ÇIN
DÜNYAYI YÖNETINCE
Bölüm I
MUHAFIZ DEGISIMI
1945’ten
bu yana dünyanin dominant gücü Amerika olmustur. Ingiltere’nin sanayi
devriminden itibaren Avrupa’nin elinde olan bu üstünlük iki savastan sonra el
degistirmistir.
Simdi,
henüz bebeklik döneminde olan ve dünyayi degistirmesi beklenen tarihi bir
sürece taniklik ediyoruz. Bati tanimi altinda toplanan gelismis dünya (Amerika,
Kanada, Bati Avrupa, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya), gelisen dünya
tarafindan kizaga çekiliyor. Elbette en ileri gelisen ülkenin bile daha çok
uzun zaman gelismis ülkelerin ekonomik ve teknolojik seviyesine ulasmasi
beklenemez fakat bunlarin toplam nüfuslari dünya nüfusunun büyük çogunlugunu
olusturdugundan ve ekonomik büyüme hizlari gelismis dünyadan daha yüksek
oldugundan, yükselisleri de küresel ekonomik güç dengesinde belirgin bir kayma
yaratmaktadir.
Yeni
Yüzyila girerken Amerika tek süper güç olarak kalmisti. Neo-konservatifler
dünyayi Sovyet Blok’unun çöküsü ve Amerika’nin sahip oldugu muazzam askeri güç
prizmasindan yorumladilar. Ekonomik çok kutupluluga dogru olan trendi dikkate
almayan yeni doktrin, Amerika’nin potansiyel rakiplerini caydiracak muazzam
askeri üstünlüge ve dostlarini ve uluslar arasi anlasmalari kaale almayacak
kadar Amerika’nin çikarlarina önem veriyordu. Soguk savas sonrasinda
Amerika’nin askeri harcamalari, dünyadaki tüm devletlerin harcamalarinin
toplamina ulasti. Insanlik tarihinde tek bir ulusla tüm digerleri arasindaki
askeri esitsizlik hiç bu kadar büyük olmamisti. Terörle savas her
seyin önüne geçti, Avrupa ile iliskiler askiya alindi, ulusal egemenlik
bir yana atilirken rejim degisikligi mesru görülerek Irak’in isgaliyle
sonuçlandi. Amerika küresel olaylara çeki-düzen verecegim derken küresel
destegi kaybetti. Ezici askeri gücünün Irakta bir ise yaramamasi bir yana,
yumusak güç (bir ülkenin kültürünün, siyasi ideallerinin ve yasam
politikalarinin cazibesi) rezervini de yitirdi.
Bush’un
dis politikasi Amerika’nin dünyadaki konumunu pekistirmek üzere yola çikmis
fakat ciddi biçimde zayiflamasiyla sonuçlanmisti. Neo-konservatif yaklasim tarihin
feci biçimde yanlis okunmasini temsil ediyordu.
Paul
Kennedy’nin “Büyük güçlerin Yükselisi ve Çöküsü” adli kitabinda da belirttigi
gibi siyasi ve askeri güç ekonomik güce dayanir. Kraliçe Victoria döneminde (
1850 – 1914) Büyük Britanya imparatorlugunun dünya hakimiyeti, sanayi devrimini
baslatan ülke olarak ekonomik alanda bütün ülkelerin önüne geçmesi sayesinde
gerçeklesmisti. Gücünü kaybetmesi de yine ekonomisinin bozulmasi yüzünden oldu.
Irak olayinda Amerika’nin yaninda yer
almasi yalnizca göstermelikti.
Egemen güç olmanin ön kosulu ekonomik güçtür. Bu gerçegi emperyal güçler asla
kabul etmezler. Amerika da emperyal
hirslarinin ve asiriliklarinin klasik
sorunlariyla bas basa kalmistir. Dünya yüzeyine serpistirilmis 800 üsse sahip
dev bir askeri gücü korumanin getirdigi yük, Amerika’nin muazzam cari açiginin
baslica sebeplerinden biridir. Ekonomik
gücü zayifladikça askeri üstünlügünü sürdürmesi de mümkün olamayacaktir.
Yeni
Tür Bir Dünya
Su
anda yeni tür bir dünyanin arifesindeyiz fakat bunu kavramak çok zor: Çagdas dünyanin ezberleri ve parametreleriyle
yasamaya o kadar alismisiz ki elimizde olmadan onlari normal kabul ediyor ve
uzun dönemli tarihi degisimlerin bir sonucu degil de degismez gerçekler olduklarina
inaniyoruz. Dünyayi Bati’nin, daha dogrusu Amerika’nin yönlendirdigi fikrinin
disina çikamiyoruz.
Küresellesmeyi
ele alalim. Yaygin Bati görüsü, küresellesmenin serbest piyasa, Bati sermayesi,
özellestirme, hukukun üstünlügü, insan haklari ve demokratik normlariyla tüm
dünyayi batililastirma süreci oldugu yolundadir. Oysa her toplumun kültüründe
ve tarihinde kök salmis, aile, hükümet, sirket gibi yerel kurumlari
sekillendiren ve tam aksi yöne çeken kuvvetli ters akimlar vardir. Dahasi,
ülkelerin refahi arttikça kendi kültürleri ve tarihlerine daha fazla sahip
çikarlar, Bati’yi taklide pek heveslenmezler. Dolayisiyla küresellesme tek
yönlü bir süreçten öte oldukça karmasik bir olgudur. Bir taraftan
birlestirirken diger taraftan ayristirir.
Gittikçe artan
sayida gelisen ülkenin
yükselisine taniklik etmekteysek de ekonomik
açidan Çin uzak ara birincidir. Yeni Dünyanin tasiyicisi ve sürücüsü Çin, kollarini
10 yil içinde
Dogu, Orta ve
Güney Asya, Güney
Amerika ve Afrika’ya
uzatmistir.
Savas
sonrasi Amerika tarihi açidan esi benzeri olmayan bir konuma gelmisti. O zamana
kadar, güçlü bir devletin güdümündeki bir yeni dünya düzeni hep zorlama ve
boyun egmeye dayanirdi. Fakat Amerika’nin güdümündeki düzen emperyal olmaktan
çok liberal, ulasilabilir, mesru ve dayaniklidir. Kurumlari ve kurallari,
demokrasi ve kapitalizm kök salmis ve beslenmistir. Katilmasi kolay, tahttan
indirilmesi zordur. Buna ragmen, Çin
faktörünü gözden uzak tutamayiz.
Simdiye
kadar, önce Ingiltere sonra Amerika olmak üzere,yeni bir küresel gücün dogusu
beraberinde yeni bir dünya düzeni getirmistir. Çin’in, ne kadar güçlü ve farkli
olacaginin isaretlerini simdiden verdigini dikkate alirsak, zamanla yeni bir
uluslar arasi düzenin dogabilecegi fikrini göz ardi edemeyiz.
Bati
Dünyasinin Sonu
Yüzyilin
ortalarina kadar hayata geçmis açisindan bakilir, simdiki zaman geçmisin bir
uzantisi olarak görülürdü. 18. yüzyilin sonuna dogru modernitenin ortaya
çikmasiyla simdiki zaman geçmise bakarak degil, gelecege yönelik olarak
algilanir oldu. Moderniteye özgü yeni kazanilan degerler ve kavramlar ortaya
çikti: ilerleme, degisim, modernizasyon, aydinlanma, gelisme ve özgürlesme
gibi. Sonra da bu kavramlarla adet, gelenek, tecrübe ve muhafazakarlik arasinda çatisma basladi.
Moderniteyi
baslatan ve yayginlastiran etken, sanayi devrimi ve onun getirdigi ekonomik
take – off oldu. Modernite, gitgide genisleyen evren gibi halen de yayilmasini
sürdürmektedir.
Sinailesme
ile tarladan fabrikaya, köyden kente geçis yaninda, aile yapisi, yasam
standartlari, çalisma kosullari, bilgi ve beceriler, siyasi temsil, çevreyle
iliskiler ve zaman kavrami da halen
sürmekte olan degisime ugradi.
Modernite’nin
dogum yeri Avrupa’ydi. Ahtapot gibi kollariyla 200 yilda tüm dünyayi sardi,
modernite ile Avrupa esanlamli hale geldi. Fakat son 50 yildir Dogu Asya
moderniteyi benimsemek yaninda kendi kültüründen ve tarihinden gelen çok farkli
özellikler katti.
BATININ
YÜKSELISI
1800’de
Çin ve Japonya en az Avrupa kadar sehirlesmis, sermaye birikimi ve ekonomik
kurumlari gelismis, anonim sirketler ortaya çikmisti. Dokumacilik, boyama,
sulama, tip, porselen üretimi gibi teknolojinin bazi alanlarinda Çin Avrupa’nin
önüne geçmisti. Ancak Ingiltere sanayi devrimini baslattiktan sonra sermaye ve
enerji yogun proseslere yapilan yatirimlari ile üretkenligi arttirip bilim,
teknoloji ve innovasyonun yüksek ivmeyle gelismesini sagladi. Böylece Çin Ingiltere’nin gerisinde kaldi.
Iyi
de, 1800 ‘den itibaren neden Çin veya Japonya degil de Bati Avrupa bu kadar hizla
ilerledi?
Bu
noktada tek etken olmamakla birlikte sans faktörü devreye girmisti. 1800
civarinda Eski Dünya’nin en kalabalik bölgeleri olan Çin ve Avrupa artan
nüfuslarini tasima güçlügüne düsmüslerdi. Hizla azalan toprak ve ormanlar
yüzünden gida, dokuma ipligi, yakit ve insaat malzemesi kitligi bas
göstermisti. Bu durum özellikle Çin’de ciddi boyuttaydi zira en yogun nüfusun
yasadigi Sari irmak ile Yangtze irmaklarinin arasindaki bereketli topraklar
asiri kullanimdan dolayi verimsizlesmisti.
Avrupa,
daha dogrusu Ingiltere, bu çikmazdan iki gelisme sayesinde çabuk kurtuldu:
Birincisi, sanayi devrimi için gereken yakit ihtiyacini karsilamak için
gittikçe azalan odunun yerini alacak muazzam kömür yataklarinin kesfi, Ikincisi
ve daha da önemlisi, yeni Dünya’nin (Karayipler ve Kuzey Amerika)
sömürgelestirilmesi sayesinde devasa boyutta arazilere kavusmasi, onu isleyecek
ucuz isgücü için kölelerin getirilmesi ve böylece istendigi kadar gida ve
hammadde saglanmasi. Öyle ki Ingiltere 1830’da Yeni Dünya’dan ithal ettigi sadece
pamuk, seker ve kereste’yi kendi üretmek zorunda kalsaydi, ülkedeki tüm
topraklar yetmeyecekti. Çin’in ne yazik ki böyle bir sansi olmadi. Ayni noktada
basladiklari halde, iki ülke arasindaki gelismislik farki kisa süre içinde
öylesine büyüdü ki kapanamaz hale geldi.
Sömürgeciligin
Avrupa’ya baska uzun vadeli kazanimlari da oldu. Ulus devletler arasindaki
savaslar ve sömürge rekabeti ekonomik güçle birlesince birer savas makinesi
olup çiktilar; 19. yüzyil boyunca dünyadaki bütün bölgelerden daha üstün askeri
güce kavustular. Sömürge ticareti ayni zamanda sirket organizasyonu ve
finansal sistemlerde innovasyonlara yöneltti;
Hollanda anonim
sirketi icat etti. Köle ticareti ve sömürgelestirme olmasaydi, Avrupa asla bunu
basaramazdi.
1800’de
dünya ekonomisi çok merkezliydi. Güç; Asya, Avrupa, Çin, Amerika, Hindistan
arasinda paylasiliyordu. En büyük iki ekonomi Çin ve Hindistan’di. Sonraki iki yüzyil boyunca güç, nispeten az nüfuslu
Avrupa ve Kuzey Amerika’nin elinde
yogunlasti. Dünya’nin diger bölgelerindeki kalkinmayi yüzyildan uzun süre
bogdu. Ve simdi yeniden çok merkezli
hale dönüyor.
Avrupa’nin
Moderniteye Geçis Sürecindeki Farklar
Avrupa
ülkeleri kendi aralarinda savasarak epeyce zaman ve enerji tükettiyse de, 16.
yüzyildan itibaren moderniteye geçis, güneydogudaki Osmanli Imparatorlugu
hariç, ciddi bir dis tehdit olmaksizin gerçeklesti. Nitekim, 17. yüzyildan
sonra Osmanli Imparatorlugu da gitgide geriledi ve nihayet 19. yüzyilda
Balkanlardan atildi. Dis tehdit olmamasi önemli bir imtiyazdi ve bunun keyfini
süren bir tek Avrupa oldu. Asya, Afrika, Latin Amerika’da sonradan moderniteye
özenen bütün ülkeler modern Avrupa devletleri kisvesi altindaki yirticilarin
pençeleriyle ezildiler. Bu yüzden Avrupa “Öteki” ni anlamaya çalismadi
hiç; hep sömürge gözüyle bakti.
Moderniyete geçis
süreci her yerde
tarim toplumu, sanayi
toplumu, hizmet toplumu
sirasini izledigi halde, Ingiltere, Belçika ve Almanya basta olmak üzere 16
Avrupa ülkesinde sanayi istihdaminin hem tarim, hem de hizmet sektöründen daha
yüksek oldugu bir dönemden geçildi. Oysa baska hiç bir ülkede sanayi
sektörünün, tarim veya hizmet sektöründen daha büyük oldugu bir dönem
yasanmamistir.
Avrupa’nin
baska bir farkliligi, birbiri ardina iç savas da denebilecek kita içi savaslar
veya çatismalar çikmasidir. Bunun baslangiçtaki sebebi dindi. 1054’de Dogu-Bati
Hiristiyanligi bölünmesini 1517’de Katolik- Protestan bölünmesi izledi. Bu dini
çatismalar, önceleri teolojik, daha sonralari
ideolojik olmak üzere Avrupa’da
güçlü bir doktrinel düsünme tarzina yol açti. O yüzden din disi bütün “ izm
”ler- liberalizm, anarsizm, sosyalizm, fasizm vs. - hep Avrupa’da dogup gelisti.
Avrupa
ülkeleri arasinda ekonomi ve sömürge rekabeti dolayisiyla artan iç çatismalar
I. ve II. dünya savaslariyla doruga çikinca Avrupa neredeyse haritadan
silinecekti. Bu olmadi ama Avrupa tükendi, global bir güç olmaktan çikti.
Avrupa’nin
transformasyonundaki son fark “ bireycilik” dir. Bireycilige göre toplum, birey
denen özerk ve esit birimlerden olusur; bu bireylerin her biri, olusturduklari
toplumdan daha önemlidir. Bu görüs, bireyin degil grubun önemli oldugu Asya kültürlerinden çok
farklidir. Bu fark aile yapisina bile yansir; Bati’nin çekirdek ailesi; dogu
toplumlarinin geleneksel genisletilmis ailesi, görücü usulü evlilik, akrabalik
iliskileri ile tam bir tezat içindedir. Bati’da evlilik iki birey arasinda oldugu halde Dogu’da iki
aile arasindadir.
Görüldügü
gibi Avrupa’nin moderniteye yolculugu belirgin farklar tasir: dis tehdit
olmayisi, sömürgecilik, sinailesme ve bireycilik. Avrupa uzun yillardir
dünyanin geri kalani üzerinde o kadar büyük etki yapmistir ki bu özelliklerin
kendine has degil, evrensel olduguna inanip gerekirse güç kullanarak bunlarin
her yerde uygulanmasini beklemektedir.
Avrupa’nin
Hükümranligi
1800’lerin
basinda Bati Avrupa ve Kuzey Amerika’nin GSMH’si Japonya ve Çin’inki ile hemen
hemen esitti. 1900’e gelindiginde ise 10’a katlanmisti. Avrupa ve Kuzey Amerika 19.yüzyilda
sinailesmenin ve tekel olmanin keyfini sürdü ve bunun sonuçlari baska herkes
üzerinde derin etki yaratti.
Avrupa
ile bütün digerleri arasindaki ekonomik uçurum ona, dünyaya hükmetme imkâni
kazandirdi. Sömürgecilik 17.yüzyilda baslamisti fakat 18.yüzyildan sonra hizla
yayildi. Hiristiyanlik, uygarlik ve irksal üstünlük adina Ingiltere ve
Fransa’nin basini çektigi Avrupa devletleri, essiz-benzersiz ordulari ve
donanmalariyla dünyaya boyun egdirdiler. Beyazlarla beyaz olmayan Çinliler,
Hintliler, Afrika, Amerika ve Avustralya yerlileri arasinda vahsi savaslar
oldu. Bu halklar dinlerini, yönetimlerini, topraklarini ve kaynaklarini Avrupa
saldirilarindan korumaya çalisirken canlarini verdiler. Bati egemenligi dünya tarihinin
en büyük asimetrilerinden biridir. Anayurtlari, dünya yüzeyinin % 7 ‘si
üzerinde dünya nüfusunun
%18’ini barindirdigi halde
küresel topraklarin %’33’ünü,
maddi varliklarinin % 28‘ini hakimiyetleri altina almislardi.
Dünyayi
yöneten güç olarak Ingiltere yeni küresel ticaret sistemini kendi çikarlarina
göre sekillendirdi. Ulusal zenginligi, en ucuz fiyatlarla gida ve hammadde
ithal edip mamullerini en çok sayida pazara ihraç etmesine bagliydi. Imalattaki
üstünlük gücünü kullanarak, baskalarinin kendi dogum halindeki sanayilerini
korumak için gümrük tarifeleri koymasini engelledi. Ingiltere’nin empoze ettigi
uluslar arasi serbest ticaret rejimi,
Amerika hariç Dünya’nin geri kalanini
adeta bogdu. Sömürgelerin görevi, anayurt ekonomilerini rekabete girismeden
desteklemekti.
1800’den
sonra Avrupa kendisi take-off’a geçmekle kalmadi; Asya’nin da ayni yolu
izlemesini ekonomik ve askeri gücünü kullanarak engelledi. Örnegin ilk Afyon
savasi (1839-1842) Ingiltere’nin Hindistan’da üretilen afyonu zorla Çin
pazarina sokmasi, Imparatorlugun da bunu engellemeye kalkismasi sonucu
çikmisti. Yenilgiyi takiben Afyon kullaniminin yaygin satis ve kullanimi
Çin halkini mahvetmisti ama ne gam; Ingiltere istegine kavusmustu ya!
Avrupa’nin
gücünden ve Çin’in basina gelenlerden korkan Japonya hizla modernizasyona
giristi. Avrupa’nin egitim sistemlerini, ordularini, donanmalarini,
demiryollarini vs.yi incelemek üzere ne gerekiyorsa yapti. Bu da Avrupa
egemenliginin ne kadar etkin karakterde oldugunu gösteriyordu. Diger bütün
ülkeler Avrupa’nin gölgesinde yasiyor, isteyerek veya istemeyerek onun
özelliklerini benimsemeye çalisiyorlardi. Aksi takdirde birer sömürge haline
gelmeleri isten bile degildi. Avrupa herkes için oyunun kurallarini degistirmisti.
Bundan yararlanan istisnalar Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda oldu. Zaten
bu sömürgeler agirlikli olarak Ingiliz göçmenlerden olustugu için farkli
bir statü içinde hep ayricalikli muamele gördüler ve sonuçta serpilip gelistiler.
Avrupa’nin
gücü I. Dünya Savasinin hemen öncesinde doruga çikti. Bu arada Amerika iyice
güçlenmisti. Avrupa 1945’den sonra adamakilli inise geçti, imparatorluklari
parçalandi. Hindistan, Endonezya, Afrika’nin çogu, Malezya, Çin, hepsi
bagimsizliklarini elde etti. Ulus-devletlerin
sayisi üçe katlandigindan Yüzyilda
çizilen dünya haritasi bir kere daha çizildi:
hem de çok hizli ve aksi yönde.
Köle
ticareti ve kaynaklarinin insafsizca tüketilmesi yüzünden iyice güçsüz kalan
Afrika disindaki eski sömürgelerin 1950’den sonra kaydettigi hizli ekonomik
dönüsüm, 20.yüzyilin en önemli olayinin sömürgelerin bagimsizliga kavusmasi
oldugunu göstermektedir: 21. Yüzyilda dünya nüfusunun çogunlugunun dominant
oyuncu olmasinin yolunu açmistir.
ABD’nin
Yükselisi
Avrupa
ve Amerika modernitesi “ Bati Modernitesi “ olarak birlikte tanimlansa da
aralarinda bazi farklar vardir.
1607’den
itibaren Amerika’ya gelen göçmenlerin ezici çogunlugu Avrupa ülkelerindendi.
Kendi degerlerini, inançlarini, kültürlerini,
bilgilerini ve adetlerini de
birlikte tasidilar. Niyetleri Yeni Dünya’da Eski Dünya’yi yeniden yaratmakti.
Ancak Kapitalizmin feodal atalar tarafindan sekillendirildigi Avrupa’nin
aksine, yerlesimciler önceki toplumsal yapilar ve degerlerle
kisitlanmiyorlardi. Geçmisin yükü olmadan, yepyeni bir baslangiç
yapabilirlerdi. Yeni baslangiç yaparken, Amerikan yerlileri de tam bir kiyima
ugradi. Bu süreç simdi artik en zalim etnik temizlik olarak tanimlanmaktadir.
Amerika
Birlesik Devletlerinin bos bir kagitla ise baslamasi ona kendi kurallarini
yazma ve kurumlarini olusturma firsati verdi. Yogun Protestan doktriniyle yüklü
olan Amerikalilari soyut ilkeler ve fikirler cezbediyordu. Bu da hem
anayasalarinda hem de daha sonra evrensellesme ve küresel misyon
üstlenmelerinde ifade buldu.
Avrupali
yerlesimcilerin beraberinde güçlü bir degerler ve dini inançlar manzumesi
getirmesi fakat sinifsal yapiyi geride birakmalari beyaz Amerika halkina
homojenlik duygusu verdi. Afrikali köleler Amerikan toplumundan dislandigi,
yerliler de temizlendigi için kimlikleri güçlü bir irksal boyut kazandi.
Muazzam büyüklükte, bol kaynaklara sahip topraklarin sundugu sinirsiz olanaklar
halka güçlü bir iyimserlik ve sürekli degisim arzusu asiladi. Sinir,
durmaksizin ilerledi.
Iç
piyasa yerel ve bölgesel tercihlerle ve sinif statü farkliliklariyla
kisitlanmadigi için standartlasmis ürünler kolayca kabul gördü. Emek arzinin
nispeten düsük olmasi, emek tasarrufu saglayan makine icadini ve verimliligin
iyilestirilmesini tesvik etti. Teknolojik innovasyon, mekanizasyon, ürünlerin
standardizasyonu, ölçek ekonomileri ve seri üretimi içeren bir ekonomi dogdu. Reklamcilik
sektörü çok gelisti. Sonuçta Amerikan kapitalizmi Avrupa’daki
benzerlerinden çok daha dinamik ve yenilikçi bir yapiya kavustu. 1820 de dünya
gelirinin % 1.8 ini üretirken 1950’de %27.3 ‘e çikti. Ayni tarihte tüm Avrupa
9.26 ile 2 inciydi. Böylece Amerika gerçek bir global güce kavustu. IMF, Dünya
Bankasi, GATT gibi kurumlariyla, dünya rezerv dövizi olan dolariyla, hava
kuvvetlerine dayali askeri gücüyle tartismasiz egemen fakat herkese
açik ve herkesi
içine alan bir dünya sistemi
kurmayi basarmisti. Kültürel gücü ve etkisiyle birlikte, kurdugu mutlak
egemenligi Sovyet Bloku’nun çökmesiyle doruga ulasti.
