BLINK /DÜSÜNMEDEN DÜSÜNEBILMENIN GÜCÜ

BLINK /DÜSÜNMEDEN DÜSÜNEBILMENIN GÜCÜ

Fevzi BOZKURT
Bilim


Bir çiftin tartismasina kulak misafiri olup iliskilerinin gelecegine dair bir fikre kapildiginiz oldu mu hiç? Maç izlerken bir pasin gol olup olmayacagini anladiginiz bir an... Ya da yaptiginiz bir is görüsmesinin ardindan ise alinacaginizi düsündügünüz halde yanildiginiz bir durum...
Elinizdeki kitap, gündelik hayatimizin en küçük bilesenleriyle ilgileniyor: Ne zaman yeni biriyle tanissak, karmasik bir durumla yüz yüze gelsek veya güç biradim atmak zorunda kalsak birdenbire ortaya çikan anlik izlenimlerin ve kararlarin içerigiyle.Gladwell, zihnimizin nasil tepki verdi gini inceledigi bu kitabinda çok düsünmeden alinan kararlarin, ince ince düsünülmüs kararlar kadar iyi olabildigi örnekleri çözümlerken, her zamanki gibi madalyonun diger yüzüne bakmayi ihmal etmiyor ve içgüdülerimizin bize ihanet ettigi anlari da sorguluyor. Psikoloji ve nörobilim teorilerinin hayatin çesitli alanlarindan zengin ve yasanmis örneklerle sinandigi Blink'i okurken kendinize bir adim daha yaklasacaksiniz.
"Roman tadinda... Blink, dünyamiza ve benliklerimize dair sasirtici iç görülerle dolu."
                                                        (Tanitim Bülteninden)
KITAP KISACA 
Dogru Görünmeyen Heykel
Eylül 1983’te bir sanat simsari, California’daki J. Paul Getty müzesine gelerek elinde M.Ö. 6. yy’dan kalma, Kouros tabir edilen çiplak erkek heykeli bulundugunu söyledi. Dünya üzerinde sadece 200 kadar Kouros olup, bunlarin çogu hasarli sekilde topraktan çikarilmistir.
Oysa 2 metre boyundaki bu heykel neredeyse kusursuzdu. Satici heykele 10 milyon dolar istiyordu.
Getty müzesi tedbirli davrandi. Kourosu alip kili kirk yaran bir incelemeye tabi tuttu. Elektron mikroskobu, spektrometre, röntgen vb benzeri en yeni teknikler uygulandi. Hepsi de heykelin gerçek olduguna isaret ediyordu.
Müze tatmin olmustu. Satin alinip, 1986 sonbaharinda sergilenmeye baslandi. Ancak bir problem vardi. Sergiyi gezen antik yunan heykeli uzmanlari, heykelde adlandiramadiklari bir tuhaflik seziyorlardi. Müze endiselenmeye baslamisti. Sahte iddialarinin artmasi üzerine, heykel Atina’ya götürüldü ve uzmanlarin katildigi bir sempozyum düzenlendi. Katilimcilar, heykelin sahte oldugu konusunda mutabik kaldilar. Getty Müzesi, avukatlariyla, bilim adamlariyla ve aylar süren tetkikleriyle bir sonuca varmis, Dünyanin en ünlü yunan heykel sanati uzmanlari ise, sadece heykele bakarak ve bir seylerin dogru olmadigini hissederek baska bir sonuca varmislardi.
Müze, arastirmalarini biraz daha sürdürdükten sonra, kataloguna Kouros’un resmini koyup altina söyle yazdi: ‘M.Ö. 550 veya modern taklit’. Müzenin 14 ay süren incelemesine karsin uzmanlar iki saniyelik bir bakista sahtekârligi sezmislerdi.
Iste bu kitap, o ilk iki saniye hakkindadir.
Hizli ve kolay
Iowa’li bilim adamlari basit bir deneye giristiler. Bir grup kagit oyuncusuna, ikiser mavi, ikiser kirmizi dört deste kart verip, kendi tercihlerine göre teker teker açmalarini istediler. Her bir kart oyuncuya para kazandiriyor veya kaybettiriyordu. Oyunun amaci mümkün oldugunca para kazanmakti. Ancak oyuncularin bilmedigi bir sey vardi. Kirmizi desteler mayin tarlasiydi. Kazançlar büyük, ama kayiplar çok daha büyüktü. Mavi destelerdeki kartlar ise azar azar düzenli bir sekilde kazandiriyordu. Oyuncularin çogu yaklasik 50 kart bazisi 80 kart açtiktan sonra olup biteni fark ediyor ve kartlari ona göre açiyorlardi.
 
Bilim adamlari ayni deneyin tekrarlarinda, oyunculari birer makineye baglayip ellerindeki terlemeyi ölçtüler. Ellerdeki ter bezleri sicaga oldugu kadar strese de tepki verir.
Oyuncularin daha onuncu kartta, yani bilinçli fark edisten tam 40-70 kart önce elleri terlemeye basliyordu. Daha da önemlisi, davranislari da ayni sekilde degisiyor ve git gide mavi desteden daha fazla kart açiyorlardi. Baska bir deyisle, oyuncular kartlarin özelligini bilinçli olarak fark etmeden çok önce, sezgisel olarak fark ediyorlar ve ona göre davraniyorlardi.
 deney bize ne gösteriyor? Kazanç-kayiplarin yüksek, hizin önemli oldugu, ayni anda gelen bir sürü yeni kafa karistirici bilginin anlaminin çözülmeye çalisildigi durumlarda, beynimiz iki farkli strateji uygular. Birincisi, alisik oldugumuz bilinçli stratejidir. Ögrendiklerimizi gözden geçirir ve bir sonuca variriz. Bu strateji mantiklidir ve kesin neticeye ulastirir; ancak hem yavastir, hem de epeyce bilgi gerektirir. Öteki strateji çok daha hizlidir; ancak sakincasi baslangiçta tamamen bilinçalti olmasidir. Mesajlarini terleme gibi farkli kanallardan iletir. Beynimiz, bir sonuca ulastigini bize söylemeden sonuca ulasir. Yunanli uzmanlarin beyinleri de böyle çalismisti. Kouros’a bir bakmislar; hiçbir kanita gerek duymadan yeni yapilmis oldugunu anlamislardi. Nerden bildiklerini biliyorlar miydi? Hayir, ama biliyorlardi iste.
Içimizdeki Bilgisayar
Beynin, bu sekilde hizla sonuçlara siçramasina, “adaptif bilinçalti” adi verilir ve bu tür karar mekanizmalarinin arastirilmasi, psikolojinin en önemli yeni alanlarindan biridir. Adaptif bilinçalti, Freud’un sözünü ettigi, yüzlesemeyecegimiz kadar rahatsiz edici arzularla, anilarla ve hayallerle dolu karanlik ve bulanik yerle karistirilmamalidir. Bu yeni adaptif bilinçalti kavrami, insan olarak yasamimizi sürdürmemiz için gerekli pek çok veriyi hizla ve sessizce isleyen dev bir bilgisayar seklinde düsünülmektedir. Yolda üzerimize dogru bir kamyon geldigini aniden fark ettigimizde durup bütün seçeneklerimizi düsünmeye vaktimiz olur mu? Tabii ki hayir. Bir tür olarak insanoglunun, bu güne kadar neslini sürdürebilmesinin bir sebebi de, çok az bilgiye dayali çok hizli karar verebilme becerisinin gelismis olmasidir. Adaptif bilinçalti Dünyayi ölçüp biçer; bizi tehlikelere karsi uyarir; hedeflerimizi belirler ve en uygun biçimde harekete geçmemizi saglar.
Yeni biriyle tanistigimizda, ise almak için biriyle görüsgümüzde, ani ve stres altinda karar vermemiz gerektiginde beynimizin bu kismini kullaniriz. Verdigimiz kararlarin pek çogu dogru çikar. Ancak bu tür ani kararlardan hep kusku duyariz. Yasadigimiz dünya, bir kararin kalitesinin, onu vermek için harcadigimiz süre ve emekle dogrudan baglantili oldugunu varsayar. “Acele isseytan karisir”, “ Dur da bir düsün”, “Kitabin kapagina bakarak karar verme” deriz. Yalnizca bilinçli kararlarimiza güveniriz. Oysa, özellikle stres altinda verilen ani kararlar ve ilk izlenimler dogru çikar. ‘Blink’ in (Bu kitabin) ilk amaci, çabuk verilen kararlarin da pekâlâ temkinli ve bilinçli olarak verilen kararlar kadar dogru olabilecegini göstermektir. Ancak içgüdülerimizin bize ihanet ettigi durumlar da vardir. Örnegin; Getty Kouros’unun sahte (en azindan kuskulu) oldugu asikârken, Müzenin kendi uzmanlari neden yabanci uzmanlarin fark ettigini fark edemediler? Bunun cevabi, bu sezgilerin su veya bu sekilde kenara itilmis olmasidir. Bir kere bilimsel ve teknik veriler çok ikna ediciydi. Daha da önemlisi, Getty heykelin gerçek olmasini çok istiyordu. O yüzden, uzmanlari da içgüdülerine gözlerini kapamislardi.
sünce tarzimizda bilinçalti çok kuvvetli bir güçtür; fakat yanilmaz degildir. Içsel bilgisayarimiz her zaman gerçek durumun sifrelerini çözemez; yön degistirilebilir. 
Içgüdüsel tepkilerimiz, sik sik diger ilgilendiklerimizle, his ve algilarimizla rekabete girer. Öyleyse, içgüdülerimize ne zaman güvenmeliyiz? Hizli ve dogru karar verme becerimiz saptiginda, bunun birçok kendine has ve tutarli sebebi vardir. Bu sebepler tanimlanip anlasilabilir. Güçlü iç bilgisayarimizi ne zaman dinleyecegimiz, ne zaman kulak asmayacagimiz ögrenilebilir. Kitabin ikinci amaci budur.
Üçüncü amaç ise, ani yargilarimizin ve ilk izlenimlerimizin egitilebilip kontrol altina alinabilecegine sizi inandirmaktir. Ilk iki saniyede dogruyu bilme yetenegi, birkaç talihlinin tekelinde degildir. Hepimiz besleyip gelistirebiliriz.
