Bir çiftin tartismasina kulak misafiri olup iliskilerinin gelecegine dair bir fikre kapildiginiz oldu mu hiç? Maç izlerken
bir pasin gol olup olmayacagini anladiginiz bir an... Ya da yaptiginiz bir is görüsmesinin ardindan ise alinacaginizi düsündügünüz halde yanildiginiz bir durum...
Elinizdeki kitap, gündelik hayatimizin en küçük
bilesenleriyle ilgileniyor: Ne zaman yeni biriyle tanissak, karmasik bir durumla yüz yüze gelsek veya
güç biradim atmak zorunda kalsak birdenbire ortaya çikan anlik
izlenimlerin ve kararlarin içerigiyle.Gladwell, zihnimizin nasil tepki verdi
gini inceledigi bu kitabinda çok düsünmeden alinan kararlarin, ince ince
düsünülmüs kararlar kadar iyi olabildigi örnekleri çözümlerken,
her zamanki gibi madalyonun diger yüzüne bakmayi ihmal etmiyor
ve içgüdülerimizin bize ihanet ettigi anlari da sorguluyor.
Psikoloji ve nörobilim teorilerinin hayatin çesitli alanlarindan zengin ve yasanmis örneklerle sinandigi Blink'i okurken kendinize bir
adim daha yaklasacaksiniz.
"Roman tadinda... Blink, dünyamiza ve
benliklerimize dair sasirtici iç görülerle dolu."
(Tanitim Bülteninden)
KITAP KISACA
Dogru
Görünmeyen Heykel
Eylül 1983’te bir sanat simsari,
California’daki J. Paul Getty müzesine gelerek elinde M.Ö. 6. yy’dan kalma,
Kouros tabir edilen çiplak erkek heykeli bulundugunu
söyledi. Dünya üzerinde sadece 200 kadar Kouros olup, bunlarin çogu hasarli sekilde
topraktan çikarilmistir.
Oysa 2 metre boyundaki bu heykel neredeyse
kusursuzdu. Satici heykele 10 milyon dolar istiyordu.
Getty müzesi tedbirli davrandi. Kourosu alip kili kirk
yaran bir incelemeye tabi tuttu. Elektron mikroskobu, spektrometre, röntgen vb
benzeri en yeni teknikler uygulandi. Hepsi de heykelin gerçek olduguna isaret ediyordu.
Müze tatmin olmustu. Satin alinip, 1986 sonbaharinda sergilenmeye baslandi. Ancak bir problem vardi. Sergiyi gezen antik
yunan heykeli uzmanlari, heykelde adlandiramadiklari bir tuhaflik seziyorlardi.
Müze endiselenmeye baslamisti. Sahte iddialarinin artmasi üzerine, heykel
Atina’ya götürüldü ve uzmanlarin katildigi bir
sempozyum düzenlendi. Katilimcilar, heykelin sahte oldugu konusunda mutabik kaldilar. Getty Müzesi,
avukatlariyla, bilim adamlariyla ve aylar süren tetkikleriyle bir sonuca varmis, Dünyanin en ünlü yunan heykel
sanati uzmanlari ise, sadece heykele bakarak ve bir seylerin dogru
olmadigini hissederek baska bir sonuca varmislardi.
Müze, arastirmalarini biraz
daha sürdürdükten sonra, kataloguna Kouros’un resmini koyup altina söyle yazdi: ‘M.Ö. 550 veya modern taklit’. Müzenin 14
ay süren incelemesine karsin uzmanlar iki saniyelik bir bakista sahtekârligi sezmislerdi.
Iste bu kitap, o ilk iki saniye hakkindadir.
Hizli ve kolay
Iowa’li bilim adamlari basit bir deneye
giristiler. Bir grup kagit oyuncusuna, ikiser
mavi, ikiser kirmizi dört deste kart verip,
kendi tercihlerine göre teker teker açmalarini istediler. Her bir kart oyuncuya
para kazandiriyor veya kaybettiriyordu. Oyunun amaci mümkün oldugunca para kazanmakti. Ancak oyuncularin bilmedigi bir sey
vardi. Kirmizi desteler mayin tarlasiydi. Kazançlar büyük, ama kayiplar
çok daha büyüktü. Mavi destelerdeki kartlar ise azar azar düzenli bir sekilde kazandiriyordu. Oyuncularin çogu yaklasik
50 kart bazisi 80 kart açtiktan sonra olup biteni fark ediyor ve kartlari
ona göre açiyorlardi.
Bilim adamlari ayni deneyin tekrarlarinda,
oyunculari birer makineye baglayip ellerindeki
terlemeyi ölçtüler. Ellerdeki ter bezleri sicaga
oldugu kadar strese de tepki verir.
Oyuncularin daha onuncu kartta, yani
bilinçli fark edisten tam 40-70 kart önce elleri terlemeye
basliyordu. Daha da önemlisi, davranislari da ayni sekilde
degisiyor
ve git gide mavi desteden daha fazla kart açiyorlardi. Baska bir deyisle,
oyuncular kartlarin özelligini bilinçli olarak fark
etmeden çok önce, sezgisel olarak fark ediyorlar ve ona göre
davraniyorlardi.
deney bize ne gösteriyor?
Kazanç-kayiplarin yüksek, hizin önemli oldugu,
ayni anda gelen bir sürü yeni kafa karistirici bilginin
anlaminin çözülmeye çalisildigi durumlarda, beynimiz iki farkli strateji
uygular. Birincisi, alisik oldugumuz
bilinçli stratejidir. Ögrendiklerimizi gözden geçirir ve bir
sonuca variriz. Bu strateji mantiklidir ve kesin neticeye ulastirir; ancak hem yavastir,
hem de epeyce bilgi gerektirir. Öteki strateji çok daha hizlidir; ancak
sakincasi baslangiçta tamamen
bilinçalti olmasidir. Mesajlarini terleme gibi farkli kanallardan
iletir. Beynimiz, bir sonuca ulastigini bize söylemeden sonuca ulasir. Yunanli uzmanlarin beyinleri de böyle çalismisti. Kouros’a bir bakmislar; hiçbir kanita gerek duymadan yeni yapilmis oldugunu
anlamislardi. Nerden bildiklerini biliyorlar
miydi? Hayir, ama biliyorlardi iste.
Içimizdeki Bilgisayar
Beynin, bu sekilde hizla sonuçlara siçramasina, “adaptif
bilinçalti” adi verilir ve bu tür karar mekanizmalarinin arastirilmasi, psikolojinin en önemli yeni alanlarindan
biridir. Adaptif bilinçalti, Freud’un sözünü ettigi,
yüzlesemeyecegimiz
kadar rahatsiz edici arzularla, anilarla ve hayallerle dolu karanlik ve bulanik
yerle karistirilmamalidir. Bu yeni adaptif
bilinçalti kavrami, insan olarak yasamimizi sürdürmemiz
için gerekli pek çok veriyi hizla ve sessizce isleyen dev bir bilgisayar seklinde düsünülmektedir.
Yolda üzerimize dogru bir kamyon geldigini aniden fark ettigimizde
durup bütün seçeneklerimizi düsünmeye vaktimiz olur mu?
Tabii ki hayir. Bir tür olarak insanoglunun,
bu güne kadar neslini sürdürebilmesinin bir sebebi de, çok az bilgiye dayali
çok hizli karar verebilme becerisinin gelismis olmasidir. Adaptif bilinçalti Dünyayi ölçüp
biçer; bizi tehlikelere karsi uyarir;
hedeflerimizi belirler ve en uygun biçimde harekete geçmemizi saglar.
Yeni biriyle tanistigimizda, ise almak için biriyle görüstügümüzde, ani ve stres
altinda karar vermemiz gerektiginde beynimizin bu
kismini kullaniriz. Verdigimiz kararlarin
pek çogu dogru çikar.
Ancak bu tür ani kararlardan hep kusku
duyariz. Yasadigimiz
dünya, bir kararin kalitesinin, onu vermek için harcadigimiz süre ve emekle dogrudan
baglantili oldugunu varsayar. “Acele ise seytan karisir”,
“ Dur da bir düsün”, “Kitabin kapagina bakarak karar verme” deriz. Yalnizca bilinçli
kararlarimiza güveniriz. Oysa, özellikle stres altinda verilen ani kararlar ve
ilk izlenimler dogru çikar. ‘Blink’ in (Bu kitabin) ilk
amaci, çabuk verilen kararlarin da pekâlâ temkinli ve bilinçli olarak verilen
kararlar kadar dogru olabilecegini
göstermektir. Ancak içgüdülerimizin bize ihanet ettigi durumlar da vardir. Örnegin; Getty Kouros’unun sahte (en azindan kuskulu) oldugu asikârken, Müzenin kendi uzmanlari neden yabanci
uzmanlarin fark ettigini fark edemediler? Bunun cevabi, bu
sezgilerin su veya bu sekilde kenara itilmis olmasidir.
Bir kere bilimsel ve teknik veriler çok ikna ediciydi. Daha da önemlisi, Getty
heykelin gerçek olmasini çok istiyordu. O yüzden, uzmanlari da içgüdülerine
gözlerini kapamislardi.
Düsünce
tarzimizda bilinçalti çok kuvvetli bir güçtür; fakat yanilmaz degildir. Içsel
bilgisayarimiz her zaman gerçek durumun sifrelerini çözemez;
yön degistirilebilir.
Içgüdüsel tepkilerimiz, sik sik diger ilgilendiklerimizle, his ve algilarimizla rekabete
girer. Öyleyse, içgüdülerimize ne zaman güvenmeliyiz? Hizli ve dogru karar verme becerimiz saptiginda, bunun birçok kendine has ve tutarli sebebi
vardir. Bu sebepler tanimlanip anlasilabilir.
Güçlü iç bilgisayarimizi ne zaman dinleyecegimiz,
ne zaman kulak asmayacagimiz ögrenilebilir.
Kitabin ikinci amaci budur.
Üçüncü amaç ise, ani yargilarimizin ve ilk
izlenimlerimizin egitilebilip kontrol altina alinabilecegine sizi inandirmaktir. Ilk iki saniyede dogruyu
bilme yetenegi, birkaç talihlinin tekelinde degildir. Hepimiz besleyip gelistirebiliriz.
Kendimizi ve Dünyayi anlamaya çalisirken, büyük konulara, genis alanlara çok fazla dikkatimizi verir, yeni
bir insanla tanistigimizda,
karmasik bir durumla karsilastigimizda veya baski altinda karar vermek zorunda
kaldigimizda, aniden ortaya çikan sezgilerimizi
ve vardigimiz sonuçlari önemsemeyiz. Peki ama,
sezgilerimizi ciddiye alsak ne olurdu? Dürbünle ufku taramaktan vazgeçip, en
güçlü mikroskopla kendi karar verme sürecimizi ve davranis seklimizi incelesek?
