En gerçek ögreti gökyüzünde uçan bir kus gibidir; ardinda takip edilebilecek hiçbir iz birakmaz, ama varligi asla inkâr edilemez.
Sayisiz hücre ve molekülden olusan insan bedenine baktigimizda, biz onlari degil de onlarin ortak ürünü olan fiziksel bir yapiyi görürüz sadece. Yürürüz, güleriz, severiz, seviliriz, kosariz, kalbimiz atar... Ama en ufak bir yerimiz incinse, bütün beden bundan aninda haberdar olur. Bu demektir ki bedeni olusturan bütün hücreler, sistemin aksaksiz islemesi için birbirlerine muhtaçtirlar. Konuya bu bakis açisiyla yaklastigimizda diyebiliriz ki “Evrensel Ilkeler” de, hayatin trafik kurallari gibidirler. Nasil ki, trafik kurallarini bilmeden trafige çiktiginizda kaza yapmaniz kaçinilmazsa, “Evrensel Ilkeler”i bilmeden ve özümsemeden de yola çikarsak yasamin kiyisindan dolasmis veya onu iskalamis oluruz. Bu baglamda da evrensel ilkelerin en önde geleninin, “Bütünlük ve Birlik Ilkesi”.oldugunu vurgulayarak bu yolculuga baslayalim…
Evren, sürekli olarak görünmeyen durumdan görünen duruma dogru degismekte olup bu akis, yaradilisin dinamik akimini olusturur. Evren canli bir varlik, organik bir bütündür. Onun içinde var olan hiçbir sey, digerlerinden soyutlanmamistir ve hiçbir sey birbirinden ayri degildir. Denilebilir ki, her sey birbirine ve bütününe baglidir, sürekli digerlerini etkilemekte ve onlardan etkilenmektedir. Bu nedenle, kimse kendisinin her seyden ayri duran, uzak, soyut bir ada oldugu yanilgisina düsmememelidir.
Bu olguyu, Dr. Kazuo Murakami, “Genetik Zekâ-Yasamin Ilahi Sirlari” 1adli yapitinda söyle ifade etmektedir: “Bir zamanlar Russell L. Schweickart ile ayni otelde kalmis ve kendisiyle uzun uzun konusma firsati bulmustum. Apollo 9 mürettebatindan olan bu Amerikali astronot, benimle uzayda yasadiklarini paylasmisti. Özetle söyle demisti: ‘Uzaydan bakildiginda dünya yalnizca güzel degil, canliymis gibi de görünüyor. Asagiya, ona bakarken, kendimi o hayata baglanmis hissettim; varligimi dünyaya borçlu oldugumu duyumsadim. Öylesine heyecan verici bir deneyimdi ki, kelimelerle ifâde edemem.’ Dünyanin canli oldugu düsüncesine sâhip olmamiza ragmen, bu düsünce gündelik hayatimizda pek sik akla gelen bir sey degildir. Schweickart, dünyaya uzaydan, makrokozmik açidan bakarken bu gerçegi fark etmisti. Ben de mikrokozmosa, genlerimizin içindeki dünyaya bakarken ayni hayret ve meraki hissediyorum.”
Her insan, kendi varliginin bilincine erdigi günden itibaren, özünü sorusturmak amaciyla kendine su sorulari en az bir kez sormus olmalidir: Insan nedir? Yasamin kaynagi ve anlami nedir? Dünyaya nereden ve neden geldim ve nereye gidiyorum? Ilkel toplumlarda yasayan bir insanin bile, bu sorulari kendisine sormamis olmasi düsünülemez. Insanoglu, dogustan sahip oldugu merak nedeniyle, her seyi tanimak ve ögrenmek ister ve bu nedenle, içinde yasadigi fiziki evren ve dünyayi (makrokozmosu) tanirken, kendisini (mikrokozmosu) sorgulamayi ve tanimayi da ihmal etmis olmasi olasi degildir. Çünkü o, sosyal bir canlidir ve birlikte yasadigi diger insanlari tanimak zorundadir. Fakat kendisini tanimadan baskalarini taniyamayacaginin da farkindadir. Kendini tanimak ve sonra da bilmek, insanin degismesi zorunlulugunun dogal bir geregidir. Bu uzantida birey, öncelikle evreni anlama konusunda yeni kavramlarla tanismak durumundadir. Iste bunlardan biri de, Hologram’dir.
Günümüz dünyasinin degisim rüzgârlari ve yenilikleri arasinda holografi ve evrenin holografik algilanis tarzi, toplumsal bilinçte giderek yerlesmekte, bölgesel kültürel akimlara iliskin olusumlar, giderek yerlerini “holografik” modele birakmaktadir. Kimileri bu modeli, “birbirimizle ve evrenle olan iliskimizin farkina varmak”, olarak, kimileri, “bölünmüs düsünce sistemlerimizde, kesintisiz bir bütün ve bir degisim” olarak algilamakta, kimileri ise bu olguyu, “Evrende hiç bir varligin, diger her seyi etkilemeden hareket edemeyecegi, çünkü herhangi A ve B noktasi arasinda, mekân ve zamanin ötesinde bir baglantinin var oldugu” seklinde betimlemektedir.
*****1 Murakami, Kazuo (Dr.)- Genetik Zekâ-Yasamin Ilahi Sirlari.
Hologram, tüm bu düsünce tarzlarini açiklayabilmek ve anlatabilmek için bir yöntem, bir teknik ve bir felsefe ve bir model olarak düsünülmektedir. Hologrami, bu karmasik sistemleri algilamak ve açiklamakta, yararli bir model olusturmaktadir. Bunun nedeni, bir hologramin çok küçük parçalara ayrildiginda bile, en ufak parçasinin, bütünün bilgilerini içeriyor olmasinin yanisira, günümüzde evrenin de aynen böyle bir yapiya sahip oldugunun, bilim çevrelerince de farkina variliyor olmasidir.
Günümüzde, Albert Einstein’in “Geçmis, simdi ve gelecek arasindaki ayrim sadece bir yanilsamadan ibarettir, ne kadar kalici olsa da...” sözleri, Hermes’ten binlerce yil sonra, ayni gerçegin bir kere daha altini çizmekten baska bir sey degildir.
20.yüzyilda, insanlarin düsünce yöntemlerini etkileyen birçok kesif yapilmistir. Bu buluslardan, “Yeni Çagin” bilimsel anlayis düzeyini olusturmakta etkili olanlardan belli baslilari sunlardir:
1- Duyularimizin algi alanimizi asan bir dördüncü boyutun varligindan söz eden ve zaman ile uzayin, aslinda birbirinden ayrilamayacagini ve bazen de birbirlerine dönüstüklerini bize gösteren, böylece de maddenin aslinda bir enerji biçimi oldugunu kanitlayan Einstein’in “Görecelik Kurami”.
2- Atom alti dünyaya inerek, oradaki gerçekligin kendi algi dünyamizdan çok farkli oldugunu kesfeden, böylece evrende bagimsiz tek tek nesneler olmadigini bize anlatarak, evrendeki her seyin birbiriyle bagli ve birbirine özdes oldugunu ortaya koyan “Kuantum Kurami”. 3- Bütün var edilmislerin ayni bütünün parçalari oldugunu, dolayisiyla hepsinin özlerinin bir ve birbirine es bulundugunu, her birimin bütünün bilgisini içinde tasidigini ve ona uygun gelisme saglanirsa, bütünün tam görüntüsünü yansitabilecegini ileri süren, bütün bilgilerin her an ve her yerde kullanima hazir bulundugunu söyleyen, böylece de bütün evrenin birbirinin kardesi oldugu bilgisini simgeleyen “Hologram Kurami”.Bu üç dev kesif, aslinda tek bir seyin, evrendeki tekligin ve birligin isaretidir. Bu Bu anlayisi içersinde, evrende her sey birbirine baglidir, bagdasiktir ve ayni gerçekligin farkli yönlerini ya da belirislerini yansitirlar. Birbirinden ayri ve bagimsiz birimler yoktur. Madde, enerjinin yogunlasmis bir seklidir. Algilayabildigimiz dünya, ne madde ne de ruhtur, fakat görülmeyen enerjinin belli bir düzeyidir (buna alan da denilmektedir). Hepimiz ayni bütünün parçalariyiz ve içimizde ayni özü tasiyoruz. Bilgi her an ve her yerdedir.