Aradaki
farkliliklara ragmen Amerika’nin Avrupa ile paylastigi soy irk, tarih, kültür,
din, inançlar ve ortak çikarlar “ Bati “ terimi altinda toplandi.
Bati,
yasadigimiz dünyayi degistirmistir. Simdi bile, Çin’in artan rekabetine ragmen
dominant jeopolitik ve kültürel güçtür. Bati etkisi o kadar yaygin ki dünyayi
onsuz düsünmek veya Bati olmasaydi nasil bir dünya olurdu diye hayal etmek bile
imkansiz. Ancak çok dogal kabul ettigimiz, sindirdigimiz, benimsedigimiz Bati
hegemonyasi ne dogaldir, ne de ebedi. Aksine, bir noktada sona erecektir.
3
JAPONYA – MODERN
FAKAT BATILI SAYILMAZ
19.yüzyilin
basinda sinaîlesmeye baslayan tek Asya ülkesi Japonya idi, Bati kulübüne
disaridan karisan tek ülke. Batiyi kopyalamada her bakimdan mucizevi basari gösterdi. 1945’e
kadar Dogu Asya’nin büyük bir bölümünü sömürgesi yapti. 1980 ‘e dogru milli gelirini
Bati’ninkiyle esitledi. 1950’den itibaren take-off’a geçen Dogu Asya ülkelerine
model teskil etti. Asya modernitesini anlamak istiyorsak, ilk ve halen en
gelismis örnek olarak Japonya’dan baslamaliyiz.
Japonya
nereden geliyor?
Japonya’yi
sekillendiren, zamanin en ileri iki uygarligiyla olan iliskileridir: 5. ve 6.
yy da Çin ve 19. / 20. yüzyilda da Bati. Japonya’nin Çin’le iliskileri
baslamadan önce kendi yazim sistemi yoktu. Çin karakterlerini alip yeni ilave
ve uyarlamalarla kendi sistemini yaratti. Bu süreçte Çin edebi gelenegi Japon
kültürünün temel taslarindan biri oldu. Taoizm Japon animist gelenekleriyle
harmanlanip Sintoizm oldu. Budizm ve Konfüçyizm etkinlik kazandi ki bugün hala
yönetisim ideolojisi ona dayanmaktadir. Konfüçyizm zamanin en sofistike
felsefelerinden biriydi: karmasik bir ahlaki, sosyal, siyasi ve din benzeri bir
düsünce sistemiydi.
Japonya
14. yüzyil boyunca Çin’in gölgesinde yasadi. 1868 Meiji
restorasyonuna kadar olan bu sürenin büyük bir kismi Çin’in tributary (
baris için para ödeyen ve onun
üstünlügünü kabul eden) devletlerinden biri olarak geçti. Bu durum Japon
psikolojisinde derin bir asagilik duygusu yaratarak savunmaci ve militan
milliyetçiligi körükledi. Çin’in etkisi derin olsa da, Japonya hepsini kendine
göre sekillendirdi. Çin Konfüçyüs ögretisinde en önemli erdem merhamet ve iyi
yüreklilik iken Japonya’da sadakat ve büyüklere hürmet tüm Japon kültürünün
belirleyici özelligiydi. Çin Imparatorlugunda toplam 37 hanedan degisirken
Japon Imparatorluk ailesi kutsal kabul edilip 1700 yildir hiç degismedi. Çin
hanedanlari mutlak iktidara sahip oldugu halde Japonya’da fazla etkin degildi.
Meiji
Restorasyonu
Japonya’da
1853’e kadar süren huzur ve istikrar, Amerikan deniz subayi Perry’nin siyah
gemilerden olusan bir filonun basinda Tokyo körfezine gelmesiyle bozuldu.
Perry, Amerika ve Avrupa güçleri adina Japon limanlarinin serbest ticarete
açilmasini talep ediyordu. Artik Japonya’nin içine kapanik dönemi bitmisti.
Tipki çagin diger ülkeleri gibi yayilmaci ve yirtici Bati’dan kendini
koruyamayacakti. Isgal tehditleri altinda 1858 ‘de Bati ile hiç de esit olmayan
bir anlasma imzaladi. Anlasma, Japon limanlarini ülke topraklari disinda sayan
ve Bati uyruklulari Japon yasalarindan vareste tutan, hristiyanligi serbest
birakan ve tümüyle Japon egemenligine darbe vuran, son derece aleyhte sartlar içeriyordu.
Bati
tehdidi altindaki ülke, bagimsizligini korumak ve afyon savaslarindan sonra
Çin’in basina gelenlerden sakinmak için Bati’dan mümkün oldugunca çok sey ögrenmesi
gerektigini fark etti. Hükümetin bu görevi yerine getirmede gösterdigi hiz,
azim ve içerik zenginligi tam bir tarihi fenomendir. Nefes kesen 20 yil içinde,
Bati’nin tecrübesinden yararlanarak bir dizi kurum tesis etti. Ögrenilebilecek
her seyi ögrenmeleri için Avrupa ve Amerika’ya heyetler, kisiler gönderdi. Bunu
yaparken de sistematik bir sekilde hangi ülkenin hangi konuda uzman olduguna
bakildi. Egitim sistemi Fransa’dan, donanma Ingiltere’den, ordu Almanya’dan,
üniversiteler Amerika’dan adapte edildi. Japonya’ya uzmanlar getirildi. Hükümet
yeni kurdugu fabrikalari satarak kapitalist sinif olusturdu. Sonuçta yamali
bohça gibi fakat tamamen Japonya’ya has bir bütün elde edildi.
Batili
olmayip da 19. Yüzyil da sinailesen, Dogu Asya’nin en ileri ülkesi, dünyanin en
büyük ikinci ekonomisi, hayran olunacak bir yasam standardina sahip, bununla
birlikte sosyal ve kültürel özelliklerini koruyan bir ülke olarak Japon modernitesi
olaganüstü bir basaridir. Ancak üç nedenle Bati’da ve Asya’da hak ettigi
saygiya ulasamadi. Birincisi, Japonya 1945’ten bu yana Bati ile farklarini
degil, benzerliklerini ön plana çikarma pesinde olmasidir. Yenilgiyi takiben
Amerikan etki alanina girerek her türlü bagimsiz dis politika sesini kaybetti;
farkliligini hiç vurgulamadi. Ikincisi, Dogu Asya ülkeleriyle çok iyi iliskiler
kuramadigi için bölgesinde ekonomik gücünün gerektirdigi siyasi ve kültürel
etkiyi yayamadi. Üçüncüsü de Japonya kendini hep evrensel açidan degil de
farkliliklari açisindan görmüstür. O
yüzden baskalari için bir model olamadi.
Yine
de su gerçek ki Japonya Dogu Asya’da modernize olan ilk ülkeydi. Bölgede
digerleri onun dümen suyundan gitti. Japonya olmasaydi Asya kaplanlari
kükremeye baslar miydi süpheli ama surasi kesin ki Asya kaplanlari olmasaydi
Çin’in modernizasyonu çok daha gecikirdi. Ingiltere nasil Avrupa’nin
modernitesini baslattiysa, Japonya da Asya’nin öncüsü olmustur.
4
ÇIN’IN UTANCI
Kral
George III’ ün emriyle toplanan ilk Ingiliz ticaret heyeti teleskop, saat,
barometre, yayli araba ve hava tabancasi gibi hediyeler tasiyan üç gemiyle
1792‘de Çin’e hareket etti. Amaç, Imparator Quianlong’u Ingiliz sanayi ve
teknolojisi ile etkileyip, Çin pazarini ve limanlarini ticarete açmasini
saglamakti. 200 kisilik heyetin baskani Macartney 4 aylik ugrasidan sonra
Imparatorun huzuruna çikabildi. Imparator onu dinledikten sonra kendisine cevap
vermek yerine Kral’a bir mektup iletmesini istedi. Mektupta Çin’in dis ticareti
arttirmayacagini, zira baska ülkelerden hiçbir seye ihtiyaçlari olmadigini,
baskentte elçi bulundurmanin hem kendi kurallarina aykiri oldugunu, hem de
Ingilizlere bir yarar saglamayacagini ifade ediyordu.
Heyet
eli bos geri döndü. Ancak Macartney’e göre Çin’in Ingiliz taleplerine karsi
koymasi bosunaydi zira ilerlemeyi durdurmak imkânsizdi. Bir dönemin kapanip
yeni bir dönemin açilmakta oldugunu fark edememisti imparator. Oysa artan gücün
ve saldirganligin verdigi testosteronla dolu Ingiltere hedefe ulasmak için
geregini yapmakta gecikmedi. O
siralarda Çin’e afyon
sevkiyati zaten baslamisti.
Çin’in afyon ithalini yasaklamasindan çilgina dönen Ingiltere I. Afyon savasini
(1839-1842) baslatip Güney Çin’i bombaladi. Akabinde imzalanan Nanjing
anlasmasiyla Çin Hong- Kong’u Ingiliz’lere birakmak yaninda 5 limanini ticarete
açmak ve savas tazminati ödemek zorunda birakildi. Çin’in “asagilanma yüzyili”
baslamisti.
Nasil
ki Japonya 19. yy da sinaîlesmeye baslayan Bati disi ülke örnegiydi, Çin de
ayni düzeyde basladiklari halde sinailesmeyi iskalayan ülke oldu. O yüzden
Amerika, Avrupa ve Japonya ile arasi gitgide açildi. Çökme derecesinde ekonomik
zayiflama, iç bölünme, yenilgi, asagilanma, yabanci güçlerin isgali ve giderek
egemenligin yitirilmesi. Yine de, 1949’dan, özellikle de 1978’den beri
kaydettigi ilerleme, çagdas dinamizminin esas kaynaginin Bati degil, kendi
geçmis birikimi olduguna isaret etmektedir.
Güneste
Bir Yer
Çin
simdiki seklini daha Isa’dan önceki yüzyillarda almaya baslamisti. Kuzeyde
stepler, Dogu’da ve Güney’de deniz, Güney Dogu’da daglardan olusan dogal
sinirlari sayesinde muazzam büyüklüge ulasmisti. Yaygin iç göç, iyi bir
iletisim agi ve asirlar boyu birlikte
yasama gelenegi, zamanina göre çok büyük bir nüfusun nispeten homojen bir
kültüre ulasmasini sagladi. Toplam 7500 km’lik, Roma imparatorluguyla boy
ölçüsebilen yollari vardi. Köklü Konfüçyüs ögretilerine dayali Merkezi bir
hükümet ve sofistike bir devlet yapisina sahipti. Agirlik, ölçü ve para
birimleri standartlastirilmisti. Milattan önceki bin yilda Çin birçok halklari
kapsadigi halde olaganüstü güçlü bir kültürel kimlik duygusu tasiyordu. Tuhaf
olan, kuzeyden gelen Mogol, Mançuryali gibi isgalciler bile bir süre sonra bu
adet ve degerleri benimsiyor, onlarin kurumlarini ve yönetim ilkelerini
uyguluyorlardi. Çin kimliginin bu kadar erken tesis etmesi, bugünkü Çin’in en
önemli yapi taslarindan biridir. Ortak dil ve kültürel kimlik olmasaydi üniter
devlet yapisini 2 bin yildir koruyamayacak ve en çarpici özelligi olan
büyüklügü paramparça olacakti.
Tarihte,
tarimda kaydedilen ilerleme kalabalik nüfuslarin sürdürülmesine ve devlet
yapisinin gelismesine imkan saglamistir. Çin’de de 12.000 yil önce,
Mezopotamya’dan (8.000) bile erken baslayan kuru tahil tarimi yerini zamanla
sulu çeltik tarimina birakti. Fidelerin ekimi, erken olgunlasan çeltik
çesitleri, sistematik tür seleksiyonu, suyu bir seviyeden digerine tasiyan
zincir ve çanak benzeri aletler ve sofistike sulama sekli gibi pirinç üretimine
durmaksizin getirilen yenilikler verimin
ve dolayisiyla nüfusun
artmasina imkan sagladi.
Denizden,
irmaklardan ve kanallardan da yararlanan entegre ulasim agi, pazarin ülke
çapinda genislemesine katkida bulunmus oldu. 18. yüzyil da dünyanin en büyük
ekonomisiydi. Çin’i Hindistan ve Avrupa
izliyordu.]
Daha
13. yüzyilda Hangzhou’nun nüfusu 7 milyona ulasmisti. Çin’in Rönesans’i da
denen Song hanedani döneminde devlet egitime agirlik vermis, klasik sinav
sisteminin gelistirilmesi; neo-Konfüçyüzmin dogusu; barut, top ve tahta kalipli
matbaanin icadi; kitaplarin yayginlasmasi; matematik, tibbi bilimler, astronomi
ve cografyada ilerlemeler bu dönemde gerçeklesmisti. Avrupa’nin çok ilerisinde
olan Çin gelismislik açisindan ancak Islam dünyasi ile karsilastirilabilirdi.
Avrupa’da Rönesans daha iki asir sonra baslayacakti.
Ne
yazik ki Çin 1300’ den sonra bu gelismeyi sürdüremedi. Bunun
baslica sebebi nüfusun hizla artmasiyla orman, yakit, dokuma elyafi, is
hayvani, maden, tahta ve tarim topragi gibi kaynaklarin azalmasiydi. Ingiltere
gibi teknolojisini gelistirip sömürgeler de ele geçiremediginden ekonomik dar bogaza
girdi. Isçi ücretleri düsüp kar oranlari azalinca zamandan ve emekten tasarruf
eden makineler icat etmeye gerek kalmadi. Oysa genis pazarlara ulasan ve is
gücü ücretleri yükselen Ingiltere’de emekten tasarruf eden makinelerin icadi
elzem oldu. Bu da icat, uygulama, verim
artisi ve ekonomik büyüme ile sonuçlandi.
Çin
Devleti
Roma
Imparatorlugunun çöküsünden sonra Avrupa bir daha asla tüm kitaya egemen bir
imparatorluk rejimiyle yönetilmedi. Siyasi otorite 2 bin yildan beri birçok
devlet arasinda bölüsülmektedir. Aksine Çin 13. yüzyildan bu yana emperyal
devlet sistemini korumaktadir.
Bu
durum, Çagdas Çin ile Avrupa‘nin tutumlari arasindaki temel farktir. Çin mutlak
üniterligini vazgeçilmez sekilde korurken Avrupa ulus-devletlerin egemenligine
önem vermektedir.
Gerileme
ve Isgal
19.yüzyil
da Çin’in problemleri artmaya basladi. I. Afyon yenilgisini takiben ekonomi
zayifladikça ikisi Türk soylu Müslümanlardan olmak üzere ülkenin çesitli
yerlerinde isyanlar çikti. Ingilizlere yenilmek yüzünden imparatorluk rejimine
olan güvenin sarsilmasi, siddetli seller ve açlik, isyan ortamini hazirlamisti.
Isyanlar
bastirildiktan sonra bu sefer de Batili hirslari ve saldirganligi devreye
girdi. I. Afyon savasindan sonra Nanjing antlasmasiyla Hong Kong
kaybedilmis ve 4 liman özel imtiyazlarla
Ingilizlere açilmisti. ll. Afyon savasinda Fransizlar ve Ingilizler Beijing’de
yazlik sarayi talan edip yaktilar. Akabinde imzalanan Tianjin anlasmasiyla
bütün önemli limanlar açildi, Bati vatandaslarina yeni imtiyazlar tanindi,
askeri üslere izin verildi, misyonerlere kita içinde seyahat özgürlügü tanindi
ve yeni tazminatlar ödendi. Böylece Çin, topraklari üzerinde egemenliginin en
önemli unsurlarini kaybetmeye basladi. 1884’de Fransizlar Vietnam’i (Hindiçin)
ele geçirmek için Çin donanmasina saldirdilar. Çin amiral gemisi savasin ilk
dakikasi içinde batirilmis, bir saattan az bir sürede donanmanin tümü yok
edilmisti. Bu deniz savasi, Batili bir
sanayi ülkesinin, hem de vatanindan bu
kadar uzaktayken sahip oldugu güç ile bir tarim ülkesinin gücü arasindaki
korkunç farki ortaya koymustu.
Çin’e
saldiran ülkeler arasina, Çin’e hamilik parasi ödeyen Kore’yi ele geçirmek
için, hizla sanayilesen ve saldirganlasan Japonya da katildi. Agir yenilgiyi
takiben Çin, yillik tüm milli gelirinin üç katini tazminat olarak
Japonya’ya ödemek zorunda kaldi. Artik 20. yüzyil basinda Çin’in egemenliginden
söz etmek zordu. Boxer isyani denen,
misyonerlere ve diger batililara karsi yapilan saldirilari bastirmayi bahane
eden Ingiliz, Fransiz, Japon ve Amerikan ortak kuvvetleri Bijing’e yürüdüler,
isyani bastirdilar ve bir yil yasak sehirde konuslandilar. Çin yine hepsine
savas tazminati ödedi. Resmen sömürge statüsüne girmese de gerçekte sömürgeden
bir farki kalmamisti. Yabancilar her seyi yapmakta özgürdüler. Ticaret
faaliyetlerinden vergi veya gümrük falan da ödemiyorlardi. Çin adam akilli yoksullasmis, utanç içinde kalmisti.
Çini
modernize edip bu acidan kurtarmak için ülkede reform girisimi baslatildi.
Ancak Japonya’dakinin aksine bu reform için ülkede konsensus saglanamadi, bazi
elit ve bürokratlarin girisimi olarak kaldi.
O yüzden orduda yapilan bir takim
reformlar ve egitimde yapilan bazi degisiklerle sinirli kaldi. Örnegin ilk
kez Londra ve Paris gibi büyük baskentlerde elçilikler kuruldu.
Reformlarin karsisina çikan en büyük problem, modernizasyon ile Bati’nin
bazilari tarafindan esanlamli olarak görülmesiydi. O sirada Bati Çin’e
sömürgesi gibi davrandigi ve asagiladigi için bu reformistler de halk
tarafindan Bati’nin usagi ve isbirlikçisi olarak görülüyordu. Oysa Japonya tam
da bu seferberlik sayesinde modernizasyonda basarili olmustu. 20.yüzyil basinda
Hanedan’in hiçbir otoritesi kalmamisti: yaptigi her iste isgal
kuvvetlerinin onayini almak zorundaydi; topraklari üzerinde egemenligi sinirliydi.
Ödemek
zorunda birakildigi korkunç savas tazminatlarinin da etkisiyle ekonomi berbat
haldeydi. Hükümet gerekli ödemeleri yapabilmek için yabanci bankalardan yüksek
faizle borçlaniyordu. Yer yer çikan isyanlari bastirmakla yükümlü askerler
kendi baslarina hareket eder olmustu. Nihayet 1911 Devrimi ile Quing Hanedani
266 yillik iktidarini kaybetti ve böylece dünya tarihinin en uzun ömürlü siyasi
sistemi olan 2000 yillik hanedanlik hükümetine perde indi. Yerine gelen Sun Yat
Sen baskanligindaki Cumhuriyetçi hükümet durumu düzeltecegine ülkeyi
balkanlastirdi: 1916 - 1927 arasi egemenlik parça parça oldu: yer yer
bölünmeler ortaya çikti, ordu ile yabanci güçler hüküm sürdü.
1928-1937
arasinda Milliyetçi partinin basina geçen diktatör Chiang Kai-Shek zamaninda
nispeten ulusal birlik saglandi. Ancak bir taraftan güneyden komünist
birliklerin muhalefeti, diger taraftan kuzeyden Japon ordusu rahat nefes
aldirmadi. 1937’de Japonlar Güneye dogru ilerleyerek bereketli
topraklari ve sanayi tesislerini ele geçirmekle kalmadilar,
uyguladiklari korkunç zulüm, 300.000 sivil ve askerin öldürüldügü Nanjing
katliamiyla doruga ulasti. Bu katliam
bugün bile Çin Japon iliskilerine gölge düsürmektedir.
Bu
olay Chiag Kai-Shek’i de gözden düsürdü. Komünistler gerçek vatansever olarak
görülüp güç kazandilar. Nihayet 1949 Devrimiyle komünist parti Mao Zedong
liderliginde iktidari ele geçirdi.
1911-1949
arasinda, Çin’in bu en aci dönemiyle ilgili su soru ortaya çikiyor: yer yer
ayrilikçi hareketlere ragmen Çin nasil oldu da bölünmedi? Bütün yaptiklarina ragmen Bati ve Japon
isgali uzun dönemde fazla etkili olmadi? Bir kere ‘’Han soyundan gelme Çinli ‘’
kimligi halkin içine o kadar yerlesmisti ki baska bir kimligi benimsemeye imkân
kalmamisti. Dahasi, Bati kaynakli ulus- devlet sistemine geçince modern
milliyetçiligin yapistirici etkileri öne çikmisti: asirlar ötesinden gelen
kültürel kimlik ve birliktelik, yabanci isgaline karsi beslenen derin hinç ve
öfkeyle güçlenmisti.
Nihayet,
Afrika ve Orta Doguda ele geçirdikleri topraklari sömürgelestiren batililar
Çin’in azameti karsisinda çekinmisler, birakin tümünü, çogunlugunu bile sömürgelestirmeye cesaret
edememislerdi. 1800 öncesi Çin’in ileri
bir tarim toplumu olarak tarimsal sanayisinin, ticaretinin ve
piyasalarinin gelismis olmasi, yabanci isgali sona erer ermez Çin’in
sinailesmek için kendi kültür, bilgi ve becerisinden yararlanmasinin yolunu
açti.Ayrica dünyanin en eski ve en gelismis devlet gelenegine ve birikimine
sahip olmasi 1949’dan sonra çok isine yarayan
bir kaynak oldu. Oysa Afrika ve Orta Dogu’da bu gelenek olmadigindan modern
devletler neredeyse sifirdan yaratildi.
Çin
halki her seye ragmen kendine güvenini, tarih ve kültürlerinin verdigi üstünlük
duygusunu hiç yitirmedi. Fakat yüzyil boyunca çektigi azap ve hissettigi asagilanma, bilincinde bugün bile
silinmeyen derin izler birakti.
1949
Sonrasi
1949’a
gelindiginde Çin’in egemenligi yüzyili askin süredir sekteye ugramisti.
Iktidar; merkezi hükümet, isgal kuvvetleri ve bazi yerel odaklarca
paylasiliyordu. 2000 yildir bagimsiz ve üniter bir devlet olarak yasayan
Çin için bu tahammül edilmez bir durumdu.
Komünistlerin
önünde 2 ana görev vardi: Ülkeyi bagimsizligina kavusturmak ve üniter devleti
yeniden teessüs etmek. 2.dünya savasinda batili güçler yavas yavas ülkeden
çekildi. Japonlar da bir taraftan komünistlerin baskisi, bir taraftan da savas sonu yenilgisiyle Çin’i
terk etmek zorunda kaldi. Milliyetçilerin 1949’da komünistlere yenilmesiyle
ülke Tayvan, Hong Kong ve Macao hariç, birligine kavustu. Komünist rejimin o
günden bugüne süre gelen desteginin ana kaynagi iste bu iki basaridir:
Bagimsizligi ve birligi saglamak.
