YANLIS GIDEN NE OLDU & WHAT WENT WRONG ? -  Bernard LEWIS

YANLIS GIDEN NE OLDU & WHAT WENT WRONG ? - Bernard LEWIS

Fevzi BOZKURT
Bilim


ÖNSÖZ

Bernard Lewis Bati’nin en büyük Yakindogu tarihçisi ve yorumcusudur. Orta Dogu (The Middle East) ve Tarihte Araplar (The Arabs in History) gibi kitaplari Bölgeyi ve insanlarini anlamak isteyen herkesin okumasi gereken kitaplardir. Simdi Lewis Yanlis Giden Ne Oldu ?’yu (What Went Wrong) sunmaktadir; Islam’in bes alti asir öncesindeki bilimsel liderliginden, günümüzün sadece görünüste çagdas olan “yoksul, zayif ve bilgisiz” çirkin tiranliklarinin hüküm sürdügü bir konuma nasil düstügünü incelemektedir.

Yüzyillarca Islam, dünyanin en büyük, en açik, en aydinlik, en güçlü uygarligi olmustu. Sonra her sey degisti, küçümsenen Bati, önce savas alaninda, sonra ekonomik alanda ve nihayet özel ve toplumsal yasamin hemen her alaninda zafer üstüne zafer kazandi.

Giris ve Sonuç Bölümleri disinda yedi bölümden olusan eserinde Bernard Lewis, Arap-Avrupa etkilesiminin, askeri, ekonomik, kültürel boyutlarinin bir zaman dizinini ortaya koymaya çalismaktadir. En dramatik geriye gidis bilimde gerçeklesmis  olmali, demektedir. “Mürit olanlar simdi ögretmen oldular, üstad olanlar ögrenci oldular, genelde isteksiz ve gücenik ögrenciler.”

Günümüzün Arap ülkeleri içinde bulunduklari kötü durum nedeniyle Bati emperyalizminden Yahudilere kadar uzanan birçok dis suçluyu kinamaktadirlar. Buna karsin Lewis ne diyor? 11 Eylül’ün tarihi arka yüzünü anlamak isteyen herkesin bu kitabi veya en azindan bu özeti okumalari çok yararli olacaktir.

BASLANGIÇ

Yanlis giden ne oldu? Islam dünyasi ve özellikle Orta Dogu uzun bir süredir bu soruyu sormaktadir. Soruyla birlikte gittikçe siddetlenen bir öfke, sorunun öncelikle çözümünü gerekli kilmaktadir.

Sorgulamanin ve hatta öfkenin hakli nedenleri vardir. Yüzyillarca Islam dünyasi uygarlik ve basarinin öncüsüydü. Müslümanlarin kendi algilamalarinda, Islam uygarlikla özdesti; Islam’in sinirlarinin ötesinde, istisnai durumlar disinda sadece barbarlar ve kafirler vardi.

Yedinci yüzyilda Islam ordulari Suriye, Filistin, Misir ve Kuzey Avrupa’yi fethettiler. Sekizinci yüzyilda Ispanya ve Portekiz’i fethedip, Fransa’yi isgal ettiler. Dokuzuncu yüzyilda Sicilya’yi fethedip, Italya’yi isgal ettiler.

Doguda, 1237-1240 yillari arasinda Altinordu Tatarlari Rusya’yi fethettiler; 1252’de Altinordu Hani ve halki Islamiyet’i kabul etti. Anadolu’yu fetheden Osmanli Türkleri 1453’de eski Hiristiyan kenti Istanbul’u zaptettiler, Balkan yarimadasini isgal edip sömürgelestirdiler ve iki kez Viyana’ya kadar uzanarak Avrupa’nin tam kalbini tehdit ettiler.

Yüzyillar boyu Islam dünyadaki en büyük askeri gücü temsil etti. Dünyada en büyük ekonomik güç Islam’di. Bilim ve sanatta insanlik tarihindeki en büyük basarilara imza atmayi basarmisti. Kagit yapim ve kullanimini Çin’den, ondalik sayi düzenini Hindistan’dan alip Avrupa’ya aktararak daha büyük ölçüde insanligin hizmetine sunmustu.

Sonra birdenbire her sey degisti. Rönesans’in yarattigi yeniden dogus sayesinde Avrupalilar bilim, sanat ve teknolojide Islam dünyasini geride birakan büyük atilimlar yapti. Müslümanlar uzun süre bu atilimlarin farkina varmadi. Avrupa’nin yeni bilimsel literatürü neredeyse tümüyle bilgileri disindaydi. On sekizinci yüzyila kadar yalnizca bir tibbi kitap Avrupa dillerinden Orta Dogu dillerine çevrildi. Frengi hastaligiyla ilgili bir kitapti bu.

Hiristiyanlik Ispanya’da Faslilara karsi son yenilgisini 1492’de aldi. Rusya’nin Müslüman Tatarlar’dan kurtarilmasi ve anayurtlarina geri sürülmesi kesin bir zaferdi. Ruslar 1554’de Astrakan’i fethedip Hazar kiyilarina, bir sonraki yüzyilda da Karadeniz kiyilarina indiler.

Islam’in kalbi durumundaki ülkelerde, uygarligin uzak sinirlarinda görülen bu olusumlar pek önemsenmedi. Istanbul’un fethi, Türklerin Balkanlari asip Viyana’ya yürümeleri, Islam’in önlenemez yükselisi ve Hiristiyanligin bozguna ugramasi olarak algilandi.

Osmanlilarin iki Müslüman komsulari vardi. Misirdaki Memlüklüler ve Iran’daki Persler. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) her ikisine de sefer açti. Iran Sah’ina karsi önemli ama tamamlanmamis bir zafer, Memlük Sultani’na karsi ise kesin ve total bir zafer kazandi.

Yavuz’dan sonra gelen Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566), Mohaç Savasi 1526’da Türklerin kesin zaferiyle sonuçlandi ve 1529 I.Viyana kusatmasinin yolunu açti. Viyana’nin zaptedilememesi her iki tarafça da bozgun veya zafer olarak degil, erteleme olarak degerlendirildi ve Avrupa’nin kalbinde uzun bir hakimiyet mücadelesi baslatti.

Surada burada Hristiyan güçler bazi basarilar kazandilar ama bunlarin en önemlisi 1571 Lepanto Deniz Savasi idi. Tüm Avrupa bunu kesin bir zafer olarak niteleyip yüceltti. Osmanlilar ise fazla önemsemedi. Osmanli arsivlerinde Lepanto ile ilgili Kaptani Derya’nin sadece iki satiri vardir: “Kutsal bir biçimde yönetilen Osmanli Donanmasi melun kafir Donanmasiyla karsilasti ve Allah’in iradesi diger yöne döndü.” Ayni savasla ilgili Sadrazam Sokollu Mehmet Pasa, II.Sultan Selim’e “Imparatorluk o kadar güçlüdür ki, isterse donanmanin tüm zincirlerini gümüsten, yelkenlerini ipekten yapabilir.” demistir.

On yedinci yüzyilin sonu on sekizinci yüzyilin baslarinda Iran yeniden mücadelede önemli bir faktör oldu. Sah Abbas I, Avrupa güçlerinin destegini alarak 1602-1612 ve 1616-1627 yillari arasinda Osmanlilarla savasa giristi ve bazi basarilar kazandi. Dogu cephesindeki çarpismalar yüzünden Osmanlilar 1606’da Avusturya ile Zitvatorok Anlasmasi’ni yapti. Tüm önceki anlasmalar Istanbul’da Türkler tarafindan dikte ettirilmisken bu anlasma tarafsiz bir yerde müzakere edildi. Yine ilk kez Osmanli Padisahi Avusturya Imparatoru’nu kendisiyle esit gördügünü belgeledi.

Avrupalilar önce denizlerde üstünlügü ele geçirdiler. 1563’te Endonezya Müslümanlarinin Portekiz denizcilerine karsi yardim talebini Osmanlilar tam olarak yerine getiremediler. Portekizlilerin Atlantik kosullarina göre yapilmis kalyonlari ve büyük, iyi silahlandirilmis, manevra yetenekleri yüksek savas gemileri Osmanlilarin Akdeniz kosullarina göre yapilmis kadirgalarindan daha üstündü. Denizlerdeki üstünlügün kaybi, Orta Dogu için daha tehlikeli bir durum yaratti. Asya’da konuslanan yeni Avrupa Imparatorluklari, dogu-bati ticaretinin varis ve kalkis noktalarini denetimlerine alarak, Orta Dogu’yu büyük çapta devre disi biraktilar.

Tehlike sadece Güney Asya’daki Bati Avrupa genislemesi degildi. Kuzey Asya’da Rus genislemesi de önemli bir tehlikeydi. Osmanlilar 1568’de Akdeniz’i Kizildeniz’e; Karadeniz’i Hazar Denizi’ne baglayacak kanal projelerine giristiler; fakat projeler gerçeklestirilemedi.

