I
ABD dis politikasi ve iki devlet çözümü
Israil-Filistin çatismasi söz konusu oldugunda pro-Israil
baskiyi engelleyebilecek anlamli bir pro-Arap lobisinden bahsetmek mümkün
müdür? Pro-Arap gruplar zayiflar mi yoksa hiç mi yoklar? Ancak ABD halki ve
politika yapicilari iki devlet çözümünü kabul ettiklerine göre bu uyarilar pek
gerçekçi olmayabilir. Amerika?nin Israil-Filistin çatismasindaki tutumunu
belirlemekte, pro-Israil lobisi kadar Amerikan kamuoyunun iç ve dis gelismeler
karsisinda verdigi tepkiler, ve daha da önemlisi Arap lobisinin de payinin
oldugu bu kitabin temel savidir.
Israil ve Arap komsulari arasindaki 1967 yilindaki savasin ardindan
Amerika politika üreticileri Yahudi devletine bir Soguk Savas müttefigi olarak
verdigi destegi arttirdilar. Israil Bati Seria ve Gazze üstündeki hakimiyetini
arttirirken ABD ile Israil arasindaki “stratejik ittifak” Ronald Reagan
yönetiminde derinlesti. Kongre üyeleri agirlikli olarak pro-Israildi ve
Amerika, Filistin ulusalciligini reddederek Israil?in isgal altinda
topraklardaki hakimiyetini kabul ediyordu. On yillar sonrasinda Birlesik
Devletler Yahudi müttefigine bagliligini sürdürürken bir yandan da bu kitapta
açiklanacak sebeplerden ötürü Filistin?in özerkligini de destekleyecek ve en
nihayetinde iki devlet çözümünden yana olacakti. ABD eski Baskani George W.
Bush, kalici baris için iki devlet çözümünün neredeyse evrensel çapta destek
gördügünü belirtirken iki parlamento kararina atifta bulunuyordu; 1397 (2002)
ve 1515 (2003).
Ilgili tüm uluslararasi aktörler – Israil, Filistin Ulusal Otoritesi,
Avrupa Birligi (AB), Rusya Federasyonu ve Arap Ligi de dahil olmak üzere –
Bush?un deyimiyle bir „yol haritasi? olan ve kalici bir, iki devlet çözümüne
dogru giden adimlari belirleyen kararlari kabul ediyordu.
Gayriresmi olarak, barisi saglamak için
Filistinlilere Gazze ve Bati Seria?da bagimsizlik verme fikri Jimmy Carter?in
baskanlik dönemine dayanir. 17 Eylül 1978?de imzalanan Camp David anlasmasinin
ardindan Baskan Carter, açikliga kavusturmasa da, Israil?de Judea ve Samaria olarak bilinen bölgelerde bir Filistin anavatani kurulmasini öngörüyordu.
Fakat Amerika?nin iki devlet
çözümünden öncesine dayanan “sinirli otonomi” seklindeki resmi destegi, Soguk
Savas sonrasina denk gelen Bill Clinton dönemine dayanmaktadir. Birlesmis
Milletler Güvenlik Konseyi?nin (1967) ve (1973) dönemi kararlarini ABD
prensipte desteklemis olsa bile, Carter yönetimi istisnasi disinda, Filistinlilerin
bir anavatani olmasi fikrini hiç desteklememistir. Öte yandan, Intifada (1987)
ile baslayan, Berlin Duvari?nin yikilmasi (1989) ve ilk Körfez savasinin son
bulmasi (1991) ile devam ederek, müteakip Sovyet komünizminin çökmesi (1991)
ile Amerika yönünü, Israil-Filistin savasina siyasi çözüm bulmaktan yana
degistirdi. 11 Eylül sonrasi dönemde uluslararasi unsurlar da bu yol haritasi
üzerine konsensüse vardi. Neticede, iki devlet planini uluslararasi olaylar
kadar, bu olaylarin iç unsurlarla girdigi etkilesimle açiklamak gerek.
Neden iki devlet?
Bu çalismanin temel sorusu: Amerika baris formülünü
kurarken neden önceleri “sadece Israil” perspektifinden artik “Israil ve
Filistin” perspektifine geçti?
Son dönemde Araplar ve Yahudiler için tek devlet,
iki uluslu devlet argümani güç kazandi, iki devlet çözümünün zamaninin artik
geçtigi fikri öne sürülüyor. Ancak Amerika ve uluslararasi toplumun tercihleri
hala iki devlet çözümünden yana.
ABD?nin iki devlet çözümünden yana dis
politikasindaki iç faktörler bu kitapta üç baslik altinda inceleniyor;
1. Israil-Filistin
meselesinde kamuoyu ve politika yapicilar ile etkilesimi
2. Pro-Israil
lobisi
3. Pro-Arap
lobisi
Söz konusu bu üç unsur su tarihi süreçler
içerisinde izlenecek; 1970?lerin Camp David dönemi, 1980?lerde Israil ABD?nin
stratejik müttefigi oldugu Ronald Reagan dönemi, George W. Bush?un baskanligi,
Soguk Savas?in son buldugu ve Oslo baris sürecinin sürdügü Clinton yillari
(1993-2001), ve teröre karsi savas ve Irak savasi yillari (2001 sonrasi). Bu
dönemler içerisinde iki önemli uluslararasi düzenin varligi dikkate alinacak;
Birlesmis Devletler ve Sovyetler Birligi arasinda geç dönem 1970-1980
yillarinda hüküm süren Soguk Savas çift kutuplulugu, ve 1990?lar ile 2000?ler boyunca süregelen Soguk Savas sonrasi askeri, siyasi ve ekonomik Amerikan hegemonyasi.
Dis politika karar alim sürecini anlamak
Etnik
lobicilik ve FPA1
Dis politika analizi büyük oranda, bir yandan iç
domestik organizasyonlar ile etkilemeye çalistigi insanlar ve bir yandan da
politika yapimi sürecinde etkisi olan aktörlerin ideolojik taahhütlerine
egilir. Geleneksel gerçekçi (realist) paradigma çerçevesinde her ne kadar
devletlerin dis politikasinda çikarlarin belirleyici oldugu fikri öne sürülse
de, çok sayida akademisyen ise dis politika analizinde „fikir?lerin de önemli
bir yer tuttuguna deginir. Digerleri de, küresellesme, terörizm ve uluslararasi
yönetisim gibi unsurlar üzerinde durur.
Alternatif açiklamalar getirmeye çalisan
kimileriyse, ulusal çikarlara karsi olarak kendi gündemlerini sürdürmeye
çalisan domestik gruplara dikkat çeker. Realist paradigmanin aksine Melvin
Small, dis politikanin sekillenmesinde iç gruplarin etkisi ve devletin
kurumlari arasindaki iktidar mücadelelerinin oynadigi rolü anlatir. Bu çerçevede
etnik gruplar, yerel meselelerden uluslararasi konulara kadar farklilik
gösteren genis bir yelpazede hükümet politikalarini etkilemek için çaba
sarfederler.