Batinin
yükselmesinden bu yana, Çinin modernizasyon için önünde çesitli strateji
seçenekleri olmustu: Geleneksel imparatorluk kurumlarinda reform yapmak (1911
öncesi denenmis ve basarili olamamisti), Bati modelini aynen taklit etmek
(1911-1949 arasi denenen bu girisim de fiyasko ile sonuçlanmisti), veya kendi
kurumlarinin basarili olanlarini Bati örnekleriyle birlestirip yeni kurumlar
olusturmak. Komünistler bu üçüncü yolu seçtiler. Sovyetler birliginden de büyük ilham alan, ancak
kendilerine has Maoizm ortaya çikti.
Çin
Halk Cumhuriyeti (PRC) olarak taninan yeni rejimin ilk isi gelirler ve
harcamalar üzerinde merkezi kontrol saglamak oldu. Devrimin
mimari, bagimsiz ve üniter Çin’in kurucusu Mao, iktidari süresince
muazzam suiistimallere ve milyonlarin ölümüne sebep olmasina ragmen, önderlik
ettigi yeni rejimin popülerligini ve mesrulugunu sürdürmesinde en büyük faktör
oldu. Bugün bile saygiyla anilmaktadir. Yeni rejimin dayanikliligi ve gücü
Mao’nun ölümünden sonra da devam etti. “Ileri Dogru Büyük Adim‘’ ve ‘’Kültür
Devrimi’’ felaketlerine ragmen komünist parti halkin da büyük destegiyle
yepyeni ekonomik politikalar uygulayarak olaganüstü hizli ekonomik büyüme
gerçeklestirerek Çin’in dönüsümünü basardi.
Ekonomik
Take-off
1820‘de
Çin’in kisi basi geliri 600 $ iken 1950 de 439 $ a düsmüstü. Bunun da baslica
sebebi 120 yil boyunca yabancilarin Çin’i isgal altinda tutmasi yaninda,
insafsiz savas tazminatlari ve gümrüklerin, tuz, demir yollari, posta, su, gaz,
elektrik v.s gibi isletmelerin ve bütün önemli sanayi tesislerinin yabancilarin
elinde olmasi dolayisiyla ekonominin çökmesi idi.
Yeni
hükümet ülke birligini sagladiktan sonra sanayilesmeyi hedef aldi. Bu amaçla
toprak reformu yapildi, büyük komünler teskil edilip artan ürün tarim vergisi
olarak toplandi. Bu para ile agir sanayi tesisleri kuruldu.
Çesitli sorunlara ragmen Çin
1950-1980 arasi Mao döneminde yillik ortalama % 4.4 büyüdü. Insani gelisme
indeksi 4.5 kat yükseldi. Bu da egitime muazzam agirlik verilmesi, kadin-erkek
herkes için esitlik gözetilmesi, saglik sisteminin iyilestirilmesi ile
basarildi. Böylece diger çogu Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin
yasadigi tarim nüfusunun asiri yoksullugu ve zengin-fakir arasi gelir uçurumu,
kadin-erkek firsat esitsizligi, büyük gecekondu mahalleleri ve sehirlerde yogun
issizlik gibi sorunlar yasanmadi. Tabi ki bazi Mao politikalarinin yol açtigi kisisel
özgürlüklerden yoksunluk, eziyet ve ölüm
gibi agir bedeller ödendi bu hizli ilerleme için fakat Mao hiç bir zaman
halkin destegini kaybetmedi.
5
MODERNITE - DEGISIMIN HIZI
Bütün
Asya Kaplanlarinin (Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong, Çin, Malezya,
Tayland, Endonezya ve Vietnam) en belirgin özelligi degisimlerinin hizidir.
1950’de agirlikli olarak tarim toplumuydular. Tarim Nüfuslari % 80-90 iken bu
oran bu gün % 10 ‘un altina inmistir.
Moderniteye
geçisin ana özelligi köyden kente, tarla isinden sanayi isine geçistir. Köy yasantisinda bir yildan
ötekine, bir kusaktan digerine pek az sey degisir. Sanayilesme kosullari müthis
degistirir: Alisilmisin yerini belirsizlik, geçmisin yerini gelecek alir. Asya
kaplanlarinda bu geçisin Bati’ya göre
çok daha hizli olmasi beraberinde
modernitelerine de iki önemli fark getirmistir.
1-
Geçmisin Yakinligi
Asya
kaplanlarinda halk çok yakin zamana kadar tarimda çalistigindan geçmisin
damgasi simdiki zamanin üzerinde capcanli durmaktadir. Moderniteye ragmen
geleneklere baglilik aynen devam etmektedir.
2-)
Simdiki zamanda gelecek
Daha
önce de belirtildigi gibi modernite, simdiki zamana gelenek, örf ve adetlerin
degil gelecegin hükmetmesi, gözlerin ve zihnin arkaya degil öne yönelik
olmasidir. Bu durusun derecesi ülkeden
ülkeye degisir. Surasi tuhaftir ki yakin zamana kadar geçmisiyle hasir nesir
olan Asya ülkelerinde gelecege dönme derecesi, moderniteye çok daha erken geçen
Avrupa ve Amerika’ya göre çok daha ileridir. Bu ülkeler
degisim tiryakisi, teknoloji tutkunu, acayip esnek ve her çesit yenilige uyumlu
karakterleriyle adeta bir hiper modernite yasamaktadirlar. Aslinda bu hiç de
sasirtici degildir. Bati ekonomisi % 2 büyürken siz her yil ortalama % 10
büyürseniz, bu turbo hizin yasam kosullarinda, istihdam tiplerinde,
sehirlesmede, sehirlerin görüntüsünde ve tüketici ürünlerinde devrim yaratmasi
kaçinilmaz olur. Aile gibi yerlesik kurum ve degerleri degistirerek sosyal
dokuya yeni ve agir gerilimler yükler. Böylesine bir degisimle bas etmek için
hem bireylerin, hem de toplumun buna hazir olmasini ve hedefe kilitlenmesini gerektiren,
çok gelismis pragmatizm ve esneklikleri sayesinde bunu basarmislardir.
Hizli
degisimle aklini bozmanin bir örnegi Dogu Asya kentlerinin karakterinde ve
yapisinda açikça görülür. Binalarinin yüksekliginin ve karakterlerinin kesin
kurallara bagli oldugu, yüzeyin kullanima göre bölgelere ayrildigi Avrupa ve
Amerika sehirlerinin aksine Asya sehirlerinde böyle bir düzen yoktur. Her
semtte her seyden biraz biraz vardir, her sekil ve yükseklikte binalar
görürsünüz. Bati kentlerinde belli bir merkez varken Asya kentleri birbiri
ardina metamorfoz geçirerek ha bire yeni merkezler üretirler. Kuralsizlik,
düzensizlik ve basibosluk tipik Asya
kentlerinde masum kaos, sikistirilmis bir enerji ve heyecandan olusan bas
döndürücü bir karisim yaratir. Görünüste tek sabit, degisimdir. Avrupa’nin
aksine korumaya hiç önem vermeden binalar birbiri ardina yikilip yenisi
yapilir. Avrupa sehirleri neredeyse asirlarca ayni kalirken Asya kentleri bir
günden digerine alt üst olur.
Japonya
gelecege dönüklügün, hiper modernitenin en uç örnegidir. Kimse ikinci el araba
veya baska bir esya almadigi gibi fabrikalar yilda birkaç model çikarirlar. Elektronikçiler, modacilar pes
pese yeni ürünler, yeni koleksiyonlar sunar. Japonya tüketici teknolojisinde
hizli gelismenin özüdür. Partnere ihtiyaç birakmayan dans makinalari bile mevcuttur.
Modernitede
rekabet
Dünyada’ki
güç dengesi hizli bir degisim içindedir. 1973’e kadar baskin olan Bati, gelirin % 58.7 sini elde ederken
Japonya hariç Asya’nin payi % 16.4 tü.
2001 ‘ e gelindiginde bu oran % 52 ‘ye % 31 olmustu. Oran önümüzdeki 15-20 yil içinde daha da degisecektir. 2027 de
Çin’in Amerika’yi geçip dünyanin en büyük ekonomisi olmasi, 2032 de de BRIC adi
verilen Brezilya, Rusya, Hindistan (India) ve Çin grubunun Amerika, Kanada,
Ingiltere, Almanya, Fransa, Italya ve Japonya’dan olusan G7 yi asmasi
beklenmektedir. Ayrica, gelismekte olan diger 13
ülkenin (Banglades, Misir, Endonezya, Iran, Meksika, Nijerya, Pakistan,
Filipinler, Türkiye ve Vietnam) toplam gelirinin G7 nin üçte ikisine ulasacagi
tahmin edilmektedir.
Bu
zamana kadar dünya Bati küstahliginin etkisindeydi: Onlara göre kendi
degerleri, inançlari, kurumlari ve düzenlemeleri herkesten üstündü. Bu
mentalitenin gücü ve baskisi hiç de hafife alinmamalidir. Hükümetleri diger
ülkelere demokrasi ve insan haklari dersi vermekten hiç çekinmezler. Batinin bu
derin üstünlük kompleksi güçlü ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel
akimlardan beslenir.
Ancak
modernitenin yayilmasi bu mentaliteyi zora sokacaktir. “Ileri”,” Gelismis”, “Uygar” gibi fikirler Bati ile
esanlamli olmaktan çikacaktir. Simdiye kadar baskalari için evrensel ve
tartismasiz örnek ve model olduguna, herkesin onu izlemesi gerektigine inanan
Bati’nin, kendisine rakip modeller çiktiginda nasil davranacagini Allah bilir.
Gelecekte kendini mutlak degil rölatif baglamda düsünmesi, dünyanin geri
kalanindan ögrenecegi çok sey oldugunu fark etmesi, her seyin en iyisini kendi
bildigi saplantisindan vazgeçmesi gerekecektir. Bu degisimin öncüsü de Çin olacaktir.
BÖLÜM
II 6
ÇIN ÇAGI
Ekonomik Süper
Güç Olarak Çin
1976
da Mao öldügünde kim derdi ki Çin, ülkenin yüzünü ve kaderini tamamen
degistirecek olan olaganüstü bir büyüme arifesinde? Ülke Kültür Devriminin
enkazi altindaydi. 50’lerde ve 60’larda partiyi yöneten kadro, Kültür Devrimi
sirasinda alasagi edilip lanetlendiginden ülke bosluk içinde kalmisti. Çok
geçmeden eski liderler göreve çagrildi. Deng Xiaoping dümene geçti. Kadro,
Kültür devriminin mirasi olan ekonomik çöküntü ve siyasi kargasa ile karsi
karsiya kalmisti ama Mao’nun çilgin asiriliklarinin engeline takilmadan kendi
içgüdülerini ve egilimlerini hayata geçirebileceklerdi.
Reform
süreci 1978’de bazi ekonomik bölgeler teskil edilerek basladi. Aralarinda Guangdong vilayetinin de bulundugu
bu bölgelerde kirsal komünler iptal edilip topraklar köylülere uzun dönemli
kiralandi, kendi ürünlerini pazarlamaya tesvik edildi. Her girisim adim adim,
deneysel biçimde yürütüldü. Bir yerde uygulanan reformun ise yaradigi görülünce
baska bölgelere de uygulandi.
Yeni
ekonomik yaklasim hükümet kadrolarinda da bambaska bir bakis açisi ve düsünce
tarzi gerektirdiginden, en yukardan baslayip asagilara kadar inen personel
degisikligi yapildi. 1978 de Deng söyle diyordu: “Devrim yapmak ve sosyalizmi
kurmak için düsünmeye, yeni usuller denemeye ve fikirler üretmeye cesareti olan
çok sayida öndere ihtiyacimiz var. Bu devasa bir projedir: Parti ile hükümet
arasinda, iktidar ile yargi organlari, kitle örgütleri, girisimciler ve
kurumlar arasinda ve nihayet merkezi, yerel ve halk örgütleri arasinda mevcut
iliskileri ön plana almaktadir. Yüz milyonlari ilgilendiren bu is zahmetli ve
uzun bir görev olacaktir.”
Degisimin
ana ögelerinden biri devletin merkezi yapisinin yerellestirilmesiydi. Mülkiyet
haklari ve Mali güç yerel yönetimlerin çesitli kademelerine dagitildi.
Daha
hemen baslangiçta büyüme hizi Mao döneminin % 4-5 lerinden yilik ortalama
%9,5’e çikti. Yine baslangiçtan itibaren hükümet Amerika’nin desteginin ve
isbirliginin hayati önem tasidigini gördü. Temeli 1972 de Mao - Nixon
bulusmasiyla atilan iliskiler, 1979 da resmi diplomatik iliskiler kurulmasi, mülkiyet
haklarinin taninmasi ve Çin’in en gözde ülke ilan edilmesiyle gelistirildi. Amerika’nin degeri 1980’lerde
iyice kanitlandi. Çin ihracatta agirlikli olarak oraya yöneldi. Çinli
ögrenciler Amerikan üniversitelerine kostu. Sovyetlerin çökmesi ve internet
etkiyi daha da arttirdi.
Küresellesen
ekonomiye uyum için Çin gümrük engellerini kaldirip ülkenin kapilarini yabanci
yatirimlara açti. Çin firmalari hiç korunmadan “ya bat, ya çik” rekabetine
sokuldu. Oysa Japonya, Güney Kore ve Tayvan’da yerli sanayiciler gelisinceye
kadar yabanci rekabetinden korunmuslardi.
Reformun
ilk yillarinda kirsal ekonomiyi kalkindirmaya agirlik verildikten sonra
1980’lerin sonunda agirlik kentlere ve sinai ekonomiye kaydi. Ucuz is gücünden
yararlanmak isteyen Bati ve Japon sermayesi Guangdong eyaletinden baslayip
diger bölgelere akarak toplam 500 milyar
dolari asti. Su anda tüm ihracatin %60’ini
yabanci firmalar gerçeklestirmektedir. Bu süreçte Çin, düsük ve orta kalite
imalat için “dünyanin atölyesi” olmustur. Gümrüklerin git gide indirilmesiyle
dis ticaretin hacmi milli gelirin % 75 ine ulasmistir. Bu oran en gelismis
ülkelerde bile % 30 ‘u asmaz. Oranin yüksekligi Çin’in küresel ekonomide
önemini arttirmak yaninda ülkeyi küresel çalkantilara veya Batidaki artan korumacilik
duygusuna karsi daha duyarli kilmaktadir.
Çin
ve Rus süreçlerinin karsilastirilmasi yararli olur. Zira her ikisi de emir-
komuta ekonomisinden piyasa ekonomisine nasil geçilecegi meselesiyle karsi
karsiya kalmisti. Rusya Batinin reçetesine uyarak sok terapiyi tercih etti. Bu
da 90’larda hiper enflasyona, ileri boyutta sermaye kaçisi, paranin degerinin
dibe vurmasi ve dis borçlarda temerrüte düsülmesi gibi sorunlara yol açti.
Tersine Çin daha kademeli bir yaklasim
izleyerek hiper enflasyondan korundu, uluslararasi kredi notunu yükseltti ve
sermaye kaçisina ugramadi. Rusya’da Kamu sektörü haraç mezat yandaslara
satilirken Çin’de kamu sektörü toptan özellestirilmek yerine parça parça,
kademe kademe özellestirildi. 2007 Forbes 100 listesinde 13 Rus’a karsilik hiç
Çinli yoktu. Buna mukabil 1990’da Çin’in milli geliri Rusya’nin iki katinin
altindayken 2003 de alti katindan fazla olmustu. Çok kisa bir sürede dünyanin
imalat merkezi oldu. Bugün fotokopi makinelerinin, ayakkabilarin, oyuncaklarin
ve mikrodalga firinlarin ve daha pek çok ürünün üçte ikisi Çin’de
üretilmektedir. Ülke ayni zamanda gelmis geçmis en büyük yoksulluktan kurtulus
programini uygulamis ve 1978 de 250 milyon olan yoksul sayisini 2001 de 22
milyon kisiye indirmistir.
Çin’in
Ekonomik Büyümesi Sürdürülebilir mi?
Çin
her yil 23 milyon kisiye istihdam yaratmak zorundadir. Hükümetin stratejisinin
temeli yillik % 10 büyümedir. Zaten büyüme % 8 in altina düstügü takdirde
toplumda huzursuzluk bas göstermesi çok muhtemeldir.
Global
durgunluk büyümenin sürdürülebilirligini sinayacaktir zira artik Çin Bati
ihracat pazarlarina eskisi kadar güvenemez. En karamsar senaryo, Bati’daki
durgunlugun 1930’lar kadar derin ve uzun olmasi ve Amerika’nin Çin ürünlerine
karsi korumaci önlem almasidir.
Küresel
durgunlugun derecesi ne olursa olsun simdiki büyüme modeli uzun vadede
sürdürülebilir degildir, zira tamamen yatirima dayali oldugundan ülkenin
kaynaklarini yutacak, agir bir tüketim baskisi yaratacaktir. Sermaye ve emek
verimliligini arttirmak, bunun için de teknoloji basamaklarinda yükselmek
sarttir. Nitekim küresel durgunlukta bunun belirtileri görülmekte, ihracat
oyuncak gibi ucuz ürünlerden teknoloji ürünlerine kaymaktadir. Milli gelir
agirlikli olarak dis ticarete bagli olmaktan da kurtarilmalidir. Zira küresel
inis çikislardan çok etkilenmektedir. Bir baska tehlikesi de, durgunlukta diger
ülkelerin Çin mallarina karsi korumacilik yoluna gitmesidir. Bu yüzden iç
tüketim de arttirilmalidir.
Bir
baska sorun da çok kisa sürede çok hizli büyüme, dünyanin en esitlikçi
ülkelerinden birini en esitsiz hale getirmek üzere olmasidir: Kiyi bölgeleriyle
iç bölgeler, kentlerle köyler, kayitli ekonomiyle kayit disi ekonomi arasindaki
uçurum git gide artmaktadir. Bu da toplumsal gerilime yol açmakta ve reform
programina halkin katilimini baltalamaktadir.
Çin’in
büyümesi toprak, orman su ve petrol gibi
kaynaklara asiri bagimlidir. Çok
kalabalik bir nüfus zaten kit olan bu kaynaklari hizla tüketmektedir. Son 40
yilda ormanlarin yarisi yok edildiginden simdi dünyanin en çiplak ülkelerinden
biridir. Kullandigi petrolün yarisini ithal etmek zorundadir. Bu yüzden Çin
büyümesi için gereken muazzam miktarda ham madde için diger ülkelere
bagimlidir. Su anda bile dünyanin en büyük bakir, ikinci en büyük demir cevheri
ve üçüncü en büyük alüminyum ithalatçisidir. Diger bütün hammadde
gereksinimlerinde ve enerjide ilk birkaç sirada yer almaktadir. %8
büyüme hizini korudugu takdirde, önümüzdeki 20 – 30 yil içinde dünyanin
tüm kaynaklarindan fazlasina ihtiyaç duyacaktir ki bu da küresel çevreye
yapacagi etki bir yana, bizzatihi sürdürülemez bir durumdur.
Çevre
Ikilemi
Çin’in
büyük paradoksunun (insan kaynaklarinda bereket, dogal kaynaklarda kitlik)
etkileri tüm dünyada hissedilmektedir. Emegin ucuzlugu mamul
ürünlerin fiyatini düsürürken, emtia fiyatlarini adamakilli
yükseltmistir. Artan emtia fiyatlari Çin’in kaynak–yogun büyüme modelini asiri
pahali hale getirecek, böylelikle Çin Amerika’nin bugünkü yasam standardina
yaklasamadan nefesi tükenecektir. O yüzden Çin daha simdiden enerjiye daha az
bagimli bir yaklasim izleme karari almistir ama bu karari
hayata geçirmek pek kolay olmayacaktir. Çin 18.yüzyildan 21. yüzyila sadece 30
senede geçtigi için 200 yil idare edilebilecek ekolojik kaynaklar da ayni kisa
sürede tüketilmistir. Bugün 300 milyon küsur insan temiz suya ulasamiyor.
Dünyanin en kirli 20 sehrinden 16 si Çin’de.
Asit yagmurlari ülkenin üçte ikisini etkiliyor. Ülkenin dörtte biri çöl. Topraklarinin % 58 ‘i tamamen veya
kismen kurak. Ne kadar yoksul ülke olursa olsun, çevre önlemlerini almak için
zengin ülke statüsüne kavusmayi bekleyecek lüksü kalmamistir.
Düsük
Teknoloji mi, Yüksek Teknoloji mi?
Mevcut
durumda Çin’in mukayeseli üstünlügü, yogun vasifsiz isçilikle ve sudan ucuz
fiyatlarla dünya piyasasina alt seviyede imalat yapmaktir. Bunun uzun dönemde
iki sakincasi vardir: Birincisi, bir ürünü piyasaya sununcaya kadar yapilan
toplam harcamanin yalnizca % 15’ini imalat olusturmaktadir. Maliyetin en önemli
kismi tasarim, pazarlama, markalasma vb ögelerden kaynaklanmaktadir ki bu da
halen gelismis ülkelerin tekelindedir. Ikincisi, Çin’in ihracatinin çogu Batili
ve Japon, çok uluslu firmalarca üretilmekte, Çin firmalari fasona
çalismaktadir. Baska bir deyisle Çin’in rolü, gelismis ülkelerde yerlesik çok uluslu sirketlerin küresel
operasyonlarinda ucuz mamul taseronlugudur.
Ancak
Çin’in kararli adimlarla teknoloji basamaklarini tirmandigi görülmektedir.
Bütün yeni baslayanlar gibi kendi yolunu buluncaya kadar çesitli usuller
denemektedir. Yeni teknolojilere ulasmak için kullandigi yöntem, kopyalama,
satin alma ve Çin pazarina giris vaat ederek yabanci ortaklardan teknoloji
transfer etme yöntemlerinin bir kombinasyonudur. Gerçekten de pazarinin
cazibesi Çin’in elinde önemli bir kozdur. Ayrica, yabanci firmalar imalatlarini
Çin’e tasidiklarinda çesitli yan islem ve üretimlerini de Çin’e
tasimaktadirlar. Örnegin Italyan tekstil sanayi ise basit üretimlerini
tasimakla baslamis, katma degeri yüksek tasarima kadar ulasmistir. Microsoft,
Motorola ve Nokia gibi firmalar Ar-Ge operasyonlarinin önemli bir bölümünü Çine
kaydirmistir.
Fakat
uzun vadede Çin’in teknolojik potansiyeli ancak kendi üst düzey arastirma ve
gelistirme kapasitesini arttirmakla büyüyebilecektir. Nitekim ülkenin hedefi,
2004 te 24.6 milyar $ olan Ar-Ge harcamalarini 2020 de 113 milyar dolara (milli
gelirin % 2,5 i) çikarmaktir. Bu yolda epeyce yol kat ederek basta malzeme
bilimi, analitik kimya ve nano teknoloji olmak üzere bir çok alanda Amerika’nin
yakin takipçisi olmustur.