On yedinci yüzyilin büyük bir bölümünde askeri dengede önemli bir degisiklik olmadi; yüzyilin ortalarina kadar Avrupa 30 Yil Savaslari’yla mesguldü; Osmanlilar ise dogu cephesiyle ugrasiyordu. 1645’de Venediklilerle baslayan çarpismalar Osmanlilar için iyi gitmedi, 1656’da Venedikliler bir ara Bogazlari bile bloke ettiler ve Çanakkale önlerinde bir deniz savasi kazandilar. Ayni yil sadrazam olan Köprülü Mehmet Pasa ve müteakiben yerine geçen Fazil Ahmet Pasa, orduyu ve mali sistemi yeniden düzenledi ve Avrupalilarla olan mücadeleleri sonuçlandirdilar. Ancak Osmanlilar ilk kez Polonya ve Ukrayna’da Rusya ile çatismaya girdiler. 1681 Radzin Anlasmasi ile Ukrayna üzerindeki haklarindan vazgeçtiler ve Kazaklarin Karadeniz’de ticaret haklarini tanidilar. Bu durum çok tehlikeli yeni bir düsmanin ortaya çikisi, uzun ve aci mücadelelerin baslangiciydi.

Bu arada Köprülüler ailesinin son temsilcisi olarak Merzifonlu Kara Mustafa Pasa sadrazam oldu; 1682’de Ikinci Viyana kusatmasiyla sonuçlanacak olan yeni bir Avusturya savasi baslatti. 17 Temmuz-12 Eylül 1683 tarihleri arasindaki kusatma, Imparatorluk tarihinde o güne kadar görülmeyen tam bir felaketle sonuçlandi. Viyana bozgununu, 1686’da Buda’nin ve Macaristan üzerindeki hakimiyetin kaybi izledi. 1684’de Avusturya, Venedik, Polonya, Toskana ve Malta Papa’nin kutsamasiyla Osmanli’ya karsi savasmak üzere bir kutsal birlik olusturdular. Rusya’da birlige katildi ve 1696’da Azak bölgesini ele geçirdi.

26 Ocak 1699’da, Ingiltere ve Hollanda’nin araciligiyla yapilan Karlofça Anlasmasi ile Osmanlilar büyük toprak kayiplarina ugradilar ve kisa bir süre sonra  Ruslarla yapilan ayri bir anlasma ile Azak bölgesini Ruslar’a verdiler.

BÖLÜM 1

SAVAS ALANININ DERSLERI

Karlofça Anlasmasi’nin Osmanli Imparatorlugu tarihinde, hatta tüm Islam tarihinde, yenilmis bir Osmanli’nin zafer kazanmis Hiristiyanlarla yaptigi ilk anlasma olmasi dolayisiyla özel bir önemi vardir.

Karlofça’da imzalanan anlasma eve iki ders tasidi. Birinci ders askeriydi, üstün bir güç tarafindan yenilgiye ugratilma. Daha karmasik olan ikinci ders diplomatikti ve müzakere sürecinde ögrenildi. Ingiliz ve Hollanda yetkilileri Osmanlilara ihtiyatli bir yardim yaptilar. Bati yardimi diplomasiyle sinirli degildi. Silah ve para temini yardimlari da Osmanli’nin kurulusundan beri söz konusu olmustu. Osmanli için yeni olan, askerlerinin egitim ve donatiminda Avrupalilardan yardim almak ve baska bir kisim Avrupali güçlere karsi Avrupalilarla birlikler olusturmakti.

On sekizinci yüzyilin ilk yarisinda mücadeleler sonuç alici nitelikte degildi, hatta Osmanli’ya kazanç saglayanlar bile oldu. 1710-1711 yillarinda Ruslar’a karsi önemli bir savas kazandilar ve 1712 Prut Anlasmasi ile Azak yarimadasi geri alindi. Venedik ve Avusturyalilar’a karsi yapilan bir diger savas, 1718 Pasarofça Anlasmasi’nda görüldügü gibi yenilgiyle ve yeni toprak kayiplariyla sonuçlandi.

Bir süre Avrupa’da isler iyi gitti. Avusturya ve Rusya arasinda kizisan rekabet Osmanli’ya rahat bir nefes aldirdi. Ama yeni bir felaket geldi çatti. 1768-1774 arasindaki savaslarda Osmanlilar Ruslara karsi bir dizi yenilgiye ugradi. Sonuçta imzalanan Küçük Kaynarca Anlasmasi ile Ruslara denizcilikte ve Osmanlinin iç islerine müdahalede bazi haklar tanindi. Ama Kirim’a iliskin olan madde daha önemliydi. Sultan, 1783’te Kirim’in Rusya’ya ilhakina yol açacak olan Kirim Hanlarinin bagimsizligini tanimak zorunda kaldi. Bu çok aci bir darbeydi. Avrupa’daki toprak kayiplari, çogunluk Hiristiyan oldugu için katlanilabilir bir durumdu. Kirim Orta çaglara kadar uzanan bir geçmiste hep Müslüman yurduydu, kaybi anavatandan kopan bir parça olarak algilandi.

Bir toplumda isler kötüye gittiginde sorulacak sorular vardir. Genel bir soru “Bunu bize kim yapti?” sorusudur. Bu soru, dis güçler ve içerdeki azinliklar biçimindeki günah keçilerini suçlamaya dönük bir yanita çanak tutan kasitli bir sorudur. Tarihlerinde önemli krizlerle karsilasan Osmanlilar farkli bir soru sordular. “Neyi yanlis yapiyoruz?” Karlofça Anlasmasiyla ortaya atilan ve Küçük Kaynarca ile yeniden önem kazanan bu soru, bir anlamda günümüzde de devam etmektedir.1541’de sadrazamliktan ayrilan Lütfi Pasa ve 1630’da devlet memuru Koçu Bey, Osmanli devlet yapisindaki bazi kusurlara, askeri ve sivil alandaki bazi aksakliklara isaret ettiler. Her ikisine göre de temeldeki yanlislik, Osmanli ve Islam’in eski güzel yollarindan ayrilmis olmakti; reçetesi de bu güzel yollara geri dönmekti. Lütfi Pasa, Avrupa’nin denizlerdeki üstünlügüne de dikkat çekti. “Neyi yanlis yapiyoruz?” sorusunun yanina “Onlar neyi dogru yapiyorlar?” sorusu ve bu sorunun devami olarak da “Onlari nasil yakalariz ve hakli önderligimize nasil kavusuruz?” sorulari eklendi. Ikinci ve üçüncü sorularin yanitlanmasinda karsilikli gidip gelen insanlardan faydalanildi. Bazi Batili ziyaretçiler, dogru yolu bulan anlamina gelen mühtedi sifatini alarak Osmanli’nin hizmetine girdiler. Osmanli yilliklarinda Humbaraci Ahmet Pasa olarak anilan, Fransiz asilzadesi Claude Alexander bunlardan biridir. Topçu gücünü organize etmis, 1734’te ordu için bir matematik okulu kurmustur. Islam dinine dönen bir diger ünlü kisi, Türk yilliklarina Ibrahim Müteferrika adiyla giren, orijinal aile ismi bilinmeyen bir Macar’dir. 1729 yilinda ilk Türk matbaasini kurmustur. Bastigi kisa bir kitabinda Türklerin Avrupa’da yenik düsmelerinin nedenlerini arastirmis, Osmanli idari ve askeri prosedürlerinde, Avrupa çizgisinde bir reform önermistir.

Dönmeler disinda Avrupali mülteciler, özellikle 15. yüzyil sonu ve 16. yüzyilda gelen Museviler, Avrupa’nin ekonomik, teknik ve tibbi ustaliklarini getirerek ve bazen de diplomatik misyonlarda görev alarak toplumda azimsanmayacak bir rol üstlenmislerdir.

Osmanli tarihinde Rumlarin özel bir yeri vardir. Baslangiçta Patrigin, “Türklerin sarigini Katoliklerin üçlü kukuletasina tercih ederim.” sözleriyle Osmanli’dan yana tavir koymuslardir. Avrupa’yla iliskilerde ve diplomatik temaslarda, yorumcu, çevirmen ve kilavuz tercüman (dragoman) olarak görev almislardir.

Avrupali uzmanlar arasinda, Baron de Tott olarak bilinen, Macar asilli bir Fransiz subayi önemlidir. 1770’lerde yeni bir matematik okulu kurmus, Osmanli ordusuna askeri mühendislik ve topçuluk alaninda önemli hizmetler vermistir. Emekliligi üzerine yerine 1775 yilinda, sonradan Islam’a dönen ve Ingiliz Mustafa ünvaniyla taninan bir Ingiliz subayi geçmistir. Bu örneklere karsin, hakim Avrupa etkisi Fransiz etkisi olarak biçimlenmistir. Fransiz Ihtilali’nin oldugu 1789 yilinda Osmanli tahtina III.Selim geçti; Fransa krali XVI.Lui ile haberlesti, kapsamli bir idari ve askeri reform ile yeniden yapilanma programi hazirlatti. Fransiz-Osmanli isbirligi 1798-1802 arasinda iki ülke arasindaki savas nedeniyle kesintiye ugradi.

Avrupa emperyal güçleri arasindaki Napolyonik savaslar tüm kitayi sarip Afrika ve Asya’ya uzandi. Islam güçlerinin göreceli zayifligi, Avrupa güçlerinin Asya’da ilerlemesiyle ortaya çikmaya basladi; Hollanda ve Portekiz gibi küçük ülkeler bile kiyilar ve denizlerde Islam güçlerine meydan okudular. 1798’de Napolyon Bonapart’in Misir’i isgal etmesi ve oradan Ingiliz general Nelson tarafindan sökülüp atilmasi, iki önemli ders içeriyordu: Birinci ders, küçük bir Avrupa ordusunun bile Imparatorlugun kalbindeki bir ülkeyi fethedebilmesi ve cezalandirilamamasiydi. Ikinci ders ise Avrupali güçleri, Osmanlilarin ve Misir gibi hakimiyetleri altindaki ülkelerin degil, ancak bir diger Avrupali gücün yenebilecegiydi.

