Richard A. Clarke, son üç Amerika Cumhurbaskanina, Milli Güvenlik Konseyi
Sekreteryasinda çalisarak
hizmet vermistir. Devlet hizmetine 1973 yilinda Savunma
Bakanliginda, Nükleer Silahlar ve Avrupa Güvenligi konusunda analist olarak baslamistir.
Ronald Reagan’in Baskanlik
döneminde, Istihbarattan Sorumlu Bakan Yardimcisi olarak görev yapmistir. Baskan George H.W. Bush’un Baskanlik döneminde önce Politik-Askeri Konulardan Sorumlu Bakan Yardimciligi daha sonra da MilliGüvenlik Konseyin de görevli olarak çalismistir.
Sekiz yil Baskan Bill Clinton’un Özel
Asistani görevinde bulunmustur.
Bu dönemde ve Baskan Bush’un döneminde,Güvenlik ve Karsi-Terör Ulusal Koordinatörü görevini de yürütmüstür. 2001-2003 arasinda Baskan tarafindan Cyberspace Güvenligi Özel Danismanligina getirilmistir. Bu görevden 2003 yilinda ayrilmistir.
-----------------------------------------
GIRIS
Beyaz Saray’da, ABD Disisleri Bakanliginda ve ABD Savunma
Bakanliginda otuz yillik bir çalisma hayati olan bir kimse olarak,devlet hizmetinden ayrildiktan hemen sonra ‘hatira’larini yazanlara biraz küçümseyerek bakmisimdir.Ancak devlet hizmetinden
ayrildiktan sonra, ülkemin tarihinde bir dönüm noktasi teskil eden 9/11 olaylarinin arka perdesinin ne kadar az ve eksik bilindigini görünce ben de baskalarinda küçümsedigim yola girme mecburiyetini hissettim.
2003 senesinin olaylari gelisirken duydugum endiseler de artmaga basladi. Amerikan halki olanlar hakkinda
yanlis bilgileniyordu. Halkin çogunlugu, Bush yönetimi söyledigi için, 9/11 al Qaeda saldirisinin Saddam Hüseyin ile
baglantisi olduguna inaniyordu. Halkin çogunlugu Bush yönetiminin, terörle mücadelede basarilioldugunu düsünüyordu. Halbuki gerçek
bunun tam tersi idi. Yönetim, Irak’i isgal ile, al
Qaeda’yi bertaraf etmek firsatini kaçirmisti. Al Qaeda, daha güçlü olarak karsimiz da idi.
Bu kitap benim açimdan, al Qaeda’nin nasil gelisip ABD’ye saldirdiginin hikayesidir. Ayni zaman da CIA ve FBI’nin yaklasan tehlikeyi nasil
göremediginin, gördükleri zaman da neden önleyemediklerinin hikayesidir. Ayrica dört ABD Baskaninin hikayesidir.
Ronald Reagan 278 Amerikan askerinin
Beyrut’ta öldürülmesine karsi gereken tepkiyi gösterememistir. Kendi anti-terör politikasina ragmen, sonradan Iran-Contra skandali olarak bilinen ‘rehinlere karsi silah’ uygulamasina göz yummustur.
George H. W. Bush Libya’nin düsürdügü ve 259 yolcunun öldügü uçak kazasina karsi tepki göstermemis, geçerli bir ‘counter
terrorism’ politikasi gelistirememis, 1991 yilinda Saddam
Hüseyin’i devirmemis ve bu nedenle Suudi Arabistan’da
Amerikan askerlerinin kalmasini gerekli kilmistir.
Bill Clinton, soguk harp
sonrasi tehlikenin terörizm oldugunu anlayip, buna uygun politikalar gelistirmesine ragmen, CIA, Pentagon ve FBI arasinda gerekli
koordinasyon ve beraberligi saglayamamistir.
George W. Bush, 9/11 den evvel bütün
uyarilara ragmen gerekli tedbirleri almamistir. Irak’ta gereksiz ve masrafli bir savasa girmistir. Netice olarak dünya’daki fundementalist
ve radikal Islam terör hareketini güçlendirmistir.
Bu hikaye, 9/11 hücumundan sonra dahi ABD’nin hala al Qaeda’yi etkisiz hale getirecek
politikalar gelistiremediginin ve Amerikan
topraklarinin halen terörist hücumlara karsi ciddi zaaf içinde oldugunun hikayesidir.
ABD Baskani, Hükümet görevlileri, FBI ajanlari, CIA mensuplari, ABD anayasasini‘bütün
düsmanlara karsi’ koruyacaklarina yemin ederler. Bugün ‘Anayasa’ tehlike altindadir. Bu tehlike ortadan kaldirilmalidir.
BÖLÜM 1
BEYAZ SARAYI BOSALTIN
Ilk haber toplantida iken geldi. Bir uçak
Dünya Ticaret Merkezine çarpmisti.Daha fazla bilgi alana kadar ‘En
kötü senaryoya’ göre hareket edelim talimati verdim.
Derhal CSG Güvenli Video Sisteminin
harekete geçirilmesini istedim. CSG, Karsi Terrör Güvenlik
Grubu idi, ve federal hükümetin, ‘karsi terrör’ ve
güvenlik teskilatlarinin tümünün baskanlarindan olusmakta idi. 1992 yilindan
beri ben bu komitenin baskani idim.Daha sonra Baskan Yardimcisi Dick Cheney ile durumu degerlendirmek için Beyaz Saraya hareket ettim.Beyaz
Saray’a vardigimda ikinci Bina’nin da vuruldugu haberi geldi.Artik karsimizda ne oldugunu biliyorduk.
Baskan Yardimcisinin
yaninda Baskan’in Milli Güvenlik Müsaviri Condoleezza Rice vardi. Ne oluyor sorusuna cevabim, al Qaeda ve herhalde
devami gelecek dedim. Rice ile evvelce, bu gibi durumlarda ne yapilacagini kararlastirmistik.
Gizli Servis Beyaz Sarayin altindaki siginaga inmemizi istiyordu. Ben Beyaz Sarayin bosaltilmasini istedim. Bütün yetkililerle direkt
temas halinde olabilecegimiz Güvenli Video Konferans Merkezine
geçtik. Bu arada Baskan’in Florida’da bir okulda oldugunu ögrendim.
GVK Merkezinde Washington ve ABD muhtelif sehirlerinde olan bakanlar, genel kurmay baskani , CIA ve FBI direktörleri ile temas kurulmustu bile.
Ilk konusan Sivil Havacilik Baskani (FAA)oldu. Dünya Ticaret Merkezine çarpan uçaklar, Amerikan ve United Havayollarina ait idi. Ikisi de kaçirilmislardi.
FAA, ön tedbir olarak NewYork ve Washington’dan uçak inis ve kalkislarini yasaklamisti. Bunu bütün Amerikan hava sahasina tesmil etmesini istedik. (O anda ABD hava sahasinda uçan 4400 uçak mevcut idi.)
Gelen raporlar arasinda Savunma Bakanliginin (DOD) ‘ABD Güvenlik Alarm’ini DEFCON 3
seviyesine çikardigi vardi. Bu seviye 73 Arap-Israil savasindan beri görülen en yüksek seviye idi.
Sebebinin diger ülkelere duyurulmasina karar
verildi, aksi halde kazara bir nükleer savasa neden olabilirdik.
Gelecegini ikaz ettigimiz ‘Büyük el Qaeda
Saldirisi’ tahminimizden çok daha büyüktü. Dünya Ticaret Merkezinin
iki binasi artik yoktu. Ölü sayisi 10000’nin üzerinde idi.
Diger taraftan belki, artik
al Qaeda ile ellerimiz bagli olmadan savasma imkanina kavusacaktik. Herhalde Afganistan’daki kamplari bombalayacak, belki de isgal edecektik.
Fakat kanimca biraz geç kalmistik. ‘Süper
gücün’ zaafi oldugunu kanitlamislardi.Onlar daha zeki diler.
Binlerce kisiyi öldürmüslerdi.
Finansal piyasalarin muntazam isler konuma getirilmesi önem tasiyordu. Bunun için Hazine Bakani ile de temaslar
sürüyordu. New York Belediye Baskani, Güney Manhattan’in bosaltilmasina karar vermisti. Vali ise Milli
Muhafizlari göreve çagirmisti.
Baskan Bush derhal Beyaz
Saray’a dönüyordu. Oval Office’den yaptigi televizyon konusmasinda ‘terörü yapanlar ile onlara yardim edenler arasinda hiçbir fark gözetmediklerini’ açikladi. O gün yaptigi üç televizyon konusmasinin verdigi görünümün aksine Bush, inanmis,kararli ve güçlü gözüküyordu.
Yardimcilari ile yaptigi toplantida,’ hepinizin
anlamasini isterimki, su anda harp halindeyiz. Bu isin sonunu getirene kadar da harp halinde kalacagiz.Baska hiç bir seyin önemi yok. Önünüzdeki bütün engelleri
kaldirdim. Istediginiz maddi olanaklar
sizindir. Gündemde baska hiçbir sey yok.’ diyordu.
Bu arada Savunma Bakani Rumsfeld’in
milletlerarasi hukuk çerçevesinde, askeri gücümüzü yalnizca savunma amaci ile
kullanabilecegimizi, ceza vermek için yapamayacagimizi belirtince Baskan’in tepkisi sert olmustu. Milletlerarasi hukukçularin söyledikleri bana
viz gelir, netice istiyorum’.
Baskanin öncelikle
istedigi iki husus vardi: Bir ‘ara ve
kurtar’, Iki ‘piyasalari yeniden açin’. Baskan gece herkesin iyi uyumasini emretti. Ertesi günkü
toplantida hepimizin zinde olmasini istiyordu. Ben 9/12 tarihli toplantiya
geleceginden emin oldugum müteakip el Qaede hücumlarini nasil durdurabilecegimizi müzakereye hazir olarak gittim.
Ancak hayretle gördügüm, tartisma konusunun, el
Qaeda’dan uzaklasip, Irak üzerinde yogunlastigini görmek oldu.
Rumsfeld ve Wolfowitz, ülkenin içinde oldugu faciadan istifade
ederek, her vakit kendi gündemlerini olusturan Irak’ a hücum
konusunu israrla isliyorlardi. Wolfowitz’e göre 9/11, al Qaeda’nin yardim almadan yapabileceginden daha
sofistike bir eylemdi. Bir devlet destegi olmadan (Irak), gerçeklestirilmesi olanaksizdi.
Toplantinin ikinci kisminda, Rumsfeld, karsi tepki alanimizin genisletilmesi ve bu sahaya
Irak’in da dahil edilmesi gerektigini savunuyordu. Ayrica Rumsfeld’e göre Afganistan’da bombalanacak hedef çok azdi. Bu nedenle Irak’in da bombalanmasi düsünülmeliydi.
Baskan Bush, Savunma Bakaninin düsüncelerini hemen saf disi birakmaga hazir degildi. Irak’ta bir hükümet degisikligi gerektigine inaniyordu.
Toplanti esnasinda bizlere dönerek, 9/11 eyleminde Saddam’in parmagi olup olmadigini arastirmamizi istedi. Benim
cevabim, eylemin el Qaeda tarafindan gerçeklestirildigini söylemek oldu. al Qaeda’nin önemsiz de olsa
Iran, Pakistan, Suudi Arabistan ve Yemen ile iliskileri vardi. Ama Irak’la yoktu. Baskan toplantiyi, ‘Irak ve Saddami arastirin’ diyerek bitirdi. Bir hafta sonra Baskan Kongre’nin müsterek toplantisinda konustu. Konusmasinda, düsman kim ve bizden niye nefret ediyor, sorulari yer aliyordu.
BÖLÜM 2
ISLAM DÜNYASINDE DÜSE KALKA YÜRÜMEK
Dünyada son yirmi yilda, ülkeyi yönetenler
dahil Amerikalilarin ekseriyetinin farkinda olmadigi bir milletlerarasi hareket gelismektedir.Bu hareket dünya da bir Islam Devletler networku kurmak pesindedir. Islam dininde azinlikta
olan bir görüsten kaynaklanan bu
hareket , siddet ve korku ile
dünya’ya hakim olmak amacini gütmektedir. Kurmayi
amaçladiklari ‘hilafet devleti’ ile
dünyayi 14 cü asirin teokratik prensipleri ile yönetmek istemektedirler.
Bu hareketin niçin Amerika’yi hedef seçtigini anlamak için, son yirmi bes yilin olaylarinin
gidisatina bakmak gerekmektedir.
Bu bakis bizi, 9/11,
milletlerarasi terörle savasa ve Irak’a getiren olaylarin baslangici olan Ronald Reagan ve George W. H.
Bush’un baskanlik dönemlerine götürmektedir.
Reagan, Sovyetler Birligine karsi ‘aktif’ bir dis politika uygulamaga inaniyordu. Böyle bir politika karsisinda, sinirli ekonomik
gücü dolayisiyla Sovyetler Birliginin bocalayacagini ve dengesini
kaybedecegini düsünüyordu. Afganistan’da
Rusya karsiti güçlere yardim ederek, Iran Körfezinde ABD üsleri tesis ederek ve Israil’i kuvvetlendirerek, dis politika
hedeflerine hizmet edecegine inaniyordu.
Reagan, Baskanlik koltuguna oturdugunda, dünya dengelerini etkileyen iki
olayi miras olarak buldu. Bunlardan biri 1979 Iran Devrimi digeri ise Afganistan’in
Sovyet Rusya tarafindan isgali idi. Bu iki olay da radikal Islam hareketini atesliyor ve
ABD’lerini Islam dünyasinin içine çekiyordu.
