OUTLIERS & SIRADISI INSANLAR  &  ÇIZGININ DISINDAKILER

OUTLIERS & SIRADISI INSANLAR & ÇIZGININ DISINDAKILER

Fevzi BOZKURT
Bilim


Malcolm Gladwell’in amaci, insanlarin bulunduklari konuma ne sekilde geldiklerini bize göstermek.  
 
Çizginin Disindakiler & 
Siradisi Insanlar, basariyi aile, kültür, arkadaslik, çocukluk, tarih ve cografyanin etkiledigini savunuyor.
Gladwell: “Basarili insanlarin neye benzedigini bilmek yetmez. Basarilarinin arkasindaki mantigi da kavramak gerekiyor,” der....
KITABINDA KISACA;
Pennsylvania yakinlarindaki bir tepeye 1800’lerin sonunda Italya’nin Roseta köyünden göç edenler yerlesmis ve ayni isimde kurduklari köye çok uzun yillar boyunca kendilerinden olmayanlari almamislardi. 1950’lerde vadideki bir tip toplantisina gelen Doktor Stewant Wolf’a bir yerli doktor, çevredeki yerlesim yerlerinden kendisine pek çok hasta geldigini fakat Roseta’dan 65 yasin altinda kalp sikayetiyle hiç kimsenin basvurmadigini söylemisti. O yillarda kolesterol düsürücü ilaçlar ve kalp sorunlariyla ilgili diger önlemler bilinmediginden kalp krizleri çok yaygindi. 65 yasin altindakilerin baslica ölüm sebebi kalp hastaliklariydi.
Durum doktor Wolf’un ilgisini çekti. Ögrencileri ve meslektaslariyla birlikte sebeplerini arastirmaya giristi. Geçmisteki kayitlari incelediler. Yasayanlara mevcut bütün testleri yaptilar. Sonuçlar sasirticiydi. Roseta’da 65 yasin altinda hiç kimse kalpten ölmemisti ve hiç kimse kalp hastaligi belirtisi göstermiyordu. Toplamda kalpten ölüm orani Amerika ortalamasinin üçte biriydi. Ayrica köyde intihar, alkolizm, uyusturucu bagimliligi, mide ülseri de yoktu. Suç orani pek küçüktü. Kimse devletten muhtaçlik ayligi almiyordu. Insanlar sadece yasliliktan ölüyorlardi.
Arastirmalar ilerletildi, yaslanma süreciyle ilgili bütün faktörler mercek altina alindi. Sonuçlar inanilmazdi. Bir kere Roseta’lilar memleketlerindeki saglikli beslenmeyi birakmislar, asiri miktarda yag, protein, karbonhidrat tüketiyorlardi. Egzersiz yapmak yoktu. Sismandilar. Asiri derecede sigara içiyorlardi. Pensylvania ve Italya’daki akrabalari incelendiginde, genlerden gelen bir özellik de olmadigi anlasildi. Zira onlardaki hastalik ve suç orani ulusal ortalamadaydi.
Fiziksel her türlü unsur ortadan kaldirildiktan sonra sira toplum yapisini incelemeye geldi. Roseta’nin sirri diyet, egzersiz veya genlerde degildi. Yasam tarzindaydi. Aileden 3-4 nesil ayni evde yasiyorlar, büyüklerine saygi gösteriyorlar, sokakta herkes birbiriyle sohbet ediyor, ev ziyaretleri yapiyorlar, aksatmaksizin kiliseye gidiyorlardi. Esitlikçi bir toplum anlayislari vardi. Varliklilar asla gösterise kaçmiyor, ihtiyaci olana derhal yardim ediliyordu. Sonuçta
Roseta’lilar kendilerini modern dünyanin baskilarindan uzak tutan güçlü ve koruyucu bir yapi kurmuslardi. Sagliklari bundan ileri geliyordu.
Wolf ve arkadaslari tip dünyasini bu bulgulara inandirmakta çok zorlandilar. Saglik ve kalp krizlerine klasik bilgilerle degil, bambaska bir yaklasimla bakmak gerekiyordu. Kisinin neden saglikli oldugunu anlamak için yalnizca kisinin beslenme ve yasam tarzina bakmak yetmiyordu. Kisinin ötesine geçip ait oldugu kültürü, ailelerini, arkadaslarini tanimak gerekiyordu. Bizim kim oldugumuzu esas bu faktörler belirliyordu.
Stewart Wolf’un saglik anlayisimiza getirdigi bu farkli bakis açisini ben de bu kitapla basari anlayisimiza getirmek istiyorum.
 
BÖLÜM 1
FIRSAT
Sira disi basarili insanlar hakkinda ögrenmek istedigimiz sey nedir? Nasil biri olduklarini, kisiliklerini, zeka düzeylerini, yasam tarzlarini, yeteneklerini merak ederiz. Ve biz bu kisisel özelliklerin, onlari nasil olup da zirveye çikardigina açiklik getirecegine inaniriz. Her yil yayinlanan otobiyografilerde ünlülerin ve basarililarin nasil mütevazi kosullardan geldiklerini, sirf kendi çaba ve yetenekleriyle zirveye vardiklari anlatilir. Hatta bunun disinda sahip oldugu imkanlarin ve firsatlarin gizlendigi bile olur. Bizim için ‘basari esittir kisisel çaba.’ dir.
Outliers’da sizi, basarinin bu açiklamasinin ise yaramadigina ikna etmek istiyorum. Insanlar sifirdan yükselmezler. Aile, hamiler (koruyan, gözetenler), gizli avantajlar, dogaüstü firsatlar, kültürel miras, dogum tarihi ve yetistigi yer kisinin ögrenmesini ve çok çalisarak basari kazanmasini saglar. Ait oldugumuz kültür ve atalarimizdan kalan miras basari düzeyimizi tahminlerin üzerinde etkiler.
Biyologlar organizmalarin ekolojisinden söz ederler. Ormandaki en uzun mese yalnizca en saglikli palamuttan dogdugu için en uzun degildir. Ayni zamanda, baska hiçbir agaç günesini engellememis, etrafindaki toprak derin ve zengin, kabugunu ve filizlerini hiçbir hayvan kemirmemis ve büyürken birisi onu kesmemistir. Hepimiz basarili insanlarin saglam tohumlardan geldigini biliyoruz fakat onlari isitan günesi, kök saldiklari topragi, hayvanlardan ve oduncularin saldirilarindan koruyan sansi yeterince biliyor muyuz?
Kanada’nin ulusal sporu hokey’i ele alalim. Basarili hokey takimlarinin oyuncularinin hangi ayda dogduklarina bakildiginda bunlarin agirlikli olarak (%70) yilin ilk üç ayinda dogduklari görülür. Bu oran aylar ilerledikçe git gide düserek ekim-aralikta %10’a iner.
Bunun açiklamasi gayet basittir. Kanada’da hokey seçmelerinde siniflandirma ayni yilin 1 Ocak- 31 Aralik arasi dogan çocuklarini bir araya toplar. Dolayisiyla 2 Ocakta 10 yasini dolduran bir çocuk 31 Aralikta doganla ayni yas grubunda oynar. O yaslarda 12 aylik fark, fiziksel olgunlukta muazzam fark yaratir. Çocuklar 9 – 10 yaslarindayken koçlar, yildizlar takimini seçmeye baslarlar. Tabi ki yilin ilk aylarinda doganlar daha yapili, hareketleri daha esgüdümlü oldugu için yildizlar takimlarina seçilme sanslari çok yükselir. Bir kere seçildiler mi de digerlerine göre daha fazla antrenman yaparlar, takim arkadaslari ve antrenörleri daha iyidir. Böylelikle önce gençler ligi, oradan da süper lig oyuncusu olma sanslari adamakilli katlanir.
Gruplandirmanin dogum tarihlerine göre yapildigi, erken yasta kimin iyi olduguna, kimin olmadigina karar verildigi, ‘yetenekli’ nin ‘yeteneksiz’ den ayrildigi ve ‘yetenekli’ ye çok daha fazla imkân tanindigi her alanda, gruplandirmanin basladigi tarihe en yakin tarihte doganlara acayip avantaj saglanmasi kaçinilmazdir. Amerika’da futbol ve basketbol seçmeleri böyle yapilmadigindan bu fark yoktur. Ancak beysbol seçmeleri dogum tarihine göredir. Seçmeler 31 Temmuzda basladigindan süper lig oyuncularinin pek çogu agustos dogumludur.
 
