Douwe DRAAISMA: Hollanda’daki Groningen Üniversitesi’nin Psikoloji Tarihi ve Teorisi bölümünde profesör olarak görev yapmaktadir. Hollanda Psikoloji Dernegi’nin 2002 yilinda Medya Ödülü verdigi yazarin “Why Life Speeds Up as You Get Older: Yaslandikça Hayat Neden Çabuk Geçer? 2008”adli kitabi bilimsel eserlere verilen edebiyat ödülüne de aday olmustur. Bu eser büyük bir yanki uyandirmis ve on bir dile çevrilmistir. Draaisma bu kitapta Hollanda’da dört ödül almistir.“Bellek, Cani Nereye Isterse Oraya Oturan Bir Köpek Gibidir”
Bellegimizin
kendi iradesi vardir. “Bunu hiç
unutmamaliyim, bu ani aklindan çikarmamaliyim, bu bakisi, bu duyguyu, bu
dokunusu asla unutamam.” deriz, ama birkaç ay, hatta birkaç gün geçtikten
sonra bu aniyi hatirlayacagimizi ümit ettigimiz renkte, kokuda ve ya tadta hatirlayamadigimizi görürüz. Cees
Nooteboom Rituals’da (Ritüeller) “Belek,
cani nereye isterse oraya oturan bir köpek gibidir,” der.
Bellegimiz bir seyi muhafaza
etmeme emrimizi de kaale almaz: “Keske
bunu görmeseydim, yasamasaydi, duymasaydim; bunu tamamen unutabilsem,” deriz.
Ama hepsi bosunadir; unutmak istedigimiz sey gece, uykumuz kaçtiginda
kendiliginden, davetsiz bir sekilde çikiverir tekrar karsimiza. Bellek o zaman
da bir köpek gibidir; az önce attigimiz seyi kuyrugunu sallaya sallaya bize
geri getirir.
Psikologlar,
bellegimizin kisisel deneyimlerimizi depoladigimiz bölümünü 1980’li yillardan
beri “otobiyografik bellek” adiyla
aniyorlar. Otobiyografik bellek ayni anda hem hatirlar hem de unutulur.
· Otobiyografik bellegimizde neden üç veya dört yaslarimizdan önceki dönemlere ait hiçbir sey yoktur?
· Neden
aci verici olaylar mürekkepli kalemle yazilmisçasina silinmez sekilde
kaydedilir?
· Gurur
kirici olaylar neden aradan yillar geçse de sabika kayitlarindakine benzer bir
kesinlikle hatirlanir?
Zaman
zaman bellegimiz bizi gafil avlar. Bir koku, kirk yildir düsünmedigimiz
bir seyi hatirlatir bize aniden.
Yasliyken çocukluk anilarini kirk yasimizdakinden daha net hatirlariz, ama bu
hatirladiklarimiz daha ziyade alelade, harcialem seylerdir.
Psikologlarin
“otobiyografik bellek” gibi bir seyi daha düne kadar tanimlamamis olmalari
tuhaf gelebilir. Bunun nedeni “bellek” sözcügünün halk dilinde zaten hem
kisisel deneyimlerinizi depolama yetenegi hem de bunlari daha sonra hatirlama
yetenegi anlaminda kullanilmasidir.
Burada asil
sorulmasi gereken soru, otobiyografik bellekle ilgili arastirmalarin neden bu
tarihlerde baslamis oldugudur. Neden bu
kadar geç baslamistir?
Wagenaar
otuz yedi yasinda kendi anilarini incelemeye baslamis. Bu incelemeyi alti yilda
tamamlamis. Wagenaar her gün, yasadigi bir olayi kaydetmis: Ne oldugunu, olayda
kimlerin yer aldigini ve olayin ne zaman meydana geldigini not etmis. Bu
notlarin yaninda bu olayin duygusal yönden kendisini ne kadar etkiledigini ve
olayin ne derece önemli veya güzel oldugunu, 1 ila 5 arasinda sayilarla
derecelendirmis.
Bütün
bunlarin haricinde Wagenaar, olayi gerçekten hatirlayip hatirlamadigini test etmesini
saglayacak, olayla ilgili önemli bir ayrintiyi da not etmis. 1979 ila 1983
yillari arasinda kisisel olaylarla ilgili 1605 kisa rapor toplamis. Bir yil
sonra ipuçlarindan birini (kim, nerede, ne zaman) rasgele seçmis ve olayi
hatirlamaya çalismis. Bir ipucu hatirlamasina yardimci olmayinca ikincisine,
gerekirse üçüncüsüne, olayi hatirlayana kadar ne kadar ipucu gerekiyorsa
hepsine basvurmus. Günde en fazla bes olay üzerinde çalisabiliyormus, ki bu da
deneyin neden bir yil sürdügünü açikliyor.
Wagenaar’in
bu deneyinde ipuçlari arasinda “olaya
kimlerin istirak” ettigini ve olayin “nerede” gerçeklestigini
bildirenlerin en etkili ipuçlari oldugu, olayin “ne zaman” gerçeklestigini
bildiren ipuçlarinin pek ise yaramadigi ortaya çikmisti. Toplumsal açidan
önemli olsalar da tarihlerin bellekte pek önemli bir yer isgal etmedigi
anlasilmisti. Wagenaar kisa vadede güzel olaylari nahos olaylardan daha iyi
hatirladigini, ama bu farkin zamanla yok oldugunu fark etmisti.
Ilk
anilarimiz ile yasliligin unutkanligi arasinda, aninin olusumu ile anilarin
yikimi arasinda, henüz hatirlama kabiliyetine sahip olunmadigi zamanlar ile
hatirlama kabiliyetinin yitirildigi zamanlar arasinda hepimizin aklinda sorular
olusmasi kaçinilmazdir; nedeni basit, çünkü hepimizin bir bellegi vardir.
Hayatimiz
boyunca bize eslik etmis bir seyin bizi hayrete düsürmemesi imkansizdir.
Aklimizda olusan sorularin cevaplarini çapi, içerigi ve coskusu hazla büyüyen
bir arastirma biçimiyle aramamiz gerekir, yani otobiyografik bellek
arastirmalariyla.
Bellegimizle
yasadigimiz seylerin çogu deneysel arastirma kabul etmeyen bir zaman diliminde
gerçeklesir. Bazi fenomenler kayit edilmeyecek kadar uçucudur. Dejavular birden
ortaya çikar, dejavu yasadiginizi aradan biraz zaman geçtikten sonra anlarsiniz
ve hayatinizin bir bölümünü tekrar yasadiginiz duygusu, bu güzel duygu yine yok
olur. Zamanin insana yaslandikça hizlaniyormus gibi gelmesi ise, çok uzun bir
zamana yayilan bir fenomendir. Bir insan ömrünün tamamini kapsayan deneyler
yapmak imkansizdir. Bazi deneyimlerse deneysel arastirmaya müsait olmayan
sartlar altinda yasanir.
Giris
bölümlerinde okur ile yazar karsi yönlerden bakarlar. Okura göre kitap
gelecektedir, yazara göreyse geçmiste. Bu kitabin yazari geriye baktiginda,
eserin Ebbinghaus’tan ziyade Galton’in ruhuna uygun bir kitap haline geldigini
ve “eski” çagrisimlarin çogunlukla düsüncelerini psikolojinin ilk yillarina
götürdügünü görüyor. Bu yüzdendir ki Yaslandikça Hayat Neden Çabuk Geçer’in bizatihi kendisi bir hatira efektinin
ifadesi haline gelmistir. Ah neydi o eski günler!
Karanlik Içindeki Anlik Görüntüler: Ilk Anilar
Çocuklar
için geçmis çok uzun ve farklilasmamis bir “dün” dür, ama bu dünü
hatirladiklarina süphe yoktur. Gelgelelim birkaç yil içinde bütün bu anilar yok
olur ve geriye karanlik içindeki anlik görüntülerden baska bir sey kalmaz.
Freud
bu biçimdeki hafiza kayiplarina “bebeklik amnezisi” adini vermistir. Freud
bebeklik dönemini dogumdan alti-yedi yaslarina kadar ki dönem olarak kabul eder.
Yirmi dört
yasinda bir adam su sahnenin hatirladigi en eski ani oldugunu bildirmisti: “Yazlik bir villanin bahçesinde, halasinin
yanindaki küçük bir sandalyede oturuyor. Halasi ona alfabeyi ögretiyor. Çocuk m ile n’yi ayirt etmekte güçlük çekiyor, halasina ikisini nasil ayirt
edecegini soruyor. Halasi ona m’nin n’ye göre bir fazlaligi oldugunu söylüyor.”
Bütün hatirladigi
buydu. Dört yasindayken yasadigi masum bir sahne; özel hiçbir tarafi yok. Peki
ama böylesine önemsiz bir olayi neden hatirliyordu? Bu aninin bayagi karakteri
önemli bir seylerin hali altina süpürüldügünün bir isareti degil midir? Bu sahnenin
asil önemi, bu aninin “çocugun baska bir
merakini simgeledigini ortaya çiktiktan sonra anlasildi. Çocuk m ile n
arasindaki farki anlamaya çalistigi gibi daha sonra erkekler ile kizlar
arasindaki farki da kesfetmeye çalismisti”. Sonunda “aradaki farkin benzer oldugunu kesfetmisti: Erkeklerin de kizlara göre
bir fazlaligi vardi. Bu bilgili edindiginde çocukluk dönemindeki bu paralel
meraki hatirlamisti”.
Freud böyle demisti. Küçük çocuk ve halasi örnegi Günlük Yasamin Psikopatolojisi’nden
alinmadir. Ilk animiz zannettigimiz sey aslinda çok daha sonra gerçeklestirilmis
bir yeniden kurgudur, o animizin bastan asagi degistirilmis bir versiyonudur.
Ilk
anilarin incelendigi arastirmalar genelde ayni yas örüntüleri ile ani
tiplerini yansitir. Usher ile Neisser
adli psikologlarin karsit bir yaklasimla gerçeklestirdigi çalisma, bir
arastirma modeli sunar bize: Usher ile Neisser önce açikça tarihlenip dogrulanabilen
dört olay tanimlamis (kardesin dogumu, hastaneye yatma, aile fertlerinden
birinin ölümü, tasinma), sonra da bir anket yardimiyla bu olaylarla ilgili
anilari çözümlemislerdir.
Deneklerin,
“Anneniz hastanedeyken size kim bakti?
Kardesiniz oglan mi kiz mi oldugunu size kim söyledi? Bebegi ilk nerede
gördünüz? Annenizi hastaneden kim aldi?” gibi on yedi soruyu cevaplamalari
gerekiyordu.
Bu arastirmada
bir olay “daha erken” bir aniyi
ortaya çikarsa da (Dogum ve annenin hastaneye yatmasi erken, aile fertlerinden
birinin ölümü ve tasinma daha geç anilarda) genel örüntünün eski arastirmalar
sayesinde çoktandir bilinen örüntüye uygun oldugu ortaya çikmisti: Iki yasindan
önceki döneme ait anilar son derece seyrekti; çogu çocugun ilk anisi üç
yasindan, hatta daha yukari yaslardan önce ortaya çikmiyordu.
Bellege daha çok aykiriliklar,
istisnalar, sürprizler depolanir. Bu açiklamanin en önemli noktasi sudur: Ilk
anilarimiz bir tekrar ve rutin arka plani talep eder, ki böyle bir arka plan üç
yasindan önce olusmaz. Insanin hayatinin ilk yillarinda beyninin (özellikle de, lezyon arastirmalarinin bellek için önemli
oldugunu ortaya koydugu hipokampusun), ilk deneyimlerinin izlerini
koruyamayacak kadar ham oldugu düsünülmektedir. Çocuklarin çok erken yaslarda
çok fazla sey hatirlayabilmesi bu nörolojik açiklamayla pek bagdasmasa da, bu
gerçek Nelson’in açiklamasinin basinda yer alir: Anilar insanin daha ilk yillarinda mevcuttur, ama sonra daha soyut
yapilarin içine karisirlar ve artik tek baslarina hatirlanamaz hale gelirler.
Erken
yaslardaki hafiza kaybiyla ilgili açiklamalar iki gruba ayrilabilir.
Ilkinde, insan hayatinin
ilk yillarinda hiç ani depolanmadigi iddia edilir. Beynin bu dönemde henüz
olgunlasmamis oldugu ve kalici bir iz muhafaza edemedigi hipotezi ile anilari
depolamak için dile ihtiyaç oldugu hipotezi bu gruba bir örnektir.
Diger grupta anilarin
depolandigi, ama daha sonra ulasilamaz hale geldigi iddia edilir. Yetiskin biri
çocuklugundan beri hiç degistirilmemis bir odaya yillar sonra tekrar girdiginde
bile, o oda artik o eski oda degildir. Göz seviyesinde koltuk ayaklariyla ve
alt kisimlarindan ibaret masalariyla dolu oda yoktur artik.
Ilk
birkaç yilin üzerine örtülen örtüyle ilgili en yeni açiklama, bunun nedenini
çocugun özbilinçten yoksun olusuna baglar. “Ben” veya “benlik” olmadigi sürece
deneyimlerin kisisel anilar halinde depolanmalari imkansizdir. Nasil ki ana
karakteri olmayan bir otobiyografi düsünülemezse, “Ben’i olmayan bir bellek de
düsünülemez. Bir çocukta özbilinç olustugunun ilk belirtileri ancak birinci yas
gününden sonra gözlemlenebilir. Çocuklar çok erken bir yasta aynadaki
görüntülerine tepki gösterirler. Aynadaki görüntülerine uzanir, güler ve ona
konusurlar. Birinci yas günlerine yaklasirlarken aynalarin özelliklerini
sezmeye baslarlar, aynada gördükleri nesneleri aynanin arkasinda ararlar.
Çocuklar ancak yaklasik on sekiz aylik olduktan sonra aynada kendi
görüntülerinin yansidigini kavrarlar; ancak on sekiz aylik olduktan sonra
burunlarina ruj sürüldügünde aynadaki kendi burunlarina hayretle bakarlar.
Çocuk, kendisiyle ilgili bir “Ben” kavrayisini ancak on sekiz aylik zihin
seviyesinde (takvim yasi ne olursa olsun) edinir.
Koku ve Bellek
Kokularin
çocukluk anilarini canlandirabilecegi konusu, Proust’tan çok önce genel kabul
görmüs bir seydi. Colgate Üniversitesi’ndeki Psikoloji Laboratuvari daha
güvenilir veriler toplamak amaciyla 1935 yilinda aralarinda yazarlarin, bilim
insanlarinin, avukatlarin ve din adamlarinin bulundugu 254 “mümtaz sahsiyet”e
bir anket göndermisti. Bu kisilerin yaslari ortalama elliydi.
Anketin Donald
Laird tarafindan Scientific Monthly’de
yayimlanan sonuçlarini okumak, bilhassa kokuyla ilgili kisisel deneyimler ve bu
kokularin uyandirdigi anilar yüzünden büyük bir zevk. Ankete katilanlarin büyük
bir çogunlugu kendilerini çocukluk günlerine daha ziyade kokularin götürdügünü
söylüyor. Ankete katilanlardan biri çocukken at ve ahirlarla hasir nesir
oldugunu yazmisti. “Yirmi yaslarindayken
bir gün köy yolunda yürüyordum. Yüz metre kadar önümde tezek yüklü bir at
arabasi gidiyordu. Tezek kokusu birden beni çocukluk yillarimin anisiyla bas
basa birakti, donakaldim.”
Bazi çagrisimlar
varliklarini ömür boyu sürdürür. Kokular bize son derece gizemli gelebilecek
ani ruh hali salinimlari yaratabilir.
“Bir keresinde trende, gayet mutlu bir ortamda ansizin bir hüzne kapildim,
kendimi mutsuz hissettim.” Diye yazmisti bir kadin. Ankete katilanlardan
biri de, bir kitap okurken içini birden bir yalnizlik hissi kapladigini
belirtiyordu.
Sonradan,
çocukken okudugu kitaplarin hepsinin Londra baskisi oldugunu, Ingiltere’de basilan kitaplarin kokusunun
Amerika’da basilan kitaplarin kokusundan çok
farkli oldugunu anlamis. Kokular yalnizca olay ve sahneleri degil, ayni
zamanda o sirada onlarda baglantili olan ruh hallerini, yani insanin çocukluk
döneminin bir parçasinin duygusal rengini de hareke geçirir.
Çagrisimlar
genellikle hos, bazen de nahostur, ama asla nötr degildir. Bunlar zevkle
yeniden yasadigimiz duygulardir: ankete katilanlardan bazilari bu duygulari
harekete geçiren kokulari elinin altinda bulundurdugunu yazmisti.
Görüntü
ve kokunun her ikisinin de anilari harekete geçirdigi durumlarda (bir taze
talas yigini, birkaç funda filizi gibi) en etkilisi kokudur; fundaya bakmak
yetmez, onun kokusunu da duymak gerekir.
Anilarin
varolmaya basladigi andan itibaren, yani çocukluk amnezisi döneminin hemen
ardindan, korkular daha yasli insanlarda koku adlarinin uyandirdigindan iki kat
daha fazla aninin uyanmasini saglar.
Ne
var ki, bu bulguda paradoksal bir durum söz konusudur. Yetmis yasindaki
insanlarin kokulari ayirt etme yetenekleri önceki yillarina oranla epey azalir,
öncekinin yüzde birkaçi kadardir en fazla. Yirmi yasindan sonra koku duyumuzun
gücü birden düser (her on yilda
tahmininden iki faktör). Algi esigi sürekli yükselir. Ama yine de yasli
insanlarda ilk anilari kokular uyandirir. Bellegimize depoladigimiz hemen her
yeni seyin halihazirda bellegimizde bulunanlar üzerinde bozucu bir etkisi
vardir. Kokularda bu bozulma durumu daha az oranda gerçeklesir. Bu nedenle, bir
dizi yeni kokuyu tanimayi ögrenmek daha önce tanimayi ögrendiginiz kokulari pek
etkilemez. Bir kere yer edindiginde iz çok uzun bir süre, hatta bir ömür boyu
bellekte varligini sürdürür.