1974 Arab Petrol Boykotu, Washington’a
Iran Körfezinde bulunan petrol kaynaklarinin önemini ögretmisti. 1979 yilinda, ABD’nin bölgedeki müttefiki Sah, radikal Islam bir grup tarafindan devrilmisti. Ardindan da Sovyetler Afganistan’i isgal etmislerdi. Bu gelismelerin dogurabilecegi muhtemel sonuçlar ‘Iran Körfezi’ üzerinde yogunlasiyor idi.
Iran Sahi hem
ABD’yi ‘Petrol Boykot’larina karsi daha az duyarli kiliyor, hem
de Sahin Iran’i Sovyet
Rusya’nin güneye sarkmasina karsi bir duvar olusturuyordu. Gelismeler durumu tamamen degistirmisti.
1979 yilindan evvel ABD’nin Hint Okyanusunda veya Iran Körfezinde mevcut askeri gücü
çok sinirli idi. Halbuki simdi bu bölgede ABD askerlerinin gerektiginde kullanabilecegi ‘üs’lere ihtiyaci vardi. Bu nedenle ABD diplomatlari ve askerleri kendilerini Misir, Bahrain,
Kuveyt, Oman, Birlesik Arab Emirlikleri, Katar ve Suudi
Arabistan hükümetleri ile bu ülkelerde ‘üs’ anlasmalari yapmak için
müzakere halinde buldular. Bu ülkelerden yalniz Suudi Arabistan konuya
olumlu yaklasiyordu. ABD’nin
ihtiyaci olan üsleri Suudi Arablar kendileri insa edeceklerdi. Üs’lerin kapasitesi Suudi Arab
ihtiyaçlarinin çok üzerinde olacak, ihtiyaç olustugunda ABD fazla kapasiteden yararlanabilecekti. Üslerin insasi için
binlerce Amerikali, Suudi Arabistan’da yasamaga baslayinca, bunun Kuran’in emirlerine aykiri oldugunu düsünen Suudiler arasinda ABD’ye karsi tutumun ilk tohumlari atilmis oluyordu.
1979 yili olaylarindan bir sene sonra,
beklenmeyen baska bir olay, ABD’yi bölge politikalarinin
içine daha da çekti. Irak’in yeni Cumhurbaskani Saddam
Hüseyin Iran’a saldirdi ve Iran petrollerine sahip olmaga kalkisti. ABD’nin Irak ile iliskileri iyi degildi. Bu
ülke Sovyetler Birligi’ne yakindi. Ancak Iranla iliskileri fevkalade kötü idi.
Yeni Iran hükümeti Amerikan
Büyükelçiligini isgal etti ve Amerikan
diplomatlarini rehin aldi. Orta Dogu’da
Bati ülkelerine yakin olarak taninan Lübnan’da ki iç savasa karisti.
Lübnan’daki kargasalar daha da kötülesip Israil’i de tehdit eder hale gelince,ABD
duruma müdahale etmek ihtiyacini his etti ve 1982 yilinda Lübnan’a asker
yolladi. Iran tarafindan desteklenen
Hizbullah örgütü, buna karsi, Amerikan askerlerinin kalmakta oldugu kislaya karsi bir
bombali saldiri düzenledi ve 278 Amerikali askerin ölümüne neden
oldu. Bunun neticesi olarak ta ABD Lübnan’dan askerlerini
çekmek mecburiyetinde kaldi.
Bu hadiseye de, alti yil sonrasi Libya
tarafindan Iskoçya üzerinde düsürülen ve 259 yolcunun öldügü hadiseye de zamanin Baskanlari Reagan ve
Bush tarafindan gereken dozda tepki gösterilmedi.
Bütün askeri gücüne ragmen, ABD, Lübnan’da dini sevk’in karsisinda ne yapacagini bilememis ve aciz kalmisti.Bütün Orta Dogu’da artik bir ‘süper gücün’ ne kadar kolay
yenilebilecegi ve püskürtülebilecegi konusuluyordu. Yillar sonra Usama bin Laden,
ABD’nin Lübnan’dan atilmasinda terörizmin oynadigi role atifta
bulunuyordu.
Bu olaylar çerçevesine Reagan yönetimi
Irak-Iran Savasini yeniden degerlendiriyor ve Irak’in bu savastan maglup çikmamasi gerektigini düsünüyordu.
1982 yilinda Yönetim Irak’i terörü
destekleyen devletler listesinden çikariyor ve Irak’a yardima basliyordu.
Buna paralel olarak ta ABD-Israil iliskilerinin askeri boyutu önem
kazaniyor ve kuvvetleniyordu.1960-1970 tarihleri arasinda ABD-Israil iliskileri düsük düzeyde idiler. 1973
Arab-Israil savasi esnasinda her ne
kadar Israil’e silah yardimi yapilmis olsa bile, iliskiler esas
itibariyle ‘diplomatlar’ tarafindan yürütülmekte idi. Ancak,Sovyetler
Birliginin, dogu Akdeniz’de meydana
getirdigi tehlike, ABD-Israil iliskilerinde çok önemli
degisiklikler meydana getirdi. Iki ülke arasindaki iliskiler
bir ‘stratejik isbirligi’ olarak gelismege basladi.
Afganistan ABD’ye Sovyetler Birliginin gücünü tüketmek için büyük bir firsatti.
Rusya, Kabul ‘deki Hükümeti yönlendirme
yolunu seçecegine, bütün ülkeyi isgal etme yolunu tercih etti. Ve kendini
içinden çikmakta güçlük çekecegi bir batakligin içinde buldu.
Baslangiçta ABD’nin Afgan
direnisine yardimi sinirli idi. 1985
yilini basinda, Ruslarin kazanma yolunda olduklari anlasilmaga baslamisti. Afgan direnisçilerine nasil daha etkili
yardim edilebilecegi yollari araniyordu. Görülen
Ruslarin kullandigi özel helikopterlere karsi Afganlarin etkisiz kaldiklari idi.Yönetim US ordusunun Afgan topraklarina girmesine
katiyetle müsaade etmiyordu.Direnis Suudi Arab ve diger Müslüman ülkelerden gelen gönüllüler
tarafindan yürütülüyordu.Çözüm direnisçilere ‘stinger’ füzeleri
verilmesinde bulundu.
1987 basinda durum degismisti. 1988 yilinda
Sovyetler Afganistan’i terk etmislerdi bile. Daha sonralari,
Afganlara, Stinger füzeleri vermemizin ve silahlandirmamizin bir hata oldugu iddia edildi. Suudi’leri is karistirmanin hata oldugu söylendi. Bir çok
kisiye göre
politikamiz hatali bir ‘soguk savas’ politikasi idi ve al Qaeda’nin
tohumlarini ekmisti. Kanimca Reagan Yönetimin
politikalari dogru politikalar idi. Ancak,
ayni dönemde bizi bugün dahi etkileyen yanlis adimlar da atilmisti.
Birinci olarak CIA, Pakistan istihbarat birimlerine fazla bagimli hale gelmisti. Afganlarin sadakatleri Pakistan’a idi.
Ikinci olarak, Afganistan’a savasmaya gelenlerin kimlikleri üzerinde gerektigi kadar düsünülmemisti. Bunlarin savastan sonra ne olacagi hakkinda herhangi
bir plan yoktu. Suudi Istihbarati Baskani Prens Turki,
Usame bin Laden’i gönüllü-savasçi bulmakla görevlendirmisti.Gelenlerin önemli bir
kismi, ülkelerindeki radikal Islam gruplarla baglantiliydi. Bu gönüllülerin önemli bir
kismi bugün ülkelerinde al Qaeda teskilatinin basinda bulunmaktadirlar.
Üçüncü olarak ABD, bölgedeki varlik ve
kaynaklarini geri çekmekte çok aceleci davranmisti. Böylece bizi nelerin
bekledigini anlayamadan ayrilmis, gelismeleri yönlendirme
olanaklarimizi yitirmistik.
Dördüncü olarak, Pakistan’i Afganistan’dan
gelen milyonlarca göçmenin sorunu ile bas basa birakmistik.
Sovyetler Afganistan’dan çekilmelerini
1989 yili basinda tamamladilar. Ülkede yeni bir
güç dengesi olusuyordu. Oyuncular, kabile reisleri, Amerikan yardimini dagitan Pakistan
Askeri Istihbarat Subaylari ve ülkeye para ve Kuran getiren Arab gönüllüler idi.
Bu gönüllüler, Kabul, Kandaharve
Jalalabad’ta toplanmis, Sovyetler Birligindeki gelismeleri anlamaga çalisiyorlardi. Aralarinda Suudi Usame bin Laden, Pakistanli Khalid
Sheik Muhammad, Endonezyali Hambali ve bilmedigimiz daha birçogu vardi.
Bu kisiler,Afganistan’daki
yenilgi sonucu, Sovyetler Birligi’nin dagildigina inaniyorlardi. Biraz para, Kuran ve bir iki kaliteli silah nelere kadirdi. Dinsiz bir Hükümeti bile devirmek
mümkündü.Daha önemlisi bir ‘süper gücü’ dahi yok edebilirdin.Onlar etmislerdi. Sene 1990 idi.
BÖLÜM 3
YARIM KALMIS GÖREV, BEKLENMEYEN
SONUÇLAR
Irak’in Kuveyt’i isgal edecegi konusunda rivayetler dolasiyordu. Irak silahli kuvvetlerinin
almis oldugu konum süpheleri kuvvetlendiriyordu. Ancak üst kademedeki
düsünce rivayetlerin asilsiz oldugu idi.
Devam etmekte olan toplantidaki genel kani da isgal olmayacagi merkezinde idi. Disisleri Bakanligi temsilcisi,
Saddam’in ABD Büyükelçisine söz verdigini belirtiyordu. CIA’ye de ayni görüste idi. Silahli Kuvvetler temsilcisinin de görüsü keza ayni idi. Iran Körfezi civarinda manevralarini bitirmis olan donanma kuvvetlerinin her ihtimale karsi bölgede bir süre daha kalmasi için yaptigim öneri kabul edilmemisti. Toplanti bu
meyalde sona erdi.
Aksam evde iken tekrar
toplanti yapilacagi haberi geldi. Irak Kuveyt’i isgal etmisti. Baskan Bush , Amerikanin
nasil hareket etmesi konusunda tereddüt içinde idi.Disisleri Bakani Jim Baker ve Savunma Bakani Dick
Cheney de ne yapilacagi konusunda emin degillerdi. Güvenlik Danismani Brent Scowcroft
ise, Irak’in ‘stratejik denklemi’ degistirdigi ve devam etmesine müsaade edilemeyecegini belirtiyordu. Ingiltere Basbakani Margaret Thatcher de ayni düsüncede idi.
Her ikisi de Kuveyt’teki Irak kuvvetleri ile Suudi petrol sahalari arasinda hiçbir silahli güç bulunmadigini belirtiyor ve isgale gerekli tepki gösterilmezse Saddam’in cesaret
alarak Suudi Arabistan’in dogu petrol sahalarini da isgal edecegini ifade ediyorlardi. Bu durumda ABD’ye her istediklerini dikte ettirebileceklerdi.
Gönülsüz olarak, Bush ve ekibi Suudi
petrol sahasinin savunulmasi gerektigi ve bunun hemen yapilmasi gerektigine karar verdi. Ancak bunun için Suudi Arabistan’in
onayi gerekiyordu.
Suudi Kralini ikna görevi, Savunma Bakani Dick Cheney’e verildi . Gidecek heyette, Paul Wolfowitz, General Norman Schwarzkopf ve bende bulunuyorduk.
Riyad’a indigimiz gece dogrudan Kralin sarayina gittik. Gecenin geç saatine
ragmen, toplanti da kralla beraber
kalabalik bir prens toplulugu hazir bulunuyordu. Konusmaya Cheney basladi. Durumu açikladi. Sonra Schwarzkopf’a dönerek ‘brifing’ine baslamasini söyledi. Brifing sonunda tekrar söz alan Chenney, Amerikan kuvvetlerinin yalnizca Suudi Arabistan’i savunmak için gelecegini belirtti. Ayrica Baskan Bush’un Krala
tehlike hitaminda Amerikan kuvvetlerinin çekilecegine dair sahsen söz verdigini açikladi.
Bundan sonra Kral kardeslerine dönerek fikirlerini sordu. Prenslerden
biri ‘bir daha asla gitmeyecegimiz kanisinda idi. Diger biri ise, bu durumun Kuran’a aykiri oldugunu belirtti.
Kral herkesi dinledikten sonra, ‘Ben Baskan Bush’a güveniyorum.Ordusunun en kisa zamanda gelmesini istiyorum. Sonra da gideceklerine inaniyorum’ diye kararini açikladi.
Bir saat içinde ABD birlikleri üstlerinden
Orta Dogu’ya hareket etmege baslamislardi.
Suudi Arabistan Irak’a karsi yapilacak harekata diger Arab ülkelerinin de katilmasini arzu ediyordu. Bu temin
için,Heyetimiz üyeleri basta Misir olmak üzere diger Körfez ülkelerinin liderleri ile görüsmek üzere yola çikmislardi bile.
Takip eden aylarda Baskan Bush ve Disisleri Bakani müthis bir diplomatik gayretle Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini müdafaa için yüz devletten olusan bir koalisyon meydana getirdiler.
Bush ve Baker, Amerika’nin tek basina bir Arab ülkesine karsi savasa girmesinin, Amerika için yaratacagi sorunlari, Dick Cheney’nin aksine biliyorlardi.
Bu nedenle, bir koalisyon yaratmak için evvelce görülmemis bir diplomatik gayret sarf ettiler. Bu gayret
maalesef on iki yil sonra George W.Bush ve Dick Cheney tarafindan tekrarlanmayacakti.
Bush ve Baker diplomatik çabalari netice
vermeyince, ve Saddam Hüseyin Kuveyt’ten çekilmegi kabul etmeyince, ABD
planlarini, Suudi Arabistan savunmak yerine, Kuveyt’ti isgal olarak degistirdi. Bu karar Suudi Arabistan tarafindan da desteklendi. Böylece ABD Silahli Kuvvetlerinin, Suudi Arabistan’i müdafaa etmek
için yillarca, ülkede kalmasina gerek de kalmayacakti.