Bu gruplara örnek olarak, Amerikali Araplar ABD
politikalarinin sekillenmesinde rol oynamaya çalissalar da, bu konuda genel
olarak basarili olamamislardir. Bu basarisizliga genelde Israil lobisinin
görece çok daha kuvvetli olmasi gerekçe gösterilir. Georges Corm bu argümani, “ABD
hükümetini, Arap dünyasinin hakli iddia ve taleplerine yönelik tasidigi ahlaki
sorumluluktan akladigi” gerekçesiyle elestirir. Neticede Arap lobisi de,
Amerika?nin bölgedeki Israil-Filistin çatismasina bir çözüm bulmak yönünde
baski uygulamak, Filistinlilere Israil ile iliskilerini normallestirmeleri için
bir firsat yaratmaya çalismistir. Diger taraftan, Israil?e destek verdigi bilinen
ABD, Israil devletinin uzlasmazliginin da suç ortagi pozisyonundadir. Vaughn
Shannon, ABD Kongresi?nin bu denli Israil yanlisi haline gelmesinde Israil
lobisinin (özellikle de AIPAC?in2) etkisinin büyük oldugunu vurgular. Abraham Ben-Zvi, Israil?in
1960?larin sonlarinda düsmanlarina karsi kazandigi zaferle 1967?den bu yana,
hem Filistin devletinin rekabetine hem de Soguk Savas sonrasindaki uluslararasi zeminin degismesine ayak uydurarak günümüz politikasina sekil vermeye devam ettigini belirtir.
1 Foreign Policy Analysis – Dis Politika
Analizi
2
AIPAC- American Israel Public Affairs Committee –
Amerikan Israil Halkla Iliskiler Komitesi
Patrick J. Haney ve Walt Vanderbrush gibi isimler
ABD dis politikasini bu tür etnik gruplarin etkisini ön plana çikarmadan daha
genel olarak incelediler. Bununla birlikte pro-Israil etnik lobisinin
etkilerini entellektüel anlamda çok ilgi çekmesine ragmen Arap lobisi bu kadar
ilgi görmedi. Burada mantikli olan soru sudur: etnik lobicilik ve etkilemeye
çalistigi kamuoyunun, politika yapimi üzerinde bir etkisi oluyor mu? Eger
etkisi oluyorsa buna müteakip, bugüne kadar ne etkisi oldu ve bundan sonrasi
için etkisi devam edecek midir?
Domestik, uluslararasi ve sistemsel etkenlerin
yanisira 1990 ve 2000?lerde küresellesmenin daha çok ilgi görmesiyle,“enformasyonel
lobicilik” denilen bir tür lobicilik sorgulanmaya baslanmistir. Bu yaklasimlar
lobicilerin belli amaçlara ulasmak üzere bilgiyi nasil kullandiklarini görmeyi
amaçlar.
Ne olursa olsun, domestik etkenlerin devlet
katindaki ve yapisal düzeydeki degisimlere ayak uydurmak durumunda oldugu
görülmektedir.
Kathleen Christison, Baskan Bush döneminde ABD?nin Israil yanliligini,
iki ülkenin de terörizme karsi verdigi mücadele, Bush ile Israil devleti
liderleri arasindaki iliskiler, Israil yanlisi ve evanjelist Hiristiyan lobiler
ve ABD hükümetindeki neo-muhafazakar ideolojinin tahakkümü ile açiklar.
Her ne kadar Amerikan-Israil ittifakini ortak kültür
ile açiklamak mümkün olsa da bu yeterli degildir. Baska unsurlarin da dikkate
alinmasi gerekir. Örnegin, Amerika ile Israil arasinda var oldugu algisi
yerlesmis olan kuvvetli toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasi baglari
vurgulayan kuvvetli Israil lobisi bu kültürel ortakligi yeniden üreterek ve
Arap dünyasindan da uzaklastirarak, Yahudi devletinden yana politikalar
üretilmesinde etkin olmustur. Iki lobi arasindaki rekabet derinlestikçe, Arap
lobisinin basarisi da, Israil isgali altindaki Filistinlilerin draminin fark
edilmesini saglamasiyla ortaya çikmistir.
Bu çalisma esas olarak dis politikada etkin olan
domestik unsurlarin önemini incelese de, uluslararasi ortam kadar inceleme
altina alinan devletlerin nitelikleri de önemli bir yer tutar.
ABD?nin Orta Dogu?daki durumu her daim izdirap veren bir paradoks
olmustur. Bir yandan büyük çogunlugu Arap/Müslüman olan bölgedeki çikarlarini
gözetirken bir yandan da bölgede bir yerlesimci kolonisi olarak algilanan
Israil?e bagliligiyla çikarlari kisitlanmistir. Kimisi Israil?e olan bu
bagliligi Washington DC?deki kuvvetli Israil lobisine baglarken, Illinois
eyaleti kongre üyesi Paul Findley bu bagliligin Amerika?nin Israil-Filistin
çatismasindaki tarafsizligina zarar verdigini dile getirmistir. Israil lobisi
gruplarinin Israil hükümetinin bir uzantisi gibi çalistiklarini ileri süren
Finley bu durumu iki sebepten ötürü kabul edilemez bulmustur: Ilk olarak Israil
devleti ABD?nin degil kendi çikarlarini gözetmektedir. Ikincisi ise, bu iki
devletin çikarlari nadiren örtüsmektedir, aksine çogunlukla çatisma içindedir.
Findley?nin Israil lobisine direncin zayif oldugu o günlerde kesfettigi
sey günümüzde de geçerliligini koruyor: Yahudi devletine verilen destegin
kalbinde, bu devletin lobi makinasinin kendisine karsi gelen herkesi yok
edecegi algisi yatiyor. Israil lobisi gücünü, kendisinden yana olanlari
ödüllendirecegi beklentisinden degil kendisine karsi çikanlari cezalandiracagi
yönündeki korkudan aliyor. Pro-Israil gruplar sadece siyasette degil ayni
zamanda akademi ve medyada da santaj yapma gücüne sahipler. Finley pro-Israil
lobisine karsi, lobinin politikalarinin Birlesmis Devletler?in çikarlarina
verdigi zarari gösteren bir egitim sisteminin kurulmasi fikrini savunmustur. Bu
program bugün bile gerçeklesmesi güç bir programdir.
ABD ve Israil arasindaki bu “özel birliktelik” sonucunda Orta Dogu?da
Yahudi devletinin çikarlarinin disinda bir seyi düsünmek Amerika için tabu
haline gelmis, ya da yasaklayici bir biçimde maliyetli olmustur. Üstelik bu
durum Finley?in çalismasini yaptigi 1980?lerin ortasindaki stratejik ittifak
dönemiyle kisitli degildir.
Findley?in ardindan Cheryl Rudenberg “olaganüstü ve
çeliskili birliktelik” olarak niteledigi durumu açiklamak için iki domestik
etken önermistir:
1.
Arap dünyasinin karmasikligina
dair hatali varsayimlardan dogan, fakat zamanla Amerika?nin dis politikasini
belirleyen elit tarafindan mutlak hakikat muamelesi gören, Israil?in, ABD?nin
Orta Dogu?daki iktidarinin bir uzantisi ve ABD?nin çikarlari için stratejik bir
varligi oldugu yönündeki yanlis anlamadan ibaret algi
Bu kitap, Findley ve Rudenberg?in çalismalarinin
temel tesis ettigi literatüre katkida bulunacaktir. Rudenberg, Israil lobisinin
medyaya erisiminin ve finans kaynaklarinin kuvvetine atifta bulunur. Ayrica,
Israil lobisi, 11 Eylül öncesi dönemde bile Islamciligi komünizm tehlikesinin
yerine koymaya çalismis, 11 Eylül sonrasinda da Israil devletini, teröre karsi
küresel savasta ABD?nin yaninda lider konumuna yerlestirmistir.