Saniyorum savaslarin gidisati,
market raflarinda gördügümüz ürünlerin türleri, çevrilen
filmlerin tarzi, polislerin egitimi vs. degisirdi. Ve küçük küçük bu
degisiklikler
bir araya gelseydi, Dünya daha iyi olurdu. Bir göz kirpma kadar geçen sürede,
aylarca yapilan mantikli analizler kadar degerli
teshisler bulunabilecegine inanmamiz gerekir. Getty müzesinin küratörü Marion
True, Kouros hakkindaki gerçek ortaya çiktiginda söyle demisti:
“Ben her zaman, bilimsel görüslerin estetik
yargilardan daha tarafsiz olduguna inanmistim; ama ne kadar hatali oldugumu simdi
anladim.”
Bölüm I
INCE DILIM TEORISI
Azicik bilgi nasil çok ise yarar?
Washington Üniversitesinde psikolog John
Gottman’in odasina, bir gün genç bir evli çift geldi. Karsilikli koltuklara oturdular. Kulaklarina ve
parmak uçlarina, kalp atislarini, ne kadar terlediklerini ve vücut
sicakligini ölçen elektrotlar ve sensörler baglandi. Karsilarina,
söyledikleri ve yaptiklari her seyi
kaydeden video kameralar kondu. Kendilerinden, evliliklerinde çözüm bekleyen
bir sorunu, 15 dakika boyunca kameralar önünde tartismalari istenip, yalniz birakildilar. Sorun,
kadinin köpegiydi. Erkek onu sevmiyordu. Aralarindaki
konusma-tartisma,
her evde olan türdendi. Birbirlerine öfkelenmeden, kizmadan, hakaret etmeden
yürüttüler.
Bu çiftin köpekle ilgili 15 dakikalik
bandini seyrederek, evlilikleri hakkinda fikir edinebilir misiniz? Çogunuz, buna hayir diyecektir. Evliliklerde para, seks,
çocuklar, is gibi daha önemli konular vardir.
Taraflar bazen sevecendirler, bazen kavgali. Bir çifti gerçekten tanimak için
haftalar, hatta aylar boyu, farkli ortamlarda izlemek gerektigini düsünürsünüz. Oysa John
Gottman bunun dogru olmadigini 1980’den
bu yana 3000 çift üzerinde yaptigi arastirmayla kanitlamistir.
Gottman, bir kari-kocanin konusmasini 1 saat
izleyerek, çiftin 15 yil sonra evli kalip kalamayacagini %95 dogrulukla
tahmin edebilmektedir. 15 dakika izlerse, basari orani
%90’dir. Bunu da, “Ince Dilimleme” adini verdigi ve bantlari kare kare izleyerek çiftlerin yüzündeki küçümseme, öfke, savunma, üzüntü,
sitem gibi 20 ayri duygu ifadesini inceleyerek basarmaktadir.
Ince Dilimleme, bilinçaltinizdaki
tecrübelerinizin çok kisa anlarina (ince dilimlerine) dayanarak, mevcut
durum ve davranislarda benzerlik bulma yetenegidir. Getty’de uzmanlarin bir bakista Kouros’un sahte oldugunu
anlamalari, ince dilimleme sayesindedir. Karmasik
bir yargiya bu kadar az bilgiyle, bu kadar kisa sürede ulasmamiz nasil mümkün oluyor? Gottman’in video-bantlari
kare kare izleyerek duygu ifadelerinde belli bir düzen, belli bir benzerlik
bulmasi gibi, bilinçalti da, zihnimizi hizla ve otomatik bir sekilde tarayarak benzerlik kurar. Böylece, bir evliligin gidisati ya
da daha pek çok karmasik sey, 15 dakikalik bir incelemeyle anlasilabilir.
Gottman’in bulgularina göre bir evliligin uzun ömürlü olabilmesi için, birliktelik
sürecinde olumlu duygularin, olumsuz duygulara nazaran çok daha baskin olmasi
gerekir. Olumlu duygu tampon gibidir; karsinizdakine
sinir olmanizi engeller. Es kötü bir sey bile yapsa, “Aman canim, gününde degil” deyip geçersiniz. Olumsuz duygular hakimse, esin söyledigi
nispeten nötr bir laf bile batar. Es olumlu
bir sey yapsa, bencil birinin yaptigi olumlu
sey olarak görülür. Üstelik bu tutum
kalicidir. Bir taraf iliskiyi düzeltmeye çalissa bile, buna düsmanca
manipülasyon gözüyle bakilir. Evlilik bir defa bu havaya girdi mi, %94’ü sona
erer.
Iliskinin
bozulmasinda en önemli dört yaklasim;
savunma, dinlememe, elestiri ve hor görmedir. Hor görme -tepeden
bakma- diger üçünden de önemli olup, pesinden igrenmeyi
getirir. Gottman videobantlari izlerken, bilhassa bu duygularin varligina bakar.
Ani bir karar verirken veya tahminde
bulunurken, bilinçaltiniz önemsiz bütün ayrintiyi birakip önemli olana
odaklanir. Su bir gerçek ki, bilinçaltinin ince
dilimlemesi, çogunlukla uzun uzadiya düsünmekten, kili kirk yarmaktan daha iyi bir sonuca
ulastirir bizi. Bazen, bir insanin sadece yasadigi yeri görmek, kisiligi hakkinda, kendini
görmekten daha iyi fikir verir.
Ister inanin, ister inanmayin. Doktorlarin,
haklarinda tazminat davasi açilma riski, yaptiklari tibbi hatalarla pek az
alakalidir. Doktorun kisisel düzeyde ilgi ve yaklasimi, çok daha önemlidir. Yarisi, haklarinda tazminat
davasi açilmis; yarisi, açilmamis bir grup doktor üzerinde yapilan arastirmalar, hastasina vakit ayiran, neler oldugunu açiklayan, sorularina cevap veren, kisaca,
hastasina insanca davranan doktorlarin yolunun mahkemeye düsmedigini göstermistir. Siz de, bir dahaki sefer bir doktorun karsisina oturdugunuzda,
sizi dinlemedigini, tepeden baktigini, size saygi göstermedigini hissederseniz, tepkinize kulak verin; doktoru ince
dilimleyip hakkinda karar vermissiniz demektir.
Ince dilimleme, olaganüstü ve sasirtici bir yetenek degildir; insan olmanin bir parçasidir. Yeni birisiyle
tanistigimizda,
bir seyi çabucak anlamamiz gerektiginde veya yeni bir durumla karsilastigimizda, birkaç saniyede ince dilimleme yapip bir
karara variriz.
Bölüm 2
KILITLI KAPI:
ANI KARARLARIN GIZLI YASAMI
Eski tenis oyuncusu ve antrenörü Braden,
bir tenis maçi seyrederken oyuncunun ne zaman “çift hata” yapacagini (servis kaçiracagini), hemen her seferinde tahmin edebiliyor; ama neye
dayanarak bu tahmini yaptigini bilemiyordu.
Oyuncunun raketi tutusu mu, topu firlatisi mi? Basvurdugu kanitlar, bilinçaltinin derinliklerinde gibiydi ve
bulup çikaramiyordu.
Bilinçaltindan yükselen düsünce ve kararlarla ilgili ikinci kritik gerçek budur.
Ani yargilar, öncelikle, olaganüstü hizlidir;
en ince dilim tecrübelere dayanir. Kart deneyindeki oyuncular da, Kouros’un
sahte oldugunu söyleyen yunan uzmanlar da dogruyu sezmisler;
ancak neden böyle hissettiklerini, kelimelerle dile getirememislerdi. Hizli farkindalik ve ani yargilar
kapali bir kapinin ardinda gerçeklesir.
Braden bu odanin içine bakmaya çalismis, bütün gece oturup servisin hatali olacagini nasil olup ta önceden bilebildigini merak etmisti.
Bizler, kapali kapi gerçegiyle pek bas edemiyoruz.
Hizli yargilarin ve ince dilimlerin muazzam gücünü kabullenmek baska seydir;
bu kadar esrarengiz görünüslü bir seye güvenmek baska sey. George Soros’un basarisinin
bir sebebi de budur; piyasada pozisyon alirken bilinçalti muhakemesinin degerini bilir.
Oysa bizlere, genelde bilim adamlarina,
belgelere, kanitlara, avukatlara güvenmek daha akilci gelir. Bence bu yanlis bir tutum ve eger
verdigimiz kararlarin kalitesini iyilestirmek istiyorsak hizli yargilarin gizemli
yapisini kabul etmeliyiz.
“Priming” denen bir deneyde, deneklere
birbiriyle alakasiz ve baglantisiz cümleler verilmis ve görünüste
bunlarin gramer hatalarini düzeltmeleri istenmistir. Gerçekte ise, bu cümlelerin içindeki “endiseli”, “yasli”,
“gri”, “yalniz” “kirisik”, “tombala” gibi kelimelerle deneklerin
bilinçaltina “yaslilik” kavrami empoze edilmistir.
Nitekim testten çikan deneklerin hal ve
tavirlari yaslilara benzemistir. Benzer bir deneyde, bir grubun yarisina içinde
“saldirganca”, ”pervasiz”, ”kaba”, ”rahatsiz etmek”, “taciz”, ”müdahale”,
”ihlal” kelimeleri bulunan cümleler verilirken, diger yarisina “saygi”, ”düsünceli”,
”takdir etmek”, ”sabirli”, ”boyun egme”,
”kibar”, ”nazik” kelimelerini içeren cümleler verilmis ve tüm gruptan, testten çikinca test
yöneticisiyle konusmalari istenmistir. Ancak test yöneticisi kasten mesgul görünmüs ve
denekleri kapida bekletmistir. Bilinçaltina kaba kelimeler islenen kisiler
ortalama 5 dakika içinde, beklemeye itiraz ederken kibar kelimeler islenen kisiler
hiç sesleri çikmadan beklemislerdir.
Yine baska
bir deneyde, zenci üniversite ögrencilerine uzmanlik
(master) programi giris sinavi sorulari sorulmus; rastgele yarisindan, test kâgidinin basina irklarini da
yazmalari istenmistir. Irkini yazan grubun basari orani, diger
bütün sartlar ayni oldugu halde, yariya düsmüstür. Toplum olarak bizler, testlere çok güveniyoruz.
Zira kisilerin yetenek ve bilgilerinin dogru bir göstergesi olduklarina inaniyoruz. Ama
gerçekten öyle mi? Prestijli bir özel okulun beyaz
ögrencisi, üniversite giris sinavinda fakir bir semtin zenci ögrencisinden yüksek puan aliyorsa, bunun sebebi
yalnizca daha iyi bir ögrenci olmasi mi, yoksa prestijli bir
okulun beyaz ögrencisi olmak, “akilli” oldugu fikrini kafasina isliyor
mu?
Açikçasi, bu deneylerin sonuçlari oldukça rahatsiz
edicidir. Özgür irade oldugunu zannettigimiz seyin,
büyük ölçüde bir illüzyondan ibaret olduguna
isaret etmektedir. Çogu zaman kendimizi otomatik pilota baglariz. Herhangi bir olayda düsünce ve davranis tarzimizin
niteligi ve niceligi,
farkinda oldugumuzdan çok daha fazla dis etkenlerin etkisi altindadir.