Egitimde de durum farkli degildir. Ayni yilin 1 Ocak – 31 Aralik tarihinde doganlar ayni sinifa baslarlar. Daha sonra da erken yasta yetenek gruplarina ayrilirlar. Ögretmenler olgunlasma ile yetenek arasindaki farki göremediginden genelde daha büyük çocuklar ‘ileri’ giderler. Böylece daha yogun egitim aldiklarindan, daha geç dogmus çocuklarla aralarindaki fark her yil git gide açilir; ta üniversiteye kadar. Kimse de bunu umursamaz ne yazik ki.
Sosyolog Robert Morton, bu duruma Matta (Mathew) incilindeki bir ayete dayanarak ‘Matta etkisi’ adini veriyor. Ayette, ‘Sahip olanlara daha fazla verilecek, hem de bol miktarda; sahip olmayanlardan ise sahip olduklari seyler bile alinacak’ denmektedir. Gerçek hayatta da basarililara hep daha fazla firsat sunuldugundan daha da basari kazanirlar. Zenginler çok daha az vergi verir. En iyi ögrenciler en iyi egitime ve en fazla ilgiye mazhar olur. Sosyologlarin deyimiyle basari, ‘avantaj birikimi’ nin sonucudur. Erken yasta yetenek gruplandirmasi yapilan egitim ve sporlarda sadece baslama tarihine yakin dogmak ömür boyu süren bir avantaj saglar. Fakat ayni sebepten, çocuk nüfusunun yarisi sirf yilin ikinci yarisi dogmakla, yeteneklerini ilerletebilme sansindan mahrum birakilmis olurlar. Toplum olarak basarililara hayranlik duyar, basarisizlari küçümseriz ama, kisinin kendisine mal edip toplumun etkilerini görmezden geliriz. O yüzden hangi ayda dogmus olursa olsun bütün çocuklara ayni sans verilse basarililarin sayisi çok daha artar.
BÖLÜM 2
10.000 Saat Kurali
Michigan Üniversitesi yeni bilgisayar merkezini 1971’de yeni bir binada kurdu. Zamanin en modern, en büyük bilgisayarlarini barindiran merkez, uzay filmlerini andiriyordu. Michigan Üniversitesi dünyanin en ileri bilgisayar egitim programini sunuyordu. Bu programi alan binlerce çocuktan en ünlüsü Bill Joy’dur.
16 yasinda, Merkezin açildigi yil üniversiteye baslayan Joy, arkadaslarinin ‘sevgilisiz inek’ diye tanimladigi çok çaliskan bir ögrenciydi. Merkezi görür görmez kendisini bilgisayar dünyasina gömdü ve bir daha da buradan çikmadi. Gecesini gündüzüne katip üniversitenin bu olaganüstü imkanindan yararlandi, yeni programlar gelistirdi. UNIX’i yeniden yazma görevi alinca o kadar iyi yazdi ki bugün bile dünyadaki milyonlarca bilgisayar bu isletim sistemiyle çalisir. Internete ulasmamizi saglayan yazilimlarin çogunu Bill Joy yazmistir. Mezun olduktan sonra 3 arkadasiyla kurdugu Sun Microsystems, bilgisayar devriminin baslica oyuncularindandir. Orada yazdigi Java programiyla efsanesi daha da büyümüstür.
Tüm dünyadaki psikologlar bir kusaktir bir soruyu tartismaktalar: Istidat (dogustan gelen yetenek) diye bir sey var mi?. Cevabin ‘evet’ oldugunda herkes hemfikir. Tartisilan nokta, yetenekte istidatin ne oranda, çalismanin ne oranda rol oynadigidir. Arastirmalar istidatin daha az, çalismanin çok daha büyük rolü oldugu sonucunu vermistir.
 
Örnegin elit Berlin Müzik Akademisinde yürütülen bir arastirmada kemancilar dünya çapinda virtüöz olabilecek ‘yildizlar’, ‘ iyiler’ ve ancak müzik ögretmeni olabilecek ‘vasatlar’ olarak üç grupta incelenmistir. Hepsi 5 yaslarinda kemana baslayan ve önceleri yaklasik ayni süreyle çalisan çocuklarin çalisma sürelerindeki fark yillar geçtikçe git gide açilmaktadir. Yildizlar 14 yasindayken haftada 16 saat, 20 yasina geldiklerinde 30 saati askin çalismaktadirlar. Böylece elit kemancilar 20 yasina geldiklerinde 10.000 çalisma saatine ulasmaktadirlar. Buna mukabil iyilerin toplami 8.000 saat, müzik ögretmenlerinin 4.000 saattir. Ayni durumun profesyonel piyanistler için de geçerli oldugu görülmüstür.
Arastirmanin çarpici bir sonucu da, arkadaslarindan daha az çalisip da zirveye çikan ‘dogal yetenege’ rastlanmadigi gibi, herkesten fazla çalistigi halde zirveye ulasamayana da rastlanmamasidir. Sonuçta bir müzisyen üst düzey bir müzik okuluna girebilecek istidata sahipse, artik onu digerlerinden ayiran sadece çalistigi süredir. Zirvedekiler arkadaslarindan daha fazla çalisarak o noktaya ulasmazlar; çok , çok daha fazla çalismalari gerekir.
Karmasik bir görevde mükemmellige ulasmak için asgari bir süre gerektigi kurali uzmanligin her dalinda ortaya çikmaktadir. Bilim adamlari bu büyülü sürenin 10.000 saat oldugu konusunda mutabiklardir. Besteciler, basketbol oyunculari, roman yazarlari, buz patencileri, konser piyanistleri, satranç oyunculari üzerinde yürütülen arastirmalarda bu sayi tekrar tekrar karsimiza çikmaktadir. Elbette ki ayni süre çalisan herkes ayni derecede basarili olmaz. Fakat dünya çapinda uzmanligin daha kisa sürede kazanildigi da görülmemistir. Gerçek ustaliga erismek için, beynin aldiklarini özümsemesi ve yerlestirmesi gerekir. Bu yerlestirme de en az 10.000 saat bilfiil çalisarak mümkündür.
Mozart’in bile çocukluk bestelerinin çogu baska bestecilerin eserlerinin yeniden düzenlenmesidir. Gerçek anlamda saheserlerini 21 yasindan itibaren yazmistir ki o yasa geldiginde zaten 10 yildir beste yapmaktaydi. Bu da kabaca 10.000 saatlik çalisma demektir.
Satrançta büyük ustaliga erismek de 10 yil sürer. Yalnizca efsanevi Bobby Fischer bunu 9 yilda basarmistir. Çalisma (pratik) iyi oldugunuzda yaptiginiz bir sey degildir; iyi olmak için yaptiginiz seydir.
sünürseniz, 10.000 saat muazzam uzun bir süredir. Genç bir yetiskinin kendi basina bu süreye ulasmasi neredeyse imkansizdir: ailenizin sizi tesvik ederek desteklemesi lazim. Yoksul olamazsiniz çünkü geçim için baska bir iste çalisirsaniz pratik yapmaya zamaniniz kalmaz. Aslinda bu sayiya ulasabilenler genellikle ya hokeyciler gibi özel programlara kabul edilenler ya da önlerine olaganüstü firsatlar çikanlardir.
1971 deki Bill Joy’a dönersek: 16 yasinda bir matematik dahisi. Kamyon dolusu yetenegi var ama yeterli mi? O dönemde bilgisayarlar oda büyüklügünde. Bugünkü mikrodalga firinlarindan daha az güce ve bellege sahip bir tek bilgisayar milyon dolar tutuyor. Sansiniza yakinlarinizda bir tane varsa kiralamak ates pahasi. Bir makineyi yalnizca bir kisi kullanabiliyor.
 
Burada devreye Michigan Üniversitesi giriyor. Zira burasi dünyada, ayni anda birkaç insanin çalisabilecegi dev bilgisayar’lara sahip 2-3 yerden birisi. Matematik ve mühendislik okumaya gelen Bill Joy’u burada bilgisayar böcegi bir isiriyor, bir daha da birakmiyor.
Bill Joy’un önüne çikan firsatlara bakin: Üniversite olarak Michigan’i seçmesi, en gelismis bilgisayar’in orda olmasi, Merkezin bütün gece açik tutulmasi ve böylece her gün 8-10 saat programlama yapabilmesi, bu sayede UNIX’i yeniden yazabilecek kapasiteye ulasmasi. Evet, kuskusuz Joy üstün zekaliydi, ögrenmeye hevesliydi ve isin en önemli kismi bunlardi. Fakat uzman olmadan önce birileri ona nasil uzman olunacagini ögrenme firsati vermeliydi. Böylece 10.000 saate ulasabildi.
10.000 saat kurali basarinin genel kurali midir? Hepimizin tanidigi iki örnek daha siralayalim:
Bill Gates ve Beatles.
1957 de kurulan Beatles 1960 ta adini daha yeni yeni duyurmaya çalisan bir lise grubuydu. O yil, bir organizatör tarafindan Hamburg’da çalmaya davet edildiler. Liverpool’dayken çalistiklari mekanda her gece 1 saat hep ayni sarkilari çalarlarken, Hamburg’daki 24 saat açik kulüpte haftanin her gecesi 8 saat çaldilar, hem de programi doldurmak için hep yeni sarkilar üreterek.
8 saat mi dediniz?
Haftanin 7 günü mü dediniz?
1964’te ünleri patlama yapincaya kadar 1200 defa canli performans yapmakla kalmamislar, müziklerini de olaganüstü gelistirmislerdi. En basarili albümleri addedilen ‘Sergeant Pepper’s Lonely Hearts Club’ i çikardiklarinda tam 10 yildir çalismaktaydilar.
Simdi bir de Bill Gates’e bakalim:
Seattle’da varlikli bir aileden gelen Gates, ders çalismaktan çabucak sikilan bir çocuktu. Bu yüzden 7. Siniftayken ailesi onu Özel Lake Side okuluna gönderdi. Gates’in okuldaki ikinci yilinda Bilgisayar kulübü kuruldu. Velilerin düzenledigi bir kermeste kazanilan üç bin dolarla Seattle’in merkezindeki bir ana bilgisayar’a bagli terminal satin alindi. Yil 1968. O zaman degil ilkögretimde, daha bir çok üniversitede böyle bir imkan yok. Olaganüstü!
Bill Joy bilgisayar’ la 1971 de, üniversitede tanismisti, Gates ise daha 1968’de. O andan itibaren de bilgisayar odasinda yasamaya basladi. Gates ve aralarinda Paul Allen’in da bulundugu birkaç arkadasi bu yeni tuhaf cihazi kendi kendilerine ögrendiler. Haftada 25-30 saat çalisiyorlardi. 8. Siniftan lise sona kadar geçen 5 yil, Gates’in Hamburg’uydu. Ailesinin varlikli olup Lakeside’i seçmesinden (1968 de kaç lisede bilgisayar terminali vardi?) baslayarak Bill Joy’unkileri asan sans ve firsatlar Gates’in hayatina yön vermisti. Öyle ki, Gates kendi yazilim sirketini kurmak üzere Harvard’i biraktiginda 10.000 saati çoktan asmisti. Dünya üzerindeki kaç gencin bu kadar deneyimi vardi ki?
 