Çin’in
kuvvetli noktasi çok sayida egitimli profesyonel ve ciddi, disiplinli bir
egitim ahlakina sahip olmasidir. Ülkede
her yil 900.000 gen bilimci, mühendis ve
yönetici mezun olmaktadir. Önemli bir sayi da üst düzey Amerikan
üniversitelerinde egitim görmektedir. Gerçi bunlarin bir kismi Amerika’da
kalmaktadir ama bir taraftan da mezunlarin yurda dönmeleri için devlet her
türlü imkan ve tesviki saglamaktadir. Dolayisiyla Çin’in sonsuza kadar
teknolojinin alt basamaklarinda dolasmasini beklemek abesle istigaldir; zamanla
zorlu bir teknolojik güç olacaktir. Öteki Asya kaplanlarinin aksine Çin
sirketleri yurtdisinda üretim ve pazarlama için dis piyasalara açilmadan önce
içerde mali temel, teknik beceri, iyi konumlanmis marka ve iç piyasaya hakim
olmaktan kaynaklanan yüksek karlilik gibi üstünlükler kurmayi bekleme
firsatlari olmamistir. Çin firmalarinin esas disa açilma sebebi yurt içindeki
kiran kirana rekabetten kaçmaktir.
Eger
Çin; Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi uluslar arasi boyutta sirketler ortaya
çikaramazsa fazla basarili olamaz. Bu da Çinli sirketlerin gelismekte olan
ülkelerden baslayarak küresel pazarlara kitlesel ucuz ürünlerle girmesi, daha
sonra da gelismis dünyaya açilmasini gerektirecektir. Örnegin Japon
sirketleri de önce bölgesindeki Dogu
Asya pazarlarini hedef almis, ürünlerini gelistirip deneyim kazandiktan sonra
Bati pazarlarina geçmisti.
Nitekim
Çin’in Afrika, Ortadogu ve Güney Amerika’ya ihracati ABD’ye olan ihracatindan
çok daha hizli büyümektedir. Bir taraftan beyaz aletler ve motorlu araçlar gibi
alt ve orta teknoloji ürünlerinde belirgin ilerleme görülürken uzun vadede
aerospace gibi ileri teknoloji sektöründe de önemli bir oyuncu olmaya
kararlidir. Yakinda kendi bölgesel yolcu jetlerinin üretimini baslatacaktir.
Airbus imalatinin bir kismini Çin’e kaydirmak üzeredir. 2003 de uzaya adam
göndermis, 2007 de Aya uydu firlatmistir. 2020 de uzay istasyonu kurma
planlari, aerospace alaninda yüksek
teknoloji gelistirmeye ne karar kararli oldugunu kanitlamaktadir.
Uluslararasi
firma kurmanin hayati noktasi dogrudan dis yatirimlar yapmaktir. Tahminlere
göre 2010’da Çin’in yurt disina yapacagi dogrudan yatirim, Çin’e giren yabanci
yatirim seviyesine ulasacaktir.
Çin
Modeli
Gelismis
Bati ülkelerinden farkli olarak Çin’de devlet çesitli sekillerde (merkezi
hükümet, eyalet ve yerel yönetimler) hala ekonomide fevkalade önemli rol oynamayi
sürdürmektedir. 90’larin sonundaki Asya krizi sirasinda Çin’in hantal ve bol
sübvansiyonlu kamu girisimlerini baska ülkeler gibi hizla özellestirecegi
saniliyordu. 10 yil sonra gördügümüz rejim farklidir. Kamu Iktisadi
tesebbüsleri (KIT) 120.000’den 30.000’e indirilmis, bunun yaninda yeniden
yapilandirma ve kadro azaltmaya gidilmistir. Ancak Hükümet tümden özellestirme
yerine iyi KIT’leri mümkün oldugunca verimli ve rekabetçi hale getirmeyi tercih
etmistir. Sonuçta en üstteki 150 KiT topal ördek olmak bir yana, olaganüstü
basarili olmus, 2007 toplam karlari 150 milyar dolara ulasmistir. Bu
stratejinin amaci KIT’leri hiç korumadan, tekelimsi statü saglamadan, en
siddetli rekabete maruz birakarak uluslararasi rekabete hazir hale getirmektir.
Bu KIT ler Batili örneklerinden farkli olarak büyük miktarda özel sermayeye
açilabilirler. Dolayisiyla Çin KIT lerine hem kamu, hem özel sermaye niteligi
tasiyan melez firmalar denebilir. Neticede ortaya çikan Çin modeli, özel
sirketlere yardim, KIT lerin yönetimi, yuan’in tam konvertibiliteye geçisi ve
her seyden önce Çin’in ekonomik transformasyonu gibi çok çesitli alan ve
sekillerde hiperaktif, her an hazir ve nazir bulunan yepyeni bir kapitalizmdir.
Çin’in basarisi, Çin modeli devletin bilhassa gelismekte olan ülkeler üzerinde
olmak üzere küresel etki yaratacagina isaret etmektedir. Mortgage krizi
ertesinde anglo-amerikan modelinin çökmesi Çin modelini daha da degerli
kilacaktir.
Büyüklük
Meselesi
Devasa
bir nüfusun olaganüstü yüksek ekonomik büyüme ile birlesmesi dünyayi yepyeni
bir durumla karsi karsiya birakmaktadir. Gerçekten de Çin gözlerimizin önünde
dünyayi degistirmekte, bizi hiç gidilmemis denizlere götürmektedir. Bu kaymanin
etkisi o kadar büyüktür ki modern ekonomik tarihi Çin den önce (Ç.Ö) Çin den
sonra (Ç.S) olarak iki bölüme ayirabiliriz.
Amerika’nin
1870’de take-off’u basladiginda nüfusu sadece
40 milyondu, Çin’in ise 1978 de 963 milyon, yani
Amerika’nin 24 kati. Take-off un plato yapmasinin beklendigi 2020 yilinda
nüfusun en az 1.4 milyar olmasi beklenmektedir.
Toplam
nüfus Çin’in boyutunun yalnizca bir yönüdür. Ikincisi artan is gücüdür. Çin’in
büyümesi tarim disi islerle ugrasan insan sayisini olaganüstü arttiracak, bu da tüm dünyadaki tarim disi çalisanlara
çok hizli ve kitlesel ilave yapacaktir.
Üçüncü
etki gelirdir. 1978’de Çin’in geliri dünya toplumunun % 4.9 uydu. 2020 de %
18-20 ye ulasmasi çok muhtemeldir. 1990 da daha yeni gelisirken bile dünyanin
toplam gelir artisina Amerika’nin katkisi % 21 iken Çin’in katkisi Amerika’yi
asarak % 27.1 olmustur.
Dördüncü
etki dünya ticareti üzerinedir. 1978 öncesinde Çin’in etkisi asgari düzeydeydi.
Zira hem çok yoksul, hem de dis ticarete kapali bir ülkeydi: Fakat 1978 den bu
yana hizla dünyanin ekonomisi en açik ülkelerinden biri haline gelmistir. 2001
de Ortalama % 23.7 olan gümrük tarifesi 2011 de % 5.7 ye inecektir. Böylece,
Çin bugün için gelismekte olan bir ülke oldugu halde, 2010 sonunda dünyanin en
büyük tüccari olacaktir.
Çin’in
büyüklügünün 4 etkisi (nüfus, is gücü, ekonomi ve ticaret) küresel büyümeyi ve
ulusal ekonomilerin gelismesini stimüle etmek açisindan dünyanin geri kalanina
yararli olacaktir. Ancak besinci etki, Çin’in kaynaklari tüketmesi, dogal kaynaklarin
önce fiyatini yükseltip sonunda bitirerek tüm dünyaya agir darbe vuracaktir.
Çin’in
Ekonomik Etkisi
Çin’in
büyümesi küresel tüketim mallarinin ucuzlamasi açisindan gelismis ülkelere ve
ham madde fiyatlarini yükseltmesi açisindan bu kaynaklara sahip Afrika,
Ortadogu, Rusya, Avustralya gibi bölgelere yaramistir. Asil kaybedenler Meksika
gibi gelismekte olan ülkelerdir. Bu ülkelerin mukayeseli üstünlügü emek yogun üretimdi. Simdi
kendilerini Çin rekabetiyle karsi karsiya bulmuslardir. Ayrica rekabet yeni
yabanci sermaye girisini azalttigi gibi, ülkeye girmis olanin da bir kisminin
yatirimlarini Çin’e tasimalarina yol açmaktadir.
Çin’in
dünya üzerinde gittikçe artan etkisinin bir ölçüsü de Amerika ile iliskisinde keyfini sürdügü kaldiraç gücüdür.
Amerika’nin Çin mallarina karsi doymak bilmez istahi sayesinde Çin Amerika’nin
en büyük ithalat yaptigi ülkedir. Ortaya
çikan dev boyuttaki dis ticaret fazlasini Çin basta hazine bonosu olmak üzere
çesitli Amerikan enstrümanlarinda degerlendirmektedir. Çin’in 2008 de 1.81
trilyon dolara ulasan döviz rezervi, 9 ülke disindaki tüm ülkelerin yillik
milli gelirinin toplamindan fazladir. Bu döviz kapasitesi finans dünyasinda,
bilhassa Batinin mali krizinde Çin’i mali dev yapmistir. Batili finans
kurumlari, pek çok batili sirket, hatta ülkeler likidite açligi içinde
kivranirken aksine Çin likidite içinde yüzüyordu.
Bu
durum Çin’in küresel etkisini ve gücünü daha da arttirarak basta petrol ve
mineral firmalari olmak üzere yabanci sirketleri satin alabilecek hale
getirmistir.
Çin‘in
döviz rezervlerini nasil konuslandiracagi, herkesin ama özellikle de
Amerika’nin merak konusudur. Zira rezervlerinin % 60’ini dolarda tutan Çin
önemli bir miktarini baska dövizlere çevirmeye kalkisirsa aninda dolarin degerini düsürecek, faizleri
yükseltecektir. Ancak bu çevirme miktarini yüksek tuttugu takdirde dolarin,
dolayisiyla elindeki paranin degeri de asiri düsecektir. Bu konuda Çin tam bir
açmazdadir. Neticede günümüzün iki büyük fakat hiç benzesmez ülkesi tuhaf bir
karsilikli bagimlilik içindedirler.
Çin’in
geç de olsa dünya ticaret örgütüne kabulü, hem ürettigi çok ucuz Çin mallarini
tüketen ve Çin’i düsük maliyetli imalat üssü olarak kullanan diger ülkelere,
hem de dünya pazarlarina daha kolay giris ve
yabanci sermaye girisinin
hizlanmasi açisindan Çin’e yaramistir.
Bu
kazan-kazan durumu devam edecek mi? Çin’in dünya ticaret sistemi üzerine etkisi
o kadar büyük ve uzun dönemde belirsiz ki bu soruya cevap vermek çok zor.
Küresel sistemi tasarlayan ve yasatan Bati, ancak simdiye kadar en fazla
yararlanan Dogu Asya, özellikle Çin oldu. Bir noktada Bati bunun Çin’e faydali,
kendisine zararli olduguna kanaat getirirse pekala da korumaci sisteme geçip
küresellesmeye darbe vurabilir. Simdiye kadar Çin’in ucuz mallarindan ve imalat
üssü olmasindan kazançli çikan, ancak isini kaybeden mavi yakali isçilere ve
gelismekte olan ülkelerin feryatlarina kulak tikayan Bati, Çin teknoloji
basamaklarinda yükseldikçe ve beyaz yakalilar da islerini kaybettikçe tutumunu
degistirecektir. Bu süreç ne kadar hizli olursa Batinin tepkisi de o kadar
hizli ve sert olacak, korumaci duvarlar yükselecektir. Süreç ancak yavas
oldugu takdirde Bati bunu sindirebilir.
Su
bir gerçek ki küresel ticaret hizla daralmakta; ayni sekilde sermaye akislari
da daralmaktadir.Issizlik tüm dünyada hizla artiyor. Su an içinde bulundugumuz
küresellesme dönemi birden bire durusa geçti. Bu süreç ne kadar devam eder
belli degil. Hemen her yerde hükümetler tehdit altindaki sektörlerine yardim
etmenin yollarini ariyor. Almanya’dan sonra dünyanin en büyük ihracatçisi olan
Çin kaçinilmaz bir sekilde bu taleplerin hedefi olacak. Bu durumda, bir ticaret
savasi ve ülkelerin birbirlerine rakip ticaret bloklari olusturmasi çok
muhtemeldir.
7
BIR UYGARLIK
DEVLETI
Çin
her zaman ucuz mal, daha da ucuz isçilik ve berbat çalisma kosullari ile es
anlamli olmayacak. Evrende herkesin kendi durumunu düzeltme arzusu, dünyanin en
ucuz, hiç bir sekilde sendikalarla ve yasalarla korunmayan, en zalim piyasa kosullarina açik isgücüne
dayali bir ekonomik rejimin yasamasina izin vermez. Çin, kalkinmasinin yeni bir
asamasina dogru ilerlemekte, siyasi dünyasi da bunu yansitmaktadir.
Laissez-Faire tutumun yerini isçi haklarinin korundugu bir sistemin almasi gerektigi bilinci artmaktadir.
Bati,
Çin gelistikçe kendine benzeyecegini düsünmektedir. Bu büyük bir yanilgidir.
Japonya’dan sonra süper güçlerin arasina ilk kez Batili olmayan bir ülke olarak
katilan Çin’in bu gelisimini anlamak için ekonomik büyüme yaninda tarihini,
siyasetini, kültür ve geleneklerini anlamak zorundayiz.
Uygarlik
Devleti
3000
yila yakin tarihiyle Çin dünyanin kesintisiz var olan en eski ülkesidir.
Çinliler Çin terimini kullandiklarinda genellikle ülkeyi degil, Çin
uygarligini, tarihini, hanedanlarini, Konfüçyüs’ü, düsünce tarzini,
iliskilerini, adetlerini, ailelerini, ana baba ve atalara tapinma derecesinde
saygiyi, deger ve felsefelerini kastederler.
Çin’e
alisilmis ulus-devlet prizmasindan degil, kendilerine özgü siyasi, iktisadi ve
sosyal sistemlerini haiz, çok sayida yari özerk eyaletten olusan bir kita
sistemi prizmasindan bakmamiz gerekir. Her biri bir ülke büyüklügündeki bu
eyaletlerin arasinda her açidan muazzam fark vardir. O kadar ki,
tüm Avrupa’nin ulus-devletleri
arasindaki fark bile daha azdir.
Kita
büyüklügündeki bu devletin Beijing’den yönetilemeyecegi asikârdir. Eyaletler
epeyce özerktir. Neticede Çin üniter bir devlet yapisina sahip olsa da gerçekte
de facto federal sistemdir.
Çin
Siyasetinin Yapisi
1949
devrimi Çin siyaset sistemine epeyce degisiklik getirmisse de temel
niteliklerin çogu hanedanlar döneminde ne Ise, komünist dönemde de aynen devam
etmektedir. Bu özellikler nelerdir?
Çin’de
Siyaset her zaman devletle es anlamli olmustur: elitler veya halk pek
katilamaz. Konfüçyüs ögretisine göre halk devlet yönetiminden uzak tutulmalidir ki hükümet yetkilileri
bagli olduklari etik kurallar ve ideallerle çalisabilsinler. Bati mantigina ve adetlerine ne kadar aykiri
olsa da bu görüsleri silip
atamayiz. Unutmamali ki Konfüçyüs sistemi insanlik tarihinde en uzun süredir
devam eden siyasi deger olup Japon, Kore ve Vietnam tarafindan da model olarak
alinmistir.
Konfüçyüs
sistemi elitist olmasina ragmen bir çikis yolu taniyordu: Tanri imparatora
hükümdarlik hakki vermis olsa da halkin büyük bir bölümünün memnuniyetsizligi
durumunda imparator bu hakki kötüye
kullanmis oluyordu ve hükümdarliktan atilmaliydi.
Çin’de
devlet toplumun diregi olarak görülür: mutlak hakim odur. Avrupa toplumlarinda
aksine iktidar; din, aristokrasi ve ticari çikarlar gibi birbirine rakip yetki
kaynaklarinin çekismesine maruzdur ve gücünü onlarla paylasmak zorundadir.
Farkli otorite kaynaklarinin bir arada var olmasi Çin’de etik disi görülür.
Yalnizca iki kurum resmen kabul edilir ve önemlidir: Hükümet ve aile. Tüccar
sinifi hiyerarside en son sirada oldugu halde hiçbir zaman sira atlamayi veya
örgütlenmeyi düsünmemislerdir.
Çin
siyasetinde geleneksel olarak etik kurallar en önde gelir. Kamu görevlileri
devrimden önce Konfüçyüs ögretisi sinavindan geçerlerdi. Simdi bunlarin yerini
Maoist ögreti almistir. Devlet yönetimi ilkesi olarak etik standartlara
baglilik, çocuklarin yetistirilmesinde aile ve egitimin rolüne verilen önemle
birlesmistir. Çin toplumsal hayatinda en önemli kurum ailedir. Çinli çocuk
hiyerarsiye ve otoriteye boyun egmeyi orda ögrenir. Ailenin, daha dogrusu
babanin sözü son sözdür. Büyüklere saygi, utanma duygusu ve mahcup olma korkusu
ile birlesip öz disiplini gelistirir.
Kisacasi bir ulus-devletten ziyade ulus ailedir.
Çin
siyasetinin diger temel özellikleri ülkenin birligi ve siyasi istikrardir. Her
ikisi de, ara ara kesintilere ugrasa bile, ülkenin iki bin küsur yillik
varliginin vazgeçilmez ögeleridir.
Çin
ve Demokrasi
Batililarin
gözünde bir ülkenin siyasetinin ve yönetisiminin sinavi demokrasinin varligi ya
da yoklugudur. Kuskusuz, sartlar olgunlasmissa ve ülke kültüründe ciddi kök
salmissa bu tür demokrasinin mevcudiyeti arzulanan bir sistemdir. Ancak Irak
örneginde oldugu gibi Anglo-amerikan silahinin namlusuyla empoze edilmis
yabanci bir uzuv gibiyse, bu zorlamanin direnme, kendi toplumuna yabancilasma
veya etnik çatisma seklinde ortaya çikan bedeli, saglayacagi yarardan kat kat
fazla olacaktir.
Demokrasi
tarih ve kültürden bagimsiz, her sart ve durumda uygulanabilen soyut bir ideal
degildir zira sartlar müsait degilse asla düzgün islemez; hatta tehlikeli bile
olabilir. Bir ülkenin yönetiminin kalitesini degerlendirirken diger bütün
kriterlerden daha önemli olarak da görülmemelidir. Özellikle gelismekte
olan ülkeler için
ekonomik büyümeyi basarmak,
etnik uyumu korumak, yolsuzlugu
önlemek ve düzen ve istikrari sürdürmek demokrasiden daha da önemli
gerekliliklerdir. Demokrasi kendi tarihi ve gelisimi baglaminda görülmelidir;
farkli toplumlar kendi kosullarina, tarihlerine ve gelisme seviyelerine bagli
farkli önceliklere sahip olabilirler.
Aslinda
pek az ülke bugünkü anlamiyla demokrasiyi ekonomik take-off süreciyle
birlestirmeyi basarabilmistir. Bütün Bati Avrupa ülkeleri take-off’u demokrasi
olmadan yasamistir. Avrupa’nin sinaîlesme döneminde en yaygin yönetim sekli,
mutlakiyetçi veya anayasali monarsilerdi. Seçme hakki bile sanayi devrimi
tamamlandiktan çok sonra, o da yalnizca imtiyazli küçük bir azinliga
taninmisti. Sömürgelerin asla seçme hakki olmadi, anavatanda herkes bu
hakki kazandiktan sonra bile.
Dolayisiyla Batinin, ‘’bir ülke kalkinmanin hangi asamasinda olursa olsun
demokrasi ile yönetilmelidir’’ diye diretmesi tam bir iki yüzlülüktür.
Ekonomik
take-off’unu yüz küsur yil önce yasamis olan gelismis dünyada, su veya bu tarz
da olsa, demokrasi evrenseldir. Gelismekte olan dünyada ise
rejim hayli karisiktir; Demokrasi ya hiç yoktur ya da yarim yamalaktir.
Ilk Asya kaplanlarinin (Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong-Kong) hiçbiri
take-off’nu demokratik kosullarda gerçeklestirmedi. Tayvan ve güney Kore’de
ileri görüslü askeri diktatörlük, Hong-Kong’ da demokrasi yoksunu Ingiliz
sömürgesi, Singapur’da otoriter ve uydurma demokrat bir yönetim vardi. Ancak
hepsinin de sansina, becerikli ve
stratejik iktidarlarla kutsanmislardi. Gelisme asamasindaki devletler olarak
iktidarlarin mesruiyeti büyük ölçüde halkin sevgisini kazanmada degil, hizli
ekonomik büyüme ve yasam seviyelerini yükseltmede yatiyordu. Simdi bu ülkelerin
her biri bati Avrupa’nin kalkinma ve yasam seviyesini yakaladi. Japonya ile
birlikte bu örnekler sinaîlesme ve zenginlesmenin, demokratik sistemin
gelismesine daha uygun kosullar yarattigini göstermektedir. O yüzden, nüfusun
yarisindan fazlasi kirsal alanda yasayan Çin’in çok partili, seçimli demokratik
sisteme geçmeye hazir oldugunu veya geçmesi gerektigini iddia etmek abesle
istigaldir. Batili ultra demokratlar ne kadar karsi çiksa da Çin’ in su an en
bastaki önceligi ekonomik kalkinmadir.
Çin
ve Hümanist Iktidar
Tiananmen
meydani ayaklanmasinin Sovyet komünizminin çöküsüne rastlamasi pek çok Batili
gözlemciyi Çin komünist partisinin kaderinin de ayni olacagina inandirmisti.
Daha fazla yanilmis olamazlardi. Aksine, Deng
Xiaoping liderliginde komünist
parti büyük esneklik ve yaraticilik göstererek Mao’dan miras krize, halkin
büyük bir bölümünün yasam standardini yükselten bir reform süreci baslatmak suretiyle cevap
verdi. Komünist partinin iktidari artik saglam, hak ettigi prestijin keyfini çikariyor.
Toplumsal
huzursuzluktan ve kronik yolsuzluktan dogan yönetisim sorunlarina ragmen, baslamis
reform sürecinin görülebilir
gelecekte de devam
etmesi beklenmektedir.
Hem Çin, hem de dünya için en kötü senaryo,
komünist partinin Rusya’daki gibi çöküp yok olmasidir. Nüfusu çok daha
fazla, ekonomisi çok daha büyük, dis dünya ile çok daha entegre olan Çin’de
böyle bir çöküs hem ulusal, hem de küresel açidan tam bir deprem
yaratacaktir. Çin ve dünya için en iyi durum, mevcut rejimin ayni tür
reformlarla ülkenin dönüsümünü sürdürmesi ve gerektiginde yumusak bir geçisle
baska bir döneme ulastirmasi olacaktir.