Evrimsel
açidan bakildiginda koku ilkel bir duyudur. Koku duyusu nöral tübün iki
bulbusundan, koku bulbuslarindan gelismistir. Koku bulbuslarinin hacmi beynin
toplam hacminin binde birlik kismindan daha küçüktür. Burun mukozasi ile
bulbuslar arasindaki koku uyaranlariyla
kapli yol kisadir. Burnun üst
kisminda koku epiteli, her biri 1 cm2 büyüklügünde, sari kahve renginde iki küçük
parça yer alir. Koku epiteli 6 ila 10 milyon duyu
hücresine sahiptir; bu sayi sadece
çoban köpeginin sahip oldugu 220 milyon koku hücresinin degil, insan
retinasindaki isiga duyarli yaklasik 200 milyon hücrenin yaninda da çok önemsiz kalir. Koku epiteli, rengini
koku hücrelerinin titrek tüylerinden alir. Bu tüyler, Diane Ackerman’in
deyisiyle. “mercan resifindeki çanak
çiçekleri gibi disari bas verir ve hava akimi önünde dalgalanirlar.”
Beyinde
duyu bilgilerinin analiz edildigi yere koku duyusu kadar yakin baska duyu
yoktur. Anatomi terimleriyle ifade edilecek olursak, koku uyarimini almak için
beynin iki küçük parçasi burnun içine
düsmüs gibidir adeta.
Koku
hizli bir duyu sayilmaz: hos ve nahos kokular arasindaki ilk ayrimin ardindan,
uyarim ile tanimlama arasindaki bir-iki duraklama ani yasanir, ama varis ile
depolama arasindaki yol kisadir ve bu yol üzerinde herhangi bir yan yol yoktur.
Koku uyarani, mahkeme salonuna merakli
gözlerinden irak, gizlice sokulan sansasyonel bir süpheli gibidir adeta.
Bu
ayricalikli yolun bedeli, koku duyusunun beynin dili kavrama ve olusturmadan
sorumlu bölümleriyle irtibattan yoksun olusudur. Koku uyarani mahkeme salonuna
girer girmez suskunlasir. Koku. “sessiz duyu” olarak bilinir. Körlerin koku
duyulari normalden çok gelismis olmadigi halde kokulari, gören insanlardan daha
iyi ayirt edip isimlerini söyleyebilmeleri ilgi çekici bir durumdur. Bunun
nedeni, kokunun kaynagini belirlemekte zorlandiklari için dikkatlerini kokunun
nitelikleri üzerine yogunlastirmalari muhtemelen.
Koku
duyusunun beyindeki özel “baglanti”si sayesinde bu anilar dogrudan hipokampusa
gider ondan sonra bu anilar ancak tekrar ayni yol izlenmek suretiyle
canlandirilabilir.
Bu,
bir kokunun insana çogunlukla neden sözcüklerle ifade edilemeyecek bir
atmosferden, bir ruh halinden baska bir seyi hatirlatmadigini, buna sebep olan
aniyi neden ancak çok sonra, kimi zaman da büyük bir çaba sonucunda
bulabildigimizi açiklar.
Dünün Kaydi
Öfkelenmelerine
neden olan bir olayi hatirlarken insanlar asirdan uzun bir zaman sonra bile yine öfkeyle titrer veya
oturduklari koltugun kollarini öfkeyle yumruklar. Kendinizi çok mahcup
hissetmenize yol açan olaylari,
yüzünüzü tekrar ellerinizle kapamadan veya karsinizdaki kisiden yüzünüzü
kaçirmadan anlatamazsiniz.
Küçük
düsürücü olaylarla ilgili anilarin bir tuhafligi daha var. Bu anilarda
kendinizi görebilirsiniz. Asagilandiginizi hissettiginiz bir olayi hatirlayin,
o olay sirasinda kizaran yüzünüzü, kirildiginizi gizleme çabalarinizi
görürsünüz; baskalarinin size güldügünü size aciyarak baktigini görürsünüz. Sanki
o sahneyi kaydeden kisi degil de onun oyuncularindan biri gibisinizdir.
Asagilandigini hisseden herkes kendini hemen disaridan bakan birinin gözleriyle
görür.
Bu
durum ayni zamanda bu tür anilarin neden canli oldugunu da açikliyor belki de.
Mahcubiyet, öfke, kafa karisikligi gibi kendi içinizden bildiginiz ve oldugu
gibi hatirladiginiz bütün duygulara içeriden ulasabiliyorsunuzdur: Ama ayni
olay ayni zamanda disari da meydana gelmis bir olayin tescili seklinde de
depolanmaktadir.
Içimizdeki Flas
Rasgele
bir tarih seçilip de size bes-alti yil önce, mesela 31 Agustos 1997’de nerede
oldugunuz, ne yaptiginiz, kimlerle beraber oldugunuz ve havanin nasil oldugu
soruldugunda muhtemelen hiçbir cevap veremezsiniz. “Hatirlamaya çalis günlerden
pazardi” gibi, yardimlar da
hatirlamaniza hiçbir fayda saglamayacaktir. O gün de uzun zaman öncesinde kalan
diger günler gibi tamamen unutulup gitmis gibidir.
Ama
31 Agustos 1997’nin Prenses Diana’nin bir araba kazasinda öldügünü duydugunuz
günün tarihi oldugu bilgisiyle birlikte her sey degisir. O ani tekrar
düsündügünüzde bu haberi kimden duydugunuzu (ailenizin
üyelerinden birinden, bir televizyon veya radyo spikerinden vs.) hatta
haberi nerede duydugunuzu, yaninizda kimlerin oldugunu, o sirada neler
yaptiginizi, haberi duydugunuzda ilk tepkinizin ne oldugunu, çevrenizdeki
insanlarin nasil tepki verdigini muhtemelen hala hatirliyor oldugunuzu
görürsünüz.
Yalnizca
bir olayin haberiyle ilgili anilar degil, ayni zamanda o olayin yeri ve
zamaninin tasviriyle ilgili olan anilar da “flas anilar” adiyla bilinir. Bu
karsiligi 1977’de Brown ve Kulik adli psikologlar bulmustur. Baskan Kennedy’nin
ölümü, buna klasik bir örnektir.
“Flas ani” terimi ilk
1977’de ortaya atilmis olsa da, bu fenomen çok eskidir. 1899’da yapilan otobiyografik
bellekle ilgili ilk arastirmalardan biri Abraham Lincoln’ün suikastinin da ayni
etkiyi yarattigini ortaya koyar: Soru sorulan 179 kisiden 127’si Lincoln’ün
öldügü haberini duyduklari sirada nerede olduklarini ve ne yaptiklarini
söyleyebilmistir. Bunlarin haricinde, sevdiginiz biriyle ilgili kötü haber
almak gibi, kisisel flas anilara yol açan olaylar vardir.
Siyahi
militan aktivist Malcolm X’in öldürülmesi beyaz Amerikalidan çok daha fazla
sayida siyah Amerikalida flas aniya neden olmustu. Ayni sey Martin Luther
King’in suikasti için de geçerliydi. Flas anilar “alelade” anilardan daha
tutarli bir bütünlük arzeder, alelade anilar çogunlukla yeniden insa ve yorum
parçalarindan olusur, diye yazar Conway. Prenses Diana’nin ölüm haberini
aldigimiz ani hatirlarken o sirada nerede oldugumuzu, hatta o sirada ayakta mi
duruyorduk, oturuyor muyduk, yoksa yatiyor muyduk, hepsini tekrar hatirlariz.
Bütün bunlar, biz aldigimiz haberi sindirmeye çalisirken beynimizin kendi
halinde kaydettigi görüntüye dahil edilmistir. Iç fotograf (daha dogrusu kisa
film) belki de unutulmaya karsi bütünüyle bagisik degildir, ama diger anilardan
çok daha dayanikli oldugu kesin.
‘’Neden Geriye Dogru Degil de Ileriye Dogru Hatirlariz?”
Kisa bir süre önce bir makale için
Mind’in 1887 cildine göz gezdirirken bir makalenin su basligi gözüme çarpti: “Neden geriye dogru degil de ileriye dogru
hatirlariz?”
Makale
dört sayfa bile tutmuyordu, Herbert Bradley (1846-1924) adli idealist ekolünden
Oxfordlu bir felsefeci tarafindan kaleme alinmisti.
Hatirlamamizin
nasil bir yön izledigi sorusu basitçe, bellegimizin olaylarin gidisatini aynen
kopyaladigi seklinde cevaplandirilabilir: Önce X olmustur, sonra Y, dogal
olarak bunlari bu düzen içinde hatirlarsiniz.
Ama
daha yakindan bakildiginda durumun hiç de öyle asikar olmadigi anlasilir, ki
gerisin geri kütüphaneye gitmeme neden olan da buydu: yani, olaylarin
depolanmis paralelleri neden yine ayni düzende tekrar etsindi ki? Olaylari
hatirlarken her zaman, deyim yerindeyse öteki taraftan girersiniz: Belleginizin
dosyalama sisteminde en son gerçeklesmis olay, tipki klasörlerdeki hesap
özetleri gibi, en üstte yer alir, sayfayi çevirdiginizde X’ten önce Y’yi
görürsünüz. O halde neden geriye dogru degil de ileri dogru hatirlariz?
Olaylari
ileriye dogru hatirladigimiz inkar edilemez bir gerçektir. Geriye dogru
hatirlamak arabayi geri geri sürmek gibidir: Böyle gidebilirsiniz ama
arabalarin bu sekilde gitmek için yapilmadigini bilirsiniz. Geriye dogru
yasamak siirlerle romanlarin imtiyazi altindadir. Jan Hanlo’nun “We are born” (Dogduk) adli siirinde
cenaze arabasi atlari dizginlerinden geri geri çekerek cenaze evine götürür.
Orada yas tutan insanlar geri geri kapiya gidip disari çikarlar. Birkaç gün
sonra merhum cenaze evinde uyanir. Iyilestikten ve kuvveti yerine geldikten
sonra çalismaya baslar. Yapilacak çok is vardir: Köprüler yikilacak, kasaba ve
sehirler yerle bir edilecek, kömür ve petrol yerin dibine yerlestirilecektir.
Is cezbedicidir.
Yemek
ocagin üzerinde sogumaktadir. Ömrümüzün sonunda okul siralari bizi
beklemektedir: “Okul ögrendigimiz her
seyi unutturur bize.” Gelgelelim siirde insanlar sadece hareket eder ve hiç konusmazlar. Biri
konusmaya basladigi anda, zamani geriye çevirmeyle ilgili düsünce deneyini
kararli bir biçimde sürdürmek imkansizdir artik.
Bradley, hatirlamanin ileri dogru
bir yön izlemesinin açiklamasini beynin biyolojik islevinde aramistir. “Hayat sürekli çürüme ve tamir sürecinden ve
tehlikelere karsi sürekli mücadelelerden olusur; dolayisiyla yasamak için
düsüncelerimiz aslen önsezide bulunma yolunu izlemek zorundadir.”
Funes ile Serasevski’nin Kusursuz Bellekleri
Serasevski,
Rus nöropsikologlarindan Aleksandir Lurija’nin (1901-77) 1965 yazinda kaleme
aldigi ve 1968’de Ingilizce The Mind of a
Minemonist (Bir Hafiza Sampiyonunun Zihni) adiyla yayimlanan vaka
çalismasinin ana konusuydu. O siralarda Serasevski yerel bir gazetede muhabir
olarak çalismaktaymis. Lurija otuz yildan fazla bir zaman boyunca onun o
olaganüstü bellegini düzenli araliklarla çesitli deneylere tabi tutacakti.
Lurija
psikanaliz üzerine bir monograf yazmis ve Freud’la birçok kez yazismisti.
Psikanaliz, Sovyetler Birligi’nde itibarini kaybedince Larija da degisen
kosullara ayak uydurmustu. Moskova Üniversitesine gitmis, nöropsikoloji
alanindaki uzun ve üretken kariyerine ilk adimini atmisti.
Kendisiyle
görüsmek için psikoloji laboratuarina gelen Serasevski ilk bakista ürkek ve
dalgin biri gibi görünmüstü Lurija’ya. Onu memnun etmek için ona bazi standart
testler uygulamisti. Ona sözcük, sekil ve harflerden olusan çesitli uzunlukta
listeler göstermis ve bunlari tekrarlamasini istemisti. Rutin bir is olarak
baslayan sey birden göz kamastirici bir gösteriye dönüsmüstü: Lurija ne kadar
uzun bir liste hazirlasa da (otuz, elli, hatta yetmis unsurdan olusan listeler)
Serasevski diziyi bastan sona, hatta sondan basa veya rasgele bir noktadan
baslatildiginda bile hatasizca tekrarlayabilmekteydi.
Bellek
esigi (bir kisinin tek bir sunumdan sonra hatasiz tekrarlayabildigi madde
sayisi) çogu insanda yedi civaridir. Serasevki ise yüzlerce maddeden olusan
dizileri hatasiz tekrarlayabilmekteydi.
Ortalama
bir kisi, anlamli sözcükleri anlamsiz hece gruplarindan daha rahat aklinda
tutabilirken, Serasevski birbirine çok benzeyen anlamsiz hece gruplarindan
olusan uzun listeleri aklinda tutabilmekteydi. Testten önce veya sonra benzer
materyal ögrenildiginde normal hatirlama sürecinde gerileme yasanirken,
Serasevski bu tür materyalleri belleginden ayni sekilde hatasizca çekip
çikarabilmekteydi.
Kusursuz
bir hatirlama gücüne, geçici veya parçali izlerden ziyade sürekli ve bütün
izler tasiyan bir bellege sahipti.
Yapilan
testler belleginin görsellige meyilli oldugunu ortaya koymustu. Her sözcük
otomatik olarak bir resim olusturuyor ve bu resim silinmez bir sekilde
bellegine kaziniyordu.
1936’da
kendisiyle yapilan bir söyleside sunlari söylemisti: “Yesil sözcügünü duydugumda gözümün önüne yesil bir saksi geliyor:
kirmizi sözcügünü duydugumda bana dogru gelen kirmizi gömlekli bir adam
görüyorum; mavi ise bir pencereden küçük bir mavi bayrak sallayan birinin görüntüsü
anlamina geliyor.”
Sayilar bile ona imgeleri
hatirlatiyordu. “Örnegin 1, gururlu,
boylu, boslu bir adam; 2, hoppa bir
kadin; 3 kederli biri (neden öyle bilmiyorum); 6, bir ayagi sismis bir adam; 7,
biyikli bir adam; 8, çok iri bir kadin –çuval içinde çuval. Örnegim, 87 yasinda
sisman bir kadinla biyigini buran bir adam görüyorum.”
Kusursuz
belleginin yani sira Serasevski az görülür bir baska zihin kabiliyetine daha
sahipti. Serasevski asiri derecede sinestetikti. Farkli duyularinin izlenimleri
birlikte çalisiyordu. Sözcüklerle birlikte renk ve tat duyusu aliyor, hatta
istirap bile duyuyordu. Restoranda yemek siparisini yemek isimlerinin tadina
göre veriyordu.
Ilk
bakista bu sinestezinin Serasevski’nin bellegini daha da anlasilmaz kildigi
düsünülebilir. Her biri çok seyrek görülen norm disi bu iki özellik nasil olur
da ayni kiside bir arada görülebilir? Tesadüf eseri mi? Lurija burada
sinestezinin bir baska gizemli özellik olmadigini, açiklamanin ayrilmaz bir
parçasi oldugunu gösterir.
Serasevski
sahne gösterileri sirasinda hatirlamasi gereken sonsuz sayi ve nesne dizisinin
unsurlarini somut bir resimle bagdastirmakla kalmiyor, bu unsurlari seslerine,
renklerine ve tatlarina göre bellegine yerlestiriyordu ayni zamanda.
Lurija
konusmalarindan ve mektuplasmalarindan, Serasevski’nin görsel sinestetik
yaklasiminin ona belli seylerle bas etmesinde yardimci oldugu sonucuna
varmisti. Bu yüzden Serasevski muazzam bir yön duygusuna sahipti: O güne kadar
kat ettigi her yolu adeta sürekli genisleyen bir topografi arsivinde yer alan
zihinsel bir haritaymis gibi açabiliyordu.,
“Serasevski
çogu zaman yüzler konusunda zayif bir bellege sahip oldugundan yakinirdi:
“yüzler çok degisken. Bir kisinin yüz ifadesi, ruh haline ve onunla
karsilastiginiz siradaki kosullara bagli. Insanlarin yüzleri sürekli degisiyor;
ifadesinin farkli gölgeleri aklimi karistiriyor ve yüzleri hatirlamami
zorlastiriyor.” Ne zaman aynada yüzüne baksa sasirir. Baskalarinin devamlilik
gördügü yerde o degisim görürmüs.”
Uykusuzluktan
mustarip olan herkes bir süreligine kusursuz bir bellegin lanetiyle yasar.
Gecenin uzun süren, bitmek bilmeyen saatleri agir agir ilerlerken bir Ireneo
Funes’e, bir Solomon Serasevski’ye,
ansizin kusursuzluk patolojisinden mustarip olmanin nasil bir sey oldugunu
anlayan hafizasi kuvvetli birine dönüsürüz.
Bir Bozuklugun Yararlari; Aptal Dahi Sendromu
1887’de
Ingiliz psikiyatrist John Langdon Down, Londra Tip Cemiyeti’nde bir dizi ders
vermisti. Bu derslerde meslektaslarina Earlswood Yetimhanesi’ndeki otuz yillik
bashekimlik görevi sirasinda karsilastigi vaka ve hastaliklarin bir dökümünü
yapmisti. Down’in verdigi bu dersler esasen onun “mongolluk” adini verdigi, bugünse Down sendromu adiyla bilinen bir anormal zihin durumu
sayesinde psikiyatri tarihinin bir kilometretasi haline geldi.
Down’in
verdigi örnekler üç kategoriye ayrilir.
Birinci kategoride olaganüstü bir
bellege sahip kisileri görürüz. Bazilari aptal dahiler büyük bir sehrin bütün
otobüs tarifesini ezbere bilir. Bazilari tarihsel olaylar konusunda son derece
iyi bir bellege sahiptir veya bir kurumun eski ve yeni çalisanlarinin dogum
günlerini ve adreslerini ezbere bilirler.
Ikinci kategoriyi hesaplamada
üstün yetenege sahip aptal dahiler olusturur. Bu kategoride yer alanlarin çogu
özellikle takvim hesaplamalarinda iyidirler. Bu kisiler belli bir tarihin
haftanin hangi gününe denk geldigini birkaç saniye içinde söyleyebilirler.,
Üçüncü kategorideki aptal dahiler
sanat alaninda üstün bir yetenege sahiptir. Genellikle yetenekleri kendini
müzik parçalarini isiterek çalmak biçiminde gösterir. Bu kisiler nota
okuyamazlar ve akortlari ayirt etme konusunda muazzam bir yetenege sahiptirler.
Resim çizme yetenegi gelismis dahilere çok daha az rastlanir.