Lobicilik üzerine süren tartisma
Thomas Dye?a göre bir lobici, “hükümetin politika ve eylemlerini etkilemek
için çalisan kisidir”. Bu tanima göre dogrudan ve dolayli yoldan lobi
yapilabilir. Filistinliler açisindan bu daha dolayli yollardan – kamuoyunu
etkileyerek ve hükümet yetkilileri veya medya kuruluslarinin talepleri üzerine
görüs vererek gerçeklesirken, Israil lobisinin daha büyük bir agirligi oldugu
ortaya çikiyor. 1980?lerden (Findley ve Rudenberg?in Israil lobisini
çalismalariyla ifsa etmelerinden beri) bu yana Arap lobisi – özellikle de
Intifada ve baris sürecinin baslamasinin ardindan – daha rekabetçi hale gelmek
üzere çabaladi.
Terörizme karsi savas sürecinde John Mearsheimer ve Stephen Walt, Israil
lobisinin ABD?yi, Israil ile çikarlarinin örtüstügü konusunda ikna ederken
kendi ulusal çikarlarindan en çok uzaklastiran çikar grubu oldugunu belirterek
lobicilik üzerine tartismayi tekrar canlandirdi. Israil devleti, ABD?yi
olaganüstü miktarda maddi ve manevi kayba neden olan savaslarin içine sokarken
Mearsheimer ve Walt, kapsamli bir çalisma boyunca kanitlara dayanarak Israil?in
Amerikan devleti için sadece “stratejik bir yükümlülük” oldugunu ortaya
koydular. Bunun bir örnegi de Israil?in 2006?daki Lübnan savasinda egemen bir
ülkeyi isgal etmesi ve Afrika, Asya, Latin Amerika ve Avrupa?dan itirazlar
yükselirken Amerika?nin müttefigini korumak için devreye girmesidir.
Mearsheimer ve Walt “Filistinlilerin seytanlastirilmasi” ve Irak savasini da bu
listeye ekliyorlar.
Pro-Israil lobi iki ülkenin “stratejik ittifakinin”
evvelden beri geldigi yönünde propaganda yapmaktadir ve güncel durumda ise, iki
ülkenin de ortak düsman olan Islami teröre karsi savasta bulustugunu farzetmektedir.
Mearsheimer ve Walt ikilisinin
argümanlarina karsi gelistirilen pozisyonlar genel olarak;
2.
Israil lobisinin, zaten politika
yapicilari tarafindan benimsenen görüsleri öne sürdügü için kuvvetli oldugu
seklindeydi.
Daha sonradan ikili bu
argümanlari da çürüttüler.
Tipki Mearsheimer ve Walt gibi birçoklari pro-Israil
lobisinin Amerikan politikalarindaki kuvvetli etkisini çalismis olsa da, pro-Arap
lobisi çok nadiren çalisildi.
Israil-Filistin çatismasi baglaminda, Israil?in
amaci Israil?deki Yahudi üstünlügünü saglamak oldugu için iki devlet çözümü iki
tarafin lobilerinin de isine geliyor gibi gözüküyor. Fakat bunun disinda iki
lobi de, çatisma ortaminda kendi amaçlarini ilerletmek için politikalar
üretilmesi için çalistilar. Israil lobisi Filistin topraklarindaki isgalini
destekleyen politikalarin çikmasi için ugrasirken, Arap lobisi ise, “çok
tarafli bir anlasma ile Filistinlilerin, 4 Haziran 1967?de isgal edilen
topraklar üzerinde kendini sürdürebilir bir devleti kurma hakkinin taninmasi”
için çaba harcadilar.
Kamuoyu ve politika yapicilar
Kamuoyunu ve karar alim süreci üzerindeki etkisini
çalismak hala üretken bir egzersiz olmaya devam ediyor. Richard Sobel
kamuoyunun karar yapim asamasi üzerindeki etkisiyle ilgili olarak, “demokrasimizin
temel dayanaklarindan biri halkin iradesini yansittigidir” diyor.
Amerika baglaminda kamuoyunun ABD dis politikasi üzerindeki etkisi “izolasyonizm”
ile “müdahalecilik” olarak iki hattta ayrilabilir. Israil-Filistin çatismasi
özelindeyse, Amerika tarihsel olarak düzenli bir biçimde müttefiginin lehine
müdahalelerde bulundugu için kamuoyunun bu müdahalelerden yana eylem karari
alinmasinda nasil bir etkisinin oldugunun arastirilmasi gerekir.
Kamu hassassiyeti ve halkin tercihlerinin dis
politikayi ne denli etkiledigi bir tartisma konusu, zira Amerikalilarin büyük
bir çogunlugu iki devlet çözümünü tercih etse de Birlesmis Devletler?in
politikacilari bu çözümün gerçeklesmesi için yeterince baski uygulayamadilar.
Belki de bu durumda Amerikan psikolojisindeki yerlesik Yahudi-Hiristiyan
bilincin etkisi vardir ve bu haliyle bu çalisma kültürel incelemelerin de
alanina girmektedir.
Bununla beraber pro-Israil gruplarin bu kültürel yakinligi nasil
vurguladiginin da anlasilmasi gerekmektedir. Amerikalilar Israil-Filistin
çatismasinda, genelde taraflardan birini digerine karsi tutarken, dis
politikanin sekillenmesinde etkisi olan elitler ise Washington?daki lobicilik
faaliyetlerinden etkilenmektedir.
Kamuoyunun hükümet koridorlarina nasil yansidigi
üzerine çalisan Muhammed K. Shadid, ortalama Amerikalinin aklinda Israil?in,
bir ABD imgesi gibi, “demokratik ve ilerici” seklinde, Filistinlilerin ise
basitçe Israil?in “düsmani” olarak canlandigini savunuyor. Shadid, Israil?in “komünizme
karsi son kale” görüntüsünü Soguk Savas sonrasinda, terörizme karsi güçlü bir
müttefik olarak degistirdigini belirtiyor.
Buna karsin Filistinlilerin bir ulus olarak varligi taninsa da, Israil
yanlisi ABD?li politikacilarin hala büyük oranda Filistin bakis açisini bloke
ettigi ortaya çikiyor. Israil?in güvenligi ve müzakerelere yaklasimi hala daha
belirleyici iken, Filistinlilerin güvenligi ve müzakerelere hazir olup olmamasi
ABD?nin hesaplarinda nadiren bir rol oynuyor. Filistin bakis açisinin
engellenmesi hem elitler, hem de kamuoyu düzeyinde vuku buluyor.
ABD?de kamuoyu, politikalarin belirlenmesinde
kuvvetli bir rol oynasa da söz konusu Orta Dogu tartismalari olunca birçok
siyasi etken, medya ve özellikle de lobi faaliyetleri hala politikacilarin
algisini belirlemeye devam ediyor.
Tarihsel sinopsis
Karen Puschel?e göre 1980?ler boyunca ABD-Israil
iliskilerini asagidaki unsurlarin ortaya çikmasi belirlemisti:
1.
Ulusal Güvenlik Konseyi?nin ABD-Israil
iliskilerinde önemli bir yere sahip hale gelmesi
2.
ABD?nin bölgedeki çikarlarini
saglamaktaki yetersizligi sonucunda bu durumu gözden geçirmesi
3.
Sovyet Birligi?nin ABD?nin Orta
Dogu politikalarinda önemli bir unsur olarak tekrar ortaya çikmasi.
4.
Iç baskilarin ABD-Israil
iliskilerinin iyilesmesi yönünde olmasi.
Soguk Savas?in 1991?de sona ermesinin ardindan Bush yönetimi de Israil-Filistin
sorununa, tipki kendinden önceki dönemde oldugu gibi çözüm getirmeyi reddetti.
Fakat bununla birlikte Soguk Savas sonrasinda, Intifada ve 1. Körfez Savasi
dönemlerinde ABD?nin içindeki baski gruplari ile Arap lobisi bu tavrin degistirilmesi için mücadele verdi. Intifada?da ABD, Israil isgalinin devam etmesinin mümkün olmadigini anlarken, Körfez Savasi döneminde ise Arap lobisi, Saddam Hüseyin gibi kabul edilemez isimlerin Filistin sorunundan faydalanarak kitleleri yanina çekmeye çalistigi tezi üzerinde durdu.