1806-1812 dönemindeki Türk-Rus savaslarinda Ingiliz ve Fransizlarin da Ruslardan yana tavir koymasiyla Dogu Balkan eyaletleri, Besarabya (bugünkü Moldova) Rusya’ya, Bati Balkan eyaletleri Fransa’ya verildi. Avusturyalilari yatistirmak için Sirbistan ve Bosna’nin bazi bölümleri üzerinde Avusturya hakimiyeti tanindi.

Bu arada beliren çok önemli bir tehlike, Fransiz Ihtilali’nin de etkisiyle yükselen milliyetçilik hareketleri idi. 1804 ve 1815 ayaklanmalarindan sonra Sirbistan otonom bir prenslik statüsü kazandi. Birkaç yil sonra ortaya çikan Yunan ayaklanmasi ise büyük bir bati destegiyle bagimsiz bir Yunanistan kurulmasiyla sonuçlandi. 19. yüzyil boyunca ve 20. yüzyilin baslarinda, Hiristiyan Balkan halklari Osmanli idaresinden birer birer ayrildilar.

Iran, aslan payi Rusya’ya düsmek üzere Ingiltere, Fransa ve Rusya arasinda paylasildi. 1813 Gülistan Anlasmasi’yla Iran, Derbent, Baku, Sirvan, Karabag ve bitisigindeki topraklari Rusya’ya verdi; Gürcistan ve Dagistan üzerindeki tüm haklarindan vazgeçti.

1825’lerden sonra yeni bir Türk-Rus çatismasi gelismeye basladi. 1828 Türkmençay Anlasmasiyla Iran, Ermenistan’i Rusya’ya verdi. Islama karsi Rusya ilerlemesi, Türkiye, Iran ve Orta Asya ülkelerinde devam etti. Bu durumun günümüzde dahi sürüp gittigi söylenebilir.

Savaslar Müslüman devletlerin Avrupa güçlerine karsi zayifligini açik biçimde ortaya koydu. Askeri basarisizliklara karsi askeri reçetelerin yetersizligi anlasildi. Diger nedenler ve tedavi yöntemleri aranmaya baslandi.

BÖLÜM 2 ZENGINLIK VE KUVVET ARAYISI

 
  1. yüzyilin bitiminden önce Türkler, Iranlilar ve diger Orta Dogu uluslari Bati’yla ilgili dogrudan gözlem yapmak olanagina fazla sahip degildiler. Temaslar baslica üç alanda, diplomasi, ticaret ve savaslarda oldu. Avrupalilar, doguda konsolosluk ve elçilikler açarken, Orta Dogu bu yolu izlemedi, sadece özel durumlarda kisa süreli görevliler kullandi.

Müslümanlarin Müslüman olmayan ülkelerle isbirligi yapmakta asiri bir isteksizligi vardi; zaten Batililar da onlarin gelmesini istemiyordu. Müslüman yargiçlar, bir müslümanin kafir bir ülkede iyi bir müslüman yasami sürdüremeyecegini söylüyorlardi. Müslüman tutumu, Bati genislemesinden etkilenen diger Dogululardan farkliydi. Hindu, Budist ve Konfüçyüsyenler için Hiristiyanlik yeni bir sey iken, Müslümanlar’a göre, Islam öncesinin eksik ve yanlis bir inanisi idi. Hristiyanlar’in Islam disi doguya yaklasimi da farkliydi. Hindistan veya Çin, Hristiyanligin kutsal yerlerini zaptetmemisler, Ispanya ve Istanbul’u fethetmemisler, Viyana’yi kusatmamislardi. Bunlar Hristiyanligi zamani geçmis, bir yolsuzluk dini olarak da nitelendirmemislerdi.

Orta Dogu’dan Bati’ya ara sira ticari veya siyasi nedenlerle gidenlerin bile önemli bir bölümü, Rum, Ermeni ve Yahudiler gibi azinliklardi. Bati dilleri bilgisi çok azdi. 1513’ten beri Topkapi Sarayi’nda bulunan Kristof Kolomb’un kendi kullandigi haritanin Türkçe versiyonunu bile 1929 yilinda bir Alman bilgini kesfetti. Her seye ragmen, çagdaslasma çabalari gerektirdigi için dil ögrenimi ve Bati temaslari yogunluk kazandi. Reformcu Padisah III.Selim ilk büyükelçiligi 1793’te Londra’da açti ve bunu Viyana, Berlin, Petersburg ve Paris izledi. Gelisme bir ara kesintiye ugradi ise de 1830’lardan sonra yeniden hiz kazandi.

Kafir icatlarini ögrenmenin veya kafir ögretmenlerden ders almanin dinen caiz olup olmadigi konulari tartisildi. Kafirlerle savasta kullanilmak kaydiyla uygun görüldü.

Önce Misir Pasasi, pesinden de Osmanli Padisahi ve Iran Sahi Londra ve Paris’e, baslangiçta tümüyle askeri amaçli ögrenci gönderdiler. Bunlar ilk kez Bati dilleriyle ve fikirleriyle karsilastilar. Dil engelinin asilmasi Bati zenginligi ve gücünün daha iyi taninmasina yol açti ve bunun nedeninin, tilsiminin ne oldugu sorusunu yeniden gündeme getirdi. Nedenin Islam’dan sapma, çarenin de saf Islam’a dönüs oldugu biçimindeki eski görüs artik inandirici bulunmuyordu. Tilsim önce Hristiyan özelligi olmayan, hatta Hristiyan karsiti bile oldugu söylenebilen Fransiz Devrimi’nde arandi. Imparatorluk ve restorasyon dönemleri yasaninca tilsimin burada olmadigi anlasildi ve dikkatler ekonomiye, özellikle de sanayiye çevrildi. 1803-1806 döneminde Paris elçisi olan Halit Pasa, “Tütün tozu, kagit, kristal, kumas ve porselen yapan fabrikalarimiz olsa ve yabanci dil bilgisi yayginlassa, bes yilda Avrupa seviyesine ulasabilecegimizi; çünkü tüm ticaretin bu bes mal üzerinde döndügünü ve zenginligin kaynaginin da bunlar oldugunu söylüyordu.

Bati etkisi ve düsünce sistemi özellikle iki alanda önemli sonuçlar dogurdu. Yurtseverlik ve milliyetçilik. Bu kavramlar özellikle Müslüman olmayan azinliklar üzerinde güçlü; fakat çelisen etkiler yaratti. Bir yandan yurtseverlik kavramindan hareketle Imparatorluk’ta esit statü sahibi olacaklarina sevindiler; diger yandan milliyetçilik kavramindan hareketle, tamamen ters bir görüse, ulusal bagimsizlik düsüncesine kapildilar.

Osmanli Hristiyanlari ve Yahudileri, dindaslarinin yardimiyla azinlik olmanin avantajlarindan yararlandilar. Diger yandan Müslümanlar, kafirlere ve geleneksel mesleklerine karsi çekincelerini korudular. Bazi meslekler kaliplasmis olarak Rum, Ermeni veya Yahudi meslegi olarak algilaniyor ve Müslümanlarca agirbasli, vakur meslekler olarak kabul edilmiyordu. 20. yüzyil baslarina gelindiginde kahve, seker ithalati, su ve gaz ikmali dahil tüm ekonomik faaliyetler, Batili sirketlerin denetimine geçmisti.

Çagdaslasma olgusu iletisim alanindaki üç ana gelismeyle vurgulaniyor ve ivme kazaniyordu: Matbaa, tercüme ve gazete. Matbaa, yazili eserlerin basilmasini ve yaygin dagitimini mümkün kiliyordu. Önceleri kisitli olan tercüme imkani genisledikçe, gittikçe daha fazla sayida Bati kaynakli kitap çevrilip, Türkçe, Arapça ve Farsça olarak basilip, dagitilmaya baslandi. Ilk gazete 1795’te Istanbul’da Fransiz Elçiligi tarafindan çikarilan Gazette Française de Constantinople idi. Napolyon Misir’da gazete yayinlatti. Is aleminin sponsorluk yaptigi ilk gazete 1824’te Izmir’de yayinlandi. Gazete yayinciligi zamanla yerel destekler saglayip yerel dillere de yayilarak Türkçe, Arapça ve Farsça olarak da yayinlanmaya baslandi. Baska bir Bati icadi olan telgrafin günlük yasama girmesi haber ve bilgi iletisimi bakimindan çok büyük degisiklikler getirdi.

Türkçe, Arapça ve Farsça gazete ve dergilerin basilmasi gazeteciyi de beraberinde getirdi. Ortaya çikan diger yeni meslekler avukatlik ve ögretmenlikti. Bu üçlü, entellektüel yasamin sütunlarini olusturdular. On dokuzuncu yüzyilda reformlar ve çagdaslasma atilimlarinin güçlendirdigi otokrasi, arastirmacilari yeni bir Bati müessesesine yöneltti: Bazen özgürlük sözcügüyle de ifade edilen anayasal temsili demokrasi.

1807 ve 1808 yillarinda Osmanli azinlik gruplari sultanin otoritesini ve esrafin yetkilerini kisitlamak için iki girisimde bulundular. Politik özgürlük kavrami, Avrupa kökenli kitaplarin çevrilmesi, Avrupa’ya iliskin rapor ve olaylarin tartismaya açilmasi diplomatlarin, Avrupa’dan dönen ögrenciler ve gelen mültecilerin etkileriyle büyük bir gelisme gösterdi. 1834’te Viyana’da Metternih’le görüsüp, daha sonra Paris Büyükelçiligi yapan Sadrazam Mustafa Resit Pasa’nin hazirladigi 1839 Tanzimat Fermani’nda en genis ifadesini buldu.

