Unutmak Üzerine-Giris
Dünyaya geldigimiz
andan itibaren unutmaya baslariz. Öncelikle algi uyarimlarini
isleme
tabi tutan “bes
duyusal kayit
defterimiz” bunlari
muhafaza etmeye egilimlidir. Zamaninda aktarilmayan seyler
yok olur. Bunlarin arasinda, günümüze degin
en ayrintili
biçimde arastirilan,
“görsel duyularin” kaydidir.
Hatirladigimiz bir seyi
unutmamis
oldugumuz,
unuttugumuz
bir seyi
de hatirlayamiyor oldugumuz çok açiktir.
Unutmak hatirlamanin önüne koyulan
bir eksi isaretidir. Ancak bu da, kendi
metaforlarimizin gözlerimizi kamastirmasindan baska
bir sey
degil.
Gerçekte unutmak, hamurdaki maya gibi hatirlamadan ayri tutulamaz, onun bir
parçasidir. Bir seyi “ilk” haliyle hatirliyor
olmamiz, sonraki tekrarlarini unuttugumuzu
gösterir bize. Hatirladigimiz bir avuç dolusu rüya, belki
uyandiktan hemen sonra hatirladigimiz ama sonra buharlasip
yok olan yüzlerce rüyaya isaret eder.
Insan
yüzleri konusunda çok güçlü bellege
sahip olanlarin bile, bu yüzlere ait hikâyelere
dair bellekleri zayiftir. Elimizi vicdanimiza koyalim: Birlikte yasadigi
insanlarin on yil önceki hallerini -fotograflara
bakmaksizin- hatirladigini
kim iddia edebilir?
Son üç yildir hatirlama edimini
unutma edimiyle etkilesimi içinde anlamaya çalisiyorum.
Bellekle ilgili öne sürülen sorular unutma edimiyle baglantili
gibi görünüyor.
·
Neden bellek arastirmalari var da unutma teknikleri diye bir sey yok acaba?
·
Portreler ve fotograflar
neden anilarin önüne geçer?
·
Neden rüya bellegimiz
bu kadar kötü?
·
Neden bir is
arkadasiniz sizin bir fikrinizi hatirlar ama
fikrin sizin oldugunu unutur?
·
Beyninizin yasadiginiz
her seyle ilgili bir iz olusturdugu
fikri, yani mutlak bellek varsayimi neden bu kadar cazip?
·
Insan yüzlerini
tanimayan birinin beyninde aksayan sey nedir?
Bir psikolog 2007 yilinda bilimsel
yazilarda toplam kaç tür bellekten söz edildigini
belirlemeye karar verdi ve sonuçta 25 sayisina ulasti. Acaba unutmanin da bu kadar çok
türü var mi?
Unutmama hedefi hayatini kaybetmis sevdiklerimiz söz konusu oldugunda yogun bir
özleme dönüsüyor.
Bütün
anilarimiz içinde en çok bu türden olanlari unutmayi engelleyerek saklamak
isteriz.
Taziye mektuplarinda söz veririz
buna ya da kendi anilarimizda ant içeriz. Bunun tersi de geçerli: Hayatimiz
sona erdiginde
ailemizin ve dostlarimizin anilarinda yasamaya devam etmeyi umariz. Anilardan
yok olmak simdiye degin
hep “ikinci ölüm” olarak adlandirilmistir.
Unutmanin Pençesinde: Ilk Ani
Otobiyografik bellekteki ilk
kayittan önce ve sonra bos sayfalar bulunur. Bu sayfalar bellegi
olan bir varlik oldugumuzun baslangiç noktasini vurgulamakla birlikte,
bir yandan da ilk kaydin ne çok unutuldugunun
altini çizerler.
Gazeteci Nico Scheepmaker alti yil
süreyle özel ve meslek hayatinda karsilastigi
insanlara ilk anilarini sormus ve böylece ortaya 350 kisinin
ilk anilarindan olusan bir seçki
çikmis.
Scheepmaker'in seçkisinin bilimsellik gibi bir iddiasi yok. Bunun
sakincalarindan biri, herkese ilk anilarinin kaç yasina
tekabül ettigini
sormamis
olmasi.
Scheepmaker seçkisindeki ilk anilar
ortalama üç buçuk yasina tekabül ediyor. Ama bu ortalama degerden
iki yöne dogru
da sapmalar var.
Her ilk anida bir parça unutma da
mevcuttur. Ilk anilara yakindan baktigimizda çogunun
bir ilk ani
olmadigi
da ortaya çikmaktadir.
Dokunma, tat, koku ya da isitme
duyulariyla ilgili ilk anilarin ortalama yasi
iki buçuk; yani görsel anilarin ortalamasindan neredeyse bir yil daha erken. Bu tür anilar da bu yas
dilimindeki ilk anilarin genel bir özelligine
uygun olarak bölük pörçük, yani bir süreç degil,
kisa anlardan ibaretler. Görsel
olmayan bu ilk anilari ilginç kilan bir baska
konu da, bu anilari bir fotografla
karistirmanin mümkün olmasi.
Ilk
anilarin en büyük muammasi pek çok önceli olan bir baslangiç olmasidir.
Anilarimizi
biriktirmeye baslamadan önce mutlaka hayatimizdan
birkaç yil geçmistir.
Küçük çocuklarin bellegi
paradoksal bir sekilde içinde yasadiklari anda
çok iyi çalisir gibidir: Çocuklar kiminle eglendiklerini,
kiminle eglenmediklerini,
eglendikleri
insanlarin ziyaretlerine nasil sevindiklerini, ötekilerden nasil
gizlendiklerini çok iyi bilirler. Demek ki bu olaylar akillarinda kaliyor. Ama
aradan birkaç yil geçtiginde bu yasanmisliklar yok oluyor, yitip gidiyorlar,
Otobiyografik bellegin
bu kadar geç devreye girmesinin ve tekleyerek ilerlemesinin nedenlerini açiklayan
teorileri, “Yaslandikça Hayat
Neden Daha Hizli Geçer?” adli
kitabimin “Karanlikta Çakan Simsekler:
Ilk
Anilar” baslikli bölümünde ayrintili olarak ele almistim.
Dogdugumuzda
beynimizin agirligi
yaklasik
350 gramdir. Yetiskin insanin beyninin agirligi
ise 1200 ila 1400 gram arasinda degisir.
Bir patlamayi andiran en büyük gelisme
ilk yilda gerçeklesir ve beynin agirligi
350 gramdan 1000 grama çikar.
Kisaca söylemek gerekirse, dogum
aninda henüz beynin çatisi çatilmistir, nöron baglantilari daha olusmamistir. Bu asamada
beyinde bellegin kalici izler birakmasini kimse
bekleyemez.
Küçük çocuklarin neredeyse her seyi
“unutmasi” bu asamadaki beynin “kaydetme islemini
gerektigi
gibi yapamamasinin sonucudur.
Olgunlasma
kuramina göre beynin büyümemsin yavas
yavas
duraganlastigi
dönemde otobiyografik bellek gelisir.