Newton fiziginin düsünceye baslangiç noktasi, maddenin kati ve sert oldugu gerçegi idi. Bu ilk bakista, dogru gibi gözüküyordu elbette. Dokundugumuz her sey, duvarlar, agaçlar, esyalar... Çevremizde görülen her sey, maddenin kati ve sert halini olusturuyordu. Antik Yunandan beri, Newton dönemi de dâhil olmak üzere, insani çevreleyen gözle görülen evrendeki maddenin, Atom denen yapi taslarindan olustugu düsünülegelmisti. Oysa günümüz teknolojisinin bizlere bahsettigi teknolojik imkânlardan yararlanarak, atoma, gözle degil de bir elektron mikroskobuyla baktigimizda, gördügümüz sey, aslinda % 99 bosluk % 1 isiktan ibarettir.
Bu genel açilimdan sonra, simdi sirasiyla; Hologram, Mikrokozmos ve Makrokozmos
kavramlarina deginerek konuyu sürdürmek istiyorum.
Hologram
Ben insana sigabilene evren, evrene sigamayana insan derim. Muhammed Ikbal
Sözcük olarak Hologram sözcügü, Yunanca holos-gramma, yani “tüm mesaj” anlamina gelir ve gerçegin bölünmemis bütünlügünü anlamada yararli bir benzetmedir. Bu benzetme, tek, uyumlu ve akici bir bütünün hem bilinç hem de yasanan dissal gerçegi içerdigini anlamamiza yarar.
Bu teorinin özünde yatan kavram, en ufak parçacigin dahi içinde, tüm geçmisi (ve hatta bazen gelecegi de) barindirdigi fikridir. “Iste varolusun altindaki gerçek de budur. Biz ayni anda hem bütünün bir parçasi, hem de bütünün ta kendisiyiz. ‘Her sey bir’de ve ‘Bir, her seyde’...”
Holografinin ortaya çikmasina neden olan, girisim diye tanimlanan olgudur. Iki ya da daha çok dalga – tipki su dalgalari gibi – birbiri içine geçtiginde olusan çapraz çizgili desenlere girisim denir. Örnegin bir havuza bir çakil tasi attiginizda, suda bir dizi es merkezli dalgalar olusur ve bunlar, kendi dislarina dogru yayilirlar. Eger havuza iki tas atacak olursaniz, iki dizi dalganin yayilip, birbirinin içinden geçtigini görebilirsiniz. Böyle çarpismanin neden oldugu dalga sirtlari ve çukurlarindan olusan karmasik düzenleme, bir girisim desenidir. Sonuçta, bugün bildigimiz hologramlar, ancak lazerin bulunusundan sonra olusturulabilmislerdir.
Bir lazer kaynagindan gelen isin, gümüslenmis yari geçirgen bir ayna tarafindan ikiye ayrilir. Bu isinlardan biri, hologram plakasina dogrudan ulasir, öbürü ise, görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve bu cisimden yansiyarak hologram plakasina varir. Hologram plakasina dogrudan gelen lazer isini ile cisimden yansiyarak gelen iki ayri demet lazer isini, bu plaka üzerinde son derece karmasik bir girisim deseni olusturacak sekilde üst üste gelirler (kesisip, girisirler). Plaka üzerine bu iki isin düser: Yani, ana kaynaktan hiç degisime ugramadan gelen isin ile cismin kenarlarindan dolasarak onun biçimine ait bilgileri tasiyan isin arasindaki “farklilik”, o cismin holografik görüntüsüdür ve hologram plakasi da, iste bunu kaydeder.
Böyle karmasik bir girisim deseni, film üzerine gelen iki dalganin fazlari arasindaki bagintinin sabit kalmasi sartiyla, çekim yapilmasi sirasinda olusturulabilir. Daha sonra, kayit sirasinda kullanilan frekansta ve ayni açidan yeni bir lazer isini ile hologram plakasi aydinlatilacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu olarak odanin içinde canlanir. Plaka, kendisine gelen isinlari, tipki görüntüsü saptanan cisim gibi yansitacagi için, görüntü net ve eksiksiz olacaktir.
Hologram olusturmada bir örnek vermek gerekirse:
“Elinizdeki su dolu bir tepsinin içine, ayni anda üç boncuk düstügünü düsünün. Her bir boncuk, suyun içinde, tepsinin kenarlarina dogru yayilan düzenli dalgalar olusturacaklardir. Bu dalgalar birbirlerine çarpip, çarpisma düzeni ya da çarpisma dokusu olarak adlandirilan karmasik bir doku yaratacaklardir. Eger tam bu anda suyu hemen dondurur ve üzerinde çarpisan dalgalarin bulundugu bölümü elinize alirsaniz, elinizde dalgalarin çarpisma dokusunun kaydini tutuyor olursunuz. Iste bu bir hologramdir. Eger bu buz tabakasini, bütün dalgalarin ayni araliklarda geldigi, ayni frekanstaki isik esevreli bir isik kaynagiyla (lazer) aydinlatip, ardindan da bu tabakayi havaya kaldirip isiga dogru bakarsaniz, üç boncugun görüntüsünün havada asili durdugunu ve üç boyutlu göründüklerini göreceksiniz.
Buzun dalgali yüzeyi öyle bir tür bozuk yüzeyli lens görevi görmektedir ki, isigi, dalgalari yaratan boncuklarin bulunduklari noktalara odaklamaktadir. Kaotik görünüslü buz yüzeyi, gerçek bir holografik bilgi toplama aygitidir. Eger buzu parçalar ve bu parçalardan bir tanesini aydinlatirsaniz, tipki bedenimizdeki her bir hücrenin, bedenimizin aynini yaratmak için gerek duyulan genetik bilginin tamamini tasimasi gibi, havada asili duran boncuklari, inanilmaz bir sekilde olustugunu görürsünüz.”
Baska bir örnek: Araba seklinde bir hologrami ele alirsak, bu hologrami parçaladigimizda elimizde geriye yalnizca tamponu gösteren parça kalmis olsa da, hâlâ tüm arabayi görebiliriz. Çünkü parçalarin her biri, tüm sekli, içinde barindirmaktadir.
Vücudumuz da, bir anlamda ayni sekildedir. Parmagimdan bir deri hücresi çikarip alacak olursam, bu hücre çekirdegi yalnizca derimin özelligine dair bilgiler barindirmaz. Ayni hücrede, gözlerimin sekline, saçlarimin rengine, kaç tane ve hangi özellikte parmagim olduguna dair bilgiler de vardir. Vücuttaki her bir hücre, bütün öteki hücrelerin nasil oldugunu da, tüm ayrintilariyla içerir. Yani her bir hücrede, “her seyden bir sey” bulmak mümkündür. Tüm, her bir parçada kendini göstermektedir.
Hologram tekniginin açilimi, “evren” ismiyle tanimlamaya çalistigimiz sinirsiz ve sonsuz tek varlik, yani “bütün’e” ait tüm bilginin holografik bir biçimde, her zerrede mevcut oldugunu anlamamizi kolaylastirmistir. Buna göre, evrenin holografik yapisinda, bizim gözlemledigimiz evrenimizde, olmus veya olacak diye bildigimiz her olayin, her olusumun, zaten bilgi olarak yüklü olabilecegini anlamak kolaylasir.
Buradan hareketle, ayni sekilde, tüm insanlarin düsüncelerinin birbirleriyle iliski içinde oldugu ve birbirlerini etkiledigi ve bunun sonucunda da tüm evreni etkileyebilecegi sonucuna ulasilmaktadir. Bir insanin yaptigi, ya da düsündügü her sey, evrensel hologramin bir parçasidir.
Bu holografik modelin içinde saklanan bilgiler inanilmaz düzeydedir. Evrensel Zihin, bilinebilecek her seyi içerir ve kendini ona ayarlayan herkese de açiktir, çünkü bütün hologramlarda oldugu gibi bilgi, es düzeyde evrenin her yanina, her bir parçasina yayilmistir. “Hepimiz biriz”, “Yukarida ne varsa asagida da o var”, “Tanri içinizdedir” ve “Evren bir kum tanesinin içinde saklidir”, türünden mistik benzetmeler, holografik modelin isigi altinda bakildiklarinda, yeni anlamlar kazanmaktadirlar.
Beyin Bir Hologramdir
"Kafes içerisinde dogan kuslar, uçmanin bir hastalik oldugunu düsünürler." Alejandro Jodorowski
Yeni fizigin kuantum kuramiyla ortaya attigi felsefî ve hatta zaman zaman metafizik yorum söyledir: “düsünce modellerimiz ve kendimizle, ötekilerle ve tüm dünyayla olan iliskimiz, büyük ölçüde elektron ve foton dünyasini yöneten yasa ve davranis biçimleriyle açiklanabilir”.