Beatles’in, Bill Joy’un ve Bill Gates’in hikayelerine topluca bakarsak basariya giden yolun resmini daha iyi görebiliriz. Kuskusuz her üçü de inkar edilemez düzeyde, bir kusakta tek tük görülecek yetenege sahipti. Bu kesin. Fakat onlarin hikayelerini farkli kilan olaganüstü yetenekleri degil, önlerine çikan olaganüstü firsatlardir.
Siradisi basarililarin yararlandigi baska bir gizli firsat da dogum tarihleridir. Dünyanin gelmis geçmis en zenginlerinin listesine bakildiginda 75 kisinin 14’ ünün 19. yy’in ortalarindaki 9 yil içinde dogdugu görülür. Sebep? 1860 ve 1870’lerde Amerika tarihinin en büyük transformasyonunu yasiyordu. Demiryollarinin dösendigi, Wall Street’in ortaya çiktigi dönemdi. Geleneksel Ekonominin dayandigi bütün kurallar yikilmis ve yeniden yazilmisti. 1831 ile 1840 arasinda doganlara büyük sans dogdu. Öncesi ve sonrasinda bu firsat yoktu.
Kisisel bilgisayar (PC) döneminde de en önemli tarih 1975’tir. O güne kadar bilgisayar’lar dev boyutlarda ve korkunç pahaliydi. Her elektronik hastasinin hayali kendine ait bir bilgisayar’a kavusmakti. 1975 de kisilerin parçalari birlestirip kendi bilgisayar’ini olusturabilecegi kitler piyasaya çikti ve 397$ dan satilmaya baslandi. Bundan en fazla kim yararlanabilecekti? 1952 ile 1958 arasi dogan gençler. Önce doganlar ise girmis, ev bark kurmuslardi. Buna ayiracak para ve vakitleri yoktu. Sonrakilerin ise yasi tutmuyordu. Nitekim Bill Gates (1955), Paul Allen
(1953), Steve Ballmer (1956), Steve Jobs (1955) , Bill Joy (1954) ve Eve Schmidt hep bu sablona uymaktadirlar.
BÖLÜM 3 
DAHILERIN SORUNU – I
Birinci Dünya Savasinin ertesinde Stanford Üniversitesinde Psikoloji Profesörü Lewis Terman, tarihteki en ünlü psikolojik arastirmalardan birini baslatti.
Terman’in uzmanlik alani zeka testleriydi. Sonraki 50 yil boyunca dünya çapinda milyonlarca kisinin girecegi Stamford Binet IQ testi onun eseriydi. Terman üst üste IQ testlerine tabi tuttugu 250.000 ilk ögretim ve lise ögrencileri arasindan, IQ’ su 140-250 arasi olan 1457 çocugu seçti ve kalan hayatinda bu dahileri anaç bir tavuk gibi kolladi, gözetti, testlere tabi tuttu ve is, aile, saglik, her yönden izledi. Tüm bulgularini ‘Dehanin genetik arastirmasi’ adini verdigi kalin kirmizi ciltlere kaydetti. Ahlak hariç, ‘Birey için hiçbir sey IQ’su kadar önemli degildir.’ diyordu Terman. Seçtigi kisilerin olaganüstü basarili olacagina, Amerika’nin gelecekteki kaymak tabakasini olusturacagina inaniyordu.
Bugün bile Terman’in fikirleri basari anlayisimizin merkezini teskil eder. Okullar yetenekli çocuklar için ayri programlar uygular. Üniversitelerin çogu zeka testine göre ögrenci kabul eder. Google, Microsoft gibi sirketler adaylarin kisisel yeteneklerini ölçer. Hepimiz dahilere hayranizdir. Bir dahinin geride kalmasinin imkansiz oldugunu düsünürüz.
Fakat bu dogru mu?
 
IQ skalasinin alt tarafindakiler (IQ’su 70’in altinda olanlar) zihinsel engelli kabul edilir. Ortalama skor 100 dür ve üniversiteyi bitirmek için bunun biraz üstü gerekir. Nispeten iyi bir mastir - doktora 115’in üstünde mümkündür. Genel olarak skorunuz ne kadar yüksekse o kadar daha iyi egitim alirsiniz, muhtemelen daha çok kazanirsiniz ve ister inanin ister inanmayin, daha uzun yasarsiniz.
Ama bir dereceye kadar.
Basari ile IQ arasindaki iliski bir noktaya kadar dogrusaldir. Fakat 120 den itibaren IQ’ nun daha yüksek olmasinin gerçek dünyada bir avantaj yarattigi söylenemez. IQ’su 170 olan birinin düsünme kapasitesi 70 olandan tabii ki daha iyidir. Ancak nispeten yüksek IQ larda bu farkin pek önemi kalmaz. 130 olan bir bilim adaminin Nobel kazanma sansi 180 olandan daha az degildir. Baskette de benzer durum söz konusudur. 1.65 boya sahip birinin profesyonel basketçi olma sansi ne kadar olabilir? Bu düzey oyunculuk için en az 1.80 boy gerekir. Biraz daha uzunsaniz daha da iyi. Fakat bir noktadan sonra boyun önemi kalmaz. Mesela gelmis geçmis en büyük oyuncu Michael Jordan 1.95 di. Zekada da durum aynidir. Zekanin da bir esigi vardir. Nobel ödülü kazanan Amerikali bilim insanlarina baktigimizda, en iyi birkaç üniversite disinda, genelde orta ile ortanin üstü üniversitelerden mezun olduklarini görürüz. Yale veya Harvard’i bitiren biriyle Georgetown’u bitiren birinin Nobel kazanma sansi aynidir. Prof. Barry Schwartz, elit okullarin karmasik ögrenci kabul kurallarini bir yana birakip, kura çekmelerini önermisti. Kesinlikle dogru. Nitekim Michigan Üniversitesi dezavantajli kesimlerden ve azinliklardan gelen çocuklara ayirdigi kotayla standart alti ögrenci kabul etmektedir. Okul yillari sirasinda bu ögrenciler digerleri kadar basarili olmasalar da mezun olduktan sonraki hayatlarinda ev, aile, is, yani her konuda standart üstündeki arkadaslariyla tipatip ayni seviyeye gelmektedirler. Zaten önemli olan da gerçek hayat degil mi? Zeka bir dereceye kadar çok önemlidir. Ondan sonra yaraticilik, hayal gücü, çaliskanlik gibi pek çok karakter özelligi devreye girer; Tipki basketbol oyunculugunda boyun ötesinde hiz, saha hakimiyeti, çeviklik, top tutma becerisi ve aticiligin gerektigi gibi.
Terman’in hatasi buydu. Deneklerini baska özelliklerine bakmaksizin sadece zeka skalasinin %99’una giren grubundan seçmisti. Olaganüstü görünen bu özelligin aslinda ne kadar az önem tasidiginin farkinda degildi. Denekler yetiskin olduktan sonra her çesit ve seviyede kariyer, meslek, gelir ve mevki sahibi oldular. %20 si beklenen basariya ulastilar. % 60 i tatminkar düzeye geldi. % 20 si ise postaci, memur vs veya issiz olarak yasamlarini sürdürdüler. Hiç biri Nobel ödülü kazanamadi. Hatta daha sonra Nobel kazanan iki ilkokul ögrencisini (William Shakley ve Louis Alvares) Terman test etmis ama IQ larini yeterli bulmadigi için gruba kabul etmemisti. Bir baska deyisle Terman dahileri degil de hiç zekalarina bakmadan ayni aile düzeyindeki çocuklari rastgele seçseydi sonuç pek degismeyecekti. Nitekim Terman deneyini su sözlerle tamamladi: “Zeka ve basarinin hiç de birbiriyle alakali olmadigini görmüs bulunuyoruz.’’ 
 