Çogu
aptal otistiktir veya genellikle otizmle baglantili belirtiler (ekolali, yani
“söylenenleri papagan gibi tekrarlama” toplumsal iliski yoksunlugu, tekdüze
faaliyetlere egilim ve çevrelerindeki degisiklikler karsisinda asiri öfkelenme)
gösterirler. Otizm teshisi konmus çocuklarin yaklasik yüzde 10’u aptal dahilere
özgü yeteneklere sahiptir. Aptal dahilerin yetenekleri arasindaki farkliliklari
daha iyi anlayabilmek için birkaç aptal dahiyi tanimak yararli olacaktir.
Jodediah
Buxton 1702’de Derbyshire’a bagli Elmton
köyünde dogdu. Babasi okul müdürü, büyükbabasi da kilise papaziydi. Jedediah
okuma yazmayi asla ögrenemedi ve bir tarim isçisi oldu. 1754’te Gentleman’s Magazine’de yayimlanan
biyografisine göre, Buxton’in “binbir zahmet ve yoksulluk içinde geçen
hayati dogal olarak tekdüze ve silikti: Bir günü içinde olup bitenler neredeyse
diger günleriyle ayniydi. Zaman Buxton’in yasindan baska bir seyini
degistirmemis, mevsimler de çalismasini hiç degistirmemis, bir tek kislari
harman döveni kullanirken, yazlari orak kullanmis.”
Biyografiyi yazan
kisi Buxton’in cehaletinin açiklamasinin bununla ilintili olabilecegini
düsünüyordu: “Sürekli sayilarla hasir
nesir olmasi baska seylerle ilgili en ufak bir bilgiyi bile edinmesini
engellemis aklinda ayni sartlarda yasayan on yasindaki bir çocuktan daha az
fikir kalmis gibi görünüyor.” Yaptigi hesaplamalar arasinda sekiz haneli üç
sayinin çarpimi da vardi: bu sayilari çarpiyor ve islemin sonucu olan yirmi
yedi haneli sayiyi söylüyordu. Istenirse çikan sonucu tersinden okuyabiliyordu.
1751’de Genteleman’s Magazine’in bir muhabiri Buxton’i ziyaret etmis ve ona
bir dizi problem sormus. “Çevre uzunlugu
alti yarda olan bir fayton tekerlegi 204 millik York-Londra seferi sirasinda
kaç kez döner?” sorusuna Buxton on üç dakikada su dogru cevabi vermis:
59.840 kez. Baska bir soruyu (“üç arpa
tanesi bir inç geliyor. Sekiz mil uzunluguna erismek için kaç arpa tanesi
gerekir?”) on bir dakikada cevaplamis; 1.520.640.
Gördügümüz
gibi, Buxton çok az sey ögrenmisti ve çok az sey hatirlamaktaydi., öyle ki on
yasindaki normal bir çocuktan daha az sey biliyordu. Ama kendisini
ilgilendiren bir konu olunca bellegi
olaganüstü bir verimle çalisiyor gibiydi. Nitekim kendisine ikram edilen bütün
biralarin miktarini bellegine yerlestiriyordu.
Bilindigi
kadariyla, hesap dehalarinin belleklerinin niteligi aslinda ortalama ile çok
zayif arasinda degismektedir. Fransiz hesap dehasi Mondeux’nün ögretmeni
1853’te ögrencisinin sayidan baska bir sey ögrenemedigini yazmistir. “Olaylar,
tarihler, yerler tipki bir aynanin
önünden geçiyormusçasina hiç iz birakmadan beyninin önünden geçip gidiyor.”
1894’te Binet, Inaudi adli hesap dehasini incelerken onun tek bir sunumdan
sonra önüne konan her hesap problemini tekrar edebilmesine ragmen, besten fazla
harf ezberleyemedigini kesfetmisti.
Istisna
derecesinde iyi bir görsel hatirlama yetenegine sahip olanlarin fotografik bir
bellege sahip olduklari, bu kisilerin görsel izlenimleri belleklerine adeta
isiga duyarli bir levha üzerine isler gibi depoladiklari, sonra da bunlari bir
içsel izlenime dönüstürdükleri söylenir çogunlukla. Bellek psikologlari bu tür
fotografik hatirlamaya benzeyen iki süreç tanimlarlar: Sipsak bellek ile görsel
bellek. Çok gelismis bir sipsak bellege sahip olan kisiler kendilerine
gösterilen bir resmi kisa bir süre, en fazla birkaç dakika boyunca “zihin
gözleri önünde” tutabilirler. Zihin gözleri önünde gördükleri bu resim
hatirlanan bir imgeden ziyade bir kalan imge, görsel bir ekodur. Sipsak bellek
testleri genellikle su sekilde yapilir: Deneyi gerçeklestiren kisi tek tip bir
zemin üzerine bir resim yerlestirir. Denek resmi inceler. Resim kaldirildiktan
sonra denek imgeyi zemine “yansitabilir.”
Resmi
dis dünyanin bir parçasi olarak “görebilir.”
Resim silindikten sonra tamamen yok olur; bir gün sonra resimle ilgili
sorular soruldugunda denek tipki sipsak bellege sahip olmayan bir kisi gibi
resmi hatirlayamaz.
Oysa
görsel bellege sahip olan bir denek kendisine gösterilen bir resmin imgesini
görür, hatta haftalar sonra bile gayet dogru bir biçimde hatirlayabilir. Görsel
bellege sahip olanlar sipsak bellege sahip insanlardan farkli olarak resmi
“kafalarinin içinde” görürler. Iste içebakisla ilgili bu fark iki bellek süreci
arasinda bir farklilik oldugunu akla getirir.
Müzik
psikologu Leon Miller Musical Savants (1989, Müzige Kabiliyetli Aptal Dahiler)
adli kitabinda bu sinifa giren on üç kisinin vaka hikayesini aktarir.
Hikayesini aktardigi ilk kisi, 1849’da bir köle plantasyonunda dünyaya gelen ve
on yasinda gezici konser piyanisti olan “Kör Tom” dur. Yüzden az kelime
bilgisine ve binlerce konser parçasi repertuarina sahip olan Tom, bir örüntü
olarak tanimlanabilecek bir seyin ilk temsilcisiydi. Müzige kabiliyetli aptal
dahilerin büyük bir çogunlugu, yüzde sekseni erkektir. Istisnasiz hepsi kusursuz bir ton duygusuna sahiptir.
Yeteneklerinin genetik bir etkene bagli olduguna dair herhangi bir belirti
yoktur. Müzige kabiliyetli aptal dahiler olagan disi bir müzik ortami içinde de
yetismezler, ama yetenekleri kesfedildikte sonra genellikle yeteneklerinin
gelismesi için her türlü imkan saglanir. Müzige kabiliyetli aptal dahiler
piyano çalar; ne gitar, ne keman, ne de obua, yalnizca piyano. Bu kimselerin
hemen hepsinde görme kusuru vardir.
Aptal
dahilerin çiplak müzikal yapilari yorumlamadan, yani onlara duygu katmadan ve
bir metronomun intizamiyla (ve de duygusuyla) yeniden ürettikleri söylenir.
Aptal
dahileri yetenekleri hemen her zaman dogustan gelir, ama menenjit gibi bir
beyin travmasi sonucu da ortaya çikabilir. Terapistler baska yeteneklerin
gelismesini saglayabildiginde aptal dahinin yetenegi çogunlukla kaybolur, ama
bazen kaybolmaz. Hemen her aptal dahide konusma kusuru görülür, ama son derece
kisa bir süre içinde yabanci dil ögrenen aptal dahiler de vardir.
On
sekizinci yüzyilda insanlar hamile bir kadinin ani bir sok geçirmesi halinde
bunun bebegi üzerinde ölümcül sonuçlar dogurabilecegini düsünürlermis. On
dokuzuncu yüzyilda annelerinin sarhosken hamile kaldigi çocuklarin zihinsel
kudretleri konusunda endise duyulurmus. Günümüzde ise hamilelik esnasinda annenin
vücuduna zehirli madde karismasinin veya dogum esnasinda çocugun oksijensiz
kalmasinin çocukta ciddi hasarlara neden olduguna inaniyoruz. Ama bir hasar,
nedeni ne olursa olsun, tek bir yetenege zarar vermediginde aptal dahi örüntüsü
ortaya çikar: kusurlarin ortasinda yalitilmis bir yetenek.
Aptal
dahilerin yetenekleri genelde sabit görünür. Nadia bes yasindayken yetenegi
erken yasta gelisen Picasso’nun on yasindayken çizdiginden daha iyi resim
çizebiliyordu, ama Picasso’nun yetenegi gelismesini sürdürürken onun yetenegi
ayni seviyede kalmisti. Ayni sey resim çizmeye çocuk yaslarda baslayan, ama
çocuklarin normal resim çizme seviyelerinden geçmeyen Stephen için de
geçerlidir. Stephen resim çizmeye kafadan bacakli insan figürleri veya tirnaga
benzer kollari olan küçük bebek resimleri çizerek baslamamisti. Stephen’in
resimleri daha bastan yetiskinlerin çizdikleri resimleri andiriyordu.
Leon
Miller, müzige kabiliyetli aptal dahilerle ilgili çogu bulgusunu kortikal kayma
hipotezine ikna edici bir biçimde uydurmustur. Inceledigi aptal dahilerden
ikisi beyinlerinin sol yarisinda nörolojik araz belirtileri göstermekteymis.
Birinin beyninin sag yarisi felçmis; digerinin beyin taramasinda beyinin sol
yarisinda dokunun küçülmüs oldugu ortaya çikmis. Müzige kabiliyetli aptal
dahilerin hemen hepsinde ciddi konusma bozuklugu vardir, ki bu durum normalde
en önemli iletisim kanali olan psikolojik bir islevin kenara itilmesine yol
açar. Ayni zamanda diger islevlerin gelisimini engelleyebilecek bir aracin yok
oldugu anlamina da gelir bu. Konusma ve müzik bazi açilardan rakip islevlerdir,
konusma müzige göre biraz daha baskin bir konumdadir: Arka planda müzik
çalarken okuyup konusabiliriz; insanlar konusurken müzik dinlemekse çok daha
zordur.
Konusma
gibi daha geleneksel iletisim araçlarinin gelisimine yardimci olmak amaciyla bazen aptal dahilerin yeteneklerinin
gelisimi durdurulur veya engellenir. Bu tür tedavi amaçli müdahaleler farkli
sonuçlar verir. Stephen Wiltchire meslek egitimi almis, simdi asçi yamakligi
yapiyor. Çizim yetenegi bundan zarar görmemis
ama.
Çok
güzel at resimleri çizen küçük Nadia otistik çocuklara yönelik egitim yapan bir
okulda konusmayi ve sayi saymayi ögrenmis, ama eskiden sahip oldugu o
kendiliginden resim yapma yetenegi tamamen yok olmus, Simdilerde ara sira
bugulu pencere camina bir seyler çizmekle yetiniyor yalnizca.
Richard ve Anna Wagner;Kirk Bes Yillik Evlilik Hayati
Bellegimiz
günlük hayat konusunda pek iyi degildir. Dikkati pek çekmeyen olaylari, eskiden
duyulan bir sesi, eski günlerin havasini, odalarin kokusunu veya yenen bir
yemegin tadini hafizanizda yeniden olusturmak zordur. Sevdiginiz kisilerin eski
görünüslerini de gözünüzde pek kolay canlandiramazsiniz. Anne-babanizin eski
günlerdeki görüsleri, çocuklarinizin küçüklük halleri, karinizin, kocanizin,
dostlarinizin yillar önceki halleri; bu kisiler yakinimizda olduklari ve siz
farkina varmadan ve yavas yavas degistikleri için eski görünüsleri hafizanizdan
silinip gitmistir. Kendi görünüsünüzdeki degisimler bile gözünüzden kaçar:
Bugün aynada gördügünüz yüz, birakin bir ay veya bir yil önceki halini,
yüzünüzün dünkü halini bile belirsizlestirir.
Görünüsümüz
bir kitap, bellegimiz de bir kitapsever olsaydi, bellegimiz kitabin her yeni
basimini, dikkatle korunmus olan önceki basimlarin yanina eklerdi. Kitabin eski
bir basimini seçer, onu daha yeni bir basimla karsilastirir, böylece nelerin
çikarildigini, eklendigini, gözden geçirildigini veya düzeltildigini
anlayabilirdik. Oysa bellegimiz evrime yararli amaçlar güdecek sekilde
tasarlanmistir ve bu amaçlarin içinde eski nüshalar yer almaz. Neticede
çocuklarimizi on-yirmi yil önceki halleriyle göremiyorsak, eski hallerini
hatirlamamiza gerek yok demektir; o halde yolla gitsin.
Berlinli
Anna ve Richard Wagner çifti, 1900 yilinda baslayan evliliklerinin ilk yilindan itibaren yilbasi gününde kendi
fotograflarini çekmis ve bunu Noel karti olarak dostlarina göndermisler. Bu fotograflar
dizisi 1942 yilina, Anna’nin ölümünden üç yil öncesine kadar sürmüs, Sadece
birkaç yil atlanmis. Wagnerlerin aile dostlarindan bir kadin bütün bu
fotograflari saklamis. Neredeyse yarim asir sonra bu fotograflar eski Dogu
Almanya’daki bir evin çatisinda bulunmus ve yayinlanmis. Söyle bir
baktiginizda fotograflarin ayni sekilde
oldugunu fark ediyorsunuz: Wagner çifti, Noel hediyeleriyle dolu bir masa, bir
Noel agaci, çok az degisiklige ugramis bir oda. Fotograflarin her biri yilin
ayni gününde çekilmis. Ama degismeyen arkaplanin önünde bir insan ömrünün
degisen mevsimlerini çok daha net görebiliyorsunuz.
Her
çagin, insan ömrünün safhalari konusunda kendine özgü fikirleri vardir. Bunlar
simgelerle, metaforlarla, deyislerle ve allegorilerle ifade edilmistir. Ortaçag
muhayyilesinde hayat çogunlukla bir yolculuk veya hac yolculugu olarak
nitelendirilmekteydi; kitaplarda ayrilma ve varis arasinda bir insanin basina
neler geleceginden bahsedilmekteydi. Bazen bu yolculuk resimlerle tasvir
edilirdi: Resimlerden birinde bir insanin bebek olarak basladigi hayatini yasli
biri olarak tamamlayisini tasvir eden bir dizi figür vardir. O dönemde çok
begenilen bir baska tasvir ise “hayat merdiveni” tasviridir. Bu tasvirde bu
merdivenin solundaki ilk basamagina çikmakta olan küçük bir çocuk, merdivenin
sag tarafindan yasli bir adam olarak inmektedir. Basamak sayisi degisir, tipki
bir insanin hayatindaki evreler gibi: Insan hayatinda yedi olabildigi gibi, on
evre de olabilir. Bu evreler zamanla iliskilendirilebilir.
“Avare Bolasirirz Oval Aynalarda”; Dejavu Deneyimi Üzerine
Dejavu
duygusu ansizin baslar. Tanima duygusu belli bir süre belirir, bu süre içinde
bu duygu hiç gelismez veya baska bir duyguya intikal etmez. Bu duygu basladigi
andan itibaren her sey daha önce yasanmis gibi gelir size, çevrenizdeki seyler,
sesler, yüzler konusmalar; o an içinde düsündügünüz seyleri bile daha önce
düsündügünüz duygusuna kapilirsiniz. Hayatinizdan bir parçayi yeniden yasamis
gibisinizdir, gerçi bunlari ilk ne zaman yasadiginizi söyleyemezsiniz.
Her
sey o kadar tanidiktir ki, biraz sonra neler olacagini bildiginizden emin
gibisinizdir. Ama bu pasif bir bilgidir; okudugunuz bir kitabi uzun bir aradan
sonra tekrar okurken kitapta biraz sonra neler olacagini görebiliyormus
duygusuna çok benzeyen bir duygudur bu; ama ancak söz konusu bölüme geçtikten
sonra kitaptaki o olaya tamamen vakif olursunuz.
Dejavu duygusu hemen her zaman
kisa süreli hissedilir. Bu duygu, kimi zaman
bizatihi deneyimin kendisinin yarattigi saskinlik nedeniyle hemen
dagiliverir. Çogu dejavu deneyimi birkaç kisa andan fazla sürmez; ondan sonra
tanidik bir sahnenin tekrarina tanik oldugunuz duygusu yok olur. Az önce
yasadiginiz seyin saskinligi bir süre daha devam eder., ama çok geçmeden normal
hayat tekrar yoluna girer
1844’te
Ingiliz hekim A.L. Wigan dejavu deneyimini “önceden
varolmusluk duygusu” olarak tanimlamis, birçok sair ve yazar da bunun
bu fenomenin dogru açiklamasi oldugunu ima etmisti.
Dejavu
bize varolusumuzun ebedi dönüsüne ansizin bir göz atma firsati taniyan bir
çatlaktir zamanda. “Bir örtü aralanir” ve kisa bir an için her sey berraklasir.
Ama hayatin bir parçasinin aynen tekrar ettigi düsüncesi tuhaf bir soruyu
gündeme getirir. Neden bütün hayatimizi uzayip giden bir dejavu olarak görmüyoruz?
Bu durumda dejavu kuralin kendisi; olagan, kopya olmayan hayat da istisna olmaz
mi? Bir baska nazik soru da, dejavunun önceki hayatlarin tekrarinin bir parçasi
olup olmadigi sorusudur. Eger dejavu yeni bir olaysa, o zaman simdiki hayat tam
bir kopya olarak kabul edilemez.
Ayrica
dejavu duygusu önceki hayatlarda ayni yerlerde meydana geldiyse bile, hala bir açiklamaya ihtiyacimiz vardir, insanin
aklinda manasiz bir bitimsizlik yanilsamasi olusturan bir hipotezdir bu; ortaya
koydugu açiklama gizemi sinirsizca tekrar eder. Wigan’in kendisi dejavunun
nedenlerini kisa süreli bir beyin bozuklugunda
aramisti.
Reenkarnasyon
veya ebedi tekrar gibi açiklamalara hiç yüz vermeyen Wigan, dejavunun nasil bir
sey oldugunu izah ederken iddiasiz ama ikna edici bir yorumda bulunur: “Vücut durusu, yüz ifadesi, jest, ses tonu,
bütün bunlar hatirlaniyor ve ikinci kez insanin dikkatini çekiyor gibidir.
Bunun üçüncü kez tekrarlanacagi asla düsünülmez.”