Ama yine de ilk aninin hangi yasa ait oldugu
konusunda kisiler arasinda büyük farkliliklar
var. Oysa hipokampüsün ve beynin olgunlasmasina baktigimizda, genelde kisiler
arasinda ilk ani ve yas arasinda oldugu
gibi büyük farkliliklar görmüyoruz. Demek ki bu farkliligin
tek sebebi nöron baglantilari eksikligi
ya da henüz olusma asamasinda
olmasi degil.
Bellegimiz,
evrimin bas taci, insan zihninin iç kalesi gibi övgü
dolu metaforlarla betimlenir. Ama bu kale, olusum
asamasindaki haliyle hiç de üstün bir görünüm sürmez. Dogumu
takip eden ilk yillarda
daha önemli seylerin
beyne kazinmasi gerekir.
Çocugun
sadece hatirlamakla kalmayip hatirladiginin da bilincine varmasini saglayan
bellegin
yavas
yavas
olusmaya
basladigi
dönemde, bellek kategorisine dahil edilebilecek pek çok baska
yeti de edinilir. Yetiskinler olarak bellegin
en gelismis
hali saydigimiz
otobiyografik bellegin agir
aksak gelisimi onun karmasikliginin bir göstergesidir daha çok. Bu
bellek için nörolojik ve bilissel pek çok seyin
hazirlanmasi ve çalisir vaziyette olmasi gerekir.
Bu süreçte asamalar
ve geçisler
vardir. Ilk
10-15 sene, gayet kritik dönemler ve asamalar
arasinda hizli geçisler yasanir. Ancak bunlardan hiçbiri,
"konusan" bir varliga
dönüstügümüz dönem kadar önemli ve etkili
olmayacaktir. Bu dönemden itibaren anilar yavas
yavas
baska
bir karaktere bürünür ve çogu kez bir iç diyalog ve dilsel
hesaplasmayla
baglantilidir.
Uyandigimizda rüyayla ilgili birkaç bölük
pürçük sahne aklimizdadir henüz. Ama daha rüyayi gözümüzde canlandirmaya çalistigimiz ilk anda bu parçalarin da yok
olmaya basladigini fark ederiz. Kimi zaman bu kadarini
bile hatirlayamayiz. Uyandigimizda
rüya gördügümüz hissinden kurtulmamisizdir henüz.
Henüz rüyanin yarattigi
duygu canlidir. Ama rüyada ne gördügümüzü
bilemeyiz. Ya da sabah hiçbir sey hatirlamayiz, ne gördügümüzü,
ne de tek bir duyguyu, ama gün içinde yasanan
bir seyle
birlikte sözüm ona unuttugumuz bu rüyadan bir parçayi tekrar
hatirlariz. Kapinin esiginde
dönüp ardimiza baktigimizda
ne görmüs
olursak olalim, çogu sey
uçup gitmistir artik. Bu noktada sorulmasi
gereken soru, bunun neden
böyle oldugu. Rüyalari kaydetmek neden bu kadar
zor? Rüya bellegimiz neden bu kadar zayif?
Çogu
insan rüyalariyla çok az ilgilenir. Uyanir uyanmaz bütün dikkatlerini günlük
meselelere yöneltirler ve çok kisa bir süre sonra rüyayla ilgili hatirladiklari
her sey
silinip gider. Strümpell bir süreligine
rüya günlügü
tutanlarin rüya gördügünü
ve rüyalarini daha iyi hatirladiklarini saptamistir. Bu olgu daha soma birçok kez
kanitlanmistir.
Son olarak: Rüyalarin içerigi
nadiren düzenlemis çagrisimlarla
hatirlanabilecek bir anlamsal iliski
sergilerler. Rüyalar tek tek karelerden olusur, oysa bellegimiz olaylarin. mantikli bir sekilde
birbirini takip ettigi süreçlerle daha kolay basa
çikar. Strümpell’in yasadigi
dönemde kullanilmasi mümkün olmayan bir metaforla söyleyecek olursak: Rüyalar
parça parça sahnelerin kaotik bir sekilde
montajlandigi bir filme benzer. Bu yüzden bu
sahnelerin aklimizda kalmamasina sasirmamaliyiz.
Srrumpell’e göre asil muamma, rüyalari unutmamiz degil,
kimilerini bazen hatirlayabilmemizdir.
Rüyalarin unutulmasini böylesine
gizemli kilan asil neden, rüya ve bellek arasinda bir dizi siki iliski
oldugunu
düsünmemiz.
Sadece “günün kalintilari”, yani gündüz yasananlarin
gece rüyada geri dönen tek bir parçasi bile, rüya malzemesinin bir kisminin
bellekten ödünç alindigini
gösterir bize. Hatta öyle rüyalar
vardir ki, rüya gören kisinin uyanik yasamindakinden daha çok aniya ulastiginin kaniti olabilirler. Hipermnezi olarak adlandirilan bu olguda
bellek gündüz kapali olan kapilari rüyada açar adeta.
Rüyada sira disi
güzellikte bir sey
duymak ve uyanikken bunu kaydedememek. Çogumuz
buna benzer seyleri müzik degilse
de, bir ses, bir siir, bir doga
manzarasi ya da bir tabloyla baglantili
olarak yasariz. Ya da rüyada havada salindigimizi,
uçtugumuzu
görür,
ama uyaninca o duyguyu rüyadaki yogunluguyla
yeniden üretemeyiz. Bir süre sonra ne müzigi,
ne manzarayi, ne de havada salinmayi hatirlariz. Tek hatirladigimiz, rüyada duyumsadigimiz hazdir. Gerçekten de seytanla
imzalanan bir anlasma gibi: Rüyalar, onlari belleginize
ya da kâgida
kaydedeceginiz
anda kaybolup gider.
Rüya ve bellek arasinda hipermnezinin
disindaki
ikinci baglanti günün
kalintilaridir. Kavram Freud’a ait,
olgunun kendisi ise az rüyalar kadar eski: Geceleri gündüz bizi mesgul
eden
seylerden
kalintilar çikar ortaya. Bu gerçek Freud'dan önceki arastirmacilar tarafindan saptanmis
ve istatistiki olarak da kanitlanmisti. Modern rüya arastirmalari bunu sadece teyit etti.
Günün kalintilarinin rüya içerigindeki
oranlari çok farkli olabiliyor. REM uykusu sirasinda ölçümü yapilan rüya arastirmalarina göre, günün kalintilarinin rüyada görülme
oraninin en yüksek oldugu zaman, olayi takip eden gece
görülen rüyalar. Daha sonra rüyayi görenin iki gün, üç gün ve da öncesine ait
olaylarla iliskilendirebildigi
rüya ögelerinim orani giderek düsüyor.
Benzer bir tuhaf ve açiklanamayan
dönemsellige rüyanin çevreye uyumunca da rastliyoruz.
Seyahat sirasinda rüyalardaki günün kalintilarinin ilk yedi sekiz gece önce yasadigimiz çevrede geçtigini,
ancak daha sonra yeni çevreyle baglantili
oldugun
seyahat edenlere ait rüya arastirmalarindan biliyoruz.
