknoloji gelistirip üretmeden günümüz dünyasinda ekonomik ve siyasi üstünlük kazanilamaz. Dahasi, kalkinmanin, gelecek nesillerin ekolojik bakimdan dengeli, kirlenmenin asgariye indirilecegi yerküremizde yasama hakkini ellerinden almayacak sekilde, çevre dostu üretim teknikleri ve politikalari çerçevesinde yürütülmesi de gerekiyor. Ülkemizin gida, su ve enerji ikmal güvenliginin saglanmasi öncelikli hedefler arasina katilmalidir.
3- Uluslararasi Rekabet Gücünün Arttirilmasi
Özel sektörün lokomotif rol üstlenecegi, küçük ve orta ölçekli isletmelerin ekonominin bel kemigini teskil edecegi, ülkemizin karsilastirmali üstünlüklerini yansitan, uluslararasi rekabet gücüne sahip, tekellesmeyi kaldirip adil rekabetin yerlestirilecegi, devletin rant dagitimi yerine temel hizmet ve altyapiyi –özellikle de gerekli hukuki ve kurumsal çerçeveyi- saglayip denetim ve hakemligi üstlendigi, sosyal sorumluluklarini ihmal etmedigi, serbest –fakat “fanatik” olmayan- piyasaya dayali bir ekonomik sistem baslica hedeftir.
Istihdam ve katma deger yaratan yatirimlar üzerindeki vergi yükünü hafifleten, uluslararasi dogrudan yatirimlari tesvik eden bir sisteme geçilmelidir. Birimleri uyumlu ve esgüdüm içinde, açik, dürüst, demokratik, hizli ve verimli çalisan bir devlet çarki, saglikli bir ekonomik sistemin de teminatidir. 21. yüzyildaki konumumuz, uluslararasi piyasalarda rekabet edebilme ve basarma gücümüze baglidir. Sanayilesmek ancak yaratilan sanayilerin dünya ölçeginde rekabetçi olmasiyla ölçülebilir. Ihracatin ithalattan daha fazla arttirilmasi, teknoloji yaratimi ve gelistirilmesi basta çevre ülkeler olmak üzere stratejik amaçli yatirimlarin arttirilmasina önem verilmelidir. Türkiye'nin karsilastirmali üstünlügü bulunan tarim, turizm, tekstil/giyim, insaat ve savunma sektörlerinde yeni bilgi sanayi ve teknolojileri hakim kilinmalidir. Gelecege dönük enerji arz-talep senaryosu, temiz, yenilenebilir ve maliyet açisindan rekabeti asindirmayacak enerji kaynaklari esas alinarak gelistirilmelidir.
4- Dis Iliskilerde “Balans Ayari”
Ülke içi siyasi istikrarin temini, insan sermayesine yatirim ve uluslararasi ekonomik rekabet gücünün arttirilmasi, dünya jeopolitigindeki konumumuzu daha da saglamlastiracaktir. AB tam üyeligini ve ötesini gözönünde bulundurarak, ekonomik kalkinmamizin ve acil ihtiyaç duyulan diger iç reformlarin tamamlanmasi için bölgemizde mutlak baris ve istikrar kusagi olusturmamiz gerekiyor. Bu stratejik hedef,
komsu ülkelerle güven tazelemeyi ön planda tutan yeni bir isbirligi anlayisi gelistirmemizi, dünyanin geleneksel/yeni yükselmekte olan güçleri ile iliskilerimizde Soguk Savas sonrasi dönemin gerektirdigi ve hala mevcut politika/yapilara yansitilamamis olan “balans ayari”ni acilen yapmamizi zorunlu kiliyor. Aramizdaki sorunlarin, güvensizligin kökenleri iyi tahlil edilip, sayet bizden kaynaklaniyorsa, bu ülkelerin hassasiyetlerini dikkate almak ve sadece devletler degil halklar arasinda da karsilikli ekonomik, siyasi ve kültürel bagimliliklar yaratmak gerekiyor.
ABD, Avrupa Birligi, Rusya, Ortadogu, Balkanlar, Avrasya ve Çin ile aramizdaki iliskiler, üzerinde genis mutabakata varilacak bir ulusal menfaat tanimina uygun sekilde yeniden gözden geçirilmelidir. “Bölge gücü” Türkiye'nin dis iliskiler teskilatini, insangücü kaynaklarini yeni gereksinim ve degisimlere uyumlu hale getirmesi, özellikle de köklü bir zihniyet degisikligini, egitim programini gerçeklestirmesi ve bilgi teknolojilerini yaygin sekilde kullanmasi sarttir. Ayrica, ekonomik ve ticari menfaatlerin dis iliskilerde merkezi bir konum kazandigi günümüzde sadece “stratejik” degil ayni zamanda “tüccar” ve yatirimci” ülke olarak da düsünebilecek kurumsal kültür gelistirilmeli, insan gücü yetistirilmesine öncelik verilmelidir.
Nasil savas askerlere birakilamayacak kadar önemli ise dis iliskiler de sadece diplomatlara birakilamaz. Özel sektör, basin, diger kamu kurumlari, silahli kuvvetler, sanatçilar ve diger sivil toplum kuruluslarinin yaklasimlari da bunlarin ilgi ve menfaatleri ölçüsünde dis iliskilere yansitilmalidir. Sovenist ve meydan okuyucu yaklasimlardan ziyade yapici isbirligi ve diyalog kültürü vurgulanmalidir. Küresel ekonomide barissever ülkeler arasi rekabet kalicidir. Nihai hedef, dünyada “en büyük” ya da “en güçlü” ekonomilerden, “en modern” silahli kuvvetlerden birisini degil, dünyanin “en mutlu” ve “en müreffeh” insanlarinin ülkesini insa etmek olmalidir.
*********
Aslinda sekiz yila yayilacak iki iktidar dönemi Türkiye'nin çehresini degistirecek nitelikte köklü basarilara imza atilmasi için yeterli bir süredir. Unutmayalim ki, Atatürk zamaninin tüm olumsuz kosullarina ve yetersizliklerine karsin 1923-1938 zaman diliminde, yani sadece 15 yilda Osmanli'nin küllerinden dipdiri bir Cumhuriyet kurmayi basarmisti. Düsünürseniz bu sürat ve bilgi çaginda yine 15 yillik bir süre olan 1985-2000 arasinda neler neler yapilabilecegini ve yapamadigimizi.
Ve de 2002-2023 arasindaki zaman diliminde bizleri bekleyen çetin meydan okumalarini... Güçlü, akilli, yaratici ve özgüvenli oldugumuz ölçüde kendi gelecek senaryolarimizi kendimiz yazabiliriz. Aksi takdirde, baskalarinin kaleme aldigi senaryolarda, çogu zaman gizli gündemin farkina bile varmadan, figüran olarak oynamaya mahkum oluruz. “Yol Haritamizi” da Washington ya da Brüksel'de çizerler.