Kisilere,
nasil bir insanla tanisip iliski
yasamak istedikleri soruldugunda çesitli özellikler
sayarlar, sonrada, bunca seçenek varken gidip bu özelliklerin pek azini tasiyan birini bulurlar. Neden? Sayilan özellikler
bilinçüstü idealidir; oturup düsündügünde bunlari istedigine
inanmaktir. Fakat birisiyle tanistiginda o kisiyi
tercih etmesine yol açan kriterler, kilitli kapinin ardindadir. Biz insanlar
hikâye anlatmasini severiz; gerçekte açiklamamiz olmayan seylere pek kolay açiklama buluruz. Düsünce ve davranislarimizi etkileyen seylerin farkinda degiliz;
ama farkindayiz zannederiz.. Cahilligimizi
kabul edip daha sik “bilmiyorum” desek iyi olur.
Bölüm 3
WARREN-HARDING HATASI
Neden uzun, esmer, yakisikli adamlarin etkisi altinda kaliriz?
1899 yilinda bir sabah Ohio’da iki adam
ayni anda ayakkabilarini boyatirken karsilastilar. Biri avukat ve lobici Harry Daugherty idi. Olaganüstü zekasi ve kurnazligiyla Ohio siyasetinin Makyavelli’si, perde arkasinda is bitirici, insan sarrafi ve siyasi
firsatçiydi. Digeri Ohio eyaletinin Marion kasabasinda bir
gazetenin editörü Warren Harding’di. Bir hafta sonra eyalet senato seçimlerini
kazanacakti.
Daugherty, Harding’i söyle bir süzdü ve gördügünden adamakilli etkilendi. Zira Harding 35 yasinda, siyah saçlari, bronz teni, orantili kafasi, yüz
hatlari, omuzlari ve gövdesi ve isildayan
gözleri ile, yakisikliligin ötesinde
biriydi. Sesi, davranisindaki kibarligi, gülümsemesi ise, cömert, iyi kalpli ve arkadas canlisi biri olduguna isaret ediyordu.
Daugherty Harding’i süzerken, o saniye
aklina Amerika’nin tarihini degistirecek bir fikir geldi. Bu adamdan harika bir Baskan olmaz miydi? Harding, pek zeki biri degildi. Poker ve golf oynamayi, içki içmeyi, kadinlarin
pesinden kosmayi severdi.
Karisinin ve Daugherty’nin sayesinde bir siyasi mevkiden digerine yükselirken hiç sivrilmedi. Konusmalari “Laf ordusu araziyi tarayip kendine fikir
ariyor” seklinde tanimlaniyordu. Ama bütün bunlara
ragmen Baskanliga kadar ilerledi. Iki
yil sonra da ani bir ‘inme’den öldü. Kendisi Amerika’nin en kötü Baskanlarindan biri olarak tarihe geçti.
Ince dilimlemenin karanlik tarafi
Blink’te simdiye kadar size, ince dilimlemenin ne kadar güçlü
oldugunu ve bir olaya, bir seye çok kisa bir sürede derinlemesine bakabilme
yetenegimiz sayesinde mümkün olabildigini anlattim. Peki ya bu hizli düsünce zinciri, bir sekilde
sekteye ugrarsa? Ya yüzeyden derine hiç inmeden
ani yargiya varirsak? Deneyde gri, kirisik,
tombala laflari, insanlarin yasli gibi
davranmasina yol açmisti. Ayni sekilde, insanlarin görünüsteki özellikleri de - bedenleri, renkleri, cinsiyetleri
vs - bir takim çagrisimlari tetikleyebilir. Örnegin Warren Harding’i görenler, olaganüstü yakisikliligina ve kafasina bakip, cesaretli, zeki ve dürüst
birini gördüler. Hiç de öyle olmadigi halde.
Yüzeyin altina inmediler.
Warren Harding hatasi, ani hükümlerin
karanlik tarafidir. Önyargi ve ayrimciligin
kökünde bu yatar. Bu yüzden, bir ise
dogru adayi seçmek bu kadar zordur; nice
vasat insanlar, dev sorumluluk isteyen görevlere bu yüzden gelirler. Ince dilimleme sayesinde ilk izlenimimiz, bazen aylar
süren arastirmalardan daha dogru çikar. Ancak hizli yargilamanin bizi
yanilttigi durumlari da kabul etmek ve
anlamak zorundayiz.
Irk ve cinsiyet gibi konularda
tutumlarimiz, iki ayri düzeyde seyreder. Birincisi, bilinçli tutumlardir;
ayirim yapmadigimiza inaniriz. Ama örnegin, zencilere ayirim yapilmasinin altindaki irkçi
tutumumuz, sirasi geldiginde daha düsünmeye
firsat birakmadan ortaliga saçiliverir.
Bilinçalti tutumlarimizi kasten seçmeyiz, hatta farkinda bile
olmayabiliriz. Dev bir bilgisayar olan bilinçaltimiz, yasadigimiz deneyimleri, karsilastigimiz insanlari, ögrendigimiz dersleri, okudugumuz
kitaplari, seyrettigimiz filmleri vs.yi toparlayip, bütün
verileri sessiz sedasiz özümseyerek, bir görüs-fikir
olusturur. Isin
kötüsü, bu bilinçalti tutumlarimiz, sahip oldugumuzu
zannettigimiz degerlere
tamamen ters düsebilir.
Bu da davranislarimizi etkiler. Is görüsmelerinde
zencilere yaklasimimiz farklidir. Uzun boylulara egilimimiz fazladir; Fortune 500 listesindeki CEO’larin
%58’i 1.80’in üzerindedir (Amerika ortalamasi %14). Bu kasitli bir önyargi mi?
Tabi ki degil. Pek çogumuz, liderligi
etkileyici fiziksel görünümle birlestiririz.
Birakin CEO’lari siradan çalisanlarda bile, uzun
boylularin yillik gelir ortalamasi yüksektir. Seçim kararlarimiz sandigimizdan daha mantiksiz oldugundan, böylece olabildigine
vasat insanlar çok iyi yerlere gelebilir.
Müsteriye önem
vermek
New Jersey Nissan bayi satis müdürü Bob Golomb, ayda ortalama 20
arabayla siradan bir saticinin iki kati araba satiyor. Otomobil saticilari
dünyasinda Golomb tam bir virtüöz. Bob Golomb gibi basarili bir satici olmak, olaganüstü bir ince dilimleme yetenegi gerektirir. Hiç tanimadiginiz biri magazaya
girer. Muhtemelen hayatinin en pahali alisverisini yapacaktir. Bazilari tedirgin, bazilari
heyecanlidir. Bazilari ne istedigini
tam olarak bilir, bazilarinin hiçbir fikri yoktur. Bazilari arabalar hakkinda
çok sey bilir, saticinin fazla bilgi vermesini
hakaret kabul eder. Bazilari elinden tutulup yol gösterilsin ister. Bir satici
basarili olmak istiyorsa, karsilasmasinin ilk
birkaç saniyesinde bütün bilgileri toparlayip islemeli ve kendi davranisini ona
göre ayarlamalidir. Golomb bu tür ince dilimlemeyi basariyla yapiyor.
Golomb’un iki temel prensibi var.
Birincisi “müsteriye önem vermek”. Bunun dogal sonucu olarak, satis tamamlandiktan
sonra bile, müsteriyle ilgilenmeyi sürdürür. Ikincisi, müsterinin
ihtiyaçlari ve kafasindan geçenler hakkinda milyon tane hizli yargiya
varsa bile, “kimseyi görünüsüne göre yargilamamak”.
Bu yüzden kapidan her girenin alisveris etme ihtimalinin esit olduguna
inanir. “Bu iste önyargi, ölüm öpücügüdür; herkese elinden gelen gayreti göstermelisin”
diyor. Oysa saticilarin çogu, klasik Warren-Harding
hatasina düserler. Kisinin
dis görünüsünden
edindikleri izlenimlerin, ilk bakista
fark ettikleri diger bilgileri bogup yok etmesine izin verirler.
Dr. King’i düsünün
Warren Harding hatasina düsmemek için ne yapmaliyiz? Burada sözünü ettigimiz önyargilar kolayca çözüm bulacagimiz kadar asikar
degil. Bunun cevabi su: Ilk
izlenimlerimiz karsisinda çaresiz degiliz. Bilinçaltindan, beynin içindeki kilitli kapinin
ardindan yüzeye çiksalar da, kontrol altina alinabilirler. Örnegin, zencilerin yaninda iken Martin Luther King, Nelson
Mandela, Colin Powell gibi kisileri düsünmek ise
yarar.
Ilk izlenimimizi yaratan, yasadigimiz tecrübeler ve
içinde bulundugumuz ortamdir. Söz konusu izlenimlerimizi
içeren deneyimlerimizi degistirmek
suretiyle, ince dilimleme tarzimizi ve böylece ilk izlenimlerimizi de degistirebiliriz. Zencilere
her sartta esit
muamele yapmak isteyen bir beyazsaniz, azinliklarla daha sik bir arada olacak,
onlarin yaninda kendinizi daha rahat hissedecek sekilde, yasam
tarzinizi degistirmeniz
gerekir.
Bölüm 4
VAN RIPER’IN BÜYÜK ZAFERI
Paul Van Riper, çocukluk hayalini gerçeklestirerek Deniz Kuvvetlerine katilmisti. Uzun süre Vietnam’da görev yapti. Disiplinli ve
adil bir komutandi. Savasi masasindan degil bizzat cepheden yürütürdü. Onurlu ve uzun bir
meslek hayatindan sonra emekli olmustu.
2000 yilinin baharinda Pentagon’dan bir
üst düzey görevli gurubu, Van Riper’i ziyarete geldi. Pentagon, “Millenium
Challenge” (MC) adini verdigi bir tatbikatin
planlama asamasindaydi. Tarihin o güne kadar görülen
büyük ve en parlak tatbikatiydi. 2,5 yil sonra, 2002 Haziran-Agustos’unda gerçeklestirildiginde, 250 milyon dolara mal olacakti; bazi ülkelerin
tüm savunma bütçelerinden fazlasina. MC senaryosuna göre Basra körfezindeki
ülkelerden birinde bir anarsist komutan devletine
ters düsmüs,
tüm bölgeyi savasa sürüklemekle tehdit ediyordu. Kendisine
sadik dini ve etnik kesimden aldigi destek
sayesinde, ciddi bir gücü vardi. 4 ayri terör örgütünü yönetiyordu. Tam bir
Amerika düsmaniydi. Paul Van Riper’e bu anarsist komutan rolü teklif edildi.
Körfezde bir sabah
Amerikan ordusunun tatbikatlarini yürüten
grubun adi “Joint Forces Command” Birlesik
Kuvvetler Komutanligi’dir. JFCOM olarak bilinir. Pentagon
askeri organizasyonlarla ilgili yeni fikirleri ve stratejileri burada dener.