Bu dünya bize bir ayna olabilir. Eger zihnimiz, yasalarini evrenin yasalarindan esinlenerek olusturuyorsa (ki öyle) bu yasalari algilayisimiz da, doganin ve evrenin kendi ruhsal ve fiziksel gerçekligini bir dereceye kadar yansitmak durumundadir. Dolayisiyla kendimizi taniyarak ve kuantum kuramina göre atom alti parçaciklarin dünyasina nüfuz ederek, yani mikrodan hareket ederek makroyu tanimlayabiliriz. Bu noktadan hareketle, insan beyninin geometrik evrenin bir parçasi oldugu düsüncesinin, aksi iddia edilemeyecegi ve bu olgunun da, önemli yansimalari olacagi açiktir. O halde, evrende ne varsa, insan beyninde de onun aynisinin var oldugunu kabul etmek sanildigi kadar da zor olmamalidir. Beyin mikrokozmos; evren makrokozmostur. Incir çekirdeginde, koskoca incir agaci oldugu gibi! Peki, incir çekirdegi, acaba kendisinin bir bütün incir agacini temsil ettigini, bilir mi? Bilemiyorum...
Insandaki algilama sistemi, frekans analizatörü gibi davranan hücreler tarafindan olusturulur. Bu hücrelerin hepsi, birer hologram parçacigi (mini hologram) gibi hareket ederler. Bu yaklasim içersinde beyin, sayisiz hologram parçaciklarinin yarattiklari dalga boylarinin girisim ve kesisimlerinden olusan dev bir holograma benzer. Bunun tek bir anlami var: hafiza kayitlari holografiktir. Daha sonra, benzer dalga boylarinda gelen titresimler, beyinde kayitli bulunan titresimlerle bir girisim yaparlar ve bu yol ile hatirlama saglanir.
Son zamanlarda, insanin, evreni holografik kavrayisinina açiklama getirme yolunda, bilimin geldigi bu asamalar sayesinde, artik sezginin bilimi, bilimin de sezgiyi dislamadan, kol kola hakikate dogru hareket etmesine olanak saglanacak gibi görünmektedir.
Beyin hücreleri dedigimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve gelen uyaranlari (impulslari) frekanslarina ayirarak algilarlar. Her bir hücrenin etkinligi, kendi içinde bir dalga boyu olusturur. Bir sürü hücrenin dalga boylarinin birbiriyle girisim yapmalarindan olusan holografik model, bizim bes duyuyla algiladigimiz görüntüyü ortaya koymaktadir. Insan beyninin de, pek çok mini hologramdan olusmus büyük bir hologram olarak düsünülebilmesi bu sebepledir.
Çünkü beyindeki her hücre, esasinda, her islevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmustur. Ancak, kozmik programlanmadan sonradir ki, hücreler özelleserek kendilerine ait islevleri meydana getirirler.2
2. Tablot, Michael – Holografik Evren |
Beynin büyüklügü, genellikle bütün insanlarda aynidir, agirligi da öyle. Ama herkesin beyinsel gücü birbirinden farklidir. Amerikali fizik ve matematik uzmani John Von Neumann, ortalama bir insan beyninin, yetmis yillik bir süre içinde, 2.8 x 1020 adet enformasyon kaydettigini hesaplamistir.
Hücre ve Organlarin Karsilikli Etkilesimi
Nörologlar, görsel sisteme ait olan bir hücrenin alici alaninin bes derecelik bir görüs açisiyla kayit yaptigini saptamislardir. Gerçekten de, çevrenin algilanmasi, bu hücrelerden binlercesinin yaptigi, tek tek kayitlarin birlesmesinden olusur.
Her hücrenin yanindaki hücre de, görüntüyü yine kendi alici alaninin bes derecelik açisiyla algilar. Yani korteks tabakasi, böyle mozaik taslari gibi dizilmis birçok hücreden olusmustur. Bunlardan her mozaik tasi, yani hücre, frekanslari kendi açisiyla alir ve isler. Görsel sistem, tek bir hologramdan degil, mozaik biçiminde dizilmis birçok hologramin birlesmesinden meydana gelmistir. Bu, tipki bir böcegin gözünde tek bir mercek yerine, yüzlerce küçük mercek olmasina benzer. Böcekler buna ragmen, dis dünyayi tek bir mercekten algiliyormusçasina net olarak görürler.
Burada akla söyle bir soru geliyor: “Görsel sistem bes derecelik açilarla algilama yapan hücrelerin bilesiminden olustugu halde, bizler çevremizi nasil oluyor da, böyle tek tek noktalardan meydana gelen bir tablo biçiminde degil de, tek bir görüntü modeli olarak algiliyoruz?”
Görme Duyumuz da Holografiktir: Beynin içerdigi tek bir hologram hafiza degildir. Lashley’in baska bir bulusu da, görme merkezlerinin operasyonla kesilip çikartilma islemine karsi, beynin direnç göstermekte oldugu olgusuydu. Lashley, bir fare, beyninin, gözün gördügü nesneyi algilayip yorumladigi kabul edilen bölümü olan görme korteksinin % 90’i çikartilmis olsa bile, hayvanin karmasik görme yeteneklerini gerektiren deneyleri hâlâ basarabildigini kesfetmisti. Pribram’in yönettigi arastirma, görme sinirlerinin % 98’i kesilmis bir kedinin de ayni biçimde, karmasik görme deneylerini basarabildigini ortaya koymustur.
Görme korteksinin operasyonla çikartilmasina karsi gösterdigi direnç, görme duyusunun, hafiza konusunda oldugu gibi, beynin tümü içine dagilmis durumda oldugu düsüncesini bir kez daha gündeme getirmis ve Pribram, hafizanin bir hologram gibi çalistiginin farkina vardiktan sonra, görmenin de, hafiza gibi holografik olup olmadigini düsünür olmustu. Bir hologramin “her parçada bütünü” barindiran yapisi, görme korteksinin büyük bir bölümü çikartilmis deneklerin, görme testlerini nasil olup da basarabildigi konusuna kesin bir yanit getiriyordu.
Her birimiz yasamimizin sonuna dek, dogum sonrasindaki bir kaç haftada olusturdugumuz hücreleri kullanir ve her türlü beyin etkinliginde onlardan yararlaniriz. Ancak, beynin dis dünyadan aldigi ilk sesleri, ilk izlenimleri algilayip, saklayabilmesi ve bunlari belirli yerlere yerlestirip, sonradan bulabilmesi için, bir temel yapiya, bir ana sinir agina ihtiyaç vardir. Beyin hücreleri arasindaki bu ilk baglantilar, kalitim yoluyla gelirler ve bebek dogmadan önce belirlenirler. Yani, beyin, bir semayla birlikte dogar. Geri kalan baglantilar ise, dogumdan sonraki günlerde gerçeklesirler. Bilindigi gibi fareler kör olarak dogarlar ve gözleri sonra açilir. Gözleri açildiktan sonra, bir sinir hücresinin yaptigi baglantilarin sayisi iki hafta içinde 8000’e kadar yükselmektedir. Ama farelerin gözlerinin açilmasi engellenecek olursa, örnegin gözleri bir bezle baglanirsa, hücrelerin diger hücrelerle olan baglantilari, ilk biçimiyle, yani yaklasik on dört tane olarak kalir. Aradan bir süre geçtikten sonra, farelerin gözlerindeki bag çözülse bile, artik onlar hayatlarinin sonuna kadar kör olarak kalacaklardir. Insanlarda da durum aynidir. Dogumundan sonra belirli bir süre göremeyen, görsel algilama yapamayan bir insan, ömrü boyunca görmemeye mahkûm olur.
Bilimsel deneyler göstermistir ki, eger bir kisiyi alip beynini PET (Pozitron Emisyon Tomografi) taramalariyla incelerken, herhangi bir nesneye bakmalarini istersek, beynin belli bölgelerinin aydinlanmakta oldugu görülür. Ardindan, bu kisi gözlerini kapatip, ayni nesneyi hayal etmesi istendiginde, sanki gerçekten o nesneye o anda gözle bakiyormus gibi, beyninin ayni bölgelerinin aydinlanmakta oldugu gözlenmistir. Bu olgu, bilim adamlarinin su soruyu sormasina neden olmaktadir: “O zaman kim görüyor?”, “Beyin mi görüyor?”, “Yoksa gözler mi?”. Ve devaminda, o kaçinilmaz soru: “Gerçek ne?”.
Gerçek olan beynimizle gördügümüz mü? Yoksa gözlerimizle gördügümüz mü?
Gerçek su ki, beyin çevresinde gördükleriyle hatirladiklari arasindaki farki bilmez. Çünkü her iki durumda da, ayni özel sinir aglari ateslenir. Sonra gene ayni soru: Gerçek nedir? Muazzam bir bilgi bombardimanina tutuluyoruz...
Bilgi, vücudumuza giriyor ve biz onu isliyoruz, duyu organlarimizdan geçiyor... Ve filtre ediliyor. Ve her basamakta bilgiyi biraz eliyoruz. Son olarak, bilince saçilan, en çok kendi kendine hizmet eden bilgi türü oluyor.