BÖLÜM 4
DÂHILERIN SORUNU- II
2008 de Amerikan televizyonlarinda yayinlanan “1 e karsi yüz” adli yarisma programinda Christopher Langan adindaki özel davetli bir yarismaci karsisindaki 100 kisiyi alt ederek 250.000 dolar kazandi.
10 yildir Chris Langan farkli bir tür ün sahibi. Çesitli programlara konuk oluyor, dergilerde röportajlari yayimlaniyor. Tanimlanmasi güç bir beyne sahip oldugundan, hakkinda bir belgesel film bile çekildi.
Langan’in IQ testleri ölçülemeyecek kadar yüksek çikiyor. 6 aylikken konusmaya baslamis, 3 yasinda okuma – yazma ögrenmis, 5 yasinda tanrinin varligi konusunda dedesiyle tartismaya girismis. Okuldayken kitaplara sadece göz gezdirerek sinavlarda en basarili notlari almis, üniversite sinavinda tam puan almis.
Chris’in annesinin 4 oglu vardi. Anlatilmayacak kadar yoksul bir aileydi. Babasi terk edip gitmis, üvey baba ayyas ve siddet uygulayan biriydi. Bir sehirden digerine tasinip duruyorlardi. Chris üniversiteden burs kazandigi halde, ikinci dönem annesi gerekli bir formu doldurmadigi için bursunu kaybedip okuldan ayrilmak zorunda kaldi. Bir süre insaatlarda çalisti. Tekrar üniversiteye basladi fakat kardesleri arabasini bozdugundan sabah derslerine yetisemiyordu. Dekan’a çikip ayni derslerin ögleden sonraki siniflarina katilmak istedigini söyledi. Baska ögrencilere her zaman saglanan bu kolayligi dekan Chris’e tanimadigi için oradan da atildi. Oysa bütün hayali doktora yapip akademisyen olmakti. Yarim kalmis tahsille isçi olarak çesitli yerlerde çalisirken bile felsefe, matematik ve fizik’le ugrasmaktan vazgeçmedi. ‘Evrenin Bilinçsel Teorik Modeli’ adini verdigi bir tez hazirladi fakat egitimini unvani yeterli olmadigindan bilim dergilerinde yayinlanma ümidi yok. Böylece, bilinen en üstün zekalilardan Christopher Langan’in IQ’su ölçülemiyecek kadar yüksek oldugu halde (Einstein’inki 150 idi) aile, okul, çevreden kaynaklanan bir dizi sansizliklardan dolayi bugün bir çiftlikte oturmus, üzüm yetistirmektedir.
Chris Langan’in yasami insanin yüregini burkuyor. Annesi formu imzalamadigi için bursunu kaybetmesi, arabasi bozuldugu için sabah siniflarina yetisememesi ve dekanin da onu ögleden sonraki siniflara aktarmayi reddetmesi ve daha nice sansizliklar. Halbuki pek çok ögrenci üniversitede ders saatlerini degistirir durur. Chris’in dekani ikna edememesinin en büyük sebebi, pratik zekasinin yeterli olmamasiydi.
Insanlari sikintili durumlardan laf cambazligiyla kurtaran, baskalarini kendi istegini yapmaya ikna eden beceriye pratik zeka denir. Pratik zeka kime neyi, ne zaman, nasil söyleyecegini bilmektir. Pratik zekaya sahipseniz bir seyi nasil yapacaginizi bilirsiniz ama niye bildiginizi veya açiklamasini bilmek zorunda degilsiniz. Sadece kafanizda olan mutlak bilgi degil, uygulamaya (pratige) yönelik bilgidir. IQ testleriyle ölçülen analitik zekayla ayni olmadigindan, birinin bulunmasi illa ki digerinin de bulunmasini gerektirmez. Tabi sansliysaniz ikisine de sahip olabilirsiniz.
Pratik zeka nereden gelir? Analitik zekanin nereden geldigini biliyoruz: agirlikli olarak genlerimizden. Ölçüsü IQ dur. Hayatta basini becerme ise bir dizi bilgidir ve ögrenilmesi gerekir. Bu tür tutum ve becerileri de genellikle ailemizden ögreniriz. Bu süreci incelemek amaciyla sosyolog Anette Lareau tarafindan yapilan bir deneyde siyah ve beyaz, zengin ve yoksul ailelerden ilkokul üçüncü sinifta okuyan 12 çocuk seçildi. Her aileye en az 20 defa, saatler süren ziyaretler yapildi. Deney uzmanlari her aile ve çocugu günlük yasamlari içinde ailenin köpegi gibi izledi ve not aldi. Sanirsiniz ki 12 ailenin de yetistirme tarzi farkliydi: sert aileler, gevsek aileler, ilgili aileler, ilgisiz aileler vs vs. Oysa sonuç çok farkliydi. Yalnizca iki tip çocuk yetistirme felsefesi vardi ve bunlar sosyal sinif hattiyla bölünüyordu. Varlikli aileler çocuklarini bir sekilde, yoksul aileler çocuklarini baska bir sekilde yetistiriyordu.
Varlikli aileler çocuklarini serbest zamanlarinda bir aktiviteden digerine kosturuyorlar, ögretmenleri, koçlari, takim arkadaslari hakkinda sorular soruyorlardi. Çocuklariyla sohbet ediyorlar ve yalnizca emir vermek degil, fikirlerini de aliyorlardi. Otorite durumlarinda çocugun büyüge karsi çikmasini, müzakere etmesini, sorgulamasini normal kabul ediyorlardi. Okulda basarisi düserse çocuk açisindan oldugu kadar ögretmenler açisindan da sorguluyorlardi sebebini.
Yoksul ailelerde ise okul disi aktivite neredeyse hiç yoktu. Katilan çocuk da kendi çabasiyla katiliyordu. Otorite karsisinda pisiyorlar, suskun kaliyorlardi. Hep geri planda duruyorlardi.
Lareau varlikli sinifin yetistirme tarzina ‘ Hedefe Yönelik’ adini veriyor. Bu tarz, çocugun yeteneklerini, fikirlerini ve becerilerini aktif biçimde gelistirme ve degerlendirme girisimidir. Yoksul aileler ise aksine ‘Dogal Büyüme Stratejisi’ izler. Çocugun bakim sorumlulugunu üstlenirler fakat kendi halinde büyüyüp gelismeye birakirlar.
Lareau, bir yöntemin ahlak açisindan digerinden daha iyi olmadigini vurguluyor. Yoksul çocuklari daha terbiyeli, daha az mizmiz, vaktini daha yaratici biçimde kullanan, bagimsizlik duygusu gelismis çocuklar olarak nitelendiriyor. Hedefe yönelik tarzin da pratik anlamda büyük yararlari vardir. Çocuk degisik deneyimler kazanir. Takim çalismasini ve disiplinli durumlarla basa çikmayi ögrenir. Büyüklerle rahat iliski kurmayi ve gerektiginde karsi fikrini dile getirmeyi becerir. Hakkini koruma bilincine sahiptir. Ortami kendi tercihlerine göre sekillendirir. Aksine, yoksul çocuk olumsuzluklarla karsilastiginda güvensizlesir ve kendi kabuguna çekilir.
Varlikli çocuk kendisine saygili davranilmasina alisiktir. Kendisini özel biri olarak büyüklerin ilgi ve dikkatine layik görür.
Bu özelliklerin hiçbiri genlerden gelmez. Irka bagli da degildir. Tamamen ailesinin davranisinin, ögretisinin ve tesviklerinin sonucudur. Bir kültür meselesidir. Varlikli çocuk yalnizca daha iyi okullara gittigi için degil, daha önemlisi ‘hakkim var ve layigim’ duygusunun ögretilmesi dolayisiyla modern dünyada basarili olmaya daha yatkindir. Yoksul çocugun otorite karsisinda itiraz etmeyi, kendi fikrini söylemeyi ve haklarini kollamayi becerememesi büyük handikap teskil eder.
Terman’in denekleri de tamamen dahi çocuklardan seçilmisti. Büyüdüklerinde ortaya çikan muazzam yasam ve basari seviyesi farkinin nedenleri incelendiginde baslica etkenin yetistikleri aile oldugu görüldü. En iyi duruma gelenler kitap okuyan, çogu yüksek okul mezunu, nispeten varlikli ailelerden geliyordu. En alt seviyedekilerin aileleri yoksul ve tahsilsizdi. En iyiler gelir, kariyer ve mevki üstünlügü yaninda daha çekici, oturakli, cevval ve iyi giyimliydiler. Bu 4 özellik en alt seviyedekilerle karsilastirildiginda iki ayri insan türüne bakiyor gibiydiniz. Hepsi deneye ayni seviyede baslamis, ancak alttakileri çevresi dünyaya hazirlamadigindan yitik yetenek olup çikmislardi. Bu da bize sunu gösteriyor ki hiç kimse, ne pop yildizlari, ne profesyonel sporcular, ne yazilim milyarderleri ve hatta ne de dahiler tek baslarina basarili olurlar.
BÖLÜM 5
JOE FLOM’DAN 3 DERS
  