Ayni gecikmeye cezaevinde olanlarin
rüyalarinda da rastlaniyor. Tutukluluklarinin ilk günlerinde yasananlar
rüyalara giriyor girmesine, ama rüya mekâni kendi evleri. Ayni sey
serbest kaldiktan sonra ters yönde isliyor.
Bu kaydirilmis isleyis
gösteriyor ki, olaylarin kaydedilmesi
ve yeniden üretilmesi ve bu olaylarin görsel, isitsel
çerçevesi arasinda farkli bellek
süreçleri is basindadir.
Kleitman ve Aserinsky 1953 yilinda REM uykusunu
kesfettiler.
Belli uyku evreleri sirasinda gözler oldukça hizli hareket eder.
REM
uykusunun ilk evresi,
yaklasik
bir buçuk saat sonra devreye girer ve ancak
on dakika
sürer.
Ikinci
ve üçüncü evre, biraz
daha
çabuk devreye girmekle birlikte daha
kisa sürerler.
Dördüncü
evre, yaklasik yarim saat sürer ve kisi sonunda uyanir.
Rüyalarin çogunlukla
REM uykusu sirasinda görüldügü düsünülmektedir. Bu evrede uyandirilanlar
rüyalarini anlatir. Oysa derin uykudan uyandirilanlarin çok daha azi rüya
gördüklerini söylüyor.
REM uykusu sirasinda istemli
hareketler bloke edilmistir. Rüyadaki havada salinma, uçma ya da hayati tehlike
söz konusu oldugunda dahi “yerinden kipirdayamama”'
duygusunun açiklanmasi bu olabilir.
REM uykusunun kesfi
rüya arastirmalarina büyük
bir ivme kazandirdi. Göz hareketlerinin ölçülebiliyor
olmasi rüyanin içerigi, hakkinda bilgi vermese de rüya gördügümüzün göstergesiydi.
Kesfinden
yarim yüzyil sonra bugün bütün dünya üzerinde pek çok uyku laboratuvarinda REM
uykusu üzerine sayisiz inceleme yapildigini ve rüya üzerine bir dizi ilginç
bulguya ulasildigini görüyoruz.
Bu bulgulardan biri, en uzun, en canli ve en tuhaf rüyalarin REM uykusunun
dördüncü ve son evresinde görüldügüdür.
Bir baska
bulgu, rüyanin görülmesini takip eden ilk birkaç dakika içinde çogu
seyi
unutuyor olmamiz. Uzmanlar denegi uyandirmak için rüya görüldügüne
dair fizyolojik sinyallerden sonra bir süre beklediklerinde denegin
rüyayla ilgili hatirlayacaklari da
azaliyor.
Gözlerin alisilmadik hareketliliginin
de rüyalarin içerigiyle çok ilgisi yok. Uzun bir süre bu
hareketliligin nedeninin rüyayi gözlerimizle
takip etmeye çalismamiz oldugu düsünüldü. Bu "tarama" hipotezi
artik çürütüldü, çünkü ayni göz hareketleri, görsel rüyalar görmeyen dogustan
kör yetiskinlerde
ve bakislariyla bir seyi
takip etmeyi bilmeyen yeni dogmus
bebeklerde de gözlemlendi.
Öte yandan uyku laboratuvarlinda
yapilan arastirmalar
kendi göreliliklerini de ortaya koyuyor. Bu arastirmalar rüyalarin her zaman REM uykusu sirasinda
görülmedigini,
ayni siklikta olmamakla birlikte REM uykusu disinda
da rüya gördügümüzü söylüyor.
Nörolojik bozukluklar nedeniyle REM
uykusu olmayan insanlar da rüya görebiliyor. Bunun tersi de mümkün.
Ancak yeni arastirmalar “sag yarim küre rüya görür”, “sol yarim küre konusur” diye özetleyebilecegimiz bu yaklasimi kismen anlamsizlastirmistir.
Çünkü en canli rüyalar REM uykusunun son evresinde görülür ve bu evre ayni
zamanda sol yarim kürenin etkin oldugu evredir.
Kimi agir
epilepsi hastalarinda bazen beynin iki yarim küresi ameliyatla ayrilir. Iki
yarim küreyi birlestiren dokuda (Corpus callosum) küçük bir kesiyle bir yarim küreden digerine
sinyal aktarimi engellenir. Bu insanlar rüya görmeye ve rüyalarini anlatmaya
devam ederler. Yani sol yarim küre “kendi” gördügü
rüyayi anlatiyor diyebiliriz. Öte yandan
bu rüyalar eski rüyalara oranla daha renksiz ve daha sikici olabiliyor.
Bunlar ve benzer arastirmalar rüya görmeyi sag
yarim kürenin bir ürünü olarak ortaya koyar. Bugün yaygin olan görüs,
rüyalari iki yarim kürenin entegre faaliyetiyle olustugu,
sözel bölümlerin imge, imgelerin de sözel parçalar üretebildigi,
sol yarim kürenin hasar görmesinin de imgelerin kalitesini bozabildigi
yönünde
Kisaca, rüya mekanizmasi, görünmeyen
mekigi
hizla ilerleyen bir dokuma tezgâhi
gibidir. Bu da, sol yarim küre sagdan
gelenleri ne yapacagini
bilemedigi
için rüyalari unuttugumuz teorisinin inanirligini yok eden bir açiklama.
David Foulkes bir kuraminda,
rüyalarin olusma nedeninin bellek izlerinin bir
parçasi olan hücrelerin kendiliginden desarji oldugunu
söylüyor. Foulkes'e göre bu desarjlar keyfi ve rastlantisal oldugu
için rüyalar da anlamsizdir: Rüyalari anlamamizin, onlara uygun açiklamalar
bulamamamizin nedeni, hiçbir anlamlari olmamasidir. Ama öte yandan rüya görenin
rüya gördügünün
farkinda oldugu "lüsid rüyalar" (berrak
rüyalar) da vardir
Foulkes'e göre rüyalari görürken
onlari rüya degil de “gerçek” zannetmemizin nedeni,
gündüzleri duyusal algilarimizi ve yasadiklarimizi islemden
geçiren mekanizma tarafindan üretiliyor olmalari.
Rüya görenin hiçbir seyden
haberi yoktur: O, çesitli seyler
yasadigini, gördügünü zannederken, beyni agir
bir isçilikle
elinde olanlardan anlamli bir seyler, anilar, hayaller,
beklentiler, korkular üretmeye çalisir.
Rüyalarin bu anlamda gerçekten de dis
dünyadan geldigi sanilan, oysa gerçekte beynin
ürettigi
halüsinasyonlarla belli benzerlikleri
vardir. Rüyalarin seyri çogu zaman tuhaf ve dengesizdir. Ama
bunun nedeni bizim rüya parçalari arasindaki baglantilari unutmus
olmamiz degil,
disardan
ancak kisitli ölçüde yönlendirilebilmeleridir. Uykuya dalma sirasinda
aklimizdan geçen ve henüz zihnimiz uykuya dalmak üzere algilayacak kadar
berrakken gördügümüz
“hipnagojik” imajlar bu kurama girer.