Beyin saniyede 400 milyar bit bilgi isler, fakat biz sadece 2000’inden haberdar oluruz. Fakat bizim farkinda oldugumuz bu 2000 bitlik bilgi, sadece çevre, vücudumuz ve zaman hakkindadir. Sadece, buzdaginin üstte ucunu gördügümüz bir dünyada yasiyoruz, uçsuz bucaksiz bir kuantum mekânigi buzdaginin ucu.
Çevremizdeki bunca bilgi arasindan, beyin, önemli olanlari, isine yarayanlari ve daha önceden tanidiklarini, yani kendinde kayitli dalga boylarina benzeyenleri ayirir ve onlara tepki gösterir. Böylece olayin ayrintilari çok kisa bir sürede elenir ve bilinçli olarak, yalnizca o anla ilgili olanlar degerlendirmeye alinir.
“What the bleep do we know?” adli ilginç film’in bir baska sahnesinde “Dogru olduguna inandigim harika bir hikâyeyi nakletmek istiyorum” diyor senarist: “Karayip Adalarindaki yerli Amerikan Kizilderileri, Columbus’un gemilerinin ufuktan yaklastigini gördükleri zaman, onlari hiçbir sekilde görememislerdi. Çünkü gemiler, daha önce gördükleri hiçbir seye benzemiyormus, o nedenle de görememisler... Columbus’un donanmasi Karayiplere vardigi zaman bile, hiçbir yerli, gemileri göremedi... Ufukta var olmalarina ragmen. Gemileri göremeyislerinin nedeni, beyinlerinde yelkenlilere dair bir bilgi ya da deneyim bulunmamasiydi. Bu yüzden saman bile, okyanusta dalgalanmalar oldugunu fark etmesine ragmen, hiç bir gemi göremez. Bu sonuca ne sebep oluyor diye merak etmeye baslar. Böylece her gün çikip bakar, bakar ve bakar... Ve belli bir zaman sonra ancak gemileri görebilir. Ve bir kez gemileri gördügü zaman, gemilerin orada var oldugunu herkese anlatir. Çünkü herkes ona inanmistir ve güvenmistir, onlar da (Kabile üyeleri de) görürler.
Bu açiklamayi kabul ediyorsak, devaminda kabul etmemiz gerek bir baska dogru var: ‘Gerçegi biz yaratiriz’. Bizler, gerçek üreten makineleriz. Gerçegin sonuçlarini her zaman biz yaratiyoruz. Bir seyi her zaman hafizanin aynasindan yansidiktan sonra algilariz. Bir büyük hologram içinde yasiyor olalim ya da olmayalim. Bu, muhakkak ki iyi bir cevap bulamadigimiz bir sorudur. Bence bu, çözmemiz gereken büyük bir felsefi problemdir... Bilimin dünyamiz hakkinda söyleyebilecegi açisindan... Çünkü bilimde her zaman gözlemciyiz. Bu yüzden, hâlâ insan beynine son olarak gelenle sinirliyiz... Görmemizi ve yaptigimiz seyleri algilamamizi saglayanla...”
Mevlana Mesnevi’sinde “bütüncül görüsü” çok güzel bir benzetmeyle dile getirir; meshur “Körlerin Fil Tarifi” ... Fil bir bütündür ama kör insanlara “Bu nedir?” diye soruldugunda, birisi bacagini tutar agaç oldugunu söyler, burnunu tutan hortum, püskülünü tutan firça der; hiçbiri bütünü tarif ederek, “Ben bir fil tutuyorum” diyemez.
Modern insanin en büyük problemi de budur. Holistik olmadigi, bütüncül yaklasima sahip olmadigi, “bütün yapi”yi bilemedigi için, daha da açik ifade ile bütüncül bir düsünce yapisini kabulde zorlandigi için...
Evren Bir Hologramdir
David Bohm, evrenin de holografik bir biçimde davrandigini ileri sürmektedir. Ona göre, görünen ve yasayan düzenin ardinda, zaman ve uzaydan bagimsiz olan bir Evren vardir. Geçmis, simdi ve gelecek, bu holografik düzende bir arada bulunmaktadir.
Insaninda ötesinde, “evren de holografik biçimde organize olmustur” dedigimizde, buradan çok önemli dört sonuç çikmaktadir: 3
****3 Aritan, Aydin – Holistik Evren Tasarimi
1. Her canli ya da farklilastirilmis her cisim, ayni bütünün parçalaridir.
Varolan her sey ve tüm evren, ayni bütünün parçalaridir ve birbirinin kardesidir. Her biri evrenin bilgilerinin tümünü içinde tasir. Ama tam ve mükemmel bir görüntü için hepsi birbirine muhtaçtir.
2. Bütün bilgiler her an ve her yerdedir.
Evrende varolan her türlü bilgi (mikro ve makro boyutta) her an ve her yerdedir. Hologram plâkasinda yapilan islem, gözle görülen özelliklerin degil, o görüntüyü olusturan frekanslarin kaydidir. Holografik düzende zaman ve mekân bulunmaz. Iste bu nedenle bilgiler hem “her yerde”, hem de “her zamanda” mevcutturlar.
Atomalti düzeyde, herhangi bir parçacigi, evrenin tamamindan koparmak adetâ imkânsizdir. Parçaciklar bize birbirlerinden ayri düsmüs gibi gözükseler bile, lokal olmayan bagintilar tarafindan birlestirilmislerdir. Herhangi bir parçacigin davranisi, sistemin bütünü tarafindan belirlenir. Kisaca “bütün bilgiler her an ve her yerdedir” diyebiliriz. Yeter ki onu görecek “göz”, “nasip” ya da “görev için gerekli liyakat” mevcut olsun. Nitekim Kur'an, “Ben size sah damarinizdan daha yakinim” demenin yansittigi hologramik bir anlayisi o zamanki insanlara böyle veciz bir ifadeyle sunmustur. Sah damarinda, yani “can alici noktanda” ben varim demek, “sen benim bütünümün içindesin, senle ben biriz, sen benim parçamsin” anlamina gelir. Ama bu ifade “sen de Tanri”sin anlaminda degildir
- “Sen Tanri'dansin” anlaminda kullanilan bir ifadedir.
3. Var edilmis her birim tüm evrenin bilgisine sahiptir.
Her insan, hatta her atom ya da her zerre, kendi basina bütün evren bilgisine sahiptir. Ancak bu bilgi kodlarinin, o cismin içinde bulundugu görev alaninin gerektirdigi kadari açiktir.
4. Evren, ancak tek tek algilanmalar sonucunda canlanir.
Yani evrende bir bütünlük, bir ana plan ve süreklilik söz konusudur. Bizler, ancak o çok katli ana planin dalga boylariyla bir rezonansa ve bir paralellige girdigimiz oranda, o frekansin bilgilerini cisimlestiriyor, buluyor ve kendimize mal edebiliyoruz. Böylelikle de, evrenin bazi “sirlari”ni çözebilmekteyiz.
Aslinda evrenin kendisi de, akiskan, dev bir hologramdan baska bir sey degildi ve bunun farkina varmasi, onun tüm daginik sezgilerini, genis kapsamli ve uyumlu bir bütün halinde derlemesine olanak verdi.
DNA ve hücrelerin karsilikli etkilesimleri ile hafiza konularindaki çalismalariyla iki Nobel ödülü almis bilim insani olan, Fransa’daki Clamart Labaratuvarlari Digital Biyoloji Direktörü, Prof. Dr. Jacques Benveniste, 1991 yilinda suyun hafizasi oldugunu kesfetmistir. O, yaptigi genetik arastirmalarda, DNA hücrelerinin belli bir frekansta foton isidigini ve bu farkli DNA hücrelerinin, farkli frekansta titresirken, iki farkli titresimdeki hücre yan yana geldiginde yeni bir ortak frekans olusturup birlikte bu frekansta titresmeye basladiklarini ve elektro manyetik dalgalar ile bir çaglayan yaratip isik hizinda yolculuk ettiklerini kesfetmisti. Ancak bundan da daha önemli bulusu, suyun hafizasi oldugunu kesfetmis olmasidir.
1980’lerde baslattigi çalismalarinda, suya zehirli bir madde yüklemis ve bunu 1 milyon kez sulandirdiktan sonra, özel bir âlet ile asiri hizda sallayarak yaptigi deneyde maddenin hiç yok olmadigini gözlemlenmisti. Ne kadar çok sulandirilirsa sulandirilsin, hattâ bu çözelti, 10 milyon defa sulandirilsa bile, suyun içine koyulan maddenin hâlâ var oldugunu tespit etmisti. Hattâ daha da ileri giderek, suya, zehirin kendisini degil de, sadece frekansini yüklediginde, aynen zehirin kendisi koyulmusçasina suyun sinek larvalarini öldürdügünü gözlemlenmisti.