Farkli
Bir Devlet Olarak Çin
Simdiye
kadar Bati kavramalarinin, degerlerinin, kurumlarinin ve önermelerinin hakim
oldugu dünyada bunlara uyup uymamak Çin’in sorunuydu. Fakat gelecekte Çin’in
gücü ve etkisi arttikça bu Batinin sorunu olacaga benziyor; zira böyle bir
durumda Çin’in degisip Batinin kültürel normlarini kabul etmesi beklenemez.
Düsünce ve davranis tarzlari buna izin vermeyecek kadar eski ve köklüdür.
Batinin
devlet deyince tek kavrami ulus-devlettir. Fakat Çin ve Hindistan’in yükselisi
resmi yeniden degistirecek gibi görünmektedir. Bu ülkeler siradan birer ulus devlet degil, pek çok ülkeyi
gölgede birakan dev boyutta devletlerdir.
Çin’in
global bir güç olarak ortaya çikisinin baska bir farki daha olacaktir.
Sinailesme dönemi basladigindan bu yana dünyanin en güçlü ülkeleri iki ana
özelligi paylasmislardir: Birincisi çaginin en yüksek milli gelirine sahip
olmak, digeri de kisi basi geliri en yüksek ülke olmak. En zengin ülkelerin hep
en zengin vatandaslari olmustur. Çin bunlarin yalnizca birine sahip
olabilecektir. Su anda dünyanin üçüncü en yüksek gelirine sahiptir. Ancak
Goldman Sachs’in öngördügü gibi 2027’de Amerika’yi geçse bile kisi basi geliri
düsük kalacak, zenginler kulübüne giremeyecektir. Yeni bir tip küresel güce hos
geldiniz: ayni anda toplam geliri açisindan gelismis, kisi basi geliri açisindan
gelisen. Tam bir melez.
8
ORTA KRALLIK
MENTALITESI
Çin
nasil bir büyük güç olacak? Bu soruya geleneksel olarak jeopolitik, yani dis
politika ve devletler arasi iliskiler baglaminda cevap verilir. Baska bir
deyisle hep dis isleri, diplomasi, karsilikli müzakereler ve ordu açisindan ele
alinir. Oysa uluslar arasi
iliskilerin formel yapisi üzerinde yogunlasmak,
halkin düsünce, davranis ve baskalarini algilama tarzlarini yönlendiren
kültürel unsurlari gözden kaçirmamiza yol açar. Jeopolitik yaklasim bir
devletin elitlerinin nasil bir mantikla
davrandiklarini açiklarken, kültürel analiz, tarihten ve halkin bilincinden
gelen köklerle halkin degerlerini, tutumlarini
önyargilarini ve
varsayimlarini açiklar. Sonuçta uluslar
dünyayi kendi tarihi, degerleri ve bakis
açisindan görürler ve dünyayi da bu deneyimlerin ve algilamalarin isiginda
sekillendirmeye çalisirlar.
Amerika
örnegini ele alalim. Üç yüz yildir Amerikan davranisini anlamanin temel noktasi, bu ülkenin Avrupali
yerlesimciler tarafindan kuruldugu, bu yerlesimcilerin savaslar ve salgin
hastaliklarla yerlileri neredeyse yok ettikten sonra beraberlerinde
getirdikleri Avrupa geleneklerini esas alarak sifirdan yepyeni bir baslangiç
yaptiklari, saldirganca batiya dogru yayilarak sonunda tüm kitayi isgal
ettikleri ve büyük ölçüde Afrikali kölelerin katkisiyla zenginlestikleri
gerçegidir. Bu tuglalari dikkate almadan Amerikan tarihini ve bugününü anlamaya
imkan yoktur. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak, halkin kendini ve baskalarini
tanimlama seklinin temeli bunlardir. Kültürel yaklasim, Çin’in durumunda daha
da önemlidir zira kendisini bir ulus devlet olarak görüp ulus- devlet protokolü
uygulamasi daha dün denecek kadar yenidir. Çin’in dünyanin geri kalanina nasil
davranacagini anlamak istiyorsak, bugünkü Çin’in nerelerden geldigini ve
kendilerini nasil gördüklerini anlamak zorundayiz. Tarih, kültür, irk ve
etnisite bir kez daha hikayenin özünde yatiyor.
Farkliliktan
Homojenlige
Çin’de,
ya da bugün Çin dedigimiz topraklarda bir zamanlar çok sayida irk yasiyordu.
Ancak bugün Çin kendisini neredeyse bütünüyle homojen görmektedir. Yasadiklari
bölgeyle göre degisen fiziksel özelliklerine ragmen nüfusun % 90 ‘i kendini Han
soylu çinli olarak görür. Dogru, anayasa
Çin’i üniter, çok irkli bir devlet
olarak tanimlar fakat diger irklar yalnizca % 9’unu olusturur ki, ülkenin
muazzam büyüklügü dikkate alinirsa bu çok küçük bir orandir. Kalabalik nüfuslu
baska ülkelerle Çin arasindaki fark irk çesitliligi olmamasi degil, irklarin
kimliklerinin binlerce yilda fetihler, asimilasyon, uyum, evlilikler, dislama
ve irk katliamlari yüzünden yitirilmesidir.
Bütün
irk siniflandirmalari gibi Han Çinlileri de çok sayida irkin zaman içinde
kaynasmasiyla ortaya çikmis hayali bir gruptur. Ancak bu kimlik o kadar uzun
süredir o kadar güçlü yerlesmistir ki Çinliler ortak kökenli tek bir soydan
gelen büyük bir aile olduklari efsanesine bütün kalpleriyle inanirlar.
Konfüçyüs, cumhuriyet veya komünizm, her dönemde bu inanis hiç degismez.
Çin
tarihçileri Çin topraklarinin genislemesini fetih degil, birlestirme süreci
olarak tarif ederler ve bu birlesmenin, üniterlesmenin ülkenin dogal evrimle
gerçeklesen kaderi oldugunu iddia ederler. “Toprak bir kere ele geçirildi mi ,
artik orasi Çin’dir, halki da seve seve sadakatle baglanir.’’ Oysa bu zannin
asli astari yoktur. Çin’in bugünkü sinirlarina kavusmasi dogal ve uyumlu bir
süreçle degil, karmasik bir savas, rekabet, etnik çatisma, asimilasyon, fetih
ve yerlesme süreci sonucu gerçeklesmistir ve bugün Çin hala tam bir
imparatorluktur.
Evrenden
Ulus-Devlete
19.
yy da Avrupa ile iliskiler baslayincaya kadar Çin kendisini “dünyanin merkezi”,
‘’Orta krallik’’, “Cennetin altindaki toprak’’ seklinde tanimliyor ve baska
kralliklarin bulundugu düzlemden farkli bir düzlemde olduguna, bir isme bile
ihtiyaci olmadigina inaniyordu. Israil ve Amerika gibi Tanri tarafindan
belirlendigi için degil, yalnizca parlak uygarligi dolayisiyla ‘’seçilmis
toprak’’ ti.
19.
yy.in sonuna dogru Avrupa güçlerinin ve Japonya’nin artan tehditleri karsisinda
Quing hanedani yavas yavas ulus devlet kurallarina uygun sekilde davranmak
zorunda kaldi. Baska ülkelerden üstün konumda oldugu görüsü, Avrupa üstünlügü
kayaliklarina çarparak batmis, ‘’cennetin altindaki topraklar’’ yeryüzüne
inmisti. Orta krallik artik Çin adinda bir ismi olan herhangi bir ülke haline
gelmisti. Kültürel üstünlügüne yürekten inanmis bir halk uzun bir süphe,
belirsizlik ve utanç krizine girmisti. 150 yil sonra bu krizden daha yeni yeni
kurtulmaya baslamistir.
Çinliler
ve Irk
Irkçilik,
siyasi olarak insanlarin utandigi, varligini derhal inkar ettikleri, sözünü
etmekten sakindigi, fakat bütün toplumlari incelerken mutlaka üstünde durulmasi
gereken bir konudur. Bazen yüzeyde, bazen hemen altinda, ama her zaman bir
yerlerden ortaya çikmayi bekler. Bu hiç de sasirtici degildir zira insanlar
kendilerini gruplar halinde görür; fiziksel fark çok belirgin ve güçlü bir
ayiricidir. Bütün irklar önyargi tasirlar, irkçi tarzda düsünürler ve diger
irklara karsi irkçi davranirlar, kendileri bizzat irkçi muamelenin acisini
çekmis olsalar bile. Ancak her bir irkçilik baska irkçiliklarla ortak
özellikler barindirsa da halkin kendi tarih ve kültürünün sekillendirdigi,
kendine has bir türdür.
Irkçilik
bati icadi da degildir; kökleri Çin ve Japonya’ya uzanir. Çin’de etnik
azinliklar esit görülmek bir yana, kültürsüz, geri kalmis, Çin kültürünü örnek
almasi gereken insanlar olarak horlanirlar. 1949 devrimini takiben bariz
irkçilik biraz örtülse de Çin sagduyusunun temelinde hep mevcuttur, üstelik
reformdan sonra hem halk arasinda, hem resmi çevrelerde yeniden tirmanisa
geçmistir. Çin’in farkli irklara karsi tutumunun en açik iki örnegi, nüfusunun
yarisindan fazlasi uygur olan Xingjiang ile tibetli olan Tibet’te görülür. Her
iki irk da gerek etnik, gerekse irk olarak han’lardan çok farklidir. 2008 mart’inda
Lhasa ve çevre eyaletlerdeki Tibetlilerin anti-han isyanlari, onlarca yildan
beri en kötüsü ve tibetlilerle hanlar arasinda kaynayan gerilimin bir
göstergesiydi.
Tibetlilerin
yüzyillardir sahip oldugu ve sonra ellerinden alinan özerklik, 1950 deki yeni
düzenlemelerde söz verildigi halde hiç gerçeklesmemistir. Çin’in Tibet’e karsi
stratejisi baski, asimilasyon, Dalai Lhama’yi tanimama, Budist rahipleri ve
ibadetleri yasaklama gibi unsurlar içerir. Ayrica, Beijing-Lhasa arasinda
dogrudan demiryolu hatti döseyerek hanlilarin Lhasa’ya göç etmesini tesvik
etmis, böylece etnik dengeyi degistirerek Tibetlilerin pozisyonunu zayiflatmayi
amaçlamistir. Bir yandan da çesitli tesvik ve sübvansiyonlarla ekonomik
büyümenin saglanmasi ve yasam standardinin yükseltilmesi için çaba
harcanmistir. Hükümet, Tibet halkina bir baba gibi davrandigini, protesto ve
isyanlari da Dalai ekibinin organize ettigini iddia etmektedir. Tibetlilerin en
büyük öfkesi ise kültürel ve dini özgürlülüklerden yoksun olmalari ve han
göçleriyle kendi topraklarinda azinlik konumuna düsmeleridir.
Oysa
çözüm mümkündür. Dalai Lhama Tibet topraklarini
genisletme iddiasindan ve batililara yönelik Çin aleyhine kampanya
yürütmekten vazgeçer, Çin de Dalai Lhamanin ruhani lider olarak Lhasa’ya
dönmesine, kisitli bir özerk yönetime ve tam bir kültürel-dini özgürlüge izin
vererek han göçünü durdurur.
Batinin
Çin’e bakisiyla ilgili en büyük sorun Çin’in iç politikasina, özellikle de
demokrasi bulunmayisina, komünist hükümetine ve askeri gücüne fazla burnunu
sokmasidir. Gerçekte ise Çin’in yükselisinin yaratabilecegi en önemli tehlike
askeri degil kültürel olacaktir. Baska bir deyisle Çin ile ilgili sorun
demokrasi bulunmayisindan ziyade kendisiyle diger kültürler arasinda
farkliliklara karsi nasil tepki verecegi olacaktir. Bir ülkenin dünyanin
geri kalanina karsi tutumu öncelikle
kendi kültürü ve tarihi tarafindan belirlenir. Her yeni egemen ülkenin gücü
kendine hastir. Ingiltere ve Avrupa için bu güç denizlerde büyüme ve
sömürgelerden imparatorluk kurma seklinde, Amerika için ise hava kuvvetlerinin
gücü ve küresel ekonomik hakimiyet olmustur. Çin’in gücü de yeni ve farkli
sekiller alacaktir. Çin gelenegi Batidan çok farklidir. Çin egemenligin
unsurlarini kültür ve irkin belirlemesi beklenmelidir. Çin’in kültürüne ve
üstünlügüne olan özgüveni Amerika ve Ingiltere’den çok ötedir. Dolayisiyla
Çin’in küresel bir güce yükselmesi sonucu, zaman içinde dünyanin kültürel ve
irksal düzenini kendi imajina göre temelden degistirmesi beklenmelidir. Çin,
ülkeleri ve kitalari kendi agi içine çektikçe bu ülke ve kitalar muazzam güçlü
bir ülkenin sadece ekonomik tedarikçisi olarak kalmayacaklar, ayni zamanda Çin
hakimiyetindeki küresel hiyerarside kültürel ve etnik açidan asagida bir
konumda kalacaklardir.
9
ÇIN’IN KENDI ARKA
BAHÇESI
1992
de Hong-Kong Çin’e iade edildiginde Ingilizler kentin kendi dönemlerinde oldugu
kadar parlak olacagindan çok kuskuluydular. Çin’in geleceginin, Hong- Kong’a ne
kadar benzeyebilecegine, baskalarindan ne kadar ögrenebilecegine bagli olduguna
inaniyorlar, tek akillica yolun disaridan içeri dogru oldugunu savunuyorlardi.
Bunda bir parça dogruluk payi var gibi görünüyordu zira bölgede degisim Çin
disinda baslamisti. Gerçekte ise bu bakis açisi tamamen Çin’e tepeden bakisti.
Çin’in, bati fikirleri ve know-how’u ile doldurulmasi gereken bos bir fiçi
oldugunu ima ediyordu. Elbette Çin’in Bati’dan ögrenecegi çok sey vardi fakat
gerçeklestirdigi transformasyon disaridan ithal edilmekten ziyade evde yetistirilmisti.
Hong-Kong
da hala Hong-Kong olmakla birlikte ekonomik açidan yeniden yaratildi. Borsa
hacmi Shanghai’in epey altinda kaldi. Hakikisi Beijing ve Shanghai’dayken oraya
kim gitsin ki? Önceden hikaye tamamen
Çin disindayken simdi bütün
yollar Çin’e çikiyor. Bölgenin gündemi Beijing’de belirleniyor.
Çin’in
yükselisi en iyi Amerika, Avrupa hatta Güney Amerika veya Afrika’dan degil Dogu
Asya’dan görülebilir. Yükselisinin
yarattigi titresimlerin en siddetli ve
yaygin olarak hissedildigi yer kendi arka bahçesidir. Çin’in gittikçe artan
gücünü orada nasil kullanacagi, küresel güç olarak nasil davranacaginin önemli
bir göstergesi olacaktir. Bir ülkenin kendi bölgesinde dominant güç olmadan
küresel güç statüsüne kavusmasi çok zordur. Çin de dogu Asya’nin prömiyer gücü
olma çabasindadir. Dünya nüfusunun üçte birini barindiran bölgede Çinin
rakipleri, bölgenin teknolojik olarak en gelismis ve en fazla gelire sahip
ülkesi Japonya ile askeri isbirlikleri, üsleri ve deniz kuvvetleri sayesinde
Amerika’dir. Dahasi Çin yine güçlü birer oyuncu olan Rusya ve Hindistan ile de
sinir komsusudur. Çin’in bölgesel güç olmaya giden yolu tas ve dikenlerle
örülüdür. Çin’in bölgede hizla büyüyen ekonomik etkisi siyasi ve kültürel
yankilara da yol açmaktadir. Her yerde Çin’in varligi degisik ölçülerde
hissedilmektedir. Çin’in karsilikli bagimliliga, yeni anlasmalar yapmaya hazir
olmasi ve diger ülkelerin ilgi ve ihtiyaçlarini dikkate almasi ona diger
ülkeler nezdinde büyük itibar kazandirmakta, onu iyi bir komsu, yapici bir
ortak, dikkatli bir dinleyici ve korkmadiklari bir bölgesel güç olarak
görmelerini saglamaktadir.
Avustralya
dogu Asya’nin degil Pasifik adalariyla birlikte Asya-pasifik’in bir parçasidir.
Tuhaf olan bu kadar dogudaki bir ülkenin nüfusunun çogunun beyaz olmasi ve bati
olarak tanimlanmasidir.
Avustralya’nin basta
demir cevheri olmak
üzere muazzam dogal kaynaklari Çin’in
doymak bilmez istahini kabartmaktadir.
Çin’in
talebi sayesinde Avustralya kesintisiz 20 yildir büyümektedir. Krize kadar, bir
taraftan emtia fiyatlari yükselirken bir taraftan da tüketim ürünlerinin
ucuzlamasi dolayisiyla Çin’in yükselisinden çifte kazançli çikan ender
ülkelerden biridir Avustralya. Çin’in bölgesel politikalarina uymayan iki
istisna vardir: Biri ülkenin en önemli “Kayip topraklari” olan Tayvan, digeri
de vaktiyle ona sömürge muamelesi yapan en büyük düsmani Japonya. Bölgedeki her
ülkeyle uyum, taviz ve anlasma politikalari güden Çin, Japonya ve Tayvan’a
karsi ayni tutumda degildir.
1949’dan
beri Tayvan Çin’in en büyük sorunu olmustur. Çin simdilik bu sorununun çözümünü
ileriki bir tarihe atarsa Çin’in Dogu Asya’da en zor meselesi olarak Japonya
kalacaktir.
1968
de baslayan Meiji restorasyonuna kadar Japonya ile Çin arasindaki iliskiler
nispeten uyumluydu. Japonya uyum zamaninda Çin’in bir tributary ülkesi
olarak Çin uygarligina ve Konfüçyüs geleneklerine gereken saygiyi
gösteriyor, borcunu ödüyordu. Restorasyonla yüzünü Batiya çeviren Japonya,
kendi kitasina, özellikle Çin’e ve onun genislemeci heveslerine sirtini döndü.
1894 Çin-Japon savasi aralarindaki çekismenin tepe noktasi oldu. Çin halki hala
bu savasi ve onu izleyen Shimona-seki anlasmasini Çin’in “Asagilanma Yüzyili” nin
en kara saati olarak görür.
Japonya’nin
hali hazirda Amerika ile olan askeri isbirligi ve bagimliligi uzun dönemde
sürdürülemeyebilir. Çin’in büyüyen ekonomik, siyasi ve askeri gücü bir noktada
Japonlari Çin’e karsi tavirlarinda daha olumlu düsünmeye yöneltebilir; Amerika
da Çin’le iliskilerinin daha önemli oldugu ve Japonya ile isbirliginin
azaltilmasi, rafa kalkmasi veya terk edilmesi gerektigi konularinda ikna
edilebilir. Fakat böyle bir sonuca ulasma ihtimali gerçeklesse bile bu yakin
zamanda olacak is degildir. En olmayacak senaryo ise Japonya’nin tek basina
Çin’e sahip olarak süper güç statüsüne kavusmasidir zira bunu basaramayacak
kadar küçük, izole ve dogal kaynaklardan yoksundur.,
File
Gelince
Odadaki,
daha dogrusu bölgedeki fil Amerika’dir. Dogu Asya’ya dahil olmamakla birlikte Japonya ile askeri
isbirligiyle, Güney Kore’deki üsleriyle, yillardir Tayvan’a verdigi destekle,
Kore ve Vietnam savaslariyla 1950 den bu yana bölgede dominant güç olmustur.
Ancak durum hizla degismektedir. 11 eylül olayi, Çin’in dis politikasindaki
degisim ve ekonomik gücü Çin’in bölgedeki gücünü arttirirken, her seyi birakip
kafasini Orta Dogu’ya gömen Amerika Bush döneminde bölgeden iyice uzaklasmis
olup yalnizca deniz kuvvetleri olarak bölgedeki dominant gücünü sürdürmektedir.
Bu
deniz gücü Çin’in bölgesel gücünü zapti rapt altina almakla birlikte
Amerika’nin artan zayifliginin da belirtisidir ayni zamanda. Ekonomik, siyasi,
kültürel, birçok açidan, bölgenin bütünüyle Çin hegemonyasina girmesi uzak
degildir.
10
YÜKSELEN BIR
KÜRESEL GÜÇ OLARAK ÇIN
Çin’de
192 tane hipermarketi bulunan Carrefour’un sürgünde Dalai Lhama’yi finanse
ettigi duyulunca Çin halki derhal magazalarin önünde toplanip yogun
protestolara giristi. Devlet Çin pazarini Fransiz sirketlerine kapatmakla
tehdit etti. Baskan Sarkozy alelacele özür diledi. Londra Metropolitan üniversitesi Dalai Lhama’ya
fahri doktora verince Çin 434 ögrencisini geri çekmekle tehdit etti. Aninda
rektör özür diledi. Bunun gibi birbirinden farkli çok sayida örnek, yabanci
liderlerin Çin’in hassasiyetleri karsisinda boyun egmeye ne kadar hazir
olduklarini göstermekte, Çin halkinin görüslerinin, endiselerinin ve
tutumlarinin küresel sahnede artan etkisini vurgulamaktadir.
Gelecekteki
sekli henüz pek net olmayan yeni bir dünya düzeni ortaya çikmaktadir. Çin 20 yil
içinde Dogu Asya’nin de facto merkezi,
her ülke için önemli bir pazar, yeni ekonomik düzenlemelerin kilit noktasi,
bütün ülkelerin dikkate almak zorunda oldugu bir ülke haline gelmistir. Simdiye
kadar Çin’in yükselisinin getirdigi degisiklikler küresel sulari
dalgalandirmamis olmakla birlikte degisimin hizi ve büyüklügü derin bir
istikrarsizlik dönemine girdigimize isaret etmektedir. Oysa soguk savas
nispeten öngörülebilir ve olaganüstü istikrarli bir dönemdi.
Çin’in
ekonomik yükselisi 10 yil sonra nasil hissedilecek ve algilanacak? 20 yil sonra
Amerika’nin arkasindan ikinci oldugunda ve Dogu Asya’yi tümüyle egemenligi
altina aldiginda nasil davranacak? Yerlesik uluslar arasi sistemin kurallarina
uygun sekilde hareket etmeyi sürdürecek mi? Yoksa yepyeni bir sistemin mimari
ve öncüsü mü olacak? Dünya nüfusunun
beste birini olusturan vatandaslari Bati yasam standartlarina ulasmaya
çalisirken çevre ve iklim felaketlerine yol açacak mi? Bu sorularin cevabini ne
Çin biliyor ne de dünya’nin geri kalani. Zaten diger ülkelerin
Çin’e davranisi, Çin’in nasil tepki verecegini de belirleyen faktör olacaktir.
Uluslar arasi iliskiler uzmanlari, kendilerini yeni kavustuklari uluslar arasi
sistem içinde muhafaza edemeyip, artan hirslariyla savasa yol açan ülkelere
örnek olarak 20. Yüzyil baslarindaki Almanya ve Japonya’yi göstermeye
bayilirlar. Çin’in yükselisi illaki savasa yol açmayacaktir -
insanlik adina öyle
olmasini dileyelim - ama öyle
bir durum ortaya
çikarsa bunun yol açacagi felaket Almanya ve Japonya’ninki ile
karsilastirilamayacak kadar büyük olacaktir.