Sully’ye
göre dejavu, Freud’un daha sonra günün kalintilari diye adlandiracagi seyin tam
tersiydi. Günün kalintilari rüyaya yerlesmisse ve rüyanin içinde belirsiz bir
parçadan ibaretse, o zaman bellekte yillarca depolanan bir rüya. Gündelik
hayatimizda meydana gelen bir olayin anlik bir kopyasinin ortaya çikmasina
neden olabilirdi. Rüyanin “ne zaman” görüldügü bilgisi tekrar ele
geçirilemezdi, bu da dejavunun neden ayni seyin belirsiz bir geçmiste
gerçeklestigi duygusunu yasattigini açiklamamaktaydi. Dejavu, simdi ile
geçmisin kesismesi degildi, bellekteki belirsiz bir izle kurulan kisa süreli
bir paralellikti.
1969’da
psikiyatrist Harper, psikiyatrik bozuklugu olmayan kisilerde dejavu ile
kisiliksizlesme sarasinda Heymans’in daha önce ortaya çikardigi bagintiyi
tekrar bulmustur. 1972 yilinda dokuz yüz kadar ögrenci üzerinde yapilan bir
kisiliksizlesme arastirmasinda da kisiliksizlesme ile dejavu arasinda bir
iliski oldugu ortaya çikarilmistir.
Richardson
ile Winokur 1968’de, psikiyatrik bozuklugu olan hastalardan olusan bir grup
içinde dejavunun, duygulari kararsiz olanlar ile adaptasyon bozuklugu olan
etkenlerde daha sik görüldügü tespitinde bulunmustu. Sizofreninin belli
biçimlerinde dejavu kronik bir karaktere bürünecek kadar uzun sürebilir. Bu
evreden sonra dejavu o kadar karmasik bir sanri haline gelir ki, hasta çift
hayat yasadigi veya ayni hayati tekrar yasadigi duygusuna kapilir. Tuhaf bir
patolojidir bu; hasta kendi doppelganger’i
haline gelir ve yasadigi veya düsündügü her seyi, baska bir yerde veya daha
önce yasanmis baska bir hayatin kopyasi gibi yorumlar.
Olagan
dejavudan farkli olarak bu psikotik dejavu çesidi yavas yavas baslar, ama bir
kez ortaya çikti mi giderilmesi neredeyse imkansizdir. Hastanin zaman
algisindaki bir bozuklukla ortaya çiktigi saniliyor. “Olagan” dejavuda bile
kisa süreli, hemen düzeliveren bir dezoryantasyon söz konusudur.
“ Bunu daha önce yasamistim” duygusu
simsek hiziyla yerini
“bana
daha önce yasamisim hissini veren bir seyler yasiyorum” duygusuna
birakir. Yanilsama yasadiginin farkinda
olmak, insanin gerçeklikle yeniden temas kurmasini saglar.
Bir
dejavu türü daha var. Bu dejavu türü sizofrenlerin yasadigi dejavular kadar
inatçi degilse de çogu insanin kendi deneyimlerinden tanidigi dejavulardan daha
uzun sürelidir. Bu tür dejavular epileksiyle alakalidir ve on dokuzuncu
yüzyilin son çeyreginde ingiliz nörolog John Hughlungs Jackson tarafindan uzun
uzadiya tarif edilmistir.
Sizofreni
ile epilepsi neyse ki ender görülen hastaliklardandir, bu hastaliklarda
dejavular da ender görülür. Sizofren ve epileptiklerin büyük bir çogunlugunun
dejavu yasama orani sokaktan geçen herhangi biri kadardir. Psikiyatristlerin
teshis kitapçiklarinda dejavu diye bir
kategori yoktur. Bunun üzerine, elektrotlarla dejavu meydana getirmek
kendiliginden olusan alelade dejavular hakkinda bize ne söylüyor diye
sorulabilir. Ne de olsa hiç kimse nöroloji klinikleri hariç hiçbir zaman
kafasinda elektrotla dolasmaz.
Dejavularda
üç yanilsama görülür. Ani gibi gelirler insana, ama anilarla alakalari yoktur;
aslinda ilerisini tahmin edemediginiz halde biraz sonra neler olacagini
bildiginiz duygusu uyandirirlar sizde ve ortada kaygilanacak bir sey olmadigi
halde belli belirsiz bir kaygi duymaniza neden olurlar.
Ne
kadar hafif ve geçici olsa da bu üçlü adatmacanin akil karistirici bir etkisi
vardir. Normal kosullar altinda sürekli akan bir çagrisim veya baglanti
akintisi içinde bir an durmaniza neden olur. Ayni anda size hem yeni hem de
tanidik gelen bir deneyimin kopyasi hemen içebakisa dayali bir baska deneyimin
kopyasini ortaya çikarir; yani, hayret içinde, yasadiginiz deneyimi
gözlemlerken bulursunuz kendinizi. Dejavularin hepsinde bu ayna etkisi vardir.
Günümüzde
dejavu hakkinda yazan en üretken yazarlardan Herman Snoy, çesitli
arastirmacilarin bulgularinin sik sik birbiriyle çelistigini belirtir. Biri
nevrotik sikayetlerle baglanti kurarken, digeri böyle bir baglanti kurmaz veya
olumsuz bir bagintidan söz eder.
Dejavunun
ortaya çikma sikligi incelenen kategoriye göre degisir. “Olagan” dejavu ile “kronik”
dejavu arasindaki farkin, derece farki mi yoksa tür farki mi oldugu
sorusu üzerinde bir mutabakat yoktur. Dejavuyu kolaylastirdigi sanilan
kosullara iliskin biraz daha açik bir örüntü bulunmustur; yorgunluk, stres,
bitkinlik, travmalar, hastalik,alkol ve hamilelik. Bunlar ayni zamanda
kisiliksizlesmenin, dejavularla açik bir iliskisi olan yegane fenomenin ortaya
çiktigi kosullardir.
Yaslandikça Hayat Neden Çabuk
Geçer?
Ernst
Jünger çalisma odasinda oturmaktadir. Zaman hakkindaki (Kum Saati Kitabi) adli
kitabinin taslagi üzerinde çalismaktadir. Önündeki masanin üstünde antik bir
kum saati durmaktadir. Basit bir dövme demir çerçeve üzerine oturtulmus bir kum
saatidir bu. Bir zamanlar epey bir ise yaramis olmalidir. Orta yeri asinmaktan
opalimsi bir hal almistir. Kum saatinin her çevrilisinde geçen zaman tekrar
elde edilir; bir el hareketi yeterlidir bunun için. Ama biriken kumlar ne kadar
siklikla akitilirsa zaman o oranda hizli geçer. Kum saatlerinde akan kum
taneleri her defasinda sürtünerek birbirlerinin yüzeylerini parlatir, sonunda
bir kaptan ötekine neredeyse birbirine hiç sürtünmeden geçer ve her defasinda
saatin boynunu da bir parça genisletirler. Kum saati ne kadar eskiyse, kum o
kadar hizli akar. Böylece kum saati, fark edilmese de her defasinda belli bir
zaman araligini daha kisa ölçer. Bu ölçüm hatasi, içinde bir metafor
barindirmaktadir: “Insanlarda da böyledir, sonraki yillar gittikçe daha hizli akar, ta ki
ölçüm kabi dolana kadar. Insanin içi de zamanla izlenimlerle doldukça dolar.”
Gerrit
Krol, (Frizonlar Aglamaz) adli
kitabinda “Zaman parmaginizda
salladiginiz küçük bir zincirdir” diye yazar. Peki ama bu zincir neden
gittikçe daha hizli sallanir?
Bu
soruya salt sayilar üzerinden verilen cevaplar da tatmin edici degildir.
Fransiz felsefeci Paul Janet 1877 de, bir kisinin hayatindaki bir dönemin
görünür uzunlugunun o kisinin hayat süresinin uzunluguna bagli oldugunu ileri
sürmüstür. Buna göre, on yasindaki bir çocuk bir yili hayatinin onda biri, elli
yasindaki bir adam ise ellide biri uzunlugunda yasayacaktir. William James bu
“yasa”yi bir açiklamadan ziyade öznel hizlanmanin bir tarifi olarak kabul eder,
bunda haklidir da, Kendisi de yillarin görünür kisalmasini söyle açiklar.
Bellegin içeriginin monoton, bu yüzden de
geriye dönük bakisin basitlestirici olusuna baglidir bu. Çocuklugunuzda, özel
veya nesnel, günün her saatinde tamamen yeni deneyimlerimiz olur. Kavrayisimiz
canlidir, hafizamiz güçlüdür, o zamanki anilarimiz, hizli ve ilginç geçen bir
seyahatle ilgili anilarimiz gibi girifttir, sayisizdir, anlata anlata
bitiremeyiz.
Ama her geçen yil bu deneyimlerimizi farkina
bile varmadigimiz otomatik bir rutine dönüstürür, günler ve haftalar içeriksiz
birimler haline gelir ve içi bosalan yillar birbirinin üstüne çöker
Bu
açiklama, bellegi zaman deneyimimizin merkezine oturtur.
Bir
fikrin berrak olusunun yakinlik yanilsamasi yaratmasi, zamanin her iki yönü
için de geçerlidir. Tekrar görmeyi arzuladigimiz bir seyi beklerken o seyi o
kadar açik bir sekilde tahayyül ederiz ki, o seyle aramizdaki zaman farkini göz
ardi ederiz. Bu yüzden gergin bekleyis sonsuzluk kadar uzun gelebilir. Ama
vakit geldikten sonra dört gözle bekledigimiz olay çabucak geçip gider, önceki
dönemle olusturdugu zitlik nedeniyle zaman hizlanir.
Bellegin
süre ve tempo degerlendirmesinde rol oynuyor olmasi, simdiki deneyimimizde
geçmisin bulunabilecegi anlamina gelir.
Vezüv’ün
külleri altinda yatan sehirlerin altinda daha eski sehirlerin çok eski
tarihlerde gömülmüs sehirlerin izleri kesfedilmistir. Sehir halki, içinde
yasadigi sehri önceki sehri kaplayan küllerin üzerine kurmustur. Böylece sehir
tabakalari olusmustur; sokaklarin altindan yeralti sokaklari geçer, kavsaklarin
altindan da baska kavsaklar; yasayan sehir uyuyan sehirlerin tepesine
kurulmustur. Ayni sey beynimizde de olur: simdiki hayatimiz ona destek ve gizli
temel vazifesi gören geçmis hayatimizin üstünü kaplar farkinda olmadan. Iç
benligimize indigimizde harabelerin içinde geziniriz.
Nasil
ki dikkat çekici nesneler baslangiç noktasiyla bitis noktasi arasina
yerlestirildiginde aradaki mesafe bize oldugundan daha fazlaymis gibi
geliyorsa, dikkat çekici ve çesitli olaylarla dolu geçen bir yil da bos ve
monoton geçen bir yildan daha uzunmus gibi gelir. Guyau, bir dönemin görünür
uzunlugunun maziye bakip da hatirladigimiz olaylarda dikkatimizi çeken açik ve
yogun farkliliklarin sayisiyla tanimlandigi görüsündedir. Gençlik yillari bu
nedenle uzun, yaslilik yillari da bu nedenle kisaymis gibi gelir bize.
Guyau’nun yorumlari daha uzun bir alintiyla aktarilmayi hak ediyor:
Gençlik, arzulari konusunda sabirsizdir;
zamani yiyip bitirmek ister, ama zaman geçmek bilmez. Gençlik izlenimleri
canli, taze ve sayisizdir ayrica, böylece yillar binlerce farkli sekillerde
birbirinden ayrilir ve genç insan bir önceki yili mekan içinde birbirini
izleyen uzun bir sahne silsilesi olarak görür
Yaslilik ise klasik tiyatronun degismez
sahnesi gibidir, basit bir yerdir, bazen her seyi tek bir hakim faaliyetin
etrafinda toplayan, gerisini bertaraf eden tam bir zaman, yer ve hareket
birligi, bazen de zaman, yer ve hareket yoklugudur. Haftalar, aylar birbirine
benzer, hayatin monotonlugu sürer gider. Bütün bu imgeler tek bir imgede
bütünlesir. Muhayyilede zaman kisalir. Keza arzu da kisalir. Hayatimizin sonuna
yaklastikça her yil “Bir yil daha geçti! Ne oldu bu zaman içinde? Neler
hissettin, gördüm, neler geçti elime? Geride kalan üç yüz altmis bes gün nasil
oluyor da birkaç aydan uzun degilmis gibi geliyor bana?” der dururuz.
Zamanin perspektifini uzatmak istiyorsaniz,
imkaniniz varsa içini binlerce yeni seyle doldurun. Heyecan verici bir seyahate
çikin, çevrenizdeki dünyaya yeni hayat nefesi vererek kendinizi yenileyin.
Geriye dönüp baktiginizda yol boyunca siralanan olaylarin ve kat ettiginiz mesafelerin muhayyilenizde üst üste
yigildigini, görünür dünyanin bütün bu parçalarinin uzun bir sira olusturdugunu
ve yerinde bir ifadeyle söylendigi gibi, ömrünüze ömür kattigini fark edeceksiniz.
Guyau’nun
bu “imkaniniz varsa” sözünü onun
erken bir yasta, otuz dört yasinda öldügünü bilerek okumak insanin içini
burkar. Hayatinin son birkaç yilinda heyecanlanmasina neden olacak seyahatler
için geçerliydi bu yasak.
Guyau’ya
göre, zaman kavrami gelistirmek için hem deneyimler hem de onlari depolamak
için bir bellek gerekir,zira “zaman tipki
kum saatindeki gibi bilincimizde daha en basindan beri mevcuttur.
Algilarimiz
ile düsüncelerimiz kum saatinin o dar dehlizinden geçen kum taneciklerine
tekabül eder. Topaklasmak yerine tipki o kum taneleri gibi çesitliliklerini
koruyarak bir birlerinin yerini alirlar; düsen kum taneleri, iste budur zaman.”
Günlük
konusmada zamana bir yön hasretmenin yani sira ona degisik hizlar ve
esneklikler de atfedilir. Zaman emekler veya uçar, hizlanir, yavaslar veya
durur, kisalir, uzar, daralir veya genisler.
Thomas Mann’in da
belirttigi gibi, içinde “hiçbir sey”in
gerçeklesmedigi zaman uzun gelir insana, ama yalnizca ilk degerlendirmede;
ikinci degerlendirmede zaman kisalir. Camus de bu paradoksal iliskinin
farkindaydi. Yabanci’da romanin kahramani hapse
atilir. Hayatinda, anilari ve gece-gündüz çevriminden baska bir
degisiklik olmadan zaman geçip gitmektedir. “Günler
nasil ayni anda hem uzun hem kisa oluyordu anlamiyordum. Yasarken uzundular
sanirim, ama öyle bir yayiliyorlardi ki sonunda birbirlerine karisiyorlardi.” Gardiyan
bir gün ona bes aydir orada oldugunu söyleyince ona inanir ama söylediklerini
tam olarak anlayamaz. “Bana hücremde her
zaman ayni günü geçiriyormusum gibi geliyordu.”
Ilk
kez zamanla ilgili deneysel arastirmalarda ortaya çikan baska bir zorluk daha
var. Willium James, yaslandikça zamanin bariz biçimde kisalisi hakkinda
yazarken “içi bosalmis” yillardan söz
eder.
Thomas
Mann ise hizla geçen “ciliz, yalin ve bos” yillara deginir. Peki ama içi
bosalmis, bos zamanin deneysel muadili nedir? Uyaran olmayan zaman araligi mi?
Hiçbir deneyci bunu deneklerine öneremez, bütün duygusal uyaranlari bertaraf
etse bile bunu yapamaz. Hiç kimse kendini bombos biri haline getirip de tamamen
bos geçen bir zaman araligi yasayamaz. Içi bos zaman, mutlak bir vakum gibi
kurgusal bir seydir; düsünce, gözlem ve ani parçalarini gizlice emer.
Fransiz
hekim Theodule Ribot 1881 tarihli klasiklesmis kitabi (Bellek
Hastaliklari), bir aniyi tarihlendirmeye
çalisan kisinin nisanlardan, zaman içindeki yeri iyi bilinen olaylardan
yararlandigini yazar. Bu nisanlari biz seçmeyiz, bize kendileri dayatirlar.
Günümüzde birçok yazar, otobiyografik bellekteki zaman iliskileriyle ilgili
teorilerine bu nisan kavramini dahil
etmistir: Conway bunlara referans noktalari, Shum “zamansal nirengi noktalari” adini verir. Bu nisanlar, bir seyin ne
kadar zaman önce meydana geldigini, bir seyden önce mi , sonra mi meydana
geldigini, hatta bazen o seyin tam olarak hangi tarihte meydana geldigini belirler.
Kisacasi,
zaman nisanlari dönem ve tarihleri belirlemekle kalmaz, yaslilikta hülyalara,
dalip gitmelere de neden olur. Zaman deneyimimizi etkileyen birçok psikolojik
etken 1930’lardan beri bilinmektedir. Vücut sicakliginin öznel zamani
hizlandirip yavaslatabileceginin farkina varilmasi, Amerikali psikolog
Hoagland’in tesadüfi kesfinin bir sonucudur. Hoagland karisinin ilaçlarini
getirmek için odadan kisa bir süre ayrildigi halde hasta karisi çok vakit
harcadigi için ona çikismis. Sonra Hoagland karisindan bir dakikalik zaman
araligi belirlemesini istemis. Karisinin “dakika”
sinin uzunlugunu otuz yedi saniye oldugu ortaya çikmis. Atesi yükseldikçe
dakika daha uzun gibi geliyormus karisina.
Günlük
ritimler bir kisiyi tam bir sabah veya gece insani haline getirebilir. Sabah
insanlarinda vücut sicakligi sabahin erken saatlerinde yükselmeye baslar,
ögleden sonra dört civari zirveye ulasir, sonra düsmeye baslar. Sabah
insanlarinin vücut saatleri gece insanlarinin vücut saatlerinden ileridir,
onlarin vücut sicakliklari düserken gece insanlari aksam karanligi çöktükten
sonra hala faal ve zindedir ve vücut sicakliklari daha geç saatlerde zirveye
ulasir. Yaslandikça biyolojik saatimiz sabaha kayar ve sabah insanlariyla gece
temposunun yavaslamasiyla kol kola gider –zaman zaman tren istasyonlariyla
postanelerde gençlere, yasli emeklilere keske ayri yerler verilse dedirten
durumlara yol açabilen bir seydir bu.
Yasli
insanlarda uyuma-uyanma çevrimiyle alakali sorunlara, suprakiyazmatik
çekirdekteki (SCN) hücre kaybi yol açiyor olabilir pekala. SCN (noksansiz
oldugunda 1 mm3
hacmindedir) yaklasik 8000 hücreden olusur ve optik sinirlerin kesisme
noktasinin hemen üstünde yer alir. SCN ana saat gibi islev görür, yanlis
giderse diger saatler de ayarlarini
kaçirir. Yapilan deneyler SCN’nin isikla kontrol edildigini göstermistir.