Holografik Evren ve Zaman
“Geçmis, sakli bir tür düzen halinde, simdinin içinde, aktif durumdadir.” Bohm Zaman, asla bizlerin düsündügü gibi bir sey degil, insanin evreni algiladigi bes duyusunun eseri olan bir kavram olarak, zihinlerimizde vardir. Kuantum kurami çerçevesinde, “zaman” ölçülebilir bir büyüklük degildir. Mutlak zaman diye bir sey yoktur. Zaman her cismin bulundugu uzay bölgesine ve hizina bagli olarak degisen göreli bir kavramdir. Öte yandan zaman, tamamen hayal ürünü de degildir.
Bir Hologram Olarak Geçmis: Holografik bir sekilde organize olmus evrende, Uzay– Zaman koordinatlarinin ötesine geçilmis olur. Böyle bir planda, geçmis–simdi–gelecek, ayni yerde ve zamanda var olurlar.
Hologram teknigini anlamaya çalismak, “evren” ismiyle tanimlanmaya çalisilan sinirsiz ve sonsuz tek varligin, yani “bütün’e” ait tüm bilginin, hologramik bir biçimde, nasil her zerrede mevcut oldugunu anlamamizi kolaylastirmistir. Buna göre, bizim gözlemledigimiz evrenimizde olmus veya olacak diye bildigimiz her olay, her olusum, evrenin holografik yapisinda bilgi olarak yüklüdür. Ve yine, evren içi olan her bir varlik, kendi algilama kapasitesi ölçüsünde, bu holografik olarak düzenlenmis bilgiyi degerlendirir. Çünkü evrensel tümel bilginin bir siniri ve dolayisiyla da bir merkezi olmamasi itibariyle, algilamanin gerçeklestigi her noktada, algilayiciya, bütüne ait tüm bilgi hazir ve açiktir. Ancak, algilayici, bu bilgiyi, kendi algilama kapasitesince, degerlendirebilir. Yani, algilanan bilgi, tamamen algilayicinin algilama kapasitesinin bir eseridir. Zaten, algilayicinin kendisi de, oradaki bilginin özden açiga çikisindan baska bir sey degildir.
Eger suurun kökleri, Bohm’un öne sürdügü gibi, sakli düzenin içindeyse, bu, insan zihninin ve geçmisin holografik kayitlarinin da, ayni alan içinde ve bir arada var oldugu, diger bir deyisle, bunlarin hâlihazirda, birbirlerine komsu durumda olduklari anlamina gelmektedir. Böylece, geçmise geçebilmek için yapilmasi gereken tek sey kisinin dikkat odagini kaydirmasi olabilir.
Geçmisin sakli düzende nasil depolandigini bir hologramda görebiliriz.
Holografik algilayis, ayni seyin kendi geçmisimizi de kapsadiginin bir ifadesidir. Geçmis, unutulus içinde eriyip gitmemekte ve kozmik hologramda kayitli olarak durmaktadir ve bizim oraya her zaman için yeniden girebilmemiz olasidir. Baska bir deyisle, geçmise ait kayitlar, herhangi bir yerde kayitli olmayip, tipki bir hologramin içerdigi bilgiler gibi mekânsizlik özelligi tasimaktadir ve uzay–zaman çatisinin herhangi bir yerinde tekrar ortaya çikabilir. Bazi duru görürlerin, geçmise uyum yapabilmek için, psikometriye bile gereksinim duymamalari, bu fenomenin üzerinde kurulu oldugu mekânsizlik özelliginin altini bir kez daha çizmektedir. 4
Kentucky’li ünlü duru görü medyumu Edgar Cayce, yalnizca istirahat halindeyken, uyku benzeri bir duruma geçerek, geçmisle iliski kurabiliyordu. Insan irkinin tarihi üzerine ciltlerce notlar yazdirdi. Verdigi bilgiler, genellikle sasilacak derecede gerçege uygundu. Örnegin, “Ölü Deniz Yazitlarinin”, yukari Kumran bölgesinde ki magaralarin içinde olduguna dair vermis oldugu bilgilerin dogrulugunun kanitlanmasindan on bir yil önce, Kumran’daki Esseni toplumunun yerini duru görü yetenegi vasitasiyla belirleyerek bu toplulugun tarih sahnesine çikmasinda önemli katkilarda bulunmustu.
Bir Hologram Olarak Gelecek: Arastirmalar gelecegi önceden görme vizyonlarinin, trajik olaylar konusunda daha sik ortaya çikmakta oldugunu göstermektedir. Mutlu olaylarin önceden sezilme orani, üzücü olaylarin sezilme oraninin dörtte biri kadardir.
Kötü olaylar arasinda, ölüm olayinin önceden içe dogmasi en yüksek bir orana sahiptir. Bunun arkasindan kazalar ikinci, hastaliklar üçüncü gelir. Bunun nedeni açiktir. Gelecegi algilayabilmenin olanaksiz olduguna kendimizi o denli inandirmisizdir ki, gelecegi sezebilme konusundaki dogal yetenegimiz körlesmis bulunmaktadir.
Yasami tehlikeye sokan acil durumlarda bireylerin sergiledikleri insanüstü güçler, bir yakinimizin ölecegi, çocuklarimiz ya da sevdigimiz baska bir kimsenin tehlikede oldugu gibi hep kriz zamanlarinda ortaya çikmaktadir.
Dogustan sahip oldugumuz, gelecegi görme yetilerimizi, suur disinin gerilerine sürgün etmis oldugumuza dair diger kanitlari ise, gelecegi sezme olaylariyla rüyalarimiz arasindaki yakin iliskileri inceleyerek bulabiliriz.
Inancin Holosiçramalari (Zaman Boyutunda): Eger gelecek, her ayrintisi belirlenmis bir hologram ise, o zaman bizim özgür irademiz söz konusu olamaz degil mi? Hal böyleyse, hepimiz kaderin elinde, daha önce yazilmis bir senaryo boyunca, suursuzca eylemde bulunup duran kuklalar olmaz miyiz?
***4.Bâki, Ahmed – Holografik Evren ve Zaman (Popüler Bilim 1995)
Holografik algilayis, dogmatik inancin yadsinamaz yumusak karni olan kadercilik yaklasimina da, alternatifler sunmaktadir. Neyse ki, bu yaklasim, kaderciligin, kaderimiz olmadigina isaret eden kuvvetli kanitlar içerir. Burada, felaketlerden kaçinabilmek için gelecegi sezme yeteneklerini kullanabilen birçok kisiyi örnekleyen belgeler vardir. Kimi bireyler, bir uçagin düsecegini önceden sezmisler ve bu uçaga binmeyerek ölümden kurtulmuslardir. Kimi bireyler ise, önsezileriyle, çocuklarinin bir sel baskininda bogulacaklarini hissedince, onlari tehlike bölgesinden zamaninda uzaklastirabilmislerdir.
On dokuz kisinin, Titanic’in batacagini önceden sezmis oldugu, belgelenmis durumdadir. Bu on dokuz kisinin bir bölümü, olay içlerine dogunca duygularini ciddiye alarak yasamlarini kurtarabilmisler, diger bir bölümü, sezgilerinin üzerinde durmadiklari için bogulmuslar, baska bir bölümü ise, her iki kategoriye de girmeyenlerdir.
Bu gibi olaylar, gelecegin hazirlanmis bir kalip olmayip esnek ve degisken olabilecegini kuvvetle düsündürmektedir. Ancak bu görüs de, bir sorunu beraberinde getirmektedir. Eger gelecek sürekli bir degisim durumundaysa, Croiset isimli bir medyum, belirli bir sandalyeye kimin oturacagini on yedi gün önceden görebildigi zaman nasil bir gerçeklige deginmektedir? Gelecek hem var olup, hem de var olmayabilir mi?
Bu nokaya kadar verilmis bilgilerden de anlasilacagi üzere, hologram kavramini, zihnimizde dogru bir perspektife oturtabilmek için, bu kavramin destekleyici alt basliklari olabilecek kozmos, mikrokozmos ve makrokozmos gibi kavramlara da, yeterince deginmek gereklidir.
Kozmos
Etimolojik bakimdan “kozmos” sözcügü Yunanca’dan alinmadir. “Düzen” ya da “Güzellik” anlamina gelir. Daha açik bir ifadeyle, Kozmos deyince, nesnel evrenden bahsediyoruz demektir. Kozmos, aslinda kendini olusturan ögelerin en küçügünden en büyügüne kadar, bölünemez bir bütündür. Bununla birlikte, daha kolay anlasilabilmesi için, “makrokozmos” ve “mikrokozmos” olarak iki farkli yönde incelenir. Mikrokozmosun ilgi alani en küçükten, makrokozmosun ilgi alani ise en büyüge dogru gider.