Joe Flom büyük buhran yillarinda New York’ta Yahudi bir göçmen ailenin çocugu olarak dogmustu. Aile asiri yoksuldu. Joe küçük yasta avukat olmayi kafasina koymustu. Azmetti, çalisti ve Harvard’i bitirdi. Tipinden ve Yahudi olusundan dolayi is için basvurdugu hiçbir büyük avukatlik firmasi onu kabul etmedi. Nihayet 3 avukatin kurdugu yeni yetme Skadden ve Arps firmasinda is buldu. Kisa sürede firmanin büyük ortagi oldu.
Bugün Skadden ve Arps dünya çapinda 23 ofiste 2000 avukatin çalistigi, bir milyar $’in üstünde ciro yapan, dünyanin en güçlü ve büyük avukatlik firmalarindan biridir. Sirket satin alacaksaniz veya sirketiniz satin aliniyorsa kendinizi ya bu firmaya emanet edersiniz, ya da ‘keske etseydim’ dersiniz. Bu hikaye simdiye kadar anlattiklarimi tekzip mi ediyor sizce? Yoksulluktan zirveye çikan biri. Ne demistik? Basarili insanlarin basarisi bir tek kendilerinden kaynaklanmaz. Geldikleri yer ve bulunduklari ortamin bir ürünüdürler. Joe’nun zekasini, kisiligini veya hirsini bir kenara birakalim. Tabii ki bunlara bolca sahipti. Ama diger faktörlerin hepsi aleyhineydi, ancak hepsi beklenmedik sekilde firsat ve avantaj teskil etti.
Joe’yu ise almayan o yillarin büyük firmalari tamamen ‘beyazlardan’ olusan, birbirlerine siki sikiya bagli, kendini begenmis firmalardi. Genellikle sirketlerin vergi, hisse ihraci gibi islerine bakar, tazminat davalarini ve sirket ele geçirme (takeover) davalarini küçümsedikleri için almazlardi. O yüzden 1950’lerde ve 60’larda Bronx ve Brooklyn’li Yahudi avukatlarin kapisina gelen davalar beyaz sirketlerin tenezzül etmedigi tazminat ve daha da önemlisi, ‘vekaletname’ davalariydi. Bir yatirimci bir sirketi ele geçirmeyi kafasina koyunca yönetimi beceriksizlikle suçluyor ve hissedarlara gönderdigi mektupta sirket yöneticilerini genel kurulda devirmek için vekaletnamelerini istiyordu. Vekalet savaslarinda devreye Joe Flom gibi avukatlar giriyordu.
 
Derken 1970lere gelindi. Piyasalar uluslararasi hale geldi, para miktari artti. Yatirimcilar saldirganlasti. Ele geçirmelerin sayisi ve büyüklügü hizla artmaya basladi. Öyle ki 1970’lerin ortalarindan 1980’lerin sonuna kadar birlesme ve ele geçirmelerde ortada dönen para her yil %2000 artarak çeyrek trilyon dolara ulasti. Eski ekol firmalarin tenezzül etmedigi tazminat ve ele geçirme davalari birdenbire bütün firmalarin gözdesi oldu. Peki hukukun bu iki alaninda kim uzmanlasmis, kim tecrübe kazanmisti? 10 – 15 yil önce büyük firmalarda is bulamayan Yahudi gençlerin kurdugu, bir zamanlarin marjinal ikinci sinif avukatlik firmalari tabi ki. Bir alanda bir kere ün kazandiniz mi, yeni müsteriler kosarak size gelir.
Bu öykü Bill Joy ve Bill Gates’inkine ne kadar benziyor degil mi? Onlar da hiçbir fayda ummadan tüm zamanlarini bilgisayar basinda geçirmisler, PC devrimi basladiginda da arkalarindaki 10.000 saatle yarisa çok önce baslamislardi. Flom da Skadden ve Arps da 20 yil boyunca dirsek çürütüp uzmanlasmis, dünya degisiverince de yeni dünyaya hazir olmustu. Joe olumsuzlugu yenmemisti; olumsuzluk firsata dönüsstü.
Basari faktörleri arasinda kisinin dogum tarihinin de büyük önem tasidigini daha önce söylemistik. Dev is adamlarinin (Rockefeller Vanderbilt) 1830 – 1840 arasinda, yazilim dahilerinin 1954-1958 arasinda dogdugu gibi, Newyorklu Yahudi avukatlar için de en büyük sans 1930’larda dogmus olmakti. 1930’larin büyük buhraninda dogum oranlari adamakilli düsstü. O yüzden bu kusagin çocuklari az ögrencili okullarda iyi egitim aliyorlar, üniversiteyi bitirince de fazla rakip olmadigindan kolayca is buluyorlardi.
New Yorklu basarili avukatlarin baska bir ortak noktasi da aileleridir.
19. yy’in sonlariyla 20. Yy’in baslarinda Amerika’ya göç eden Yahudi göçmenler diger ülkelerden gelen göçmenlere benzemiyordu. Irlandali ve Italyanlar Avrupa’nin yoksul tasrasinda icarla çiftçilik yapan köylülerdi. Yahudiler ise, yüzyillardir Avrupa’da toprak sahibi olmalarina izin verilmediginden, sehirlere ve kasabalara toplanmislar, esnaflik ve zanaat ögrenmislerdi. Bakkallik, kuyumculuk, mücellitlik, saatçilik gibi mesleklere sahiptiler ancak en fazla terzilik, sapkacilik ve kürkçülük gibi giyim isi ile ugrasiyorlardi. Mesleklerini yeni dünyada da sürdürdüler. Öyle ki, 1900’lere gelindiginde New York’ta giyim sektörü tamamiyla Yahudi göçmenlerin eline geçmisti. Giyim sektörü ise New York ekonomisinin en büyük ve en fazla gelir getiren sektörüydü. Oysa Italyan ve Irlandalilarda ayni beceriler olmadigindan amele, hizmetçi veya insaat isçisi olarak is bulabiliyorlardi. Yahudiler kendi kendilerinin patronuydu. Kararlarinin ve tuttuklari yolun sorumlulugu kendilerine aitti. Kafalarini ve hayal güçlerini kullaniyorlardi. 
 
Yaptiklari iste gayretlerinin ödülünü aliyorlardi. 
 