Tatbikatin planlanmasi 2000 yazinda basladi. JFCOM yüzlerce askeri analisti, uzmani ve
yazilimciyi bir araya topladi. Tatbikatlarda Amerika ve dostlari her zaman
Mavi Takim, düsman Kirmizi Takim’dir. JFCOM iki
takim için de her türlü bilgiyi içeren dosya hazirladi. Tatbikat baslamadan önce iki takim bir dizi “spiral egzersiz”
le ortami hazirladilar. Bunun tam bir kostümlü savas provasi oldugu,
bir yil sonra Amerika güçlü bir etnik tabana sahip, teröristleri
barindirdigi sanilan bir körfez ülkesini isgal ettiginde
ortaya çikacakti.
MC’nin açiklanan amaci, Pentagon’un savas usulleri hakkinda bir dizi yeni ve radikal
fikirlerini test etmekti. “Çöl Firtinasi”ndan sonra Pentagon, iki agir silahli organize ordunun açik alanda karsilasip çarpistigi klasik savaslarin, geride kaldigina
kanaat getirmisti. Gelecekteki çatismalar her baglamda
yaygin olacakti: açik alanlarda oldugu
kadar sehirlerde yer alacak; silahlar kadar
fikirlerle beslenecek; ordular kadar, kültür ve ekonomileri kapsayacakti. Bir
JFCOM analistinin ifadesiyle, “Bir sonraki savas sadece
askere karsi asker olmayacak. Sonucu belirleyen
faktör, imha ettiginiz tank sayisi, batirdiginiz gemi sayisi, düsürdügünüz uçak sayisi da olmayacak. Sonucu belirleyen
faktör, düsmaninizin sistemini nasil parçalayacaginiz olacak. Vurusma
degil, savas yapma
yetenegimizi arttirmaya çalismaliyiz. Silahli kuvvetler ekonomik sisteme baglidir; o da kültürel sisteme ve kisisel iliskilere.
Bütün bu sistemler arasindaki baglantilari anlamak
zorundayiz.
MC’de Mavi Takima, tarihte görülmemis teknik imkânlar verildi. Inanilmaz miktarda bilgi ve istihbarat ellerinin
altindaydi. Metodolojileri mantikli, akilli, sistematik ve hassasti.
Pentagon’un cephanesindeki her türlü oyuncak onlarindi. Düsmanlarin siyasi, askeri, ekonomik, toplumsal ve
kurumsal ortamini nasil etkileyeceklerini arastirdilar.
Tatbikat bittikten sonra yapilan basin açiklamasinda söyle diyeceklerdi: “Su
anda teskilatlarin elinde, iletisimi ve enerjiyi etkileyecek, güç dengelerini bozacak
imkânlar var. Iki asir önce Napolyon: “Bir general hiç
bir seyi kesin bilmez; düsmanini hiç açikça görmez; nerede oldugunu kesin bilmez” demisti.
Savas sislerle örtülüydü. MC’nin
amaci, yüksek kapasiteli uydularin, sensorlarin ve bilgisayarlarin yardimiyla o
sisi kaldirmakti “.
Kirmizi takimin komutani olarak Van Riper’in
seçilmesi bu yüzdendi, çünkü kendisi tam aksini savunuyor; Savas üzerindeki sisin kaldirilamayacagina inaniyordu. Evindeki kütüphanesi, savas stratejisi üzerine kitaplarla doluydu.
Mantikli analizden nefret etmiyordu; ama çatismanin ortasinda, belirsizlikler içinde, zaman baskisi
altindayken, karar verme mekanizmasinin kurallarina uygun sekilde bütün seçenekleri dikkatle ve sükûnetle
mukayese etmenin imkânsiz olduguna inaniyordu. Zaten
hemsireler, yogun
bakim görevlileri, itfaiyeciler gibi baski altinda karar vermek zorunda olan kisiler üzerinde yapilan çalismalar, bu görevlilerin duruma bir bakip, deneyimlerine
ve içgüdülerine dayanarak aninda harekete geçtiklerini göstermisti.
Van Riper savas alaninda da böyle karar verildigini düsünüyordu. Dolayisiyla
MC, yalnizca iki ordunun kapismasi degil, birbirinin tam zitti iki askeri felsefenin
kapismasiydi. Mavi takim veri tabanlariyla,
matrisleriyle, metodolojileriyle düsmanin
niyetlerini ve yeteneklerini anlamaya çalisirken,
kirmizi takim bambaska hazirliklar içindeydi. Bilgisayarlarin
öngördügü sekilde
davranmaya hiç niyeti yoktu. Nitekim tatbikat basladiktan sonra Mavi Takimin tüm
hesaplarini alt üst eden taktikler uyguladilar. Mavi takim feci bir
fiyaskonun altinda ezildi. Neden böyle olmustu?
Spontane’ligin yapisi
Dogaçlama
tiyatroda oyuncular hangi konuda, hangi karakteri oynayacaklari hakkinda
hiçbir fikirleri olmadan dekorsuz bir sahneye çikarlar ve dinleyicilerden
aldiklari rasgele bir öneriyi, aralarinda hiç tartismadan 30 dakikalik bir oyun haline getirirler.
Dogaçlama
komedi, Blink’in üzerinde durdugu düsünme tarzinin harika bir örnegidir. Oyuncularin, hiçbir konu veya metin yardimi
olmaksizin, aninda karmasik kararlar vermelerini gerektirir. Son
derece rasgele ve kaotik görünür; ama gerçekte ne rasgele ne de kaotiktir. Oyun
öncesinde uzun provalar, sonrasinda derinlemesine kritik yapilir. Neden? Çünkü
dogaçlama bir dizi kurallarla yönetilen bir
sanat biçimidir. Sahnedeki herkesin bu kurallara uymasi gerekir; ayni basketbol
gibi. Basketbol da, saliselik spontane kararlarla yüklü karmasik, hizli bir oyundur. Bu spontanelik maç
öncesinde saatlerce tekrar tekrar düzenli ve bezdirici antrenmanla mümkün olur.
Sahada herkes titizlikle belirlenmis rolünü oynar.
Dogaçlamayi da,
MC’yi de anlamanin anahtari budur; spontanelik rasgelelik degildir. Van Riper’in takimi, rakiplerinden daha akilli,
daha sansli oldugu için körfez tatbikatini kazanmadi. Insanlarin hizli ilerleyen, stres seviyesi yüksek
durumlarda verdigi kararlarin ne derece dogru oldugu,
egitimin, kurallarin ve provalarin bir
fonksiyonudur. Basarili spontanelik için, dogru kosullarin
yaratilmasi gerekir.
Van Riper’in sözleriyle: “Emrimdekilerin
durumu degerlendirip neler oldugunu anlamalarina firsat veririm. Tatbikatta ilk
söyledigim sey,
komuta altinda olacaklari fakat kontrol altinda olmayacaklariydi. Bundan
kastim, genel kilavuzlugun bende ve kurmaylarimda olacagi, fakat sahadaki kuvvetlerin tepeden gelen karmasik emirlere tabi olmayacagiydi. Ilerlerken
kendi inisiyatiflerini kullanacak, innovatif olacaklardi.”
Bu tür bir yönetim sisteminin tabii ki
riskleri vardir. Adamlarin her an ne yaptigini bilemezsiniz.
Ama onlara adamakilli güvenmeniz gerekir. Bu ilkeler esliginde, genellikle çok
daha basarili sonuçlar elde edersiniz.
Acil serviste kriz
Chicago’daki Cook County Hastanesi
Dünyanin ilk kan bankasinin kuruldugu,
kobalt isini tedavisinin gerçeklestirildigi
ve kesik parmak birlestirmesinin yapildigi hastanedir. Bir zamanlar travma merkezi o kadar
ünlüydü ki, ER adli TV dizisine ilham vermisti.
1990’larin sonunda da eski basarilarina yarasir bir proje baslatti:
Gögüs agrisi sikayetiyle acil servise basvuran hastalara doktorlarin teshis koyma yöntemini degistirdi. Projeyi 1996 da Hastaneye bashekim olarak tayin edilen Brendan Reilly baslatti.
Reilly göreve basladiginda Hastanenin
pek çok sorunu vardi; ama bunlarin en önde geleni, kalp krizleriyle nasil
bas edilecegiydi. Her gün acil servise gelenlerin çogu (30 kisi
civarinda) kalp krizi geçirmekte oldugunu
düsünüyordu. Bu 30 kisi yataklarin çogunu
isgal ediyor; doktor ve hemsirelerin bütün vaktini aliyor; diger hastalara göre acil serviste daha uzun süre
kaliyor; kaynaklarin çogunu tüketiyorlardi. Tedavi protokolü uzun,
fazla ayrintili, ama sonuca ulastirmayan türdendi. EKG
her zaman dogru sonuç vermiyordu. O yüzden
doktorlar, hasta hakkinda mümkün oldugunca
fazla bilgi aliyorlar ve sonra da tahmin yürütüyorlardi.
Tabii ki, tahminler de hataya yol açiyordu. Nitekim gögüs agrisi sikâyetleriyle Amerikan hastanelerine basvuran hastalarin %2 si ila %8 i gerçekten kalp krizi
geçirdigi halde evlerine yollanir. Daha da sik
görülen durum, doktorlarin risk almayip, gerekli gereksiz pek çok test
yapmalaridir.
Reilly soruna çözüm arayisina girdi. 1970’lerde Lee Goldman adindaki bir
kardiyolog kalp krizini teshis için yüzlerce
vakayi bilgisayara yüklemis ve ortak
noktalarini aramis, sonunda bir algoritma – bir denklem -
gelistirmisti.
Buna göre doktorlar EKG sonucunu su
üç acil risk faktörüyle birlestirmeliydi: 1) Hastanin
duydugu agri kararsiz
bir agri mi? 2) Hastanin akcigerinde su var mi? 3) Hastanin tansiyonu 10’un altinda
mi?
Goldman’in algoritmasinin her yerde
uygulanmasi, daha uzun arastirmalari gerektiriyordu;
bu yüzden buna talip çikan olmadi. Anlasilan,
bir denklemin egitimli bir doktordan daha iyi teshiste bulunabilecegine
kimse inanmak istemiyordu. Reilly hariç. Reilly doktorlarindan, ilk birkaç ay
eski yöntemleri, daha sonra da bu algoritmayi kullanmalarini istedi. 2 yil
boyunca toplanan veriler Goldman denkleminin eski usulden daha dogru sonuç verdigini
gösterdi. Üstelik gerçek hastalara hiç vakit kaybetmeden müdahale
edilmesini sagladigi için
daha güvenliydi.
Bu deney neden önemlidir? Çünkü biz karar
verenlerin elinde ne kadar bilgi olursa o kadar iyi olduguna tartismasiz
inaniriz. Gittigimiz uzman, daha uzun muayene ve daha
fazla test gerektigini söylediginde
kimse itiraz etmez. MC de Mavi takimin kazanacagina
kesin gözüyle bakiliyordu; zira ellerinde kirmizi takimdan çok daha fazla bilgi
vardi.