Israil ve Filistin arasindaki Oslo görüsmeleri ABD?nin denetimi altinda
Clinton döneminde gerçeklesti. Clinton?in Camp David?deki son çabasinin ardindan
George W. Bush yönetime geldi. Bu dönemde Bush yönetimini mesgul eden 9/11 ve
Irak Savasi yüzünden Bush, basindan beri, Israil-Filistin sorununa karismayan
bir yol izledi. Bu da Israil?e destek, Filistinlileri ise kendi baslarinin
çaresine bakmalari için birakmak demekti.
Pro-Arap lobisi
Pro Arap lobisinin iki boyutu vardir; iç ve dis. Dis lobicilik
genellikle ulus-devletlerin petrol ihracati ve silah satisi gibi çikarlari
çerçevesinde yapilirken, bu tür lobicilik resmiyet disi kanallardan gizlilik
içinde yapildigindan bu kitap için de incelemesi zor olmustur.
Dogrudan domestik lobiciligi ise su iki grup yapmistir; simdilerde artik
islevsiz halde olan ve 1972?de Richard Shadyac tarafindan kurulmus olan Ulusal Amerikan
Araplari Birligi (NAAA) ile 1985?te kurulan Amerikan Arap Enstitüsü (AAI).
Enstitü, Araplarin siyasi yönden iktidar kazanmasi için çabalarken Birlik ise,
AIPAC?a karsi çikmakla ugrasti. Öte yandan Amerikan-Arap Ayrimcilik Karsiti
Komitesi gibi, Siyonist siyasi mesaja daha dolayli yollardan karsi çikan
gruplar da olmustur. Bu çalisma bu gruplari, 1) iki devlet çözümüne ne zaman
destek verdikleri, 2) çözüme verdikleri destegin boyutlari, 3) iki devlet
çözümüne geçisle bu gruplarin destegi arasinda bir bag olup olmadigi, 4)
politika yapici ve kamuoyu üzerindeki etkileri kapsaminda inceleyecektir.
Bu kitap boyunca yapilan anketlerde ortaya çikan sonuçlardan, gruplarin hepsinin
çözüm olarak iki devlet modelini önerdikleri anlasiliyor.
Arap lobisi mensuplari anketlere katilmakta bir beis görmezken Israil
lobisi üyeleri anketlere katilip yanitlamayi reddettiler. Bu durumda AIPAC?in
misyon beyanlari, basin açiklamalari gibi belgeler bu arastirmada pro-Israil
lobisinin politik tutumunu belirlemekte temel teskil etti. Ayrica, Yahudi
siyasi eylem komitelerinin (Political Action Committee – PAC/ Siyasi Eylem
Komiteleri) etrafinda sekillenen literatür, Kongre koridorlarindaki lobi
faaliyetlerine isik tuttu. En nihayetinde, günümüzde 51?den fazla organizasyonu
barindirarak en kuvvetli Israil yanlisi grup olarak gözüken AIPAC pro-Israil
lobisinin temsilcisi olarak ele alindi.
Israil lobisinin bir diger önemli boyutu ise,
Siyonist ideolojinin tasiyicisi olan üyelerinin hükümette önemli pozisyonlara gelmeleriydi.
Reagan, Clinton ile 1 ve 2. Bush yönetimlerinde de Israil lobisinin saflarindan
gelen kisiler önemli danismanlik pozisyonlarinda yer alarak siyaseti dogrudan
dogruya kontrol etmisler veya Yahudi devleti için açikça sempati beslemislerdi.
Her ne kadar Israil lobisinin önemli temsilcileri anketlere katilmayi
reddetseler de, yol haritasinin belirlenmesinin ardindan gelen dönemde lobinin
iki devlet çözümünden yana dönmesi hem tarihsel bir çerçevede ele alincak hem
de Amerikan dis politikasi karar süreçlerinin etkilemedeki teknikleri incelenecektir.
Sonuç
Yahudi çogunluklu bir devlet fikrinin, aslinda uzun vadede Filistin?in
bir devlet olma yolundaki özlemlerine de yaradigi anlasiliyor. Çünkü eger
Israil devleti, hakikaten de Israil lobisinin oldugunu savundugu, Amerikan
kamuoyunun addettigi ve politika yapicilarinin da destekledigi demokrasi ise,
isgalci konumunda kalarak veya Yahudi olmayan bir toplumu ikinci sinif vatandas
muamelesi yaparak bu iddiasini sürdüremez. Buna ragmen, ABD tarafindan iki
devlet çözümü çagrilari dönemler boyunca yapilmis olsa da, Amerika?nin müphem
tutumu Israil devletinin bu iddasini sürdürmesini saglamistir.
Her ne kadar 9/11 sonrasi Amerikan politikasi uçurumlarla dolu olsa da,
pro-Arap lobisinin elinde iki devlet çözümü için tarihsel bir firsat var. Zira
kavramsal kökeni Camp David anlasmasina dayanan, Arafat-Sharon-Bush döneminin
ardindan gelisen yol haritasindaki iki devlet çözümü, tüm dünyada kabul gören
bir tez olarak karsimiza çikiyor. Önümüzdeki bölümlerde, Filistin devletinin
olusuma önemli bir destek veren kamuoyu ile öte yandan son derece kuvvetli bir Israil lobisinin etkisi altindaki Amerikan politikasinin, Yahudi devleti olarak güvendeki bir Israil?i, yani herkesin istedigi seyin
aynisini isteyen bir Arap lobisinin beklentilerini de göz önüne alarak nereye
gittigi sorgulanacak.
II
Kamuoyu ve dis politika algisi
Bu ana baslik altinda üç amaç ele alinacak; birincisi Amerikalilarin
Misir ve Israil arasinda imzalanan Camp David Sözlesmesi?nin ardindan
1970?lerin sonlarinda ve ABD ile Israil devleti arasindaki “stratejik ittifak”
yillari olan 1980?ler boyunca Israil-Filistin çatismasini nasil algiladiklari
sorusunun cevabi.
Ikincisi, 1980?lerin sonu ve 1990?lar sirasi kamuoyunu, yani George W. Bush?un
tüm dönemiyle Clinton?in görev basi yaptigi ilk yili inceleyecek. Intifada bu
dönem içerisinde Amerikan kamuoyunda gündeme getirilmis (1987-1993); Kuveyt?in
Irak tarafindan isgali; Sovyetler Birligi?nin çöküsüyle Soguk Savas?in son
bulmasinin ardindan Arap ve Israil lobilerinin – artik ABD komünizm tehditinden
korkmadigina göre – hareket edecegi yeni politik zeminin olusmasi; Madrid?de
Arap ve Israillilerin görüsmelere baslamasi ile Beyaz Saray?da Oslo
Anlasmasi?nin imzalanmasi gibi kayda deger uluslararasi olaylar meydana
gelmisti.
Üçüncü olarak 11 Eylül saldirilarinin ardindan
gelisen kamuoyu dinamikleri analiz edilecek, özellikle de yol haritasinin
zirvesi olarak iki devlet çözümünün çerçevesinin çizildigi Oslo (2002) ve
Saddam Hüseyin?in devrildigi Irak?taki 2. Körfez Savasi (2003) ele alinacak.
Bu olaylar sadece uluslararasi düzeyde belirleyici
olaylar olmakla kalmiyor, ayni zamanda Arap ve Israil lobilerinin bu olaylara
cevaben gelistirdigi yeni stratejilerle de önem kazaniyor.