Sizin
Fikriniz…
Kelime anlami “unutulmus hatira” olan kriptomneziye çok sik rastlariz. Örnegin
gerçekte eski bir toplantida baskasinin
önerdigi
bir çözümün, kendi fikriniz oldugundan
emin olabiliriz. Plastik cerrahide yillardir uygulanan bir teknigin,
bir dergide yeni bir ameliyat teknigi
olarak yayimlanmasi da kriptomneziyle açiklanabilir.
“Yeni bir kokteyl”, yeni bir yemek
tarifi ya da yeni bir basketbol antrenmani egzersizi de baska
alanlardaki kriptomnezi örnekleri olarak siralanabilir. Bazilarinin bazen baskalarinin
fikirlerini dile getirme egilimleri nedeniyle meslektaslar
arasinda da tartismalar yasanabiliyor.
En bilinen kriptomnezi örnegi
George Harrison'a ait. 1969 yilinda yazdigi
"My Sweet lord", dünya listelerinde birinci siraya oturdu. Bunun
üzerine 1963 yilinda "He's so fine" adli parça listelerin zirvesine
ulasan
müzik firmasi Chiffsons'la mahkemelik oldu. Dava konusu intihaldi: Melodiler
neredeyse birebir ayniydi. Harrison, Chiffsons'un parçasini tanidigini itiraf etti ama ondan kopya çektigini
kabul etmedi. Hâkim psikanalize merakli biri olmaliydi ki, Harrison'in
duygularini incitmeyecek su hükme vardi: Burada söz konusu olan,
Harrison'in bilinçdisi belleginde
bulunan bir seyi istem disi
kopyalamis
olmasidir.
Ama isteyerek ya da istemeden, yapilan sey
kopyalamakti. Harrison yarim milyon dolar telif hakki ücreti ödenege
mahkûm edildi. Daha sonra da komediye son vermek için "He's so fine"
adli parçanin bütün haklarini satin aldi.
Son yirmi yilin psikoloji
kaynaklarinda kriptomnezi, "bilinç disi
intihalle" ayni anlamda kullaniliyor. Ancak bu dogru
degil.
Doktor Freeborn 1902'de Luncet'te yayimladigi
bir vakada, 70 yasinda bir kadinin yüksek atesin
neden oldugu bir hezeyan sirasinda birdenbire
Hintçe konusmaya basladigini aktariyordu.
Kadin dört yasindan
beri bu dili konusmamisti ve bir zamanlar bu dile vakif oldugunun
dahi farkinda degildi. Kadin iyilestikten
sonra Hintçe geldigi gibi kayboldu.
Freeborn'un bir meslektasi,
yazdigi
yorumda, bu vakanin ona Coleridge'in anlattigi
bir vakayi hatirlattigini
söylüyor: Cahil bir hizmetçi kiz yüksek
atesliyken
saatlerce Yunanca ve
Ibranice
nutuk atmis, daha sonra kadinin küçük bir
kizken yüksek sesle okumayi adet edinmis
bir papazin hizmetinde çalistigi
ortaya çikmisti.
Bütün bu vakalarda “unutulan anilar” sonradan, çogu
zaman geçici olarak bilince ulasmisti.
Kriptomnezi o dönemde henüz intihalle baglantili degildi.
Parapsikoloji 20. yüzyilda
psikolojinin disina itildi. Ama kriptomnezi kavrami
anilarin geçici olarak bilinçten çiktigi,
geri döndüklerinde ise, ani olduklarinin farkina varilmadigi
süreçleri açiklamaya devam etti.
Krptomnezi psikanalizde bir süreligine
daha da esrarengiz bir olgu haline geldi. 1934 yilina ait bir Amerikan
psikoloji sözlügünde kriptomnezi söyle
tanimlanir: “Eski deneyimlerin bilinçdisi saikler yüzünden unutuldugu
ve böylece bir ani özelligine sahip olmayan sözde yeni olusumlarin
ortaya çiktigi
bir bellek durumu.”
Demek ki unutma olgusunun yani sira
açiklanmasi gereken "bilinçdisi
saikler" vardi. Diyelim ki, geçen hafta karmasik
bir sorunun ele alindigi bir toplantidaydiniz
ve orada zeki bir çözüm önerisinde bulundunuz. Ama tartismalar
devam etti, sizin fikriniz benimsenmedi, bir meslektasiniz baska
bir sey
önerdi ve o önerinin denemesi kabul edildi. Bir
sonraki toplantida
bu önerinin sorunu çözmedigi anlasildi. Neyse ki meslektasinizin
baska
daha iyi bir fikri vardi.
Bu fikir sizin ilk önerinizdi.
Toplantidakilere baktiniz
ve dehset
içinde fark ettiniz ki, bu fikrin size
ait oldugunun
farkinda olan tek kisi
sizsiniz. Meslektasinizin beyninde bu arada neler oldu
acaba?
Bunun gibi bir vaka, iki farkli
bellek türünün, semantik ve otobiyografik belleklerin arasindaki büyüleyici
farktan kaynaklanir.
Semantik bellekte, ani degil,
daha ziyade "bilgi" olarak
adlandirabilecegimiz malzeme bulunur: Inkübasyonun
ne anlama geldigi ya da Pisagor önermesinin ne oldugu,
hayatta kalan esin lehine bir vasiyetnamenin neye
benzedigi,
Fransa ve Ingiltere arasindaki bogazin adi gibi bilgiler. Bu bilgileri
hayatimizin bir döneminde ögreniriz, ama ne kosullarda
ögrendigimizi
sonra unuturuz. Stockholm'ün Isveç’in baskenti
oldugunu
ne zaman ve nasil
ögrendigini söyleyebilecek
kimse yoktur.
Otobiyografik bellek ise, kisinin yasadiklarini muhafaza etmeye çalisir. Bu
bellek neyi hangi kosullarda
yasadigimizi
kaydeder, en azindan kaydetmek için büyük çaba sarf eder. Zamanla pek çok sey
unutulur ama bir olayin ne zaman oldugunu,
kimlerin orada bulundugunu, aksam
mi, gündüz mü, evin disinda
mi, is
yerinde mi oldugunu çogunlukla
hatirlariz. Otobiyografik bellekten yola çikarak ürettigimiz
seylerin
çogu
zaman böyle bir çerçevesi ve baglami vardir.
Önerinizi sundugunuz
ilk toplantida meslektasinizin otobiyografik belleginde
kisa süreligine
önerilen çözümün anisinin bir parçasi
olarak kalmissiniz. Sizin çözümünüz onun semantik
bellegine
ulasmis
ve orada o can sikici sorunla ilgili var olan bilgiyle ve buharlasip
yiten çerçeve içinde sizin önerinizle birlesmis.