Kendimizi ve Dünyayi anlamaya çalisirken, büyük konulara, genis alanlara çok fazla dikkatimizi verir, yeni bir insanla tanistigimizda, karmasik bir durumla karsilastigimizda veya baski altinda karar vermek zorunda kaldigimizda, aniden ortaya çikan sezgilerimizi ve vardigimiz sonuçlari önemsemeyiz. Peki ama, sezgilerimizi ciddiye alsak ne olurdu? Dürbünle ufku taramaktan vazgeçip, en güçlü mikroskopla kendi karar verme sürecimizi ve davranis seklimizi incelesek? Saniyorum savaslarin gidisati, market raflarinda gördügümüz ürünlerin türleri, çevrilen filmlerin tarzi, polislerin egitimi vs. degisirdi. Ve küçük küçük bu degisiklikler bir araya gelseydi, Dünya daha iyi olurdu. Bir göz kirpma kadar geçen sürede, aylarca yapilan mantikli analizler kadar degerli teshisler bulunabilecegine inanmamiz gerekir. Getty müzesinin küratörü Marion True, Kouros hakkindaki gerçek ortaya çiktiginda söyle demisti: “Ben her zaman, bilimsel görüslerin estetik yargilardan daha tarafsiz olduguna inanmistim; ama ne kadar hatali oldugumu simdi anladim.”
Bölüm I
INCE DILIM TEORISI
Azicik bilgi nasil çok ise yarar?
Washington Üniversitesinde psikolog John Gottman’in odasina, bir gün genç bir evli çift geldi. Karsilikli koltuklara oturdular. Kulaklarina ve parmak uçlarina, kalp atislarini, ne kadar terlediklerini ve vücut sicakligini ölçen elektrotlar ve sensörler baglandi. Karsilarina, söyledikleri ve yaptiklari her seyi kaydeden video kameralar kondu. Kendilerinden, evliliklerinde çözüm bekleyen bir sorunu, 15 dakika boyunca kameralar önünde tartismalari istenip, yalniz birakildilar. Sorun, kadinin köpegiydi. Erkek onu sevmiyordu. Aralarindaki konusma-tartisma, her evde olan türdendi. Birbirlerine öfkelenmeden, kizmadan, hakaret etmeden yürüttüler.
Bu çiftin köpekle ilgili 15 dakikalik bandini seyrederek, evlilikleri hakkinda fikir edinebilir misiniz? Çogunuz, buna hayir diyecektir. Evliliklerde para, seks, çocuklar, is gibi daha önemli konular vardir. Taraflar bazen sevecendirler, bazen kavgali. Bir çifti gerçekten tanimak için haftalar, hatta aylar boyu, farkli ortamlarda izlemek gerektigini düsünürsünüz. Oysa John Gottman bunun dogru olmadigini 1980’den bu yana 3000 çift üzerinde yaptigi arastirmayla kanitlamistir. Gottman, bir kari-kocanin konusmasini 1 saat izleyerek, çiftin 15 yil sonra evli kalip kalamayacagini %95 dogrulukla tahmin edebilmektedir. 15 dakika izlerse, basari orani %90’dir. Bunu da, “Ince Dilimleme” adini verdigi ve bantlari kare kare izleyerek  çiftlerin yüzündeki küçümseme, öfke, savunma, üzüntü, sitem gibi 20 ayri duygu ifadesini inceleyerek basarmaktadir. 
Ince Dilimleme, bilinçaltinizdaki tecrübelerinizin çok kisa anlarina (ince dilimlerine) dayanarak, mevcut durum ve davranislarda benzerlik bulma yetenegidir. Getty’de uzmanlarin bir bakista Kouros’un sahte oldugunu anlamalari, ince dilimleme sayesindedir. Karmasik bir yargiya bu kadar az bilgiyle, bu kadar kisa sürede ulasmamiz nasil mümkün oluyor? Gottman’in video-bantlari kare kare izleyerek duygu ifadelerinde belli bir düzen, belli bir benzerlik bulmasi gibi, bilinçalti da, zihnimizi hizla ve otomatik bir sekilde tarayarak benzerlik kurar. Böylece, bir evliligin gidisati ya da daha pek çok karmasik sey, 15 dakikalik bir incelemeyle anlasilabilir.
Gottman’in bulgularina göre bir evliligin uzun ömürlü olabilmesi için, birliktelik sürecinde olumlu duygularin, olumsuz duygulara nazaran çok daha baskin olmasi gerekir. Olumlu duygu tampon gibidir; karsinizdakine sinir olmanizi engeller. Es kötü bir sey bile yapsa, “Aman canim, gününde degil” deyip geçersiniz. Olumsuz duygular hakimse, esin söyledigi nispeten nötr bir laf bile batar. Es olumlu bir sey yapsa, bencil birinin yaptigi olumlu
sey olarak görülür. Üstelik bu tutum kalicidir. Bir taraf iliskiyi düzeltmeye çalissa bile, buna düsmanca manipülasyon gözüyle bakilir. Evlilik bir defa bu havaya girdi mi, %94’ü sona erer.
Iliskinin bozulmasinda en önemli dört yaklasim; savunma, dinlememe, elestiri ve hor görmedir. Hor görme -tepeden bakma- diger üçünden de önemli olup, pesinden igrenmeyi getirir. Gottman videobantlari izlerken, bilhassa bu duygularin varligina bakar.
Ani bir karar verirken veya tahminde bulunurken, bilinçaltiniz önemsiz bütün ayrintiyi birakip önemli olana odaklanir. Su bir gerçek ki, bilinçaltinin ince dilimlemesi, çogunlukla uzun uzadiya düsünmekten, kili kirk yarmaktan daha iyi bir sonuca ulastirir bizi. Bazen, bir insanin sadece yasadigi yeri görmek, kisiligi hakkinda, kendini görmekten daha iyi fikir verir.
Ister inanin, ister inanmayin. Doktorlarin, haklarinda tazminat davasi açilma riski, yaptiklari tibbi hatalarla pek az alakalidir. Doktorun kisisel düzeyde ilgi ve yaklasimi, çok daha önemlidir. Yarisi, haklarinda tazminat davasi açilmis; yarisi, açilmamis bir grup doktor üzerinde yapilan arastirmalar, hastasina vakit ayiran, neler oldugunu açiklayan, sorularina cevap veren, kisaca, hastasina insanca davranan doktorlarin yolunun mahkemeye düsmedigini göstermistir. Siz de, bir dahaki sefer bir doktorun karsisina oturdugunuzda, sizi dinlemedigini, tepeden baktigini, size saygi göstermedigini hissederseniz, tepkinize kulak verin; doktoru ince dilimleyip hakkinda karar vermissiniz demektir.
Ince dilimleme, olaganüstü ve sasirtici bir yetenek degildir; insan olmanin bir parçasidir. Yeni birisiyle tanistigimizda, bir seyi çabucak anlamamiz gerektiginde veya yeni bir durumla karsilastigimizda, birkaç saniyede ince dilimleme yapip bir karara variriz.
Bölüm 2
KILITLI KAPI: ANI KARARLARIN GIZLI YASAMI
Eski tenis oyuncusu ve antrenörü Braden, bir tenis maçi seyrederken oyuncunun ne zaman “çift hata” yapacagini (servis kaçiracagini), hemen her seferinde tahmin edebiliyor; ama neye dayanarak bu tahmini yaptigini bilemiyordu. Oyuncunun raketi tutusu mu, topu firlatisi mi? Basvurdugu kanitlar, bilinçaltinin derinliklerinde gibiydi ve bulup çikaramiyordu.
Bilinçaltindan yükselen düsünce ve kararlarla ilgili ikinci kritik gerçek budur. Ani yargilar, öncelikle, olaganüstü hizlidir; en ince dilim tecrübelere dayanir. Kart deneyindeki oyuncular da, Kouros’un sahte oldugunu söyleyen yunan uzmanlar da dogruyu sezmisler; ancak neden böyle hissettiklerini, kelimelerle dile getirememislerdi. Hizli farkindalik ve ani yargilar kapali bir kapinin ardinda gerçeklesir. Braden bu odanin içine bakmaya çalismis, bütün gece oturup servisin hatali olacagini nasil olup ta önceden bilebildigini merak etmisti.
Bizler, kapali kapi gerçegiyle pek bas edemiyoruz. Hizli yargilarin ve ince dilimlerin muazzam gücünü kabullenmek baska seydir; bu kadar esrarengiz görünüslü bir seye güvenmek baska sey. George Soros’un basarisinin bir sebebi de budur; piyasada pozisyon alirken bilinçalti muhakemesinin degerini bilir.
Oysa bizlere, genelde bilim adamlarina, belgelere, kanitlara, avukatlara güvenmek daha akilci gelir. Bence bu yanlis bir tutum ve eger verdigimiz kararlarin kalitesini iyilestirmek istiyorsak hizli yargilarin gizemli yapisini kabul etmeliyiz.
“Priming” denen bir deneyde, deneklere birbiriyle alakasiz ve baglantisiz cümleler verilmis ve görünüste bunlarin gramer hatalarini düzeltmeleri istenmistir. Gerçekte ise, bu cümlelerin içindeki “endiseli”, “yasli”, “gri”, “yalniz” “kirisik”, “tombala” gibi kelimelerle deneklerin bilinçaltina “yaslilik” kavrami empoze edilmistir.
Nitekim testten çikan deneklerin hal ve tavirlari yaslilara benzemistir. Benzer bir deneyde, bir grubun yarisina içinde “saldirganca”, ”pervasiz”, ”kaba”, ”rahatsiz etmek”, “taciz”, ”müdahale”, ”ihlal” kelimeleri bulunan cümleler verilirken, diger yarisina “saygi”, ”düsünceli”, ”takdir etmek”, ”sabirli”, ”boyun egme”, ”kibar”, ”nazik” kelimelerini içeren cümleler verilmis ve tüm gruptan, testten çikinca test yöneticisiyle konusmalari istenmistir. Ancak test yöneticisi kasten mesgul görünmüs ve denekleri kapida bekletmistir. Bilinçaltina kaba kelimeler islenen kisiler ortalama 5 dakika içinde, beklemeye itiraz ederken kibar kelimeler islenen kisiler hiç sesleri çikmadan beklemislerdir.
Yine baska bir deneyde, zenci üniversite ögrencilerine uzmanlik (master) programi giris sinavi sorulari sorulmus; rastgele yarisindan, test kâgidinin basina irklarini da yazmalari istenmistir. Irkini yazan grubun basari orani, diger bütün sartlar ayni oldugu halde, yariya düsstür. Toplum olarak bizler, testlere çok güveniyoruz. Zira kisilerin yetenek ve bilgilerinin dogru bir göstergesi olduklarina inaniyoruz. Ama gerçekten öyle mi? Prestijli bir  özel okulun beyaz ögrencisi, üniversite giris sinavinda fakir bir semtin zenci ögrencisinden yüksek puan aliyorsa, bunun sebebi yalnizca daha iyi bir ögrenci olmasi mi, yoksa prestijli bir okulun beyaz ögrencisi olmak, “akilli” oldugu fikrini kafasina isliyor mu?
Açikçasi, bu deneylerin sonuçlari oldukça rahatsiz edicidir. Özgür irade oldugunu zannettigimiz seyin, büyük ölçüde bir illüzyondan ibaret olduguna isaret etmektedir. Çogu zaman kendimizi otomatik pilota baglariz. Herhangi bir olayda düsünce ve davranis tarzimizin niteligi ve niceligi, farkinda oldugumuzdan çok daha fazla dis etkenlerin etkisi altindadir.