Orta Dogu’da bazi otokratik yönetimler, anayasal hükümetler konusunda bazi  jestler yaptilar. 1861’de Tunus Bey’i bazilari seçilmis, bazilari atanmis 60 üyeli bir büyük konsey öngören bir anayasa ilan etti. 1866’da Misir Hidiv’i, üniversitenin de katilimiyla 3 yil için seçilmis 75 üyeli bir danisma meclisi topladi.

1860’larin ortalarinda, “Jön Türkler” (Jeunes Turques) olarak da bilinen “Genç Osmanlilar” (Young Ottomans) hareketi basladi. Bunlar, bir anayasa ve parlamento istiyorlardi. 1867’de çogu Londra ve Paris’e olmak üzere liderleri sürgüne gönderildi. 1876’da geri döndüler. Avrupali güçlerin de yardimiyla 1876’da padisahi seçilmis bir parlamento ve atanmis bir senato öngören bir anayasa ilanina ikma ettiler. Ilki Mart 1877, ikincisi Aralik 1877’de yapilan iki seçimle kurulan Osmanli parlamentosu 5 ay coskulu bir görev yaptiktan sonra, biraz da bu coskunluk nedeniyle 14 Subat 1878’de Sultan tarafindan feshedildi ve 30 yil süreyle bir daha toplanmadi.

Misir’da ilk meclis 1866’da toplandi, 3 toplantidan sonra dagildi. 1882’de Ingiliz isgalinden sonra, anayasal bir parlamenter hükümet konusunda daha ileri adimlar atildi. Misir bir politik mülteci cenneti oldu.

1905 Rus-Japon savasi Japon galibiyetiyle sonuçlandi. Batili bir emperyal gücün Dogulu bir devlet tarafindan uzun süredir ilk kez yenilgiye ugramasi ortaya yeni bir ders koydu. Japonlar parlamentosu olan tek dogulu devlet, Ruslar da parlamenter hükümeti olmayan tek batili imparatorluktu. Güçlü ve zengin olmanin tilsimi konusunda son bir kanit elde edilmis gibi görünüyordu.

1906’da Iran’da, 1908’de Türkiye’de ikisi de ümit ve coskuyla baslayan ama öncekilerinden de beter dikta yönetimleriyle sonuçlanan iki anayasal devrim yasandi.

1920’de Avrupa’nin Islam üzerindeki zaferi sonuçlanmis gibi görünmekteydi. Osmanli Imparatorlugu yenilmis, isgal edilmis ve Müslüman eyaletleri muzaffer batili güçler arasinda parsellenmisti. Iran, Ingilizler ve Ruslar tarafindan kontrol edilmekteydi.

Kendi hakimiyet alanlarinda Ingiliz ve Fransizlar, Ingiliz tarzi anayasal monarsiler ve Fransiz tarzi cumhuriyetler olusturdular. Her iki model de iyi islemedi ve sonuçta ilgili ülkeler bagimsizliklarini kazanarak bu yönetimleri yiktilar. Rus Imparatorlugunda devrim ve iç savas bir süre merkezi hükümetin hakimiyeti altinda bulundurdugu ülkelerdeki denetimini zayiflatti ise de, Sovyet rejimi daha güçlü bir denetim kurmayi basardi. Hatta Sovyetler Birligi’nin dagilmasindan sonra bile bu ülkeler eski patronlarinin hakimiyetinden kurtulmakta çok zorlandilar.

1930’larda Italya ve Almanya, Bati emperyal güçlerine karsiymis gibi görünerek bir çekicilik kazandirmaya çalistiklari fasist ve nazist modellerini sundular. II. Dünya harbi yenilgisinden sonra bile bu modeller açik isimleri itiraf edilmeksizin, ideoloji ve devlet yönetimi konularinda uygulama alani bulabildiler.

Ekonomik alanda Sovyetler Birligi’nin ortaya koydugu devlet denetimi, bazen Arap sosyalizmi, bazen bilimsel sosyalizm adiyla birçok ülkede uygulandi ve korkunç bir basarisizlikla sonuçlandi

Orta Dogu ve Bati’nin ekonomik yaklasimlarindaki farklilik, hiçbirinin önleyemedigi yolsuzluk yöntemlerinde bile açikça görülür. Bati’da para piyasada kazanilir ve iktidar satin almakta kullanilir. Dogu’da iktidar ele geçirilir ve para kazanilir.

Bati’nin basari sirri hala çözülememistir. Bu sir, silahli kuvvetlerin çagdaslastirilmasindan; yönettikleri, besledikleri, üretim yaptiklari ve donattiklari ekonomiden daha baska bir yerlerde olabilir mi? Tek kelimeyle, “çagdaslik”tan baska bir seyde olabilir mi?

BÖLÜM 3

SOSYAL VE KÜLTÜREL ENGELLER

yüzyildan sonra Orta Dogulu gözlemciler, Bati’nin askeri gücünün üstünlügünü anlayip, silah teknolojisi, savas kabiliyeti, ekonomik üretim ve yönetim konularina dikkatlerini yogunlastirdilar.

Ama Islam ve Bati toplumlari arasinda, üzerinde pek durulmayan daha büyük ve daha derin farklilik alanlari da vardi. Orta Dogulu ziyaretçilerin gözlemlerine dayanarak bunlarin üçüne deginecegim. Önce 1665’de Viyana’yi ziyaret eden taninmis Türk yazari Evliya Çelebi’nin bir gözlemi:

“Bu ülkede olaganüstü bir sey gördüm. Ne zaman Imparator yolda bir kadina rastlasa, ata biniyorsa, atini durdurup kadinin geçmesine izin veriyor. Imparator kadina ayaktayken rastlarsa, bir tür saygi durusuna geçiyor, kadin kendisine saygi göstermek için sapkasini çikaran Imparatoru selamliyor.(…) Gerek bu ülkede, gerekse inançsizlarin diger ülkelerinde Meryem Ana disinda da kadin onurlandiriliyor ve saygi görüyor.

Ikinci örnegim yine Viyana’da elçilik yapan Mustafa Hatti Efendi’nin, bilimsel gösteriler hakkindaki 1748 tarihli bir raporu:

Bize gösterilen hünerlerin ilkinde, iki bitisik oda, birinde üzerinde küre biçiminde kristal toplar bulunan büyük bir çark vardi. Bunlar kamistan daha dar içi bos bir silindire baglanmisti. Çark çevrildiginde siddetli bir rüzgar zincir boyunca öteki odaya akiyordu, birisi bu rüzgara dokunursa tüm vücudu çarpiliyordu, daha da ilginci 30 kisi el ele tutussa hepsi ayni soka ugruyordu. Olayin nedeni hakkinda verdikleri yanit anlasilabilir nitelikte degildi.(...) Diger bir hüner, tasa ve tahtaya vuruldugunda kirilmayan küçük cam siselerdi.(...) Anlamini sordugumuzda, cam ates halindeyken suyla sogutuldugunda bu özelligi kazandigini söylediler. Bu saçma cevabin bir frenk oyunu oldugunu düsünüyoruz.

Üçüncü örnegim 1787-1789 arasinda Ispanya elçisi olan Vasif Efendi’nin, kralin ve tüm devlet büyüklerinin kendilerine verdigi yemekli ziyafetlerde, müzik dinletildigi, ve bu tür müzikten can sikintisi duydugunu belirten sözleri.

Kadin, bilim ve müzik konusundaki bu üç özet bilgi, komsu iki uygarligin yaklasim, davranis ve algilayislarindaki önemli farkliliklari ortaya koyuyor.

Hristiyanligin tüm kiliseleri ve türleri çok kadinla evliligi ve cariyelik olgusunu reddeder. Islam her ikisine de izin verir. Avrupa’ya giden müslüman ziyaretçiler, Batili kadinin mütevazi olmayisindan ve oldugu gibi davranmasindan, inanilmaz özgürlügünden ve kendilerine gösterilen sayginin saçmaligindan, Avrupali erkekte ki kadini kiskanma eksikliginden hayret ve dehsetle söz ederler. Kadinin statüsü, iki uygarlik arasindaki en derin farklilik alani olmasina ragmen; silah, fabrika ve parlamento konularindan çok daha az dikkat çeken bir alan olmustur.

Islam yasa ve geleneklerine göre, genel müslümanlik ilkelerinden ve dinsel esitlikten yararlanamayan üç grup insan vardi- inançsizlar, köleler ve kadinlar. Kadinlar bir bakima en kötü konumda olan gruptu. Çünkü köle, sahibi tarafindan azat edilebilir veya inançsiz, inançlilar arasina katilabilirdi; ama kadin, oldugu gibi kalmaya mahkumdu.

Bati’nin güçlenmesi ve etkisinin artmasi üç grupta da önemli degisiklikler yaratti. Hristiyan güçler dogal olarak Müslüman devletlerdeki Hristiyan unsurlarla ilgiliydi; büyüyen ve giderek artan etkilerini bu unsurlara yasal esitlik saglamakta ve ekonomik imtiyaz olusturmakta kullandilar. Hristiyanlar hedeflenmisti ama Museviler de yararlandi.