“Stratejik iliskiyi” ilerletmek
1970?lerin sonlarinda Israil isgaline ragmen, Filistinlilere pek iyi bir
gözle bakilmazdi. Uluslararasi bir tehdit haline gelen bu soruna adil ve
hakkaniyetli bir çözüm getirmesi için ABD?ye yapilan çagrilara ragmen Filistinliler
Amerikan kamuoyunun ve politika üreticilerinin pek dikkatini çekmiyordu. Bu
ilgisizligin ardinda bir dizi yanlis varsayim ve bilgisizlik üzerine kurulu bir
“Sark” anlatisi yatiyordu. ABD?nin 1980?lerde Israil ile siki ittifak içerisinde
olmasinda, Filistinlilerin kendi kendilerini tayin taleplerinin siyaseten
ilkel, ekonomik olarak süpheli ve ideolojik açidansa absürd oldugu yönündeki
alginin yatmasinin hiç kuskusuz ki çok etkisi olmustu. Buna istinaden Yahudi
devleti yillar geçtikçe Amerikalilarin gözüne giriyordu. 1980?lerdeki
anketlerde ABD-Israil iliskileri yüksek notlar alirken, öte yandan
Filistinlilerle ilgili görüsler ise, tabii ancak Filistinlilerin degerlendirmeye
dahi alindiklari takdirde, yanlis bilgilere dayaniyor ve zaman zaman düsmanca
bir tavra bürünerek Amerikan?in destek vermemesi isteniyordu. Birçoguna göreyse
bu durum Israil?e atfedilen Soguk Savas?taki partner rolüne dayaniyordu.
1980?lerde Orta Dogu, özellikle de Amerikan-Rus çekismesinde, bir endise
kaynagiydi. 1985 tarihli bir anketin katilimcilarinin %58?ine göre Arap devletlerinin
ABD ve Rusya?yi karsi karsiya getirecegi büyük bir olasilikti. 25.5%?lik bir
kesim ise, Israil?in Orta Dogu?nun diger ülkeleriyle düsmanca iliskileri
nedeniyle süper güçlerin bölgede bir savasa girmesine muhtemel gözüyle
bakiyordu. Bu Amerikalilarin %84?ünün bölgeyi bir Soguk Savas meselesi olarak
gördükleri anlamina geliyordu. Bu iklimde Israil, bölgeye sizmaya çalisacak bir
Sovyet etkisine karsin vazgeçilmez bir müttefik olarak algilaniyordu.
Bu algi seçkinler tarafindan da paylasiliyordu. 1986?da kendilerini Orta
Dogu?da Israil?e mi yoksa Arap devletlerine mi yakin hissettikleri sorulan
politikacilar “daha çok Israil” yanitini vermislerdi. Bu da, savas sonrasi
dönemde Amerika?nin Israil?e desteginin, kamuoyu, seçkinlerin algisi ve
politikacilarin tutumuyla örtüstügünü gösteriyor. Amerikan kamuoyunun %76 kadarlik
önemli bir çogunlugu ülkelerinin Israil ile “siyasi, ekonomik ve güvenlik”
gerekçeleriyle ittifak halinde oldugu düsüncesindeydi.
1987 sonlarina dogru Filistinliler artik isgal altinda yasamaya karsi
çikmaya baslamislardi. Bu sartlar altinda 1987 yilinin sonundaki hareketlenme
daha sonradan Intifada olarak bilinecek kitlesel ayaklanmaya dönüstü. Intifada,
sadece Israil?i sarsmakla kalmamis, domestik Arap lobisinin sorunun
Amerika?daki algilanis biçimini degistirmesi için önemli bir firsat yaratmisti.
Khalil Jahshan?a göre Intifada, Orta Dogu?daki içler acisi durumun artik daha
fazla devam edemeyeceginin göstergesiydi.
Intifada yillari
1988 yilinda Filistin isyani doruk noktasina vardiginda, Arap lobisinin
Filistinlilerin çektiklerinin farkedilmesi için sarfettigi çabalarinin da sonuç
vermesiyle, Amerikalilarin gördügü artik, askeri isgal altindaki bir halkin
siddete basvurmadan yaptigi gösteriler karsisinda Israil?in saldirgan bir
biçimde gösterileri bastirdigiydi. Bunun sonucunda Yahudi devleti için duyulan
empati zayiflamaya baslamisti. Birçoklari için Israil?in “Filistin
ayaklanmalariyla basa çikma” sekli “çok sertti”. Intifada?nin ilk yilinda
yapilan bir ankette ABD?lilerin %51?i barisin mümkün oldugu ve saglanmasi
gerektigi görüsündeydi.
Alvin Richman, Intifada?nin 2. yilinda barisin
nasil saglanacagina dair yapilan bir anketten çikan sonuçlar üzerine Amerikan
kamuoyunun;
1. Israil?in ayaklanmalara karsi
tepkisinin çok sert oldugu konusunda yakin oranlarda ikiye bölünmüs
2.
Arap veya Filistin yanlisi
olmaktan ziyade daha çok Israil?e yakin durmakta
3. Israil?in güvenligini tehdit
etmeyen bir Filistin anavataninin kurulmasini onaylamaya egilimli durumda
oldugu tespitinin yanisira
4. ABD?nin Orta Dogu?da aktif olarak
diplomatik bir rol üstlenmesini istemekte oldugunu söylemisti.
Intifada ile ilgili günlük haberlerde yayinlanan görüntülerle birlikte
artik Arap lobisinin, Intifada karsisinda Israil?in tepkisinin dayanilmaz
oldugu yönündeki mesaji kabul görmeye baslamisti. Richman 1980?lerde ise
kamuoyunun önceliklerini söyle siralar:
1.
Israil?in güvenliginin saglanmasi
2.
Filistinli ulusal taleplerin
karsilanmasi
3. Israil?in önceki dönemlerdeki
malvarligina dayanarak yaptigi mülki toprak taleplerinin karsilanmasi
Görünen oydu ki iki devlet çözümü henüz bir ABD
politikasi olmadigi gibi baska meseleler öncelik kazaniyordu. Aksine, Misir ile
Israil arasinda 1978?de imzalanmis ola Camp David Sözlesmesi daha öncelikliydi.
Bunda Israil lobisinin politikacilar üzerindeki etkisinin de payi büyüktü.
1982?de Reagan döneminde Amerikalilarin %41?inden fazlasi bagimsiz bir
Filistin devleti fikrini destekliyordu. Orta Dogu?da Israil?in Lübnan?i
isgalinden (1982) 1 ay sonra yapilan bu anket, statükonun barisi saglamaktan
uzak olduguna dair bilincin arttigini ve kamuoyunun dis politikanin
neticelerinden kademe kademe daha çok etkilendigini gösteriyordu. Sonuç
itibariyle Reagan yönetimi Filistin?in özerkligini reddetse de, halefleri,
Madrid?den Annapolis?e kadar çesitli baris çabalarinda gösterdikleri gibi bu
fikri göz önünde bulunduruyordu. Buna ragmen Reagan yillarinda kamuoyunun
fikirleri, Israil lobisinin çabalari sonucunda – „Orta Dogu?daki komünizm
tehlikesine karsi Israil?in korudugu? tezinin islenmesiyle – güvenlik
perspektifine kiyasla ikinci planda kalmisti.