Kisilere, nasil bir insanla tanisip iliski yasamak istedikleri soruldugunda çesitli özellikler sayarlar, sonrada, bunca seçenek varken gidip bu özelliklerin pek azini tasiyan birini bulurlar. Neden? Sayilan özellikler bilinçüstü idealidir; oturup düsündügünde bunlari istedigine inanmaktir. Fakat birisiyle tanistiginda o kisiyi tercih etmesine yol açan kriterler, kilitli kapinin ardindadir. Biz insanlar hikâye anlatmasini severiz; gerçekte açiklamamiz olmayan seylere pek kolay açiklama buluruz. Düsünce ve davranislarimizi etkileyen seylerin farkinda degiliz; ama farkindayiz zannederiz.. Cahilligimizi kabul edip daha sik “bilmiyorum” desek iyi olur.
Bölüm 3
WARREN-HARDING HATASI
Neden uzun, esmer, yakisikli adamlarin etkisi altinda kaliriz?
1899 yilinda bir sabah Ohio’da iki adam ayni anda ayakkabilarini boyatirken karsilastilar. Biri avukat ve lobici Harry Daugherty idi. Olaganüstü zekasi ve kurnazligiyla Ohio siyasetinin Makyavelli’si, perde arkasinda is bitirici, insan sarrafi ve siyasi firsatçiydi. Digeri Ohio eyaletinin Marion kasabasinda bir gazetenin editörü Warren Harding’di. Bir hafta sonra eyalet senato seçimlerini kazanacakti.
Daugherty, Harding’i söyle bir süzdü ve gördügünden adamakilli etkilendi. Zira Harding 35 yasinda, siyah saçlari, bronz teni, orantili kafasi, yüz hatlari, omuzlari ve gövdesi ve isildayan gözleri ile, yakisikliligin ötesinde biriydi. Sesi, davranisindaki kibarligi, gülümsemesi ise, cömert, iyi kalpli ve arkadas canlisi biri olduguna isaret ediyordu.
Daugherty Harding’i süzerken, o saniye aklina Amerika’nin tarihini degistirecek bir fikir geldi. Bu adamdan harika bir Baskan olmaz miydi? Harding, pek zeki biri degildi. Poker ve golf oynamayi, içki içmeyi, kadinlarin pesinden kosmayi severdi. Karisinin ve Daugherty’nin sayesinde bir siyasi mevkiden digerine yükselirken hiç sivrilmedi. Konusmalari “Laf ordusu araziyi tarayip kendine fikir ariyor” seklinde tanimlaniyordu. Ama bütün bunlara ragmen Baskanliga kadar ilerledi. Iki yil sonra da ani bir ‘inme’den öldü. Kendisi Amerika’nin en kötü Baskanlarindan biri olarak tarihe geçti.
Ince dilimlemenin karanlik tarafi
Blink’te simdiye kadar size, ince dilimlemenin ne kadar güçlü oldugunu ve bir olaya, bir seye çok kisa bir sürede derinlemesine bakabilme yetenegimiz sayesinde mümkün  olabildigini anlattim. Peki ya bu hizli düsünce zinciri, bir sekilde sekteye ugrarsa? Ya yüzeyden derine hiç inmeden ani yargiya varirsak? Deneyde gri, kirisik, tombala laflari, insanlarin yasli gibi davranmasina yol açmisti. Ayni sekilde, insanlarin görünüsteki özellikleri de - bedenleri, renkleri, cinsiyetleri vs - bir takim çagrisimlari tetikleyebilir. Örnegin Warren Harding’i görenler, olaganüstü yakisikliligina ve kafasina bakip, cesaretli, zeki ve dürüst birini gördüler. Hiç de öyle olmadigi halde. Yüzeyin altina inmediler.
Warren Harding hatasi, ani hükümlerin karanlik tarafidir. Önyargi ve ayrimciligin kökünde bu yatar. Bu yüzden, bir ise dogru adayi seçmek bu kadar zordur; nice vasat insanlar, dev sorumluluk isteyen görevlere bu yüzden gelirler. Ince dilimleme sayesinde ilk izlenimimiz, bazen aylar süren arastirmalardan daha dogru çikar. Ancak hizli yargilamanin bizi yanilttigi durumlari da kabul etmek ve anlamak zorundayiz.
Irk ve cinsiyet gibi konularda tutumlarimiz, iki ayri düzeyde seyreder. Birincisi, bilinçli tutumlardir; ayirim yapmadigimiza inaniriz. Ama örnegin, zencilere ayirim yapilmasinin altindaki irkçi tutumumuz, sirasi geldiginde daha düsünmeye firsat birakmadan ortaliga saçiliverir. Bilinçalti tutumlarimizi kasten seçmeyiz, hatta farkinda bile olmayabiliriz. Dev bir bilgisayar olan bilinçaltimiz, yasadigimiz deneyimleri, karsilastigimiz insanlari, ögrendigimiz dersleri, okudugumuz kitaplari, seyrettigimiz filmleri vs.yi toparlayip, bütün verileri sessiz sedasiz özümseyerek, bir görüs-fikir olusturur. Isin kötüsü, bu bilinçalti tutumlarimiz, sahip oldugumuzu zannettigimiz degerlere tamamen ters düsebilir.
Bu da davranislarimizi etkiler. Is görüsmelerinde zencilere yaklasimimiz farklidir. Uzun boylulara egilimimiz fazladir; Fortune 500 listesindeki CEO’larin %58’i 1.80’in üzerindedir (Amerika ortalamasi %14). Bu kasitli bir önyargi mi? Tabi ki degil. Pek çogumuz, liderligi etkileyici fiziksel görünümle birlestiririz. Birakin CEO’lari siradan çalisanlarda bile, uzun boylularin yillik gelir ortalamasi yüksektir. Seçim kararlarimiz sandigimizdan daha mantiksiz oldugundan, böylece olabildigine vasat insanlar çok iyi yerlere gelebilir.
steriye önem vermek
New Jersey Nissan bayi satis müdürü Bob Golomb, ayda ortalama 20 arabayla siradan bir saticinin iki kati araba satiyor. Otomobil saticilari dünyasinda Golomb tam bir virtüöz. Bob Golomb gibi basarili bir satici olmak, olaganüstü bir ince dilimleme yetenegi gerektirir. Hiç tanimadiginiz biri magazaya girer. Muhtemelen hayatinin en pahali alisverisini yapacaktir. Bazilari tedirgin, bazilari heyecanlidir. Bazilari ne istedigini tam olarak bilir, bazilarinin hiçbir fikri yoktur. Bazilari arabalar hakkinda çok sey bilir, saticinin fazla bilgi vermesini hakaret kabul eder. Bazilari elinden tutulup yol gösterilsin ister. Bir satici basarili olmak istiyorsa, karsilasmasinin ilk birkaç saniyesinde bütün bilgileri toparlayip islemeli ve kendi davranisini ona göre ayarlamalidir. Golomb bu tür ince dilimlemeyi basariyla yapiyor.
Golomb’un iki temel prensibi var. Birincisi “müsteriye önem vermek”. Bunun dogal sonucu olarak, satis tamamlandiktan sonra bile, müsteriyle ilgilenmeyi sürdürür. Ikincisi, müsterinin ihtiyaçlari ve kafasindan geçenler hakkinda milyon tane hizli yargiya varsa bile, “kimseyi görünüsüne göre yargilamamak”. Bu yüzden kapidan her girenin alisveris etme  ihtimalinin esit olduguna inanir. “Bu iste önyargi, ölüm öpücügüdür; herkese elinden gelen gayreti göstermelisin” diyor. Oysa saticilarin çogu, klasik Warren-Harding hatasina düserler. Kisinin dis görünüsünden edindikleri izlenimlerin, ilk bakista fark ettikleri diger bilgileri bogup yok etmesine izin verirler.
Dr. King’i düsünün
Warren Harding hatasina düsmemek için ne yapmaliyiz? Burada sözünü ettigimiz önyargilar kolayca çözüm bulacagimiz kadar asikar degil. Bunun cevabi su: Ilk izlenimlerimiz karsisinda çaresiz degiliz. Bilinçaltindan, beynin içindeki kilitli kapinin ardindan yüzeye çiksalar da, kontrol altina alinabilirler. Örnegin, zencilerin yaninda iken Martin Luther King, Nelson Mandela, Colin Powell gibi kisileri düsünmek ise yarar.
Ilk izlenimimizi yaratan, yasadigimiz tecrübeler ve içinde bulundugumuz ortamdir. Söz konusu izlenimlerimizi içeren deneyimlerimizi degistirmek suretiyle, ince dilimleme tarzimizi ve böylece ilk izlenimlerimizi de degistirebiliriz. Zencilere her sartta esit muamele yapmak isteyen bir beyazsaniz, azinliklarla daha sik bir arada olacak, onlarin yaninda kendinizi daha rahat hissedecek sekilde, yasam tarzinizi degistirmeniz gerekir.
Bölüm 4
VAN RIPER’IN BÜYÜK ZAFERI
Paul Van Riper, çocukluk hayalini gerçeklestirerek Deniz Kuvvetlerine katilmisti. Uzun süre Vietnam’da görev yapti. Disiplinli ve adil bir komutandi. Savasi masasindan degil bizzat cepheden yürütürdü. Onurlu ve uzun bir meslek hayatindan sonra emekli olmustu.
2000 yilinin baharinda Pentagon’dan bir üst düzey görevli gurubu, Van Riper’i ziyarete geldi. Pentagon, “Millenium Challenge” (MC) adini verdigi bir tatbikatin planlama asamasindaydi. Tarihin o güne kadar görülen büyük ve en parlak tatbikatiydi. 2,5 yil sonra, 2002 Haziran-Agustos’unda gerçeklestirildiginde, 250 milyon dolara mal olacakti; bazi ülkelerin tüm savunma bütçelerinden fazlasina. MC senaryosuna göre Basra körfezindeki ülkelerden birinde bir anarsist komutan devletine ters düss, tüm bölgeyi savasa sürüklemekle tehdit ediyordu. Kendisine sadik dini ve etnik kesimden aldigi destek sayesinde, ciddi bir gücü vardi. 4 ayri terör örgütünü yönetiyordu. Tam bir Amerika düsmaniydi. Paul Van Riper’e bu anarsist komutan rolü teklif edildi.
Körfezde bir sabah
Amerikan ordusunun tatbikatlarini yürüten grubun adi “Joint Forces Command” Birlesik Kuvvetler Komutanligi’dir. JFCOM olarak bilinir. Pentagon askeri organizasyonlarla ilgili yeni fikirleri ve stratejileri burada dener.