Oysa o kadar ayrintili bilgi iç de avantaj
saglamaz; karmasik
bir olgu altinda yatan gerçegi çözmek için pek
az bilgiye ihtiyaç vardir. Hatta fazlasi zararlidir,
kafamizi karistirir. Satranç tahtasina baktiginizda her seyi
görürsünüz; ama bu, oyunu kazanacaginiz
anlamina gelmez. Gerçekten basarili bir karar
süreci, içgüdüsel ile bilinçli düsünme
arasinda denge kurmayi gerektirir. Cook County Hastanesinin doktorlari basarili oldu; çünkü Goldman, bilgisayarinin basina oturup toplayabildigi
bütün bilgileri aylarca degerlendirmis ve bu formülü bulmustu. En karmasik
iliskilerin ve problemlerin bile belli bir
düzeni vardir. Bu düzen ortaya çikarilabildiginde
dogruya ulasmak
kolaylasir. Karar verenleri bilgi
yükü altinda ezmek bu düzeni görmeyi kolaylastirmaz,
zorlastirir. Basarili bir
karar verici olabilmek için fazlaliklari atmamiz gerekir. Bir ayiklama
süreci sekteye ugradiginda-
ayiklamayi beceremezsek veya ayiklamak istemezsek veya çevremiz ayiklamamiza
firsat vermezse, basimiz dertte demektir.
Bir deneyde, büyük bir süper marketin
içine tadim standi kuruldu. Standda bir süre 6 cins reçel tadima sunuldu; daha
sonra da 24 cins. Amaç, reçel cinslerinin sayisinin, reçel satislarinda etkili olup olmayacagini görmekti. Alisilagelmis kanaat, müsterilere
ne kadar seçenek verilirse satin alma ihtimalinin o kadar arttigi yolundadir; çünkü zevklerine tam uyan
ürünü bulabilirler. Oysa deneyde tam aksi
ortaya çikti. 6 cinsli standda tatmak için duranlarin %30’u reçel satin
alirken, 24 cinslide sadece %3’ü aldi Neden? Çünkü, insanlara fazla seçenek
verilirse kafalari karisir ve paralize olurlar. Bir çirpida
karar vermek istiyorsak, sadeligi korumaliyiz.
Mllenium Challenge - II
Kirmizi takimin Basra Körfezinde Mavi
takim üzerinde sürpriz zaferini izleyen iki gün boyunca JFCOM ofislerinde çit
çikmadi. Sonra devreye girip saati geri aldilar. Bütün batirilan gemiler
yüzdürüldü; ölüler diriltildi; füzeler esrarengiz biçimde imha edildi;
radarlari kapatildi. Ikinci turun gidisati satir satir senaryolastirilmisti.
Sonucu begenmezlerse, yenisini yazacaklardi. Tabi ki
mavi takim kazandi. Pentagon deneyini ikinci turda aksatacak hiçbir sürprize,
hiçbir bilinmeyene, gerçek hayatin kargasa
ve karmasikliklarina yer yoktu. Pentagon ve
JFCOM’dakiler adamakilli costular. Savasin üstündeki sis kalkmisti. Artik Pentagon Basra Körfezine güvenle
saldirabilirdi. Öyle ya, ellerindeki bu kadar bilgi ve imkânla, diktatörü
öldürüp bölgeye istikrar getirmek ne kadar zor olabilirdi ki?
Bölüm 5
KENNA IKILEMI
Insanlara Soru Sormanin Dogru ve Yanlis Usulü
Rock yildizi Kenna küçüklügünden beri müzige
merakliydi; U2 hayraniydi. Demo kaseti sans
eseri Atalntic Records’un esbaskani Craig Kallman’in eline geçti. Kollman’a, her
hafta sarkici adaylari tarafindan 100-200sarki gönderilir. Bunlari hafta sonlari sarkilari dinlerken, en büyük çogunlugunu 8-10 saniyede CD
player’indan çikarir; hiçbir ise yaramayacaktirlar.
8-10 tanesini begendigi
için ayirir. Binde bir de, bir sarki veya sarkici onu yerinden ziplatir.. Kenna’yi dinlediginde de böyle olmustu.
Hemen albüm yapildi. Çekilen video klip, MTV de 475 kez yayinlandi. Baska bir deyisle
müzikten gerçekten anlayanlar Kenna’ya bayildilar. Halkin da ayni tepkiyi
verecegini ve albümlerinin kapis kapis satilacagini zannettiler. Gelgelelim sonuç böyle
olmadi.
Müzik sektöründe bir sanatçinin basarili olabilmesi için, sarkilarinin radyolarda çalinmasi gerekir.
Radyolar da, dinleyicilere hitap edecegi,
piyasa arastirmalariyla kesinkes kanitlanmis sarkilari çalar ancak. O
yüzden plak sirketleri bir sanatçiya milyon dolarlar
harcamadan önce birkaç bin dolara piyasa arastirmasi yaptirirlar.
Arastirma, yeni sarkilari internete koyarak, müzikseverlere
telefonda dinleterek veya CD göndererek yürütülür. Kenna’nin albümünün bu
testlerden basariyla geçecegi saniliyordu ama, bir türlü potansiyel
dinleyicilerden geçerli not alamadi. Radyoda yayinlanabilmesi için
dinleyicilerin onu sevdiginin kesin kaniti lazimdi. Bu kanit
ortada yoktu. Kenna’nin istikbal vadeden kariyeri sekteye ugramisti.
Ilk izlenimlere ikinci bakis: Kola savaslari
Halkin ne isteyecegini tahmin etmek zordur. Bunu ögrenmenin en kesin yolu tüketicilere dogrudan dogruya
sormak gibi görünür. Ama bu gerçekten öyle mi? Insanlar bir ürün hakkinda tepkilerini anlatmaya pek
heveslidirler fakat is bilinçaltlarindan gelen görüslere ve kararlara geldiginde
söyledikleri pek de dogruyu yansitmaz. Arastirma ve anket sirketleri,
ne yazik ki bu gerçegi her zaman dikkate almazlar.
1980 lerin basinda Coca Cola sirketi,
gelecekten endise duymaya basladi.
Bir zamanlar açik ara öndeyken, Pepsi adim adim arayi kapatiyordu. Tadim
denemelerine katilanlar hep Pepsi’yi begeniyordu.
Bir seyler yapma baskisini hisseden Coca
Cola, yeni ürün çikartma hazirliklarini baslatti. Coke’un efsanevi gizli formülüyle oynayarak,
daha tatli ve daha az keskin - Pepsi’ye daha çok benzeyen- New Coke’u piyasaya
sürdüler. New Coke tadim testlerinden basariyla
geçti. Firmanin CEO’su yeni ürünü, “Firmanin yaptigi en dogru
adim” seklinde tanimladi. Öyle ya,
tüketicilere dogrudan ve basit sekilde tepkileri sorulmus,
onlar da eski Coke’u degil, yeni Coke’u begendiklerini söylemislerdi.
Yeni Coke nasil basarisiz olabilirdi ki?
Ama oldu iste.
Hem de felaket bir sekilde. Firma birkaç ay sonra, orijinal
formülü Klasik Coke olarak piyasaya sürdü. Ondan sonra da, New Coke ortadan yok
oldu gitti. Asil tuhafi, tadim testlerinde çok basarili olan
Pepsi de, daha fazla ilerleyemeden oldugu
yerde kaldi. Coca Cola, hala dünyanin bir numarali içecegi. New Coke’un hikâyesi insanlarin gerçekten ne düsündügünü ögrenebilmenin ne kadar zor oldugunun bir kanitidir.
Körün köre kilavuzlugu
Tadim testlerinde tüketiciler tüm kutuyu
içmezler, sadece bir-iki yudum alirlar. Yan yana dizili 3-4 ürünü tadip,
hangisini daha çok begendiklerini söylerler. Oysa yudum, oturup
içecegin tamamini içmekten çok
farklidir. Bazen yudumun tadi iyi geldigi
halde, tüm sisenin
gelmeyebilir. Bu yüzden evlere gönderilerek yapilan testler, en dogru sonucu verir. Tüketicinin suni bir ortamdayken degil, evinde, TV karsisinda
iken hissettikleri, ürün piyasaya çiktiginda
hissedeceklerini yansitir. Ayrica, tadimda genellikle daha tatli olan ürün begenilir; fakat tüm sise içildiginde
bu tat fazla gelebilir.
Süpermarkette veya magazalarda alisveris ederken bilinçalti, ambalajla ürünü ayirt etmez.
Ürünü bir bütün olarak görür. Bu yüzden, ayni kalitede olup da, ambalaji daha
fazla begenilen ürünün satisi da daha fazla olur. Örnegin mesrubat sisesinde
sari bulunmasi limonu, bir konservede maydanoz resmi bulunmasi tazeligi çagristirir. Insan
resmi bulunmasi kisisel iliski
kurulmus izlenimini verir. Seftalinin konserve kutusunda degil de kavanozda satilmasinin, satislara büyük katkisi olmustu; tipki dikdörtgen dondurma kutularinin yerine
yuvarlak kutular kullanilmasinda oldugu
gibi. Insanlar tadinin daha iyi olacagini zannettikleri seye, 3-5 kurus fazla
vermeye hazirdir. Firmalarin bu küçük “hile”lerini ögrenince, “arkamizdan is çeviriyorlar”
deriz ama, arkamizdan is çeviren kim? Firmalar mi, yoksa
bilinçaltimiz mi?
Yalniz su
da bir gerçek ki, ambalajin cazibesi, tadi kötü olan
hiçbir ürünü sattiramaz. Burada söylemek istedigim, agzimiza bir sey koydugumuzda
göz açip kapayincaya kadar tadini begenip
begenmedigimize
karar verirken, yalnizca dilimizin tat alma tomurcuklarindan gelen kanitlara
tepki vermekle kalmiyoruz; gözlerimizden, anilarimizdan, hayallerimizden gelen
kanitlar da devreye giriyor. Firmalarin bir boyuta hitap edip de, digerini dikkate almamasi aptallik olur.
Coca Cola- Pepsi rekabetinde tadim
testleri, gözler bagli olarak yapilmis ve daha tatli olan Pepsi öne çikmisti. Ancak, bu fark satislara
yansimamisti. Neden? Çünkü gerçek dünyada
kimse içecegini gözleri bagli içmez ki! Imaji, sisesi, hatta logosundaki
kirmizisi gibi markayla ilgili tüm bilinçalti çagrisimlarimizi tatla birlestiririz.
Kenna vakasinda da mi böyle olmustu? Piyasa arastirmacilari, sarkilarindan birini telefonda dinleterek veya
internete koyarak dinleyicilerin tepkilerini almanin, albümün ne kadar satacagini tahmin etmeye yeterli olacagini düsünüyorlardi.
Baska bir deyisle,
müzikseverler bir sarkiyi saniyeler içinde ince
dilimleyebilirler, zannediyorlardi. Evet, prensip olarak bu dogru, ama ince dilimleme belli bir baglam içinde yapilmali. Bir evliligin saglamligini çabucak teshis
etmek mümkündür; ama çifti ping-pong oynarken seyrederek degil, iliskilerinde önemli
yer tutan bir konuya tartisirken izleyerek. Bir
doktora tazminat davasi açilma riskini kisa bir görüsmesine dayanarak ince dilimleyebilirsiniz; ama bu görüsmeyi hastasiyla yapiyorsa. Kenna’yi begenenler de Onunla yüz yüze gelmis veya videosunu izlemis kisilerdi.