21.yy
in baslangici Çin’in dünya zihnine düstügü andir. O zamana kadar insanlarin pek
tanimadigi, uzaktaki bir ülkenin bir hikayesiydi. Simdi, bir avuç yil içinde
etkisi gerçek ve elle tutulur hale gelmis, tüm dünyanin beynine kazinmistir. Bu
Çin farkindaliginin iki ana saiki vardir: birincisi Çin ”Dünyanin atölyesi”
konumuna gelince “Made in China” mallari tüm pazarlara sel gibi akmis,
neredeyse bir gecede tüketici fiyatlarini alasagi etmistir. Ikincisi
de Çin’in kaydettigi çift haneli büyüme dünyanin emtia ihtiyacini adam
akilli körüklemis, basta petrol olmak üzere pek çok emtianin fiyatini zirveye tasimistir. Böylece Çin’in
yükselisinin olumsuz sonuçlarinin da oldugu görülmüstür.
2001
de Çin resmen “ Küresel hareket” stratejisini baslatmisti. Bunun amaci, emtia
üreticisi ülkelerle daha yakin iliskiler kurmak ve böylece ülkenin büyümek için
acilen ihtiyaç duydugu hammaddelerin teminini güvenceye almakti. Bu politika
ciddi etki yaratti. 10 yildan kisa süre içinde Çin Güney Amerika ve
Afrika’daki, daha az ölçüde de Orta Dogudaki birçok ülkeyle siki iliskiler
kurdu. Bati hemen Çin’in kendisi ile olan iliskisini mercek altina aldi. Fakat gerçekte Çin için gelisen ülkelerle baglari sikilastirmak,
yeni bir küresel güç olarak ortaya çikmasinda daha büyük önem tasiyordu. 2000
ile 2005 arasinda Çin’in yurtdisi yatirimlari bes kat artarak 12 milyar dolara
ulasti. Bunun da bir numarali destinasyonu Afrika oldu.
Afrika’nin
Çin için çekicilige asikardir. 2003’te
ülke dünya tüketiminin petrolde %7
sini, çelik ürünlerinde % 27 ‘sini, Demir cevherinde % 30 unu, kömürde % 31 ini
ve çimentoda % 40’ini tek basina Çin gerçeklestirmistir. Çin’in dogal
kaynaklari ne kadar kitsa Afrika’nin da o kadar fazladir. Üstelik devamli
Amerika’nin baskisi altinda olan Orta Dogunun aksine, Afrika nispeten gözden
uzaktadir.
Çin’in
Afrika üzerinde simdiye kadarki etkisi genelde olumlu olmustur. Emtia
ihracatçisi ülkeler için hem talebi hem de fiyatlari yukari çekmistir. Ancak
hammadde kaynaklarindan yoksun ülkelerin mamul ürünlerine rakip olmustur.
Batili
uluslar ile Çin’in, Afrika ve genel olarak gelisen ülkelere yaklasimindaki
tezat, Afrikalilar arasinda kalkinmada acaba Çin modelini mi uygulayalim
sorusunun tartisilmasina rol açmistir. Bu modelin özellikleri alt yapida ve
destek hizmetlerinde devletin önderlik ettigi büyük ölçekli yatirimlar
ve dis yardimin da Batinin yaptigi gibi minerallerin çikarilmasina ve yardimi
yapan ülkenin kendi ekonomik çikarlarina bagli olmamasi yaninda demokrasiyi
askiya alan güçlü bir hükümettir ki bu sonuncusu otoriter Afrika hükümetlerine
pek cazip gelmektedir. Çin’in dev adimlarla büyümesi ve yoksullugun büyük
ölçüde azaltilmis olmasi, bütün
gelisen ülkeleri Çin’den
alinacak çok ders olduguna inandirmaktadir.
Çin modeli, Washington Konsensüsü’nün aksine sok terapiyi ve Big Bang’i reddederek mevcut
kurumlarin iyilestirilmesini temel alan kademeli bir süreci yegler. Güçlü
hükümet, reform sürecinde önderlik eder ve yönetir. Seçici bir ögrenme ve
kültürel etkilenmeyi içerir. Neo - Liberal
Amerikan modeli dahil yabanci fikirleri alip kendininkileriyle harmanlar
ve nihayet öncelikleri siraya koyar. Örnegin siyasiden önce ekonomik
reformlardan yola çikmasi, kalkinmayi iç eyaletlerden önce kiyi
eyaletlerinden baslatmasi gibi. Görüldügü üzere Çin modeli tipki diger Asya
kaplanlari gibi daha az ideolojik, daha
fazla pragmatiktir.
Çin’in
Afrika’daki misyonu çok büyük önem tasimaktadir. Hizla artan etkisi zaman
içinde muhtemelen kitada dominant oyuncu olacagina ve Çin’in daha genis küresel
niyetleri olduguna isaret etmektedir.
Neticede
hiçbir ülkeyi sömürgesi altina almamis olan, tersine kendi de sömürge tecrübesi
yasayan Çin, gelisen bir ülke statüsüyle Afrika uluslari arasinda Bati’dan çok
daha fazla yakinlik gösterilmesinin ve mesru görülmesinin keyfini sürmektedir.
Afrika ülkeleri arasinda yapilan bir anket, çogunun Çin’e karsi tutumlarinin
Amerika’ya karsi olandan daha olumlu oldugunu göstermistir.
Orta
Dogu ve Iran
Bilinen
dünya petrol rezervlerinin neredeyse üçte ikisi Basra körfezi çevresinde
yogunlasmistir. Bunun çeyregi simdi Arabistan kontrolünde olup çeyregi de Irak
ve Kuveyt tarafindan paylasilmaktadir. Bu üç ülke bilinen dünya rezervlerinin
yarisindan fazlasina sahiptir. Bölgenin bir diger büyük üreticisi olan Iran’in
payi onda birdir.
Çin
1993’te petrol ürünlerinin, 1996’da ham petrolün net ithalatçisi olmustur. Bu
yüzden Orta Doguda yakin iliskiler kurmak istemesi dogaldir. Ancak bu
bölge tam anlamiyla Amerika’nin etki alaninda oldugundan Çin çok
dikkatli davranmakta, hiçbir sekilde Amerika’yi kizdirmak istememektedir.
Dolayisiyla Afrika Çin dis politikasinda birinci, Ortadogu ikinci derecede önceliklidir.
Çin’in
Orta Dogu stratejisinin merkezinde, uzun süredir yakin iliskide oldugu Iran vardir. Iki ülkenin pek çok ortak
noktasi vardir. Her ikisi de tarihte büyük basarilar kaydetmis çok eski
uygarliklar olarak bölgelerindeki diger devletlere tepeden bakarlar. Batinin
elinden ikisi de çok çektigi için ikisi de nefret eder, Bati hegemonyasindan
kurtulmus bir dünyada çok daha fazla geliseceklerine inanirlar. Ancak iliskilerini yine de tutumlar degil,
çikarlar yönlendirir.
Çin’in
Iran’da iliskisinin ucu açiktir. Bir taraftan Amerika ile iliskisini bozmak
istemeyecek, öte taraftan da Iran’in körfez bölgesinde dominant rol oynamasini
destekleyecektir.
Rusya
20
yil süren düsmanliktan sonra Çin’in 1980’lerde Sovyetler Birligi ile iliskileri
düzelmeye yüz tutmustur. Sovyetler Birliginin çöküsüyle de 1990’larda tamamen düzelmistir. Rusya önceki gelirinin
yarisina, nüfusunun yarisindan azina düserek eski Sovyetlerin soluk bir gölgesi
haline gelmistir. Bu arada reform
programini baslatan Çin üst üste çift haneli büyümeyi sürdürmüs, böylece iki
ülke arasindaki güçler dengesi tamamen kayarak Çin’in ezeli rakibinden çok daha
öne geçmesini saglamistir. Iki ülke yüzyillardir süre gelen sinir
anlasmazligini geride birakarak 43.000 km’ye ulasan dünyanin en uzun kara sinirina kavusmuslaridir. Sinir da
tamamen askeri bölge olmaktan çikip ticaret ve degis-tokus merkezi olmustur.
Hindistan
Ve Güney Asya
Çin
ile Hindistan’in bir çok ortak noktasi vardir. Ikisi de çok büyük nüfusa sahip
demografik süper güçler olarak bütün çabalariyla ekonomik dönüsüm sürecine
girmis kitasal devlerdir. Birlikte, bir yandan dünya’nin çehresini degistirip
sirazesini Asya’ya dogru egerken, öte yandan da küçük ve orta boy Avrupa
devletlerine hiç benzemeyen, alan ve nüfus olarak anitsal boyutlarda yepyeni
bir tür ulus-devlet olusturma çabasindadirlar. Bu benzerliklere ragmen ayni
zamanda aralarinda büyük farklar vardir. Çin dünyanin kesintisiz en uzun
tarihine sahip ülkesiyken Hindistan devlet statüsüne nispeten yeni kavusmustur. Çin uygarligi devletle iliskiler
açisindan tanimlanirken Hindistan tam bir Kast(sinif) toplumudur. Hindistan
dünyanin en büyük demokrasisi iken Çin demokrasi kavramina henüz yabancidir.
Çin’in güçlü bir kimlik ve homojenlik
duygusu varken Hindistan çok çesitli irklari benimseyip barindiran bir
çogulculuk ile kutsanmistir. Kültürel farklar iki devletin arasina anlayis ve
empatiden yoksun bir mesafe koymustur.
Çin
Hindistan’in Güney Asya’daki dominant konumunu baltalamak için Hindistan’la
aralari bozuk olan Pakistan, Nepal, Banglades ve Myanmar’i dost edinmistir.
Bunlardan en önemlisi olan Pakistan, Çin sayesinde nükleer silahlara
kavusmustur. Çin’in kurnaz diplomasisi Hindistan’in Güney Asya’da hakimiyet
kumasini engellemektedir.
Avrupa
Çin’in
Avrupa ile iliskisi Amerika ile olandan çok farklidir. Çin’in Amerika ile
iliskileri neredeyse sürekli tartisma konusuyken simdiye kadar Avrupa ile pek
dikkati çekmeyen, inis çikissiz ve sorunsuz olmustur. Geçmiste yasananlari
düsünürseniz bu durumu sasmamak mümkün degildir.
Avrupa’nin
Çin’in yükselisine yaklasimi genelde alt perdeden, parçali ve anlasilmaz olmustur. Bunun
sebebi, Avrupa Birliginin,
Çin gibi ülkelerle iliskilerde
tek söz sahibi olacak gücü ve yetkisi olmamasidir. Dolayisiyla Avrupa ya kisik
sesle, ya da hep bir agizdan konusur. A.B stratejik veya net bir sekilde
düsünme ve davranma kapasitesine sahip üniter bir devlet degil, farkli
çikarlari temsil eden bir alasimdir.
Avrupa’nin
Çin’le ekonomik iliskileri son on yilda büyük ilerleme kaydetmistir: ucuz Çin
mallari sel gibi kapilardan girerken, basta Almanya’dan olmak üzere, çesitli
ileri teknoloji ürünleri Çin pazarina sevk edilmistir.
Yine
de, son kredi krizi ve depresyon birçok Avrupa ülkesinde endise fitilini
ateslemistir. Sonuçta Çin’le ekonomik gerilim artmis, Çin’den ithal edilen
ürünlere anti-damping ve anti –sübvansiyon vergileri konma olasiligi
belirmistir. Endiseyi körükleyen baska bir faktör de Avrupa’nin kilit
sanayilerine Çin sirketlerinin yatirim yapmasi korkusudur.
Uzun
vadede Çin Teknoloji basamaklarinda yükseldikçe ve Avrupa markalariyla kiran
kirana rekabet edecek markalar gelistirdikçe magdurlarin sayisi ciddi ölçüde
artip Çin’in “haksiz” rekabetine karsi koruma önlemleri konmasina yol açabilir.
Ancak bunun gündeme gelmesi için henüz erkendir.
Yükselen
Süper Güç, Alçalan Süper Güç
1972
Mao - Nixon karsilasmasindan ve 1979 da ful diplomatik iliskiler kurulmasindan
bu yana Çin ile Amerika arasindaki iliskiler sürekli ve istikrarli yürümüstür.
Deng’in dis dünya ile sorunsuz ve barisçi bir ortam yaratip, bu sayede
“çabalari ve kaynaklari ekonomik kalkinma üzerinde yogunlastirma stratejisi”
çerçevesinde Çin’in dis politikasinda Amerika en bas köseyi kaplamaktadir.
Baslangiçta
Çin’in Amerika’ya duydugu ihtiyaç, Amerika’nin Çin’e duydugundan çok daha
fazlaydi. Amerika dünyanin en büyük pazarina sahipti. Kendi tasarlayip isletmesini üstlendigi uluslar
arasi sitemin kapi bekçisiydi. Çin’in bu sisteme dahil olup olmamasi iki
dudaginin arasindaydi. Oysa Amerika Çin’i, çok sayidaki uluslar arasi
iliskilerinden yalnizca biri olarak görmekteydi. Ucuz Çin mallarinin ve Çin’in
Amerikan hazine bonolarini satin almasindan dogan kredi bollugunun tadini çikariyordu.
Ancak
Çin yüzyilin basinda kanatlarini açip ekonomisi hizla büyümeye, iki ülke
arasinda ticaret açigi büyümeye, Çin’in elindeki hazine bonolari durmadan
artmaya, yurt disi yatirimlari çogalmaya, Afrika, G. Amerika ve Orta Asya’da
etkisini arttirip hammadde kaynaklarina rahatça ulasmaya, Dogu Asya’da
egemenlik kurmaya baslayinca Çin’in ayni kösede kalmayacagi anlasildi. Zira
Amerika hangi kitaya, hangi ülkeye baksa, karsisinda Çin çikarlarini ve
yatirimlarini görüyordu.
Bu
arada Bush hükümeti daha önceki, konsensüse dayali çok tarafli dis politikayi terk etmis, önleyici saldiriyi
benimseyen tek tarafli politika gütmeye baslamisti. Evrensellikten, ittifaklara
önem vermeyen ulusalliga dönülmüstü. Ulusal egemenlige sayginin yerini, rejimi
degistirmek için müdahale edilebilir tezi almisti. Yeni ve saldirgan bir
Amerika dogmustu. Irak’in isgaline bir kaçi hariç bütün diger devletler ve
kendi halkinin çogunlugu karsi çiktigi halde yürümüs, isgal basarisiz bir
biçimde uzadikça da sevilirligi hiç görülmemis derecede dibe batmistir. Tam o
siralarda Çin’in sahneye çikma vakti gelmis dünya sürdürdügü tranformasyonun
anlamina ve etkilerinin farkina varmistir.
2007’e
kredi krizi baslayip da Amerikan finans sektörü dizleri üzerine çökünce Amerika
tam bir geri dönüs yaparak finans sektörüne kurtarici para aktardi ve böylece
de 1970 ten beri Amerikan kapitalizminin özü olan Neo- liberal rejimin ölümünü
ilan etmis oldu. Birkaç hafta içinde Anglo-Amerikan modeli çökmüs, beraberinde
Batili ekonomileri de ciddi durgunluga sürüklemisti. Amerika’nin Çin kredisine
güvenerek kendi imkânlarinin çok ötesinde yasamasi, Amerikan zenginliginin
zaafini göstermis ve agirlik merkezini Amerika’dan Çin’e kaydirmisti.
Büyüyen
Sürtüsme
Amerika’nin
Çin’e karsi tutumunu sekillendirmesinde iki ülke arasinda sürtüsme olasiligini
arttiran çok sayida mesele vardir.
Ilki,
Amerika’nin küresellesmeye yönelik tutumudur. 1990 larda küresellesme Amerika’da
ve tüm dünyada kazan-kazan durumu olarak gözüküyordu. Gerçekte ise Amerika’nin tasarlayip dünyaya
ihraç ettigi, sonra da oturdugu yerden meyvelerini topladigi bir süreçti. Simdi
gittikçe Amerika’yi tehdit eden bir boomerang olarak algilanmaktadir. Önceleri
Amerika’nin yararlandigi bir sistemken simdi Çin ve Dogu Asya’ya yaradigi
düsünülmektedir. Küresellesme sayesinde Çin kendisini Amerika’nin ezici rakibi
haline dönüstürmeyi basarmistir. Dev dis ticaret fazlasiyla Amerikan
bonolarinin çogunu zapt etmis, Amerikan imalat sanayinin kilit sektörlerini
neredeyse öldürmüs, issizligin artmasina yol açmistir.
Uzun
dönemde Çin teknoloji basamaklarini tirmandikça yalnizca ucuz ürünlerde degil,
katma degeri yüksek ürünlerde de rekabet artacagindan Amerika’da ve Avrupa’da
kaybedenlerin de sayisi artacaktir. Böyle bir durumda serbest ticareti öngören küresellesme askiya alinip,
basta Çin mallarina olmak üzere, korumacilik önlemleri gündeme gelebilir. Son
kriz bu yönde bir isarettir. Doha görüsmelerinin sekteye ugramasi da bu
senaryonun olasiliginin bir göstergesidir.
Dünya’nin
en önemli ekonomik bölgesi olarak güç dengesi de degismis, Dogu Asya su anda
ekonomide hem K. Amerika’yi, hem de Avrupa’yi geçmistir.
Dogu
Asya’da Amerika’nin etkisinin azalmasi, küresel konumunu da etkileyerek bir
yandan Çin’in cüretini arttirirken öte yandan da baska uluslara sinyal
olabilir. Amerika bütün dikkatini Orta Dogu’ya yönelttiginden Dogu Asya’yi
ihmal etmekte, ne olup bittiginin farkina varamamaktadir.
Bu
arada Çin soguk savastan farkli bir biçimde, usul usul Amerika’ya alternatif
bir model olarak ortaya çikmaya baslamistir. 2003 ten bu yana Amerika’nin kaba kuvvete agirlik vermesi onu
dünya çapinda gözden düsürmüs, yarattigi vakumu çok tarafliligi ve barisçi
yükselisi vurgulayan Çin ufaktan ufaktan doldurmaya baslamistir.
Çin’in
hedefi esasta gelismis degil, gelisen ülkelerdir; ön kosulsuz insani ve altyapi
yardimlari, her ülkenin bagimsizligina saygisi, güçlü devlete vurgusu, süpergüç
hegemonyasina karsi çikmasi ve herkes için adil oyun alanini desteklemesi,
gelisen ülkelerde güçlü bir yanit bulmaktadir. Amerika’nin yumusak gücünün
hedefi, ulus devletlerin içinde demokrasi
bulunmasidir. Aksine Çin, ulus-devletler arasinda
demokrasiyi savunur. Çin ayrica örnek teskil edip kendi büyüme deneyimini
gelisen ülkelere aktarabilir. Amerika güdümündeki uluslar arasi sistemin gümbür
gümbür çökmesi, Amerika’nin gücünü ve prestijini adamakilli azaltmistir.
Çin’in
Dogu Asya’da gücü artip, orada ve diger bölgelerde yeni sorumluluklar
üstlendikçe askeri gücünün de buna paralel artmasi beklenebilir. Ancak bunun ne
boyutta ve ne sekilde olacagini simdiden söylemek zordur. Korkulan odur ki, bir
noktada Çin ve Amerika toplu soguk savas dönemine benzer sekilde korku iklimi
yaratan bir silahlanma yarisina girsinler.
Bu
dört mesele - Amerikanin küresellesmeye karsi tutumu, Dogu Asya’ da güç
dengesinin kaymasi, Çin’in Amerika’ya alternatif bir model olarak ortaya çikmasi ve askeri gücün ne olacagi - çok uzak
bir gelecekte degil ufak ufak belirti veren bir konumdadir. Çin’in gücü ve hirslari artikça Amerika ile arasindaki
fark ve anlasmazlik noktalari da artacaktir. Çin’de zaman öyle hizli akmaktadir
ki ticaretten diger ülkelerle iliskilere kadar pek çok konuda yakin zamanda
çatisma çikabilir. Çin’de komünist partinin iktidarda olmasi ve kültürel açidan
hiçbir benzerlik bulunmamasi da karsilikli yanlis anlama ve öfkelere yol açabilir.
Uzun
dönemde bütün bu meseleleri gölgede birakabilecek mesele, iklim degisikligi
tehlikesi ve dünyanin karbon salinimini kisitlamak için ciddi önlemler alinmasi
gerektigidir. Bush döneminde Amerika tek tarafli tavir takinarak Kyoto
protokolünü imzalamayi ve herkesin kabul ettigi bilimsel görüsleri kabul etmeyi
reddetmistir. Çin gelisen bir ülke oldugu için Kyoto protokolünü imzalamak
zorunda degildi. Fakat artik dünyanin en fazla sera gazlarini üreten bu
ülkesinin dahil edilmemesi, gezegenimiz açisindan desteklenebilir bir olgu
degildir. Herhangi bir yeni iklim anlasmasina Amerika, Çin ve Hindistan katilmadikça
o anlasmanin hükmü, anlami ve yarari olmayacaktir.
Amerika
ile Çin’in arasi ciddi biçimde bozuldugu takdirde Çin’in mevcut uluslar arasi
ekonomik sistemden dislanmasi bir seçenek olmayacaktir. Çin küresel üretim
sistemine öyle derin entegre olmustur ki bu süreci geri döndürmek imkansizdir.
Son
olarak eger Amerika Çin’e karsi daha hazimsiz davranir da silahlanma yarisina
girerse bundan Çin’den ziyade Amerika zarar görür. Tipki Irak’in isgalinden
sonra oldugu gibi, Amerika’nin küresel konumu ve prestiji yerlerde sürünür.
Uluslar
Arasi Sistemin Gelecegi
Dünyanin
önde gelen süper gücünün kilit özelligi, herkesin isteyerek veya zorunlu olarak
katilacagi uluslar arasi bir ekonomik sistemi yaratma ve örgütleme becerisidir.
Ingiltere’nin kurdugu uluslar arasi altin standart sistemi 1914 öncesinde, bir
tür veya sekilde, dünyanin büyük bir bölümünü kapsiyordu. Iki savas arasinda
Ingiltere inise geçince yerini döviz bölgelerine, korumali piyasalara ve
menfaat alanlarina dayali balkanlasmis bir sistem aldi. 1945 ten sonra Amerika
dünyanin önde gelen süpergücü olunca Bretton Woods’da kararlastirilan ve daha
sonra gelistirilen yeni sistem bir Amerikan kreasyonuydu. Bunu mümkün kilan da,
savas sonrasinda Amerikan ekonomisinin dünya gelirinin üçte birinden fazlasini
tek basina üretir olmasiydi.
Bu
sistem, Çin DTÖ’ne üye olduktan ve Sovyetler Birliginin çöküsünü takiben blok
ülkeleri sisteme katilmak için siraya girdikten sonra ancak gerçek anlamda
küresel oldu.
Amerika’nin
küresel gücüne en büyük tehdidi Çin’in sisteme karsi tavri olusturacaktir. Su
anda ayrilmaz bir parçasidir. Fakat her zaman kosulsuz destekleyecegi anlamina
gelmez.
Mevcut
küresel krizin ana sebebi Çin yükselirken Amerika’nin inise geçmesidir.