Tatbikatin planlanmasi 2000 yazinda basladi. JFCOM yüzlerce askeri analisti, uzmani ve yazilimciyi bir araya topladi. Tatbikatlarda Amerika ve dostlari her zaman Mavi Takim, düsman Kirmizi Takim’dir. JFCOM iki takim için de her türlü bilgiyi içeren dosya hazirladi. Tatbikat baslamadan önce iki takim bir dizi “spiral egzersiz” le ortami hazirladilar. Bunun tam bir kostümlü savas provasi oldugu, bir yil sonra Amerika güçlü bir etnik tabana sahip, teröristleri barindirdigi sanilan bir körfez ülkesini isgal ettiginde ortaya çikacakti.
MC’nin açiklanan amaci, Pentagon’un savas usulleri hakkinda bir dizi yeni ve radikal fikirlerini test etmekti. “Çöl Firtinasi”ndan sonra Pentagon, iki agir silahli organize ordunun açik alanda karsilasip çarpistigi klasik savaslarin, geride kaldigina kanaat getirmisti. Gelecekteki çatismalar her baglamda yaygin olacakti: açik alanlarda oldugu kadar sehirlerde yer alacak; silahlar kadar fikirlerle beslenecek; ordular kadar, kültür ve ekonomileri kapsayacakti. Bir JFCOM analistinin ifadesiyle, “Bir sonraki savas sadece askere karsi asker olmayacak. Sonucu belirleyen faktör, imha ettiginiz tank sayisi, batirdiginiz gemi sayisi, düsürdügünüz uçak sayisi da olmayacak. Sonucu belirleyen faktör, düsmaninizin sistemini nasil parçalayacaginiz olacak. Vurusma degil, savas yapma yetenegimizi arttirmaya çalismaliyiz. Silahli kuvvetler ekonomik sisteme baglidir; o da kültürel sisteme ve kisisel iliskilere. Bütün bu sistemler arasindaki baglantilari anlamak zorundayiz.
MC’de Mavi Takima, tarihte görülmemis teknik imkânlar verildi. Inanilmaz miktarda bilgi ve istihbarat ellerinin altindaydi. Metodolojileri mantikli, akilli, sistematik ve hassasti. Pentagon’un cephanesindeki her türlü oyuncak onlarindi. Düsmanlarin siyasi, askeri, ekonomik, toplumsal ve kurumsal ortamini nasil etkileyeceklerini arastirdilar. Tatbikat bittikten sonra yapilan basin açiklamasinda söyle diyeceklerdi: “Su anda teskilatlarin elinde, iletisimi ve enerjiyi etkileyecek, güç dengelerini bozacak imkânlar var. Iki asir önce Napolyon: “Bir general hiç bir seyi kesin bilmez; düsmanini hiç açikça görmez; nerede oldugunu kesin bilmez” demisti. Savas sislerle örtülüydü. MC’nin amaci, yüksek kapasiteli uydularin, sensorlarin ve bilgisayarlarin yardimiyla o sisi kaldirmakti “.
Kirmizi takimin komutani olarak Van Riper’in seçilmesi bu yüzdendi, çünkü kendisi tam aksini savunuyor; Savas üzerindeki sisin kaldirilamayacagina inaniyordu. Evindeki kütüphanesi, savas stratejisi üzerine kitaplarla doluydu. Mantikli analizden nefret etmiyordu; ama çatismanin ortasinda, belirsizlikler içinde, zaman baskisi altindayken, karar verme mekanizmasinin kurallarina uygun sekilde bütün seçenekleri dikkatle ve sükûnetle mukayese etmenin imkânsiz olduguna inaniyordu. Zaten hemsireler, yogun bakim görevlileri, itfaiyeciler gibi baski altinda karar vermek zorunda olan kisiler üzerinde yapilan çalismalar, bu görevlilerin duruma bir bakip, deneyimlerine ve içgüdülerine dayanarak aninda harekete geçtiklerini göstermisti.
Van Riper savas alaninda da böyle karar verildigini düsünüyordu. Dolayisiyla MC, yalnizca iki ordunun kapismasi degil, birbirinin tam zitti iki askeri felsefenin kapismasiydi. Mavi takim veri tabanlariyla, matrisleriyle, metodolojileriyle düsmanin niyetlerini ve yeteneklerini anlamaya çalisirken, kirmizi takim bambaska hazirliklar içindeydi. Bilgisayarlarin öngördügü sekilde davranmaya hiç niyeti yoktu. Nitekim tatbikat basladiktan sonra Mavi Takimin tüm hesaplarini alt üst eden taktikler uyguladilar. Mavi takim feci bir fiyaskonun altinda ezildi. Neden böyle olmustu?
Spontane’ligin yapisi
Dogaçlama tiyatroda oyuncular hangi konuda, hangi karakteri oynayacaklari hakkinda hiçbir fikirleri olmadan dekorsuz bir sahneye çikarlar ve dinleyicilerden aldiklari rasgele bir öneriyi, aralarinda hiç tartismadan 30 dakikalik bir oyun haline getirirler.
Dogaçlama komedi, Blink’in üzerinde durdugu düsünme tarzinin harika bir örnegidir. Oyuncularin, hiçbir konu veya metin yardimi olmaksizin, aninda karmasik kararlar vermelerini gerektirir. Son derece rasgele ve kaotik görünür; ama gerçekte ne rasgele ne de kaotiktir. Oyun öncesinde uzun provalar, sonrasinda derinlemesine kritik yapilir. Neden? Çünkü dogaçlama bir dizi kurallarla yönetilen bir sanat biçimidir. Sahnedeki herkesin bu kurallara uymasi gerekir; ayni basketbol gibi. Basketbol da, saliselik spontane kararlarla yüklü karmasik, hizli bir oyundur. Bu spontanelik maç öncesinde saatlerce tekrar tekrar düzenli ve bezdirici antrenmanla mümkün olur. Sahada herkes titizlikle belirlenmis rolünü oynar.
Dogaçlamayi da, MC’yi de anlamanin anahtari budur; spontanelik rasgelelik degildir. Van Riper’in takimi, rakiplerinden daha akilli, daha sansli oldugu için körfez tatbikatini kazanmadi. Insanlarin hizli ilerleyen, stres seviyesi yüksek durumlarda verdigi kararlarin ne derece dogru oldugu, egitimin, kurallarin ve provalarin bir fonksiyonudur. Basarili spontanelik için, dogru kosullarin yaratilmasi gerekir.
Van Riper’in sözleriyle: “Emrimdekilerin durumu degerlendirip neler oldugunu anlamalarina firsat veririm. Tatbikatta ilk söyledigim sey, komuta altinda olacaklari fakat kontrol altinda olmayacaklariydi. Bundan kastim, genel kilavuzlugun bende ve kurmaylarimda olacagi, fakat sahadaki kuvvetlerin tepeden gelen karmasik emirlere tabi olmayacagiydi. Ilerlerken kendi inisiyatiflerini kullanacak, innovatif olacaklardi.”
Bu tür bir yönetim sisteminin tabii ki riskleri vardir. Adamlarin her an ne yaptigini bilemezsiniz. Ama onlara adamakilli güvenmeniz gerekir. Bu ilkeler esliginde, genellikle çok daha basarili sonuçlar elde edersiniz.
Acil serviste kriz
Chicago’daki Cook County Hastanesi Dünyanin ilk kan bankasinin kuruldugu, kobalt isini tedavisinin gerçeklestirildigi ve kesik parmak birlestirmesinin yapildigi hastanedir. Bir zamanlar travma merkezi o kadar ünlüydü ki, ER adli TV dizisine ilham vermisti. 1990’larin sonunda da eski basarilarina yarasir bir proje baslatti: Gögüs agrisi sikayetiyle acil servise basvuran hastalara doktorlarin teshis koyma yöntemini degistirdi. Projeyi 1996 da Hastaneye bashekim olarak tayin edilen Brendan Reilly baslatti.
Reilly göreve basladiginda Hastanenin pek çok sorunu vardi; ama bunlarin en önde geleni, kalp krizleriyle nasil bas edilecegiydi. Her gün acil servise gelenlerin çogu (30 kisi civarinda) kalp krizi geçirmekte oldugunu düsünüyordu. Bu 30 kisi yataklarin çogunu isgal ediyor; doktor ve hemsirelerin bütün vaktini aliyor; diger hastalara göre acil serviste daha uzun süre kaliyor; kaynaklarin çogunu tüketiyorlardi. Tedavi protokolü uzun, fazla ayrintili, ama sonuca ulastirmayan türdendi. EKG her zaman dogru sonuç vermiyordu. O yüzden doktorlar, hasta hakkinda mümkün oldugunca fazla bilgi aliyorlar ve sonra da tahmin  yürütüyorlardi. Tabii ki, tahminler de hataya yol açiyordu. Nitekim gögüs agrisi sikâyetleriyle Amerikan hastanelerine basvuran hastalarin %2 si ila %8 i gerçekten kalp krizi geçirdigi halde evlerine yollanir. Daha da sik görülen durum, doktorlarin risk almayip, gerekli gereksiz pek çok test yapmalaridir.
Reilly soruna çözüm arayisina girdi. 1970’lerde Lee Goldman adindaki bir kardiyolog kalp krizini teshis için yüzlerce vakayi bilgisayara yüklemis ve ortak noktalarini aramis, sonunda bir algoritma – bir denklem - gelistirmisti. Buna göre doktorlar EKG sonucunu su üç acil risk faktörüyle birlestirmeliydi: 1) Hastanin duydugu agri kararsiz bir agri mi? 2) Hastanin akcigerinde su var mi? 3) Hastanin tansiyonu 10’un altinda mi?
Goldman’in algoritmasinin her yerde uygulanmasi, daha uzun arastirmalari gerektiriyordu; bu yüzden buna talip çikan olmadi. Anlasilan, bir denklemin egitimli bir doktordan daha iyi teshiste bulunabilecegine kimse inanmak istemiyordu. Reilly hariç. Reilly doktorlarindan, ilk birkaç ay eski yöntemleri, daha sonra da bu algoritmayi kullanmalarini istedi. 2 yil boyunca toplanan veriler Goldman denkleminin eski usulden daha dogru sonuç verdigini gösterdi. Üstelik gerçek hastalara hiç vakit kaybetmeden müdahale edilmesini sagladigi için daha güvenliydi.
Bu deney neden önemlidir? Çünkü biz karar verenlerin elinde ne kadar bilgi olursa o kadar iyi olduguna tartismasiz inaniriz. Gittigimiz uzman, daha uzun muayene ve daha fazla test gerektigini söylediginde kimse itiraz etmez. MC de Mavi takimin kazanacagina kesin gözüyle bakiliyordu; zira ellerinde kirmizi takimdan çok daha fazla bilgi vardi.