Körfez krizi
Iki isgal
1989 sonrasinda dünya siyaset sahnesi olaganüstü degisiklikler
geçiriyordu. Berlin Duvari?nin yikilmasi Sovyetler Birligi?nin sonunun
baslangici olarak algilandi ve Intifada?nin ikinci senesinde artik Israil?e
yönelik ABD sempatisi azalmaya baslamis, Israil kendisini ABD?nin Soguk Savas
dönemi müttefigi olarak lanse edemez hale gelmisti. Bu dönemde ABD
politikasindaki devamlilik, ABD?nin Israil politikasini stratejik iliski
dahilinde degerlendirmesindeyken, Sovyetler ile arasindaki rekabetin
sonlanmasiyla artik Orta Dogu?daki hamlelerini USSR?nin olasi hamlelerine göre
sekillendirmek zorunda olmayisi da devamsizligi teskil ediyordu. Israil lobisi,
Sovyet ve komünizm tehlikesine karsi gelen Yahudi devleti ikonunu kaybetmisti.
Soguk Savas?in bitisinden kisa süre önce 25 Aralik 1991?de Saddam
Hüseyin?in kontrolündeki Irak Kuveyt?i istila ettiginde dünya derinden
sarsilmis ve Israil-Filistin sorunu da bu durumdan etkilenmisti. Saddam
Hüseyin, Israil-Filistin meselesini kendi çikarlari için bahane etmisti.
Filistinliler her ne kadar bir baska ülkenin isgal edilmesinin suç oldugu konusunda tereddütsüz olsalar da birçogu Saddam Hüseyin?in kuvvetlerini kurtaricilar olarak karsilamisti.
Bu
durum Amerikalilarin, Irakli diktatör Saddam Hüseyin gibi figürlerin, Israil-Filistin
meselesini kullanabilecegini farketmesine yol açti. Artik Arap lobisi de Israil
lobisi de Orta Dogu?daki çözümün ABD?nin adil ve tarafsiz tavrina bagli
oldugunu biliyordu.
Bu dogrultuda 1992?de Bush yönetimi, Israil devletinin yayilmaci
politika izleyerek isgal altinda tuttugu topraklarda yeni yerlesimler açtigi
müddetçe verilen yardimlarin dondurulacagini duyurdu. Bu politika, Israil
lobisinin yasama alanindaki etkisi yüzünden ciddi muhalefet ile karsilasmisti. 1990
Ekim?inde Amerikan kamuoyu ve dis politikayi belirleyen çevreler arasinda bir
örtüsme yasanmis, „Israil?in isgali altindaki topraklarda bagimsiz bir Filistin
devletinin kurulup kurulmamasi? yönünde bir anket yapilarak fikri sorulanlar,
%30.36 oraninda olumsuz yanit verirken, %36.24 oraninda bu fikri desteklemis
geri kalan %30.4 oranindaki katilimci ise fikirsiz kalmisti.
Körfez krizi sürecinde kamuoyu ile dis politika yetkililerinin
görüslerinin bir araya gelmesi sonucunda belli bir dis politika mekanizmasi
islemeye baslamisti. Kamuoyu, 1) 1967 savasinda Israil tarafindan isgal edilen
topraklarda bagimsiz bir Filistin devletinin kurulmasi fikrine daha büyük
oranda destek vermis, 2) Israil?e duyulan sempatide azalma yasamis, 3) ve
yardimlarin yeni Israil yerlesimlerinin durdurulmasi kosuluna baglanmasi
gerektigi yönünde ikna olmustu. Amerikalilar için Irak?in Kuveyt isgali ile
Israil?in Filistin topraklarini isgali, diplomasinin sürdügü kosullarda
baglantili, savasin kaçinilmaz ve güç kullaniminin söz konusu oldugu sartlar
altinda ise birbirinden ayrik olarak ele alinirdi.
Siradaki görev
Körfez Savasi?nin sona ermesinin ardindan odak noktasi tekrardan bir
çözümün bulunmasi oldu. ABD, Yahudi devletine pazarlik etmesi yönünde baski
yapmaya baslamisti.
Öte yandan Amerikan kamuoyunda da çözüm için Israil devletine baski
yapilmasi gerektigi fikri çogunluktaydi. ABD kamuoyu Körfez Savasi?ndaki
zaferin ardindan hem “Kuveyt?i kurtarmis olmaktan” ötürü gurur duyuyordu hem de
yardim etmis olmasi gereken halklara karsi da bir rahatsizlik hissi içindeydi.
Douglas Little?in Amerika-Orta Dogu iliskilerinde çagdas dönem ile Mark Twain dönemini karsilastirirken kullandigi ifadede billurlasan bu tavirda bu durum kendini daha net gösteriyordu:
“Twain ABD ile Orta Dogu
iliskilerinin iki zit malzemenin ürünü oldugunu ilk anlayanlardan biriydi;
dünyaya Amerika?nin seklini vermek için dayanilmaz bir dürtü ile, yeniden sekil
verilecek insanlara yönelik duygusal çeliski.”
Fakat savasin ardindan yapilan anketlerde Amerikan kamuoyunda Irak?in
Kuveyt?ten çikarilmasinin baris için yeterli olmayacagi, Israil?in de Arap
topraklarindaki isgalini sonlandirmasi gerektigi fikri hakim gelmeye
baslamisti. Bu fikir pro-Arap gruplar tarafindan da savunuluyordu ve siyaseten
kabul gören bir durumdaydi.
Soguk Savas sonrasi
Clinton barisi
Bill Clinton görev basina gelmesi Israil-Filistin iliskilerinde yeni bir
dönemin habercisi olmustu. Sonuçta Soguk Savas dönemi sona ermis ve ABD dis
politikasi artik Israil lobisinin ugraslarinin aksine komünist tehlikeyle
mücadeleye saplanip kalmak zorunda degildi. Soguk Savas ve Irak Savasi?nin
ardindan Arap lobisi tam olarak da ABD?nin Israil-Filistin çatismasinda çözüm
yolunda arabuluculuk yapmasi için çalismaya baslamisti.
ABD?nin hakkaniyetli ve tarafsiz olmasinda
kamuoyunun payinin büyük olduguna inaniliyordu. Bunun için önceki dönemlerin
aksine, ABD siyasi düsüncesinde Filistinlilere bir mesruiyet kazandirilmasi
için çok ugrasildi. Filistin?in taleplerinin karsilanmasi için kamuoyu
yaratmakla kisitli kalinmak zorunda degildi, aksine artik bu fikir Amerikan
politikasinda kök salmaya baslamisti. Bush döneminin yol haritasinin tohumlari
bu dönemde atilmsti.
Clinton döneminde baristan yana olusan çogunluk,
„bagimsiz bir Filistin devletinin desteklenip desteklenmediginin? soruldugu
ankette de ortaya çikiyordu; %52.50 oraninda destek, %25.45 red. 1990?larin bas
döndürücü yillarina olumlu bir hava hakimdi.
Bununla birlikte Amerikalilarin önemli bir
çogunlugu baris için Filistin devletinin kurulmasini desteklerken bunun için
Amerika?nin ekonomik destek vermesine karsi çikiyordu. Ayrica 90?larda
Amerikalilarin büyük bir bölümü „Filistin Kurtulus Örgütü?nün terörizme son
vererek Israil?in varligini kabul etmesi durumunda Israil?in isgali altindaki
topraklarin bir kisminin Filistin?e verilecegi? yönünde bir anlasmaya varilmasini destekliyordu.
Bu da genel anlamda Amerikan politikacilarinin Orta
Dogu?da baris için diplomasiye basvurmasi ve iki devlet çözümü için yollarin
denenmesi anlamina geliyordu.
Bir yandan da bu dönemde, ABD?nin Orta Dogu
politikasi büyük oranda Baskan ve çevresindeki danismanlara birakilmisti.