Ingiltere 19. yüzyilda köleligi yasaklamis ve köle ticaretini korsanlik gibi uluslararasi bir suç sayarak karada, denizde nerede olursa olsun cezalandirmaya baslamisti. Kölelik Orta Dogu’da, bazi istisnalar disinda 20. yüzyilin sonlarina dogru ilga edildi. Kadin haklari için mücadelenin çok daha zor oldugu kanitlandi ve bu mücadelenin sonucu belirli olmaktan hala çok uzaktir. Özellikle Ayetullah Humeyni, kadinin yüzünü, kolunu, bacagini açmasinin, okul veya isyerlerinde erkeklerle birlikte çalismasinin Islam toplumunun kalbine indirilen ölümcül bir darbe oldugunu ve ahlaksizligi atesledigini savundu. Savas sürüyor.

yüzyil Osmanli yazari Namik Kemal, 1867 yilinda, Tasvir-i Efkar gazetesinde: “Simdi kadinlarimiz, müzik aleti veya mücevher gibi bir zevk araci olmaktan ve çocuk dogurmaktan baska bir seye yaramamaktadir. Insan türünün yaklasik yarisini olusturan kadinlari bu sekilde degerlendirmek, toplumumuzu yari felçli bir vücut durumuna sokmaktadir.(...) Pek çok kötülügün kaynagi, her seyden önce çocuklarin kötü yetistirilmesine yol açan, kadinin içinde bulundugu bu durumdur.” diye yazmaktadir.

Ekonomik çagdaslasma, kadin isgücü ihtiyaci dogurmustur; bu ihtiyaç Osmanli’nin savas yillarinda, erkeklerin çogunun askerde olmasi yüzünden daha da artmisti. Kadinlar, hemsirelik, ögretmenlik gibi Avrupa’da da geleneksel olarak kadin meslegi sayilan mesleklere Islam ülkelerinde de girdiler ve zamanla diger mesleklere girmeyi de basardilar. Ama tepki büyüyordu. Humeyni vaazlarinda ve yazilarinda, büyük bir öfkeyle kadinlarin yetiskin erkek çocuklara ögretmenlik yapmasinin kaçinilmaz olarak büyük bir ahlaksizliga neden oldugu söylenmekteydi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk Humeyni’nin söyleminin tam  tersini savunmustur. 1920’lerin baslarinda verdigi güzel söylevlerde, kadinin Türk toplumu ve devlet yasamindaki önemini belagatle savunmustur. “En öncelikli görevimiz çagdas dünya düzeyine erismektir. Toplumun yarisini çagdaslastirmaksizin bu hedefe erisemeyiz.” söylemini kendi halkina sürekli yinelemistir. Türkiye Cumhuriyeti’nde kadin haklari Kemalist ideolojinin bir parçasi olmustur ve kadinlar kamu yasaminda giderek artan bir rol oynamislardir.

BÖLÜM 4

ÇAGDASLASMA VE TOPLUMSAL ESITLIK

Ilk ortaya çiktiginda Islam, çevresindeki feodal yapili Iran, kast sistemine dayali Hindistan, imtiyazli aristokratik yapiya sahip Bizans ve Avrupa’ya göre esitlikçi bir mesaj getirmistir. Islam, bu tür toplumsal farkliliklari onaylamadigi gibi açikça ve kesinlikle reddetmektedir. Peygamber’in eylem ve sözleri dogustan gelen, statüden, zenginlikten ve hatta irktan gelen ayricaliklara karsidir, rütbe ve onurun ancak dindarlikla ve Islam’a layik olmakla belirleneceginde israrcidir.

Fetihler ve imparatorluk olma gerçekleri, kaçinilmaz olarak yeni bir elit grubu yaratmistir. Ama önemli olan elitlerin, kastlarin veya aristokrasinin Islam’a ragmen ortaya çikmasi degil, Islam’in bir parçasi olmamasidir. Üç temel esitsizlik biçimi olan sahip-köle, erkek-kadin, inançli-inançsiz ayriminda bile Islam uygarligi bazi bakimlardan daha iyiydi. Islam kadini mülkiyet hakkina, köleler insan haklarina sahipti. Arap olan olmayan, beyaz ve siyah Islam kardesliginin gerçek ruhu sayiliyordi; ama bunlarin hiçbiri üç çok kutsal ayrimi olusturan köle, kadin ve inançsizin düsük statülü olmasini sorgulamiyordu. Islam doktrini soydan gelen tüm önceliklere, hatta ilke olarak monarsiye bile siddetle karsiydi. Daha sonraki zamanlarda esitlikçilik bazi sekillerde sinirlandi. Hristiyan erkek çocuklarin, yeniçeri olmasina imkan veren devsirme usulünün kaldirilmasi, esraf sinifi gibi yerlesik imtiyazli gruplarin olusumu sürdürülürken ulemanin yeni gelenler için kisitlamalara gitmesi sosyal hareketliligin ana kanalini tikamistir. Tüm bunlara karsin 19. yüzyilin baslarina kadar, yoksul bir erkegin zenginlik, servet ve soyluluk kazanmasi bakimindan Islam ülkelerinin, devrim sonrasi Fransa dahil herhangi bir Hristiyan Avrupa ülkesinden daha sansli oldugu dogrudur.

Özgür, erkek ve müslüman olanlar için firsatlar vardi. Köle, kadin ve inançsizlar için ise, yasamlarinin her alanini olumsuz etkileyen çok siki kisitlamalar getirilmisti. Islam tarihinde ilk kez 19. yüzyilda bu üç grup lehine sesler yükselmeye basladi. Avrupalilar, Hristiyan azinligin statü düsüklügüne karsi çikiyordu. Özellikle siyah Afrikalilar olmak üzere kölelerin haklari Ingilizlerce savunuluyordu. Müslüman kadinin statüsü konusunda ise Avrupali güçlerin itirazina ait hiçbir kanit yoktur.

1857’de Ingilizler Osmanli Imparatorlugu’nda Hicaz hariç köle ticaretinin yasaklanmasina iliskin bir ferman çikarttirmayi basardilar. Siyah köle ticaretini yasaklayan ilk Müslüman yönetimi 1846 yilinda Tunus Beyligi olmustu. Köleligi en geç yasaklayan iki ülke, 1962 yilinda Yemen ve Suudi Arabistan olmustur. Köleligin tümüyle yasaklanacagi söylentileri 1855 yilinda Mekke Serifi Cemal liderliginde bir isyan çikmasina neden olmustu.

Hristiyanlar üzerindeki kisitlamalarin kaldirilmasi, Fransa baglantisi nedeniyle önce Misir’da gerçeklesti. Osmanli’da Müslüman olan ve olmayanlarin ayni statüye getirilmesinden herkes memnun degildi. Müslümanlar hakim millet olmalarina

ragmen inançsizlarla esit düzeye getirilmelerini hazmedemiyorlardi. Patrik ve diger dini liderler atamalari fermanla yapildigi için hosnut degildiler. Özellikle Rumlar ise, Ermeni ve Yahudilerle ayni düzeye indirgenmeyi kabul etmek istemiyor, kendilerinden sadece Müslümanlarin üstün oldugu eski düzenin, Yahudilerle esit sayilmaktan daha iyi oldugunu söylüyorlardi. Çünkü Osmanli’da eskiden beri süregelen Müslüman, Rum, Ermeni, Yahudi biçiminde bir öncelik siralamasi vardi. Ermenilerin Dogu Anadolu’da ilerleyen Rus güçlerine hizmet etmesi de ayri bir gerilim yaratti ve yeni kirginliklara yol açti.

Hristiyan azinliklar ve kölelerin haklarini atesli bir biçimde savunan Avrupalilar Müslüman kadinin statüsü konusunda sessiz kalmayi tercih ettiler. Bu konuya, sadece edebiyat alaninda kalsa da, Osmanli liberal ve reformculari daha çok ilgi gösterdiler. Imparatorluktaki kadinlarin seslerini yükseltebilmeleri için daha uzun bir süre geçmesi gerekti.

BESINCI BÖLÜM

LAIKLIK VE SIVIL TOPLUM

Çagdas politik anlamda laiklik, dini ve politik otoritenin ayri olmasidir. Laikligin kökeni Isa’nin söylemlerine kadar inmektedir. Incil’deki meshur, “Sezar’in hakki olanlari Sezar’a, Tanri’nin hakki olanlari Tanri’ya ver…” sözleri din ve devlet islerinin ayrilmasi gereginin kaniti olarak gösterilmektedir. Baslangiçtan itibaren Hristiyanlara, Tanri ve Sezar’in ilke ve uygulamalari, her birine karsi ödevlerinin ne oldugu ögretildi. Müslümanlar böyle bir ögreti görmediler. Önceleri birçok aykirilik yasanmis olmasina ragmen, uzun mücadeleler sonunda Hristiyanlik arazileri ve saraylari, kendi hiyerarsisi ve otorite zinciri içinde ayri bir kurum olan “kilise”yi gelistirdi. Müslüman ve Museviler için cami ve sinagog sadece ibadet yerleridir; kilise gibi bagimsiz bir kurum degildirler. Islam ne papaz tayin ve kutsama töreni, ne vaftiz, ne de inananla Tanri arasinda bir araci tanir. Islam’da din adami bir ögretmen, bir rehber, bir din ve hukuk bilgini olarak algilanir; bir papaz gibi degil.