Savas, Amerikan uçaklarinin
Irak mevzilerini ve stratejik noktalari bombalamakla basladi. Bunu kara harekati takip etti. General
Schwarzkopf’un savas plani Iraklilar için tam bir
sürpriz oldu. Irak kuvvetleri bozguna ugrayarak Kuveyt’i terk
etmege basladilar.
Bu arada, degisik nedenlerle, Amerika’da savas ile ilgili hava degismege baslamisti. Harb sahasindaki generallerin saskinligi içinde, Bush yönetimi, yanlis veriler üzerine oturmus, hatali kararlar
almaga basladi. Washington, Iran ve Kuveyt yenilgilerinden sonra, Saddam Hüseyin’in
Irak ordusu tarafindan düsürülecegine inaniyordu. Bu
nedenle Irak ordusu’nun ve özellikle Cumhuriyet Muhafizlarinin güçlerini
muhafaza etmesine göz yumdular.
Bagdat’a kadar gitmek ABD
planlinin hiç bir vakit bir parçasi olmamisti. Diger taraftan koalisyona dahil ülkelerden, Misir,
Suudi Arabistan,Suriye, bir Arab ülkesinin ABD tarafindan isgaline sicak bakmiyorlardi. Irak’taki Sii çogunlugun, Iran yanlisi bir iktidar haline gelmesini de arzu
etmiyorlardi.
Misir ve Suudi Arabistan, Birlesmis Milletler Güvenlik Konseyinin, savasin Kuveyt’in kurtarilmasi ile sona ermesini isteyen karari tasvip ediyorlardi. Saddam’in zaten iktidarda kalamayacagina inanan Bush yönetiminin de böyle bir karara itirazi yoktu.
Ama harbin sona ermesinden sonra gelisen olaylar beklendigi gibi olmadi.
Saddam iktidardan düsmedigi gibi, Cumhuriyet
Muhafizlarini kullanarak, ABD’ye güvenerek kendisine karsi ayaklanan Sii’lere ve Kürt’lere karsi katliama giristi.Amerika ise buna
seyirci kaldi.
ABD harekati bir müddet daha devam ederek,
Saddam’i tamamen etkisiz hale getirebilirdi. Bagdat’i isgal edip istedigi kisiyi Irak’in basina getirebilirdi.Ancak
bu durumda, Irak’a karsi olusan koalisyonun dagilmasi ihtimali yüksekti.
Fakat Kuveyt kurtarilmis olmasina ragmen, Irak , Orta Doguda bir tehdit unsuru olmaga devam ediyordu. Amerikan askerleri daha
Suudi Arabistan’i terk edemeyecekti.Suudi Arabistan bu duruma hukuki
bir sekil verecek bir anlasma imzalamaktan kaçiniyor, ancak duruma göz yumuyordu.
Bu da Suudi Arabistan’da rejim karsiti ve ABD karsiti olanlarin çogalmasina neden
oluyordu. Ülke’de yabanci silahli kuvvetler bulunmasi dine karsi hürmetsizlik
olarak kabul ediliyordu.Bu kisiler arasinda Usame bin Laden’de
bulunuyordu.
Kitle Imha Silahlari harb
nedeni olarak gösterilen sebepler arasinda degildi.
Ancak harb biterken ABD ve Ingilizler, Saddam’in kimyasal ve kitle imha
silahlari imal ettigine inanmaga baslamislardi. Bu nedenle Birlesmis Milletler çerçevesinde,bu konuyu arastirmak için bir Komisyon
(UNSCOM) kurulmasina karar verilmisti. Saddam, Komisyonun isini zorlastirmak için elinden geleni yapiyordu.
Bulunan bilgiler Saddam’in
bu konudaki çalismalarinin , CIA
tarafindan tahmin edilen seviyenin de ilerisinde oldugunu gösteriyordu.
Saddam hala iktidarda idi. Birlesmis Milletler Müfettislerinin çalismalari önleniyordu.
Usama bin Laden, Suudi Arabistan’dan terörü destekleyen radikal bir devlet
olan Sudan’a iltica ediyordu. Sene 1991 di.
Soguk Harp zamaninda Irak’a
yapilan gibi bir müdahale düsünülemezdi.Ama simdi Soguk Harp sona ermisti. Amerika artik
menfaatlerinin icabi geregi istedigi gibi harekette
serbestti.Ancak dünya’nin neresinde olursa olsun, dini ve etnik gerilimlerin
faturasi artik yalnizca ona çikacakti. Bu faturayi paylasacak Komünist Blok artik yoktu. Dünya düzenini begenmeyenlerin, fakirliklerini yabanci odaklara baglayanlarin, kabahat bulacaklari tek ülke kalmisti.Taraftarlarini motive
etmek için gösterecekleri tek hedef: Amerika.
BÖLÜM 4
TERÖR GERI DÖNÜYOR
(1993-1996)
1993 yilinda Clinton yönetimi basa geçtiginde, terörizm gündemindeki önemli
konulardan degildi. George H.W. Bush döneminde de terör
, yönetimin önemli sorunlar
listesinde yer almiyordu. Bush döneminde vuku bulan tek belli basli Amerika karsiti olay Pan Amerikan uçaginin düsürülmesi olmus, Baskan Bush, bu saldiriya karsi diplomatik
yollardan cevap vermeyi tercih etmisti.
Ben, Ocak 1993 tarihindeki Yönetim degisikligine ragmen, Beyaz Saray’daki görevime devam ediyordum.
Görevlerim arasinda ‘uluslararasi terörizm’ de yer aliyordu. Bu
nedenle New York sehrindeki Dünya Ticaret Merkezinde
patlayan bomba, benim de görev sahamin içinde idi.
Amerika’da bir terör olayi olacagi fikri bize yabanci idi.Dolayisiyla fazla üzerinde durulan
bir konu degildi.
Dünya Ticaret Merkezindeki patlamadan bir kaç gün sonra FBI olayin failini tutuklamisti. Muhammad Salameh’in
tutuklanmasi ile olay açiklandi. Mesuller, önceden zan edildigi gibi Sirplar degildi. Failler
Misir, Ürdün, Irak ve Pakistan uyruklu idiler. Karsi-Terör Güvenlik Grubu
(CSG) toplantisinda, faillerin kimler oldugunu ögrendigimizi ama kimin adina çalistiklarini hala bilmedigimize isaret ettim. Süpheler New York’ta yasayan bir Misirli din adami üzerinde toplaniyordu.
CIA, Hizbullah, Abu Nidal veya
Filistin Islami Cihad örgütünden olmadiklarina
emindi. Ülkeye JFK Havaalanindan girmislerdi. Birinin pasaportu
bile yoktu. Digerinin üzerinde ‘nasil bomba yapilacagini ögreten’ belgeler bulunmustu.Buna ragmen ülkeye girmelerine müsaade edilmisti. Bunlardan biri olan
Ramzi Yousef simdi FBI tarafindan olayi gerçeklestiren hücrenin basi olarak araniyordu ama bulunamiyordu.
Iki hafta içinde, FBI hücreye mensup dört
kisiyi tutuklamisti. Sorusturma kisa zamanda
hücreye yardimci olanlari da ortaya çikardi.Bunlardan bir tanesi, Ömer Abdel Rahmandi.
Rahman Misirda radikal dincilerin fahri
lideri idi. Yoklugunda teröre bulasmaktan mahkum edilmisti. Sudan’a kaçmis, oradan aldigi vize ile ABD’ye gelmisti. Rahman’i takip
eden FBI ajanlari, planlanan baska terörist saldirilarini da
gün isigina çikardilar. Bunlar arasinda Birlesmis Milletler Binasinin ve New York’taki
Lincoln Tünelinin bombalanmasi da bulunuyordu.
Hadisenin kisa zamanda çözülmesi ve faillerin tutuklanmasi, ‘karsi-terör’ mekanizmasinin
iyi çalistigi intibaini veriyordu. Aslinda gözlem dogru degildi. Zira “bu
adamlar kim?” sualine hala cevap yoktu. Gerçek cevap ‘al Qaeda’ idi. Ne CIA ne de FBI böyle bir örgütün mevcudiyetinden henüz haberdar degildiler.
Usame bin Laden ‘al Qaeda’yi üç sene evvel
kurmustu. FBI ve CIA, Usame bin Laden ismini de
henüz bilmiyorlardi.
Ayni tarihlerde Ingiltere’de yayinlanan bir Arapça gazetede, eski Baskan Bush’un son Kuveyt ziyareti esnasinda kendisine
karsi düzenlenen bir suikast tesebbüsünün basarisizlikla sonuçlandigi haberi vardi. Suikasti planlayanlar,
Kuveyt emniyet güçleri tarafindan yakalanmis idi.
Yakalananlarin ikisi Irakli idi. Bir müddet sonra haberin dogrulugu Kuveyt yetkilileri tarafindan kabul
edildi. Bunun üzerine durumu incelemek için CIA,FBI ve Gizli Servis
mensuplarindan olusan bir inceleme ekibi Kuveyt’e gittiler.
Suikast tesebbüsünün, Irak Istihbarat Teskilati tarafindan planlandigi ortaya çikti.Adalet Bakani ve CIA Baskani, Kuveyt’e giden heyetin raporu ile ilgili olarak,
iki paralel arastirma daha yürüttü.
Netice Kuveyt raporunu dogruluyordu. Bunun üzerine Irak’a karsi bir misilleme hareketine girisilmesi kararlastirildi. Bagdat’taki Irak Istihbarat Teskilatinin merkezinin bir Cumartesi gecesi misilleme olarak bombalanmasi kararlastirildi. Basari ile sonuçlanan
hareketten sonra Baskan Clinton bir televizyon konusmasi ile misilleme ve nedenlerini kamu oyuna
açikladi. Saddam Hüseyin mesaji almisti. Bu tarihten sonra,
Irak’in Amerika’yi hedef alan terör hareketlerine destek verdigine dair herhangi bir bilgi, Amerikan Istihbarat birimlerine ulasmadi. 2003 yilinda Irak’i isgal edene kadar.
Clinton Yönetimi, birinci yilinda
Somali’de da silah kullanmak veya kullanmamak seçenegi ile karsilasmisti. Bu gün geriye dönüp baktigimizda Ekim Mogadishu Savasinin, al Qaeda’nin Amerikalilara karsi planladigi ikinci harekat
olarak görürüz. Bu dönemde Somali’de büyük bir açlik felaketi hüküm sürüyordu. 700000 kisi bu afet’in etkisi altinda
idi. Gönderilen yardimi dagitmak için Somali’de bulunan, Birlesmis Milletler Kuvvetlerine,
yerli çeteler mani oluyorlardi.Amerikan Silahli Kuvvetleri, Somali’de Birlesmis Milletler Kuvvetlerine destek vermek
için bulunuyorlardi. Yerli Çeteler arasinda en güçlü olan Farah Aideed’in çetesiydi. Birlesmis Milletler Kumandasinda bulunan iki düzüne Pakistanli askeri öldürmüslerdi. Aideed yakalamak için Amerikan Özel Kuvvetleri tarafindan yapilan baskin fiyasko ile sonuçlanmisti. El bombasi atan roketlerle Amerikan
helikopterlerine saldiran çeteler , iki helikopterin düsmesine, on sekiz Amerikali ve 1200 Somalilinin ölümüne sebep olmuslardi.
Clinton üzerinde Amerikan askerlerinin
çekilmesi için , Kongreden gelen agir bir baski vardi. Ancak Clinton bu
baskiya gögüs gerdi. Amerikan Kuvvetlerini takviye
ederek, Birlesmis Milletler duruma
tamamen hakim oluncaya kadar dayandi.
Bu sirada bizde Aideed’in adamlarinin
kimin tarafindan yetistirildigini ögrenmege çalisiyorduk. CIA bunun
cevabini bilmiyordu. Zaten, Somalia’da saglikli bilgi
toplayacak teskilata da sahip degillerdi. Bilahare elde
edilen bilgiler, Aideed’in adamlarinin Usama bin Laden ve al Qaeda tarafindan
yetistirildigini gösterecekti.
1993 yilinda Baskan Clinton, Somalia’yi bir terör olayi olarak degerlendirmemisti. Usame
bin Laden ve al Qaeda’nin varligindan bile haberi
yoktu. Çünkü bu bilgi kendisine verilmemisti.
Diger taraftan al Qaeda ve
bin Laden ABD’ye karsi yeni bir zafer kazandiklari inancinda idiler. Amerika, bir
üçüncü dünya ülkesi tarafindan yenilmisti. Tipki Vietnam’da, Lübnan’da oldugu gibi. Tipki Afganistan’da Rusya’nin yenilmesi gibi.
Her ne kadar CIA veya FBI al Qaeda’nin
varligindan henüz haberdar degiller idiyse de, 1993’te olan terör olaylari, 1994
yilinda konuyu Clinton yönetimin gündeminde önemli bir yere oturtmustu. Ayni yil Baskan Clinton tarafindan
imzalanarak yürürlüge giren Baskanlik direktifi, terör
ile mücadele de takip edilecek yolu yeniden belirliyordu. Okhahoma City’deki
bomba olayi terörün öldürücü boyutlarini bir kere daha
göz önüne sürüyordu.
Ancak, Kongre, Baskan gibi düsünmüyordu. Bence daha çok politik nedenlerle, Baskan Clinton’a terör ile etkili bir sekilde savasmasi için gerekli hukuki zemini
hazirlamiyordu. 1996 yilinda terörle savas imkanlarimizi kuvvetlendirmek
için yeniden gayret göstermemiz gerekecekti.