O halde kriptomnezi bellegin
basarisizliginin bir sonucu degil,
onun baska
bir ·bölümünün-meslektasinizda semantik bellegin,
bir seyi
çok iyi muhafaza etmesi sonucunda ortaya çikar. Kriptomneziyi üreten,
farkli bellek süreçleri arasindaki uyusmazliktir.
Bransin
uzmani meslektaslarindan olusmayan
kalabalik bir dinleyici grubunun karsisinda konusma
yapan her bellek psikologu, verilen arada kendine su üç sorunun mutlaka sorulacagini
bilir:
1. Ilk
soru: “Bellek egzersizle gelisir mi?”
2.
Sonraki soru: “Kadinlarin bellegi
erkeklerinkinden farkli mi isler?
3.
Ve nihayet: “Bastirma diye bir sey var midir?”
Ilk
iki soru önemli degil. Belleginizin
egzersizle gelismeyecegi
konusunda sayisiz arastirma
vardir. Ve hangi bellek türünden söz
edildigi
belirlendiginde, hangi egzersizin ne ölçüde
bellegi
gelistirdigi
açiklanabilir. Cinsiyetler arasi bellek
farkliliklari konusunda da ayrintili arastirmalar mevcut. Bu arastirmalar, kadin- erkek arasindaki farklarin, kadin
veya erkek tek tek kisiler arasindaki farklarla kararlastirildiginda
ihmal edilebilir ölçülerde oldugunu gösteriyor. Farklarla
ilgilenenler kadin-erkek karsilasmasindan tatmin edici sonuçlara varamaz.
Kimi zaman fark kaydetseler bile, kadinlarin bellegi
tipki erkeklerinki gibi çalisir.
Ama su
üçüncü soru. Bu konuda da istemediginiz
kadar arastirma var. Neredeyse yüzyila yakin bir
suredir bilimsel psikiyatri ve psikoloji dergilerinde bastirma arastirmalari üzerinde
yazilar yayimlaniyor. Sorun bu arastirmalarin sonuçlarinin bir çelisiyor
olmasi da degil. Günümüze degin
“bastirma”yla ilgili bütün konularda agirligi
devam eden Freud'a basvurmak da çare degil:
Onun tanimlari da bir yayindan öbürüne degisiyor.
Mutlak Bellek
Miti
Bellegimizin
bizi zaman zaman kesinlikle yaniltiyor
olmasi, yüzde yüz emin oldugumuz anilarimiza da etki ediyor.
Aslinda yaslandikça
gizlemeye çalistigimiz bir durum bu. Kendi bellegini
dikkatle izleyen herkes, anilarin, üzerine yigilan
seylerin
baskisiyla
degistiginin
bilincindedir.
Zamanin anilara neler yaptigi
konusunda tam tersi sezgilerimiz de olabilir. Geçen yillarin anilarimiz
üzerinde koruyucu bir etkisi olabilir, onlarin üstünü örter, tahrifattan korur.
Bu sezginin dile getirdigi metaforlar derinlige,
gömülmeye, örten katmanlara göndermelerle doludur.
Freud’un 1900’lerde bozulmamis
bellek izlerini arkeolojik buluntulara benzetmesi gibi, Penfield da dönemin en
gelismis
suni bellekleriyle ilgileniyordu ve kesifleriyle
ilgili basinda
çikan yazilarinda ilgili metaforlara yer
veriliyordu. Montreal Star’da 1957’de
yayinlanan bir yazinin basligi
söyleydi:
“Beynimizde sinema filmi: Penfield sasirtici kesfini açikliyor.” Ayni yil Times’da Penfield’in
yapitlari üzerine yayimlanan bir makalede, Dr. Penfield' in kisa süre önce
Ulusal Bilim Akademisi'nin huzurunda
beynin bazi bölümlerinin tipki bir video kaydi gibi isledigini,
insanin duydugu ve gördügü
her ayrintiyi muhafaza ettigini kanitladigi
ifade ediliyordu.
Yazinin ara basliklarindan biri “Built in hi-fi”, yani “yerlesik
ses sistemi” idi. Ses kayit cihazlarinin ve film kameralarinin Amerikan
toplumunda yeni yeni tanindigi bir dönemde bu tür benzetmeler
nöroloji hakkinda fazla bir fikri olmayanlar için modern bilimlerin beynimizde
olanlara nasil yaklastigini kavrama imkâni sagliyordu.
70'li yillardan itibaren bilgisayar
insan beyni için en baskin metafor olsa da, mutlak bellek teorisi her zaman
"kayit cihazi" olarak anilacaktir.
Geçmisin simdiki
zaman kadar canli olabileceginin, Freud'un sözleriyle ifade
edecek olursak, “bilinçdisinin zaman
ve mekân tanimadiginin” kaniti bu.
Deneyler unutulmus
anilarin, ayri birer birim olarak aslina birebir uygun kaydedildigini
de kanitliyor.
Kubbie, Penfield teknigiyle;
bellegin
dogrudan
manipüle edilebilecegini
söylüyordu: “Bu ameliyat masasindaki bir
Proust, Kayip Zamanin Izinde'nin elektrikli versiyonu adeta”.
Peki, ama bilinçdisi
kayip mi gerçekten? Dr. Penfield ve
meslektaslarinin
geri çagrilan anilarin daha çok unutulan
(bastirilan) olaylar oldugunu tespit etmis
olmalari çok önemli.
Penfield’in buldugunu
zannettigi
silinmez izler, kollektif bellekte yeniden üretilmis
gibi görünüyor. Bu izler, “Beynimizin sadece % 10’nu kullaniyoruz” ya da “Kadinlar ayni anda iki farkli
seyi daha kolay yapabiliyor, çünkü
onlarin
beyin yarimkürelerinin arasinda daha çok baglanti
var” gibi nöroloji mitleriyle beraber
beynimizde var olmaya devam ediyor. Kanitlar
çok kesin oldugu için degil,
mitlere inanmak istedigimiz için.
Mutlak bellege
dair-Penfield'in kayit cihazi, bilgisayar sabit diski- gibi metaforlar kimi
zaman kanit olarak kullanilir. Sayet mekanik bir alet algilari
kaydedebiliyor ve sonsuza dek muhafaza edebiliyorsa, insan beyni gibi incelikli
bir organ neden yapmasin bunu? Sonuçta anilarin beyin hücreleri arasindaki baglantilarda kaydedildigini
biliyoruz.
Ve 100 milyar civarinda oldugu
tahmin edilen beyin hücresinde baglantilarin sayisi
öylesine çoktur ki, tek bir beyinde birçok yasama
ait olaylar için de yer olmasi gerekiyor.
Bu dogru:
Bir beyin asla "dolmaz". Ama mutlak bellek teorisinin inandiriciligina
gölge düsüren,
yine beyin dokusundaki bu kayit islemidir.