Nörotransmitterlerden
dopamin bu süreçte önemli bir rol oynar; yaslandikça dopamin üretimi azalir.
SCN’deki hücre azalisi ile dopamin yetersizligi zamanla olan iliskilerimizde
önemli sorunlara yol açabilir. Amerikali nörolog Mangan bu sorunlarin, yasli
insanlardan üç dakikalik bir zaman araligini tahminen belirlemelerinin
istendigi deneylerin sonuçlarini açikladigi görüsündedir. Daha eski deneylerden
de bilindigi üzere, çocuklarda zamani dogru tahmin etme yetenegi yasla ilerler,
yirmi yasinda zirveye ulasir, ondan sonra da azalir. Yaslilarda bu yetenek
çocuklarin seviyesine düser. Mangan, yaslilarin zaman araliklarini sürekli
olarak fazla tahmin ettiklerini göstermistir.
Öyle
görünüyor ki, yaslaninca yavas çalisan saatler kullanmaya basliyoruz. Saatin
çarklari eskisinden daha düzensiz, bazen çok hizli, bazen çok yavas çalismiyor;
yalnizca daha yavas dönüyor ve bunu düzenli bir sekilde yapiyor. Yasliligimizda
zaman tahmini yaparken, tipki Ernst Jünger’in beli asinmis antika kum saatinde
oldugu gibi, bir yaslilik sabitini dikkate almamiz gerekir.
Çocuklugunuzun
sokaklari belleginizde göründügünden küçüktür. Eski mahallenize tekrar
gittiginizde geçmisinizde size bitmez tükenmez gibi gelen sokaga girersiniz ve
birkaç adimda sokagin sonuna ulasirsiniz. Geçitler, bahçeler, meydanlar,
parklar, hepsi önceki boyutlarinin belki yarisina inmis gibidir. Okullar bile
küçülmüstür; eski cüsselerinde olan ögretmenlerin bu binalara sigiyor olmalari
bir mucizedir. Yaygin bir açiklamaya göre, çocuk kendini kistas aldigi için
sokaklari uzunmus gibi algilar. Büyüyüp de boyu bir kat uzadiginda eskiden
tanidigi sokaklar bir kat küçük görünür gözüne. Yasli insan adimlariyla
ölçüldügündeyse yine eskiyle ayni uzunluktadir. Burada bellegin bütün insan
hayatini kapsayan ölçekteki bir optik yanilsama tarafindan aldatildigi
anlasiliyor.
Büyükleriniz
size hep büyük gelir, ta ki kendi çocugunuz olana ve çocugunuzun yasindayken
anne ve babanizinkaç yasinda oldugu üzerinde kafa yorana kadar. Ögretmenler de
hep yaslidir, ta ki yirmi yil sonra bir okul eglencesinde onlarla tekrar
karsilasana kadar; o zaman gözünüze gençlesmis gibi görünürler. Birinci
siniftakiler de her yil gözünüze daha genç görünür (tipki annenizle babaniz
gibi.) Nesnel yavaslama öznel hizlanmaya neden olur ve biyolojik saatlerimizin
hizi bu süreçte rol oynar. Bu saatlerin çogu genç bir vücutta yasli bir vücuttakinden daha hizli çalisir.
Unutmak
Bellegimiz
ayni zamanda hem kirilgandir hem de dirençli. Ufacik bir sey onu kolayca
devreden çikarabilir. Ufak bir kan pihtisi, kisa süreli bir oksijen yetmezligi,
beyin zarindaki bir enfeksiyon, en ufak
bir organik araz onarilmaz bir hasara yol açabilir. Buna karsilik en ciddi
bellek kayiplarinda bile bellegin büyük bir bölümü zarar görmeyebilir.
Bellek
biçimleri içinde bozulmaya en fazla otobiyografik bellek açiktir. Bellekler bir
zaman çizelgesine oturtulabilen iki tür bellek kaybinin ortaya çikisiyla
birlikte isleyislerini yitirirler. Retrograd amnezide, hasardan önceki olaylari
hatirlama yetenegi zarar görür. En ciddi durumlarda bütün anilar, nereden
geldiginiz, ne yaptiginiz, kim oldugunuz bilgisi, hepsi yok olur. Geçmisle
ilgili bilginiz gelecekle ilgili bilginiz kadardir, kendinizi bir yabanciyi
tanidiginiz kadar tanirsiniz. Anterograd amnezi ise hasardan sonraki anilarin
depolanmasina engel olur. Geçmisinizi sorursunuz, ama geleceginiz asla
geçmisiniz haline gelmez. Otobiyografik bellek bir günlük defteri olsaydi,
bütün bos sayfalar anterograd amnezi tarafindan parçalanmis olurdu, retrograd
amnezi ise yalnizca bos sayfalarla bas basa birakirdi sizi.
Hastanin
hangi amnezi biçiminden mustarip oldugu fark etmez, hasta her iki durumda da
zamanin bir yönünden mahrum kalir.
Hatirlamak
ile unutmanin birbirlerini disladiklarini düsünmeye alismisizdir.
Hatirladiginiz seyi unutmamissinizdir, unuttugunuz seyi ise
hatirlamiyorsunuzdur. Birinin bittigi yerde digeri baslar. Unuttugunuzu
hatirlayabiliyorsaniz, bir sey belleginizin içinde gerilerde bir yerde duruyor
demektir, duvarda gördügünüz ve özgün biçimden orada yillarca neyin asili
oldugunu anladiginiz, rengi atmis bir yama gibi.
Hatirlamak
ile unutmak arasindaki iliski Salt karsilikli uyusmazlik iliskisinden çok daha
karmasiktir. Bazen bellegimizde depolanmis oldugundan emin oldugumuz halde bir
seyi hatirlayamayiz. Bir sözcügün dilinizin ucuna gelip de o sözcügün sesiyle
hecelerini kafanizda bir türlü oturtamamanin nasil bir sey oldugunu bilirsiniz.
Bir sözcügün belli bir anda akliniza gelmeyi reddetmesi, ama varligini size
hissettirmesi son derece dikkate deger bir seydir.
Hatirlamaniza
imkan olmayan bir seyi unuttugunuza kesinlikle inanmak biçiminde tezahür eden
bellek hatasi da ayni derecede yaygindir. Bu hataya bizzat yasadigim bir
olaydan ben de asinayim. 1979’da Hollanda Isçi Partisi üyesi ve Ikinci Meclis
eski baskani Anne Vondeling geçirdigi bir kaza sonucu ölmüstü. Ölüm ilaninda
(hatirladigim kadariyla parti liderliginin imzasiyla çikmisti) bir siirin dört
dizesi yer aliyordu. Ilk dize “Kirlarin
üzerinden, seyrek sisin içinden”di; bunu pek hosuma gitmedigi için çabucak
unuttugum bir dize izliyordu, ardindan su iki dize geliyordu:
Zincirlerin
sakirtisiyla çöker gece
Ve
dünyanin kapagi çarpar.
Altinda
Gerrit Achterberg yaziyordu. Bu zincirlerle çekilip açilabilen, üzerine
kapandiktan sonra insanin tek basina kaldirip açamayacagi kapak imgesi
bellegime iyice yerlesmisti, daha dogrusu onu bellegimden bir türlü
çikaramamistim. Daha sonra, kizimin dogdugu yil birisi bana Achterberg’in Verzamelde gedichten’ini (toplu
siirleri) verdi, kitapta saatlerce bu dizeleri aradim,bulamadim. Benzerine bile
rastlayamadim.
Yirmi
yil sonra (kizimiz evden ayrildiginda) bir
ölüm ilaninda ayni dizelerle karsilastim. Ama iki farklilik vardi: Unuttugum
dize yoktu ve kapak çarparak kapanmiyordu, iniyordu. Altinda yine Achterberg
yaziyordu.
Hatirlamak
ile unutmak arasinda bugüne kadar bilinen en ilginç iliski “örtük bellek” olarak bilinen bir
fenomende ortaya çikar. Bu bellek biçimi, bellegimize bilinçli olarak
yerlesmemis olsa da hareketlerimizi etkileyen deneyim katmaninin içerir.
Bellegin içebakisin nüfuz edemedigi, varligi davranislarimiza olan etkilerinden
anlasildigi bir bölümüdür bu. Burasi yeraltinda çalisir ve zarar görmesi adeta
imkansizdir. En ciddi amnezi biçimlerinde
bile örtük bellek zarar görmez.
Örtük
bellek gibi bir seyin varligina isaret eden ilk belirtiler anterograd amnezi
hastalarindan elde edilmistir.
1880’de
Theodule Ribot, bellegin biyolojik demeli üzerine bir makale yayimladi.
Makalesinde, günlük tabirlerle bellegin üç unsurdan olustugunu belirtir:
Deneyimin depolanmasi, hatirlanmasi ve geçmisteki yerinin belirlenmesi. Ilk
ikisi, bellegin vazgeçilmez unsurudur; bunlar her ne sebeple olursa olsun yok
olursa, bellek bozulur. Üçüncü unsurun yok olmasi halindeyse, “bellek kendisi için varligini yitirir, ama
kendisi varligini yitirmez”. Bu cümle neyin kaldigini, neyin gittigini tam
olarak tarif eder. Bilinçli zihin açisindan, bellek isleyisini sürdüremese de,
bir seyleri kaydetmeye, karanlikta yazi yazmaya devam ediyor gibidir.
Insan
bu karanlikta yazma nosyonunu, daha genis kapsamli kusursuz bellek teorisine
dahil etmekten alamaz kendini. Bellegimiz gördügümüz, yasadigimiz,
düsündügümüz, hayal ettigimiz her seyi veya bütün rüyalarimizi tutup sakliyor
olabilir mi?
1980’de
Elizabeth ve Geoffrey Loftus psikologlar arasinda gerçeklestirdigi bir anketin
sonuçlarini yayimladi. Anketteki sorulara verilen cevaplar psikologlarin büyük
bir çogunlugunun (yüzde 84) beynimizin bütün deneyimlerimizin tam bir kaydina
sahip olduguna inandigini göstermekteydi. Simdi, bellegin belli bilgileri uzun
bir süre sakladigi inkar edilemez. Wagenaar unutkanligin nedenini depolanmis
deneyimlere ulasamamaya baglamistir;
belki hala oradalar (aksini gösteren bir kanit yok) ama hatirlama gücümüz
onlara artik ulasamiyor. Farkinda olmasak da pekala mükemmel bir bellege
sahibizdir belki de. Bu bellek Ribot’nun saydigi üç unsurun yalnizca ilkinden
olusuyor olacaktir. Bazi deneyim izlerinin insanin hayati boyunca hiç
bozulmadigina süphe yok; bütün izlerin ayakta kaldigi ise süphelidir.
Horror vacui1
Ciddi
bir bellek bozuklugu geçiren herkes zihin sermayesinin büyük bir kismini hemen veya uzun vadede kaybeder. Sebep ister
nörolojik bir hasar veya oksijen yetersizligi, ister bir enfeksiyon veya Alois
Alzheimer ve Sergey Korsakoff’un adlarini verdigi patolojik durumlardan biri
olsun, sonuç yikicidir; Edinilenlerin veya ögrenilenlerin, itinayla, disiplinle
bünyeye katilanlarin çogu yok olur.
Anterograd
amnezisi olan bir hasta, yeni deneyimleri ileride hatirlayamayacagi sekilde
depolar. Daha yasarken gelecegi silinmistir. Retrograd amnezili bir hastanin
ise geçmisi silinmistir veya ulasilmaz hale gelmistir. Ribot, “yaslilik
bunamasi” adini verdigi durumun yol
açtigi bellek kaybinda ilk önce en yakin tarihli anilarin gittigini, en eski
anilarin en son yok oldugunu belirtir. Ama bu süreçle ilgili çok
basitlestirilmis bir fikir gelistirmememiz gerektigi konusunda da uyarir: “Anilarin beyninde yaslarina göre siralanmis
tabakalar halinde, arkeolojik tabakalar gibi, üst üste yigilmis oldugunu ve
yüzeyden baslayip derin katmanlara dogru inen hastaligin bir hayvanin beyninden
dilim dilim örnekler alan bir deneyci gibi hareket ettigini varsaymak çocukça olurdu.”
Ribot’nun
bizatihi kendisi de, bugün “Ribot yasasi” olarak bilinen fenomeni, sik sik
tekrar edilen, bu nedenle de baska anilarla daha yakin baglanti içinde olan
eski anilar arasindaki güçlü çagrisim baglariyla açiklamaya çalismistir.
Amnezinin güzergahi konusunda gelistirilen bugünün teorilerinde de, eski
anilarin görece saglam olusunda çagrisimlarin gücünün rol oynadigi hipotezi önemini korur.
Bazi
bellek rahatsizliklari, bir bosluga neden olmasalar bile, içeriden “hissedilebilir”ler. Unuttugunuz seyi
pek özlemezsiniz. Nasil ki insan görme alaninin ne kadar daraldigini ancak göz doktoruna
gittiginde anlayabiliyorsa (gözümüzün
önünde bir çerçeve yok ne de olsa) ayni sekilde bellekteki bir bozukluk da
bazen teshis amaçli yapilan bir teste kadar ortaya çikmaz.
Ileriye
yönelik bellekteki bozulma, islerin pek yolunda gitmediginin ilk isaretidir
çogunlukla. Ileriye yönelik bellek, yapmak üzere oldugunuz seyi hatirlama
yetenegidir. Saglikli insanlarda bile “unutmamam
lazim” demek, o seyi unutmanizi temin eden gizli sifre gibi görünür bazen.
Bunun daha ciddi biçimlerinde, insanin yaptigi planlarla ilgili yasadigi
sorunlar, neyi ne zaman yapacagini hatirlama konusunda çektigi sikintilar
günlük hayatinin düzenini bozan seyler degildir yalnizca, belleginin asindigina
ve zayifladigina isaret eden hassas göstergelerdir ayni zamanda. Bu sorundan
mustarip olan kisiler için bellek kaybi dayanmasi güç bir durumdur, özellikle
de ilk evresinde.
Bellek
kaybinin, hastanin kendi geçmisiyle veya çevresiyle temasinin pek kalmadigi daha
ciddi evrelerinde bile,bilinçli zihin o kosullarda en ivedi sorulara cevap
bulmak için umutsuzca çabalamayi sürdürür. Ben kimim, bu insanlar kim, bana
neler oluyor? Seksen üç yasindaki bir kadin, kocasi öldügünden beri bir bakim
evinde yasiyor. Kadin Alzheimer hastasi ve kocasinin sekiz yil önce öldügünü
artik hatirlamiyor. Telasa kapildiginda kocasina mektup yaziyor.
“Hayatimin Gözlerimin Önünden Geçtigini Gördüm”
1836’da
Alman fizikçi ve felsefeci Gustav Fechner (1801-87) ölümünden sonra bizi nelerin
bekledigiyle ilgili iç ferahlatici bir teori yayimladi. Fikirlerini (ölümden
Sonraki Hayat Hakkinda Kitapçik) topladi. Gözlerimiz dis dünyaya kapandigi ve
ebedi gecenin üzerimize çökmekte oldugunu sezinledigimiz an, iç dünyamizda isik
gerçek anlamda parlamaya baslayacakti. O güne kadar ilgimizi çeken ne varsa,
bellegimize ne depolanmissa, hepsinin bir bakista envanterini çikarabilecektik.
Fechner’e
göre, ölümden hemen önceki anlarda bunu zaten sezeriz. Geri dönüp hayatimiza
baktigimizda tamamen yok oldugunu sandigimiz anilar geri gelir.
Bogulma
tehlikesiyle karsi karsiya kalmis insanlar “ansizin zihnimizin içeriklerini
aydinlatan bir parlaklik” görürler.
Fecner’in
hakkinda yazdigi seyler bugün genellikle “Hayatim gözümün önünden bir film seridi gibi
geçti” deyimiyle tarif edilir.
Ölümle
yüz yüze gelen insanlar daima imgeleri mi hatirlar, yoksa zaman zaman görsel
olmayan anilari hatirladiklari da olur mu? Insan, hayatini gözden geçirirken
sözcük kullanir mi? Ölümcül tehlikenin nedeni farklilik yaratir mi? Yüksek bir
yerden düsen insanlarin yasadiklari ile yüksek bir yerden bilinçli bir biçimde
atlayan insanlarin yasadiklari farklilik gösterir mi? Ölümcül bir tehlikeyle
karsi karsiya olmayan insanlarin da hayatlarinin hizla gözlerinin önünden
geçtigini gördükleri olur mu?
Bütün
bu sorularin altinda bir de yasanan deneyimin temsili sorunu vardir. Fechmer
ansizin bellegin ambarina her tarafi kaplayan bir isik tutar. Beaufort hayatini
“panoramik bir hatir” halinde görür.
“Hayatim bir film seridi gibi gözlerimin önünden geçti” ifadesi bir metafordur.
Ingilizce teknik literatürde “panoramik bellek” terimi geçer, bu terim 1928’de
Ingiliz nörolog S.A. Kinner Wilson tarafindan ortaya atilmistir. Ölümle yüz
yüze gelindiginde görülenlere benzer imge dizilerine neden olabilen psikiyatrik
ve nörolojik bozukluklarla ilgili arastirmalar yapilmistir. Nörofarmakolojik
maddeler üzerine yapilan çalismalarda, bu maddelerin insanlara yasattiklari
deneyimlerin panoramik bellekteki zaman deneyimiyle ilginç paralellikler tasidigi ortaya
çikmistir. Ama saygi geregi, ölüm tehlikesi geçirilen anlarda yasananlar
üzerine yapilmis ilk sistemli çalismayla baslamamiz uygun olur. Bu çalisma,
arastirma konusunu bizzat yasamis bir biliminsani, Isviçreli jeolog Albert Heim
(1849-1937) tarafindan gerçeklestirilmistir.
Insan ölmeden
hemen önce neler hisseder? Heim’in topladigi tanikliklara bakildiginda, egitim
düzeyi ne olursa olsun, yüksek bir yerden gerçeklesen ani düsüslerde hemen
herkes ayni zihin durumuna geçiyordu. Bu, Heim’in bizatihi kendisinin de
yasadigi duruma benziyordu: Insan ne korku, ne keder, ne saskinlik, ne de aci
hissediyordu; bu durumu yasamis hiç
kimse, onun kadar akut olmayan yaygin bir ölüm tehlikesi anlarina eslik
eden felç edici korkuyu hissetmemisti.