Müslümanlar arasinda laiklikten söz etmenin hiçbir anlami yoktur. Herhangi bir insan grubu, herhangi bir çesit faaliyet, insan yasaminin herhangi bir parçasinin dini kural ve düzenlemelerin disinda olabilecegi fikri Islami düsünceye tümüyle yabancidir. Müslümanlarca kutsalligin kaynagini olusturan ve yasamin her alanini düzenleyen tek yasa seriattir. Islam’daki baslica bölünme olan Sünnilik ve Siilik, bir doktrin tartismasindan degil, politik önderlik üzerine yasanan tarihi bir çatismadan dogmustur.

Müslümanlar laiklikle ilk kez Fransiz Devrimi’nde karsilastilar. Burada da laikligi dogru anlaminda degil, Hristiyansizlastirma olarak algiladilar. Fransiz Devrimi Avrupa’da Hristiyan olmayan, hatta Hristiyanlik karsiti olan ilk fikir hareketi idi. Bu nedenle bazi Müslümanlar onda Avrupa ilerleyisinin sirrini bulmayi umdular.

Yalnizca bir Müslüman devlet, Türkiye Cumhuriyeti laikligi bir ilke olarak kabul etti, Islam’i anayasadan çikardi ve seriati yasal alan disina koydu. Bir iki Islam ülkesi de seriati evlenme, bosanma ve miras hukukuyla sinirlayip, diger alanlari çogu Avrupa’dan alinma çagdas yasalarla düzenledi. Son yillarda bu degisikliklere karsi, bazi Islam ülkelerinde, seriata dönüsü savunan siddetli tepkiler olustu. Kökten dinci-fundamentalist denen bu gruplar Iran, Afganistan ve Sudan’da iktidari ele geçirdiler.

Müslüman literatüründe radikal ve militanlar, düsmani degisik sekillerde tanimlamaktadir. Bazen Yahudi ve Siyonistler, bazen Hristiyan ve misyonerler, bazen Batili emperyalistler, bazen de Ruslar ve komünistler düsman olarak gösterilmektedir. Ama hepsinin temel düsmani yerli laik kesimdir. Yerli laik insanlarin, laik okul ve üniversiteleri, laik yasalar ve mahkemeleri yürürlüge sokarak, Islam’i iki profesyonel temel üssü olan adalet ve egitim alanlarindan dislayarak devletin islami temellerini zayiflattigini ileri sürmektedirler. Bunlarin çogu için eski ve baslica düsman, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Islam dünyasinin ilk büyük laik reformcusu olan Kemal Atatürk’tür.

“Sivil toplum” deyimi son yillarda çok popüler oldu ve degisik anlamlarda kullanildi. Bu nedenle Islami sivillik algilamasini incelemek faydali olabilir. Günümüzde Orta Dogu’da sivilin ilk akla gelen anlami, askeri karsitligidir. Bu anlamda Islam toplumu baslangiç ve olusum yillarinda açik bir biçimde sivil toplumdu. Peygamber ve ilk halifeler profesyonel ordu kullanmiyorlardi, askeri görevler için silahli gönüllülere güveniyorlardi. Daha sonra Ortaçag’da, iç isyanlar ve dis isgaller Islami rejimlerin çogunun militarizasyonu ile sonuçlandi. Bu durum günümüzde de sürmektedir. Daha çok genel kabul gören sivil toplum taniminda sivil, dini veya askeri degil, bizatihi otorite karsiti olarak kullanilmaktadir. Bu anlamda sivil toplum, aile ile  devlet arasinda kalan toplumsal alan parçasidir. Yardim dernekleri, vakiflar, loncalar, meslek kuruluslari, kamu disi tüm tüzel kisilikler bu alana dahil bulunmaktadir.

Islami baglamda sivil toplumun bagimsizligi en iyi devlete göre degil, dine göre ölçülür. Çünkü Müslüman düsünüs tarzinda devlet de dinin yarattigi bir alettir.  Islam dünyasinda dini toplumsal ilkeleri belirleme konumundan uzaklastirma çabalari çok geç baslamistir. Hiçbir zaman tamamlanamamis, hatta son yillarda özellikle Iran’da görüldügü gibi geriye çevrilmis bir süreçtir.

ALTINCI

BÖLÜM ZAMAN, UZAY VE ÇAGDASLIK

Avusturya-Macaristan Imparatorlugu’nun Istanbul Büyükelçisi 1560 yilinda yazdigi bir raporda, hiçbir ulusun, diger uluslarin yaptigi yararli buluslari kabul etmekte Osmanlilar kadar az istekli davranmadigini, her seye karsin irili ufakli askeri toplar ile benzeri Bati buluslarini kabul edip benimsediklerini; ancak kitap basimini ve halka açik yerlerdeki saatleri kurmayi hiçbir zaman benimsemediklerini belirtmekte ve söyle bir açiklama yapmaktadir. Basmalari durumunda kutsal kitaplarinin (Kuran- i Kerim) kutsalligini yitirecegini, halka açik yerlerdeki saatleri dogru çalistirdiklari takdirde müezzinlerin otoritesinin zayiflayacagini düsünüyorlardi.

Birçok gezginin gözlemleri, agirlik ve diger ölçü birimlerinin son derece degiskenlik gösterdigini, hatta bazen ayni ölçünün farkli degerlere ait oldugunu belirtiyordu.

Orta Dogu’da küçük ölçekli ticari ve pratik amaçli yapilan uzunluk ölçümlerinde parmak, kol, kulaç gibi insandan insana degisen, belli bir standardi ifade etmeyen ölçüler kullaniliyordu. Iran’in fersahi bir insanin bir saatte yürüyecegi mesafeyi, Araplarin merhale ve Türklerin konak olarak ifade ettigi birim ise bir günde gidilebilecek uzakligi anlatmaktaydi. Uzakliklari, zaman ve hareketle ölçme aliskanligi bugün de devam etmektedir. En yakin köyün ne kadar uzaklikta oldugunu sordugunuz bir köylüden, “Bir sigara içimi” cevabini alabilirsiniz.

Zaman ölçülmesinde durum daha iyi degildir. Osmanlilar günü 24 esit saate bölmüslerdi. Ama sayma islemi geleneksel olarak gündogumu ile basliyordu. Bu da ilke olarak saatlerin her gün yeniden kurulmasi gerektigi anlamina geliyordu. Zaman, bir an olmaktan çok bir bant, bir aralik olarak tanimlaniyor ve gözleme dayali olarak belirleniyordu. Bes namaz vakti söyledir: Sabah namazi, günes dogmadan önce; ögle namazi, günes en yüksek zirveyi (zenith) geçtigi zaman; ikindi namazi, gölgeler ve cisimlerin boylari esit oldugu zaman; aksam namazi, günes ufukta kayboldugu zaman; yatsi namazi, son gün isiginin kayboldugu zaman. Okullarda ögrenim zamani, ezana göre belirleniyordu. Orta Dogu’da halkin görebilecegi ilk saat ancak 19. yüzyil ortalarinda Istanbul Dolmabahçe’de yapildi. Asagi yukari ayni zamanlarda 1854’te Kahire kalesinde bir saat kulesi yapildi.

Tümüyle ayin dünya etrafinda dönüs süresine dayanan hicri takvim, kamu yönetiminde, özellikle de tarimsal ürünlerin vergileme zamaninin belirlenmesinde karmasa yaratti.

Çagdaslasmanin, demiryollariyla basladigi söylenebilir. Demiryollari, hareket ve varis saatlerini gösteren zaman çizelgelerini kullanmayi zorunlu kildi. Su veya bu sekilde zaman çizelgesi olmaksizin ne toplum, ne de ekonomi isleyebilir, devlet kisa sürede karmasa içine düser.

Çagdas Orta Dogu tarihi, 1798’de Napolyon’un Misir’i isgaliyle baslar. Bu olay tarihte ilk kez Islam’in kalbini olusturan bir ülkenin dogrudan Batili güçlerin yönetimine, Batili davranis ve düsüncelerin dogrudan etkisine girmesi nedeniyle çok önemlidir. Isgal olayi, aninda Istanbul’da etkisini gösterdi. Padisah Türkçe ve Arapça bir ilan yayinlayarak, Fransizlarin yeri gögü yaratan Allah’a ve kiyamet gününe inanmadiklarini belirtti, Allah’in evlerini baslarina geçirip bayraklarini yerlerde süründürmesini dileyerek, isgali ve temsil ettigi fikirleri reddetti.

Saat ve zaman çizelgesi, takvim ve program bizatihi kendisi yeni bir kavram olan çagdaslasmanin insan yasamina soktugu aletlerdir. Simdi Orta Dogu dahil tüm dünya artik Bati kaynakli oldugunu hatirlamaksizin onlari yasamin bir parçasi olarak kabul etmistir. Zaman çizelgesine ek olarak ajanda, zaman araligi, program kavramlari da gelistirilmistir. Belki Orta Dogu’da özümsenmesi ve yerlestirilmesi en zor olan kavramlar randevu alma ve randevuya uymadir. Bu konuda son söz 1947’de Orta Dogu’yu ziyaret etmis olan bir Fransiz yazara birakilabilir. “Dogu gezilerim sirasinda, randevulara geç gitmek için özel bir çaba harcadim ve harcamaya da devam ediyorum. Buradaki deneyimli, akilli, ak saçli adamlar bana zaman zaman sunu söylemislerdir. “Buralarda gökyüzü mavi, havalar çok sicaktir. Aceleye ne gerek var? Yasamin tadini bozmak niye? Burada herkes geç kalir. Belirlenen saatte gelen, zamanini bosa harcamis olur. Kesin dakikligin avantaji azdir; ama uygunsuz yanlari çoktur. Kesin dakiklik esneklikten, fanteziden, neseden ve hatta asaletten yoksundur.”