BÖLÜM 5
AZ DAHA SAVAS , 1996
Baskan Clinton’un Milli
Güvenlik Takimi 1993 yilinda görev basina geldigi zaman terör konusunu düsünmüyorlardi bile.
1996 yilinda, ayni konu en önemli gündem maddeleri idi. Içinde bulunduklari yil, büyük bir terörist
saldiri ile karsilasacaklari yönünde
ciddi endiseleri vardi. Saldirinin al Qaeda’dan
gelecegini düsünmüyorlardi. Çünkü bu
isim henüz CIA raporlarinda kullanilmaga baslamamisti.
Iran, gizlice Devrimini ihraca devam
ediyordu. Bu amaçla degisik ülkeler Kudüs Gücü , Hizbullah
gibi teskilatlari kullaniyordu. Önce
Lübnan ve Israil’de faaliyet gösteren bu gibi teskilatlar, Orta Dogu’nun bütün ülkelerinde kök saliyorlardi.
Amaç Amerika ve Israil’e karsi silahli mücadeleyi
sürdürmekti.
Buna karsi, Iran’in nükleer ve kimyasal silahlar ürettiginden süphelenen ABD da Iran’a karsi gittikçe kapsamini genisleyen bir ambargo uygulamakta idi.
1996 Atlanta Olimpiyatlari yaklasirken, Iran’in bir saldirisindan ciddi bir sekilde endise edilmege baslamistik. Buna mani olmak için
yapilan çalismalarda, ABD’nin aslinda bu konularda ne
kadar hazirliksiz oldugunu görüyorduk. Degisik güvenlik kuruluslari arasinda
koordinasyonu saglamak zordu. Hatta, bu teskilatlarin degisik nedenlerle, isbirligine tam olarak açik olmadiklari da ortadaydi.
Olimpiyatlar için alinan güvenlik
tedbirlerini ‘Özel Durumlar Ulusal Güvenligi’ adli bir
program çerçevesinde müesseselestirmek yoluna gittik.
Donanma Iran Körfezinde Dubai ve Bahrain limanlarini üs olarak kullanmaga baslamisti. Bahrain 5. Filonun merkezi olmustu. Diger taraftan Amerikan askeri birlikleri 1990 yilina nazaran azalmis olsalar da 1996
yilinda hala Suudi Arabistan’da konaklanmaga devam ediyorlardi. Bu
durum Krallik için huzursuzluk yaratan bir durumdu. Ülke içinde ki
muhalefete koz veriyordu. Diger taraftan Suudi Arabistan, ABD ile Iran
arasinda bir silahli çatismadan endise ediyordu. Böyle
bir çatismanin,Kuveyt harbinde oldugu gibi faturasinin
kendilerine çikmasindan çekiniyorlardi. Bu nedenlerle, her ne
kadar üst düzeyde bizimle tam bir isbirligi içinde olduklarini belirtiyorlarsa da, alt
seviyelerde isbirligi tarafimizdan arzu edilenden çok daha eksik düzeyde idi.
ABD Hava Kuvvetlerinin, Suudi Arabistan’in dogusundaki Khobar’da bir üssü vardi. 1996 yilinin Haziran ayinda, bu kentte Amerikalilarin
oturdugu bir binaya teröristler silahli bir saldiri düzenledi. Bina da yasayan 19 Amerikali hayatlarini kaybettiler. Bu
,Ülke’de Amerikalilara yapilan ilk saldiri da degildi. Kasim 1995’te
Riyad’da yapilan baska bir saldirida bes Amerikali hayatlarini kaybetmisti. Her iki olayda da Suudi yetkililer
saldirganlari kisa zamanda yakaladilar. Ancak Amerikan yetkililerinin, bu
kimseleri sorgulamalarina izin vermediler. Faillerin kim oldugu ve niçin saldiriyi düzenledikleri konusunda ABD ‘ye ancak kisa bilgi verdiler.
CIA yürüttügü arastirma sonunda, olaylarin arkasinda Iran’in oldugu neticesine varmisti. CIA, Iran tarafindan desteklenen bu gibi saldirilarin, ABD
hedeflerine karsi devam edecegi kanisinda idi. Bu durumda, Baskan Clinton, Amerikali yetkililere Iran’a karsi silah kullanmaga hazir oldugunu belirti. Böyle bir
karar almak durumunda kalirsa da, saldirinin dozunun agir olacagini belirtti.
ABD güvenlik kuruluslari arasinda bu konuda görüsmeler devam ederken, TWA 800 sefer numarali 747 tipi uçagin New York havaalanindan kalktiktan kisa bir zaman sonra, nedeni bilinmeyen bir sebeple hava da patlamasi, durumu daha da agirlastirdi. Olay Pan Amerikan uçaginin Iskoçya üzerinde teröristler tarafindan
düsürülmesine çok benziyordu. Birden bire Iran’i isgalimiz ihtimali çok yükselmisti.
Ancak, Savunma Bakanligi, FAA ve FBI tarafindan yürütülen sorusturma uçagin bir terörist saldirisi nedeniyle
düsmedigini açik bir sekilde ortaya çikardi.
Benim bulundugum yerden, Khobar, TWA
800 ve Atlanta Olimpiyatlarindaki bomba hadiseleri, ABD’ye karsi yeni bir terörizm dalgasinin baslatildigi intibaini veriyordu. Hatta bu saldirinin ,Amerika için deki hedeflere yönelik oldugu da söylenebilirdi.
Bu gelismelerden
faydalanarak, ülkeyi teröre karsi daha güçlü hale getirmek
için çalismalar baslatildi. Kongre de bize destek veriyordu. Ancak hala tehlikenin boyutlarinin
ne kadar büyük olabilecegini bazilarimiz idrak etmis degillerdi.
Beyaz Saray’in havadan bir saldiriya hedef olabilecegini, dolayisiyla, füzelerle korunmasi gerektigini söyleyenlere, deli nazari ile bakanlar çoktu.
BÖLÜM 6
AL QAEDA AÇIKLANIYOR
Clinton yönetimin ilk yillarinda, Dünya
Ticaret Merkezinin bombalanmasindan, Atlanta Olimpiyatlarindaki bomba hadisesine kadar, on bir önemli terör olayi meydana gelmisti. Ne CIA ne de FBI, bu olaylari al Qaeda’ya atfetmedi.
Usame bin Laden adli bir finansçinin adi
ortada dolasmakta iseydi de, terörle iliskisi henüz belirlenmemisti. ABD ve vatandaslarina yapilan saldirilar genellikle Iran veya Irak Istihbarat Teskilatlarina mal ediliyorlardi.
Ancak bu arada, ABD Güvenlik Teskilatinin en üst düzeyinde olan kimseler, Usame
bin Laden’in kimligini merak etmege baslamislardi. Bu konuda bir rapor hazirlamasi için CIA
görevlendirilmisti.
Zengin bir Suudi Arab ailesine mensup olan
bin Laden, Kraliyet ailesini ve ABD ile iliskilerini
devamli tenkit ettigi için sinir disi edilmisti. Sürgün yeri olarak da Sudan’i seçmisti. Sudan hükümeti teröristlere yardim etmesiyle
taninan Milli Islam Cephesi idi. Ülkenin lideri ise Hasan
al-Turabi idi.
Sudan’a gitmeden bin Laden Afganistan’a
gitti. Afganistan’da savas devam ediyordu ancak bu Müslüman
olmayanlara karsi bir cihad degildi.
Halbuki, bin Laden ve al Qaeda’in hayallerinde,
zayif bir Müslüman ülkeyi kendisine hücum eden Hiristiyan devletlere karsi korumak , bunun içinde dünyadaki
Müslüman ülkelerden Cihad için savasacak gönüllüler toplamak
yatiyordu. Bu sekilde kurtarilan ülke Radikal Islam bir devlet olacak, bunu baska devletler takip edecek ve sonunda hayal
edilen Islam Imparatorlugu kurulacakti.
Rusya’ya karsi bagimsizliklari için savasan Çeçenler , bu
cihad için ideal bir baslangiçti.Bu nedenle, bin
Laden, Çeçenistan’a para,silah ve savasmak için
gönüllü göndermege basladi.
Komunizm’in çöküsü ile dagilan Yugoslavya’nin bir parçasi olan Bosna da,
plana uygundu. Hiristiyan bir çogunluk Müslümanlari yok etmek için
savasiyordu.Ancak Bosna’nin Çeçenistan’dan
bir farki vardi.Bati Avrupa ve ABD istihbarat teskilatlarinin gözü altinda idi. Çok geçmeden,
Bosna’ya gelen para, silah ve mücahitlerin gerçek yüzleri ve amaçlarini anlamaga basladilar. Tedbirlerini de aldilar. Her ne kadar, Bosna’da bin Laden istedigini elde edememisti ama, hem tecrübe edinmisti, hem de iliskilerini kurmustu. Bu iliskiler, Londra’da Finsbury Park Camii’ne,
Milano’da Islam Kültür Merkezine,
Viyana’da Üçüncü Dünya Yardim Ajansina, Chicago ve Suudi Arabistan’da
benzeri teskilatlara kadar uzaniyordu. ABD’de dahil olmak üzere bati Avrupa hükümetleri gelen tehlikeyi görüyorlardi, ancak bazilari
görmemegi yegliyor digerlerinin ise yürürlükteki kanunlari ellerini bagliyordu.
Bin Laden Sudanda bulundugu sürede, bu ülke bir terörist yatagi oldu. Sudan askeri kuvvetleri ve emniyet teskilatinin tam destegi ile basta Bosna olmak üzere, Misir, Ethiyopya, Uganda’da terör faaliyetlerinin yöneltildigi merkez oldu. Bu arada Misir Baskani Hüsnü Mübarek’e yapilan bir suikaste de destek verdi. Iste bu olay Bin Laden’in
Sudan’daki ikametinin sonunu getirdi. Misir’in gösterdigi siddetli tepki ve Sudan’a karsi harp açma
tehditleri karsisinda, faaliyetlerini 1996 yilinda
Afganistan’a kaydirmak mecburiyetini his etti. Bu siralarda Afganistan’da Sovyetlerin is basina getirdigi hükümet
yerini Taliban hükümetine birakmis idi. Bu hükümet de Bin Laden’e
destek vermeye hazir idi.
Bu arada ABD Güvenlik Birimleri, Bin
Laden’i kaçirip Amerikan adaletine teslim etmek için yollar aramaktaydilar.
Ancak bunu gerçeklestirmek muhtelif nedenlerle mümkün
olamayacakti.
Sudan’da geçirdigi dört yil içinde Bin
Laden ABD’ye karsi açik bir sekilde harekata girismeyecekti.Adi Bosna, Çeçenya,Filipinler,Misir,Fas ve Avrupa’nin degisik yerlerindeki
terör faaliyetlerine mali yardimda bulundugu seklinde duyulacak, New York, Somaliya, Suudi Arabistan
ve Yemen’deki saldirilara karistigi söylenecekti. Ama
bunlar söylentilerden ileri gitmeyecekti.
Ancak 1995 yilinda Bin Laden, Suudi
Arabistan Kralina gönderdigi ve kamu oyuna açikladigi mektup’ta , Suudi Arabistan’da Amerikan askeri
bulunmasini tenkit edecekti. Artik Bin Laden’in ‘Teskilati’ dedikodu olmaktan çikmisti.ABD de bu tehlikeye karsi alacagi tedbirleri planlamaga baslamisti.
1998 yili basinda al Qaede, Misir Islami Cihat Örgütü ile birlesecekti. Islami Cihad, 1997 yilinda Luxor kentinde turistlere
karsi bir saldiri yapmis ve 62 turist’in ölümüne neden olmustu. Turizm gelirlerinin tehlikeye düstügünü gören Misir Hükümeti, Islami Cihadi amansiz bir takibe almis, neticede zayif düsen Islami Cihad, al Qaede’nin eline düsmüstü. Subat 1998’de bu iki teskilat ABD, Misir ve bazi diger ülkelere harp ilan eden bir deklarasyon yayinliyorlardi.
Bu deklarasyon, ABD yetkilileri için bir
sürpriz teskil etmiyordu. Biz kendimizi zaten al
Qaede ile harp halinde görüyorduk. Ve dost hükümetler ile Avrupa, Afrika ve
Orta Dogu’da ki mevcut al Qaeda hücrelerinin yok
edilmesi için çalismalara baslamistik.
1998 yilinin basinda al Qaede’ya karsi hücuma geçmek üzere hazirliklarimiz
baslamisti. ABD içinde yapilacak terör saldirilarina karsi korunmak için tedbirler ihtiva eden bir program
gündemde idi. 1988 yilinda gelisen olaylar, böylesi tedbirlere olan
ihtiyaci kongre ve medya’ya anlatmamiza yardimci olacakti.
BÖLÜM 7
BASLANGIÇ ‘ANAVATANI
KORUMA’
1995 yilinda Aum Shinrikyo adli bir dini
tarikatin ‘sarin’ adli bir kimyasal silahla Tokyo metrosuna yaptigi saldiri, ABD’de alarm zillerinin çalmasina
sebep oluyordu. ABD böyle bir saldiriya karsi hazir
miydi? Incelemeler sonunda böyle bir saldiriya karsi hazir olmadigimiz anlasiliyordu. ABD ve Sovyetler Birligi 1973 yilinda kimyasal silahlarin
yasaklanmasi için bir anlasma imzalamislardi. ABD elinde
bulunan kimyasal silahlari imha etmisti. Ama herkes
ayni sekilde davranmamisti. Bunun üzerine
1995 Baskanlik
Talimati yayinlanmisti. Ancak bu talimatin gereginin bütün birimler
tarafindan yapilmadigini, yapilsa bile bütünü kapsamadigini gösteriyordu. Bütçelerinde bu is için gerekli kaynaklarin mevcut olmadigi da bir gerçekti.
Bu durumda Bakanlar Kurulu seviyesinde bir toplanti yapilmasi kararlastirildi. Bu toplantida üç senaryo tartisilacak ve ülkenin hazirlik seviyesi saptanacakti.