Günde ortalama
100 bin, yilda yaklasik 30 milyon hücre kaybediyoruz. Beyin dokusu da bozulma ve körelmeye karsi
koyamiyor. Beyin bir mekanizma degil,
bir uzuvdur ve sürekli degisen
aglardan
ve döngülerden olusur, kimyasal süreçleri modüle eder,
gündüz ve gece ritmini, uyaniklik ve uyku halini, hormon düzeyi degisikliklerini,
gelisme
ve ölme döngülerini bilir ve kisaca söyleyecek olursak bir bilgisayarin sabit
diskinden ziyade bir parça puslu ve islak bir yagmur
ormanina benzer. Bellek izleri, bizim icat ettigimiz
suni bellekteki bilgiler gibi steril degildir
ve sonsuza degin muhafaza edilmezler, nöral
yayilmalara, çürümeye tabidirler.
Loftus ve Loftus 1980'de psikoloji bilgisine sahip insanlarin
% 84'ünün beynimizin her seyi
sonsuza kadar kaydettigini
düsündügünü tespit ettiklerinde Gloor ve arkadaslarinin arastirmasi henüz yayimlanmamisti. Ama yeni anketlerden sevilen bir teori olmaya devam ettigi anlasiliyor.
Her on kisiden
dördü hala mutlak bellek teorisinin bu
versiyonuna inaniyor. Yapilan bir anketin sonuçlarina göre, psikiyatrlarin
yarisi hipnozla bu izlere ulasilabilecegine,
hatta gerektiginde doguma
kadar geri dönülebilecegine inaniyor. Bu israr ve inadin
nedeni ne olabilir? Beynimizin bellegimizde
olan biten her seyi kaydettigi
düsüncesini
bu kadar cazip kilan nedir?
Bu sorunun kismi yaniti, kendimizin
de “unutulan anilarla” ilgili yasadiklarimizdir. Sabah rüya görmedigimizi
düsünerek
uyaniriz
ama gün içinde duydugumuz ya da gördügümüz bir sey
bize "unutulan" rüyayi hatirlatir. Hatta kimi zaman bir seyi
–örnegin,
bes
yasindayken
yan komsumuz
olan insanin adini- artik kesinlikle
bilmedigimizden
emin oldugumuz
durumlar vardir. Ama hafta soma bir kamyonun arkasinda o kisinin
ismini görürüz ve o anda "unutulan" ismi yeniden hatirlariz.
Yasli insanlar bazen “elli yildir hiç akillarina
gelmeyen” bir seyi
hatirladiklarini söylerler. Freud'un rüyalara giren günün kalintilari hakkinda
söyledikleri ise hepimizin tanidigi,
yasadigi
seylerdir:
Bunlar muhtemelen kaydedilmis olan, siradan seylerdir.
Kisacasi bir seyin
bellegimizde
olmadigindan
yüzde yüz emin oldugumuzu iddia etmek oldukça
aldaticidir. Böyle bir bilgi, o anda devrede olmayan çagrisimlarla
her an bilince çikabilir.
Romana bir arsiv
olarak daha yakindan
baktigimizda fark ettigimiz
çifte anlam onun insan bellegiyle
ortak yanidir.
Öte yandan bizzat arsivler
kendilerini bellekle karsilastirmayi çok
sever. Bellek de sik sik bir arsiv olarak tanimlanir. Ama anilar arsivdeki
gibi siralanmamistir,
kronolojik bir düzenleri, bölümleri, basliklari yoktur. Anilar için dosyalar gibi
"var" ya da "yok" diyemeyiz. Onlar bazen vardirlar, bazen
de yokturlar.
Anilar ucundan kemirilmis,
parçalanmis
ya da üst üste dizilmis olabilir. En önemli fark ise, bellegin
sinirli olmasidir. Önemli bir baska
fark da, bir arsivin arsivci
öldügünde
bir anda yok olmasinin mümkün olmamasidir.
Iste bellekle arsivin
iliskisi
de ilk bakista bu tür karsitliklardan olusur:
Anilar daha esnek, tashih edilmeye muhtaç ve sürelidir. Arsiv
dosyalarinin ise belli bir devamliligi
vardir. Onlari elimize aldigimiz
gibi, yeniden yerlerine koyabiliriz. Arsivler
nesiller boyunca var olabilir ve zaman içinde degismezler.
Söyle
demek de mümkün: Bellekte ortaya çikanlar öznel, arsivden
çikanlar nesneldir. Ancak bellek ve arsiv
arasinda bu karsilastirma da maalesef kolayci bir karsilastirmadir.
Simalarla, yüzlerle ilgili bellegi
iyi olan insanlar bile genellikle bu simalarin
hikâyesiyle ilgili zayif bir bellege
sahiptir. Bir komsumuzun ya da dostumuzun bes
ya da on yil önceki görüntüsüne
ancak bellegimizi zorlayarak ulasabiliriz.
Oysa ayni kisiyi
o döneme ait bir fotografta
belki de hiç
zorlanmadan taniriz. Kendi ebeveynimizin, çocuklarimizin ya da esimizin
dahi yüzlerinden ziyade söz konusu döneme ait bir fotografini
hatirlama olasiligimizin
daha yüksek oldugunu
itiraf edelim. O kisinin su
andaki görünümü
eski görünümüne
ait anilara ulasmamizi
engeller adeta.
Sevdigimiz
yakinlarimiz öldügünde de onlarin yüzlerini
hatirlayacagimiz kesin degildir.
Yasayan Anilara Karsi
Yüz bellegi
görsel bellegin
bir parçasidir ve psikoloji bilimi henüz ilk yillarinda bu bellek türünün büyük
bir kapasiteye sahip oldugunu tespit etmistir.
Bellegin
sinirlarini arayan klasik deneyler 60'li ve 70'li yillarda gerçeklestirildi.
Sonuç giderek genisleyen bir kapasiteydi.
1967'de yapilan bir deneyde
deneklere 612 adet resim gösterildi. Her resme bakma süresi alti saniyeydi.
Sonunda önlerine iki resim kondu. Deneklerin hangi resmin onca gördükleri 612
taneden biri oldugunu söylemeleri gerekiyordu.
Cevaplarin % 98’i dogruydu.
Görsel bellegin
kapasitesini tam olarak tespit etmek mümkün degil çünkü daha önce insanin can sikintisi karsisindaki tolerans siniri gibi baska
bir engelin çikmis olmasi muhtemel. O halde sorun yer
sikintisi degil.
Bu deneylere, sinananin hatirlamak
degil
yeniden tanimak oldugu
gibi bir itirazla karsi çikilabilir:
Görsel bellekteki bilgileri belli
bir çabayla güncellemek mümkündür. Sinemadan çiktigimizda
arabamizi ya da bisikletimizi daha önce biraktigimiz yerlerin anisi, onu o gün biraktigimiz yerlerin anisi
gibi etkinlesseydi büyük karmasa
yasardik.
Sokaklarda uzun süre dolasir,
eskiden park ettigimiz yerlere giderdik. Öyle
görünüyor ki bellegimiz eskide kalmis,
asilmis
bilgileri atiyor, üstlerine yeni bilgileri yaziyor ya da eskilere ulasilmasini
imkânsiz kiliyor ve böylece sadece yeni
bilgiler etkinlesiyor. Bunun evrimsel avantaji gayet
açik ama ayni faydali mekanizma ebeveynimizin, çocuklarimizin, esimizin,
dostlarimizin geçmis dönemlerdeki yüzlerinin anilarinin
silinmesinden de sorumlu.