YEDINCI BÖLÜM

KÜLTÜREL DEGISIMIN ASAMALARI

1830’larda Adolphus Slade adinda genç bir Ingiliz deniz subayi arkadaslariyla bogazda yemek yerken birden Topkapi Sarayi yönünden gelen askeri bando müziginin Rossini çaldigini duyunca sasirdi. Saraydaki bu yabanci varligi aslinda çok sasirtici degildi. Çünkü Sultan II. Mahmut orduda çok genis bir yeniden yapilanmayi baslatmisti. Sultan reformlarinda hep Bati’dan yardim ariyordu. Kara ordusu için Prusya’dan, donanma için Ingiltere’den, bürokrasi için Fransa’dan. Ayni ruhla, Istanbul’daki Sardunya Elçiligi’nden bir askeri bando kurmasini rica etmis, bunun üzerine görevlendirilen Sinyor Donizetti Musiki-i Hümayun-i Osmani (The Imperial Ottoman Music) adiyla Bati tipi bir bando kurmustu. Bu diger reformlarin hepsinden farkliydi. Çagdaslasmanin ana amaci askeriydi. Sultan ve danismanlari yeni subay siniflariyla, yeni silahlariyla, egitim ve donanimiyla yeni bir ordu kurmaya girismislerdi. Belki Bati tipi üniformalar kültürel bir seçim olarak nitelenebilir; ama üniformanin da disiplin ve yararlilik bakimindan askeri bir seçim oldugu karsi görüsü de ileri sürülebilir. Ama Rossini çalan bir askeri bando açik bir kültürel seçimdir. Kültürel degisim kuskusuz, çagdaslasmanin bir parçasi olan Batililasmadir. Batililasmaksizin çagdaslasma mümkündü, Sinyor Donizetti ve bandosu olmaksizin da ordu çagdaslastirilabilirdi.

Kültür odakli bir yabanci etki görüldügünde, yerli kültürün özgüveninde bir sarsilma olur. Bir sey olmaktadir, önemli bir sey. Resim ve müzikteki kültürel degisimi karsilastirirsak resimdeki degisimin çok daha uzun bir geçmise sahip oldugunu ve çok daha basarili oldugunu görürüz. Londra’daki National Gallery’de Fatih Sultan Mehmet’in, Italyan ressam Bellini tarafindan yapilmis portresi, Galeri’ye ödül kazandirmistir. Resim Londra’dadir, Istanbul’da degil. Çünkü Fatih’ten sonra Padisah olan daha dindar Beyazit, Islam’da insan resmi yapmak Allah’tan baska hiç kimsenin insan yapamayacagi görüsüyle yasak oldugu için, babasinin koleksiyonunu bozmustur. Ama Fatih resme müsamaha gösteren ne ilk ne de son hükümdardi.

Mimari etki, binalarin gerek iç dekorasyonunda, gerek yapilarinda çok belirgindir.

yüzyila gelindiginde eski mimari anlayis ölmekte, yerini artik evrensel bir nitelik kazanmis olan Avrupa mimarisi almaktadir.

Giyim reformu orduyla basladi. Simdi Libya ve Iran Islam Cumhuriyeti dahil tüm Müslüman ülkelerin ordulari hem Bati silahlari kullanmakta, hem de Bati tipi üniformalar giymektedir.

Pek çok bakimdan kültürel etkinin en önemli araci kuskusuz sözcüklerdir-dildir ve özellikle tercümedir. Orta Dogu’da üç ana kültür grubu Türkçe, Arapça ve Farsça’dir. Bu bölgede Bati gücünün yükselmesini, baslangiçta mütereddit bir biçimde olsa da bati dillerindeki kitaplarin çevirisi izlemistir. Ortaçag’da seçim kriteri

genelde faydalilik idi. Tip, astronomi, kimya, fizik, matematik ve hatta felsefe kitaplari çevrildi. Edebiyatin hiçbir türü çevrilmedi. Yunanca’dan Arapça’ya çevrilen ne bir siir, ne bir dram, ne de bir tarih kitabi bulabiliriz. Bu açikça bir kültürel red olayi idi: Kafirlerden yararli olduguna inandiklarinizi aliyorsunuz; onlarin saçma düsünce sistemlerine, asagilik edebiyatlarina veya anlamsiz tarihlerine bakmaya ihtiyaciniz yok. 19. yüzyilda Bati dillerinden Türkçe, Arapça ve Farsça’ya askerlik, tip, veterinerlik, matematik, tarim ve tarih alanlarinda birçok kitap çevrildi. Tarih çevirileri Rus çariçesi Büyük Katerina, Napolyon Bonapart ve Isveç krali XII. Charles ile ilgiliydi. Makyavel’in Prens adli eseri 1825’de Arapça’ya çevrildi.

Tiyatro Orta Dogu’da antikite çaginda canlandi; ama Islam’in yayilmasiyla birlikte kayboldu. Uzun bir kaybolma döneminden sonra, Ispanyol Musevilerinin gelisiyle birlikte 16. yüzyilda yeniden ortaya çikti. Museviler kisa sürede müritler ve taklitçiler buldular; örnegin çingeneler, Türkçe oyunlari onlardan daha iyi oynuyorlardi. Sonralari Latinler, Yunanlilar, hepsinden daha agirlikli olmak üzere Ermeniler tiyatro olayina dahil oldular. Irticalen oynanan Orta Oyunu tüm Türkiye’ye yayildi.

Matbaa Türkiye’de 15. yüzyildan beri biliniyordu. Gutenberg’in eseri Türk yilliklarinda bütünüyle yer almisti ve erken bir tarihte, yalnizca azinliklarin kendi dillerinde ve kendi harfleriyle baski yapmalari kaydiyla getirilmeleri, Padisah iznine baglanmisti. Kuran’in yazildigi Arap harfleriyle baski yapmak ise kesinlikle yasakti; çünkü böyle bir durum kutsalligin bozulmasi anlamina gelebilirdi. Eski bir Osmanli Fransa Büyükelçisi’nin oglunun yardimiyla, Ibrahim Müteferrika Türkçe ve Arapça baski yapabilecek bir matbaa kurma izni aldi. 1729’da kurulan matbaa çogu tarih, cografya ve yabanci dil alaninda 17 kitap basti ve 1742’de kapatildi. 1784’de padisah fermaniyla yeniden açilan matbaa, Osmanli tarihi, dilbilgisi ve bazi askeri konularda kitaplar basti. 1796 yilindan sonra ülkede Türkçe ve Arapça baski yapabilen birçok matbaa kuruldu. Atatürk 5 Kasim 1925 günü yaptigi bir konusmada, matbaanin 300 yil geciktirilmesine yol açan yobaz zihniyeti elestirmistir.

Kültürel yenilik hiçbir zaman tek bir bölge veya tek bir halkin tekelinde olmamistir, bundan böyle de olmayacaktir; ayni durum kültürel degisime direnç için de geçerlidir. Çagdas Orta Dogu politikasini Avrupa’dan alirken, Avrupa dinini Ortaçag’da Orta Dogu’dan almistir. Tam Avrupa merhametsiz bir Hristiyanlik yaratirken, Orta Dogulular özgürlüksüz bir demokrasi yaratmistir. Insanlik tarihinin her döneminde çagdaslasma ve benzeri deyimler hep büyüyen hakim uygarligin normlari, standartlari ve yollari anlamina gelmistir. Islam önce evrensel misyonu olarak algilayip insanlik yolunda çok önemli ilerlemeler saglamistir; ama çagdas Bati uygarligi tüm gezegeni kucaklayan ilk uygarliktir. Bugün Atatürk’ün belirttigi, Hindistan bilgisayar bilginleri ve yüksek teknoloji kullanan Japon sirketlerinin kabul ettigi gibi hakim uygarlik bati uygarligidir ve bu nedenle bati standartlari çagdasligi tanimlamaktadir.

Geçmiste baska hakim uygarliklar oldu, kuskusuz gelecekte de olacaktir. Bati uygarligi önceki uygarliklardan aldigi degerlerle zenginlesmis, gelismis ve lider konumuna erismistir. O da kendisinden sonra gelecek uygarliklara geçerli bir bati uygarligi mirasi birakacaktir.

SONUÇ

Yüzyil boyunca Orta Dogu’da ve gerçekte tüm Islam ülkelerinde bir seylerin çok kötü bir biçimde yanlis gittigi çok açik bir biçimde ortaya çikti. Bin yillik rakibi Hiristiyan dünyasiyla karsilastirildiginda, Islam dünyasi yoksul, zayif ve bilgisiz kaldi.

Çagdaslasma yandaslari, çabalarini reform veya devrim yoluyla baslica üç alanda yogunlastirdilar: Askeri, ekonomik ve politik. Varilan sonuçlar en hafif deyimiyle düs kirikligi yaraticiydi. Zafer arayislari yenilenmis ordulara bir dizi asagilatici bozgun getirdi. Kalkinma yoluyla zenginlesme arayisi, bazi ülkelerde yoksullasma ve dis yardimlarda yapilan yolsuzluklara, digerlerinde tek kaynak olan petrole dayali sagliksiz bir bagimliliga yol açti. Birçok reçete denendi; ama bunlar iyilesmeyi saglamadigi gibi Bati dünyasi ile Islam arasindaki dengesizligin daha da kötülesmesini durduramadi.