Birinci senaryo, ülkenin güney batisinda
baslayarak genisleyecek bir bulasici hastaliga karsi ne kadar hazirlikli olundugunu tespit edecekti.
Ikinci senaryo da ise, bir Amerikan sehrinde patlatilan bir kimyasal silah karsisinda ne kadar hazirlikli olundugunu belirleyecekti.
Üçüncü senaryo ise, Washington D.C.’de bir
terörist grubun elinde bulunan nükleer bir silahi etkisiz duruma getirmek için
alinmasi gereken tedbirlerin ne olabilecegi idi.
Toplantidan ayrilan bütün Bakanlar dehset içinde
idiler. Çünkü tatbikat ülkenin, üç senaryodan hiçbiri
ile etkili bir sekilde savasmaya hazir olmadigini ortaya koymustu.
Bunun üzerine yapilan ikinci bir toplantida on ‘Idari Programdan’ olusan bir harekat plani hazirlandi. Çalismalari koordine etmek üzere, üst
seviyede bürokratlardan olusan dört adet komite teskil edildi. Bu dört komiteye baskanlik etmek üzere, ‘Ulusal
Koordinatör’ adi verilen yeni bir makam olusturuldu. Ben de bu göreve tayin edildim.
Bu esnada al Qaeda’nin nükleer ve kimyasal
silahlar elde etmek için gayret sarf ettigini biliyorduk. Yaptigimiz çalismalar bize maalesef, ABD
istihbaratinin, al Qaeda’nin elinde bulunabilecek nükleer ve kimyasal
silahlari tespit edebilmek için gereken koordinasyon içinde çalismadigini gösteriyordu. Ayrica, bu silahlari saklamanin, bulmaktan daha kolay oldugu da bir gerçekti. Bir
negativi, yani al Qaeda’nin kitle imha silahlarina sahip oldugunu ispat etmek de mümkün degildi.
ABD istihbarat analistleri, bu gibi
silahlarin saklanmasi için müsait bir mevkii,havadan çekilen fotograflarin da yardimi ile tespit etmislerdi. Burasi Afganistan’daki Tora Bora vadisi
idi.
BÖLÜM 8
DELENDA EST / IMHA EDILMELI
ABD’nin Tanzanya ve Kenya’daki
büyükelçilikleri 7 Agustos 1998 yilinda ayni anda saldiriya ugradilar. Iki yüz elli
yedi ölü ve bes bin yarali saldirinin
bilançosunu meydana
getiriyordu. al Qaeda 1998 yilinda yayinladigi ‘fetva’yi gerçeklestirmisti Gelen istihbarat
raporlari saldiriyi al Qaeda’nin gerçeklestirdigini dogruluyordu.
Al Qaeda’ya karsi alinacak tedbirler tekrar gündemin birinci maddesi idi. Bu sefer Baskan Clinton ciddi tedbirler talep
ediyordu. Bu sirada gelen istihbarat bilgileri, 20 Agustos tarihinde, Bin
Laden de dahil olmak üzere, en üst seviyedeki al Qaede
yetkililerinin, Afganistan’daki kamplarinda bir degerlendirme ve ilerisi
için planlama toplantisi yapacaklarini gösteriyordu. Bunun üzerine Baskan, al Qaeda’nin ABD’ye harp ilanini da göz önüne alarak, adi geçen tarihte, Afganistan’daki
al Qaeda kamplarinin vurulmasina
karar verdi.
Genel Kurmay Baskanliginca hazirlanan plan çerçevesinde harekat için
kuzey Arab Denizinde bulunan gemilerden atilacak füzeler kullanilacakti.
Hareket tam bir gizlilik içinde yürütülecekti. Füzeler, Pakistan hava
sahasindan geçecekleri için, yanlis anlasmaya mani olmak amaci
ile Pakistan yetkililerine son anda durum izah edilecekti. Harekatta kara
kuvvetleri kullanilmayacak idi. Genel Kurmay, bunu riskli görüyordu. Harekat planlandigi gibi gerçeklestirildi. Ancak Bin Laden kurtulmayi basardi. Kamplarda
bulunan bazi Pakistanli subaylar ölmüslerdi. Medya haberleri subaylarin
kamplarda Kasmirli gerillalari egitmek için bulunduklarini iddia ediyordu. Bununla
beraber, benim yönümden konu Pakistan istihbaratinin, ABD ile tam bir isbirligi içinde olmadigi seklinde idi. Aksi halde Bin Laden’in
çoktan yakalanmasi gerektigine inaniyordum. Pakistan kanimca, bölgesel politikalarinin sonucu olarak, ABD’ye gerekeli tüm yardimi yapmaktan kaçiniyordu.
Amerikan kamu oyu, kamplara yapilan saldiriyi tepki ile karsiladi.Kaynaklarin israfi olarak degerlendirdi. Cumhuriyetçi Parti
taraftarlari olayi politik kazanç elde etmek üzere
kullandi. Amerikan kamu oyunun olumsuz tepkisi, al Qaeda ile mücadelede elimizi
baglayan bir unsur olarak ileride önümüze çikti.
ABD füzelerinin Afganistan’a dogru hareket ettigi gün, Baskan Clinton, Bin Laden ve al Qaeda’ya karsi müeyyideler uygulamaga baslanmasi için bir Baskanlik
Karari çikardi.Altiay sonra bu müeyyideler Taliban için de geçerli oldu.Bu
kararla al Qaeda ile savasi mali sahaya da tasimis oluyorduk. Burada sorun, yine
muhtelif devlet birimleri arasinda koordinasyonu saglamak oldu. Ayrica bu savasin en sofistike metodlarla olmasi için çaba göstermek icap ettigini gördük.Bu mücadelenin etkili olmasi için
uluslararasi destek görmesi çok önemli idi. Bu destegi verenler oldugu gibi, Suudi Arabistan
gibi ayagini sürüyerek destekleyenler de oldu.
Bush yönetimi basa geldikten sonra
terörün mali boyutlari ile savas ikinci plana düstü. Zaten Bush yönetimi Clinton tarafindan baslatilmis her seye büyük bir süphe ile bakiyordu. Ayrica, ‘çok tarafli’ olarak tarif edilebilecek her seye de soguk olduklari ortada idi.
Afrika’daki Büyükelçiliklere yapilan
saldirilara misilleme yapilmasini onaylayan Baskan Clinton
ayni zamanda, al Qaeda ile mücadele için ‘Pol-Mil
Plan’ adini verdigimiz bir tedbirler dizisi
hazirlanmasini da istemisti. ‘Pol-Mil-Plan’, politik-askeri
planlamanin kisaltilmis adi idi. Haiti’deki gelismelere karsi hazirlanmisti. al Qaeda’yi imha
etmek için çok yönlü ve detayli bir plan gerektigine hepimiz inanmistik. Istihbarat teskilati, al Qaeda hücrelerini bulacak ve
imha edecekti.
Adalet Bakanligi teskilati ayni görevi ABD içinde yapacakti. Disisleri Bakanligi, diger ülkelerin planlarimizi onaylamasini ve
bize destek olmalarini saglayacakti. Disisleri ve Savunma Bakanliklari, ülke disindaki elçilik ve askeri üslerin ve benzeri tesislerin terörist saldirilara karsi güvenliklerini
arttiracak tedbirler alacaklardi. Maliye Bakanligi, al Qaede’nin mali
kaynaklarini kurutmak ve dondurmak amaci ile,uluslararasi bankacilik
sistemi ile birlikte çalisacak ve bu amaca iliskin gerekli hukuki
yapiyi hazirlayacakti.Havadan ve karadan yapilacak saldirilar için planlar
hazirlanacakti.
Pol-Mil Plani geregince, Usame bin Laden
ismi artik kullanilmayacak, savasin al Qaede ile oldugu vurgulanacakti. Bu tedbirler dizisinin kalbinde Bin
Laden’in bir sekilde
yakalanmasi veya öldürülmesi yatiyordu. Ancak bunun gerçeklesmesi kolay gözükmüyordu. Bir kere Bin Ladin’in
,belirti zamanda nerede oldugunu ögrenmekte
güçlük çekiyorduk. Bin Ladin devamli yer degistiriyordu. Bulundugu yeri tespit ettigimizde ise, vurma kararinin alinmasi, füzelerin o
noktaya varmasi zaman alacagindan, füzelerin varis aninda, Bin Laden’in hala ayni yerde olacagindan emin olamiyorduk.
Diger taraftan, al Qaeda hedeflerinin bir plan dahilinde bombalanmasinin karsisinda olan
önemli bir kesim de vardi. Disisleri Bakanligi bunun karsisindaydi. O siralarda Irak’in Kuzey ve Güneyinde
zaten böyle bir uygulama içinde idik. Bunu Afganistan’a da tesmil etmek, diplomasi açisindan sorunlar yaratiyordu.
ABD ‘Çilgin Bombaci’ lakabi ile anilmaga baslamisti . Ayrica bu gibi saldirilar,
Pakistan hava sahasi üzerinden gerçeklesmek mecburiyetinde idi.
Bu da Pakistan hükümetini,özellikle kendi kamu oyu önünde zor duruma düsürüyordu. Bu gibi saldirilarin,Pakistan’in olumsuz tavrina ragmen devami, bu ülke ile iliskilerimizi zedeleyebilirdi. Pakistan üzerindeki
etkimizi kayip edebilirdik.Bu da özellikle iki nükleer güç
Pakistan-Hindistan iliskilerindeki gerginlik nedeniyle arzu edilmiyordu.
Bir program çerçevesinde al Qaeda
hedeflerinin bombalanmasina muhalefet mevcut idiyse de, bin Laden’in
öldürülmesi gündemi isgal etmege devam ediyordu.Ancak
bu basarilamadi. Ben , bugüne kadar, bu görev’in
neden ister Afgan, ister baska milletten olsun bir sahis veya gruba havale edilmedigini anlamis degilim.Bunu Baskan Clinton’un,
bir suikast listesi hazirlamak yoluna girilmesini arzu etmemesine bagliyorum. Bunda da, Munich Olimpiyat oyunlarindaki hadiseler sonucu Israil’in böyle tutum içine girmesinin dogurmus oldugu arzu edilmeyen sonuçlarin etkili oldugu anlasiliyor.
BÖLÜM 9
MILLENIUM ALARMI
Aralik 1999 ayinin ilk günlerinde edindigimiz bilgiler bir al Qaeda hücresinin, yilbasi kutlamalari esnasinda, New York’da turistik hedeflere karsi eylem hazirligi içinde oldugunu gösteriyordu. Istihbarat camiasindaki kani, bir eylem
plani ortaya çikardiksa mutlaka baskalarinin da oldugu merkezinde idi. 1999
yili içinde al Qaeda’ya karsi tedbirler konusunda bir miktar yol
almistik.
ABD Büyükelçilikleri daha güvenli hale getiriliyordu. Burada mevcut mali olanaksizliklari mümkün oldugu kadar asmaya çalisiyorduk. Kongre, Afrika’da olanlardan sonra konuya, bir kisa bir müddet için de
olsa, olumlu yaklasmisti. Ancak bu yaklasim çok uzun sürmedi. Afrika’daki facianin unutulmasi ile, Kongrenin tutumu da eskiye döndü.
Büyükelçiliklerin bir kaleye dönüstürülmesine, Disisleri mensuplari da karsi çikiyorlardi.
Bulunduklari ülkenin sosyal hayatindan tecrit edilmelerinin , islerini zorlastirdigi görüsünde idiler.
Diger taraftan Disisleri Bakanligi Taliban
hükümetine, Afganistan’daki terörist kamplarinin kapatilmasi için ve
teröristlerin ABD’ye teslimi için baski yapiyordu. Ancak basarili degildi. Taliban üzerinde etkili
olabilecek üç ülke mevcuttu.Pakistan,Suudi Arabistan ve Birlesik Arap Emirlikleri. Bu üç ülkenin
Afganistan ile diplomatik iliskileri oldugu gibi, ülkeye
yardimda da bulunuyorlardi.
Ancak bu ülkelerin baskilari da sonuç vermedi.
Taliban, ülkelerine siginmis din kardeslerine Islam felsefesi için yardim etmegi görev olarak görüyorlardi.Kendilerine delil
gösterildigi takdirde bin Laden’in Müslüman bilim
adamlarindan kurulacak bir mahkeme tarafindan yargilanabilecegini belirtiyorlardi.Bin Laden’in terör olaylarina karismasina da mani olacaklarini ifade ediyorlardi.
Bu durumda ABD üç kademeden olusan bir plan olusturdu. Birinci
olarak,bin Laden’in terör olaylarindan Taliban’i da sorumlu tutacagimizi açikladik.
Ikinci olarak Suudi ve UAE hükümetlerinden
Afganistan ile iliskilerini kesmelerini talep ettik.Üçüncü
olarakta Taliban hükümetinin mallarina el konulmasi ve ekonomik yaptirimlar
uygulanmasi konusunda Birlesmis Milletlerden,
Rusya’nin da onayi ile bir karar çikarttik.
Iki sorun, Taliban ile anlasmamiza mani teskil ediyordu. Birincisi,
Taliban, bin Laden’i teslim etse bile ABD’nin taleplerinin burada son bulmayacagina inaniyordu. Ayrica Taliban liderleri, esas
itibariyle, bin Laden’i amaçlarini benimsiyor ve destekliyordu.