Bu ek bilgi olmadan sirf dinleyerek, Kenna hakkinda karar vermek, körlemesine
yapilan Pepsi- Coke testine benziyordu.
Ölüm koltugu
Iki ünlü endüstriyel
tasarimci tarafindan en ergonomik sekilde
tasarlanan Aeron Ofis Koltugu, sekliyle, malzemesiyle, mekanizmasi ile alisilagelmis koltuklara
hiç benzemiyordu. Insanlar ofis koltugu seçerken, kalin minderli, yüksek arkalikli, taht
benzeri, statü sembolü olacak koltuklar seçer. Aeron, bunun tam tersiydi. Minder
yerine tarih öncesi dev bir böcegin
iskeletine benzeyen ag örgüsü ve
tuhaf çikintilari olan, ince yapili, siyah plastikli, saydam bir
nesneydi. Prototip üzerinde yapilan piyasa arastirmalari,
koltugun tam bir fiyasko olacagini gösteriyordu. Buna ragmen firma projeye çok para harcadigi için üretime devam karari aldi. Peki, ne
oldu? Baslangiçta hiçbir sey yoktu. Fakat çok geçmeden tasarimla ilgilenenlerin
dikkatini çekti. Tasarim ödülleri aldi. Derken New-York’tan California’ya, yeni
ekonominin çiplak estetigine uygun bir kült objesi oldu. Satislar hizla artarak, firmanin en fazla satilan koltugu oldu. Her yerde taklitleri çikti. Önceleri çirkin
denen sey simdi
herkese güzel görünüyordu.
Gözü kapali tadim testi, Kolalari ince
dilimlemek için yanlis bir baglamdi.
Aeron’da ise, tüketicilerin ilk izlenimini toplama çabasi, farkli bir nedenle
basarisizliga ugramisti. Testlere katilanlar
ilk izlenimlerini ifade ederken, duygularini yanlis yorumladilar. Nefret ettiklerini söylediler.
Fakat esas söylemek istedikleri, koltuk o kadar yeni ve alisilmamisti ki yadirgamislardi. Nefret ettigimiz seyler
arasinda öyle ürünler vardir ki, sadece tuhaf olduklari için öyle
hissederiz; bizi huzursuz ederler. Onlari anlayip sevmemiz zaman alir. Bu olgu,
her çirkin buldugumuz sey
için geçerli degildir. Bazi seyler, çirkinse hep çirkin kalir. Piyasa arastirmalarinin sorunu, kötü ile farkli arasindaki
ayirimi her zaman yapamamalaridir.
Kenna’nin müzigi de yeni ve farkliydi. Yeni ve farkli olanlar,
piyasa arastirmalarinda en yanlis sonuç verenlerdir. Ancak, sektörlerinin
uzmanlari bu tespitin kapsaminda degildir.
Dogustan
gelen yeteneklerini uzun yillar süren egitim,
emek ve tecrübe ile birlestiren bu ustalar, bilinçaltinin kilitli
kapisinin ardinda ne olup bittiginin farkindadirlar. Ne
ambalajin etkisi altinda kalirlar ne de yeni ve farkliyi, kötü ile karsilastirirlar. Bir konuda iyi
oldugumuzda, önem verdigimizde o tutku ve deneyim ilk izlenimlerimizin
tabiatini temelden degistirir.
Kenna’ya gelince; müzik sektörünün
uzmanlari ve gerçek müzikseverlerin bu kadar begenmesine,
Columbia Records’dan albüm çikarmasina ragmen
piyasa arastirmalarini asamadigi için hala
radyolarin TOP 40 listesine giremiyor.
Bölüm 6
BRONX’DA 7 SANIYE
Nazik bir sanat: Zihin okuma
3 Subat
1999 gecesi, Gineli bir göçmen olan Diallo gece yarisi isten eve dönmüs,
ev arkadasiyla konustuktan
sonra disari çikmis, merdivenlerin basinda
duruyordu. O sirada caddeye, içinde sivil giyimli dört polisin bulundugu, isaretsiz bir araba döndü.
Polislerin hepsi beyazdi, hepsi kot-sweatshirt giymisti, hepsi baseball sapkasi takiyordu
ve hepsi 9 mm’lik yari otomatik tasiyordu.
Görevi New York’un en yoksul semtlerinde devriye gezmek olan “Sokak Suçlari
Dairesi”nde çalisiyorlardi. DIallo’nun
halinden süphelenip, asagi çagirdilar.
Polislerin ifadesine göre Diallo, eve dogru
yürüyüp elini sag cebine atarak, siyah bir nesne
çikardi. Polisler bunu silah zannedip Diallo’nun üzerine toplam 41 kursun bosalttilar.
Üç ölümcül hata
Hizli karalarin en yaygin ve en önemli
türü, baskalari hakkinda verdigimiz hükümler ve edindigimiz
izlenimlerdir. Birisinin yaninda oldugumuz
her dakika, onun ne düsündügü veya
hissettigi hakkinda tahmin yürütürüz. Karmasik yüz ifadelerini kolayca yorumlariz. Baskalarinin niyetlerini ve hislerini anlama çabasi,
klasik ince dilimlemedir. Birisinin zihnini okumak için, belli belirsiz
saliselik ipuçlarini yakalamak kadar temel ve otomatik içgüdü yoktur. Ancak,
o subat aksami devriye
gezen dört sivil polis, Diallo’nun zihninden geçenleri okuyamamisti. Ürkek ve korkmus bir
insanin davranisini, silahli karsi koyma sanmislardi.
Polisler mahkemede aklandi; fakat tüm sehirde
protesto gösterileri yapildi.
Bu tür zihin okuma hatalari hepimizin basina gelebilir. Sayisiz tartismanin, anlasmazlik
ve yanlis anlasilmalarin,
gücenmelerin altinda bu yatar. O kadar ani ve esrarengizlerdirler ki, nasil
anlayacagimizi bilemeyiz.
Zihin okuma teorisi
Zihin okuma üzerinde en fazla çalisan psikologlar Paul Ekman ve Wallave Friezen’dir. Tip
kitaplarini inceleyip, yüz kaslarini ve yüzün bu kaslari kullanarak yaptigi 43 temel hareketi listelediler. Bu temel
hareketlerden de 3000 bilesimi tanimlayarak okuma
ve yorumlama kurallariyla birlikte, “Yüz hareketi Kodlama Sistemi” (FACS) adini
verdikleri 500 sayfalik bir katalogda topladilar. Evlilikler üzerine çalisan Gottman, çiftlerin duygusal durumunu analiz etmek
için bu katalogu kullanir. Diger arastirmacilar, sizofreniden
kalp hastaliklarina kadar her seyde
bundan yararlanir. Hatta, çizgi film yapimcilarinin bile basvuru kitabidir.
Yüz, duygular hakkinda olaganüstü zengin bir bilgi kaynagidir. Bu bilgi yalnizca beyin içinde olup bitenlerin
bir sinyali degil, bir bakima ta kendisidir. Bazi
deneylerde insanlara öfke, üzüntü, korku gibi çesitli
yüz ifadeleri gösterilmis ve bu ifadelerin
aynisini yapmalari istenmistir.
Bu sirada ölçülen kalp atislari ve vücut
sicakligi, bu duygulari gerçekten hissettiklerini
göstermistir. Baska
bir deneyde, gülmesi mekanik olarak engellenen kisilerin,
izledikleri çizgi filmleri komik bulmadiklari ortaya çikmistir. Oysa biz, önce bir duyguyu hissettigimizi, sonra yüzümüzde ifade ettigimizi, yüzümüzün duygularin bir uzantisi oldugunu saniriz. Bu deneyler ise, sürecin ayni zamanda
tersine de isleyip duygularin yüzde baslayabilecegini
göstermistir.
Yüz kaslarinin temel duygulara verdigi tepki, birkaç saniye de olabilir, elektrotlarla
ölçülebilecek kadar kisa da. Ama hep oradadir. Bu demek degil ki, yüzümüzü hiç kontrol edemeyiz. Istemsiz tepkilerimizi bastirmak için istemli
kaslarimizi kullanabiliriz; fakat baskilanan duygularin ufacik bir kismi,
bir sekilde sizar. Istemli hareketlerle, mimiklerle duygularimizin
bilinçli sinyalini vermeye çalisiriz. Oysa istemsiz
ifade sistemimiz, bir bakima daha önemlidir. Insanoglu, otantik duygularinin
sinyalini verecek sekilde evrimlesmistir. O yüzden, belli
etmedigimizi sandigimiz
duygulari çevremizdekiler hemen okur. Mesela, insanlardan gülümsemesi
istendiginde tek kas çalisir, içten gelen gülümsemede iki kasin bilesimi. Üstelik, gerçek gülümsemede ikinci kasi engelleyemeyiz;
ne kadar bastirmak istesek de. Bu yüzden hepimiz, genelde otomatikman ve
kolayca zihin okuyabiliriz. Fakat o gece hiç biri Diallo’nun yüzündeki
masumiyeti, merak ve korkuyu anlayamadi. Neden?
Bir Kadin, bir Erkek ve bir elektrik dügmesi
Zihin okuma yeteneginin kaybolmasinin ne anlama geldigini anlamak için, otizme bakmak gerekir. Otistikler
zihin körüdür. Yüz ifadeleri gibi, kendini baskasinin
yerine koymak gibi kelimelere dökülmemis ipuçlarini yorumlayamazlar. Ilk izlenim mekanizmalari temelden arizalidir.
Otistiklerin dünyaya bakisi, zihin okuma yetenegimizi kaybettikten sonra neler oldugu hakkinda bize fikir verir. Otistikler üniversite
bitirebilirler, doktora yapabilirler; fakat onlar için sözlerle ifade edilmeyen
hiçbir seyin farkinda degildirler.
Karsilarinda
soyunsaniz, burnunuzu karistiraniz bile tepki
vermeyebilirler. Tamamen sözel olmayan bir ortamda, otistiklerin fonksiyonlari
kaybolur. Normal insanlar bir yüze baktiginda,
beynin “fusiform gyrus” denen bir bölgesini kullanirlar. Beynin bu sofistike
yazilimi, tanidigimiz binlerce surati ayirt etmemizi
saglar. Ancak, bir iskemleye bakildiginda “inferior temporal gyrus” denen, beynin nesnelere
ayrilmis, tamamen farkli ve daha az
güçlü bölgesini kullanilir. Otistikler ise, hem yüzler için hem nesneler
için ayni zayif bölgeyi kullanirlar. Baska
bir deyisle, otistikler için yüz, nörolojik düzeyde
herhangi bir nesnedir.
Peki, normal insanlar belli kosullarda bir otistik gibi düsünebilirler mi? Otizmin zihin körlügünün, kronik degil
de geçici bir an için olmasi mümkün mü? Bu yüzden mi normal insanlar bazen
tamamen yanlis, tehlikeli sonuç doguran hükümlere varabilirler?