Ne kadar çok çalisirlarsa o kadar çok para kazaniyorlardi. Bu üç sey: kendi basina karar ve sorumluluk almak, kompleks bir görev ve gayretle ödül arasindaki oranti, yapilan isten tatmin olmak için mutlak gereken niteliklerdir. Nihayetinde 9’dan 5’e kadar bizi mutlu eden sey kazandigimiz para degil, yaptigimiz iste tatmin olmaktir. Bu üç kritere sahip isin bir anlami vardir. Bill Gates Lakeside okulunda klavye basina geçtiginde de, Beatles her gece 8 saat çalmak durumunda kaldiginda da ayni tatmini yasadiklarindan pes etmemislerdi. Yapilan isin bir anlami yoksa tam bir hapishanedir. O yüzden hukuk, tip ve benzeri bir mesleklerde en üst kademelere ulasmak isteyenlerin çikaracagi ders sudur: Yeterince siki çalisirsaniz, kendinizin degerini kanitlarsiniz, kafanizi ve hayal gücünüzü kullanirsaniz dünyayi istediginiz gibi sekillendirebilirsiniz.
Sonuçta çok basarili New York avukatlarinin üç ortak özelligsunlardir: Yahudi oldugu için vaktiyle ‘beyazlar’ tarafindan dislanmak, anlamli is yapan ebeveynin çocugu olmak ve 1930’larda dogmus olmak. Bu üç avantaj bugünkü konumlarina gelmelerinde en önemli etkendir.
KISIM 2: KÜLTÜREL MIRAS
BÖLÜM 6
HARLAN, KENTUCKY
Harlan kasabasi basta olmak üzere Kentucky Eyaletinin Appalas Daglarindaki bölgede kan davalari çok yaygindir. Bunun sebebi yogun ve çesitli arastirmalara konu olmus ve sonunda sosyologlarin ‘seref kültürü’ adini verdigi bir tür töreye dayandigina karar verilmistir.
Seref Kültürleri, Sicilya, Bask gibi daglik ve topraklari çok az verimli bölgelerde kök salar. Kayalik bir yamaçta yasiyorsaniz tarim yapamadiginizdan keçi ve koyun beslemeye yönelirsiniz. Çobanlik (hayvan yetistiriciligi) çevresinde gelisen kültür, tarim çevresinde gelisen kültürden çok farklidir. Bir çiftçinin yasamasi, çevresindekilerle isbirligi ve yardimlasma içinde olmasina baglidir. Fakat bir çoban kendi basinadir. Çiftçiler gece vakti tüm varliklarinin ellerinden alinacagi korkusunu yasamazlar çünkü ekili ürünü toplamak kolay degildir. Oysa hayvan sahipleri her an mallarinin çalinacagi korkusunu tasirlar. O yüzden sert olmalari gerekir: sözleri ve davranislariyla zayif olmadigini kanitlamalidir. Sanina gelecek en ufak bir lafa karsi savasmaya her an hazirdir. Iste seref kültürü budur. Bu daglik ve bereketsiz topraklarda siddet çok yaygindir. Sert ve acimasiz çevre kosullarina karsi çok siki aile baglari kurarak ve asiret içinde yasayarak kendilerini korurlar. Kan bagina sadakat her seyden üstündür. Cinayet oranlari tüm ülkeden yüksek oldugu halde hirsizlik ve kapkaç daha düsüktür.
Seref Kültürü yalnizca dogdugunuz veya anne – babanizin dogdugu yerle sinirli degildir. Dedelerimizin ve onlarin dedelerinin nerede ve nasil büyüdügüne kadar gider. O bölgede yasamis biri, aile hayvanciligi çoktan terk etmis, tahsil yapmis, çok para kazanmis olsa bile ayni davranislari sergiler. Kültürel miraslar siddetli güçlerdir. Derin kökleri ve uzun ömürleri vardir. Onlari yasatan kosullar degisse bile nesiller, nesiller boyu tutum ve davranislari etkilemeyi sürdürür.
Outliers’da simdiye kadar basarinin ne zaman ve nerede dogdugunuz, ailenizin ne is yaptigi, yetisme sartlariniz gibi pek çok avantajin birikiminden yükseldigini gördük. Ikinci kisimda, atalarimizdan tevarüs ettigimiz gelenek ve tutumlarin ayni rolü oynayip oynamadigini görecegiz. Kültürel miraslari ciddiye almak suretiyle insanlari yaptiklari iste daha iyi hale getirebilir miyiz?
BÖLÜM 7
UÇAK KAZALARININ ETNIK TEORISI
Kore Hava Yollari 20. Yy’in ortalarindan sonuna kadar geçen sürede çok ciddi kazalar yapti. Öyle ki, uçak düsme orani iyi havayollarinin 17 katina çikti. Fakat 2000’den bu yana Korean Air’in güvenlik kaydi lekesizdir. Bugün herhangi bir hava yolu kadar güvenlidir. Sirket bu basariyi ancak kültürel mirasin önemini kabul ettikten ve ona göre önlem aldiktan sonra elde edebildi.
Uçak kazalari gerçek hayatta filmlerdeki gibi pek ani olmaz. Motorun bir parçasi bir arizadan dolayi patlayip alev almaz. Tipik bir ticari uçak evinizdeki ekmek isitici kadar güvenlidir. Uçak kazalari daha ziyade küçük zorluklarin ve görünüste önemsiz arizalarin birikimi sonucudur; tipki bütün sanayi kazalari gibi.
Tipik bir kazada hava pek fazla degil ama pilotu strese sokacak kadar kötüdür. Genellikle tarifenin gerisinde oldugundan pilotlar acele etmektedir. Uykusuz ve yorgundur, berrak düsünemez. Pilotlar birlikte hiç uçmamis olduklarindan aralarinda anlasma sikintisi vardir. Derken hatalar baslar. Bir de degil; tipik bir kaza birbirini izleyen 7 insan hatasi sonucudur. Her biri tek basina olsa kaynayip gidecek hatalar. Üstelik bu 7 hata bilgi ve uçus becerisi yetersizliginden de kaynaklanmaz. Pilotun kritik bir teknik manevra yapmak zorunda kalip basaramamasi da degildir olay. Uçak kazalarina yol açan hatalar zinciri takim çalismasi ve iletisim eksikliginden kaynaklanir hep. Bir pilot önemli bir sey fark eder fakat nasilsa digerine söylemez. Bir pilot bir hata yapar digeri fark etmez. Kritik bir durumun bir dizi islemle düzeltilmesi gerekir ve her nasilsa pilotlar koordinasyonsuzluktan bir islemi atlar.
Tüm kokpit iki kisi tarafindan idare edilecek sekilde tasarimlanmistir. Birbirlerini sürekli olarak hem kontrol etmeleri, hem de isbirligi gerekir.
Ancak genelde kazalarda olan sudur: Kaptan uçus koltugunda oturur. Yardimci pilot bir hata görünce ikazini hiç vurgulamadan, yumusak, ima seklinde yapar. Kaptan duymasa veya durumu düzeltecek hareketi yapmasa bile sesini yükseltmeye çekinir. Hata düzeltme islemleri yapilmadigindan sonunda kaza gerçeklesir.
Hollandali Profesör Hofstede’nin uzun arastirmalar sonucu olusturdugu Güce Uzaklik indeksi (Power Distance Index- PDI), hiyerarsi karsisindaki tutumu, yani bir kültürün otoriteye verdigi degeri ve gösterdigi saygiyi ölçümler. Hofstede ‘Kültürün Sonuçlari’ adini verdigi eserinde sunlari yazar:
“Düsük indeksli ülkelerde güç sahipleri güç sahibi olmaktan adeta utanirlar ve güçlerini saklamaya çalisirlar. Liderler resmi sembollerini birakip gayri resmi statülerini vurgular. Düsük indeksli Avusturya Baskani bazen isine tramvayla gider. Hollanda Basbakanini Portekiz’de bir kampta karavaniyla tatil yaparken gördüm. Böyle seylere rastlamak, yüksek indeksli Fransa ve Belçika gibi ülkelerde neredeyse imkânsizdir.”
Bu fark Almanya ile Fransa arasinda da çok belirgindir. Iki ülkenin ayni sektörde, ayni büyüklükteki imalat fabrikalarini karsilastiran bir arastirmada Fransiz fabrikalarinda çalisanlarin ortalama %26 sinin, Alman fabrikalarinda ise %16 sinin yönetim kadrosunda oldugu görülmüstür. Ayrica Fransizlar tepe yöneticilerine Almanlardan çok daha fazla ücret öderler. Bu da iki ülkenin hiyerarsiye yönelik tutum farkindan kaynaklanir. Fransizlarin güç mesafe indeksi Almanlarin iki kati oldugundan, hiyerarsiye Almanlarin hiç duymadigsekilde ihtiyaç duyar ve destekler.
Yüksek indeksli kültürlerde astlar üstlerine itiraz edemezler, kolay kolay fikirlerini beyan edemezler. Havacilik sektöründe bu durum vahim sonuçlara yol açar. Bu kültürden gelen yardimci pilotlar, kaptani ve kule görevlisini kendinden yukarda gördügü için olumsuzluk veya hata durumunda ikazlari yetersiz, itirazlari ise hiç yoktur. O yüzden gerekli tedbirler zamaninda alinamaz ve kaza kaçinilmaz olur.
En yüksek PDI’li 5 ülke:
1. Brezilya
2. Kore
3. Fas
4. Meksika
5. Filipinler
En düsük PDI’li 5 ülke:
1. ABD
   2. Irlanda
   3. Güney Afrika
   4. Avustralya
   5. Yeni Zelanda
Korean Air’da ast – üst iliskisi o kadar katiydi ki yatili uçus aralarinda genç pilotlar kaptana yemek yapmaktan tutun da hediyelerini satin almaya kadar pek çok seyden sorumluydular. “Amir kaptandir; o neyi; ne zaman, nasil cani isterse öyle yapar. Karsisinda herkes sessizce oturup hiçbir sey yapmaz “ gelenegi ve anlayisi hakimdi. Yüksek güç uzaklik indeksli kültürlerde iletisim yalnizca dinleyicinin bütün dikkatini verebildigi ve imalar, üstü örtülü ifadelerin gerçekte ne anlama geldigini çözmeye vakit olan durumlarda ise yarar. Firtinali bir gecede kokpitin içinde bitkin bir pilotun aletsiz inis gerçeklestirmeye çalistigi durumlarda degil.