Al Qaeda’nin harekete hazirlandigini bilmemize ragmen,nereye vuracagini tayin edemedigimiz için yapabilecegimiz fazla birsey yoktu. Bu arada
Taliban ve bin Laden’e karsi Afganistan’da
baskiyi arttirmayi düsünüyorduk. Bunun yollarindan
biri ülkenin kuzeyinde Taliban rejimine karsi savasan ve ülkenin üçte birinde hakim olan
Kuzey Ittifakina destegi artirmakti. Ancak bunu
CIA’in alt kademeleri onaylamiyordu. Onlara göre Kuzey Ittifaki, Taliban ile basa çikacak güçte degildi. Basindakiler eroin kaçakçiligina bulasmislardi, insan haklarina
saygili degillerdi, sivil halki öldürmüslerdi. Kuzey Ittifakina yardim, isler kötü giderse CIA basina patlayabilirdi.
Yilbasi yaklastikça gerginlik artmakta idi. Amerikan Elçilikleri,
askeri üsler uyarilmisti. ABD içinde 18000 adet polis karakolu teyakkuz halinde idi. Beklemekten baska yapilacak
birsey yoktu. Ilk firsat
hiç beklenmedik bir yerden geldi. British Colombia’dan Washington eyaletine giden bir ferry’nin yolculari gümrükten geçerken, süpheli görülen
birinin arabasinda patlayici maddeler ve Los Angeles Havaalaninin planlari bulunmustu. Biz bununla ugrasirken Ürdün’de bir al Qaeda hücresi kesf edildi. Hücrenin faaliyet gösterdigi evde çok miktarda patlayici mevcut idi.
Hücrenin basi ise isinden istifa etmis bir Boston taksi soförü idi. Buradaki
arastirmalar bizi önce Pakistan’a sonrada
Los Angeles havaalani yakinlarinda ikamet eden bir Amerikaliya götürdü.
Pol-Mil Plan çerçevesinde yürürlükte olan
‘Milennium Alarmi’ planina uygun olarak harekete geçildi. Burada FBI’a büyük
görev düsüyordu. FBI bu görevi basari ile yürüttü.Binlerce FBI ajani iz sürmege basladilar.Washington ferrisinde yakalanan
teröristten elde edilen bilgiler, bizi Montreal sehrinde yasayan bir Cezayirli mücahitte götürdü. Montreal’de elde
edilen bilgiler ise New York ve Boston’daki al Qaeda hücrelerine ulasmamizi sagladi.
ABD Adalet Bakanligi ,FBI tarafindan
talep edilen telefon dinleme ve diger elektronik izleme taleplerini genellikle sorgular. Ama ‘Millennium Alarmi’ süresince bu nevi talepler çok daha hizla onaylandi.
USS Sullivans adli destroyer Aden’i ziyaret ediyordu. Bu gemiyi batirmak için hazirlanan plan, patlayicilari tasiyacak teknenin fazla yükten
dolayi batmasi neticesi akim kaldi. Amerikan destroyer’in in
batirilmasi , al Qaeda tarafindan hazirlanan terör saldirilari zincirinin bir halkasi idi. Bu zincirin diger halkalari ise Los Angeles havaalanina yapilacak
saldiri, Amman Radisson otelinin bombalanmasi, Mount Nedo’da Hristiyan
turistlerin öldürülmesi idi.
Yilbasi gecesi, harekat izleme odasinda gelismeleri takip ediyorduk. New York’ta yeni yil yaklasirken dünya’da herhangi bir olay yoktu. Bilgisayar sistemi çökmemisti. Havayollari, o gece zaten uçuslarini iptal etmislerdi. New York sehri polis kayniyordu.Washington D.C.’de Baskan Clinton Lincoln Anit’indaki kutlamalara katilmis ve salimen Beyaz Saray’a dönmüstü. Her ne kadar Los Angeles’in yeni yila
girmesine henüz üç saat olmasina ragmen rahat nefes almaga baslamistik.
Bütün olanlardan bir seyler ögrenmistik. Ama ögrendigimiz en önemli sey, Bostonlu soförün, Los Angeles ve
Brooklyn al Qaeda hücrelerinin bize söyledigi idi. ‘Biz
Buradayiz’.
Askerler her büyük askeri harekattan sonra bir degerlendirme yaparlar.Iyi yaptiklarini ve eksiklerini tespit ederler.
Bunlari degerlendirirler. Gelecek için
dersler çikarirlar. Yeni planlarini bu degerlendirmelerin isiginda düzeltirler.
Bizde ayni sekilde ‘Millennium
Terörist Alarmini’ degerlendirdik. Çikardigimiz sonuçlari asagida oldugu gibi özetleyebiliriz.
Eksiklerimizin basinda ABD içinde ‘uyuyan al Qaeda
hücreleri’ olduguna inancimizin eksikligi geliyordu. Ben bes senedir, al
Qaeda’nin içimizde oldugunu biliyordum, ama FBI’i buna
inandiramamistim. FBI göre ABD içinde ‘uyuyan
al Qaeda hücresi’ yoktu. FBI Milli
Güvenlik Bölümü yalnizca Rus ve Çin casusluk faaliyetleri ile ilgileniyordu. Görüstügümüz FBI Bölge Ajanlari, bölgelerinde al Qaeda’nin
mevcut olabilecegine ihtimal vermiyorlardi. Daha çok
organize suçlar ve uyusturucu ticareti ile ilgileniyorlardi.
FBI’in ABD’de meri kanunlar çerçevesinde,
terörizm ile ilgili olarak aktif olmasi da mümkün degildi. 1970 yillarinin Watergate olayi, kanun
yapiciyi bu konularda çok hassas hale getirmisti. Güvenlik
Kuvvetlerinin elini kolunu baglamisti.
FBI’in bilgisayar network’u zamana göre
çok iptidai kalmisti.Daha çok güvenli telefon
kullanarak haberlesmegi tercih
ediyorlardi. Önemli bir bilgi edinmeleri halinde bunu bir rapor olarak diger istihbarat birimlerine ilettikleri görülmemisti. FBI ve CIA arasinda kirk senelik bir husumet vardi.Nihayet aralarinda isbirligi gerektigini anlamis olsalar bile, kirk senenin aliskanliklarindan vazgeçmek kolay degildi.
Hazirlamis oldugumuz raporu Baskan Clinton da görmüstü ve CIA’nin bin Laden’i bulmak için göstermis oldugu gayretten memnun olmadigini açikça ifade etmisti. Bu durumda konu üzerinde tekrar düsünmemiz gerektigi kararina vardik. Toplantilarimizda , bin
Laden’i vurmak için pilotlar tarafindan kullanilan istihbarat uçaklari yerine, pilotsuz uçan ve ‘predator/yirtici’ adi
verilen uçaklarin kullanilmasinin maksat için daha uygun oldugu kararlastirildi. Bu
uçaklardan çok sayida yoktu. Olanlar Irak ve Bosna’da
kullaniliyordu.Mevcut modelleri yalniz resim çekebiliyordu. Ama yapim
safhasinda olan yeni modellere füze yerlestirilmesi de mümkün olabilecekti.
Bir ‘predator’un Afganistan üzerinde uçusunu Virginia’dan izlemek imkanini bulduk.
Hollywood filmleri gibi idi. Biz bir odada oturuyorduk, uçagin uçarken çektigi film ekrandan
izliyorduk. Bulundugumuz odadan uçagi kumanda
edebiliyorduk. Mesela al Qaeda tarafindan kullanildigi bilinen bir
villadan çikan bir otomobili sehir içinden geçerken
takip etmek mümkündü. Ayni sekilde uçak terörist
kamplarinin üzerinden sessizce uçarken, kampda olanlari en ince
teferruatina kadar izleyebiliyorduk.
Bu pilotsuz uçagi Afganistan’da üç
kere kullanmak firsati bulduk.Sonra hava sartlarinin
kötü olmasi sebebiyle, uçuslari bahara erteledik. Bahar gelince
bu uçaklarin füzelerle donatilmis modelini kullanmak üzere talepte bulunduk. Ancak CIA Predator’un bir karsi- terrör silahi olarak kullanilmasina siddetle karsi çikiyordu. Bütün dünyada CIA ajanlarinin hayatini tehlikeye sokacagini iddia ediyordu.
Clinton’un baskanlik dönemi sona
ermek üzereydi. Yönetimin üzerinde çalistigi son önemli milli güvenlik sorunu, Israil-Filistin arasinda bir anlasma saglamakti. Göstergeler bu sefer bir netice
alinacagi yönünde idi. Orta Doguda sulh, al Qaeda için mevcut destegi azaltabilirdi. ABD’ye olan nefreti de. Ben gelen
Yönetim için ‘Pol-Mil Plani’ni günün sartlarina getirmekle görevli idim. Üzerinde fikir birligine varilmamis konulari veya alinmamis kararlarin altini çizecektim. Hazirladigim listede Kuzey Ittifakina
yardimi artirmak, kamplarin yok
edilmesi, ‘silahlandirilmis predator’un al Qaeda yönetiminin
elimine edilmesi için kullanilmasi vardi.
Clinton görevini bitirdiginde bin Laden hayatta idi.Halbuki öldürülmesi ve
al Qaeda’ya karsi savasin siddetlendirilmesi için talimati vardi. al
Qaeda’yi Bosna’da yenmeyi basarmisti.Terörizmin ABD için
en önemli tehlike olacagini herkesten önce Clinton görmüstü. Karsi-Terrör savasini ve ‘Anavatan Koruma’ programini o baslatmisti. Iran ve Irak’in ABD’ye karsi baslatmak istedigi terör savasini durdurmustu.
Dahili politika nedenleri ile Clinton’un Afganistan’daki al Qaeda kamplarini bombalamasi çok tenkit edilmisti. Basarisiz FBI Baskanini degistirmegi basaramamisti. Bin Laden’in elimine edilmesi için CIA’e kati
talimat vermesine ragmen, CIA bu görevi yerine getirmekte
direnmisti.Savas geçmisi olmayan bir Vietman Savasi karsiti olarak, istedigi askeri tedbirleri
almakta zorlanmis hatta basarisiz olmustu. Buna ragmen, ciddi tehlikeler geldiginde bunlara karsi gelmek için gereken tedbirleri onun Yönetimi almisti. Clinton yönetimi sona ererken, yeni gelen Bush
yönetimi de dahil olmak üzere bir çok kimse, al Qaeda tehdidinin abartilmis olduguna inaniyordu. Netice itibariyle al Qaeda
birkaç Amerikalinin ölümüne sebep olmustu.Reagan yönetimi
esnasinda Beyrutta bir terörist saldiri sonucu ölen yüzlerce Amerikan
askeri veya Libya tarafindan Bush yönetimi zamaninda düsürülen PANAM uçaginda ölenler yaninda al Qaeda’nin terörü bir hiçti. Bu iki olay, ABD tarafindan askeri misilleme
sebebi sayilmamisti. Simdi degisen neydi?
2001 Ocak ayinda Clinton’un al Qaeda tehlikesinin ABD’nin güvenlik sorunlarinin basinda gelmesi gerektigi tavsiyesi, Bush
yönetimi tarafindan biraz tuhaf karsilanacakti. Tipki Clinton yönetiminin bu konuda takip ettigi diger politikalar gibi.
BÖLÜM 10
11 EYLÜL EVVELI VE SONRASI
Al Qaeda saldirilarini senelerce evvel planliyordu. Uyuyan hücreler kuruyor ve bilgi topluyorlardi. Emellerine uzun vade de ulasmayi planliyorlardi. Senelerce, hatta on senelerce
beklemege hazirdilar. Buna karsilik ABD dört yillik seçim devresi içinde çalismaga alisikti. George Bush ve
Dick Cheney, seçim kampanyalari esnasinda,terör tehlikesinden hiç söz
etmemislerdi. Yalnizca, Rusya ile
yapmayi planladiklari anti balistik füze anlasmasindan ve Irak’tan
bahis etmislerdi.
Ocak 2001 ‘de, yeni yönetim’in yetkileri, Condi Rice, Steve Hadley, Dick Cheney ve Colin
Powell’a verdigim briefingde verdigim mesaj açikti. al Qaeda bizimle harp halindedir. ABD
de belirlediklere hedeflere hücum için hazirliklar yapmaktadirlar. Kesin
ve çabuk hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Aldigim tepki, kisilere göre degisiyordu.Ancak genelde, al Qaeda konusunu
abarttigimizdan kuskulaniyorlardi.Mesela
1993 yilinda New York’ta Dünya Ticaret Merkezinde meydana gelen terör
olaylarinin bin Laden tarafindan ,bir devlet destegi olmadan tek basina yapilabilecegine inanmiyorlardi.
Geçmis birikimleri onlari sorunlara daha
çok ‘Soguk Harp’ mentalitesi içinde yaklastiriyordu.. Terör konusun da ise gündemlerinde Irak vardi. Halbuki biliyorduk ki, Irak 1993 yilindan beri ABD için bir terör
tehdidi teskil etmiyordu.
Bush Yönetimi, Clinton’dan devir alinan anti-terör politikalarini benimsemedigi gibi, terör ile savas için teskilatlanmamizi onaylamiyordu. Bu
nedenlerle, Bush Yönetim’in ilk aylarinda, al Qaeda ile savasta önemli adimlar atilamadi. Vakit kaybedildi.
Ben, Bush Yönetiminin el Qaeda ile savasmak için gerekli kararlari almasi yönünde bütün gücümle
çalisiyordum. Bu maksatla ‘Pol-Mil Plan’nini yeniden yazdim. Plani yeni bir ‘Milli Güvenlik Baskanlik Karari’ haline getirdim.Imzalamasi için Baskan Bush’a yolladim. Ancak fazla yol aldigimi söyleyemem.
CIA eksperleri, al Qaeda’nin yeni hazirliklar içinde oldugunu ifade etmege baslamislardi. Gelen haberlerin
dogru oldugu her geçen gün daha
kesinlesiyordu. Italya, Fransa ve
Almanya’da gizli hücreler bulunuyor, ve mensuplari tevkif ediliyordu. ABD donanmasina
ait gemilere Bahrain’de saldirilacagi hakkinda elimizde ciddi belgeler
vardi. Italyanlar, Geneo sehrinde yapilacak G-7 zirve toplantisina saldirilacagi hakkinda inanilir bilgiler elde ettiklerinden bahis ediyorlardi.