Bir köpekle tartismak
Polisiye dizilerde sürekli olarak silahlar
çekilir, kovalamacalar olur, insanlar öldürülür; siradan bir olaymis gibi cesedin basinda
sigara yakilir; sonra da bir bara gidilip bira içilir. Sanki silahla adam
vurmak siradan bir olaymis gibi. Oysa, gerçek hayatta hiç de
öyle degildir. Polis memurlarinin %90’indan
fazlasi, meslek hayatlarini hiç silah atmadan tamamlar. Silah kullanmak zorunda
kalanlar da, bu olayi öylesine stresli olarak tarif ederler ki, acaba bir
silahi ateslemek, geçici otizme yol açacak boyutta
bir travma mi yaratir?
Silahli çatismaya
giren polislerle yapilan konusmalarda ayni ayrintilar
tekrar tekrar ortaya çikmaktadir: olaganüstü görüs berrakligi (“Kursunun ilerleyisini
gördüm”), tünel bakisi (“Etrafimdaki her sey yok olmustu”),
hislerin azalmasi (“Silahin patladigini duymadim”)
ve zamanin durdugu hissi. Insan vücudu, asiri streste
böyle tepki verir. Hayatimizin tehlikede oldugu
bir durum söz konusu oldugunda, zihnimiz algilarimizin boyutunu ve
çesidini adamakilli sinirlar. Ses,
hafiza ve sosyal sorumluluklari feda ederek bizi, önümüzdeki tehdidin
üzerine yogunlastirir.
Peki, strese verilen tepki asiriya kaçtiginda
ne olur? Stresin performansi arttirdigi optimum
uyari seviyesi, kalp atislarinin 115 ila 145 araliginda oldugu
zamandir. Örnegin, sporcular en iyi bu aralikta basari gösterirler. Ancak pek az kisi, bu aralikta kalabilir. Çogumuz baski altindayken asiri uyariliriz ve belli bir noktayi geçtiginde, vücut o kadar çok bilgi kaynagini kapatmaya baslar
ki, ise yaramaz hale geliriz. 145 ten sonra
karmasik motor becerileri yok olmaya baslar. Eller tutmaz olur. 175’te algilama süreci tamamen
durur. Ön beyin salterini indirir, orta beyin (beynin bir
köpekle ayni olan bölgesi) ön beyni ele geçirir. Bakis açisi da kisitlanir. Davranis asiri saldirganlasir. Öfkeli veya korkmus biriyle tartismaya
kalktiniz mi hiç? Tartisamazsiniz; köpeginizle tartissaniz
daha iyidir. Kendisine kursun sikilanlarin çogunun bagirsaklari bosaliverir; zira kalp atislarini
175’in üstüne çikaran bir tehditte vücut fizyolojik kontrolü gereksiz görür.
Kan, kaslarin yüzeyinden çekilip içinde toplanir. Evrimde bunun amaci, kaslari
adamakilli sertlestirerek bir çesit zirh haline getirmek ve bir yaralanma
durumunda kanamayi azaltmaktir.
Fakat, bu degisim bizi sakar ve çaresiz kilar. Telefon
numaralarini hatirlamaz, tuslara basamaz oluruz. Bu
yüzden birçok emniyet müdürlügü, hizli takipleri
yasaklamistir. Yalnizca suçluyu kovalama sirasinda
masum birine çarpma tehlikesinden degil,
(her yil kovalamaca kazalarinda 300 vatandasimizi kaybediyoruz),
fakat ayni zamanda kovalama sonrasinda olanlar yüzünden de yasaklanmistir; zira yüksek hiz tam da polisleri asiri uyarilma durumuna getiren seydir. Böyle bir hiz sonunda, asiri uyarilmis durumdayken çesitli eyaletlerde masum insanlari öldürmeleri, bu
ülkede yasanan en büyük 3 isyanin sebebi olmustur. Asiri uyarilma zihin
körlügü yaratir.
Beyaz Bosluk Bulunmamasi
Baskan
Ronald Reagan’a yapilan suikastta korumalar, Baskani korumayi neden
becerememisti? 1981 Martinda Washington’da, Reagan
otelden çikmis limuzinine dogru yürürken John Hinkley adinda biri, Reagan’in
çevresine 6 kursun yagdirmisti. Korumanin görevi, kalabaligi gözleriyle tarayip yüzleri ve zihinleri
okumaktir. Peki, Reagan’in korumalari saldirganin niyetini neden okuyamamisti o gün? Eger
olayin videosunu seyrederseniz, açikça görürsünüz: zaman yoktu. Bu da zihin
körlügünün ikinci en önemli nedenidir.
Korumada en önemli faktör, “beyaz bosluk” denen, hedefle potansiyel saldirgan arasindaki
mesafedir. Bu mesafe ne kadar uzak olursa, koruma o kadar kolay zihin okur, o
kadar kolay harekete geçebilir. Hinkley gazetecilerin ortasinda, Baskana bir metreden az bir mesafede duruyordu. Bu olayda
suikastçinin silahini çekmesi, 6 kursunla üç kisiyi öldürüp Baskani yaralamasi ve
korumalar tarafindan yere yatirilmasi arasinda yalnizca 1.8 saniye geçmisti.
Zaman, asiri derecede
kisaysa, en basit içgüdüsel tepkiler verilir. Beyin geçici olarak otistik
olur. Inanmasak ve tasvip etmesek bile,
bize sablonlarimiz ve önyargilarimiz
kilavuzluk eder. Ince dilimleme ve ani karar verme yetenegimiz olagan üstüdür;
ama bilinçaltimizdaki dev bilgisayarin bile çalismak
için birkaç saniyeye ihtiyaci vardir. Bu yüzden birçok emniyet
müdürlügü, devriye arabalarindaki iki polisi teke
indirmistir. Zira görüldü ki, polisler yanlarinda
biri olmayinca daha temkinli, daha yavas oluyorlar.
Pervasizligi bir kenara birakip, baslarini daha az derde sokuyorlar. Bunun yaninda,
polis egitiminde, olay yerine gitmeden önce
yapmalari gereken hususlara, sonrasi kadar önem verilmelidir. Uygulamali egitimde suç senaryolari tekrar tekrar
oynanmali ki, kaniksansin ve gerçek olayda, asiri uyarilip zihin körlügüne ugranmasi ihtimali
azalsin.. Zihin okuma da egitimin bir parçasi
olmalidir.
Sonuç
GÖZLERLE DINLEMEK
Klasik müzik dünyasi, yakin zamana kadar
özellikle Avrupa’da, beyaz erkeklerin tekelindeydi. Kadinlarin erkekler kadar
iyi çalamayacagina inaniliyordu. Bazi tür eserler
için, kuvvetleri, tavirlari veya dayanikliliklari yetersizdi. Bunun bir önyargi
oldugu da düsünülmüyordu;
zira sefler, müzik direktörleri ve maestrolarin
dinledigi seçmelerde, hep erkekler daha iyi
performans gösteriyordu. Bu müzik uzmanlari, hangi sartlarda olursa olsun çarçabuk ve objektif bir
biçimde bir performansin kalitesini ölçebilirlerdi.
Fakat son 20-30 yil içinde klasik müzik
dünyasi devrim geçirdi. Amerika’da müzisyenler sendikalasip, haklari için mücadele ettiler. Seçmelerin de belli
kurallara baglanmasini istediler. Seçimi yalnizca
bir sef degil,
heyet yapacakti. Aday ile jüri arasinda perde olacakti. Isimle degil
numarayla bilineceklerdi.
Bu yeni kurallar ülke çapinda uygulanmaya
kondukça tuhaf bir sey oldu: orkestralar kadinlari ise almaya basladilar.
Seçmelerde perde konmasi yayginlasinca
en büyük Amerikan orkestralarinda kadin çalgicilarin sayisi 5 kat
artti. Ilk izlenimin yalnizca dinledikleri
müzikten geldigini, adayin tipinin, fiziginin, tavirlarinin hiç etkisi altinda
kalmadiklarini zanneden seçiciler, ne kadar yanildiklarini anladilar.
Küçük bir mucize
Klasik müzik devriminden alacagimiz güçlü bir ders var. Yillardir sefler, ilk izlenimlerinin yanlisligini neden fark
etmediler? Çünkü bu hatayi hepimiz, sikça yapariz. Ilk izlenimlerimizin nereden veya ne anlama geldigini bilmedigimizden,
ne kadar nazik oldugunu da fark etmeyiz. Bu gücümüzü ciddiye
aliyorsak bilinçaltimizin yargilarini degistirecek, egilimini
degistirecek
etkenlerin varligini da kabul etmemiz gerekir.
Orkestralar önyargilariyla yüzlesince ne yaptilar? Sorunu çözdüler. Oysa
genellikle bir göz kirpmasi süresince edindigimiz
izlenimi, degismez
dogru saniriz. Bilinçaltimizdan yüzeye
köpürenler üzerinde hiç kontrolümüzün olmadigini düsünürüz.
Oysa, eger ani hükmümüzü verdigimiz ortami degistirebilirsek, hükmümüzü de degistirebiliriz. Böylece
askerlerimizi, acil servis elemanlarimizi veya polislerimizi de hata yapmaktan
koruyabiliriz.
SON SÖZ
Chancellorville dersi
Amerikan sivil savasinin en ünlü çatismalarindan biri, 1863 baharinda Virginia’nin
Chancellorville kasabasi yakinlarinda olmus, efsanevi Güneyli komutan Robert Lee, Kuzeyli komutan
Joe Hooker ile karsilasmisti. Hooker kagit üzerinde,
asker sayisi, cephane, strateji, konum, zeka gibi her bakimdan Lee’den üstündü;
Gelgelelim, savaslar kâgit üzerinde
yapilmadigindan, Hooker’in ordusu sonuçta agir bir yenilgiye ugramisti.
Blink için arastirma yaparken yürüttügüm
görüsmeler arasinda beni fazla etkileyen kisi General Van Riper oldu. Chancellorville, Van
Riper’in özel ilgi alaniydi. Evi tavanlara kadar kitap doluydu. Van Riper
bana sunu ögretti;
gerektigi anda akillica içgüdülerle tepki
verebilmek, ancak çok uzun ve agir bir egitim ve tecrübe ile mümkün olabilir. Van Riper de
kütüphanesi ve Vietnam ormanlarinda elde ettigi
birikimler sayesinde mavi takimi yenebilmisti.