Bu yüzlere ait anilar sürekli asiliyor, yenileniyor ve bu arada eski
versiyonlari siliniyor.
Iste bu nedenle özlemle eski fotograflara bakiyoruz: Bu eylem bize unuttuklarimizi
hatirlatiyor.
Fotograf
ve anilar arasindaki tek iliski bu degil.
Anilarin asla sahip olamayacagi kaliciliga
fotograflarin sahip oldugu
söylenir. Anilar bize bir insan yasami süresince eslik
edebilir ama bunu tek bir saniye dahi asamazlar.
Baskalarinin
anilarindaki halimiz o anilarla birlikte yok olur. Peki, fotograftan
geriye kalan nedir tam olarak?
Bernlef Karartilar adli romaninda demans hastasi olan Maarten’e karisi
Vera'yla birlikte albüm sayfalarini çevirttirir. Aile doktorlari bunun,
Maarten'in anilarini "düzene sokmak için" iyi bir yöntem oldugunu
düsünmektedir.
Maarten’in bu
konuda degerlendirmesi söyle: “Bir
fotograf makinesi için önemli önemsiz, ön planda arka planda ayrimi
yoktur. O halde ben su anda böyle
bir makineye benziyorum. Kaydediyorum, ama hiçbir sey yaklasmiyor, ön plana çikmiyor; geçmise ait hiç kimse beni bir jestle, bir
mimikle, sasirmis bir yüz ifadesiyle etkileyemiyor. Su binalar, su
cadde ve meydanlar daha önce hiç gitmedigim ve bundan sonra da gitmeyecegim kentlere
ait. Ve bunlarin fotograflari, tarihleri
bugüne yaklastikça giderek daha ulasilmaz, daha anlasilmaz oluyor.”
Demans normal ye saglikli yasamda
da fotograf
ve bellek arasindaki iliskide var olan belirsizlikleri
arttirir. Saglikli bir bellekte bile kisinin
kendine ait fotograflarinda zamanla baglantili
ayni ters oranti vardir: Insan
yaslandikça
yeni fotograflardan
çok “eski” fotograflarla
anilarini baglamlandirabilir. Maarten'in
karanliktaki geçmisine ait fotograflarla
ilgili her seyi anlatabilirken, diyelim on yil
öncekilere nüfuz edememesi, her yaslanan
bellekte gerçek bir mekanizmanin tuhaf bir biçimidir. Fotograflarin gerçekten de bir seyleri
gözümüzde canlandirabilmeleri için anilara
ihtiyaçlari vardir.
Bazen bitpazarlarinda elimize eski
bir albüm geçer. Albüm 19. yüzyildan kalma olabilir. Yani albümden en genç
olanlar dâhil herkesin, hatta su kucakta oturan kizin bile ölmüs
olabilecegi,
çok eskilere at bir albüm. Hatta bu
insanlari hatirlayan insanlar dahi çoktan ölmüs
olabilir. Bu albümlerin bitpazarina nasil düstügünü çogu
kez bilmeyiz. Belki ailenin yeni kusaklari yoktur, varsalar da hiç tanismadiklari aile fertlerinin fotograflarini
önemsemezler.
Anilar kendilerine ait fotograflara
bir derinlik, bir üçüncü boyut katarlar, bir anligina
fotografin içine girilmis
ve orada görülebilecek seylerle ilgileniliyormusçasina
bakislari içlerine çekerler. Anilar olmadan
perspektiften de eser yoktur. Unutulmus
bir albümdeki fotograflara
Maarten'in en yeni fotograflarina baktigi gibi bakariz. Bakariz, ama hiçbir sey görmeyiz…
Unutma Sanati
Anilari keyfi olarak yok edebilecegimiz
bir yöntem olsaydi sayet,
sonuçlari ne olurdu acaba?
Buna bagli olarak su soru sorulabilir: Böyle
bir yöntemi kullanmak akillica mi?
Marten Toonder’in 1976’da yayimladigi,
Bommel adli
kahramanin maceralarini
anlattigi
“Unutmanin Küçük Kitabi”nda ortaya
attigi
soru tam da budur. Kitap küçük çapli bir unutma felsefesi içerir. Toonder bu
kitabi altmisli
yaslarinin
ortalarinda yazmisti. Hatirlamak ve unutmak üzerine felsefe yapmaya basladigi
yasin
hiç anlami olmadigi
söylenemez.
Bellegi
tarafindan yolda birakilan Kant’in görüntüsü korkutucuydu
herhalde. Hastalik iki yil gibi kisa bir sürede Aydinlanma’nin en seçkin düsünürünü yok etmisti.
Saf Aklin Elestirisi’nin tek kelimesini bile anlamayan
kiz kardesi,
artik yarim kalan cümlelerini tamamliyordu. Hiç olmazsa gündelik yasama
dair basit seyleri aklinda tutabilme çabasi, “Bellek Sanati” ya da “Unutma
Sanati” üzerine felsefe yapmasini anlamsizlastirmisti. Kant’in yasamina dakiklik ve disiplin hakimdi.
Unutkanligin
yuttugu
ilk kisilik
özellikleridir bunlar. Notlar ve küçük kâgitlar
Kant’in hayatini kontrol altinda tutma çabasinin görünür kismindan baska
bir sey
degildi.
Kant her demans hastasinin hissettigi
giderek artan huzursuzlugunu ve sonra bellegini
kaybetme korkusunu kimseyle paylasmadi.
Toonder sevdikleriyle paylastigi
sürece güzel anilarin keyfini çikaran biriydi. Tek basina
yasadiklarindan hiç etkilenmiyor ve bu anilar belleginden
hemen yok oluyordu. Çogu kez yasanmis
bir güzel olayin oldugunu söyleyenler en yakinlariydi ve bu olay
ancak o zaman bir aniya dönüsüyordu. Toonder Wim Kayzer'in kitabi
“Güzellikler ve Teselliler Kitabi” yayimlanan yazisinda güzel anilarin ancak
Phiny'yle birlikte anlam kazandigini söylüyordu. Irlanda’da
bir koyun kiyisindaki bir yaz ögleden sonrasini hatirlayarak sunlari yazmisti:
“Anilar
olmadan güzel seyler yoktur. Çünkü olaganüstü
bir sey gördügümde,
ne kadar güzel oldugunu söyleyecek
biri gerekir bana. Bu güzelligi anlatacak sözleri ben bulduysam sayet,
onlari baskasina
söylemek isterim. Anilar, paylasilan heyecanin yarattigi mutluluk duygusuyla olusur.
Ama o kisi artik yoksa o heyecan da yoktur ve
bu, hüzünlü bir duygulanima neden olur, çünkü artik güzellige
açilan kapilar kapanmistir.”