Haziran ayi geldiginde CIA Baskani Tenet ve ben, çok yakinda bir seri
saldirinin yapilacagina kani idik. Büyük olasilikla
saldirilar Israil ve Suudi Arabistan’da olacakti.
Temmuz ayinin ilk haftasinda CSG (Karsi-Terör Güvenlik Grubu) toplandi.Büyük birimlerin
en yüksek derecede hazirlik durumuna gelmesini kararlastirdik. Gerekli uyarilar
her tarafa dagildi. FBI’da bizim
kaygilarimizi paylasiyordu.
Bu anda gerek CIA gerekse FBI’in alt kademelerinde,isimleri ABD istihbarat ve güvenlik
birimlerince bilinen iki al Qaeda ajaninin ülkeye girmis oldugu bilgisi mevcuttu. Bu ajanlar, pilot olmak için
kurslara yazilmislardi. Ancak bu bilgi bize erismemisti. Beyaz Saray’a da gitmemisti. .Bu haber bize erismis olsa idi, çok seyin degisecegine inaniyorum. Millennium Tehdidi esnasinda basarili olmustuk. Yine olabilirdik.
4 Eylül 2001 tarihinde, Ülkenin en yüksek
istihbarat birimi olan Baskanlar Komitesi nihayet toplanti. Halbuki,
ben bu toplantinin yapilmasini 25 Ocak 2001 tarihinde talep etmistim.
Toplantidan evvel, Condi Rice ile yaptigim görüsmede, Yönetimin, al Qaeda’yi ciddiye
alip almayacagi konusunda karar vermesi
zamani geldigini, ara politikalarla
sonuç alamayacagimizi izah etmege çalistim.
CSG toplantisi hiçbir sonuç dogurmadi. Ben ve CIA Baskani Tenet,
tehlikenin çok ciddi oldugunu yine anlatmaga çalistik. Kimse itiraz etmedi.
Powell, Taliban ve al Qaeda’la mücadelede
Pakistandan daha çok destek almak için bu ülkeye baski yapmamizi savundu. Ancak
etkili olmak için gerekebilecek mali güçten Bakanligi yoksundu. Rumsfeld ,bütün toplanti boyunca düsünceli görülüyordu. Sonunda Wolfowitz gibi Irak terörünün önemini hatirlatti.
Tenet, CIA’in bazi tedbirler alabilecegini ifade etti. Bunlari bilahare bildirecekti. Ayrica CIA’de mali kaynak sikintisindaydi.Kongreden ek ödenek isteyecekti.
Toplantinin tek heyecanli bölümü
‘Predator’un silahli modelinin, al Qaeda hedeflerini vurmak için, Afganistan’a
gidip gitmeyecegi tartisilirken yasandi.
Ne CIA nede Savunma Bakanligi buna riza gösterdiler. Condi Rice,
Toplantiyi herhangi bir karar almadan bitirdi. Bana genis kapsamli yeni bir “Milli Güvenlik Baskanlik Talimati”
hazirlamami ve imzalanmak üzere Baskan Bush’a yollamami söyledi.
11 Eylül saldirisini durdurabilir miydik?
Buna cevap vermek zor. Ancak gerçek olan birsey var. ABD’yi bu gibi
saldirilardan koruyacagina güvendigimiz teskilatlar görevlerinde basarisiz olmuslardi. Gerekli bilgiyi gerekli zamanda ve gerekli yere
tasimayi becerememislerdi. Tehlikeyi yok edecek kesin adimlari atamamislardi. Ancak itiraf etmek gerekir ki, 11 Eylül
saldirisini durdurabilmis olsa idik bile, ileri tarihte buna
benzer baska bir saldiri olacakti.ABD’de
buna siddet ile cevap vermek mecburiyetinde
kalacakti. Üzülerek belirtmek gerekir ki, Amerika olaylara ancak olduktan
sonra tepki verebilmektedir. Daha evvel degil.
11 Eylül’den sonra agir bir bedel ödemis olmamiza ragmen, dersimizi almis oldugumuzu düsünüyordum. Artik al
Qaeda’yi yok etmek için tek elden harekete geçecektik. Islami terör ile bogusan ülkelere yardim edecektik.Radikal Islam’a karsi alternatifler üretecektik. Ve ülkede mevcut zaaflarimizi giderecektik. Mantikli gündem bu olmaliydi.
Saldiridan alti ay sonra, Amerikan halki da böyle düsünüyordu. Normal hayata dönmeye
baslamisti. Yetkililer derslerini almislardi. Sistem tedbirlerini alacakti.Terör belasi artik bir tehdit teskil etmeyecekti. Hem ben hem de Amerikan halki yaniliyorduk.
Ben Milli Güvenlik Konseyi (NSC) Kidemli
Karsi-Terör Sorumlusu görevinden ayrilmistim.Bu göreve benden sonra gelen de kisa zamanda istifa etti. Istifa nedeni yeni Yönetim’in önümüzdeki terör tehdidine yaklasimini fazla bürokratik bulmasi idi. Onun
yerine tayin edilen de huzurlu degildi.
Bir aksamüstü, benim evimde, birer bardak sarap içerken sikayetlerini dinlemek firsatini
buldum. Bana söyle diyordu: ‘Bunlar isin özünü hala anlamis degiller.Her yerde al Qaeda
ile savasacagimiza, ülkede
güvenligi arttiracak tedbirleri alacagimiza, yalniz ve yalniz Irak’i istila etmegi düsünüyoruz. Afganistan’da bulunan asker
sayimiz yetersiz. Taliban toparlaniyor. Biz Kabul’daki hükümete yardim edecegimize, olanaklarimizi Irak’a yapilacak
saldiri için bekletiyoruz. Irak’in ABD tarafindan isgali, al Qaeda’nin elini ne kadar kuvvetlendirecek
farkinda bile degiller. Irak’tan bize gelen bir tehdit yok. Halbuki ABD halkinin yüzde yetmisi, Dünya Ticaret Merkezine saldirinin Irak’tan geldigine inaniyor. Niye biliyor musun? Çünkü Bush
Yönetimi öyle düsünsün istiyor. En kötüsü, teröre karsi savasi, kendi politik amaçlari için kullaniyorlar.
O gün bana içini döken görevli de kisa bir zaman sonra istifa etti. Ama söyledikleri dogru çikti. 2002
Kongre Seçimlerinde ve 2004 Baskanlik Seçiminde,Cumhuriyetçi parti
adaylari, ‘Harbi’ seçim platformlarinin birinci maddesi yaptilar.
Yalniz Amerikan halki ‘harb’ dendiginde ‘teröre karsi harb’ diye düsünüyordu. Aslinda
Cumhuriyetçi adaylarin düsündükleri baska bir harb idi.
Ben Baskan Bush’un Milli Karsi-Terör Koordinatörü olarak on ay görev yaptim.
11 Eylül’den evvel kendisi ile ‘terör’ ile ilgili hiçbir görüsmem olmadi.Kendisi ile yaptigim üç görüsme oldu. Bunlarin hiç birinde ‘terör’ konu olmadi.
Baskan Bush ile yaptigim görüslerde edindigim intiba, kendisine
yakistirilan, sessiz, zekasi az
zengin çocugu tasvirinin pek dogru olmadigi idi. Konuya egildigi zaman sordugu sualler, netice
odakli bir zekaya sahip oldugunu gösteriyordu. Ama basit çözümler
arayan bir kisi olarak görünüyordu. Böyle
bir çözümü buldugu vakit,çözümü sonuçlandiracak sebat
ve enerjiye sahip idi. Sorun, karsilastigi önemli konular,terör olsun veyahut Irak olsun
incelik ve ayrinti ile dolu idiler. Çözümleri, ciddi bir analiz gerektiriyordu.
Ancak ne Bush ne de yakinindakiler , böyle bir analiz ile ilgili degildiler. Önem verdikleri konularda zaten ne
yapacaklarini biliyorlardi.
Bush’un etrafinda dar bir müsavir kadrosu vardi. Söylendigine göre,
okumayi fazla sevmiyordu. Gece saat 10.00 da uyuyordu. Buna mukabil
Clinton, sabahin erken saatlerine kadar dosya okur, ayni zamanda da televizyonu takip ederdi.Hala da, önemli saydigi her tür kitabi okumaga vakit bulurdu.
Bush, konunun dibine inip karar verir ve
sonraki soruna geçerdi. Buna mukabil,Clinton her konunun cicigini çikarirdi. Müsavirlerine, bilim adamlarina,bürokratlara herkese sual sorar. Ögrenir ondan sonra kararini verirdi.
Bush, al Qaeda’dan haberdardi. Ama
felsefesini veya kaynaklarini ögrenmek için fazla zaman da harcamamisti. 11 Eylül saldirisini ögrenince, ilk reaksiyonu, karsi saldiriydi. Yaklasimi ‘ya bizimlesiniz yada bize karsisiniz’ seklinde idi. Irak’a karsi politikasinda, önceleri, ABD’nin
gücünü gösterme amaci vardi. Irak’a saldirmanin, ABD’yi gerçekte daha
güvensiz bir hale getirecegini ve radikal Islam terör hareketini daha da güçlendirecegini bilmiyordu.
11 Eylül günü Baskanlik koltugunda oturan kim olursa olsun, saldirilara cevap
olarak, terör’e karsi harb ilan eder, al Qaeda’nin
Afganistandaki varligina son vermek için, bu ülkeyi isgal ederdi. Yine her baskan ülkenin
Güvenlik Sistemini kuvvetlendirecek yeni tedbirler alir idi. George Bush’un
tepkisi ise degisik oldu. Hedef olarak Irak’i seçti.
Ve terör ile mücadelesini bu ülke’de baslatti.
Halbuki Irak, ABD için terör babinda bir
tehdit degildi.Baska bir Baskan’in
11 Eylül saldirisina cevabinin Irak’in isgali olacagini düsünemeyiz. 11 Eylül
saldirindan sonra, al Qaeda’nin Afganistan’daki varliginin yok edilmesi ve
liderlerinin öldürülmesi gerektigi asikardi.Ne yazik ki,
Bush’un bu yönde aldigi önlemler kifayetsiz idi.
Saldiridan sonra, ABD’nin Islam dünyasi ile iliskilerini iyilestirmek için adimlar atmasi gerekirdi. Islam dünyasina,
bizim sundugumuz gelecegin, al Qaeda’nin sundugundan daha cazip oldugunu göstermemiz gerekiyordu. Halbuki Bush’un, petrol zengini bir Arap
ülkesini isgali, radikal Islam’in kitlelere olan cazibesini arttirdi. Bölgedeki
insanlarin, ABD’nin reform çagrilarina gözlerini ve kulaklarini kapadi.
BÖLÜM 11
HAKLI HARP, HAKSIZ HARP
11 Eylül’den sonra terör ile savasmakta basarili olmak için neler yapmaliydik?
Gündem üç maddeden olusacakti. Ilk olarak, Baskan , ülkenin
teröre karsi mevcut zaaflarini yok etmek için büyük gayret içine girmeliydi.Ikinci olarak, al Qaeda ideolojisini ve radikal Islam terörist harekatini durdurmak için, ve müsterek Amerikan ve Islam ilkelerine destek
vermek için harekete geçmeliydi. Üçüncü olarak, kilit ülkelerde,
al Qaeda terörünün köklerini kurutmak için,mevcut hükümetlere destek olmali, bu
hükümetlerin siyasi,ekonomik ve sosyal politikalarini destekleyerek, terör ile
savaslarinda yardimci olmaliydi. (Öncelik verilmesi gereken ülkeler Afganistan,Iran,Suudi Arabistan ve Pakistan idi.) Bu listede
Irak’in isgali olmamaliydi. Yapilacak isler büyük kaynak gerektiriyordu. Ancak bu kaynaklar
mevcut degildi. Çünkü Irak savasi için ayrilmisti.
Amerika, genellikle tedbir almak için
felaketin gelmesini bekler. Felaket gelmisti. Yönetimin, kongrenin
ve yerel idarelerin, ülkenin dahili güvenligini ve tehlikeye karsi teyakkuz durumunu iyilestirmemek için sebepleri
olamazdi. Dahili korunma veya ‘anavatan koruma’ esas itibariyle baslica tehlike unsurlarini tespit edip,bunlardan
gelebilecek saldiri tehdidini azaltmaktir. Bu da ulusal
ihtiyaçlari tespit eden bir plan
hazirlayip, bu planin basarisi için gereken kaynaklarin sistematik olarak
teminini gerektirir. Bunlarin hiçbirini yapmadik. Organize olamadik.
Teknoloji ve kaynaklari kullanamadik. Vatandaslik haklarimizi korumak
için lüzumlu hassasiyeti gösteremedik. Ve ‘Teröre Karsi Milletlerarasi Savasa’ ragmen, ve ‘Irak Savasina’ ragmen, belki de bu savastan dolayi teröre karsi hala kirilganiz.
11 Eylül’den sonra gündemimizde olmasi
gereken ikinci konu, Islam’in köktenci ve radikal versiyonu olan
al Qaeda felsefesi ile nasil savasacagimiz
olmali idi.Bombalar, kursunlar, kelepçeler ve hapis, bu ideolojiyi yenmemize yeterli olamayacaktir. Müslüman dostlarimizla, beraber
kominizme karsi verdigimiz mücadeleyi tekrar
vermeliydik. Kominizm ile savastigimizda, zaferi silahla
kazanmadik. Daha güçlü ve cazip bir ideolojiye sahip oldugumuz için kazandik.Maalesef halen bu yolda oldugumuz söylenemez. Mollalar karsisinda sesimiz güçsüz ve anlasilmaz biçimde çikmaktadir.