Nihayet 2000 yilinda Korean Air harekete geçerek disaridan bir uzmanla anlasti. Uzman önce pilotlarin Ingilizcesini sinadi zira havacilik dünyasinin dili Ingilizceydi. Pilotlar dünyanin herhangi bir yerindeki hava kontrol kulesiyle konusurken bu dili kullanirlar. O yüzden pilotlar yogun dil egitimine tabi tutuldular. Uçusa baslamadan önce basvurulan checklist Ingilizce düzenlendi. Pilotlarin kokpitte kendi aralarinda Ingilizce konusmasi istendi. Bunun ayrica su faydalari oldu: Pilotlarin esas sorunu, ülkelerinin kültürel mirasinin agirliginin altinda eziliyor olmalariydi. Kore dilinin iki kisi arasindaki yakinliga ve saygiya göre degisen alti çesit hitap sekli vardir. Bu da kaptanla yardimcisi arasinda kati hiyerarsiye yol açiyordu. Ingilizce de sen – siz farki dahil böyle farkli hitap sekli olmadigindan Ingilizce sayesinde aralarindaki iliski de yumusuyor ve esitleniyordu. Söz konusu uzman, kültürel miraslarin önemli, güçlü, yaygin ve kalici oldugunu biliyordu fakat kimligimizin ayrilmaz bir parçasi olmadigina inaniyordu. Koreliler kültürlerinin bu özelliklerini dürüstçe kabul ederse, havacilik dünyasina uygun olmayanlari degistireceklerinden emindi. Nitekim bu teshis dogru çikti.
Korean Air’in hiyerarsisinde, kaptandan ve yardimci pilottan sonra yer alan uçus mühendisleri yeniden egitilip Bati havayollarina transfer edildiler. Tecrübeli fakat en alt basamaktaki bu kisiler kültürlerinin kisitlayici baglarindan kurtulunca yeni pozisyonlarinda son derece basarili oldular.
Bu örnek de göstermektedir ki , kültürün, tarihin ve birey çevresindeki dünyanin mesleki basari üzerinde ne kadar etkili oldugunu anladigimiz zaman çaresiz olmadiginizi da anlar ve basarisizliktan basari öyküsü yazabiliriz. Her birimizin zaaflariyla-güçleriyle, egilimleriyle-dirençleriyle farkli kültürlerden geldigini kabul etmek neden bu kadar zor?
Kim oldugumuz, nereli oldugumuzdan ayrilamaz. Bu gerçegi dikkate almadigimiz zaman düzeltme olasiligini da kaybederiz.
BÖLÜM 8
ÇELTIK TARLALARI VE MATEMATIK TESTLERI
Güney Çin’de bugün Sanayi bölgesi olan Inci Nehri deltasi ve Guang Zhou bir zamanlar tamamen çeltik tarlalarindan ibaretti. Bugün bile Nan Ling daglarina yaslanmis dalgali tepeler Çin’in önemli pirinç yetistirme bölgelerinden biridir.
Pirinç Çin’de binlerce yildir üretilmektedir. Japonya’dan Singapur’a kadar dogu Asya’ da pirinç yetistirme teknikleri Çin’den yayilmistir.
Çeltik tarlalari bugday tarlasi gibi topraktaki bitki, tas vs temizlenerek ekime açilmaz, insa edilir. Çeltik tarlalari ya girift teras dizileri halinde yamaçlara oyulur, yahut da batakliklarda veya nehir çevresindeki ovalarda büyük emek sarf ederek insa edilir. Sulanmasi gerektiginden etrafi setle örülür. En yakin kaynaktan su kanallari kazilir. Setlere, bitki belli bir seviyeye kadar su altinda kalacak sekilde su akisini ayarlayan delikler açilir. Suyun süzülüp gitmesini önlemek için tarla tabaninin kil olmasi gerekir fakat çeltik fideleri sert kile ekilemeyeceginden kilin üstü yumusak çamurla kaplanir. Kil çanagi adi verilen bu toprak parçasi adeta bir mühendislikle öyle ayarlanir ki hem bitki optimum seviyede su altinda kalsin, hem de fazlasi akip gitsin. Gübreleme de ayri bir hünerdir. Basta insan diskisi, çesitli maddelerden olusan gübrenin verilme miktari ve zamani dogru ayarlanmazsa faydadan çok zarar getirir.
Ekim zamani geldiginde çiftçinin önünde yüzlerce tohum seçenegi vardir. Her tohumun artilari ve eksileri oldugundan en iyi verimi alacak sekilde bir defada 10’un üstünde türde, orani mevsimine göre degisen tohumlarin karisiminin ekilmesi gerekebilir.
Aile tohumlari önce özel hazirlanmis tohum yatagina eker. Birkaç hafta sonra fideler oradan alinip 15 cm aralikla siralar halinde tarlaya dikilir ve dikkatle büyütülmeye baslanir. Yabani otlar elle ayiklanir. Böceklerden arindirmak için her fide bambu taraklarla tek tek taranir. Bu arada su seviyesi tekrar tekrar kontrol edilir. Fidanlar olgunlasinca tüm aile, akrabalar ve arkadaslar bir araya gelerek ürünü çabucak hasat ederler ki yagissiz kis mevsimi baslamadan yeniden ekim yapilabilsin.
Güney Çin köylerinde üç ögün lapa yenir. Nisbeten varlikli olanlar lapanin üzerine biraz sebze veya et-balik parçaciklari ekleyebilir. Varlik ve sosyal statü pirinçle ölçülür. Kisacasi pirinç hayattir.
Çeltik tarlalarinin en önemli özelligi, kil çanaklarinin küçüklügüdür. Her biri bir otel odasi büyüklügünde olan bu çanaklarin 2-3 tanesi tipik bir köylü ailesinin tüm geçim kaynagidir. O yüzden köylüler safak sökmeden ise koyulup, en iyi verimi elde etmek için gün boyunca gübreleme, su seviyesini ayarlama, yabani otlari ve hasereleri ayiklama ile ugrasirlar. Bir çeltik tarlasina verilen emek, ayni büyüklükteki misir veya bugday tarlasina verilen emegin 10 ila 20 katidir ve bir yilda 3000 saate ulasir.
Bu nedenle, Asyalilarin çaliskanlik gelenegi hayatlarinin her alanina yansir, Batiya göç edenlerde bile. Bati’daki bir üniversitenin kampüsüne gidin, herkes ayrildiktan sonra Asyali ögrenciler hala kütüphanededir. Çalisma sevki muhtesem bir seydir. Gerçekten siki çalismak basarili insanlarin ilkesidir. Bu kitapta inceledigimiz bütün kisi ve gruplar hep yasitlarindan fazla çalisarak bu basariyi elde etmislerdir.
Su rakamlari yüksek sesle okuyun: 4,8,5,3,9,7,6. Gözünüzü uzaklastirip 20 saniye içinde rakam dizinini ezberleyip tekrar etmeye çalisin. Diliniz Ingilizce ise, dizini tam hatirlama sansiniz %50 dir. Ama eger Çinli iseniz, her tekrarinizin dogru olmasi neredeyse kesindir. Peki ama neden? Çünkü biz insanlar sayilari iki saniyelik hafiza çevrimine depolariz. O iki saniyelik süre içinde söyledigimiz veya okudugumuz her seyi kolayca hatirlariz. Ingilizceden farkli olarak Çincede 4,8,5,3,9,7,6 dizisini okumak sadece 2 saniye sürer. Bir dilde sayilari telaffuz etmek için gereken süre ile o dili konusanlarin hafizasi ters orantilidir. Bu alanda ödül, Hong Kong’da konusulan Kanton Çincesinindir.
Ayrica, bütün dogu Asya dillerinde 10’dan büyük sayilarin okunusu çok daha mantiklidir. 20’ye iki on, 35’e üç on 5 denmesi gibi. Kesirlerde de ayni kolaylik vardir. Böylece kafadan 4 islem yapmak kolaylasir.
Batili çocuklarin ilkokuldan itibaren matematikle arasi bozulur. Bunun baslica sebebi dil yapisinin ve temel kurallarinin matematigi anlamayi zorlastirmasidir. Aksine, Asyali çocuklar ayni saskinliga düsmez. Sayilari daha kolay hatirlar, islemleri çabucak yaparlar ve böylece matematikten zevk alirlar. Bu avantaj sayesinde Çinli, Güney Koreli, Japon ögrenciler ve o ülkelerden yakin zamanda Bati’ya göç edenler ulusal ve uluslararasi matematik testlerinde Batililara nazaran üstün basari göstermektedirler.
Bir arastirmada bir grup lise ögrencisine, ev ödevi olarak verilen bir matematik sorusunu çözmeye ugrasirken cevabi bulamayacaklarina inanip birakmalari ne kadar sürer diye sorulmus ve 30 saniye ile 2 dakika arasinda cevabi alinmistir. Ancak bu süre bazi kisi ve gruplarda 22 dakikaya kadar çikmaktadir. Öyle bir ülke düsünün ki bu azim istisna degil köklü bir kültürel miras olsun!
Her yil egitimcilerden ve idarecilerden olusan uluslar arasi bir grup tüm dünyada ilkögretim okulu ögrencilerine kapsamli bir matematik ve fen testi uygular. Ögrencilerden teste baslamadan önce çok çesitli konulardan olusan 120 soruluk kapsamli bir formu doldurmalari istenir. Bazi ögrenciler sikilip formun tamamini doldurmazlar. Isin ilginci sudur: formda cevaplanan soru sayisi ülkeden ülkeye degisir. Öyle ki, katilimci ülkelerin siralamasi, cevap verilen soru sayisina göre yapilabilir. Ve daha da ilginci bu siralama ülkelerin basari siralamasiyla tipa tip aynidir. Baska bir deyisle ögrencileri upuzun bir formun bütün sorularini tek tek cevaplayacak sabri, azmi ve konsantrasyonu gösteren ülkeler, problemleri en iyi çözen ülkelerdir. O yüzden matematik olimpiyatlari tek bir matematik sorusu sormadan da yapilabilir. Bütün yapacaginiz sey, ögrencilere agir çalismaya ne kadar hevesli olduklarini ölçen bir ödev vermektir. Ona bile lüzum yok; çalisma ve gayret göstermeye hangi ulusal kültürlerin en fazla agirlik verdigini bilmek bile yeter.
Peki her iki listede hangi ülkeler basi çekiyor? Cevap hiç de sasirtici degildir. Singapur, Güney kore, Çin, Tayvan, Hongkong ve Japonya. Besinin de ortak yönü, pirinç tarimi geleneginden gelen ve çalismaya en büyük degeri veren kültürlere sahip olmalaridir.
Korelilerin köklü kültürel mirasi uçak kullanmada sorun yasatirken Asyalilarin bu kültürel mirasi da 21. Yy’da avantaj saglamaktadir. Evet, kültürel miraslar önemlidir. Daha kaç kültürel miras 21. Yy’in gerçekleri üzerinde etkili kim bilir?
BÖLÜM 9
Yaz tatili ve basari