Düsme esnasinda insanin düsünme hizi ve yogunlugu yüz kat artiyordu. Yasanan
olaylari ve sonuçlarini nesnel bir berraklikla gözden geçiriliyordu. Zaman
duruyordu. Bunu çogunlukla, kisinin aniden bütün geçmisini gözden geçirisi izliyor
ve sonunda kisi muhtesem bir müzik duyuyordu. “Ondan sonra bilinç acisiz yok oluyordu, genellikle de yere inme
aninda; yere inis ani olsa olsa isitiliyor, ama aci hissedilmiyordu, Öyleyse
görünüyor ki, duyularin içinde en son yitirileni isitme duyusu.”
Düsüs esnasinda zihnin berrak
olusu, insanlarin yere inmeden önce bilinçlerini yitirdikleri inanciyla
çelisir. Heim’in Karpfstock’un tepesinden tepe taklak düsmüs olan dagci
arkadasi Sigrist, son ana kadar açik bir sekilde düsünüp gördügünü israrla belirtmekteydi:
“Hiç aci veya endise hissetmeden
durumumu, ailemin gelecegini, ve ailemin emniyeti için yaptigim hazirliklari
daha önce hiç olmadigi kadar çabuk bir sekilde gözden geçirdim. Insanlarin
sikça söz ettigi nefes tikanmasi gibi bir sey hiç gelmedi basima ve bilincimi
de acisiz bir sekilde ve ancak altindaki kayaligi kaplayan kar yastiginin
üzerine siddetle çarptigim anda kaybettim.”
Sekiz
yasindayken yirmi iki metre yüksekligindeki bir kayaligin zirvesinden düsmüs
olan bir adam da Heim’a, havada üç-dört takla atigini ve o esnada babasinin
verdigi çakinin cebinden düseceginden endise duydugunu bildirmisti.
Kendi
aktardiklari da dahil olmak üzere, Heim’a gönderilen bütün ölümle burun buruma
gelme hikayelerinde ortak olan bir sey vardi, o da yasanan deneyimin berrak ve huzur verici olusuydu. Hiçbiri düsüsü
esnasinda dehsetle çiglik atmamis, biraz sonra hayati sona erecek diye kedere
bogulmamisti. “Daglarda ölen
arkadaslarimiz son anlarinda kendi geçmislerini bir tür yücelme hali içinde
görmüs olmalidirlar.”
UNUTMANIN KITABI-Douwe DRAAISMA
Unutmak Üzerine-Giris
Dünyaya
geldigimiz andan itibaren unutmaya baslariz. Öncelikle algi uyarimlarini isleme
tabi tutan “bes duyusal kayit defterimiz”
bunlari muhafaza etmeye egilimlidir. Zamaninda aktarilmayan seyler yok
olur. Bunlarin arasinda, günümüze degin en ayrintili biçimde arastirilan,
“görsel duyularin” kaydidir.
Hatirladigimiz
bir seyi unutmamis oldugumuz, unuttugumuz bir seyi de hatirlayamiyor oldugumuz
çok açiktir.
Unutmak
hatirlamanin önüne koyulan bir eksi isaretidir. Ancak bu da, kendi
metaforlarimizin gözlerimizi kamastirmasindan baska bir sey degil. Gerçekte
unutmak, hamurdaki maya gibi hatirlamadan ayri tutulamaz, onun bir parçasidir.
Bir seyi “ilk” haliyle hatirliyor olmamiz, sonraki tekrarlarini unuttugumuzu
gösterir bize. Hatirladigimiz bir avuç dolusu rüya, belki uyandiktan hemen
sonra hatirladigimiz ama sonra buharlasip yok olan yüzlerce rüyaya isaret eder.
Insan
yüzleri konusunda çok güçlü bellege sahip olanlarin bile, bu yüzlere ait hikâyelere dair bellekleri zayiftir.
Elimizi vicdanimiza koyalim: Birlikte yasadigi insanlarin on yil önceki
hallerini -fotograflara bakmaksizin- hatirladigini kim iddia edebilir?
Son
üç yildir hatirlama edimini unutma edimiyle etkilesimi içinde anlamaya
çalisiyorum. Bellekle ilgili öne sürülen sorular unutma edimiyle baglantili
gibi görünüyor.
Neden bellek arastirmalari var da
unutma teknikleri diye bir sey yok acaba?
Portreler ve fotograflar neden
anilarin önüne geçer?
Neden rüya bellegimiz bu kadar kötü?
Neden bir is arkadasiniz sizin bir
fikrinizi hatirlar ama fikrin sizin oldugunu
unutur?
Beyninizin yasadiginiz her seyle
ilgili bir iz olusturdugu fikri, yani mutlak bellek varsayimi neden bu kadar cazip?
Insan yüzlerini tanimayan birinin
beyninde aksayan sey nedir?
Bir
psikolog 2007 yilinda bilimsel yazilarda toplam kaç tür bellekten söz
edildigini belirlemeye karar verdi ve sonuçta 25 sayisina ulasti. Acaba
unutmanin da bu kadar çok türü var mi?
Unutmama
hedefi hayatini kaybetmis sevdiklerimiz söz konusu oldugunda yogun bir özleme
dönüsüyor. Bütün anilarimiz içinde en çok bu türden olanlari unutmayi
engelleyerek saklamak isteriz.
Taziye
mektuplarinda söz veririz buna ya da kendi anilarimizda ant içeriz. Bunun tersi
de geçerli: Hayatimiz sona erdiginde ailemizin ve dostlarimizin anilarinda
yasamaya devam etmeyi umariz. Anilardan yok olmak simdiye degin hep “ikinci
ölüm” olarak adlandirilmistir.
Unutmanin Pençesinde: Ilk Ani
Otobiyografik
bellekteki ilk kayittan önce ve sonra bos sayfalar bulunur. Bu sayfalar bellegi
olan bir varlik oldugumuzun baslangiç noktasini vurgulamakla birlikte, bir
yandan da ilk kaydin ne çok unutuldugunun altini çizerler.
Gazeteci
Nico Scheepmaker alti yil süreyle
özel ve meslek hayatinda karsilastigi insanlara ilk anilarini sormus
ve böylece ortaya
350 kisinin ilk
anilarindan olusan bir
seçki çikmis.
Scheepmaker'in
seçkisinin bilimsellik gibi bir iddiasi yok. Bunun sakincalarindan biri, herkese ilk anilarinin kaç yasina tekabül
ettigini sormamis olmasi.
Scheepmaker
seçkisindeki ilk anilar ortalama üç buçuk yasina tekabül ediyor. Ama bu
ortalama degerden iki yöne dogru da sapmalar var.
Her
ilk anida bir parça unutma da mevcuttur. Ilk anilara yakindan baktigimizda
çogunun bir ilk ani olmadigi da ortaya çikmaktadir.
Dokunma,
tat, koku ya da isitme duyulariyla ilgili ilk anilarin ortalama yasi iki buçuk;
yani görsel anilarin ortalamasindan neredeyse bir yil daha erken. Bu tür anilar
da bu yas dilimindeki ilk anilarin genel bir özelligine uygun olarak bölük
pörçük, yani bir süreç degil, kisa anlardan ibaretler. Görsel olmayan bu ilk
anilari ilginç kilan bir baska konu da, bu anilari bir fotografla karistirmanin
mümkün olmasi.
Ilk
anilarin en büyük muammasi pek çok önceli olan bir baslangiç olmasidir.
Anilarimizi biriktirmeye baslamadan önce mutlaka hayatimizdan birkaç yil
geçmistir.
Küçük
çocuklarin bellegi paradoksal bir sekilde içinde
yasadiklari anda çok iyi çalisir
gibidir: Çocuklar kiminle eglendiklerini, kiminle eglenmediklerini,
eglendikleri insanlarin ziyaretlerine nasil sevindiklerini, ötekilerden nasil
gizlendiklerini çok iyi bilirler. Demek ki bu olaylar akillarinda kaliyor. Ama
aradan birkaç yil geçtiginde bu yasanmisliklar yok oluyor, yitip gidiyorlar,
Otobiyografik
bellegin bu kadar geç devreye girmesinin ve tekleyerek ilerlemesinin
nedenlerini açiklayan teorileri, “Yaslandikça
Hayat Neden Daha Hizli Geçer?” adli kitabimin “Karanlikta Çakan Simsekler:
Ilk Anilar” baslikli bölümünde ayrintili olarak ele almistim.
Dogdugumuzda
beynimizin agirligi yaklasik 350 gramdir. Yetiskin insanin beyninin agirligi
ise 1200 ila 1400 gram arasinda degisir. Bir patlamayi andiran en büyük gelisme
ilk yilda gerçeklesir ve beynin agirligi 350 gramdan 1000 grama çikar.
Kisaca
söylemek gerekirse, dogum aninda henüz beynin çatisi çatilmistir, nöron
baglantilari daha olusmamistir. Bu asamada beyinde bellegin kalici izler
birakmasini kimse bekleyemez. Küçük çocuklarin neredeyse her seyi “unutmasi” bu
asamadaki beynin “kaydetme islemini gerektigi gibi yapamamasinin sonucudur.
Olgunlasma
kuramina göre beynin büyümemsin yavas yavas duraganlastigi dönemde
otobiyografik bellek gelisir. Ama yine de ilk aninin hangi yasa ait oldugu
konusunda kisiler arasinda büyük farkliliklar var. Oysa hipokampüsün ve beynin
olgunlasmasina baktigimizda, genelde kisiler arasinda ilk ani ve yas arasinda
oldugu gibi büyük farkliliklar görmüyoruz. Demek ki bu farkliligin tek sebebi
nöron baglantilari eksikligi ya da henüz olusma asamasinda olmasi degil.
Bellegimiz,
evrimin bas taci, insan zihninin iç kalesi gibi övgü dolu metaforlarla
betimlenir. Ama bu kale, olusum asamasindaki haliyle hiç de üstün bir görünüm
sürmez. Dogumu takip eden ilk yillarda daha önemli seylerin beyne kazinmasi
gerekir.
Çocugun
sadece hatirlamakla kalmayip hatirladiginin da bilincine varmasini saglayan
bellegin yavas yavas olusmaya basladigi dönemde, bellek kategorisine dahil
edilebilecek pek çok baska yeti de
edinilir. Yetiskinler olarak bellegin en gelismis hali saydigimiz otobiyografik
bellegin agir aksak gelisimi onun karmasikliginin bir göstergesidir daha çok.
Bu bellek için nörolojik ve bilissel pek çok seyin hazirlanmasi ve çalisir
vaziyette olmasi gerekir.
Bu
süreçte asamalar ve geçisler vardir. Ilk 10-15 sene, gayet kritik dönemler ve
asamalar arasinda hizli geçisler yasanir. Ancak bunlardan hiçbiri,
"konusan" bir varliga dönüstügümüz dönem kadar önemli ve etkili
olmayacaktir. Bu dönemden itibaren anilar yavas yavas baska bir karaktere
bürünür ve çogu kez bir iç diyalog ve dilsel hesaplasmayla baglantilidir.
Rüyalarimizi
Neden Unuturuz?
Uyandigimizda
rüyayla ilgili birkaç bölük pürçük sahne aklimizdadir henüz. Ama daha rüyayi
gözümüzde canlandirmaya çalistigimiz ilk anda bu parçalarin da yok olmaya
basladigini fark ederiz. Kimi zaman bu kadarini bile hatirlayamayiz.
Uyandigimizda rüya gördügümüz hissinden kurtulmamisizdir henüz.
Henüz
rüyanin yarattigi duygu canlidir. Ama rüyada ne gördügümüzü bilemeyiz. Ya da
sabah hiçbir sey hatirlamayiz, ne gördügümüzü, ne de tek bir duyguyu, ama gün
içinde yasanan bir seyle birlikte sözüm ona unuttugumuz bu rüyadan bir parçayi
tekrar hatirlariz. Kapinin esiginde dönüp ardimiza baktigimizda ne görmüs
olursak olalim, çogu sey uçup gitmistir
artik. Bu noktada sorulmasi gereken soru, bunun neden böyle oldugu. Rüyalari kaydetmek neden bu kadar zor?
Rüya bellegimiz neden bu kadar zayif?
Çogu
insan rüyalariyla çok az ilgilenir. Uyanir uyanmaz bütün dikkatlerini günlük
meselelere yöneltirler ve çok kisa bir süre sonra rüyayla ilgili hatirladiklari
her sey silinip gider. Strümpell bir süreligine rüya günlügü tutanlarin rüya
gördügünü ve rüyalarini daha iyi hatirladiklarini saptamistir. Bu olgu daha
soma birçok kez kanitlanmistir.
Son
olarak: Rüyalarin içerigi nadiren düzenlemis çagrisimlarla hatirlanabilecek bir
anlamsal iliski sergilerler. Rüyalar
tek tek karelerden olusur, oysa bellegimiz olaylarin. mantikli bir sekilde
birbirini takip ettigi süreçlerle daha kolay basa çikar. Strümpell’in yasadigi
dönemde kullanilmasi mümkün olmayan bir metaforla söyleyecek olursak: Rüyalar
parça parça sahnelerin kaotik bir sekilde montajlandigi bir filme benzer. Bu
yüzden bu sahnelerin aklimizda kalmamasina sasirmamaliyiz. Srrumpell’e göre
asil muamma, rüyalari unutmamiz degil, kimilerini bazen hatirlayabilmemizdir.
Rüyalarin
unutulmasini böylesine gizemli kilan asil neden, rüya ve bellek arasinda bir
dizi siki iliski oldugunu düsünmemiz.
Sadece “günün kalintilari”, yani gündüz yasananlarin gece rüyada geri dönen tek
bir parçasi bile, rüya malzemesinin bir kisminin bellekten ödünç alindigini
gösterir bize. Hatta öyle rüyalar vardir ki, rüya gören kisinin uyanik
yasamindakinden daha çok aniya
ulastiginin kaniti olabilirler. Hipermnezi
olarak adlandirilan bu olguda bellek gündüz kapali olan kapilari rüyada açar adeta.
Rüyada
sira disi güzellikte bir sey duymak ve uyanikken bunu kaydedememek. Çogumuz
buna benzer seyleri müzik degilse de, bir ses, bir siir, bir doga manzarasi ya da bir tabloyla baglantili olarak
yasariz. Ya da rüyada havada salindigimizi, uçtugumuzu görür, ama uyaninca o duyguyu rüyadaki yogunluguyla
yeniden üretemeyiz. Bir süre sonra ne müzigi, ne manzarayi, ne de havada
salinmayi hatirlariz. Tek hatirladigimiz, rüyada duyumsadigimiz hazdir. Gerçekten
de seytanla imzalanan bir anlasma gibi: Rüyalar, onlari belleginize ya da kâgida kaydedeceginiz anda kaybolup gider.
Rüya
ve bellek arasinda hipermnezinin disindaki ikinci baglanti günün kalintilaridir. Kavram Freud’a ait, olgunun kendisi ise az
rüyalar kadar eski: Geceleri gündüz bizi mesgul eden seylerden kalintilar çikar
ortaya. Bu gerçek Freud'dan önceki arastirmacilar tarafindan saptanmis ve
istatistiki olarak da kanitlanmisti. Modern rüya arastirmalari bunu sadece
teyit etti.
Günün
kalintilarinin rüya içerigindeki oranlari çok farkli olabiliyor. REM uykusu
sirasinda ölçümü yapilan rüya arastirmalarina göre, günün kalintilarinin rüyada
görülme oraninin en yüksek oldugu zaman, olayi takip eden gece görülen rüyalar.
Daha sonra rüyayi görenin iki gün, üç gün ve da öncesine ait olaylarla
iliskilendirebildigi rüya ögelerinim orani giderek düsüyor.
Benzer
bir tuhaf ve açiklanamayan dönemsellige rüyanin çevreye uyumunca da
rastliyoruz. Seyahat sirasinda rüyalardaki günün kalintilarinin ilk yedi sekiz
gece önce yasadigimiz çevrede geçtigini, ancak daha sonra yeni çevreyle
baglantili oldugun seyahat edenlere ait rüya arastirmalarindan biliyoruz.
Ayni
gecikmeye cezaevinde olanlarin rüyalarinda da rastlaniyor. Tutukluluklarinin
ilk günlerinde yasananlar rüyalara giriyor girmesine, ama rüya mekâni kendi
evleri. Ayni sey serbest kaldiktan sonra ters yönde isliyor. Bu kaydirilmis
isleyis gösteriyor ki, olaylarin kaydedilmesi ve yeniden üretilmesi ve bu
olaylarin görsel, isitsel çerçevesi arasinda farkli bellek süreçleri is
basindadir.
Kleitman
ve Aserinsky 1953 yilinda REM uykusunu
kesfettiler. Belli uyku evreleri sirasinda gözler oldukça hizli hareket
eder.
REM uykusunun ilk evresi, yaklasik bir
buçuk saat sonra devreye girer ve ancak on
dakika sürer.
Ikinci ve üçüncü evre, biraz daha çabuk
devreye girmekle birlikte daha kisa sürerler.
Dördüncü evre, yaklasik yarim saat sürer ve kisi sonunda
uyanir.
Rüyalarin
çogunlukla REM uykusu sirasinda görüldügü düsünülmektedir. Bu evrede
uyandirilanlar rüyalarini anlatir. Oysa derin uykudan uyandirilanlarin çok daha
azi rüya gördüklerini söylüyor.
REM
uykusu sirasinda istemli hareketler bloke edilmistir. Rüyadaki havada salinma,
uçma ya da hayati tehlike söz konusu oldugunda dahi “yerinden kipirdayamama”'
duygusunun açiklanmasi bu olabilir.
REM
uykusunun kesfi rüya arastirmalarina büyük bir ivme kazandirdi. Göz
hareketlerinin ölçülebiliyor olmasi rüyanin içerigi, hakkinda bilgi vermese de
rüya gördügümüzün göstergesiydi.
Kesfinden
yarim yüzyil sonra bugün bütün dünya üzerinde pek çok uyku laboratuvarinda REM
uykusu üzerine sayisiz inceleme yapildigini ve rüya üzerine bir dizi ilginç
bulguya ulasildigini görüyoruz. Bu bulgulardan biri, en uzun, en canli ve en
tuhaf rüyalarin REM uykusunun dördüncü ve son evresinde görüldügüdür.
Bir
baska bulgu, rüyanin görülmesini takip eden ilk birkaç dakika içinde çogu seyi
unutuyor olmamiz. Uzmanlar denegi uyandirmak için rüya görüldügüne dair
fizyolojik sinyallerden sonra bir süre beklediklerinde denegin rüyayla ilgili
hatirlayacaklari da azaliyor.