Toonder bu düsüncelerini
her zaman dile getirmistir. En güzel anilar paylasilanlardir
ve paylasilan
insan artik yoksa tam da bu anilari bir yük gibi algilar insan. Bu anilar
insana kaybedilenleri isaret eder.
Toonder Güzellikler ve Teselliler Kitabi’na
yazdigi
yaziyi
su kederli
cümleyle bitirir:
“Anilar insani nadiren teselli eder.
Çünkü onlar bir zamanlar yasanan seylerin
bir daha asla öyle olmayacagini
hatirlatir bize.” Bir zamanlar titizlikle ve sevgiyle korunan anilar artik aci
vermektedir. Toonder kendi belleginin
ona oyun oynadigini
düsünmüs
olmali.
Kurban
Antoine de Lavosier henüz yirmili yaslarinin
ortalarinda ünlü bir astronom, kimyaci ve matematikçiydi.
Lavosier o zamana kadar agirliklari olmadigi
düsünülen gazlari ölçerek isim yapmisti. Suyu hidrojen ve oksijen
elementlerine ayristiriyor ve her elementin agirligini ölçüyordu. Yeni rejime vergi reformu ve
metrik sisteme geçisle hizmet ederek özelde servet
sahibi, politik olarak da kalkinmaci, ileri görüslü biri olarak kariyer yapti. Kiraya
verilen tarlalarin genel müdürü olarak zirai yönetimine büyük katkilar saglamasina ragmen
zan altindaydi. Genis arazilerine ragmen
aniden yürürlüge sokulan “Kira gelirlerini önleme
yasasi” yüzünden zor duruma düstü.
Idam
edilmeden bir gece önce karisina yazdigi
mektup taziye mektubu gibiydi. Onu teselli etmek için yine agirligi
ölçülemeyen bir seyleri ölçmesi
gerekiyordu: 50 yasinda ölmenin artilari ve eksileri.
Bunlari karisina da yazmisti:
“Nispeten
uzun bir kariyer var ardimda, özellikle de çok mutlu bir kariyer. Umarim bu
kariyer bana sayginlik da kazandirmistir.
Baska ne isteyebilirdim ki hayattan?
Öyle görünüyor ki, içine karistirildigim olaylar sayesinde yasliligin olumsuzluklarini yasamayacagim ve hayatimi sapasaglam
bir insan olarak bitirecegim ki bunu da hakkima düsen
artilardan biri olarak görmen gerekir…”
Kimileri sevdiklerini teselli etmeye
çalisirken
onlardan kendisini yad etmelerini degil,
aksine unutmalarini rica ediyordu. Bu cümleler çogunlukla
mektubun da son satirlariydi. Dufresne adinda
Normandiyali bir cerrah karisina sunlari yazmisti: “Sana verecegim
nasihat yok, sen uygun bulduklarin uyarinca davran. Ama bana kulak vermek
istiyorsan sayet, kocani unut.”
Dosyalarda tahrifattan hüküm giyen
noter Dufouleur'un karisina yazdiklarindan: “Elveda,
yüzbinlerce kere öpüyorum seni. Ara sira
bu zavalli dostunu hatirla. Neler söylüyorum? Tam tersine, onu belleginden
silmeye çabala, mümkünse sayet.”
Terör rejimi sirasinda
tutuklananlar, düsman tarafindan sarilmis
askerler ve kendi rizalari olmadan ölüme giden digerleri
son güçleriyle sevdiklerine bilgi vermek isterler. Iste intihar eden insanlarin yapmadigi
tam da budur?
Bundan yarim yüzyil önce veda
mektubu birakanlar ve birakmayanlar hakkinda tutulan ayrintili bir
istatistikten tuhaf bir sekilde bu iki grup arasinda hiçbir
fark olmadigini
görüyoruz.
Veda mektubu birakma orani kadinlar
ve erkeklerde, yaslilarda
ve gençlerde, evlilerde ve bekârlarda ayni. Ebeveynin çocuklarina yazdiklari
mektuplarla, çocuklarin ebeveyne yazdiklari da ayni orandadir.
Sosyo-ekonomik sinif ya da etnik
kökenin yani sira daha önce intihar tesebbüsü
ve psikiyatrik sorunlarla da dolaysiz bir iliski
yok.
Peki, kendi kararlariyla ölmeyen
insanlarin veda mektuplarindaki açiklamalarin en azindan bir kismindan bir
çikarsama yapmak mümkün degil mi? Düsünün bir, hayatina kendi elleriyle son
veren biri dahi sevdiklerinde güzel anilarla yasamaya
devam etmek istiyor. Bu durumda birinci ölümüne kendi karar veren biri onlardan
ikinci kez öldürülmemeyi istemek için dogru
sözcükleri nasil bulabilir ki? Az sonra yapacagiyla
sevdiklerinin anilarini aciya bogacagini bilen biri onlara nasil hatirlanmak
istedigini
yazabilir mi? Acinin ve kederin sebebi kendisi olunca yakinlarini nasil teselli
edebilir ki insan?
Veda etmek zorunda olanlar, güzel
anilarda yasamayi umar. Yakinlarini kaybedenler
ise, hüzünle onlarin anilarini koruyup kollayacaklarina, yasatacaklarina
söz verirler. Ancak birinin umdugu öbürünün
verdigi
söz bir yakaristan
öteye gidemez. Iki
taraf da bilir ki, bellegimize kumanda edemeyiz. Bellek, en
yakinlarimizin anilariyla birlikte de olsa kendi yolundan gider.
Sayet
en kiymetli anilarimiz gerçekten dokunulmaz olsaydi ve en güvenli sekilde
kaydedilseydi, ani nesnelerine gereksinim duymazdik. Anilarimizi besleyip
büyütürken sonuca degil, o süreçteki sevgi ve bagliliga
bakmak gerekir.
KAYNAKÇA
Yaslandikça Hayat Neden Çabuk Geçer? Bellegimiz Geçmisimizi Nasil Sekillendirir?
Metis Yayinlari-Birinci Basim: Kasim
2008
Unutmanin
Kitabi- Rüyalarimizi Neden Hemen Unuturuz,
Anilarimiz Neden Sürekli Degisir? (Vergeetboek)-284 Sayfa
Almancadan
Çeviren: Dilman Muradoglu Yapi Kredi Yayinlari-4470
1.Baski: Agustos 2015
Douwe DRAAISMA: Hollanda’daki Groningen Üniversitesi’nin Psikoloji
Tarihi ve Teorisi bölümünde profesör olarak görev yapmaktadir. Hollanda
Psikoloji Dernegi’nin 2002 yilinda Medya Ödülü verdigi
yazarin “Why
Life Speeds Up as You Get Older:
Yaslandikça
Hayat Neden Çabuk Geçer? 2008”adli kitabi bilimsel eserlere
verilen edebiyat ödülüne de aday olmustur. Bu eser büyük
bir yanki uyandirmis
ve on bir dile çevrilmistir. Draaisma bu kitapta
Hollanda’da dört ödül almistir.