Amerika’nin kurulus yillarinda her toplulugun, kasabanin, köyün kendi basina üstlendigi egitim düzenine 19.yy da çeki düzen verilmek üzere girisim baslatildi. Insanlar genelde ancak yeni fikirlere sekil verirler ve çikis noktamiz hep mevcut durumdur: bildigimizden yola çikip bilmedigimize ulasiriz. O zamanki reformcularin bildigi, tarim mevsimlerinin düzeniydi. O yüzden okul takvimi ekim – hasat - dinlenme dönemlerine göre ayarlandi. Topragin fazla islenmesiyle tükendigi ve nadasa birakilmasi gerektigi gibi, zihinlerin de fazla çalisma ve ögrenmeyle sulanacagina inaniliyordu. Bunu önlemek için uzun bir yaz tatili gerekliydi.
Yaz tatillerinin egitim üzerindeki etkisi pek az dile getirilir, vazgeçilmez bir olgu olarak görülür. Ancak ögrencilere okul yilinin basinda ve sonunda yapilan testler nasil çocuklarin yil içinde ne kadar ögrendiklerini gösteriyorsa, yaz tatilinin basinda ve sonunda yapilan testler de çocugun tatil döneminde ne kadar ögrendigini veya unuttugunu gösterir. Bu testlerde varlikli çocuklarin tatil döneminde bilgi ve görgülerinin daha da arttigini, yoksul çocuklarin ise aksine azaldigini görmekteyiz. Bunun baslica sebebi, daha önce de sözünü ettigimiz yetistirme farkidir. Varlikli aileler yazin da çocuklarinin kamplarla, kitaplarla ögrenimini sürdürmesini saglarken, yoksul çocuklarin tek seçenegi televizyondur.
Bu durum bize egitim sonunun ters yönden ele alindigini gösterir. Siniflari küçültme, müfredati degistirme, her ögrenciye bilgisayar verme gibi önlemler uzun uzun tartisilmaktadir. Oysa alinacak en birinci önlem okul günü sayisini arttirmaktir. Böylece hem varlikli – yoksul farki kalkar, hem de çocuklar daha iyi egitim alir.
Asyali çocuklarin matematik sinavlarinda kaydettigi üstünlügün baska bir sebebi de budur zira Asya ülkelerinde uzun tatiller yoktur. Amerika’da ortalama okul günü sayisi 180 iken Güney Kore’de 220, Japonya’da 243’tür. Yine böyle bir uluslararasi testte çocuklara cebir, yüksek matematik ve geometri sorularinin kaç tanesini sinifta isledikleri sorulmustur. Amerikali lise son çocuklari bu soruya % 54 oraninda, Japon çocuklari % 92 oraninda isledik cevabini vermislerdir. Okul yili 243 gün olursa sonuç farkli olabilir mi?
Amerika’da Newyork’tan baslayarak pek çok eyalette en yoksul semtlerde deneysel KIPP okullari açilmistir. Bu okullarda çocuklar sabah yedi buçuktan aksam bese kadar ders görmekte, daha sonra da yediye kadar ev ödevi, spor takimlari gibi etkinliklere katilmaktadirlar. Cumartesileri 09-13 arasi okul vardir. Bu da geleneksel devlet okullarindan %50 - % 60 daha fazla ögrenim süresi demektir. Normal egitimde “ya batarsin, ya çikarsin” yaklasimi hakimdir. Ögretmen ates eder gibi dersi anlatir, anlayan anlar, anlamayan anlamaz. Süre uzun olunca ögretmenin dersi açiklaya açiklaya anlatmasina ve ögrencilerin de konuyu tekrar edip hazmetmesine vakit olur.
Program zor mu? Zor. Agir mi? Agir. Fakat sonuçta yoksul muhitlerden gelen çocuklarin %84’ü kendi sinif seviyelerindeki çocuklarin ortalamalarindan daha üstün basari gösteriyor. % 90 ‘i özel liselere burs kazaniyor. % 80 ‘i üniversiteye girebiliyor, hem de çogunlukla ailelerinde bir ilk olarak.
Simdiye kadar inceledigimiz örnekler gösteriyor ki basari, öngörülebilen bir yol izler. Basarili kisiler en zeki kisiler degildir. Öyle olsa Chris Langan gibi pek çok dahi Einstein’in tahtini paylasirdi. Basari yalnizca kendi basimiza aldigimiz kararlarin ve gösterdigimiz çabalarin toplami da degildir. Sira disi basarililar kendisine firsat verilmis ve bu firsatlari yakalayacak gücü ve azmi gösteren kisilerdir. Hokey oyunculari için Ocak ayinda dogmus olmak, Beatles için Hamburg’da her gün 8 saat çalismak, Bill Gates için hem dogru zamanda dogmak, hem de lisede bilgisayar terminali bulunmasi, Joe Flom ve ayni dönemin diger New Yorklu avukatlari için büyük firmalarda is bulamamak ve bu firmalarin 20 yil boyunca tenezzül etmedigi ele geçirme davalarini kabul etmek hep firsatti ve onlar da degerlendirdiler. Gerçek bu kadar basit oldugu halde hep göz ardi edilir. En iyi, en zeki, ‘kendi basina becermis’ efsaneleri gözümüzü o kadar kamastirir ki sira disi basarililarin topraktan hüda-i nabit bittigine inaniriz. Bill Gates’e bakip böylelerinin dünyaya her zaman gelmedigini düsünürüz. Oysa bir düsünün: 1968 de tek bir çocuga degil de bir milyon çocuga BS terminali sansi verilseydi bugün kaç tane Microsoft olurdu! Daha iyi bir dünya yaratmak için rastgele sanslarin ve avantajlarin yerine herkese firsat taniyan bir toplum olusturmaliyiz. Her ögrenciye yepyeni bir okul, oyun alanlari, bilgisayar, daha küçük sinif, iyi egitim almis ögretmen verilmesi tabii ki çok iyi olur. Ama bir yerden baslamak gerekir ve en dogru nokta da onlara daha uzun okul süresi firsatini tanimaktir.
SON SÖZ
Bir Jamaica Hikayesi
1784 te William Ford adli bir Irlandali Jamaica’ya ayakbasti. Bir kahve plantasyonu satin alan Ford, köle pazarinda görüp begendigi bir köleyi kendine cariye yapti. Çiftin John adini verdikleri bir ogullari oldu.
O tarihte bir köle kolonisi olan Jamaica’da on siyaha karsi bir beyaz yasadigindan, beyaz-siyah birlikteligi çok yaygindi. Dogan melez çocuklarin kusaklar ilerleyip renkleri açildikça toplum içindeki statüleri de o oranda artiyordu. Ilk kusakta kölelikten azad edilen melez, renk açiklik sikalasinda ilerledikçe doktor, avukat, vali veya meclis üyesi olabiliyordu. Ford soyunun ilk melezi John papaz, oglu Charles gida toptancisi oldu. Charles’in iki oglundan biri ögretmen biri fabrikatör oldu. Kizi Daisy de ögretmen oldu. Kendisi gibi bir ögretmenle evlenip Faith ve Joyce adinda ikiz kiz dogurdu.
Daisy olaganüstü bir kadindi. Açik teninden gurur duyuyor, kizlarinin da mutlaka okuyup daha iyi birer konuma gelmelerini istiyordu.
O tarihlerde Jamaica’da egitim sistemi berbatti. Çocuklar, eger varsa, tek odali ahirlarda 14 yasina kadar okuyabiliyorlardi. Devlet lisesi veya üniversitesi yoktu. Becerebilenler ögretmen okuluna, olaganüstü basarililari da çok az sayidaki bursu kazanip özel okullara gidiyorlardi. Özel okullar korkunç pahaliydi.
Joyce ve Faith 1935 te 4 yasindayken adayi ziyaret eden Profesör William Macmillan döndükten sonra Ingiltere’nin kolonilerdeki tutumunu sert bir sekilde elestiren “ Bati Hint adalarindan uyari” adli bir kitap yazdi. Okullarin alt seviyedekiler için anlami olmadigini, sosyal farkliliklari derinlestirmekten baska bir ise yaramadigini anlatti.
Kitabin yayinlanmasindan bir yil sonra Karaiblerde büyük isyanlar çikti. Panige kapilan Ingiltere Mac Millan’in önerisini ciddiye alip, diger reformlar yaninda, 1941 de basarili ögrencilerin özel okullara gidebilmesini saglayan çok sayida burs tahsis etti. Ertesi yil Joyce ve Faith burs sinavina girip adanin en iyi özel okullarindan birini kazandilar. Böylelikle lise egitimine kavusmus oldular. 3-4 yil önce dogmus olsalardi asla egitimlerini tamamlayamayacaklardi. Joyce hayatinin akisini dogdugu tarihe, Mc Millan’in ziyaretine, isyancilara ve burs kazanmasi için ders aldiran annesine borçluydu.
Üniversite çagi geldiginde, Daisy Joice’u Ingiltere’ye gönderebilmek için gerekli büyük meblagi Çinli komsusundan aldi. Böylece Joyce’un hayatini etkileyecek biri daha oldu.
Londra’da üniversiteye giden Joyce bir partide Graham adli bir Ingiliz Matematikçi ile tanisti. Joyce ve Graham evlenip Kanada’ya yerlestiler. Graham matematik profesörü, Joyce da basarili bir yazar ve aile terapisti oldu. Tepede güzel bir ev yaptilar. Üç ogullari oldu. Graham’in soyadi Gladwell. Onlar benim anne ve babam.
Iste annemin basari yolundaki hikayesinde gördügünüz gibi, onu doguran annesinin azminden tutun da karsisina çikan insanlar, firsatlar ve hatta sans olmasaydi muhtemelen bugün hala Jamaica’nin bir köyünde egitimsiz yasiyor olacakti. Bütün bu imkanlar digerlerine de taninsaydi düsünün kim bilir kaç kisi daha bugün güzel bir evde dolu dolu bir hayat yasayacakti.
Süper star avukatlarin, matematik dahilerinin, bilgisayar girisimcilerinin olaganüstü kisiler oldugunu düsünürüz hep. Fakat degiller. Onlar tarihin ve yasadiklari toplumun, firsatlarin ve kültürel mirasin ürünüdürler. Basarilari gizemli veya istisnai degil, bazilarini hak ettikleri, bazilarini hak etmedikleri, bazilarini kazandiklari, bazilarinin sans eseri karsilarina çiktigi bir dizi avantaj ve durumlarin sonucudur. Ve hepsi de kim olduklarinin üzerinde kritik etkiye sahip sira disi insanlar aslinda hiç de sira disi degillerdir. Bu firsat ve avantajlar daha ne kadar çok kisinin yoluna çikar ve onlar da bunu degerlendirirse, sira disi basarililarin sayisi da o kadar artacaktir. 

Benzer Kitaplar