Hooker ve Lee çarpismasina gelince: normalde iki ordu arasindaki
mücadelede ne olabilecegini tahmin edebiliriz. Iki tarafin da askerlerini sayariz. Her iki ordunun
cephanesinin büyüklügünü ve niteligini karsilastiririz. Stratejilerini, askeri istihbaratlarinin
kalitesini, konumlarinin gücünü karsilastirir, taraflarin avantaj ve dezavantajlarini bir
matematik problemi gibi alt alta toplariz. Oysa, gerçek hayatta, (muharebe
alanlari, acil servisler, polisin bir süpheliyle
karsilasmasi gibi)
çok hareketli, götürüsü büyük durumlarda bu tür alisilagelmis,
rutin analizler pek ise yaramaz. Kisinin yasam
boyunca ögrenerek, izleyerek ve yaparak kazandigi bilgelik, kisacasi muhakeme lazimdir. Komutan
Lee komutan Hooker’in aninda harekete geçme konusundaki kararliligini hissetmis,
böylece aninda Hooker’i sasirtacak bir plan yapabilmisti. Bu yetenegi
sayesinde, kendi ordusunun iki kati büyüklükteki orduyu yenebilmisti. Muhakeme önemlidir. Kazananlari kaybedenlerden
ayiran muhakemedir. Muhakeme kirilgandir; naziktir. Tecrübelerimizle, degerli bir yetenek kazaniriz: gerektigi anda harekete geçebilme becerisini. Fakat bu yetenek
kolayca sapabilir. Diallo vakasinda dört polisin yanlis yargiya varmasi, Diallo’nun kara tenli olmasi ve
arada beyaz bosluk bulunmamasiydi. Içgüdüsel karar verme sürecinin gerçek
tabiatini anlayabilirsek, bulunduklari sartlar
yüzünden dogru muhakeme yapip dogru yargiya varamayanlara karsi da bagislayici oluruz. Chancellorville muharebesinde
Kuzeyli komutan Hooker, Güneyli komutan Lee hakkinda çok daha fazla bilgi
sahibiydi; ama savasi kaybeden o oldu. Kouros vakasinda
Müze, Heykelin gerçekligini teyit için her türlü teknik analizi
yapmisti; fakat sahte oldugunu Atina’daki uzmanlar, sadece bir bakisla anlamislardi.
Klasik müzik seçmelerinde maestrolar, adayi görmedikleri zaman, giyiminden,
fiziginden etkilenmedikleri, sadece müzigi dinledikleri için, daha dogru karar veriyorlardi.
Daha az bilgi ile daha dogru sonuca ulasma
meselesi, kitap için yaptigim görüsmelerde, en fazla gündeme getirilen konu oldu.
Bilgiden doygunluga erismis bir dünyada yasiyoruz.
Parmaklarimizin ucunda her an sinirsiz bilgi var. Yeterli bilgi sahibi olmadigimiz durumlarda ev
ödevini yapmamakla suçlaniriz. Fakat, bazen de çok miktarda bilgi bize büyük
maliyetler getirir. “Bilgi” ile ”anlama”yi karistirir
olduk.
Pearlharbour’da Japonlar Amerikan
istihbaratini tam anlamiyla gafil anlamislardi.
Bunun sebebi Japonlarin niyeti hakkinda yeterli bilgiye sahip olunmamasi degildi; aksine, yigin
yigin bilgi vardi. Japonlarin kullandigi sifreler
bile çözülmüstü. Sorun da buradaydi zaten. Ordu
analistleri asiri bilgi altinda ezilip kalmislardi. Agaçlara
bakmaktan ormani görmüyorlardi. Bu arada, Japonlarin 1941 yazinda ve
sonlarinda, Japonlarin neye hazirlandiklarini en iyi kim tahmin etmisti dersiniz? Gazeteciler. Ordu’nun bütün gizli
raporlarini okumaktansa, yalnizca Newyork Times’i takip etseniz, Japonlarin
niyetlerini çok daha iyi anlardiniz. Bunun sebebi, gazetecilerin Japonlar
hakkinda daha fazla sey biliyor olmasi degildi. Daha az bildiklerinden, tüm resmi
görebiliyorlardi.
11 Eylül sonrasinda da Kongre ayaklanmis, FBI, CIA ve NASA (Milli Güvenlik Teskilati)’nin teröristler hakkinda yeterli bilgi sahibi
olmadigindan yakiniyor, istihbarat toplama
kapasitemizi güçlendirmeyi öneriyorlardi. Acaba mi? Dogru karar vermenin anahtari bilgi degil, anlamadir. Ilkinin
içinde yüzdügümüz halde, ikincisinde çaresiz
durumdayiz.
Van Riper Hakkinda son bir sey daha: Onunla tanistigimda Irak savasi henüz
baslamamisti.
Fakat Orta Dogu bulutlaniyordu. Van Riper’in o gün bana
söylediklerini hiç unutmayacagim. Riper Irak’ta savas ihtimalinden büyük endise duyuyordu. O noktada Washington’dakiler, kisa ve
zaferle sonuçlanacak bir savastan söz
ediyorlar; çabucak çarpisip
kolayca kazanacaklarini söylüyorlardi. Van Riper tecrübelerine dayanarak, bunun
mümkün olmadigini düsünüyor,
Bagdat’i fethetmeye kalkismadan önce, ne kadar uzun ve zor bir savas olacagi hakkinda
dürüst olmamiz gerektigine inaniyordu. Üstelik, ordudan
emekliye ayrilmis arkadaslari da
ayni sekilde düsünüyorlardi.
Geriye dönüp baktigimda keske
diyorum, Van Riper Irak’la ilgili tahmin ve içgüdülerini Amerika’nin geri
kalanlariyla paylasabilseydi.
Ne zaman göz kirpmali, ne zaman düsünmeli?
Bana tekrar tekrar sorulan bir soru, ne
zaman içgüdülerimize güvenecegimiz, ne zaman bilinçli
bir sekilde enine boyuna düsünecegimiz. Bunun kismen
cevabi su: açik ve net seçimlerde bilinçli analiz
en iyisidir. Analiz ve kisisel tercihler karmasiklastikça, çok farkli degiskenler arasinda bocaladiginizda, bilinçalti düsünce süreci daha üstün olabilir. Bunun, alisagelmis kabullerin tam
aksi oldugunun farkindayim. Normalde önemsiz
meselelerde, ani kararlarimizin en dogrusu
oldugunu düsünürüz. Su kisi çekici mi?
Canim seker istiyor mu? Fakat yapilan deneyler,
beynimizde bilinçaltindan sorumlu olan dev bilgisayarin, birbirine rakip çok
sayida degiskenle
ugrasirken,
en iyi performansi sergiledigini göstermistir. Örnegin
alisveriste,
mutfak esyasi gibi ufak tefek seyleri hiç düsünmeden
alanlar, bir süre sonra pisman
olduklari halde, düsünüp tasinarak
alanlarin memnuniyeti devam etmistir.
Mobilya gibi daha karmasik ve pahali alisverislerde bunun tam tersi
gözlenmis, çok fazla düsünenler pisman
olurken, içlerinden gelen sese güvenenler bu pismanligi pek yasamamislardir.
Bilinçalti’nin babasi Sigmund Freud da
benimle ayni kanaatteydi, söyle demisti: “Önemsiz bir meselede karar verirken bütün lehteki
ve aleyhteki faktörleri dikkate almanin yararini her zaman gördüm. Ancak es seçmek, meslek seçmek gibi hayati meselelerde
karar içimizdeki derinliklerden gelmeli’’
Bu cevabin, “Bilinçaltimiza mi güvenelim,
bilinçli analize mi?” sorusunu kismen karsilayacagini söylemistim
az önce. Gerçek su ki bu soruya tam
olarak ne ben, ne de bir baskasi cevap
verebilir.
En iyisi, her vakada bilinçalti ile
bilinçli analizin dogru karisimini bulmaya çalismaktir. Bu da zamanimizin kritik sorunlarindan biridir.
Örnegin, ögretmenseniz
bir ögrenciyi degerlendirirken
standart testlere ne kadar agirlik
vereceksiniz, ögrencinin motivasyonu, tutumu, gelecegi hakkindaki kendi kanaatlerinize ne kadar? Bir girisimciyseniz, yeni bir ürün için kumar oynarken piyasa
arastirmalarinin verilerine ne kadar, ürün
hakkindaki kendi içgüdülerinize ne kadar? Bir sporcunun maçlardaki performansi
ne kadar önemli, kisiligi
ve saha disindaki davranislari ne kadar? Michael Jordan’i ele alalim. 12 yasindayken en uzun boylu, en hizli ziplayan basketçi degildi. Istatistikleri
de ülkenin en iyisi degildi. Michael Jordan’i
yasitlarindan ayiran sey, tutumu ve motivasyonu idi. Ama bu nitelikler,
formel testlerle ve istatistiklerle ölçülemez. Bunu ölçmek için uzun yillar
tecrübe kazanmis, her türlü bilgiyi toplayarak
bilinçli ve bilinçalti veri tabani olusturmus bir uzman olmak gerekir. Ister basket takimi olsun, ister sirket, en basarili kurumlar,
rasyonel analizi içgüdüsel yargiyla nasil birlestirecegini bilenlerdir. Getty müzesi avukatlari, jeologlari ve
arkeologlari çagirmakla hata yapmamisti, bir tek bu tür uzmanliga güvenmekle hata yapmisti.
Harekete geçmeye çagri
Klasik müzik seçmelerinde jüri ile aday
arasina perde koymak gibi son derece basit bir önlemle Amerika’daki büyük
senfoni orkestralarinda çalan kadin orani %5 ‘ten %50’ye çikmistir. Orkestralarda kadinlara karsi ayirimciligi kaldirmak
için baska çareler aramaya kalksaydik, eminim
uzun toplantilar, seminerler yapacak, kadinlarin daha iyi çalmasi için egitim programlari hazirlayacak, orkestralari kendi
derebeylikleriymis gibi yöneten maestro’larin
önyargilarini gidermeye çalisacak, kisacasi daha
global ve uzun vadeli önlemler pesinde
kosacaktik.
Umudum, Blink’in bu tür pratik çözümleri
tesvik etmesidir. Örnegin Amerikan adalet sisteminin en çarpici
karakterlerinden biri, isledikleri ayni tür suç için
beyazlara kiyasla siyahlarin tutuklanma oraninin yüksekligidir. Uyusturucu
suçundan bir siyahin hapse girmesi olasiligi,
ayni suçtan bir beyazin girme olasiligindan ülke çapinda
15 kat, bazi eyaletlerde 57 kat daha yüksektir. Sözünü ettigim suç isleme
oranindaki farklar degil, islenmis suçlarda tutuklanma oranidir. Güya adalet kör,
hukuk herkes için tarafsizdir; ama gerçek hiç de öyle degildir.
Öyleyse ne yapmaliyiz? Önümüzdeki 20 yili,
toplumdaki bilinçalti irk sorununu çözmeye harcayabiliriz veya adaleti saptiran
hatali izlenimleri derhal ve pratik bir sekilde
onarma yoluna gidebiliriz. Adalet sistemi Klasik müzik dünyasini örnek
alabilir. Jüri ile sanik arasina perde konabilir. Daha da iyisi, sanik durusma salonunda degil,
baska bir odada oturur, kendisine sorulan
sorulara e-mail veya bir araci vasitasiyla cevap verir, böylece jüri, sanigin yas, cinsiyet, ten rengi
gibi niteliklerinden ön yargi olusturmaz.
Bilinçaltimizin gizli sakli bölmelerini
arastirmak yeterli degildir. Zihnin nasil çalistigini, insan yargilarinin güçlerini ve zaaflarini ögrendigimize göre, harekete
geçme sorumlulugu da bize aittir.