Kamuoyu dünyadaki gelismeleri birbirinden kopuk bir biçimde algilarken,
Kongre?nin ise gelismelerin gerisinde kaldigi görüsü hakimdi.
90?li yillarin son döneminde Amerikan kamuoyu, ABD aktif olarak Israil?e
yardim ederken, ülkelerinin bu çatismada taraf tutmamasi gerektigi görüsündeydi
ve Israil?e karsi duyulan sempati etkisini koruyordu. Bununla birlikte 1999?da
yapilan bir baska ankette Filistin devletinin kurulmasi %28 oraninda muhalefete
karsin %51 oraninda destek görüyor, Bati Seria ve Gazze Filistin?e ait bölge
olarak belirlenirken iki devlet çözümü öneriliyordu. 2000?lerin basinda ise
baris ABD dis politikasinin temel amaçlarindan biri olarak görülürken, Clinton,
Israillilerle Araplari bir araya getirerek baris sürecinde müzakereye
oturmalari için defalarca girisimde bulunmustu.
28 Eylül 2000?de Sharon?in bin Israilli güvenlik görevlisiyle Kudüs?te
yaptigi gövde gösterisi, daha sonradan 2. Intifada olarak adlandirilacak bir
Arap direnisi dönemine yol açti. Arap lobisinin önde gelen bir üyesi, “1.
Intifada?da dogru yapilan ne varsa ikincisinde yanlis yapildi” yorumunda
bulunmustu. Amerikan kamuoyu durumdan ciddi bir biçimde endise duyarken,
deneyimli ve egitimli Israil ordusuna karsi zayif kalan Filistin güvenlik
güçleri arasindaki artan siddete dair görüntüler ve bilgiler gelmeye
baslamisti. Sonuçlar hayatini kaybeden her Israilliye karsi 10 Filistinli?nin
canindan oldugunu gösterirken, iki tarafta da kayiplarin büyük bir çogunlugu
siviller oluyordu. Bu iklimde ABD kamuoyu barisin hiçbir zaman gelemeyecegini
düsünmeye baslamisti.
Clinton’in basarisizligi, Bush’un
basarisi
2000 Araligi?nda ABD kamuoyu baskanlik seçimleriyle mesguldü. Clinton
iki tarafin bir anlasmaya varmasi için son çabalarinda da basarisiz olmustu;
sayisiz zirvenin ardindan iki taraf da savasta tutsak kalmisti. Seçimleri
George W. Bush kazanmisti, ve bundan sonraki süreçte Amerikan dindar saginin
payi büyük olacakti. Zira Amerikan dindar sagi, Yahudi devletine yönelik
geleneksel egilimlerinden ötürü Israil-Filistin çatismasinda ABD?nin adil bir
politika izlemesi gerektigine zaten hiç inanmamisti.
(1) Israil, Incil?deki kadim kehanetin yerine getirilisi iken, (2)
Filistinlilerin toprak taleplerinin gayri-mesru olduguna inaniyorlardi, ve (3)
Filistin topraklarindaki Yahudi yerlesimleri, Seçilmis Halk?a Tanri tarafindan
verilen topraklarin (Eretz Israil) dogal uzantilariydi.
Bu savlara dayanarak ayni zamanda Ürdün Nehri?nin batisindaki tüm
topraklarin tarihsel olarak Eretz Israil?in bir parçasi oldugu, ancak Israil
Yahudi karakterini korudugu ve mesru güvenlik talepleri karsilandigi müddetçe
bu topraklarin bir kisminin Filistinli Araplarla paylasilabilecegi iddiasi
hakimdi. Yerlesimlerin kaldirilmasinin pratik olmayacagi konusunda Sharon ile hemfikir
olan Bush?un döneminde bu iddialar dis politika üzerinde etkili olacakti.
Bush, daha döneminin baslangicinda Israil-Filistin
meselesine karismayacagini açikladiginda, bu Israillilerden çok Filistinlilerin
kayip verdigi bir çatisma döneminde Israil?in Filistinlilere istedigi gibi
davranabilecegi anlamina gelmisti. Siddet kontrolsüz bir biçimde artmis ve
baris, ABD dis politikasinin bir önceligi olmaktan çikmisti. Bush yönetimi
Israil?i ekonomik ve askeri yönden desteklerken, bölgenin güvenligi söz konusu
oldugunda siyasi sorumluluktan kaçinmis ve Bush?un Amerikan dindar sagindaki
destekçilerinin tam da istedigi gibi Clinton?in izledigi liberal politikalar
tam tersine çevrilmisti.
Terörizme karsi küresel savas
9/11
11 Eylül?de ABD, Filistin sorununun Bati?ya karsi
en büyük ihtilaflarindan biri oldugunu öne süren El Kaide tarafindan saldiriya
ugrayinca bu politika ciddi bir biçimde degisti. Beyaz Saray, terörizme karsi
savasin, Israil-Filistin sorununun çözülmesini gerektirdiginin ayirdina
varmisti. 12 Mart 2002?de Bush?un talimati üzerine Güvenlik Konseyi madde
1397?yi geçirdi. Birlesmis Milletler?in temsil ettigi uluslararasi toplum
artik, Clinton?in kendi döneminde bir türlü açik açik ifade edemedigi seyi dile
getirerek, “Israil ve Filistin?in, taninan ve güvenli sinirlari içerisinde yan
yana iki devlet olarak varoldugu bir bölge vizyonu” için çagrida bulunmustu.
Böylece BM Güvenlik Konseyi?nin 242 ve 338 no?lu maddelerinden beri Arap
lobisinin ümit ettigi iki devlet çözümü artik resmi bir politika haline
gelmisti.
11 Eylül saldirilari ABD?nin Orta
Dogu politikalarini ciddi bir biçimde degistirmisti. Amerikan kamuoyu Israil?e
karsi duydugu tarihsel yakinligi korusa da, küçük bir azinlik ABD?nin Israil?e
askeri yardimin arttirilmasi gerektigi düsüncesindeyken, büyük bir çogunluk ise
ekonomik yardimin kesilmesi gerektigi görüsünü savunmustu.
11 Eylül?ün ardindan Orta Dogu, Amerikan kamuoyunun ilgisinin merkezine yerlesmisti.
Politikacilar bu ilginin farkina varirken kamuoyu barisçil bir çözümün imkanli
olduguna dair inancini büyük oranda yitiriyordu. Buna ragmen Bush?un, “Filistin
Ulusal Otoritesi?nin intihar bombacilarini tesvik etmeyi durdurmasi” yönündeki
çagrisi %90 oraninda, “Israil?in Bati Seria?da isgal ettigi topraklardan
çekilmesi” yönündeki çagrisi ise %70 oraninda destek görüyordu. Israil
lobisinin de yaymaya çalistigi gibi Filistinlilerin siddeti genelde „terörizm?
olarak görülüyor fakat Israil?in siddeti „mesru savas? olarak algilaniyordu.
Fakat buna ragmen büyük bir çogunluk, lobinin çabalarinin aksine, iki tarafin
da savasi durdurmasi gerektigini savunuyordu.
Rejim degisikligi
Afganistan?da Taliban rejimini düsürüp pro-ABD bir yönetimini yerine yerlestirilmisti.
Bundan sonra ABD dis politikasinda, yani teröre karsi küresel savasta Bush?un
yetkililerinin izlenmesi gerektigine inandigi bir sonraki adim Saddam
Hüseyin?in devrilmesiydi. Ancak ABD kamuoyu o dönemde %42.45 oranda “Irak?ta
Saddam Hüseyin?in devrilmesi gerektigine” inanirken, %52.10 oraninda ise “Filistinliler
ile Israilliler arasindaki barisin saglanmasi” gerektigine inaniyordu. Savas
boyunca da kamuoyu genel olarak bu görüsü korumustu. Kamuoyunun önemli bir
kismi ise Irak?taki savasi, eger Filistin ve Israil arasinda barisin
kurulmasina bir katkisi olacaksa destekliyordu.