Oysa o kadar ayrintili bilgi iç de avantaj saglamaz; karmasik bir olgu altinda yatan gerçegi çözmek için pek az bilgiye ihtiyaç vardir. Hatta fazlasi zararlidir, kafamizi karistirir. Satranç tahtasina baktiginizda her seyi görürsünüz; ama bu, oyunu kazanacaginiz anlamina gelmez. Gerçekten basarili bir karar süreci, içgüdüsel ile bilinçli düsünme arasinda denge kurmayi gerektirir. Cook County Hastanesinin doktorlari basarili oldu; çünkü Goldman, bilgisayarinin basina oturup toplayabildigi bütün bilgileri aylarca degerlendirmis ve bu formülü bulmustu. En karmasik iliskilerin ve problemlerin bile belli bir düzeni vardir. Bu düzen ortaya çikarilabildiginde dogruya ulasmak kolaylasir. Karar verenleri bilgi yükü altinda ezmek bu düzeni görmeyi kolaylastirmaz, zorlastirir. Basarili bir karar verici olabilmek için fazlaliklari atmamiz gerekir. Bir ayiklama süreci sekteye ugradiginda- ayiklamayi beceremezsek veya ayiklamak istemezsek veya çevremiz ayiklamamiza firsat vermezse, basimiz dertte demektir.
Bir deneyde, büyük bir süper marketin içine tadim standi kuruldu. Standda bir süre 6 cins reçel tadima sunuldu; daha sonra da 24 cins. Amaç, reçel cinslerinin sayisinin, reçel satislarinda etkili olup olmayacagini görmekti. Alisilagelmis kanaat, müsterilere ne kadar seçenek verilirse satin alma ihtimalinin o kadar arttigi yolundadir; çünkü zevklerine tam uyan
ürünü bulabilirler. Oysa deneyde tam aksi ortaya çikti. 6 cinsli standda tatmak için duranlarin %30’u reçel satin alirken, 24 cinslide sadece %3’ü aldi Neden? Çünkü, insanlara fazla seçenek verilirse kafalari karisir ve paralize olurlar. Bir çirpida karar vermek istiyorsak, sadeligi korumaliyiz.
Mllenium Challenge - II
Kirmizi takimin Basra Körfezinde Mavi takim üzerinde sürpriz zaferini izleyen iki gün boyunca JFCOM ofislerinde çit çikmadi. Sonra devreye girip saati geri aldilar. Bütün batirilan gemiler yüzdürüldü; ölüler diriltildi; füzeler esrarengiz biçimde imha edildi; radarlari kapatildi. Ikinci turun gidisati satir satir senaryolastirilmisti. Sonucu begenmezlerse, yenisini yazacaklardi. Tabi ki mavi takim kazandi. Pentagon deneyini ikinci turda aksatacak hiçbir sürprize, hiçbir bilinmeyene, gerçek hayatin kargasa ve karmasikliklarina yer yoktu. Pentagon ve JFCOM’dakiler adamakilli costular. Savasin üstündeki sis kalkmisti. Artik Pentagon Basra Körfezine güvenle saldirabilirdi. Öyle ya, ellerindeki bu kadar bilgi ve imkânla, diktatörü öldürüp bölgeye istikrar getirmek ne kadar zor olabilirdi ki?
Bölüm 5
KENNA IKILEMI
Insanlara Soru Sormanin Dogru ve Yanlis Usulü
Rock yildizi Kenna küçüklügünden beri müzige merakliydi; U2 hayraniydi. Demo kaseti sans eseri Atalntic Records’un esbaskani Craig Kallman’in eline geçti. Kollman’a, her hafta sarkici adaylari tarafindan 100-200sarki gönderilir. Bunlari hafta sonlari sarkilari dinlerken, en büyük çogunlugunu 8-10 saniyede CD player’indan çikarir; hiçbir ise yaramayacaktirlar. 8-10 tanesini begendigi için ayirir. Binde bir de, bir sarki veya sarkici onu yerinden ziplatir.. Kenna’yi dinlediginde de böyle olmustu. Hemen albüm yapildi. Çekilen video klip, MTV de 475 kez yayinlandi. Baska bir deyisle müzikten gerçekten anlayanlar Kenna’ya bayildilar. Halkin da ayni tepkiyi verecegini ve albümlerinin kapis kapis satilacagini zannettiler. Gelgelelim sonuç böyle olmadi.
Müzik sektöründe bir sanatçinin basarili olabilmesi için, sarkilarinin radyolarda çalinmasi gerekir. Radyolar da, dinleyicilere hitap edecegi, piyasa arastirmalariyla kesinkes kanitlanmis sarkilari çalar ancak. O yüzden plak sirketleri bir sanatçiya milyon dolarlar harcamadan önce birkaç bin dolara piyasa arastirmasi yaptirirlar. Arastirma, yeni sarkilari internete koyarak, müzikseverlere telefonda dinleterek veya CD göndererek yürütülür. Kenna’nin albümünün bu testlerden basariyla geçecegi saniliyordu ama, bir türlü potansiyel dinleyicilerden geçerli not alamadi. Radyoda yayinlanabilmesi için dinleyicilerin onu sevdiginin kesin kaniti lazimdi. Bu kanit ortada yoktu. Kenna’nin istikbal vadeden kariyeri sekteye ugramisti.
Ilk izlenimlere ikinci bakis: Kola savaslari
Halkin ne isteyecegini tahmin etmek zordur. Bunu ögrenmenin en kesin yolu tüketicilere dogrudan dogruya sormak gibi görünür. Ama bu gerçekten öyle mi? Insanlar bir ürün hakkinda tepkilerini anlatmaya pek heveslidirler fakat is bilinçaltlarindan gelen görüslere ve kararlara geldiginde söyledikleri pek de dogruyu yansitmaz. Arastirma ve anket sirketleri, ne yazik ki bu gerçegi her zaman dikkate almazlar.
1980 lerin basinda Coca Cola sirketi, gelecekten endise duymaya basladi. Bir zamanlar açik ara öndeyken, Pepsi adim adim arayi kapatiyordu. Tadim denemelerine katilanlar hep Pepsi’yi begeniyordu. Bir seyler yapma baskisini hisseden Coca Cola, yeni ürün çikartma hazirliklarini baslatti. Coke’un efsanevi gizli formülüyle oynayarak, daha tatli ve daha az keskin - Pepsi’ye daha çok benzeyen- New Coke’u piyasaya sürdüler. New Coke tadim testlerinden basariyla geçti. Firmanin CEO’su yeni ürünü, “Firmanin yaptigi en dogru adim” seklinde tanimladi. Öyle ya, tüketicilere dogrudan ve basit sekilde tepkileri sorulmus, onlar da eski Coke’u degil, yeni Coke’u begendiklerini söylemislerdi. Yeni Coke nasil basarisiz olabilirdi ki?
Ama oldu iste. Hem de felaket bir sekilde. Firma birkaç ay sonra, orijinal formülü Klasik Coke olarak piyasaya sürdü. Ondan sonra da, New Coke ortadan yok oldu gitti. Asil tuhafi, tadim testlerinde çok basarili olan Pepsi de, daha fazla ilerleyemeden oldugu yerde kaldi. Coca Cola, hala dünyanin bir numarali içecegi. New Coke’un hikâyesi insanlarin gerçekten ne düsündügünü ögrenebilmenin ne kadar zor oldugunun bir kanitidir.
Körün köre kilavuzlugu
Tadim testlerinde tüketiciler tüm kutuyu içmezler, sadece bir-iki yudum alirlar. Yan yana dizili 3-4 ürünü tadip, hangisini daha çok begendiklerini söylerler. Oysa yudum, oturup içecegin tamamini içmekten çok farklidir. Bazen yudumun tadi iyi geldigi halde, tüm sisenin gelmeyebilir. Bu yüzden evlere gönderilerek yapilan testler, en dogru sonucu verir. Tüketicinin suni bir ortamdayken degil, evinde, TV karsisinda iken hissettikleri, ürün piyasaya çiktiginda hissedeceklerini yansitir. Ayrica, tadimda genellikle daha tatli olan ürün begenilir; fakat tüm sise içildiginde bu tat fazla gelebilir.
Süpermarkette veya magazalarda alisveris ederken bilinçalti, ambalajla ürünü ayirt etmez. Ürünü bir bütün olarak görür. Bu yüzden, ayni kalitede olup da, ambalaji daha fazla begenilen ürünün satisi da daha fazla olur. Örnegin mesrubat sisesinde sari bulunmasi limonu, bir konservede maydanoz resmi bulunmasi tazeligi çagristirir. Insan resmi bulunmasi kisisel iliski kurulmus izlenimini verir. Seftalinin konserve kutusunda degil de kavanozda satilmasinin, satislara büyük katkisi olmustu; tipki dikdörtgen dondurma kutularinin yerine yuvarlak kutular kullanilmasinda oldugu gibi. Insanlar tadinin daha iyi olacagini zannettikleri seye, 3-5 kurus fazla vermeye hazirdir. Firmalarin bu küçük “hile”lerini ögrenince, “arkamizdan is çeviriyorlar” deriz ama, arkamizdan is çeviren kim? Firmalar mi, yoksa bilinçaltimiz mi?
Yalniz su da bir gerçek ki, ambalajin cazibesi, tadi kötü olan hiçbir ürünü sattiramaz. Burada söylemek istedigim, agzimiza bir sey koydugumuzda göz açip kapayincaya kadar tadini begenip begenmedigimize karar verirken, yalnizca dilimizin tat alma tomurcuklarindan gelen kanitlara tepki vermekle kalmiyoruz; gözlerimizden, anilarimizdan, hayallerimizden gelen kanitlar da devreye giriyor. Firmalarin bir boyuta hitap edip de, digerini dikkate almamasi aptallik olur.
Coca Cola- Pepsi rekabetinde tadim testleri, gözler bagli olarak yapilmis ve daha tatli olan Pepsi öne çikmisti. Ancak, bu fark satislara yansimamisti. Neden? Çünkü gerçek dünyada kimse içecegini gözleri bagli içmez ki! Imaji, sisesi, hatta logosundaki kirmizisi gibi markayla ilgili tüm bilinçalti çagrisimlarimizi tatla birlestiririz.
Kenna vakasinda da mi böyle olmustu? Piyasa arastirmacilari, sarkilarindan birini telefonda dinleterek veya internete koyarak dinleyicilerin tepkilerini almanin, albümün ne kadar satacagini tahmin etmeye yeterli olacagini düsünüyorlardi. Baska bir deyisle, müzikseverler bir sarkiyi saniyeler içinde ince dilimleyebilirler, zannediyorlardi. Evet, prensip olarak bu dogru, ama ince dilimleme belli bir baglam içinde yapilmali. Bir evliligin saglamligini çabucak teshis etmek mümkündür; ama çifti ping-pong oynarken seyrederek degil, iliskilerinde önemli yer tutan bir konuya tartisirken izleyerek. Bir doktora tazminat davasi açilma riskini kisa bir görüsmesine dayanarak ince dilimleyebilirsiniz; ama bu görüsmeyi hastasiyla yapiyorsa. Kenna’yi begenenler de Onunla yüz yüze gelmis veya videosunu izlemis kisilerdi. Bu ek bilgi olmadan sirf dinleyerek, Kenna hakkinda karar vermek, körlemesine yapilan Pepsi- Coke testine benziyordu.