Gözlerin
alisilmadik hareketliliginin de rüyalarin içerigiyle çok ilgisi yok. Uzun bir
süre bu hareketliligin nedeninin rüyayi gözlerimizle takip etmeye çalismamiz
oldugu düsünüldü. Bu "tarama" hipotezi artik çürütüldü, çünkü ayni
göz hareketleri, görsel rüyalar görmeyen dogustan kör yetiskinlerde ve
bakislariyla bir seyi takip etmeyi bilmeyen yeni dogmus bebeklerde de
gözlemlendi.
Öte
yandan uyku laboratuvarlinda yapilan arastirmalar kendi göreliliklerini de
ortaya koyuyor. Bu arastirmalar
rüyalarin her zaman REM uykusu sirasinda görülmedigini, ayni siklikta olmamakla
birlikte REM uykusu disinda da rüya gördügümüzü söylüyor.
Nörolojik
bozukluklar nedeniyle REM uykusu olmayan insanlar da rüya görebiliyor. Bunun
tersi de mümkün.
Ancak yeni arastirmalar “sag yarim küre rüya görür”, “sol yarim küre
konusur” diye özetleyebilecegimiz bu yaklasimi kismen anlamsizlastirmistir.
Çünkü en canli rüyalar REM uykusunun son evresinde görülür ve bu evre ayni
zamanda sol yarim kürenin etkin oldugu evredir.
Kimi
agir epilepsi hastalarinda bazen beynin iki yarim küresi ameliyatla ayrilir.
Iki yarim küreyi birlestiren dokuda
(Corpus callosum) küçük bir kesiyle bir yarim küreden
digerine sinyal aktarimi
engellenir. Bu insanlar rüya görmeye ve rüyalarini anlatmaya devam ederler.
Yani sol yarim küre “kendi” gördügü rüyayi anlatiyor diyebiliriz. Öte yandan bu
rüyalar eski rüyalara oranla daha renksiz ve daha sikici olabiliyor.
Bunlar
ve benzer arastirmalar rüya görmeyi sag yarim kürenin bir ürünü olarak ortaya
koyar. Bugün yaygin olan görüs, rüyalari iki yarim kürenin entegre faaliyetiyle
olustugu, sözel bölümlerin imge, imgelerin de sözel parçalar üretebildigi,
sol yarim kürenin
hasar görmesinin de imgelerin
kalitesini bozabildigi yönünde
Kisaca,
rüya mekanizmasi, görünmeyen mekigi hizla ilerleyen bir dokuma tezgâhi gibidir.
Bu da, sol yarim küre sagdan gelenleri ne yapacagini bilemedigi için rüyalari
unuttugumuz teorisinin inanirligini yok eden bir açiklama.
David
Foulkes bir kuraminda, rüyalarin olusma nedeninin bellek izlerinin bir parçasi
olan hücrelerin kendiliginden desarji oldugunu söylüyor. Foulkes'e göre bu
desarjlar keyfi ve rastlantisal oldugu için rüyalar da anlamsizdir: Rüyalari
anlamamizin, onlara uygun açiklamalar bulamamamizin nedeni, hiçbir anlamlari
olmamasidir. Ama öte yandan rüya görenin rüya gördügünün farkinda oldugu
"lüsid rüyalar" (berrak rüyalar) da vardir
Foulkes'e
göre rüyalari görürken onlari rüya degil de “gerçek” zannetmemizin nedeni,
gündüzleri duyusal algilarimizi ve yasadiklarimizi islemden geçiren mekanizma
tarafindan üretiliyor olmalari.
Rüya
görenin hiçbir seyden haberi yoktur: O, çesitli seyler yasadigini, gördügünü
zannederken, beyni agir bir isçilikle elinde olanlardan anlamli bir seyler,
anilar, hayaller, beklentiler, korkular üretmeye çalisir. Rüyalarin bu anlamda
gerçekten de dis dünyadan geldigi sanilan, oysa gerçekte beynin ürettigi
halüsinasyonlarla belli benzerlikleri vardir. Rüyalarin seyri çogu zaman tuhaf
ve dengesizdir. Ama bunun nedeni bizim rüya parçalari arasindaki baglantilari
unutmus olmamiz degil, disardan ancak kisitli ölçüde yönlendirilebilmeleridir.
Uykuya dalma sirasinda aklimizdan geçen ve henüz zihnimiz uykuya dalmak üzere algilayacak kadar berrakken
gördügümüz “hipnagojik” imajlar bu kurama girer.
**********************
Sizin Fikriniz…
Kelime
anlami “unutulmus hatira” olan kriptomneziye çok sik rastlariz.
Örnegin gerçekte eski bir toplantida baskasinin önerdigi bir
çözümün, kendi fikriniz oldugundan emin olabiliriz. Plastik cerrahide yillardir
uygulanan bir teknigin, bir dergide yeni bir ameliyat teknigi olarak
yayimlanmasi da kriptomneziyle açiklanabilir.
“Yeni bir kokteyl”, yeni bir yemek tarifi ya da yeni bir basketbol antrenmani egzersizi de baska
alanlardaki kriptomnezi örnekleri olarak siralanabilir. Bazilarinin bazen
baskalarinin fikirlerini dile getirme
egilimleri nedeniyle meslektaslar arasinda da tartismalar yasanabiliyor. En
bilinen kriptomnezi örnegi George Harrison'a ait. 1969 yilinda yazdigi "My
Sweet lord", dünya listelerinde birinci siraya oturdu. Bunun üzerine 1963
yilinda "He's so fine" adli parça listelerin zirvesine ulasan müzik
firmasi Chiffsons'la mahkemelik oldu. Dava konusu intihaldi: Melodiler neredeyse birebir
ayniydi. Harrison, Chiffsons'un parçasini
tanidigini itiraf etti ama ondan kopya çektigini kabul etmedi. Hâkim
psikanalize merakli biri olmaliydi ki, Harrison'in duygularini incitmeyecek su
hükme vardi: Burada söz konusu
olan, Harrison'in bilinçdisi
belleginde bulunan bir seyi istem disi kopyalamis olmasidir. Ama isteyerek ya da istemeden, yapilan sey kopyalamakti.
Harrison yarim milyon dolar telif hakki ücreti ödenege mahkûm edildi. Daha
sonra da komediye son vermek için "He's so fine" adli parçanin bütün
haklarini satin aldi.
Son
yirmi yilin psikoloji kaynaklarinda kriptomnezi, "bilinç disi
intihalle" ayni anlamda kullaniliyor. Ancak bu dogru degil.
Doktor
Freeborn 1902'de Luncet'te
yayimladigi bir vakada, 70 yasinda bir kadinin yüksek atesin neden oldugu bir
hezeyan sirasinda birdenbire Hintçe konusmaya basladigini aktariyordu. Kadin
dört yasindan beri bu dili konusmamisti ve bir zamanlar bu dile vakif oldugunun
dahi farkinda degildi. Kadin iyilestikten sonra Hintçe geldigi gibi kayboldu.
Freeborn'un
bir meslektasi, yazdigi yorumda, bu vakanin ona Coleridge'in anlattigi bir
vakayi hatirlattigini söylüyor: Cahil bir hizmetçi kiz yüksek atesliyken
saatlerce Yunanca ve Ibranice nutuk atmis, daha sonra kadinin küçük bir kizken
yüksek sesle okumayi adet edinmis bir papazin hizmetinde çalistigi ortaya
çikmisti. Bütün bu vakalarda “unutulan anilar” sonradan, çogu zaman geçici
olarak bilince ulasmisti.
Kriptomnezi
o dönemde henüz intihalle baglantili
degildi.
Parapsikoloji
20. yüzyilda psikolojinin disina itildi. Ama kriptomnezi kavrami anilarin
geçici olarak bilinçten çiktigi, geri döndüklerinde ise, ani olduklarinin
farkina varilmadigi süreçleri açiklamaya devam etti.
Krptomnezi psikanalizde bir
süreligine daha da esrarengiz bir olgu haline geldi. 1934 yilina ait bir Amerikan psikoloji sözlügünde kriptomnezi söyle tanimlanir: “Eski deneyimlerin bilinçdisi saikler
yüzünden unutuldugu ve böylece bir ani özelligine sahip olmayan sözde yeni
olusumlarin ortaya çiktigi
bir bellek durumu.”
Demek
ki unutma olgusunun yani sira açiklanmasi gereken "bilinçdisi
saikler" vardi. Diyelim ki, geçen
hafta karmasik bir sorunun ele alindigi bir toplantidaydiniz ve orada zeki bir
çözüm önerisinde bulundunuz. Ama tartismalar devam etti, sizin fikriniz
benimsenmedi, bir meslektasiniz baska bir sey önerdi ve o önerinin denemesi
kabul edildi. Bir sonraki toplantida bu önerinin sorunu çözmedigi anlasildi.
Neyse ki meslektasinizin baska daha iyi bir fikri vardi. Bu fikir sizin ilk
önerinizdi. Toplantidakilere baktiniz ve dehset içinde fark ettiniz ki, bu
fikrin size ait oldugunun farkinda olan tek kisi sizsiniz. Meslektasinizin
beyninde bu arada neler oldu acaba?
Bunun
gibi bir vaka, iki farkli bellek türünün, semantik ve otobiyografik belleklerin
arasindaki büyüleyici farktan kaynaklanir.
Semantik
bellekte, ani
degil, daha ziyade "bilgi" olarak adlandirabilecegimiz malzeme
bulunur: Inkübasyonun ne anlama geldigi ya da Pisagor önermesinin ne oldugu,
hayatta kalan esin lehine bir vasiyetnamenin neye benzedigi, Fransa ve
Ingiltere arasindaki bogazin adi gibi bilgiler. Bu bilgileri hayatimizin bir
döneminde ögreniriz, ama ne kosullarda ögrendigimizi sonra unuturuz.
Stockholm'ün Isveç’in baskenti oldugunu ne zaman ve nasil ögrendigini
söyleyebilecek kimse yoktur.
Otobiyografik
bellek ise, kisinin
yasadiklarini muhafaza etmeye çalisir. Bu bellek neyi hangi kosullarda
yasadigimizi kaydeder, en azindan kaydetmek için büyük çaba sarf eder. Zamanla
pek çok sey unutulur ama bir olayin ne zaman oldugunu, kimlerin orada
bulundugunu, aksam mi, gündüz mü, evin disinda mi, is yerinde mi oldugunu
çogunlukla hatirlariz. Otobiyografik bellekten yola çikarak ürettigimiz
seylerin çogu zaman böyle bir çerçevesi ve baglami vardir.
Önerinizi
sundugunuz ilk toplantida meslektasinizin otobiyografik belleginde kisa
süreligine önerilen çözümün anisinin bir parçasi olarak kalmissiniz. Sizin
çözümünüz onun semantik bellegine ulasmis ve orada o can sikici sorunla ilgili
var olan bilgiyle ve buharlasip yiten
çerçeve içinde sizin önerinizle birlesmis.
O halde kriptomnezi bellegin basarisizliginin bir sonucu degil,
onun baska bir ·bölümünün-
meslektasinizda semantik bellegin, bir seyi çok iyi muhafaza etmesi
sonucunda ortaya çikar. Kriptomneziyi üreten,
farkli bellek süreçleri arasindaki uyusmazliktir.
Bastirma Üzerine
Bransin
uzmani meslektaslarindan olusmayan kalabalik bir dinleyici grubunun karsisinda
konusma yapan her bellek psikologu, verilen arada kendine su üç sorunun mutlaka sorulacagini bilir:
1.
Ilk
soru: “Bellek egzersizle gelisir mi?”
2.
Sonraki
soru: “Kadinlarin bellegi erkeklerinkinden farkli mi isler?
3.
Ve
nihayet: “Bastirma diye bir sey var midir?”
Ilk
iki soru önemli degil. Belleginizin egzersizle gelismeyecegi konusunda sayisiz
arastirma vardir. Ve hangi bellek türünden söz edildigi belirlendiginde, hangi
egzersizin ne ölçüde bellegi gelistirdigi açiklanabilir. Cinsiyetler arasi
bellek farkliliklari konusunda da ayrintili arastirmalar mevcut. Bu
arastirmalar, kadin- erkek arasindaki farklarin, kadin veya erkek tek tek
kisiler arasindaki farklarla kararlastirildiginda ihmal edilebilir ölçülerde
oldugunu gösteriyor. Farklarla ilgilenenler kadin-erkek karsilasmasindan tatmin
edici sonuçlara varamaz. Kimi zaman fark kaydetseler bile, kadinlarin bellegi
tipki erkeklerinki gibi çalisir.
Ama
su üçüncü soru. Bu konuda da istemediginiz kadar arastirma var. Neredeyse
yüzyila yakin bir suredir bilimsel psikiyatri ve psikoloji dergilerinde
bastirma arastirmalari üzerinde yazilar yayimlaniyor. Sorun bu arastirmalarin
sonuçlarinin bir çelisiyor olmasi da degil. Günümüze degin “bastirma”yla ilgili
bütün konularda agirligi devam eden Freud'a basvurmak da çare degil: Onun
tanimlari da bir yayindan öbürüne degisiyor.
Mutlak Bellek Miti
Bellegimizin
bizi zaman zaman kesinlikle yaniltiyor olmasi,
yüzde yüz emin oldugumuz anilarimiza da etki ediyor. Aslinda yaslandikça
gizlemeye çalistigimiz bir durum bu. Kendi bellegini dikkatle izleyen herkes,
anilarin, üzerine yigilan seylerin baskisiyla degistiginin bilincindedir.
Zamanin
anilara neler yaptigi konusunda tam tersi sezgilerimiz de olabilir. Geçen
yillarin anilarimiz üzerinde koruyucu bir etkisi olabilir, onlarin üstünü
örter, tahrifattan korur. Bu sezginin dile getirdigi metaforlar derinlige,
gömülmeye, örten katmanlara göndermelerle doludur.
Freud’un
1900’lerde bozulmamis bellek izlerini arkeolojik buluntulara benzetmesi gibi,
Penfield da dönemin en gelismis suni bellekleriyle ilgileniyordu ve
kesifleriyle ilgili basinda çikan yazilarinda ilgili metaforlara yer
veriliyordu. Montreal Star’da 1957’de
yayinlanan bir yazinin basligi söyleydi: “Beynimizde
sinema filmi: Penfield sasirtici kesfini açikliyor.” Ayni yil Times’da
Penfield’in yapitlari üzerine yayimlanan bir makalede, Dr. Penfield' in kisa
süre önce Ulusal Bilim Akademisi'nin huzurunda beynin bazi bölümlerinin tipki
bir video kaydi gibi isledigini, insanin duydugu ve gördügü her ayrintiyi
muhafaza ettigini kanitladigi ifade ediliyordu.
Yazinin
ara basliklarindan biri “Built in hi-fi”,
yani “yerlesik ses sistemi” idi. Ses kayit cihazlarinin ve film kameralarinin
Amerikan toplumunda yeni yeni tanindigi bir dönemde bu tür benzetmeler nöroloji
hakkinda fazla bir fikri olmayanlar için modern bilimlerin beynimizde olanlara
nasil yaklastigini kavrama imkâni sagliyordu.
70'li
yillardan itibaren bilgisayar insan beyni için en baskin metafor olsa da,
mutlak bellek teorisi her zaman "kayit cihazi" olarak anilacaktir.
Geçmisin simdiki zaman kadar canli
olabileceginin, Freud'un sözleriyle ifade edecek olursak, “bilinçdisinin zaman ve mekân tanimadiginin” kaniti bu.
Deneyler
unutulmus anilarin, ayri birer birim olarak aslina birebir uygun kaydedildigini
de kanitliyor.
Kubbie,
Penfield teknigiyle; bellegin dogrudan manipüle edilebilecegini söylüyordu: “Bu
ameliyat masasindaki bir Proust, Kayip
Zamanin Izinde'nin elektrikli versiyonu adeta”.
Peki, ama bilinçdisi kayip mi
gerçekten? Dr. Penfield ve meslektaslarinin geri çagrilan anilarin daha çok unutulan (bastirilan)
olaylar oldugunu tespit etmis olmalari çok önemli.
Penfield’in buldugunu zannettigi
silinmez izler, kollektif bellekte yeniden üretilmis gibi görünüyor. Bu izler, “Beynimizin sadece % 10’nu kullaniyoruz” ya da “Kadinlar
ayni anda iki farkli seyi daha kolay yapabiliyor, çünkü onlarin beyin
yarimkürelerinin arasinda daha çok baglanti var” gibi nöroloji mitleriyle
beraber beynimizde var olmaya devam ediyor. Kanitlar çok kesin oldugu için
degil, mitlere inanmak istedigimiz için.
Mutlak
bellege dair-Penfield'in kayit cihazi, bilgisayar sabit diski- gibi metaforlar
kimi zaman kanit olarak kullanilir. Sayet mekanik bir alet algilari
kaydedebiliyor ve sonsuza dek muhafaza edebiliyorsa, insan beyni gibi incelikli
bir organ neden yapmasin bunu? Sonuçta anilarin beyin hücreleri arasindaki
baglantilarda kaydedildigini biliyoruz.
Ve
100 milyar civarinda oldugu tahmin edilen beyin hücresinde baglantilarin sayisi
öylesine çoktur ki, tek bir beyinde birçok yasama ait olaylar için de yer
olmasi gerekiyor.
Bu dogru: Bir
beyin asla "dolmaz". Ama mutlak bellek teorisinin inandiriciligina
gölge düsüren, yine beyin
dokusundaki bu kayit
islemidir. Günde ortalama 100 bin, yilda yaklasik 30 milyon hücre
kaybediyoruz. Beyin dokusu
da bozulma ve körelmeye
karsi koyamiyor. Beyin bir mekanizma degil, bir
uzuvdur ve sürekli degisen aglardan ve döngülerden olusur, kimyasal süreçleri
modüle eder, gündüz ve gece ritmini, uyaniklik ve uyku halini, hormon düzeyi
degisikliklerini, gelisme ve ölme döngülerini bilir ve kisaca söyleyecek
olursak bir bilgisayarin sabit diskinden ziyade bir parça puslu ve islak bir
yagmur ormanina benzer. Bellek izleri, bizim icat ettigimiz suni bellekteki
bilgiler gibi steril degildir ve sonsuza degin muhafaza edilmezler, nöral
yayilmalara, çürümeye tabidirler.
Loftus
ve Loftus 1980'de psikoloji bilgisine sahip insanlarin % 84'ünün beynimizin her
seyi sonsuza kadar kaydettigini düsündügünü tespit ettiklerinde Gloor ve
arkadaslarinin arastirmasi henüz
yayimlanmamisti. Ama yeni anketlerden sevilen bir teori olmaya devam ettigi anlasiliyor.