Gerek bilim gerekse felsefe alaninda, “makrokozmos” ve “mikrokozmos” terimleri çok farkli, hatta çeliskili biçimde tanimlanabilmektedirler. Günümüze kadar, özellikle mikrokozmos ile makrokozmosun sinirinin nerede, hangi boyutta oldugu konusunda tam bir mutabakat saglanamamistir. Bu çeliskileri gidermek amaciyla, kimi düsünürler ve bilim adamlari, hem mikrokozmos, hem de makrokozmos olarak tanimlanabilecek bu geçis alanina “megakozmos” demislerdir.
Mikrokozmos (Insan)
Etimolojik geçmisi Yunanca’ya dayanan bu terim, sözlük anlami bakimindan “küçük evren” demektir. Kelimenin kavramsal tabani, “Bireyinin bütünselligi” üzerine insa edilmistir.
Mikrokozmos, belli bir boyuttan daha küçük olan ögeleri ve bunlarin kendi aralarindaki etkilesimleri ile kendi alanlari disinda kalan ögeleri de etkileyerek yarattiklari tüm olaylari, olgulari içerir.
Kimine göre mikrokozmosun alt siniri “atomalti”dir. Kimine göre ise sinir, daha ileridedir ve insanin duyu organlariyla, ya da icat etmis oldugu aygitlarla ayrintilarini somut bir sekilde belirleyemedigi ögelere kadar uzanir. Bu çeliskili görüslerden de anlasildigi üzere, mikrokozmosun baslangicini belirleyen sinirin tanimlanmasinda bir uyusmazlik söz konusudur.
Mikrokozmosun sekilsel sembolü olarak “Pentagram”, sayisal sembolü olarak da “Bes” rakami kullanilmaktadir. (“Bes”, insanin sayisidir. Insan kollarini ve bacaklarini açtigi zaman, basi ile birlikte bes köseli bir yildiza benzemektedir. Gerek elinde, gerekse de ayaklarinda beser parmagi vardir. Ayrica insanda görme, isitme, koklama, tat alma ve dokunma olmak üzere bes duyusu vardir.)
Bunun yanisira, makrokozmosun sayisal sembolü de “On” olarak betimlenmekte olduguna isaret etmeliyiz. Insanin “Bes” sayisiyla remzedilmesi bu sembolizmaya da uygun düsmektedir.
Mikrokozmosun altinda da daha ufak kozmoslar da vardir ve insan bu küçük kozmoslar ve evren arasinda bir köprü teskil etmekte ve bir bakima orta yeri tutmaktadir.
Insanin gezegenimizdeki serüvenini kendine konu edinen antropolojinin bir alt dali olan felsefi antropolojinin kurucusu oldugu kabul edilen Alman filozofu Max Scheler, insanin bir mikrokozmos (küçük evren) olarak, gerçek özünü kendi içinde tasidigini ve bu nedenle de kosmoform (evren biçimli) bir varlik oldugunu ve bu özelligi nedeniyle de, kozmosun özünü içine alan her sey için bilgi kaynagi oldugunu ileri sürer. Bir baska ifadeyle; insan bir mikrokozmos olduguna, varligin bütün öz biçimleri insanda bulunduguna, canlilik, fiziksel ve kimyasal varlik, yasamsal alan ve ruh, insanin varliginda iç içe olduguna göre, “büyük düzenin” (makrokozmosun) en yüksek temeli de, insanda incelenebilir.
Makrokozmos (Evren)
Etimolojik olarak Grekçe kökene sahip bu kelime, makros ve kosmos köklerinden olusur ve “büyük evren” demektir. Makrokozmos, belli bir boyuttan sonsuz büyüge dogru uzanarak, evrenin tüm ögelerini içerir. Ancak bilim adamlari, makrokozmosun alt sinirini tanimlayan o “belli boyut” un ne oldugu üzerinde tam bir uzlasiya varamamislardir.
Bizler yasadigimiz boyuttaki zamani, geçmis/simdi/gelecek diye üç kisma ayirir ve evreni de bu bakis açisina göre degerlendiririz. Hâlbuki gökyüzüne baktigimiz zaman, isigin (ona bakan gözlemcinin hizindan bagimsiz olarak) sabit bir hizla ilerledigini söyleyen Rölativite teorisi uyarinca, yildizlarin ve galaksilerin su andaki hallerini degil, uzakliklariyla dogru orantili olarak geçmis zamandaki durumlarini görürüz. Yani biz günesin 8 dakika, günes sistemimize en yakin yildiz olan Alfa Centauri’nin 4.3 yil öncesini, Andromeda galaksisinin 2.3 milyon yil öncesini görmekteyiz. Ayni olaya farkli bir açidan yani, su anda dünyadan 10 isik yili uzakliktaki bir noktadan gezegenimize geri baktigimizi düsünürsek; körfez savasini 65 isik yili uzakliktan, Japonya’ya atilan atom bombasini 212 isik yili uzakliktan, 2000 isik yili uzakliktan da Roma imparatorlugu dönemini gözlemleyebilirdik.
Mutlak uzay-zaman, dolayisiyla maddesel algilamaya dayali anlayisimiza en büyük darbeyi indiren bu görüs bizi, geçmiste yasadigimiza, zamanin göresel oldugu, evrenimizin maddesel bir yapiya sahip olmayip, aslinda bir enerji yumagi halinde dalgasal yapida oldugu ve Lavoisier’in “yoktan bir sey var olmaz, var olan bir sey de yok olmaz” prensibinin dalgasal formdaki ifadesine götürür. Bundan binlerce yil önce, Pisagor ve takipçileri de fiziksel dünyada olusan her eylem ve düsüncenin gökyüzüne kaydedilmekte oldugunu söyleyerek, buna “Doganin Bellegi” ya da “Akasa” adini vermislerdi.
Bütüncül (Holistik) Düsünce ve Evren Algilayisi
Bir sir var, çözdüklerimizden baska Bir isik var bu isiklardan baska
Hiç bir yaptigindan yetinme, geç öteye,
Bir sey daha var bütün eserlerinden baska.
Ömer Hayyam
Holistik Düsünce; evrendeki her seyin ayni bütünün parçalari olduklarini, birbirlerinden haberdar olarak tek bir sistem seklinde hareket ettiklerini ve birbirleriyle iliski, iletisim ve etkilesim içinde bulunduklarini ortaya koyan bir düsünce tarzidir.
Düsüncenin ilk evresi “lineer-çizgisel” düsüncedir. Bu evrede, sorunu çevreleyen tüm kosullari ve etmenleri etraflica arastirmadan, çözüme etkili olabilecek tüm bilgileri hesaba katmadan sonuç çikarmaya çalisan ve her sonucun tek nedene baglandigi bir düsünce yapisi hâkimdir. Biz buna “evet-hayir” veya “siyah-beyaz” evresi de diyoruz. Oysa dogada ve onun simülasyonu olan toplumda karsilastigimiz tüm olgular lineer degildir. Her sey bu basitlikte izah edilemez.
Düsüncenin ikinci evresi; her seyi parça parça ele alan, dünyayi parçalarin birlesmesinin bütünü olarak ele alan “kartezyen” düsünce evresidir. Buradaki düsünce sistemi; çözümlemeleri indirgeyerek yapan, dogrularini bir yüzeye yerlestiren, yüzey geometrisi, yani kartezyen geometri bu evrenin geometrisidir. Felsefede Descartes, fizikte Newton bu düsünce sistemiyle ürün vermis bilim adamlaridir. Bu düsünce sisteminin teknolojisi ile uçaklar, otomobiller ve parçalarin birlestirilmesiyle üretilen diger tüm mekanik sistemler, olusturulmustur. Bu yüzden bu evreye “mekanik düsünce” evresi de denilebilir. Bu düsünce evresinin temel degerleri rekabet, niceliklere önem verme ve çizgisel hiyerarsidir.
Düsüncenin üçüncü ve bugün yayginlasmaya baslayan evresi ise “holistik – bütüncül” düsünce evresidir. Bu evrede parçalar yoktur, bütün vardir… Çizgi yoktur, “ag” vardir. Ve her sey birbirine baglidir. Bu düsünce sisteminde; hiçbir sonucun tek sebebi yoktur. Bu evrenin geometrisi uzaysaldir. Temel degerleri ise (Kartezyen Düsünceye kiyasla) rekabet yerine isbirligi, nicelik yerine nitelik, hiyerarsik egemenlik yerine agsal ortakliktir. 5
Günümüz holistik düsünce tarzinin dikte ettirdigi “Holistik Felsefe” ise, tüm evrenin bir bütün sistem oldugunun ve bu büyük bütünün içindeki yapilarin, düzenler ve fonksiyonlari ile tamamen o büyük bütüne benzediginin, daha küçük bütünlerin bulundugu varsayimina dayandiginin altini çizen bir yaklasimi içermektedir.