Ölüm koltugu
Iki ünlü endüstriyel tasarimci tarafindan en ergonomik sekilde tasarlanan Aeron Ofis Koltugu, sekliyle, malzemesiyle, mekanizmasi ile alisilagelmis koltuklara hiç benzemiyordu. Insanlar ofis koltugu seçerken, kalin minderli, yüksek arkalikli, taht benzeri, statü sembolü olacak koltuklar seçer. Aeron, bunun tam tersiydi. Minder yerine tarih öncesi dev bir böcegin iskeletine benzeyen ag örgüsü ve tuhaf çikintilari olan, ince yapili, siyah plastikli, saydam bir nesneydi. Prototip üzerinde yapilan piyasa arastirmalari, koltugun tam bir fiyasko olacagini gösteriyordu. Buna ragmen firma projeye çok para harcadigi için üretime devam karari aldi. Peki, ne oldu? Baslangiçta hiçbir sey yoktu. Fakat çok geçmeden tasarimla ilgilenenlerin dikkatini çekti. Tasarim ödülleri aldi. Derken New-York’tan California’ya, yeni ekonominin çiplak estetigine uygun bir kült objesi oldu. Satislar hizla artarak, firmanin en fazla satilan koltugu oldu. Her yerde taklitleri çikti. Önceleri çirkin denen sey simdi herkese güzel görünüyordu.
Gözü kapali tadim testi, Kolalari ince dilimlemek için yanlis bir baglamdi. Aeron’da ise, tüketicilerin ilk izlenimini toplama çabasi, farkli bir nedenle basarisizliga ugramisti. Testlere katilanlar ilk izlenimlerini ifade ederken, duygularini yanlis yorumladilar. Nefret ettiklerini söylediler. Fakat esas söylemek istedikleri, koltuk o kadar yeni ve alisilmamisti ki yadirgamislardi. Nefret ettigimiz seyler arasinda öyle ürünler vardir ki, sadece tuhaf olduklari için öyle hissederiz; bizi huzursuz ederler. Onlari anlayip sevmemiz zaman alir. Bu olgu, her çirkin buldugumuz sey için geçerli degildir. Bazi seyler, çirkinse hep çirkin kalir. Piyasa arastirmalarinin sorunu, kötü ile farkli arasindaki ayirimi her zaman yapamamalaridir.
Kenna’nin müzigi de yeni ve farkliydi. Yeni ve farkli olanlar, piyasa arastirmalarinda en yanlis sonuç verenlerdir. Ancak, sektörlerinin uzmanlari bu tespitin kapsaminda degildir. Dogustan gelen yeteneklerini uzun yillar süren egitim, emek ve tecrübe ile birlestiren bu ustalar, bilinçaltinin kilitli kapisinin ardinda ne olup bittiginin farkindadirlar. Ne ambalajin etkisi altinda kalirlar ne de yeni ve farkliyi, kötü ile karsilastirirlar. Bir konuda iyi oldugumuzda, önem verdigimizde o tutku ve deneyim ilk izlenimlerimizin tabiatini temelden degistirir.
Kenna’ya gelince; müzik sektörünün uzmanlari ve gerçek müzikseverlerin bu kadar begenmesine, Columbia Records’dan albüm çikarmasina ragmen piyasa arastirmalarini asamadigi için hala radyolarin TOP 40 listesine giremiyor.
Bölüm 6
BRONX’DA 7 SANIYE
Nazik bir sanat: Zihin okuma
Subat 1999 gecesi, Gineli bir göçmen olan Diallo gece yarisi isten eve dönmüs, ev arkadasiyla konustuktan sonra disari çikmis, merdivenlerin basinda duruyordu. O sirada caddeye, içinde sivil giyimli dört polisin bulundugu, isaretsiz bir araba döndü. Polislerin hepsi beyazdi, hepsi kot-sweatshirt giymisti, hepsi baseball sapkasi takiyordu ve hepsi 9 mm’lik yari otomatik tasiyordu. Görevi New York’un en yoksul semtlerinde devriye gezmek olan “Sokak Suçlari Dairesi”nde çalisiyorlardi. DIallo’nun halinden süphelenip, asagi çagirdilar. Polislerin ifadesine göre Diallo, eve dogru yürüyüp elini sag cebine atarak, siyah bir nesne çikardi. Polisler bunu silah zannedip Diallo’nun üzerine toplam 41 kursun bosalttilar.
Üç ölümcül hata
Hizli karalarin en yaygin ve en önemli türü, baskalari hakkinda verdigimiz hükümler ve edindigimiz izlenimlerdir. Birisinin yaninda oldugumuz her dakika, onun ne düsündügü veya hissettigi hakkinda tahmin yürütürüz. Karmasik yüz ifadelerini kolayca yorumlariz. Baskalarinin niyetlerini ve hislerini anlama çabasi, klasik ince dilimlemedir. Birisinin zihnini okumak için, belli belirsiz saliselik ipuçlarini yakalamak kadar temel ve otomatik içgüdü yoktur. Ancak, o subat aksami devriye gezen dört sivil polis, Diallo’nun zihninden geçenleri okuyamamisti. Ürkek ve korkmus bir insanin davranisini, silahli karsi koyma sanmislardi. Polisler mahkemede aklandi; fakat tüm sehirde protesto gösterileri yapildi.
Bu tür zihin okuma hatalari hepimizin basina gelebilir. Sayisiz tartismanin, anlasmazlik ve yanlis anlasilmalarin, gücenmelerin altinda bu yatar. O kadar ani ve esrarengizlerdirler ki, nasil anlayacagimizi bilemeyiz.
Zihin okuma teorisi
Zihin okuma üzerinde en fazla çalisan psikologlar Paul Ekman ve Wallave Friezen’dir. Tip kitaplarini inceleyip, yüz kaslarini ve yüzün bu kaslari kullanarak yaptigi 43 temel hareketi listelediler. Bu temel hareketlerden de 3000 bilesimi tanimlayarak okuma ve yorumlama kurallariyla birlikte, “Yüz hareketi Kodlama Sistemi” (FACS) adini verdikleri 500 sayfalik bir katalogda topladilar. Evlilikler üzerine çalisan Gottman, çiftlerin duygusal durumunu analiz etmek için bu katalogu kullanir. Diger arastirmacilar, sizofreniden kalp hastaliklarina kadar her seyde bundan yararlanir. Hatta, çizgi film yapimcilarinin bile basvuru kitabidir.
Yüz, duygular hakkinda olaganüstü zengin bir bilgi kaynagidir. Bu bilgi yalnizca beyin içinde olup bitenlerin bir sinyali degil, bir bakima ta kendisidir. Bazi deneylerde insanlara öfke, üzüntü, korku gibi çesitli yüz ifadeleri gösterilmis ve bu ifadelerin aynisini yapmalari istenmistir. Bu sirada ölçülen kalp atislari ve vücut sicakligi, bu duygulari gerçekten hissettiklerini göstermistir. Baska bir deneyde, gülmesi mekanik olarak engellenen kisilerin, izledikleri çizgi filmleri komik bulmadiklari ortaya çikmistir. Oysa biz, önce bir duyguyu hissettigimizi, sonra yüzümüzde ifade ettigimizi, yüzümüzün duygularin bir uzantisi oldugunu saniriz. Bu deneyler ise, sürecin ayni zamanda tersine de isleyip duygularin yüzde baslayabilecegini göstermistir.
Yüz kaslarinin temel duygulara verdigi tepki, birkaç saniye de olabilir, elektrotlarla ölçülebilecek kadar kisa da. Ama hep oradadir. Bu demek degil ki, yüzümüzü hiç kontrol edemeyiz. Istemsiz tepkilerimizi bastirmak için istemli kaslarimizi kullanabiliriz; fakat baskilanan duygularin ufacik bir kismi, bir sekilde sizar. Istemli hareketlerle, mimiklerle duygularimizin bilinçli sinyalini vermeye çalisiriz. Oysa istemsiz ifade sistemimiz, bir bakima daha önemlidir. Insanoglu, otantik duygularinin sinyalini verecek sekilde evrimlesmistir. O yüzden, belli etmedigimizi sandigimiz duygulari çevremizdekiler hemen okur. Mesela, insanlardan gülümsemesi istendiginde tek kas çalisir, içten gelen gülümsemede iki kasin bilesimi. Üstelik, gerçek gülümsemede ikinci kasi engelleyemeyiz; ne kadar bastirmak istesek de. Bu yüzden hepimiz, genelde otomatikman ve kolayca zihin okuyabiliriz. Fakat o gece hiç biri Diallo’nun yüzündeki masumiyeti, merak ve korkuyu anlayamadi. Neden?
Bir Kadin, bir Erkek ve bir elektrik dügmesi
Zihin okuma yeteneginin kaybolmasinin ne anlama geldigini anlamak için, otizme bakmak gerekir. Otistikler zihin körüdür. Yüz ifadeleri gibi, kendini baskasinin yerine koymak gibi kelimelere dökülmemis ipuçlarini yorumlayamazlar. Ilk izlenim mekanizmalari temelden arizalidir. Otistiklerin dünyaya bakisi, zihin okuma yetenegimizi kaybettikten sonra neler oldugu hakkinda bize fikir verir. Otistikler üniversite bitirebilirler, doktora yapabilirler; fakat onlar için sözlerle ifade edilmeyen hiçbir seyin farkinda degildirler.
Karsilarinda soyunsaniz, burnunuzu karistiraniz bile tepki vermeyebilirler. Tamamen sözel olmayan bir ortamda, otistiklerin fonksiyonlari kaybolur. Normal insanlar bir yüze baktiginda, beynin “fusiform gyrus” denen bir bölgesini kullanirlar. Beynin bu sofistike yazilimi, tanidigimiz binlerce surati ayirt etmemizi saglar. Ancak, bir iskemleye bakildiginda “inferior temporal gyrus” denen, beynin nesnelere ayrilmis, tamamen farkli ve daha az güçlü bölgesini kullanilir. Otistikler ise, hem yüzler için hem nesneler için ayni zayif bölgeyi kullanirlar. Baska bir deyisle, otistikler için yüz, nörolojik düzeyde herhangi bir nesnedir.
Peki, normal insanlar belli kosullarda bir otistik gibi düsünebilirler mi? Otizmin zihin körlügünün, kronik degil de geçici bir an için olmasi mümkün mü? Bu yüzden mi normal insanlar bazen tamamen yanlis, tehlikeli sonuç doguran hükümlere varabilirler?