Her
on kisiden dördü hala mutlak bellek teorisinin bu versiyonuna inaniyor. Yapilan
bir anketin sonuçlarina göre, psikiyatrlarin yarisi hipnozla bu izlere
ulasilabilecegine, hatta gerektiginde doguma kadar geri dönülebilecegine
inaniyor. Bu israr ve inadin nedeni ne olabilir? Beynimizin bellegimizde olan
biten her seyi kaydettigi düsüncesini bu kadar cazip kilan nedir?
Bu
sorunun kismi yaniti, kendimizin de “unutulan anilarla” ilgili
yasadiklarimizdir. Sabah rüya görmedigimizi düsünerek uyaniriz ama gün içinde
duydugumuz ya da gördügümüz bir sey
bize "unutulan" rüyayi hatirlatir. Hatta kimi zaman bir seyi
–örnegin, bes yasindayken yan komsumuz olan insanin adini- artik kesinlikle bilmedigimizden emin
oldugumuz durumlar vardir. Ama hafta soma bir kamyonun arkasinda o kisinin
ismini görürüz ve o anda
"unutulan" ismi yeniden hatirlariz.
Yasli
insanlar bazen “elli yildir hiç akillarina
gelmeyen” bir seyi hatirladiklarini söylerler. Freud'un rüyalara giren
günün kalintilari hakkinda söyledikleri ise hepimizin tanidigi, yasadigi seylerdir: Bunlar muhtemelen
kaydedilmis olan, siradan seylerdir. Kisacasi bir seyin bellegimizde olmadigindan
yüzde yüz emin oldugumuzu iddia etmek oldukça aldaticidir. Böyle bir bilgi, o
anda devrede olmayan çagrisimlarla her an bilince çikabilir.
Romana
bir arsiv olarak daha yakindan baktigimizda fark ettigimiz çifte anlam onun
insan bellegiyle ortak yanidir. Öte yandan bizzat arsivler kendilerini bellekle
karsilastirmayi çok sever. Bellek de sik sik bir arsiv olarak tanimlanir. Ama
anilar arsivdeki gibi siralanmamistir, kronolojik bir düzenleri, bölümleri,
basliklari yoktur. Anilar için dosyalar gibi "var" ya da
"yok" diyemeyiz. Onlar bazen vardirlar, bazen de yokturlar.
Anilar
ucundan kemirilmis, parçalanmis ya da üst üste dizilmis olabilir. En önemli
fark ise, bellegin sinirli olmasidir. Önemli bir baska fark da, bir arsivin
arsivci öldügünde bir anda yok olmasinin mümkün olmamasidir.
Iste
bellekle arsivin iliskisi de ilk bakista bu tür karsitliklardan olusur: Anilar
daha esnek, tashih edilmeye muhtaç ve sürelidir. Arsiv dosyalarinin ise belli
bir devamliligi vardir. Onlari elimize aldigimiz gibi, yeniden yerlerine
koyabiliriz. Arsivler nesiller boyunca var olabilir ve zaman içinde
degismezler. Söyle demek de mümkün: Bellekte ortaya çikanlar öznel, arsivden
çikanlar nesneldir. Ancak bellek ve arsiv arasinda bu karsilastirma da maalesef
kolayci bir karsilastirmadir.
Simalarla,
yüzlerle ilgili bellegi iyi olan insanlar bile genellikle bu simalarin
hikâyesiyle ilgili zayif bir bellege sahiptir. Bir komsumuzun ya da dostumuzun
bes ya da on yil önceki görüntüsüne ancak bellegimizi zorlayarak ulasabiliriz.
Oysa ayni kisiyi o döneme ait bir fotografta belki de hiç zorlanmadan taniriz.
Kendi ebeveynimizin, çocuklarimizin ya da esimizin dahi yüzlerinden ziyade söz
konusu döneme ait bir fotografini hatirlama olasiligimizin daha yüksek oldugunu
itiraf edelim. O kisinin su andaki görünümü eski görünümüne ait anilara
ulasmamizi engeller adeta.
Sevdigimiz yakinlarimiz
öldügünde de onlarin yüzlerini hatirlayacagimiz kesin degildir.
Yasayan Anilara Karsi
Yüz
bellegi görsel bellegin bir parçasidir ve psikoloji bilimi henüz ilk yillarinda
bu bellek türünün büyük bir kapasiteye sahip oldugunu tespit etmistir. Bellegin
sinirlarini arayan klasik deneyler 60'li ve 70'li yillarda gerçeklestirildi.
Sonuç giderek genisleyen bir kapasiteydi.
1967'de
yapilan bir deneyde deneklere 612 adet resim gösterildi. Her resme bakma süresi
alti saniyeydi. Sonunda önlerine iki resim kondu. Deneklerin hangi resmin onca
gördükleri 612 taneden biri oldugunu söylemeleri gerekiyordu. Cevaplarin % 98’i
dogruydu.
Görsel
bellegin kapasitesini tam olarak tespit etmek mümkün degil çünkü daha önce
insanin can sikintisi karsisindaki tolerans siniri gibi baska bir engelin
çikmis olmasi muhtemel. O halde sorun yer sikintisi degil.
Bu
deneylere, sinananin hatirlamak degil yeniden
tanimak oldugu gibi bir itirazla karsi çikilabilir:
Görsel
bellekteki bilgileri belli bir çabayla güncellemek mümkündür. Sinemadan
çiktigimizda arabamizi ya da
bisikletimizi daha önce biraktigimiz yerlerin anisi, onu o gün biraktigimiz
yerlerin anisi gibi etkinlesseydi büyük karmasa yasardik.
Sokaklarda
uzun süre dolasir, eskiden park ettigimiz yerlere giderdik. Öyle görünüyor ki
bellegimiz eskide kalmis, asilmis bilgileri atiyor, üstlerine yeni bilgileri
yaziyor ya da eskilere ulasilmasini imkânsiz kiliyor ve böylece sadece yeni
bilgiler etkinlesiyor. Bunun evrimsel avantaji gayet açik ama ayni faydali
mekanizma ebeveynimizin, çocuklarimizin, esimizin, dostlarimizin geçmis
dönemlerdeki yüzlerinin anilarinin silinmesinden de sorumlu.
Bu
yüzlere ait anilar sürekli asiliyor, yenileniyor ve bu arada eski versiyonlari
siliniyor. Iste bu nedenle özlemle eski
fotograflara bakiyoruz: Bu eylem bize unuttuklarimizi
hatirlatiyor. Fotograf ve anilar arasindaki tek iliski bu degil. Anilarin
asla sahip olamayacagi kaliciliga fotograflarin sahip oldugu söylenir. Anilar
bize bir insan yasami süresince eslik edebilir ama bunu tek bir saniye dahi
asamazlar. Baskalarinin anilarindaki halimiz o anilarla birlikte yok olur.
Peki, fotograftan geriye kalan nedir tam olarak?
Bernlef
Karartilar adli romaninda demans hastasi
olan Maarten’e karisi Vera'yla birlikte albüm sayfalarini çevirttirir. Aile
doktorlari bunun, Maarten'in anilarini "düzene
sokmak için" iyi bir yöntem oldugunu düsünmektedir.
Maarten’in bu konuda
degerlendirmesi söyle: “Bir fotograf
makinesi için önemli-önemsiz, ön planda arka planda ayrimi yoktur. O halde ben
su anda böyle bir makineye benziyorum. Kaydediyorum, ama hiçbir sey
yaklasmiyor, ön plana çikmiyor; geçmise ait hiç kimse beni bir jestle, bir mimikle, sasirmis bir yüz
ifadesiyle etkileyemiyor. Su binalar, su cadde ve meydanlar daha önce hiç
gitmedigim ve bundan sonra da gitmeyecegim kentlere ait. Ve bunlarin
fotograflari, tarihleri bugüne yaklastikça giderek daha ulasilmaz, daha
anlasilmaz oluyor.”
Demans
normal ye saglikli yasamda da
fotograf ve bellek arasindaki iliskide var olan belirsizlikleri arttirir.
Saglikli bir bellekte bile kisinin kendine ait fotograflarinda zamanla
baglantili ayni ters oranti vardir: Insan yaslandikça yeni fotograflardan
çok “eski” fotograflarla anilarini
baglamlandirabilir. Maarten'in karanliktaki geçmisine ait fotograflarla ilgili
her seyi anlatabilirken, diyelim on yil öncekilere nüfuz edememesi, her
yaslanan bellekte gerçek bir mekanizmanin tuhaf bir biçimidir. Fotograflarin
gerçekten de bir seyleri gözümüzde canlandirabilmeleri
için anilara ihtiyaçlari vardir.
Bazen
bitpazarlarinda elimize eski bir albüm geçer. Albüm 19. yüzyildan kalma
olabilir. Yani albümden en genç olanlar dâhil herkesin, hatta su kucakta oturan
kizin bile ölmüs olabilecegi, çok eskilere at bir albüm. Hatta bu insanlari
hatirlayan insanlar dahi çoktan ölmüs olabilir. Bu albümlerin bitpazarina nasil
düstügünü çogu kez bilmeyiz. Belki ailenin yeni kusaklari yoktur, varsalar da
hiç tanismadiklari aile fertlerinin fotograflarini önemsemezler.
Anilar
kendilerine ait fotograflara bir derinlik, bir üçüncü boyut katarlar, bir
anligina fotografin içine girilmis ve orada görülebilecek seylerle
ilgileniliyormusçasina bakislari içlerine çekerler. Anilar olmadan
perspektiften de eser yoktur. Unutulmus bir albümdeki fotograflara Maarten'in
en yeni fotograflarina baktigi gibi bakariz. Bakariz, ama hiçbir sey görmeyiz…
Unutma Sanati
Anilari
keyfi olarak yok edebilecegimiz bir yöntem olsaydi sayet, sonuçlari ne olurdu
acaba? Buna bagli olarak su soru sorulabilir: Böyle bir yöntemi kullanmak
akillica mi?
Marten
Toonder’in 1976’da yayimladigi, Bommel adli kahramanin maceralarini anlattigi “Unutmanin Küçük Kitabi”nda ortaya attigi
soru tam da budur. Kitap küçük çapli bir unutma felsefesi içerir. Toonder bu
kitabi altmisli yaslarinin ortalarinda yazmisti. Hatirlamak ve unutmak üzerine
felsefe yapmaya basladigi yasin hiç anlami olmadigi söylenemez.
Bellegi
tarafindan yolda birakilan Kant’in görüntüsü korkutucuydu herhalde. Hastalik
iki yil gibi kisa bir sürede Aydinlanma’nin en seçkin düsünürünü yok etmisti. Saf Aklin Elestirisi’nin tek kelimesini
bile anlamayan kiz kardesi, artik yarim kalan cümlelerini tamamliyordu. Hiç
olmazsa gündelik yasama dair basit seyleri aklinda tutabilme çabasi, “Bellek
Sanati” ya da “Unutma Sanati” üzerine felsefe yapmasini anlamsizlastirmisti.
Kant’in yasamina dakiklik ve disiplin hakimdi. Unutkanligin yuttugu ilk kisilik
özellikleridir bunlar. Notlar ve küçük kâgitlar Kant’in hayatini kontrol
altinda tutma çabasinin görünür kismindan baska bir sey degildi. Kant her
demans hastasinin hissettigi giderek artan huzursuzlugunu ve sonra bellegini
kaybetme korkusunu kimseyle paylasmadi.
Toonder
sevdikleriyle paylastigi sürece güzel anilarin keyfini çikaran biriydi. Tek
basina yasadiklarindan hiç etkilenmiyor ve bu anilar belleginden hemen yok
oluyordu. Çogu kez yasanmis bir güzel olayin oldugunu söyleyenler en
yakinlariydi ve bu olay ancak o zaman bir aniya dönüsüyordu. Toonder Wim
Kayzer'in kitabi “Güzellikler ve
Teselliler Kitabi” yayimlanan yazisinda güzel anilarin ancak Phiny'yle
birlikte anlam kazandigini söylüyordu. Irlanda’da bir koyun kiyisindaki bir yaz
ögleden sonrasini hatirlayarak sunlari yazmisti: “Anilar olmadan güzel seyler yoktur. Çünkü olaganüstü bir sey
gördügümde, ne kadar güzel oldugunu söyleyecek biri gerekir bana. Bu güzelligi
anlatacak sözleri ben bulduysam sayet, onlari baskasina söylemek isterim. Anilar, paylasilan heyecanin yarattigi mutluluk duygusuyla olusur. Ama o kisi artik yoksa o heyecan da yoktur ve bu, hüzünlü
bir duygulanima neden olur,
çünkü artik güzellige açilan kapilar kapanmistir.”
Toonder
bu düsüncelerini her zaman dile getirmistir. En güzel anilar paylasilanlardir
ve paylasilan insan artik yoksa tam da bu anilari bir yük gibi algilar insan.
Bu anilar insana kaybedilenleri isaret eder.
Toonder
Güzellikler ve Teselliler Kitabi’na
yazdigi yaziyi su kederli cümleyle bitirir: “Anilar insani nadiren teselli
eder. Çünkü onlar bir zamanlar yasanan seylerin bir daha asla öyle olmayacagini
hatirlatir bize.” Bir zamanlar titizlikle ve sevgiyle korunan anilar artik aci
vermektedir. Toonder kendi belleginin ona oyun oynadigini düsünmüs olmali.
Kurban
Antoine
de Lavosier henüz yirmili yaslarinin ortalarinda ünlü bir astronom, kimyaci ve
matematikçiydi.
Lavosier
o zamana kadar agirliklari olmadigi düsünülen gazlari ölçerek isim yapmisti.
Suyu hidrojen ve oksijen elementlerine ayristiriyor ve her elementin agirligini
ölçüyordu. Yeni rejime vergi reformu ve metrik sisteme geçisle hizmet ederek
özelde servet sahibi, politik olarak da kalkinmaci, ileri görüslü biri olarak
kariyer yapti. Kiraya verilen tarlalarin genel müdürü olarak zirai yönetimine
büyük katkilar saglamasina ragmen zan altindaydi. Genis arazilerine ragmen
aniden yürürlüge sokulan “Kira gelirlerini önleme yasasi” yüzünden zor duruma
düstü. Idam edilmeden bir gece önce karisina yazdigi mektup taziye mektubu
gibiydi. Onu teselli etmek için yine
agirligi ölçülemeyen bir seyleri
ölçmesi gerekiyordu: 50 yasinda ölmenin
artilari ve eksileri. Bunlari karisina da yazmisti:
“Nispeten
uzun bir kariyer var ardimda, özellikle de çok mutlu bir kariyer. Umarim bu
kariyer bana sayginlik da kazandirmistir. Baska ne isteyebilirdim ki hayattan?
Öyle görünüyor ki, içine karistirildigim olaylar sayesinde yasliligin
olumsuzluklarini yasamayacagim ve hayatimi sapasaglam bir insan olarak
bitirecegim ki bunu da hakkima düsen artilardan biri olarak görmen gerekir…”
Kimileri sevdiklerini teselli
etmeye çalisirken onlardan kendisini yad etmelerini degil, aksine unutmalarini rica ediyordu. Bu cümleler çogunlukla mektubun
da son satirlariydi. Dufresne adinda Normandiyali bir cerrah karisina sunlari
yazmisti: “Sana verecegim nasihat yok, sen uygun bulduklarin uyarinca davran.
Ama bana kulak vermek istiyorsan sayet, kocani unut.” Dosyalarda tahrifattan
hüküm giyen noter Dufouleur'un karisina yazdiklarindan: “Elveda, yüzbinlerce kere öpüyorum seni. Ara sira bu zavalli dostunu
hatirla. Neler söylüyorum? Tam tersine, onu belleginden silmeye çabala,
mümkünse sayet.”
Terör
rejimi sirasinda tutuklananlar, düsman tarafindan sarilmis askerler ve kendi
rizalari olmadan ölüme giden digerleri son güçleriyle sevdiklerine bilgi vermek
isterler. Iste intihar eden insanlarin yapmadigi tam da budur?
Bundan
yarim yüzyil önce veda mektubu birakanlar ve birakmayanlar hakkinda tutulan
ayrintili bir istatistikten tuhaf bir sekilde bu iki grup arasinda hiçbir fark
olmadigini görüyoruz.
Veda
mektubu birakma orani kadinlar ve erkeklerde, yaslilarda ve gençlerde,
evlilerde ve bekârlarda ayni. Ebeveynin çocuklarina yazdiklari mektuplarla,
çocuklarin ebeveyne yazdiklari da ayni orandadir.
Sosyo-ekonomik
sinif ya da etnik kökenin yani sira daha önce intihar tesebbüsü ve psikiyatrik
sorunlarla da dolaysiz bir iliski yok.
Peki,
kendi kararlariyla ölmeyen insanlarin veda mektuplarindaki açiklamalarin en
azindan bir kismindan bir çikarsama
yapmak mümkün degil mi? Düsünün bir, hayatina kendi elleriyle son veren biri
dahi sevdiklerinde güzel anilarla yasamaya devam etmek istiyor. Bu durumda
birinci ölümüne kendi karar veren biri onlardan ikinci kez öldürülmemeyi
istemek için dogru sözcükleri nasil bulabilir ki? Az sonra yapacagiyla
sevdiklerinin anilarini aciya bogacagini bilen biri onlara nasil hatirlanmak
istedigini yazabilir mi? Acinin ve kederin sebebi kendisi olunca yakinlarini
nasil teselli edebilir ki insan?
Veda
etmek zorunda olanlar, güzel anilarda yasamayi umar. Yakinlarini kaybedenler
ise, hüzünle onlarin anilarini koruyup kollayacaklarina, yasatacaklarina söz
verirler. Ancak birinin umdugu öbürünün verdigi söz bir yakaristan öteye
gidemez. Iki taraf da bilir ki, bellegimize kumanda edemeyiz. Bellek, en
yakinlarimizin anilariyla birlikte de olsa kendi yolundan gider. Sayet en
kiymetli anilarimiz gerçekten dokunulmaz olsaydi ve en güvenli sekilde
kaydedilseydi, ani nesnelerine gereksinim duymazdik. Anilarimizi besleyip
büyütürken sonuca degil, o süreçteki
sevgi ve bagliliga bakmak gerekir.
KAYNAKÇA
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Yaslandikça Hayat Neden Çabuk Geçer? Bellegimiz Geçmisimizi Nasil Sekillendirir?
Metis
Yayinlari-Birinci Basim: Kasim 2008
Unutmanin Kitabi- Rüyalarimizi
Neden Hemen Unuturuz, Anilarimiz Neden Sürekli Degisir? (Vergeetboek)-284 Sayfa
Almancadan Çeviren: Dilman Muradoglu Yapi Kredi Yayinlari-4470
1.Baski: Agustos 2015