Filozoflar, bu düsünceyi ifade etmek için mikrokozmos–makrokozmos kavramlarini kullanirlar. Tüm evren bir mikrokozmosun, yâni bir insanin içindedir. Buna karsilik, göklerdeki yildizlarla dolu düzen, bir “Büyük Insan” ya da bir “Kozmik Insan”dir. Bu tür bir iliskiye, bir atomun günes sistemiyle karsilastirilmasi örnek verilebilir. Atom, makrokozmik günes sisteminin, mikrokozmosudur.
Holistik (Bütünsel) Evren tasarimi, bizim, su gerçekleri, modelleme yoluyla daha kolay algilayabilmemizi saglar:
- Hepimiz ayni bütünün parçalariyiz.
- Var edilmis her birim, bütün evren bilgisine
- Bütün bilgiler her an ve her
Kuantum fizigi alaninda elde edilen son bulgulara göre; evreni, su an ki alisagelmis bakis açimiza göre degerlendirisimiz, tamamen bir yanilgidan ibarettir. Yasami, onun özünde isleyen sistemden habersizce degerlendiriyoruz. Çünkü evreni, birbirinden ayri “parçalarin” olusturdugu bir yapi seklinde gözlemliyoruz ve her sey hakkinda da, bu gözlemimize göre yargiya variyoruz. Bu ise, salt bu bakis açimiz nedeniyle, düsüncemizin bloke olmasi ve yasamin gerçek yüzünü fark edemeyisimiz anlamina gelmektedir. Orijinal evren, gözümüzün yanildigi gibi birbirinden ayri “parçalardan” olusmus bir kütle degildir.
Eger evreni kuantum düzeyinde gözlemleyebilecek aracimiz olsa veya onu atomalti düzey özellikleriyle algilayabilsek, canli ve cansiz ayriminin olmadigi bosluksuz ve sinirsiz bir yasam okyanusuyla karsilasiriz. Bu yasam bir bütündür ve her seyi kapsar. Bizim duyularimizla algiladigimiz veya algilayamadigimiz her sey, bu “Sinirsiz Bütün’den” meydana gelmistir. 6
Evrensel Bütünü, ayri ayri parçalara bölmek ve bu parçalara “Bütün’den” ayriymis gibi isimler takmak ihtiyaci, tamamiyle görme araçlarimizin algi kapasitesinden kaynaklanmaktadir. Gerçek olarak gözlemledigimizi zannettigimiz bu nesneler dünyasi, gözlemcinin, yani bizlerin algi biçiminin bir ürünüdür ve görsel’dir. Çünkü algi araçlarimizin kapasitesi degistikçe, algiladigimiz nesnelerin biçimleri ve özellikleri de degismektedir. Oysa kuantum düzeyinden bakildiginda, evrende hiçbir sey asla bir diger seyden ayri veya kopuk degildir. Kuantum düzeyinde evrendeki her sey, bir kumasin dokulari gibi birbiriyle ilintilidir.
Kozmosta her sey, gizli iradenin kesintisiz holografik yapisi oldugundan; parçalardan söz etmek anlamsizdir. Bu, suyun aktigi musluklari, suyun kaynagindan baglantisiz parçalarmis gibi düsünmeye benzer. Bu yüzden elektron, ilk temel madde degil; holohareketin bir görünüsüdür. Evrendeki her sey, bir halinin motifleri gibi tüme baglidir. Einstein, uzay ve mekânin, birbirine bagli oldugunu söyledigi zaman, dünya hayret etmisti. Bohm bu görüsü bir basamak daha ilerletti ve, “evrende her sey, birbirinin devami olarak süreklilik arz etmektedir” dedi. Bunu göz önüne alinca, her sey, ayni seydir; “Som, Bölünmez, Tek”
****5 Çakmakli, Cemil (Dr.)-Düsünce Sistemi, 6. Bâki, Ahmed – Holografik Evren ve Zaman
Bilincin, yasamin ve gerçekte her seyin, evrenin dokusunu olusturuyor olmasi, sasirtici gibi görünse de, aslinda dogaldir. Hologramin bir parçasinin, tümün özelliklerini içermesi gibi, eger ulasmasini bilirsek, basparmagimizin ucunda Andromeda galaksisini bulabiliriz. Ayni zamanda Kleopatra’nin Sezar’la ilk karsilasmasina da tanik olabiliriz. Çünkü ilke olarak tüm geçmis ve tüm gelecegin imajlari, uzay ve zamanin en ufak bölümüne varincaya dek, her yere yayilmis durumdadir. Bedenimizin her bir hücresi tüm kozmosu barindirir.
Her yaprak, her yagmur damlasi ve her bir toz tanesi de öyle, tipki William Blake’in ünlü siirinde oldugu gibi ve ona yeni anlamlar ekleyerek: Dünyayi görmek için bir kum tanesinde, Ve cenneti bir yaban çiçeginde,
Yakala sonsuzlugu avucunun içinde, Ve bir saatin içinde, ebedîyeti...
Prof. Dr. Richard E. Nisbett ise“Düsüncenin Cografyasi”7 adli yapitinin önsözünde, evrenin özündeki bu bütünsellige vurgu yaparak, söyle diyor:
“Birkaç yil önce, Çin’den gelen parlak bir ögrenci, sosyal psikoloji ve akil yürütme meseleleri üzerine benimle birlikte çalismaya basladi. Tanismamizin baslarinda bir gün bana sunlari söyledi: ‘Biliyor musunuz, aramizdaki fark, benim dünyayi bir çember, sizinse bir çizgi olarak görmeniz.’ Yüzümde belirmis olacak o saskin ifadeden hiç etkilenmeden, sözlerini biraz daha açti.
‘Çinliler sürekli degisime inanirlar, ama her seyin daha önceki bir duruma dogru hareket ettigini düsünürler. Dikkatlerini çok genis bir olaylar yelpazesine yöneltirler, seyler arasindaki iliskileri arastirirlar ve bütünü anlamadan parçanin anlasilamayacagini düsünürler.
Batililar ise daha basit, daha determinist bir dünyada yasarlar ve daha büyük resme bakmak yerine dikkat çekici nesnelere veya insanlara odaklanirlar. Bu sekilde, nesnelerin davranisina hükmeden kurallari ögrendiklerinde, olaylari denetleyebileceklerini düsünürler.”
Buradaki yaklasimin altinda yatan ilke olan bütüncüllük, her olayin diger tüm olaylarla baglantili olduguna isaret eder. Çinliler de dünyayi, bu dogrultuda, ayri ayri nesnelerin toplami olarak degil, bir maddeler kütlesi olarak algiliyorlardi.
Bütünsellige iliskin diger çarpici bir örnek gelisim psikologlari Anne Fernald ve Hiromi’den: Onlar alti, on iki ya da on dokuz aylik bebekleri olan Japon ve Amerikalilarin evlerine gittiler. Annelerden, oyun alanindan oyuncaklari kaldirmalarini istediler, sonra da yanlarinda getirdikleri oyuncaklari ortaya koydular-içi doldurulmus bir köpek ve domuz, bir araba ve bir kamyon. Annelerden, bebekleriyle birlikte her zamanki gibi bu oyuncaklarla oynamalarini istediler. Annelerin en küçük bebeklerine karsi davranislarinda bile çok büyük farklar gözlemlediler.
Amerikali anneler nesne etiketlerini (“domuzcuk”, “köpekçik”) Japon annelerden iki kat fazla kullaniyordu; Japon anneler ise nezaket kurallarini ögreten toplumsal rutinlere (örnegin, empati ve selamlama) iki kat fazla basvuruyordu.
Amerikali bir annenin bebegiyle konusmasi söyle olabiliyordu: “Bu bir araba. Arabayi gördün mü? Sevdin mi? Ne güzel tekerlekleri var.”
Japon bir anne ise söyle söylüyordu: “Iste! Bu bir düt düt. Onu sana veriyorum. Simdi de sen bana ver. Evet! Tesekkür ederim.”
Amerikali çocuklar, dünyanin genelde nesnelerle dolu bir yer oldugunu ögrenirken, Japon çocuklar, dünyanin genelde iliskilerle ilgili oldugunu ögreniyorlar.
Bugünkü holistik evren anlayisinin temelinde, hem kadîm Dogu Bilgeligi, hem de Batinin analizci yaklasimi vardir. Bilindigi gibi gerçeklik, hem dalgalari (iliskileri) hem de parçaciklari (bireyselligi) kapsar. Düsünmeye bu noktadan basladigimiz bir yolun sonunda, su sorunun sorulmasi kaçinilmaz hâle gelir; “Gerçeklik dedigimiz sey, iliskilerden ve bireylerden olusmaz mi?”