Bir köpekle tartismak
Polisiye dizilerde sürekli olarak silahlar çekilir, kovalamacalar olur, insanlar öldürülür; siradan bir olaymis gibi cesedin basinda sigara yakilir; sonra da bir bara gidilip bira içilir. Sanki silahla adam vurmak siradan bir olaymis gibi. Oysa, gerçek hayatta hiç de öyle degildir. Polis memurlarinin %90’indan fazlasi, meslek hayatlarini hiç silah atmadan tamamlar. Silah kullanmak zorunda kalanlar da, bu olayi öylesine stresli olarak tarif ederler ki, acaba bir silahi ateslemek, geçici otizme yol açacak boyutta bir travma mi yaratir?
Silahli çatismaya giren polislerle yapilan konusmalarda ayni ayrintilar tekrar tekrar ortaya çikmaktadir: olaganüstü görüs berrakligi (“Kursunun ilerleyisini gördüm”), tünel bakisi (“Etrafimdaki her sey yok olmustu”), hislerin azalmasi (“Silahin patladigini duymadim”) ve zamanin durdugu hissi. Insan vücudu, asiri streste böyle tepki verir. Hayatimizin tehlikede oldugu bir durum söz konusu oldugunda, zihnimiz algilarimizin boyutunu ve çesidini adamakilli sinirlar. Ses, hafiza ve sosyal sorumluluklari feda ederek bizi, önümüzdeki tehdidin üzerine yogunlastirir.
Peki, strese verilen tepki asiriya kaçtiginda ne olur? Stresin performansi arttirdigi optimum uyari seviyesi, kalp atislarinin 115 ila 145 araliginda oldugu zamandir. Örnegin, sporcular en iyi bu aralikta basari gösterirler. Ancak pek az kisi, bu aralikta kalabilir. Çogumuz baski altindayken asiri uyariliriz ve belli bir noktayi geçtiginde, vücut o kadar çok bilgi kaynagini kapatmaya baslar ki, ise yaramaz hale geliriz. 145 ten sonra karmasik motor becerileri yok olmaya baslar. Eller tutmaz olur. 175’te algilama süreci tamamen durur. Ön beyin salterini indirir, orta beyin (beynin bir köpekle ayni olan bölgesi) ön beyni ele geçirir. Bakis açisi da kisitlanir. Davranis asiri saldirganlasir. Öfkeli veya korkmus biriyle tartismaya kalktiniz mi hiç? Tartisamazsiniz; köpeginizle tartissaniz daha iyidir. Kendisine kursun sikilanlarin çogunun bagirsaklari bosaliverir; zira kalp atislarini 175’in üstüne çikaran bir tehditte vücut fizyolojik kontrolü gereksiz görür. Kan, kaslarin yüzeyinden çekilip içinde toplanir. Evrimde bunun amaci, kaslari adamakilli sertlestirerek bir çesit zirh haline getirmek ve bir yaralanma durumunda kanamayi azaltmaktir.
Fakat, bu degisim bizi sakar ve çaresiz kilar. Telefon numaralarini hatirlamaz, tuslara basamaz oluruz. Bu yüzden birçok emniyet müdürlügü, hizli takipleri yasaklamistir. Yalnizca suçluyu kovalama sirasinda masum birine çarpma tehlikesinden degil, (her yil kovalamaca kazalarinda 300 vatandasimizi kaybediyoruz), fakat ayni zamanda kovalama sonrasinda olanlar yüzünden de yasaklanmistir; zira yüksek hiz tam da polisleri asiri uyarilma durumuna getiren seydir. Böyle bir hiz sonunda, asiri uyarilmis durumdayken çesitli eyaletlerde masum insanlari öldürmeleri, bu ülkede yasanan en büyük 3 isyanin sebebi olmustur. Asiri uyarilma zihin körlügü yaratir.
Beyaz Bosluk Bulunmamasi
Baskan Ronald Reagan’a yapilan suikastta korumalar, Baskani korumayi neden becerememisti? 1981 Martinda Washington’da, Reagan otelden çikmis limuzinine dogru yürürken John Hinkley adinda biri, Reagan’in çevresine 6 kursun yagdirmisti. Korumanin görevi, kalabaligi gözleriyle tarayip yüzleri ve zihinleri okumaktir. Peki, Reagan’in korumalari saldirganin niyetini neden okuyamamisti o gün? Eger olayin videosunu seyrederseniz, açikça görürsünüz: zaman yoktu. Bu da zihin körlügünün ikinci en önemli nedenidir.
Korumada en önemli faktör, “beyaz bosluk” denen, hedefle potansiyel saldirgan arasindaki mesafedir. Bu mesafe ne kadar uzak olursa, koruma o kadar kolay zihin okur, o kadar kolay harekete geçebilir. Hinkley gazetecilerin ortasinda, Baskana bir metreden az bir mesafede duruyordu. Bu olayda suikastçinin silahini çekmesi, 6 kursunla üç kisiyi öldürüp Baskani yaralamasi ve korumalar tarafindan yere yatirilmasi arasinda yalnizca 1.8 saniye geçmisti.
Zaman, asiri derecede kisaysa, en basit içgüdüsel tepkiler verilir. Beyin geçici olarak otistik olur. Inanmasak ve tasvip etmesek bile, bize sablonlarimiz ve önyargilarimiz kilavuzluk eder. Ince dilimleme ve ani karar verme yetenegimiz olagan üstüdür; ama bilinçaltimizdaki dev bilgisayarin bile çalismak için birkaç saniyeye ihtiyaci vardir. Bu yüzden birçok emniyet müdürlügü, devriye arabalarindaki iki polisi teke indirmistir. Zira görüldü ki, polisler yanlarinda biri olmayinca daha temkinli, daha yavas oluyorlar. Pervasizligi bir kenara birakip, baslarini daha az derde sokuyorlar. Bunun yaninda, polis egitiminde, olay yerine gitmeden önce yapmalari gereken hususlara, sonrasi kadar önem verilmelidir. Uygulamali egitimde suç senaryolari tekrar tekrar oynanmali ki, kaniksansin ve gerçek olayda, asiri uyarilip zihin körlügüne ugranmasi ihtimali azalsin.. Zihin okuma da egitimin bir parçasi olmalidir.
Sonuç
GÖZLERLE DINLEMEK
Klasik müzik dünyasi, yakin zamana kadar özellikle Avrupa’da, beyaz erkeklerin tekelindeydi. Kadinlarin erkekler kadar iyi çalamayacagina inaniliyordu. Bazi tür eserler için, kuvvetleri, tavirlari veya dayanikliliklari yetersizdi. Bunun bir önyargi oldugu da düsünülmüyordu; zira sefler, müzik direktörleri ve maestrolarin dinledigi seçmelerde, hep erkekler daha iyi performans gösteriyordu. Bu müzik uzmanlari, hangi sartlarda olursa olsun çarçabuk ve objektif bir biçimde bir performansin kalitesini ölçebilirlerdi.
Fakat son 20-30 yil içinde klasik müzik dünyasi devrim geçirdi. Amerika’da müzisyenler sendikalasip, haklari için mücadele ettiler. Seçmelerin de belli kurallara baglanmasini istediler. Seçimi yalnizca bir sef degil, heyet yapacakti. Aday ile jüri arasinda perde olacakti. Isimle degil numarayla bilineceklerdi.
Bu yeni kurallar ülke çapinda uygulanmaya kondukça tuhaf bir sey oldu: orkestralar kadinlari ise almaya basladilar. Seçmelerde perde konmasi yayginlasinca en büyük Amerikan orkestralarinda kadin çalgicilarin sayisi 5 kat artti. Ilk izlenimin yalnizca dinledikleri müzikten geldigini, adayin tipinin, fiziginin, tavirlarinin hiç etkisi altinda kalmadiklarini zanneden seçiciler, ne kadar yanildiklarini anladilar.
Küçük bir mucize
Klasik müzik devriminden alacagimiz güçlü bir ders var. Yillardir sefler, ilk izlenimlerinin yanlisligini neden fark etmediler? Çünkü bu hatayi hepimiz, sikça yapariz. Ilk izlenimlerimizin nereden veya ne anlama geldigini bilmedigimizden, ne kadar nazik oldugunu da fark etmeyiz. Bu gücümüzü ciddiye aliyorsak bilinçaltimizin yargilarini degistirecek, egilimini degistirecek etkenlerin varligini da kabul etmemiz gerekir.
  
Orkestralar önyargilariyla yüzlesince ne yaptilar? Sorunu çözdüler. Oysa genellikle bir göz kirpmasi süresince edindigimiz izlenimi, degismez dogru saniriz. Bilinçaltimizdan yüzeye köpürenler üzerinde hiç kontrolümüzün olmadigini düsünürüz. Oysa, eger ani hükmümüzü verdigimiz ortami degistirebilirsek, hükmümüzü de degistirebiliriz. Böylece askerlerimizi, acil servis elemanlarimizi veya polislerimizi de hata yapmaktan koruyabiliriz. 
SON SÖZ
Chancellorville dersi
Amerikan sivil savasinin en ünlü çatismalarindan biri, 1863 baharinda Virginia’nin
Chancellorville kasabasi yakinlarinda olmus, efsanevi Güneyli komutan Robert Lee, Kuzeyli komutan Joe Hooker ile karsilasmisti. Hooker kagit üzerinde, asker sayisi, cephane, strateji, konum, zeka gibi her bakimdan Lee’den üstündü; Gelgelelim, savaslar kâgit üzerinde yapilmadigindan, Hooker’in ordusu sonuçta agir bir yenilgiye ugramisti.
Blink için arastirma yaparken yürüttügüm görüsmeler arasinda beni fazla etkileyen kisi General Van Riper oldu. Chancellorville, Van Riper’in özel ilgi alaniydi. Evi tavanlara kadar kitap doluydu. Van Riper bana sunu ögretti; gerektigi anda akillica içgüdülerle tepki verebilmek, ancak çok uzun ve agir bir egitim ve tecrübe ile mümkün olabilir. Van Riper de kütüphanesi ve Vietnam ormanlarinda elde ettigi birikimler sayesinde mavi takimi yenebilmisti.