Amerikan tüketimindeki patlamayi, Çin’in araliksiz Amerikan hazine bonosu
alarak para pompalamasi besliyordu. Amerika hala da bu zayif halinde Çin’in
bono alimlarini sürdürmesine muhtaçtir. Aslinda Çin açisindan elde edilen gelirin ne kadar az olduguna bakinca bunun
pek bir mantigi yoktur: yoksul bir ülkenin kaynaklari daha verimli
kullanilabilir. Bu husus simdi Çin’de açik açik tartisilmaktadir. Fakat Çin tam
bir çikmazdadir. Eger elindeki bonolari satisa çikarirsa, hatta yenisini almayi
durdurursa dolarin degeri ve ona bagli olarak kendi varliklari dibe vuracaktir.
Böylece, Amerika ile Çin’in arasindaki mevcut iliskide Faust’vari bir pakt
bulunmaktadir ki bu uzun vadede ne ekonomik, ne de siyasi olarak sürdürülebilir
bir durumdur. Amerika’nin küresel finans merkezi ve dolarin ana rezerv dövizi
olma konumu, Çin yasam destek sistemine baglidir. Mevcut finansal krizin
temelinde Amerika’nin uluslar arasi finans sisteminin omurgasi olmayi
sürdürememesi yatmaktadir; öte
yandan Çin de
bu rolü
üstlenmeye
ne hazir, ne de isteklidir. Bu yüzden kriz çok agir ve uzun süreli olmustur.
Küresel çözüm aranirken karma karisik, birbirine dolanmis meselelerin dikkate alinmasi
gerekir.
Mevcut
sistem öncelikle Amerika’nin menfaatlerini korumak ve kollamak üzere
tasarlanmistir. Çin’in ve onun yaninda Hindistan gibi diger “disaridaki”
ülkelerin gücü arttikça Amerika, sistemi bu ülkelerin taleplerini ve emellerini
karsilayacak sekilde uyarlamak zorunda kalacaktir. IMF’de ve G-8’de reformun ne
kadar yavas ilerledigine bakilirsa Amerika ve Avrupa’nin isteksizligi
görülebilir, zira ne olursa olsun kendi çikarlarini ve degerlerini korumak
istemektedirler. Bu yüzden yeni bir sisteme geçis olsa bile bu
çok sancili olacaktir. Tipki savas arasi dönemde Ingiliz egemenligi yerini
sterlin, frank ve dolar rekabetine terk ettigi gibi Amerikan egemenliginin
yerini de rakip etki bölgeleri alabilir. Güçler
dengesi belirgin biçimde Çin lehine kaydigi takdirde Amerikan ve Çin
etki alanlarinda bölünme söz konusu olabilir.
Böyle bir durumda
muhtemelen Dogu Asya ve Afrika Çin tarafinda, Avrupa ve Ortadogu
Amerikan tarafinda kalacaktir. Ancak dünya bu kadar birbirine entegre olmusken
böyle bir ayrisma istikrarli olamaz.
11
ÇIN DÜNYAYI
YÖNETINCE
Dünya
yirmi hatta elli yil içinde neye benzeyebilir diye biraz fikir yürütmek
istiyorum. Gelecegi elbette kimse bilemez; böyle bir yaklasim tabi ki
spekülatif, hatali çikabilecek varsayimlara dayali olacaktir. En önemli
varsayim da Çin’in yükselisinin raydan çikmayacagidir. Çin’in ekonomik büyümesi
kuskusuz 20 yil, hatta 10 yil içinde yavaslayacak. Daha uzun bir sürede siyasi
çerçevesi de degisebilir, komünist iktidarin sonu gelebilir veya karakteri
ciddi bir metamorfozdan geçer. Ancak bu olasiliklarin hiç biri, Çin’in büyümesi
yavaslayarak bile olsa devam ettigi takdirde eninde sonunda önce iki süper
güçten biri, sonra da tek süper güç olacagi iddiasini çürütmeye yetmez. Onu
yikacak sey, Çin tarihini kesintilere ugratan bir istikrarsizlik dolayisiyla
çöküsü olacaktir. Su anda bu pek olasi görünmüyor ancak 2000 yillik ömrünün
yarisinin Çin üniterliginin bozuk oldugu dönemlerde geçtigi dikkate alinirsa bu
ihtimal de göz ardi edilemez.
Senaryomuz,
Çin’in büyümesinin devam ederek yüzyilin ikinci yarisinda, belki de daha önce,
dünyanin önde gelen gücü olmasi üzerine dayalidir. Bu konuda neredeyse küresel
mutabakat vardir.
Çin
küresel güç haline geldikçe artan kuvveti ne sekillere bürünecek? Baska bir
deyisle, küresel egemenlik
kurmus bir Çin
neye benzeyecek? Bu senaryoda kuvvetini
nasil gösterecek, nasil davranacak? 1945 ten bu yana süper güç olan Amerikan
deneyimi bir model teskil etmese de referans noktasi olarak ise
yarayabilir. Peki, Amerika’nin baslica
özellikleri neler, bir bakalm:
*Dünyanin
en büyük, en innovatif, tekolojik açidan
en ileri ekonomisi,
*Kisi
basi en yüksek gelir,
*En
kuvvetli askeri güç: hava ve deniz
kuvvetleri sayesinde dünyanin her bölgesinde
etkin,
*Küresel
gücü dolayisiyla asagi yukari her ülkenin hesaplarinda ve tutumunda kilit
faktör, bu yüzden bütün ülkelerin bagimsizligi degisen oranlarda sinirli,
*Uluslar
arasi ekonomik sistemi büyük ölçüde tasarlayan, sekillendiren ve kurallarini
halen belirleyen,
*Dünyanin
en iyi üniversitelerine sahip oldugundan uluslar arasi en büyük yetenekleri
cezbedebilme
*Gücü
ve cazibesi dolayisiyla Ingilizce küresel lingua franca,
*Hollywood ve bir
ölçüye kadar televizon sektörü dünya film
piyasasina hakim,
*Coca Cola, Microsoft, Mc Donalds gibi markalari diger uluslarin
markalarini bastiriyor,
*New
York dünyanin de facto baskenti,
*Halloween,
sevgililer günü gibi adetleri tüm dünyaya yayiliyor,
*Fikir
ve degerleri tüm dünyada yanki yapiyor.
Tipki
Amerika’nin oldugu gibi Çin’in de küresel egemenligi ülkenin hem tarihi, hem
çagdas, kendine özgü özelliklerini yansitacaktir. Örnegin Avrupa’nin üstün
oldugu dönemde siyasi hükümranligin karakteristik biçimi sömürgecilik, bunun da
kaynagi deniz kuvvetleriydi. Fakat çesitli nedenlerle, 1945 ten sonra
sömürgecilik sürdürülemez oldu. Aksine, Amerikan dönemi ise dünyanin her
yerinde askeri üsler, devasa boyutta askeri üstünlük, gayri resmi bir
imparatorluk, uluslar arasi finans sistemine hakimiyet ve küresel medya ile öne
çikiyordu. Dolayisiyla müstakbel Çin egemenliginin bir noktadan sonra yepyeni
sekiller almasi beklenemez.
Çin
tarihinin olaganüstü uzunlugu bir yana, en önemli özelligi Roma
imparatorlugunun çöküsünden sonra topraklari paramparça olup oradan yeni
devletler dogarken Çin’in
tam aksi yönde
ilerleyip birligi saglamasidir. Bu birliktir
ki ona uygarliginin sürekliligini ve ülkenin topraklarinin büyümesine imkân
vermistir. Baska bir özelligi de sayisiz icadin oradan dogup dünyaya
yayilmasidir. Bu da Bati’nin en fazla bulus yapan uygarlik oldugu
efsanesini yerle bir eder.
Beijing:Yeni
Küresel Baskent
New
York dünyanin de facto baskentidir.
Hiçbir sey bunu, 11 eylül’e karsi ortaya çikan küresel reaksiyon kadar
açik gösteremez. Ayni kader Kuala Lumpur’daki zarif ikiz kulelerin basina
gelseydi, birakin aylari, 12 saatligine dünya basinindaki mansetlerde yer almasi
bir sans olurdu. New York’un bu statüyü kazanmasi dünyanin finans baskenti,
Wall Street’in mekani ve her yerden gelen insanlari eriten bir pota olmasi
sayesindedir. Ancak bu hep böyle degildi. Dünyanin merkezi (tabi o zamanlar
için bu sifat kullanilabilirse) Roma, Floransa, Londra seklinde degismisti.
Tekrar ileriye bakarsak, Beijing’in 50 yil içinde de Facto baskent olmasi çok muhtemeldir.
Çin’in
egemenliginin en az dört temel jeopolitik kayma yaratacagini söyleyebiliriz.
Birincisi, Beijing dünya baskenti olarak ortaya çikacak, ikincisi Çin Dünyanin
bir numarali gücü olacak, üçüncüsü Dogu Asya dünyanin en önemli bölgesi haline
gelecek ve dördüncüsü de Asya dünyanin en önemli kitasi(Hindistan’in
katkisiyla) haline gelecek. Bu çoklu degisim dünya ekseninde de kayma
yaratacaktir. Dünya önce Avrupa’ya, sonra Amerika’ya dogru bakmaya alismisti fakat bu durum sona ermek
üzeredir. Bir zamanlardaki dünya hakimiyetinin mirasi olarak Londra saat
dilimlerinde hala sifiri temsil ediyor olabilir fakat küresel toplum saat
ayarini gittikçe daha fazla Beyijing saatine bakarak yapacaktir.
Dünya,
Avrupa hakimiyetinin mirasi olan ulus-devlet kavramini esas kabul etmektedir.
Henüz ulus-devlet olamamis uluslar bile olma
çabasindadir. Uluslar arasi
sistemin ana birimi olarak evrensel kabul görür. Devrimden beri Çin dahi
kendini ulus-devlet olarak tanitmaktadir. Bu kismen dogru olsa da Çin esas
olarak bir uygarlik devletidir.
Fakat
ya Çin Bati ile iliskisinin tek yönlü olmasini, yani en dogru sistemin Bati
usulü ulus-devlet oldugunu kabul etmekten vazgeçer de kendine, tarihine,
kültürüne sarilip simdi de ona göre davranmaya kalkarsa? Bu durumda uluslar
arasi sistem de daha çesitli olacak, birbiriyle rakip kavramlara, farkli
tarihlere ve boyutlara yer verecektir.
Soguk
savas bitip de Çin’in yükselisi basladiktan sonra Bati Dünyasi bölgede
devletlerarasi iliskilerde istikrarsizlik, gerilim, hatta savas ihtimalinin
artacagini veya Çin’in digerlerini ikna edip Bati’ya cephe alacagini
düsünüyordu. Bunlarin hiç biri gerçeklesmedi. Aksine bu ülkeler Çin’e daha da
sokuldu. Tributary sistemin (bir bölgede
bir devletin üstünlügünü diger devletlerin kabul ederek
ona
hamilik parasi ödemesi) temel özelligi kendisi ile yörüngesindeki öteki uluslar
arasinda mevcut uçurumdu. Sistemi bu kadar uzun süre istikrarli kilan bu uçurumdu. Simdi de asiri esitsizlik
tributary sistemde oldugu gibi yeni Dogu Asya düzeninde istikrar saglayabilir.
Oysa Avrupa’da kabaca esit ulus devletler yüzyillar boyu kavga ettiler. 1945‘te
savastan bitkin halde çiktiklarinda bir de baktilar ki dünya artik Avrupa
merkezli degil.
Rakamlarin
Agirligi
2001’de
Dünya nüfusunun %20.7 sini Çin, %4,6 sini Amerika olusturuyordu. Dünyanin önde
gelen ülkesi olarak Çin simdiye kadarki egemen güçlerden çok farkli bir
demografik agirlik tasiyacaktir.
Demokrasinin
esasi, sayilarin önemli olmasidir. Bu önerme, simdiye kadar her bir ulus
devletin kendi sinirlari içinde geçerliydi, küresel baglamda degil. Birlesmis
Milletler Genel Kurulunun hiçbir gücü yoktur. IMF ve Dünya bankasi demokratik
olmak bir yana, onlari kuran, kararlarini veto yetkisine sahip olan basta
Amerika ve bir dereceye kadar Avrupa’nin çikarlarini ve siyasi agirligini
yansitir. Batili Dünya düzeni, ulus-devletlerin kendi içindeki demokrasiyi sart
kilarken küresel düzeyde Demokrasiyi umursamamistir bile. Küresel düzen anti
demokratik ve otoriterdir. En fazla nüfusa sahip ülkeler dahil, gelismekte olan
dünya için yoksulluk, marjinallesme veya küresel karar verme sürecinden etkin
biçimde dislanma anlamina gelmistir. Aksine ekonomik güç küresel yetkinin
pasaportudur. Çin’in egemen olmasi tek basina yeni tür bir demokratik düzen
getirmez fakat Hindistan, Brezilya ve Rusya’nin da Çin’in yaninda yükselisi
daha demokratik bir küresel ekonomiye yol açacaktir. Iki yüzyildir süren,
ulusal zenginlik ile nüfusun büyüklügü arasindaki uyumsuzluk belirgin biçimde
azalacaktir. Diger gelisen ülkelerle birlikte BRICS in katildigi bir
küresel ekonomik rejim kesinlikle daha
demokratik olacaktir. Ne de olsa nüfuslarinin toplami dünya nüfusunun önemli
bir bölümünü olusturmaktadir.
Küresel
bir güç olarak Çin nüfus yogunlugu ile dünyanin geri kalani üstünde hem yerçekimi, hem de merkez kaç etkisi
yaratacaktir. Çin pazari zamanla dünyanin en büyügü olacak, böylece bir çok
küresel standart ve kural kendi ölçülerini getirecektir. Sirketleri ve borsasi
ile daha pek çok kurumu dünyanin en büyügü olacaktir.
Dünyanin
kumar merkezi olarak Las Vegas’in konumu bile tehdit altindadir. 2007
itibariyle Macao’nun kumar gelirleri Las
Vegas’inkine yetismek üzereydi. Çin’in
merkezkaç etkisinin bir örnegi, Çinlilerin disari göçüdür. Çin net bir göç ihracatçisidir. Çinliler dünyanin her yerine yayilmis ve
yayilmaktadirlar. Bir
baska örnek de turizmdir. Dünya turizm örgütü 2019 da yurtdisina seyahat eden
Çinli sayisinin 100
milyona ulasacagini tahmin etmektedir ( 2004’te 28 milyondu).
Bunun en büyük etkisi Güneydogu Asya ve Avustralya ‘da görülecektir. Yalnizca
konusan insan sayisinin çok olmasi dolayisiyla, Çince küresel önem
kazanacaktir.
Irksal
Çin Düzeni
Iki
asirdir beyazlar dünya irk hiyerarsinin tepesinde imtiyazli konumlarinin
keyfini sürmektedirler. Avrupa’nin sömürge imparatorluklari döneminde bu konum
beyaz irkin dogustan üstünlügüne yönelik teorilerle açiklaniyordu. Naziligin
yenilgisini ve sömürgelerin özgürlüge kavusmasini takiben saf irkçi teoriler
dünyanin bir çok bölgesinde cazibesini kaybetmis olmakla birlikte beyazlarin
hep tepede oldugu, büyükten küçüge bir gagalama sirasi alttan alta hep vardir.
Çin’in yükselip zaman içinde Bati’yi geçmesi kaçinilmaz biçimde küresel irk
hiyerarsisini yeniden düzenleyecektir.
Çin Usulü Bir Ülkeler Toplulugu Mu?(Commonweath)
Bati
kavrami, Avrupa’nin genislemesi ve insanlarinin dünyanin en uç noktalarina dagilmasi olgusu ile yakindan ilgilidir.
Amerika’nin
ve Kanada’nin yaratilmasina yol açan, Avrupa’dan gelen beyaz göçmenlerin
agirlikli olarak kitanin kuzeyine yerlesmesidir. Latin Amerika terimi de Güney
Amerika’nin Ispanyol ve Portekizler tarafindan sömürgelestirilmesinden
kaynaklanmaktadir. Ingiliz göçü Avustralya ve yeni Zelanda’ya yönelmis, Yerli
halk Aborijinler baski, kirim ve dislanmaya tabi tutularak Asya-Pasifik’te Bati
Bayragi çekilmistir.
Avrupa’nin
gücünün ve zenginliginin bir ürünü olan beyaz diyasporanin aksine Çin
diyasporasinin dogusu, daha ziyade yurt içindeki açlik ve yoksulluk ile,
Çinlilerin Britanya Imparatorlugu tarafindan ucuz isçi olarak tasinmasinin bir
sonucudur. Fakat simdi hemen her yerdeki etnik Çinli azinliklar
çaliskanliklariyla basari merdivenlerini tirmanmakta, öz-güven, prestij ve
statü kazanmaktadirlar.
40
milyonu asan Diaspora ile anavatan arasindaki iliski ne sekilde gelisecek?
Ilerde bir Commonwealth olusabilir mi? Su anda baska uluslarca kabul edilmesi
imkansiz görülen bu olasilik dünya dengesi degistikçe göz ardi edilmeyecek bir
seydir.
Ekonomik
Güç Santrali
Çin’in
küresel egemenligini ekonomik gücü saglayacaktir. On yillar içinde Çin
ekonomisi gittikçe zenginlesip sofistike hale geldikçe bu güç sadece ülkenin
demokratik üstünlügüne dayanmayacaktir. Bunun ekonomik açidan ne anlama
gelecegini bugünden tahmin etmek zor, fakat katlanarak büyüyecegi çok
muhtemeldir.
Çin
sermaye hareketinin yavas yavas serbestlesmesi ve Çin’in yüksek tasarruf düzeyi
sayesinde Çin’in dis yatirim potansiyeli devasa boyutlara ulasmistir.
2007 de 4,8
trilyon dolar olan
hane ve kurumsal
tasarruflari milli gelirinin %160’ina
esittir. Bu tasarruflarin her yil en az % 10 arttigi varsayimiyla, 2020 de 18
trilyon dolara gelecektir. Bu tarihte tasarruflarin yalnizca %5’i yurtdisina
çiksa, dis yatirimlari 885 milyar dolar olacak demektir. 2001 den beri yillik
%60 büyüyen dis yatirimlar 2008 de 50 milyar dolari astiysa da henüz bebeklik
dönemindedir. Bu rakamin ne anlama geldigi hakkinda bir fikir vermek için sunu
söyleyelim, Amerika’nin 2001 ‘de
görünmez ihracati 451 milyar dolardi.
Çin’in
düzenli bir biçimde teknolojik ve bilimsel basamaklari tirmandiginin bolca
kaniti vardir. Su anda ekonomisi innovatif olmaktan ziyade taklitçidir. Ancak
Ar-Ge harcamalari arttikça ciddi bilimsel arastirmalarin da hacmi hizla
artmaktadir. Dünyanin önde gelen bilimsel yayinlarinda payi 5. siradadir.
Nanoteknoloji gibi kilit konularda özellikle kuvvetlidir. Ar-Ge’ye ayrilan
kaynak 2006’da Japonya’yi geçerek Amerika’nin ardindan ikinci siraya
oturmustur.
Çin’in
yükselisinin temel ekonomik etkilerinden biri dünya finans sisteminin
degistirilip yeniden sekil verilmesi olacaktir. Vaktiyle dolar pound’un yerini
almis, sonra da karsisina rakip olarak Euro çikmistir. 2002 den itibaren
Amerika’nin çifte açigi (ödemeler dengesinde ve hükümet bütçesinde) ve
ekonomisinin inise geçmesi dolayisiyla dolarin degeri çökmektedir. 2008
Eylül’de baslayan kriz Amerikan ekonomisinin artik uluslar arasi finans
sisteminin tasiyacak ve dolari dünyanin rezerv dövizi olarak koruyacak gücü
kalmadigina isaret etmektedir. Dolardaki düsüs finans dünyasiyla sinirli
degildir; Washington’un dünya sahnesindeki yerini de sarsacaktir. Kur
politikalari çok, ama çok ciddidir. Amerika’yi güçlü kilan faktörlerden biri
olan dolar tüneginden düstügü takdirde küresel egemenligi ona çok pahaliya
patlayacaktir.
Dolarin
düsmesi farkli sonuçlar doguracaktir: uluslar rezervlerini farkli bir dövizde
tutacak, Çin dahil, kurlarini dolara endeksleyen ülkeler en azindan vazgeçecek,
Kuzey Kore ve Iran gibi ülkelere uygulanan yaptirimlarin hükmü kalmayacak, dis
ticaret fazlasi olan ülkeler Amerikan hazine bonosu almaya pek hevesli
olmayacak, yeryüzüne yayilmis askeri üslerin finansmani çok pahalanacak ve
Amerikan kamu oyu bunlarin yükünü daha fazla tasimak istemeyecektir. Baska bir
deyisle, küresel egemenlik daha masrafli ve zor olacaktir. Ayni süreç 1918-1967
arasinda pound’un ve Ingiliz emperyal gücünün azaldigi döneme de eslik etmisti.
Simdiki
uluslar arasi kurumlarin yerini zamanla yenileri alabilir. Elbette IMF ve Dünya
Bankasinda Amerika’nin rolünü zaman içinde Çin ve Hindistan’in üstlenmesi
mümkündür fakat yavas yavas IMF ve Dünya bankasini kenara iten yeni bir
kurumsal yapi daha olasidir.
Çin’in
Büyük Bir Güç Olarak Davranisi
En
sasali günlerinde Avrupali uluslar, daha sonra Amerika, kendilerine has
özellikleri tüm dünyaya empoze etmenin yollarini aradilar. Peki, kökeni
ve tarihi tamamen farkli olan Çin nasil davranacak?
Bati
ile Çin arasindaki davranis biçimlerinde tarihi farklari göz önünden
ayirmamamiz çok önemlidir. Portekiz, Hollandali ve Ispanyollardan baslayarak
Bati, belki de Akdeniz’de deneyim kazanan deniz kuvvetleri sayesinde, 15. yy
dan itibaren Çin dahil dünyanin her yanina gücünü yaymistir. Çin ise
kendini hep bir kita ülkesi olarak
görmüs, kara sinirlarinda ufak ufak ilerlemeler disinda deniz asiriya göz diken
bir süper güç olma çabasina girmemis, bu güne kadar da kendi topraklari disinda
varlik göstermeye kalkmamistir. Bu, bundan sonra da böyle yapacak anlamina
gelmez elbette; demek istedigim Çin’in düsünce ve davranis biçiminde böyle bir
gelenek yok. Orta krallik mantalitesinin anlami budur: Çin dünya’yi yönetmeye
heveslenmez çünkü kendisinin zaten dünyanin merkezi olduguna, bunun dogal rolü
ve konumu olduguna inanir. Ve bu tutum, Çin’in küresel gücü arttikça muhtemelen
daha da kuvvetlenecektir.
Yeni
Bir Siyasi Kutup
Tarihi
ve kültürü ne olursa olsun, eninde sonunda bütün diger ülkelerin Bati Modelinde
birlesecegine inanan Bati için, kendi düzenlemelerine ciddi bir alternatif
çikabilecegini hayal etmek bile zordur.
Çin
politikalarinin tabiatini ve Batidan farkini anlayabilmek için bugünkü komünist
rejimin ötesine geçip Çin’e çok daha berilerden bakmak gerekir.