***7 Richard E. Nisbett (Prof. Dr )-Düsüncenin Cografyasi/The Geography of Thought
Hint’li Mistik düsünür Osho’nun, evrene iliskin yaklasimini bu baglamda aktarabiliriz: 8
“Evren canli bir varlik, organik bir bütündür. Onun içinde var olan hiçbir sey digerlerinden soyutlanmamistir, her sey birbirine baglidir. En uzaktaki seyler bile en yakindakilerle baglantilidir, hiçbir sey birbirinden ayri degildir. Bu yüzden kimse kendisinin her seyden ayri duran, uzak, soyut bir ada oldugu yanilgisina düsmesin. Her sey bütüne baglidir ve sürekli digerlerini etkilemekte ve onlardan etkilenmektedir. Evren bir aileye benzer, tek bir organik beden gibidir. Soluk aldigimizda tüm beden bundan etkilenir, ayni sekilde günes soluk aldigi zaman da, dünya etkilenir. Dünya uzak mesafelerdeki baska güneslerin hareketlerinden bile etkilenmektedir. Çünkü en küçük hücre bile, o dev güneslerle birlik içinde titresir.”
Yine bir kez daha altini çizerek ifade etmek gerekirse, hologramin bizi ilgilendiren en önemli özelligi, her parçanin bütünü içermesi veya bütünün her parça içinde katlanmis olmasidir. Kozmik çapta olan Bohm teorisinde bunun anlami, dünyanin her bir bölümünün, kendi içine gizlenmis (katlanmis) olarak evrenin tümünü içermesidir. Modern bilim için yeni olan bu düsünce, mistik siir dünyasinda oldukça iyi bilinir. “Gizem Bahçesi” adli siirinde sufî mistigi Mahmut Sabistan, söyle diyor:
Bilin dünyanin bastan ayaga bir ayna oldugunu, Vardir atomda yüzlerce parlayan günes.
Yararsan bir su damlasinin kalbini, Çikar ondan yüzlerce saf okyanus. Gözünün bebegidir gökyüzü.
Bir tahil tanesi kadar küçük olsa da gönlün, Yeridir orasi, her iki dünyanin Rab’binin.
Holistik Farkindalik
Evren varoldugundan beri, onu olusturan bütün ögeler birbirleri ile karsilikli bir iliski, iletisim ve etkilesim içinde bulunmaktadir. Günümüz insanliginin gelismislik düzeyi, giderek daha fazla bireyin bunun bilincinde olmasina yol açmasi, “Holistik Farkindalik” düzeyini de arttirmaktadir.
Holistik Farkindalik Olusumu, “tek bir insanlik ailesi” hedefini tasimakta, evrensel ilkelerle yolunu ortaya koymakta, yerel özellikler ile de kendi gücünü ve farkindaligini öne çikarmaktadir.
Dünya bir “bilinç siçramasi”nin içinde bulunuyor. “Holistik Farkindalik” adini verdigimiz ve evrenin bütün birimlerinin birbirlerine bagli, iliski, iletisim ve etkilesim içinde bulunduklarinin farkinda olan ve yüksek bir bilinç düzeyine ulasmis kisilerin varligi ve bunlarin sayilarinin hizla artmasi bu gerçegi ortaya koyuyor. Ama bu insanlar neyin-nasil oldugunu, neleri-nerelere yerlestirmeleri gerektigini ve neye göre-ne sekilde yasamak durumunda bulunduklarini tam olarak bilemiyorlar. 9
Globallesme, kaçinilamaz olan bir olgu olup, aslinda böylesi bir bütünlesme hareketi dogru, yararli ve evrensel plan içindeki dünyanin kaderi ile de uygun düsmektedir. Ancak ortada tek bir sorun bulunmaktadir. Ekonomik ve askerî güçleri ellerinde bulunduranlar bu süreci çarpitarak, kendi hegemonyalari altinda tutmaya ve yönetmeye çalismaktadirlar. Bu, suyun akisinin tersine bir tutumdur ve sürekli olarak basarili olmasi da mümkün degildir. Zaten düsünen insanlar, dünya ülkeleri arasinda bu denli bir uçurumun varligini sürdürmesi halinde, zengin ülkelerin de bunalima gireceklerini ve hatta girdiklerini net olarak görmekte ve bunlari dile getirmektedirler.
Atatürk’ün: “Yurtta Baris, Dünyada Baris” slogani ile çok net bir sekilde vurguladigi gibi, önce kendi içimizde güçlü, bagimsiz ve üretken bir hale gelmemiz gerekiyor. Çünkü baskalarina bagimli olarak yasayan, borç batagi içinde bogulan, bu nedenle de bagimsiz kararlar alamayan ve hiç bir sey üretemeyen bir toplum olarak yasadigimiz sürece, bu önemli dönüsüm döneminde etkisiz ve ezilen taraf olarak kalmaya mahkûm oluyoruz.
****8 Osho Gizemli Sirlar (Açiklanmamis Gerçekler), ****9 Aritan, Aydin -Holistik Farkindalik Partisi
Holistik farkindalik düzeyinde olan kisiler hem holografik evren gerçeginin, hem de ezoterik yasalarin bilimsel bir sekilde ve net olarak ortaya koyduklari “evren bir bütündür, hersey bu bütünün parçalaridir. Bu nedenle bir parçanin zarar görmesi, bütünün zarar görmesi demektir” ilkesinin de bilincinde olduklarindan, tüm parçalara (bireylere) ayni uzaklikta ve tarafsiz olarak davranirlar. Ayrica onlari, tipki kendileri gibi ayni bütünün parçalari olarak görürler.
Bu algilayis çerçevesinden bakildiginda, holistik farkindalik düzeyini yakalayabilmis yönetici ve bireyler, su niteliklere da sahip olmalidir:
- Resmin bütününü görebilmeli,
- Görev bilinciyle davranmali,
- Sorumluluk duygusuna sahip olmali,
- Evrendeki bütün birimlerin birbirlerine muhtaç olduklarinin farkinda olmali,.
- Kendisinin de ayni bütün içinde yer alan önemli bir birim oldugunu bilmeli,.
- Evrensel bir ahlâk kurami olan “Kendisine yapilmasini istemedigini baskalarina yapmamali” kuralini benimsemeli ve yasaminda da
Klâsik düsünme biçimimiz içersinde, saniyoruz ki, her sey “dogar, büyür, gelisir ve ölür”. Ama olaya daha genis bir boyuttan baktigimiz zaman, özellikle tarihsel gelismelerin dairesel ya da bütünsel bir gelisim çizdiklerini görüyoruz. Evrenin bütüncül algilanisinin bizlere sagladigi olasiliklar içersinde, zamanin ilerlemesinin dogrusal, tek yönde olmadigini fark ediyoruz. Bu algilayis sayesinde, klâsik düsünme biçiminin bizleri mahkûm ettigi, tek boyutta ilerleyen, yani geçmisten gelip, gelecege dogru giden bir zaman anlayisindan da kurtulmus oluruz.
Evren, aslinda, sanki görünmeyen bir takim iplerle birbirine içten içe bagli bir bütünlüktür. Burada her yapilan sey ve her türlü hareket, sistemin bütünü tarafindan algilanir, hissedilir ve ona bir cevap verilir. Bir kelebegin kanadini çirpmasindan, bütün kâinatin haberdar olmasi gibi.
Dr. Fred Alan Wolf’un buna iliskin özlü bir tümcesi var: “Evren, hem madde hem de suuru, tek bir alan halinde içeren dev bir hologramdir.”
Bu bütüncül kavrayis dogrultusunda, aydin ve kâmil bir insan olma yolunda ilerlerken ihtiyacimiz olan tek avadanlik, evrene ve kendimize mikro kozmik açidan bakarken, ayni anda makro kozmosu da görebilecegimiz veya makro kozmik açidan bakarken de, mikro kozmosumuzu görebilecegimiz bir hologramdir.
Tarihsel arastirmalar, hakikate dair bilginin insanligin kolektif hafizasina kazinmis oldugunu göstermektedir. Zaman zaman, toplumda bu bilgi unutulmus gibi görünmekteyse de aslinda böyle zamanlarda, eksikligi hissedilen tek seyin, var olan bu bilginin kullanilma cesaretidir. Unutmamaliyiz ki, mücadele etmemiz gereken en büyük düsman, taassup ve bos inançlardir. Yani; “bilgisizlik ve karanliktan dogan yanilgilar” ile “saplanti halindeki düsüncelerdir.”