Hooker ve Lee çarpismasina gelince: normalde iki ordu arasindaki mücadelede ne olabilecegini tahmin edebiliriz. Iki tarafin da askerlerini sayariz. Her iki ordunun cephanesinin büyüklügünü ve niteligini karsilastiririz. Stratejilerini, askeri istihbaratlarinin kalitesini, konumlarinin gücünü karsilastirir, taraflarin avantaj ve dezavantajlarini bir matematik problemi gibi alt alta toplariz. Oysa, gerçek hayatta, (muharebe alanlari, acil servisler, polisin bir süpheliyle karsilasmasi gibi) çok hareketli, götürüsü büyük durumlarda bu tür alisilagelmis, rutin analizler pek ise yaramaz. Kisinin yasam boyunca ögrenerek, izleyerek ve yaparak kazandigi bilgelik, kisacasi muhakeme lazimdir. Komutan Lee komutan Hooker’in aninda harekete geçme konusundaki kararliligini hissetmis, böylece aninda Hooker’i sasirtacak bir plan yapabilmisti. Bu yetenegi sayesinde, kendi ordusunun iki kati büyüklükteki orduyu yenebilmisti. Muhakeme önemlidir. Kazananlari kaybedenlerden ayiran muhakemedir. Muhakeme kirilgandir; naziktir. Tecrübelerimizle, degerli bir yetenek kazaniriz: gerektigi anda harekete geçebilme becerisini. Fakat bu yetenek kolayca sapabilir. Diallo vakasinda dört polisin yanlis yargiya varmasi, Diallo’nun kara tenli olmasi ve arada beyaz bosluk bulunmamasiydi. Içgüdüsel karar verme sürecinin gerçek tabiatini anlayabilirsek, bulunduklari sartlar yüzünden dogru muhakeme yapip dogru yargiya varamayanlara karsi da bagislayici oluruz. Chancellorville muharebesinde Kuzeyli komutan Hooker, Güneyli komutan Lee hakkinda çok daha fazla bilgi sahibiydi; ama savasi kaybeden o oldu. Kouros vakasinda Müze, Heykelin gerçekligini teyit için her türlü teknik analizi yapmisti; fakat sahte oldugunu Atina’daki uzmanlar, sadece bir bakisla anlamislardi. Klasik müzik seçmelerinde maestrolar, adayi görmedikleri zaman, giyiminden, fiziginden etkilenmedikleri, sadece müzigi dinledikleri için, daha dogru karar veriyorlardi.
Daha az bilgi ile daha dogru sonuca ulasma meselesi, kitap için yaptigim görüsmelerde, en fazla gündeme getirilen konu oldu. Bilgiden doygunluga erismis bir dünyada yasiyoruz. Parmaklarimizin ucunda her an sinirsiz bilgi var. Yeterli bilgi sahibi  olmadigimiz durumlarda ev ödevini yapmamakla suçlaniriz. Fakat, bazen de çok miktarda bilgi bize büyük maliyetler getirir. “Bilgi” ile ”anlama”yi karistirir olduk.
Pearlharbour’da Japonlar Amerikan istihbaratini tam anlamiyla gafil anlamislardi. Bunun sebebi Japonlarin niyeti hakkinda yeterli bilgiye sahip olunmamasi degildi; aksine, yigin yigin bilgi vardi. Japonlarin kullandigsifreler bile çözülmüstü. Sorun da buradaydi zaten. Ordu analistleri asiri bilgi altinda ezilip kalmislardi. Agaçlara bakmaktan ormani görmüyorlardi. Bu arada, Japonlarin 1941 yazinda ve sonlarinda, Japonlarin neye hazirlandiklarini en iyi kim tahmin etmisti dersiniz? Gazeteciler. Ordu’nun bütün gizli raporlarini okumaktansa, yalnizca Newyork Times’i takip etseniz, Japonlarin niyetlerini çok daha iyi anlardiniz. Bunun sebebi, gazetecilerin Japonlar hakkinda daha fazla sey biliyor olmasi degildi. Daha az bildiklerinden, tüm resmi görebiliyorlardi.
11 Eylül sonrasinda da Kongre ayaklanmis, FBI, CIA ve NASA (Milli Güvenlik Teskilati)’nin teröristler hakkinda yeterli bilgi sahibi olmadigindan yakiniyor, istihbarat toplama kapasitemizi güçlendirmeyi öneriyorlardi. Acaba mi? Dogru karar vermenin anahtari bilgi degil, anlamadir. Ilkinin içinde yüzdügümüz halde, ikincisinde çaresiz durumdayiz.
Van Riper Hakkinda son bir sey daha: Onunla tanistigimda Irak savasi henüz baslamamisti. Fakat Orta Dogu bulutlaniyordu. Van Riper’in o gün bana söylediklerini hiç unutmayacagim. Riper Irak’ta savas ihtimalinden büyük endise duyuyordu. O noktada Washington’dakiler, kisa ve zaferle sonuçlanacak bir savastan söz ediyorlar; çabucak çarpisip kolayca kazanacaklarini söylüyorlardi. Van Riper tecrübelerine dayanarak, bunun mümkün olmadigini düsünüyor, Bagdat’i fethetmeye kalkismadan önce, ne kadar uzun ve zor bir savas olacagi hakkinda dürüst olmamiz gerektigine inaniyordu. Üstelik, ordudan emekliye ayrilmis arkadaslari da ayni sekilde düsünüyorlardi. Geriye dönüp baktigimda keske diyorum, Van Riper Irak’la ilgili tahmin ve içgüdülerini Amerika’nin geri kalanlariyla paylasabilseydi.
Ne zaman göz kirpmali, ne zaman düsünmeli?
Bana tekrar tekrar sorulan bir soru, ne zaman içgüdülerimize güvenecegimiz, ne zaman bilinçli bir sekilde enine boyuna düsünecegimiz. Bunun kismen cevabi su: açik ve net seçimlerde bilinçli analiz en iyisidir. Analiz ve kisisel tercihler karmasiklastikça, çok farkli degiskenler arasinda bocaladiginizda, bilinçalti düsünce süreci daha üstün olabilir. Bunun, alisagelmis kabullerin tam aksi oldugunun farkindayim. Normalde önemsiz meselelerde, ani kararlarimizin en dogrusu oldugunu düsünürüz. Su kisi çekici mi? Canim seker istiyor mu? Fakat yapilan deneyler, beynimizde bilinçaltindan sorumlu olan dev bilgisayarin, birbirine rakip çok sayida degiskenle ugrasirken, en iyi performansi sergiledigini göstermistir. Örnegin alisveriste, mutfak esyasi gibi ufak tefek seyleri hiç düsünmeden alanlar, bir süre sonra pisman olduklari halde, düsünüp tasinarak alanlarin memnuniyeti devam etmistir. Mobilya gibi daha karmasik ve pahali alisverislerde bunun tam tersi gözlenmis, çok fazla düsünenler pisman olurken, içlerinden gelen sese güvenenler bu pismanligi pek yasamamislardir.
Bilinçalti’nin babasi Sigmund Freud da benimle ayni kanaatteydi, söyle demisti: “Önemsiz bir meselede karar verirken bütün lehteki ve aleyhteki faktörleri dikkate almanin yararini her zaman gördüm. Ancak es seçmek, meslek seçmek gibi hayati meselelerde karar içimizdeki derinliklerden gelmeli’’
Bu cevabin, “Bilinçaltimiza mi güvenelim, bilinçli analize mi?” sorusunu kismen karsilayacagini söylemistim az önce. Gerçek su ki bu soruya tam olarak ne ben, ne de bir baskasi cevap verebilir.
En iyisi, her vakada bilinçalti ile bilinçli analizin dogru karisimini bulmaya çalismaktir. Bu da zamanimizin kritik sorunlarindan biridir. Örnegin, ögretmenseniz bir ögrenciyi degerlendirirken standart testlere ne kadar agirlik
vereceksiniz, ögrencinin motivasyonu, tutumu, gelecegi hakkindaki kendi kanaatlerinize ne kadar? Bir girisimciyseniz, yeni bir ürün için kumar oynarken piyasa arastirmalarinin verilerine ne kadar, ürün hakkindaki kendi içgüdülerinize ne kadar? Bir sporcunun maçlardaki performansi ne kadar önemli, kisiligi ve saha disindaki davranislari ne kadar? Michael Jordan’i ele alalim. 12 yasindayken en uzun boylu, en hizli ziplayan basketçi degildi. Istatistikleri de ülkenin en iyisi degildi. Michael Jordan’i yasitlarindan ayiran sey, tutumu ve motivasyonu idi. Ama bu nitelikler, formel testlerle ve istatistiklerle ölçülemez. Bunu ölçmek için uzun yillar tecrübe kazanmis, her türlü bilgiyi toplayarak bilinçli ve bilinçalti veri tabani olusturmus bir uzman olmak gerekir. Ister basket takimi olsun, ister sirket, en basarili kurumlar, rasyonel analizi içgüdüsel yargiyla nasil birlestirecegini bilenlerdir. Getty müzesi avukatlari, jeologlari ve arkeologlari çagirmakla hata yapmamisti, bir tek bu tür uzmanliga güvenmekle hata yapmisti.
Harekete geçmeye çagri
Klasik müzik seçmelerinde jüri ile aday arasina perde koymak gibi son derece basit bir önlemle Amerika’daki büyük senfoni orkestralarinda çalan kadin orani %5 ‘ten %50’ye çikmistir. Orkestralarda kadinlara karsi ayirimciligi kaldirmak için baska çareler aramaya kalksaydik, eminim uzun toplantilar, seminerler yapacak, kadinlarin daha iyi çalmasi için egitim programlari hazirlayacak, orkestralari kendi derebeylikleriymis gibi yöneten maestro’larin önyargilarini gidermeye çalisacak, kisacasi daha global ve uzun vadeli önlemler pesinde kosacaktik.
Umudum, Blink’in bu tür pratik çözümleri tesvik etmesidir. Örnegin Amerikan adalet sisteminin en çarpici karakterlerinden biri, isledikleri ayni tür suç için beyazlara kiyasla siyahlarin tutuklanma oraninin yüksekligidir. Uyusturucu suçundan bir siyahin hapse girmesi olasiligi, ayni suçtan bir beyazin girme olasiligindan ülke çapinda 15 kat, bazi eyaletlerde 57 kat daha yüksektir. Sözünü ettigim suç isleme oranindaki farklar degil, islenmis suçlarda tutuklanma oranidir. Güya adalet kör, hukuk herkes için tarafsizdir; ama gerçek hiç de öyle degildir. 
Öyleyse ne yapmaliyiz? Önümüzdeki 20 yili, toplumdaki bilinçalti irk sorununu çözmeye harcayabiliriz veya adaleti saptiran hatali izlenimleri derhal ve pratik bir sekilde onarma yoluna gidebiliriz. Adalet sistemi Klasik müzik dünyasini örnek alabilir. Jüri ile sanik arasina perde konabilir. Daha da iyisi, sanik durusma salonunda degil, baska bir odada oturur, kendisine sorulan sorulara e-mail veya bir araci vasitasiyla cevap verir, böylece jüri, sanigin yas, cinsiyet, ten rengi gibi niteliklerinden ön yargi olusturmaz.
Bilinçaltimizin gizli sakli bölmelerini arastirmak yeterli degildir. Zihnin nasil çalistigini, insan yargilarinin güçlerini ve zaaflarini ögrendigimize göre, harekete geçme sorumlulugu da bize aittir.

Benzer Kitaplar