Radikal Islam’a karsi bir cephe olusturmak için, Islam dininin büyük bir çogunlugunu teskil eden mutedil Islam ile isbirligine girecegimize, tam tersini yaptik. Petrol zengini bir Arap ülkesini isgal ettik.
Israil-Filistin anlasmazligi konusunda
hiçbir sey yapmadik. Irak’in al Qaeda’ya destek
verdigi konusunda elimizde hiçbir delil yok.
Ama Iran’in barinak verdigini biliyoruz. Bazi Suudi’lerin al Qaeda’ya mali kaynak sagladigini biliyoruz.
Yine bazi Suudi ‘hayir cemiyetleri’nin al
Qaeda’nin mali imkanlarini gizlenmesinde rol aldigini da biliyoruz.
Irak harbi basladiginda, Bush Yönetimi
30.000 ABD askerinin harekat için kafi olacagini ifade ediyordu. Halbuki 2003 yilinda Irak’ta bulunan Amerikan askeri sayisi 150.000 civarindadir.
Harbin baslangicinda, hedefimizin
Saddam, ogullari ve birkaç yüksek rütbeli
Baath partisi yetkilisi oldugunu ilan etmistik. Verdigimiz sözü tutmadik. Baath partisinde herkesten
hesap soracagimiz ortaya çikti. Bundan sonra isimiz güçlesti. Saddam rejimi altinda herkes Baath
partisi üyesi idi. Olmayana hayat hakki yok idi. Bugün de kendilerine
hayat hakki verilmeyecegini görenler, direnme yolunu seçiyorlar.
Hem süper güç olup, hem de sevilmek kolay degildir. Bir süper güc’ün sorumluluklari da perspektifi de diger ülkelerinkinden degisiktir. Ama diger ülkelerin çogu, süper gücün, sorumlu bir dünya vatandasi oldugunu ve baskalarinin hak ve
hukukuna ve fikirlerine saygi duydugunu görürlerse, süper gücü anlayisla karsilayabilirler.
Ama Amerika maalesef böyle
davranmamaktadir. Kyoto Anlasmasindan tutun da Uluslararasi Ceza
Mahkemesi ile ilgili davranisina kadar menfi tutumu, diger ülkeleri küstürmektedir.
2003 yilinda gelen isgal ABD’nin birçok dostunu kaybetmesine yol açmistir.Bugün Amerika’ya özellikle Islam dünyasinda güven duyulmamaktadir.
Bunun kadar önemli olan, bugün Amerikan halkinin kendi milli güvenlik kurumlarina olan güven duygusunun sarsilmis olmasidir.
11 Eylül’den sonra üzerine egilinilmesi gereken üçüncü konu, rejimlerinin al Qaeda
tarafindan devrilmesi muhtemel olan ülkelerin Hükümetlerini güçlendirmek olmaliydi. Bu
ülkelerden ilki Taliban yönetimindeki Afganistan idi. Bu ülke al Qaeda’nin siginagi idi.
Clinton yönetimi zamaninda bu ülkedeki terör odaklarinin vurulmasi karar altina alinmis ancak, CIA ve Savunma Bakanliginin çekinceleri nedeniyle gerçeklestirilememisti. 11 Eylül saldirisindan sonra kimsenin bu konuda bir itirazi olamazdi. Buna ragmen, Yönetim
bu konuda kararli ve seri hareket etmedi. Kuzey Ittifakina yardim etmedi.
Taliban ile anlasarak sorunu halletme yoluna gitti.
Taliban, bin Laden’i teslim talebini kabul
etmedigi için anlasma olmadi. ABD’nin
Afganistan’a hava hücumlari 7 Ekim’de basladi. Ilk Amerikan askeri ancak 25 Kasim tarihinde Afgan
topragina ayak basti. Afgan-Pakistan
siniri kapatilmadi.
Aradan iki sene geçmis olmasina ragmen bin Laden halen
serbesttir. Taliban lideri Mullah Ömer’de keza. ABD , Irak’ta kullandigi imkanlarin ancak yüzde besini Afganistan’da kullanmaktadir. Halen iktidarda olan
Hükümet, ülkenin ancak bir bölümünde etkilidir. Afganistan’in bugüne kadar
terör tehdidinden arindirilmis olmasi gerekirken, hala
potansiyel olarak teröre siginak olabilecek bir ülkedir.
Amerikan yönetiminin, al Qaeda benzeri
gruplarin eline geçmemesi için yardim etmesi gereken ülkelerin ikincisi Pakistan’dir.
Pakistan’in 11 Eylül’den evvel politikasi iki yönlü idi. Ülkenin Askeri Istihbarat Birimleri, al Qaeda’ya silah ve para
yardiminda bulunuyor, Kasmirli teröristleri , Hindistan üzerinde
baski kurmak için egitiyordu. Pakistanpolisve Istihbarat Kuvvetleri ise, teröristleri tutukluyor ve genellikle ABD’ye yardimci oluyordu. Al Qaeda Pakistan’in bazi bölgelerinde popüler idi. Saldiridan sonra, ülkeyi yöneten GeneralMüserref, cesur bir politika takip ederek,ülke içinde, al Qaeda’ya karsi harekete geçti.
Bin Laden’in Pakistan’daki popülaritesi
halen devam etmektedir. Camilerde ve medreselerde Amerikan düsmanligi açikça yapilmaktadir. Ve kabul
görmektedir.Pakistan’in Afganistan ile sinirinin büyük bölümü hükümet
kontrolü altinda degildir. Burada al Qaeda hala hüsnü kabul
görmektedir. Ve Pakistan nükleer silahlara sahip bir ülkedir. Bazi haberler,
Pakistanli bazi nükleer bilim adamlarinin, al Qaeda sempatizani oldugu merkezindedir. Bu bilim adamlarinin, al Qaeda ile
temas halinde oldugu da söylenmektedir.
Kanimca, Irak’ta dahil olmak üzere
hiçbir sey, nükleer silahlara sahip bir al
Qaeda’dan daha tehlikeli olamaz. Pakistan ordu ve General Müserref tarafindan yönetilmektedir. Müserref, al Qaeda’nin yok edilmesini samimi bir biçimde
arzu etmektedir. Ancak Pakistan çok fakir bir ülkedir. Müserref’in takip ettigi politikalar meyve verirse, sokaktaki
Pakistanli bundan dolayi kendini daha müreffeh his ederse, basarili olacaktir. Genç Pakistanlilar,
medreselerde mollalarin elinden kurtarilip, modern ve laik fertler olarak yetisirlerse, al Qaeda, en büyük destegini kayip edecektir.
ABD’nin Pakistan’a yaptigi ekonomik yardimin yeterli oldugunu söylemek mümkün degildir. General Müserref’in son Washington ziyaretinde bizzat ifade ettigi gibi, ‘Pakistan’in askeri yardima degil, ekonomik yardima ihtiyaci var. Siz bize
ihtiyacimiz olmayan yardimi yapiyorsunuz, olani ise esirgiyorsunuz.’
Suudi Arabistan da bu ülkelerden biri idi.
11 Eylül’den evvel ABD istihbarat birimleri, Suudi istihbarat birimlerini el
Qaeda hakkinda bilgilendirirlerdi. Bu bilgilerin nasil degerlendirildigini hiç bir vakit bilmezdik.
Saldiridan sonra Suudi hükümeti, isbirligi için daha olumlu
havaya girdi. Ancak 2003 yilinda, Riyad sehrinde bomba
yüklü bir kamyonun patlamasindan sonra, al Qaeda konusunu daha ciddiye
aldiklarini ve ciddi bir mücadele baslattiklarini gördük.
Suudi Arabistan’in ileri gelen kisileri Islam dininin Vahabi sektine mensuplardir.
Bu sekt baska dinlere hosgörüsüz yaklasir. Ve Islam dininin genislemesi için mücadele
verir. Suudi hükümetinin kaynaklarini kullanarak, Afganistan,
Bosna, Çeçenistan’da ‘cihat’ savaslarini destekledigini biliyoruz. Suudi Arabistan hükümetinin Avrupa ve
Amerika’da Vahabi camileri ve okullari açilmasi için kaynak temin ettigini de biliyoruz. Ayni sekilde zengin Suudi
vatandaslarinin da Vahabism yayilmasi için
maddi yardimda bulundugunu ve bu kaynaklarin muhtelif kanallardan geçerek sonunda al Qaeda’nin emrine verildigini de bilmekteyiz.
Suudi Arabistan yetkilileri al Qaeda’yi
bilerek mi destekliyorlardi? Suudi Arabistan kraliyet ailesinin, Vahabism’in
dünyaya yayilmak ve Israil ile mücadele konusundaki
faaliyetlerini bildigini ve destekledigini söyleyebiliriz. Kraliyet ailesi,hedefin kendi aileleri olmadigi sürece, al Qaeda’nin faaliyetlerine göz yumdugu da bir gerçektir. Riyad’daki saldiri bu tutumun degismesine sebep olmustur.
Suud Ailesinin yikilmasi, konu ile ilgili
olanlar arasinda sürpriz olmayacaktir. Hatta, Baskan Yardimcisi, Cheney,
Irak savasini, enerji kaynagi olarak Suudi’lere
daha az bagimli olunacagi varsayimi ile
desteklemistir.
Suudi Arabistan’in gelecegi ve istikrari , ABD için hayati önem arz etmektedir. Amerikan yönetimleri, politikalarini bu hususu göze alarak gelistirmek mecburiyetindedirler.
Iran, terörle mücadelede önem sirasi
yüksek dördüncü ülkedir. Irak’in aksine Iran’daki rejim,
uluslararasi teröre dogrudan destek vermektedir.
Hizbullah örgütü kurulusundan beri Tahran tarafindan yönetilmekte ve finanse edilmektedir. al Qaeda’nin Misir’daki kolu Islami Cihad örgütünün Tahran’da bürosu mevcuttur.
al Qaeda’nin Afganistan’i terk etmek mecburiyetinde kalan Sura Konseyi ve Yöneticileri Iran’ a kaçmislardir.
Irak’ta kitle imha silahlari bulunamamistir. Ancak B.M. Atomik Enerji Komisyonu, Iran’da bir nükleer silahlanma programi mevcut oldugunu açiklamistir.
Bu nedenlerle, ABD’nin Iran politikasinin dikkatli,
yaratici ve ölçülü olmasi gerekmektedir.
Eger, politikalarimizda dogru ve basarili olamazsak, 2007 yilinda karsimizda görecegimiz manzara söyle olacaktir:
Taliban benzeri bir hükümet tarafindan
yönetilen , al Qaeda benzeri birideolojiyi,terör yolu ile dünyaya yaymak isteyen nükleer bir Pakistan ve peyki Afganistan.
Hizbullah benzeri bir ideolojiyi dünyaya
yaymak isteyen, yine nükleer silahlara sahip bir Iran.
14.yüzyil prensipleri ile yönetilen, Seriatçi Suudi Arabistan Cumhuriyeti.
11 Eylül büyük bir facia olmakla beraber,
ayni zamanda büyük bir firsat idi. O gün, dünyanin her yerinde, Tahran da dahil
olmak üzere halk kendiliginden sokaga dökülmüs, Amerikanin acisini paylasmisti. Amerika’da halk, Cumhuriyetçi olsun
Demokrat olsun Baskan Bush’un etrafinda kenetlenmisti. Bu bütün dünya insanlarinin, dini hosgörü, çesitlilik,özgürlük ve laisizm prensipleri
etrafinda birlesebilmesi için bir firsatti. Bu
firsati kaçirdik.
Amerika, bir çogunun korktugu gibi, acisini, etrafa saldirarak
dindirmeye çalisti. Dostlarini kirdi. Düsmanlari ise, biz size söylemistik, iste Amerika budur dedi. Samuel Huntinton’un
medeniyetlerin çatismasi teorisini dogruladi.
Bunun bedelini uzun bir zaman ödeyecegiz.
SONSÖZ
Karsimizdaki tehlike, tevkif
ederek ve hapse atarak basa çikacagimiz cinsten degildir. Hakiki Islami degerleri temsil eden dostlarimizla bir araya
gelerek, önümüzdeki soruna bir çözüm aramak ve bulmak zorundayiz.
Birkaç Terörist lideri hatta, bin Laden’i yakaladik ve cezalandirdik diye,
mücadeleyi kazandigimizi zan etmemeliyiz. Çünkü,
onlarin kadrolari, Irak’in istilasindan da güç alarak artmaga devam etmektedir. Zaman bizim aleyhimize çalismaktadir. Geçen zaman bizim, gelecek saldiriya karsi zaafimizi artirmaktadir.
2000 Baskanlik seçimlerinde
bahis konusu bile olmayan ‘terör’, 2004 seçimlerinde ,en önemli
gündem maddesi olacaktir. Baskan Bush, Amerikan halkindan terör ile
savasta kendisini desteklemesini isteyecektir. Irak’ta , Amerikan sehirlerinde terörle savasmamak için bulunuyoruz diyecektir. Ama Irak’taki savas Amerikayi teröre karsi daha güvenli bir yer yapmamaktadir. Bush Irak’taki
savasin terörün Amerika’ya gelmesine mani
olmayacagindan söz etmeyecektir. Irak’taki savas, sadece Amerika’nin gerçek teröristlerle mücadele gücünü azaltmaktadir.
11 Eylül’e ve diger terörist
saldirilarina ragmen, Amerikalilarin çogu, bir süper gücün, bir avuç dini fanatik
tarafindan dizleri üstüne getirilebilecegine inanmamaktadir.
Ben, düsmanin küçümsememesi gerektigine inananlardanim. Bugünkü düsmanimiz uzun
vadeli düsünmektedir. Akilli ve sabirlilar. Onlari yenmek için genis ufuklu, yaratici ve enerjik olmaliyiz.
Mücadelemiz dünyada özgürlüge ve insan haklarina
inananlarin mücadelesidir.