Çin’in kendine has özellikleri söyle
özetlenebilir:
*Çin
politikasinda her seyin önüne geçen üniterligin vazgeçilmez bir zorunluluk olmasi.
*Ülkenin
muazzam çesitliligi
*Alisilmis
ulus-devlet niteliklerine pek uymayan kitasal
büyüklük
*Kilise, is
dünyasi gibi baska
kurumlarla iktidarini asla
paylasmamis bir siyasi
atmosfer,
*Devletin, bütün öteki kurumlarin üstünde ve ötesinde,
toplumun doruk noktasi
olmasi
*Ulusal
egemenlik geleneginden yoksunluk
*Ahlak
ve etigin önemi
Bunlar
göz önüne alindiginda Çin siyasetinin Bati’ninkine benzemesi düsünülemez. Ülkenin
basarili bir dönüsüm geçirmesini saglayan komünist iktidar yurt içinde büyük
nüfus ve destege sahiptir. O yüzden daha 20 yil kadar iktidarda kalmasi
olasidir. Uluslararasi sayginligi da Sovyetlerden fakli olarak iyilesmektedir.
Çin’in basarili oldugu yerde Sovyetler sinifta kalmistir.
Degerler
Yarisi
200
yillik Bati egemenligi dolayisiyla uygar uluslarin - bu Bati demek oluyor -
degerleri ile geri ve reaksiyoner toplumlarin - bu da yalniz Müslüman degil,
bütün digerleri demek oluyor - degerleri arasindaki kiyaslamada Bati degerleri
hep ezici çogunlukla üstün görülmüstür. Gerçekte ise degerler ve kültürler bu
kabulden çok daha karmasik ve nüanslidir. Soguk savas sirasinda deger
çatismasi, ideolojik düzeyde kapitalizm ile sosyalizm arasindaydi. Bu yüzyila
ve gelecek yüzyila sekil verecek olan modernite çaginda degerler arasindaki
kiyaslama ideolojik degil, kültüre dayanacaktir. Zira bir toplumun degerleri
öncelikle kendine has kültürünün ve tarihinin ürünüdür. Bu degerler yüzeyde çok
farkli görünse de gerçekte çarpici benzerlikleri vardir.
Örnegin
tolerans Batiya özgü bir yaklasim degildir. Bizim sahip olmadigimiz bir dönemde
Osmanlilar dini tolerans sahibiydiler; tipki Ispanyadaki Emevi kralligi gibi,
Hindistandaki Asoka kralligi gibi. Dolayisiyla toleransa evrensel bir deger
diyebiliriz.
Buna
ragmen farkli halklarin çesitli degerleri arasinda hep bir gerilim ve çatisma
vardir. Birbirine rakip çok sayida degerlerin bulundugu bu dünyada böyle zit
degerlerin bir arada yasamasina izin veren ve mümkün kilan bir yol bulunmasi
çok önemlidir. Aslinda küresellesmis modern dünyada nispeten baris ve uyum
içinde yasamanin ön kosuludur. Bu Bati için bu bayagi zor olacaktir zira hep
kendi norm ve degerlerini baska ülkelere empoze emekte ve kabul etmeleri için
israr etmekte hakli görür kendini. Degerler tartismasinda Çin’in karsi safta
aldiginin iki göstergesi vardir. Birincisi, demokrasi ve ifade özgürlügü
yoksunlugunu kullanarak uluslar arasi sayginligina kara çalmaya kalkisan
Bati’ya basariyla direnmis, o ve destekçileri gelisen ülkeler önemli olanin
içerdeki siyasi haklar degil uluslar arasi baglamda ekonomik ve sosyal haklar
oldugunu iddia etmislerdir. Tartisma esasinda, gelismis ülkeler ile gelisen
ülkelerin öncelikleri, çikarlari ve deneyimleri üzerindeydi. 90’larin sonunda
Çin’in artan etkinligi güç dengesini degistirmeye baslayinca tartisma da geri
plana itildi. 2000 lerde de Çin degil, Iraktaki ve Guantanamo’daki tutumu
yüzünden kendini savunmak zorunda kalan Amerika oldu.
Mandarince
Biliyor musunuz?
Çin
nüfusunun bu kadar kalabalik olmasinin bir sonucu da dünyada ana dili veya
ikici dili olarak Mandarince konusan insan sayisinin, Ingilizce konusanlarin
iki kati olmasidir. Bunlarin çogu ana vatanda yasar. Ancak Çin’in yükselisiyle
dünya çapinda artan sayida insan ikinci dil olarak Çince ögrenmeye baslamistir.
Bu süreç 2006’dan bu yana Çin hükümeti tarafindan aktif biçimde tesvik
edilmekte ve yerel üniversitelerin bünyesinde Konfüçyüs enstitüleri açilmaktadir.
Küresellesme
ve gittikçe küresellesen medya çaginda dil, yumusak gücün önemli bir
bilesenidir. Ingilizcenin Lingua franca -
tercih edilen ortak dil -
olarak kullanilmasi Amerika’ya çok çesitli biçimlerde yarar saglamistir.
Mandarincenin de bir gün bu seviyeye ulasacagini simdiden söylemek çok zor
fakat zamanla Lingua Franca olarak
Ingilizcenin yaninda yer alabilir.
Bir
dilin gelecegini tahmin etmek çok zordur. Orta Çagda egitim dili olarak
Latincenin ölecegini tahmin etmeye kalkissaydiniz insanlar yüzünüze gülerdi;
aynen 18.yy da Fransizcadan baska bir dilin kibar sosyete dili olarak
kullanilacagini söyleseydiniz basiniza gelecegi gibi. Ingilizcenin popülerlik
kazanmasi Amerika’nin küresel güç kazanmasi sayesinde gerçeklesmistir. Ayni
gerekçeyle, Amerika’nin inise geçisi de Ingilizcenin konumuna olumsuz etki
yapacaktir: dilin küresel kullanimi bir bosluk içinde gerçeklesmez,
ulus-devletin gücüyle dogrudan orantilidir.
Çin
Üniversitelerinin Yükselisi
Amerika’nin
dünya üzerinde iz birakmasinin bir yolu da üniversitelerinden geçmistir.
Dünyanin en iyileri kabul edilen üniversiteleri dünya çapinda en iyi
ögrencileri ve akademisyenleri cezbetmektedir. En üstteki Amerikan
Üniversitelerinde arastirmacilar esi görülmedik tesislerin ve kaynaklarin
keyfini yasarken, Harvard, MIT, Berkeley gibi üniversitelerden alinan
diplomalar Oxford hariç, bütün digerlerinden fazla kabul görürler. Elbette
büyük üniversiteler muazzam ulusal gelir ve kaynak gerektirir. Dolayisiyla en
tercih edilen üniversiteler liginde simdiye kadar basi hep Bati çekmistir.
Çin
üniversitelerinin de 20 yil içinde küresel siralamada düzenli yükselerek ilk
onda yer almasi olasidir. Hükümet süreci hizlandirmak için yurtdisinda yasayan
basarili Çin’li ögretim üyelerini Çin üniversitelerinde görev almaya
çagirmaktadir.
Bati’nin
Inisi ve Çöküsü
Bu
bölümün amaci Çin’in küresel egemenliginin önümüzdeki yarim yüzyilda nasil
gelisecegini arastirmakti. Meselenin bir yüzü daha vardir. Bu sürecin en
travmatik sonuçlarini Bati hissedecektir. Zira tarihsel konumunu Çin’in ele
geçirdigini gören, ( iki yüzyildir dünyanin tartisilmaz lideri ) Bati olacaktir.
1945
ten sonra Avrupa devletlerinin egemenligi Amerika’ya kaptirmasi onlar için travmatik bir deneyim olmus, tepki
olarak Avrupa Birligi kurulmustur. Avrupa’nin süregelen krizi, önemsiz konuma
düsen ülkelerin yeni duruma uyum saglamasinin ne kadar zor oldugunun altini
çizmektedir. Dahasi, Avrupa’nin inisi belirsiz bir gelecege kadar devam
edecektir. 400 yillik rolü asla tekrarlanmayacak, Yunan ve Roma
imparatorluklari gibi tarihe karisacaktir. Bugün Yunanistan ve Italya
Imparatorluk geçmisinin sasaasini yalnizca ayakta kalan tarihi yapilarda yansitabilmektedir.
Avrupa
sikintiya düsecekse bu Amerika’nin karsi karsiya kalacagi maddi-manevi kriz
yaninda sifir kalacaktir. Amerika küresel lider olmadigi bir hayati yasamaya
tamamen hazirliksizdir. Bush döneminde, tek tarafli biçimde kendi çikarlarina
yönelik hareket edebilen, ittifaklari reddeden, dünyanin tek süper gücü olarak
kendini tanimlamistir. Baska bir deyisle, gücünün azalmakta oldugunu fark
edecegine, tam aksi çikarimlara vararak Amerika’nin gücünün daha da
genisletilebilecegi, Amerika’nin çikista oldugu ve 21.yy da dünyanin tamamen
Amerikanlasacagi fikriyle sarhos olmustur. Bush dönemi saldirgan, dedigim
dedikçi, genislemeci Amerika’nin en tepe noktasi olmustur. Dönem sonra erdikten
sonra bile zirveden inise geçildigi fark edilmemistir.
Amerika
geçmisteki ve simdiki gücünün keyfini sürmekte, gelecegin neler
getirebilecegine gözlerini kapamaktadir. Ingiltere de 1918 den sonra ayni
aymazlik ve inkar içindeydi, ta ki 1950 de kolonilerini kaybetmeye baslayincaya
kadar. Amerika için de bu dönüm noktasi pek ala finansal sistemin neredeyse
çöktügü ve neo – liberalizmin öldügü
Eylül 2008 olabilir.
Dünyanin
karsi karsiya kalabilecegi en büyük tehlike, Amerika’nin bir noktada saldirgan
bir tutuma girip Çin’e düsman muamelesi yaparak izole etmeye çalismasi
olacaktir. En kötüsü de Soguk savas zamanindaki gibi Çin’le askeri rekabete ve
silahlanma yarisina girismesidir.
Çin’in
Bati’dan çok farkli bir kültürden ve köklerden
türemis olmasi ve jeografik koordinatlarda bulunmasi Batinin ezik, yönünü
bulamayan ve hasta hissetmesini daha da
kötülestirecektir. Aralarindaki benzerlik ve yakinlik dolayisiyla,
Ingiltere’nin dünyanin baskin gücü olarak yerini rakibi ve varisi Amerika’ya birakmasi
bir seydi, Amerika’nin hiçbir ortak noktasi bulunmayan Çin’e birakmasi baska
bir sey. Bütün önemli küresel sorunlarda karar vermeyi müktesep hak gören
Amerika için dünyaya tek basina sahip olamamanin soku çok derin olacaktir.
Çin’in yükselisi ile Bati’nin evrenselligi evrensel olmaktan çikacak, degerleri
ve normlari daha az etkin olacaktir. Bati dünyanin kendi dünyasi, uluslar arasi
toplumun kendi toplumu, uluslar arasi kurumlarin kendi kurumu, dünya para
birimi dolarin kendi para birimi ve dünya dilinin (Ingilizcenin) kendi dili
olmasi fikrine alismistir. Bu durum daha fazla böyle devam edemez. Inise geçmis Bati ilk defa baska kültürlerin
ve ülkelerin kuvvetli
yönlerinden
ders alacaktir. Amerika uzun bir ekonomik, siyasi ve askeri travma dönemine
girmektedir. Bunun psikolojik etkileri de aci olacaktir. Buna uzun vadede
tepkisi pek güzel olamaz. Dua edelim de çok çirkin olmasin.
12
SON YORUMLAR
ÇIN’I TANIMLAYAN
SEKIZ FARK
Çin’in
yükselisine Bati’nin kabaca iki tür tepkisi olmustur. Birincisi Çin’e hemen
hemen yalnizca ekonomik açidan bakar. Buna “ekonomik vay canina faktörü”
diyebiliriz. Insanlar büyüme rakamlarina inanamazlar. Bu tepki Çin’in
yükselisinin neyi temsil ettigini yeterince kavramaktan yoksundur. Ekonomik
degisim ne kadar önemli olsa da resmin yalnizca bir bölümüdür. Politikalara ve kültüre kör olan bu bakis Çin’in
ekonomik dönüsümünü tamamladiktan sonra Bati’li olacagi varsayimina dayanir.
Öteki
tepki ise aksine, Çin’in yükselisi konusunda kuskuyu elden birakmaz, hep
fiyaskoyla sona ermesini bekler.
Bu kitap
çok farkli bir yaklasim üzerinedir: “Bati
Tarzi”nin tek geçerli model oldugunu
kabul etmez.
Bati’nin
özgeçmisi olaganüstü büyüme ve innovasyonla doludur. Bu sayede bu kadar uzun
bir süre, böylesine dinamik bir güç olarak kalabilmistir. Çin’in 1978 sonrasi
dönüsümü ve Japonya da dahil Dogu Asya’daki modernizasyon örnekleri hep
Bati’dan feyz almistir. Ancak bu tek neden degildir. Hepsi Bati’dan ve
komsularindan ögrendiklerini kendi kültür ve tarihiyle harmanlayip yerli
kaynaklarini harekete geçirmistir. Ya/ya da döneminden melezlik dönemine geçmis
durumdayiz. O Yüzden modernite de tek tip olmaktan çikip çoklu hale gelecektir.
1970’e
kadar modernite münhasiran bir Bati fenomeniydi. Son yarim yüzyildir Bati’dan
esinlenen, fakat basarmak için yereli harekete geçirme, üzerine insa etme ve
dönüsüme tabi tutma becerilerine dayanan yepyeni modernitelere taniklik
etmekteyiz. Bu yeni moderniteler melez olduklari için orijinalliklerini
kaybetmediler, aksine orijinallikleri kismen bu fenomende yatmaktadir. Melezlik Bati için de geçerli olacak, kendi
disindakilerin de bazi özelliklerinden ders alacaktir.
Burada
önemli soru sudur: Bati modelinin hangi bilesenleri vazgeçilmez, hangileri
bilesenleri vazgeçilmez, hangileri opsiyonel? Mevcut basarili ekonomik dönüsüm
örneklerinin hepsi, kurumlarinda, siyasal ve politikalarinda, kültürlerinde belirgin
farklar olsa da neticede kapitalist kalkinma modeline dayanmaktadir. Ancak bir
ülkenin basarili olmasinin ön kosulu Bati tarzi hukukun üstünlügü, bagimsiz bir
yargi ve temsile dayali hükümet gibi Aydinlanma ilkelerini benimsemesidir
seklinde bir önerme henüz kanitlanmamistir. Japonya Aydinlanma ilkelerine ve
demokrasiye dayanmadigi halde en az Batili çagdaslari kadar ileridir.
Çin’i
yalnizca Bati gözüyle yorumlayip degerlendirmek, Çin’e has, Çini Çin yapan
özellikleri dikkate almamak demektir. Fakat Çin bir taraftan büyür, bir
taraftan da farkliligini korurken Bati da ister istemez toplam sekiz olan bu
farklari anlamak zorunda kalacaktir. O yüzden Çin’in modernitesinin hem dahili
özelliklerini, hem de bunlarin küresel durumunu ve dis iliskilerine etkisine
iyi bakmaliyiz.
Birincisi,
Çin, kendini o sekilde tanimlasa da bir ulus devlet degildir.
Ikincisi,
Çin’in diger Dogu Asya ülkeleri ile iliskisi esit ulus-devlet sisteminden çok,
tributary sistemde olacaga benzemektedir. Binlerce yil devam edip 19.yy da sona
eren bu sistem, Çin ile digerleri arasindaki büyük esitsizlige ve Çin
kültürünün üstünlügünün kabulüne dayaniyordu. Simdi de ayni durum
tekrarlanabilir ve bu sefer Orta Asya’yi hatta Afrika’yi da kapsayabilir.
Üçüncüsü,
irk ve etnik kökene karsi kendine özgü bir tutumu vardir. Han Çinlileri,
gerçekte öyle olmadigi halde kendilerini tek bir irk olarak görürler. Oysa Hindistan, Brezilya, Amerika gibi diger
çok nüfuslu ülkeler çok irk ve kökenli karakterlerini kabul edip övünürler. O
yüzden Çin hizla dünyaya katiliyor olsa
da bir taraftan tarihine sadik kalarak
hep uzak duracaktir.
Dördüncüsü,
Çin öteki ulus-devletlerle kitasal düzlemden iliski kuracaktir. Bir ülke Çin
kadar büyük olunca pek çok çesitlilik barindirir, hatta bir çok açidan farkli
ülkelerin birlesimi gibidir. Dolayisiyla, iliskilerinde hem tek ulus, hem de
çok uluslu kitasal gereklere göre yürüyecektir.
Besincisi,
Çin yönetimi de kendine özgüdür. Devlet ister emperyal, ister komünist dönemde,
iktidari kimseyle paylasmak zorunda olmamistir. Ulasilmaz ve karsi konulmaz
biçimde tepeden nezaret etmektedir.
Altincisi,
Çin modernitesi öteki Dogu Asya ülkeleri gibi dönüsümünü çok hizli
sürdürmektedir. Bati modernitesinden farkli olarak geçmisi ve gelecegi ayni
anda simdiki zamanda birlestirmektedir.
Yedincisi,
Çin 1949 beri komünizmle
yönetilmektedir. Paradoks bir biçimde
, 20.
yy’in ikinci yarisi hem Çin’de komünist hükümetin 1978’de baslattigi tarihin en
büyük ve hizli ekonomik dönüsümüne, hem de 1989 da Sovyet Blokunda ve Avrupa’da
komünizmin çöküsüne taniklik etmistir.
1950’den
beri komünizmi düsman olarak gören Bati, Çin komünist partisinin de ayni
basarisizlikla sona erecegini tahmin ediyordu. Oysa Çin Komünist partisi Rus
esdegerinden çok farkliydi; Ruslara yabanci olan bir esneklik ve pragmatizm
içeriyordu. 1978 den sonra da farkli stratejiler uyguladi.
Sekizincisi,
Çin önümüzdeki on yillarda hem gelisen, hem de gelismis ülke niteliklerini
barindiracaktir. Bunun sebebi ülkenin kitasal boyutta olmasi dolayisiyla
dönüsümünün de yavas olmasidir. Bunun sonucu tasrali geriligiyle iç içe bir
modernitedir. Ülkenin büyük bir kismi farkli bir çagda yasamayi sürdürecektir.
Gerçekten de Çin dünyayi sömürgeciler ile sömürgeler, kaybedenler ile
kazananlar seklinde 19.yy dan bu yana ikiye bölen çizginin “yanlis” tarafindan
gelen ilk süpergüç olacaktir.
Nasil
20 yy’i sekillendiren gelismis ülkeler ise, 21 yy’i sekillendiren de gelisen
ülkeler olacaktir. Gelisen dünyanin yükselisi ancak sömürge döneminin
bitmesiyle mümkün olabilmisti zira sanayi ülkeleri kendilerine rakip yaratmamak
için sömürgelerin sinaîlesmesine izin vermemisti.
Yukaridaki
sekiz nitelik Çin’in modernitesinin Bati’ninkinden çok farkli olacagina ve yeni
küresel gücün dünyayi temelden degistirecegine isaret etmektedir. Ancak bu
olguyu uzun yillardir dünyanin sürücü koltugunda oturmakta olan Bati hayal bile
edememekte, küçümsemektedir. Çin odadaki kimsenin görmek istemedigi fildir.
Simdiye
kadar Çin sabirla ve sadakatle disarida durup içeriye alinmayi beklemistir.
Yükselen bir güç olarak mevcut uluslar arasi normlari kabul ve adapte etmek
zorunda kalmistir. Özellikle de içeri girmek için isbirligine ve destegine
muhtaç oldugu Amerika’ya yanasmistir. Fakat gücü arttikça dünyayi kendi
normlarina göre yeniden sekillendirecektir. Büyüklügünün verdigi çekim gücünün
geometrik artmasi, dünyanin isleri Çin usulü yürütmek zorunda kalmasina yol
açacaktir. Bütün bunlar için zaman
Çin’in lehine ilerlemektedir.
Bati
evrenselliginin inise geçmesi sadece Çin’in yükselisinin bir ürünü degildir.
Ekonomik dünyanin gittikçe daha çok kutuplu hale gelmesinin ve modernite
çesidinin bollasmasinin da rolü vardir. Bundan sonra dünyanin tek merkezi
olmayacaktir. Artik hiçbir ülke veya yarim küre 200 yildir Bati’nin sahip
oldugu türden prestij, mesruluk ve etki sahibi olamayacaktir. Çin de rakip
moderniteler arasinda en gelismisi ve dominanti olacaktir.
Fakat
bütün bunlar için daha çok zaman var. Su anda dünya büyük buhrandan bu yana en
büyük durgunlukla bas etmeye çalisiyor. Sonuçlari henüz belli degil.
Krizler savaslara benzer:
normal zenginlik ve
büyüme dönemlerinde rastlamadigimiz
biçimde toplumlari sinar, zayif noktadan vurur. Yeni siyasi ideolojilere ve
hareketlere davetiye çikarir. Görünüse göre Çin bu krizle bas edebilmek için
Bati’dan daha donanimli. Batili bankalarin aldigi risklere bulasmadigi için
finans sektörü daha iyi durumda. Gelismis dünyanin önünde daha birkaç yil
küçülen bir ekonomi dururken Çin hala büyüme tahminlerini sürdürüyor.
Çin
için bilinmeyen, %8’in hatta %6’nin altina düsen bir büyüme oraninin issizlik
ve toplumsal huzursuzluk açisindan etkilerinin ne olabilecegidir. Bu, Çin
toplumu için en büyük sinav olacak. Dünya yeni bir siyasi döneme girmekte.
Batinin, Çin modelinin sürdürülebilir olmadigi uyarilarina ragmen aksine 2008
krizi 1970’ler den beri uygulandigi sekliyle Bati’nin serbest piyasa modelinin
basarisizliginin ve neo-liberalizmin ölüsünün habercisi oldu. Bati’nin degil,
Çin’in yaklasimi dogrulandi.
Bati
krizden çabuk çikmaz da Çin %6-8 büyümeyi sürdürebilirse kitapta söz edilen
degisim ve kaymalar daha da hizlanacak demektir. Her halükarda, uluslar arasi
finans islerinde Çin’in çok daha aktif ve etkin olacagi kesin. Bugünkü krizden
ne tür bir mimari çikarsa çiksin hepsinde Çin, merkez oyunculardan biri olacak.
Böyle bir durum çok degil, 3-5 yil önce düsünülemezdi bile. Bunun olasi
sonuçlarindan biri de G-8’in yerini G-20 nin almasi, IMF ve Dünya Bankasi’nin
gelisen ülkelere de söz hakki taniyacak sekilde reformdan geçirilmesi olabilir.
Beijing’den
çikan en cüretkar öneri, IMF’nin para çekme haklarinin kullanilmasina dayali,
zamanla dünya rezerv parasi olarak dolarin yerini alabilecek yeni bir para
biriminin icadidir. Bu öneri gerçeklesmese bile Çin hükümetinin küresel ana
para olarak dolarin günlerinin sayili olduguna inandigini göstermektedir.
Kitapta sözü
edilen degisim süreci
tahmin edilenden daha
hizli olacagina benzer.
................................