  1. yüzyilda, özellikle ikinci yarida Islam ülkeleri için kötülesmenin ivmesi hizlandi. Dogrudan Batili firmalardan degil, çok yakin bir süreye kadar Japon hakimiyeti altinda olan Kore’den teknik yardim almak durumunda kaldilar. Bati uygarligina ulasma yarisinda Japonya, Kore gibi Dogu Asya ülkelerinin de gerisinde kaldilar.

“Bunu bize kim yapti?” isler kötü giderken sorulan bu soru Orta Dogu’da  da soruldu. Baskalarini suçlamak daha kolay ve daha tatminkar oldugu için, uzun süre Mogollar suçlandi. 13. yüzyildaki Mogol isgallerinin Islam uygarliginin yikilmasinin suçlusu oldugu söylendi. Tarihçiler bu görüste iki çatlak buldular: Birincisi Islam’da büyük kültürel basarilarin Mogol isgalinden önce degil, sonra yasandigiydi. Ikincisi, Mogol akinlarindan önce Islam halifeleri yönetimi altindaki ülkelerin zaten son derece zayiflamis oldugu; aksi takdirde Orta Asya steplerinden gelen göçebe Mogol kabileleri akinlari karsisinda yikilmalarinin söz konusu olmayacagiydi. Yeni ve daha çok taraftar bulan bir günah keçisi Bati emperyalizmiydi. Ama Ingiliz-Fransiz hakimiyeti ve Amerika etkisi, Mogol isgalleri gibi bir neden degil, içten zayiflamis olan Orta Dogu devletleri ve toplumlari için bir sonuçtu. Yanlis giden her sey için Musevileri suçlayan antisemitizm de mantikli bir temelden yoksundu. Naziler antisemitizmi Arap dünyasina tanitmayi ve yaymayi basardilar. Daha önceleri küçük istisnalar disinda Islami gelenekte düsman Musevi tipi yoktu. Müslümanlar Musevileri küçümsemek egilimindeydiler. Bu küçümseme, bes Islam devleti ve ordularinin yarim milyon Musevi’nin 1948’de Filistin’deki Ingiliz mandasi kalintisinda bir devlet kurmasini önleyememesine neden oldu. Son 14 yüzyil Musevilerin büyük çogunlugu ya Hiristiyan, ya da Islam dünyasinda yasadilar ve her iki uygarligin parçasi oldular. Dogal olarak Israil’i kuran Museviler, geldikleri ülkelerin sosyal ve politik degerlerini, aliskanlik ve davranis biçimlerini beraberlerinde getirdiler. Bir yanda Musevi-Hiristiyan gelenegi, diger yanda Musevi-Müslüman gelenegi. Bugün Israil’de bu iki gelenek karsilasmakta ve artan bir ivmeyle çatismaktadir. Sayi ve silah bakimindan üstün durumdaki komsularla çevrili olan ve bu komsulari tarafindan var olma hakki bile reddedilen Israil’in Bati türevi niteliklerini gelistirmesi yasamsal bir öneme sahiptir.

Bazen Dogu-Bati iliskisindeki degisikligin nedeninin, Orta Dogu’nun gerilemesi degil, Bati’nin hizla ilerlemesi oldugu iddia edilmistir. Bu iddiada bulunanlar, Amerika kasiflerinin, niçin Atlantik’teki bir Müslüman limanindan degil de Ispanya’dan hareket ettiklerini, niçin büyük bilimsel buluslarin çok daha zengin ve gelismis olan Islam ülkelerinde degil de Avrupa’da ortaya çiktigini yanitlamak zorundadirlar.

Suçlama oyununun çok daha karmasik bir türü, hedefi içeride aramakta, bazen suçu Islam’a yüklemektedir. Eger Islam özgürlüge, bilime, ekonomik kalkinmaya engel ise, geçmiste Islam nasil olmustur da bu üç alanda öncü olmustur? Bazilari soruyu farkli bir biçimde sormaktadir. “Islam Müslümanlara ne yapti” degil, “Müslümanlar Islam’a ne yapti?” ve ayibi spesifik ögretmenler ve doktrinlere yükleyerek cevap vermektedirler. Günümüzün kökten dinci ve Islamci olarak bilinen bazi kesimleri, yetersizlik ve basarisizliklari yabanci kavram ve uygulamalarin kabulüne baglamaktadirlar. Bu yabancilasmanin gerçek Islam’dan uzaklastirici nitelikte oldugunu ve bu yüzden eski büyüklüklerini kaybettiklerini ileri sürmektedirler. Çagdas veya reformcu kesimler ise aksi görüsü savunmakta, gerileme ve kayiplarin nedeninin eski yollardan sapma olmayip, müslüman din adamlarinin katiliklari ve yasamin her alanini kati din kurallarina dayandirmalari oldugunu söylemektedirler. Inanç ve uygulamalarin sürekliliginin bin yil önce yaratici ve ilerici olabilecegini; ama bugün için olamayacagini iddia etmektedirler. Fanatikligin ve özellikle fanatik dini otoritelerin büyük Islami bilimsel hareketi, düsünce ve ifade özgürlügünü bogdugunu belirmektedirler.

Bu teze daha alisilageldik biçimde yaklasim, genel olarak dini degil; ama spesifik bir sorunu tartismaktir. Bazilarina göre Bati ilerlemesinin baslica nedeni kilise ve devletin ayrilmasi ve sivil toplumun laik yasalarla yönetilmesidir. Bazi kesimler için suçun büyügü, Islam’daki cinsiyet ayrimidir, kadinin toplumda asagi bir konuma getirilerek küme düsürülmesidir. Bu iki unsur, yani laik ve feminist görüslerin basari ya da basarisizligi Orta Dogu’nun gelecegini biçimlendirecektir.

Islamla Bati arasindaki bu izdirap verici asimetrinin nedenleri hakkinda bazi düsünürler, kiymetli metallerin tükenmesi, kesiflerin ve Avrupa’nin yeni dünyanin kaynaklarini sömürmesinin es zamanli olmasi, özellikle kirsal kesimde akraba evlilikleri nedeniyle sakat dogumlar olmasi, keçilerin çimenleri kökünden yolarak ve agaçlarin sürgünlerini yiyerek tahribatta bulunmasi ve bu nedenle verimli topraklarin çöle dönüsmesi gibi çok degisik nedenler üzerinde durdular. Bazilari da çagdaslasma öncesi Orta Dogu’da tekerli araçlarin kullanilmamasini degisik bir neden olarak ortaya attilar.

  1. yüzyilin iki hakim hareketi sosyalizm ve milliyetçilikti. Her ikisi de kredilerini yitirdiler. Bunlarin birlesmesinin gayrimesru çocugu olan nasyonal sosyalizm de her alanda basarisizliga ugradi. Bagimsizlik anlaminda özgürlük tüm iyilik ve güzellikleri beraberinde getiren büyük tilsim olarak görüldü. Müslümanlarin çogunlugu simdi henüz sorunlarina hiçbir çözüm getirmemis olan bagimsiz ülkelerde yasamaktadir.

Günümüzde soruna verilen iki cevap bölgede genis destek görmektedir. Cevaplardan biri, tüm kötülükleri Islam’in kutsal mirasinin reddine baglamakta, gerçek veya düssel geçmise dönüsün avukatligini yapmaktadir. Bu yol Iran Devrimi’nin ve kökten dinci denen yönetimlerin yoludur. Diger yol olan laik demokrasi, Kemal Atatürk’ün kurdugu Türkiye Cumhuriyeti’nde vücut bulmustur.

Artik gittikçe artan sayida Orta Dogulu öz elestiriye dayali bir yaklasim sergilemektedir. Sadece nevrotik fantezilere ve komplo teorilerine götüren “Bunu bize kim yapti?” sorusu yerini “Neyi yanlis yaptik?” sorusuna birakmakta ve dogal olarak bu soruyu “Yanlisi nasil düzeltiriz?” sorusu izlemektedir. Bu soruda ve bu soruya verilen degisik cevaplarda gelecek için en iyi umutlar yatmaktadir.

Bati özgürlügünün teori ve pratigi içinde egitim almis bir Batili gözlemciye göre, kesin neden özgürlük eksikligidir. Beyin yikama islemine tabi tutulmus ve sinirlandirilmis aklin konusma, arastirma, soru sorma özgürlügü; ekonominin yolsuzluklardan, sürekli kötü yönetilmekten kurtulma özgürlügü; kadinin erkek baskisindan kurtulma özgürlügü; vatandaslarin despotluktan kurtulma özgürlügü. Islam dünyasinin altinda yatan gerçekler, bu özgürlüklerin eksikligidir. Demokrasi yolu uzun ve zordur, uçurum ve engellerle doludur.

Eger Orta Dogu halklari bugün izledikleri yolda gitmeyi sürdürürlerse, intihar bombacisi tüm bölgenin simgesi olabilecek, bas asagi giden kin ve nefret, öfke ve kendine acima, yoksulluk ve baski eninde sonunda bir yabanci hakimiyetiyle sonuçlanacaktir; bu yabanci güç belki eski yollara dönen yeni Avrupa, belki yeniden güçlenen Rusya, belki Dogu’da gelisen yeni bir süper güç olacaktir. Eger Orta Dogu ve Islam dünyasi sizlanmayi birakir ve kurban psikolojisini sürdürmeyi terk ederse, farkliliklarini çözüme kavusturursa, yetenek, enerji ve çabalarini ortak bir yaratici çabada birlestirirse, bir kez daha ortaçagda ve antikitede oldugu gibi ana uygarlik merkezi olabilir. Bir yerde tercih kendilerinindir.


Benzer Kitaplar