Bu durumda ABD?nin Irak isgali dönemindeki anketler ile dis politika
arasinda ciddi bir uyumsuzluk ortaya çikiyor. Özetle, ABD kamuoyu Filistin-Israil
barisinin saglanmasi gerektigini savunuyor, eger terörist saldirilarin önüne
geçecek ve barisi saglayacaksa Irak savasini göze alabiliyordu ancak, Bush
yönetimi, Irak?in 9/11 saldirilari ile hiçbir ilgisi olmamasina ragmen o ülkede
bir terör tehditi kurguladi ve istila politikasini izleyebilmek için iki devlet
çözümünün unsurlarini susturdu. Bir yandan Israil devleti Filistin?deki
isgalini sikilastirirken ABD devleti bu gelismelere sirtini çevirerek Irak?taki
savasina döndü.
Bush döneminde politikacilar,
kamuoyunun istedigi seylerin tam tersi yönünde politikalar gelistirdiler.
Böylece, Irak isgal edilmis, rejimi degismis ve Israil ile Filistin baristan
hiç olmadiklari kadar uzaklasmislardi.
Isgalin ardindan ABD kamuoyunda belli belirsiz çogunluk olan bir kesim
Israil-Filistin barisinin saglanabilecegine dair bir umut tasiyordu. Bu umudun
Irak?taki Baas rejiminin devrilmesinin ardindan siyasi arenaya hakim gelen
basari hissiyle de ilgisi vardi. Bush Irak isgalinde kamuoyundan ciddi orandan
uzaklasmis olsa da, isgal sonrasi kamuoyu barisin saglanabilecegine dair hala umutluydu.
Fakat buna ragmen, Bush?un tasidigi ve Israil-Filistin çatismasinin dini yönüne
agirlik veren kanaat kamuoyunun hatiri sayilir bir kismi tarafindan
paylasiliyordu ve büyük çogunluk, Israil-Filistin barisini tesis etmenin
ABD?nin dis politikasinin önceliklerinden biri olmasi gerektigi kanaatini
tasimiyordu. Isgalin üzerinden aylar geçtikten sonra iyimser hava buharlasmis
ve ABD kamuoyu gittikçe karamsarlasmisti. Kasim 2004?te Bush?un yeniden
seçilmesinden önce kamuoyu, %40.94?e karsin %45.17 oraninda Baskan?in Israil-Filistin
çatismasindaki tutumunu onayliyordu. Bunda, Bush?un rakibi John Kerry?nin
aksine açikça Israil yanlisi olmasinin da önemli bir payi vardi. Bütün her seye
ragmen ABD kamuoyu yine de geleneksel olarak, Arap uluslarindansa Israil devletinden
yana tavir aliyordu.
Sonuç
Amerikan kamuoyu neticede, hem 9/11 öncesinde hem de sonrasinda iki
devlet çözümünü destekliyordu. Birlesmis Milletler Güvenlik Konseyi?nin de
Ürdün Nehri?nin bati kiyisinda kalan Bati Seria ile Gazze?de bir Filistin
devletinin kurulmasi yönünde çagrida bulunuyor ve resmi kararlar çikariyorken
uluslararasi kamuoyundaysa, zaten en basta Israil ve Filistin tarafindan
istenen iki devlet çözümü neredeyse mutlak destek görüyordu. Bu ortamda Bush?un
yol haritasi kabul görüyor ve politika üreticiler bu konuda kamuoyunu
yansitiyordu.
Tarihsel olarak 1970?lerdeki ilk günlerinden, Oslo görüsmelerinde zirve
yaptigi dönem ve 11 Eylül süreci boyunca da iki devlet çözümü destek görürken,
kamuoyunun politika yapicilarin yaklasimlari üzerinde hakikaten de etkisi
oldugu ortaya çikmisti. Fakat buna ragmen politikacilarin bir Filistin
devletinin kurulmasi yönünde anlamli bir çabasi olmamisti.
III/
Israil lobisinin etkileri
Güçlü bir biçimde finanse edilen, Yahudi devleti için siyasi, ekonomik
ve askeri yardimlari güvene alma amacinda birlesmis Israil lobisi kararli,
egitimli ve deneyimli avukatlari ile geri kalan bütün baski gruplarinin
imrendigi bir lobidir. Israil lobisiyle ilgili birinci elden deneyim sahibi
olan eski Cumhuriyetçi Kongre üyesi Paul Findley, “Siyasi sistemimiz Orta
Dogu?daki çikarlari konusunda ABD için neyin en iyi oldugunu serbest bir
biçimde tartisamama sorunundan muzdarip” demisti. Israil lobisi tarih boyunca
sürekli olarak üç misyon bellemistir; 1) Politikacilara Israil?den yana
politikalar üretmeleri yönünde baski yapmak; 2) Amerika?nin Soguk Savas
döneminde komünizme ve sonrasinda ise terörizme karsi çikarlarini sahiplenmek;
3) Orta Dogu?yla ilgili konularda hükümet, akademi, medya ve özel sektörle
iliskisi olan aktivistler ve düsünürlerle çalismak.
Ronald Reagan?in yönetiminde ABD-Israil iliskileri, Soguk Savas
döneminde Sovyetlere karsi özel stratejik ittifak çerçevesine oturmustu. Israil
BMGK (Birlesmis Milletler Güvenlik Konseyi) kararlarina aykiri olarak Filistin
topraklarini isgal ediyordu. 1980?ler boyunca bu iliski, Israil lobisi hem
Kongre hem de Beyaz Saray?da destek kazandikça derinlesti. Bu süreç boyunca
Israil ABD?yi, Orta Dogu?da yükselen komünizm tehditine karsi bölgedeki en
üstün silahi oldugu yönünde ikna ederek dis politikasini kendi çikarlari
dogrultusunda kullandi.
Bu yillarda Israil lobisi, hem idari hem de yasama
meclisinde, egitimli ve donanimli avukatlarinin da yardimiyla siyaset oyununda
oldukça etkin hale gelmis, kendisine en çok faydasi dokunacak adaylarin
seçilmesini saglamisti.
AIPAC (Amerika-Israil Kamu Iliskileri Komitesi) bu dönemi ABD-Israil iliskilerinde
bir dönüsüm dönemi olarak nitelemekle kalmamis ayni zamanda iki ülke arasindaki
ittifakta da devrim niteliginde gelismeler oldugunu teslim etmisti. Bir diger
yandan da Baskan Reagan ise, Israil?in ABD?nin çikarlari için stratejik bir
müttefik oldugunu açikça beyan etmisti. Reagan yönetiminde ABD - Israil iliskileri, modern tarihte iki ülke devleti arasindaki en üretken iliskilerden biri olmustur.
Reagan – Bush dönemlerinde Israil – ABD ittifaki için lobi yapmak
Özelden devrimsele
Tarih gösteriyor ki ABD-Israil iliskilerinde Kongre
devamliliktan sorumluyken Beyaz Saray ise degisimin tasiyicisi olmustur.
Dolayisiyla Beyaz Saray?a seçilen her yeni baskan, seleflerinin politikalarini
devam ettirip ettirmeyecegi, ve kendi politikasinin nasil olacagi konusunda
kendi tutumunu belirlemistir.
Bush ise, selefi Reagan ile genel olarak benzesirken, Soguk Savas?in
bitimi ile 1. Irak Savasi, ABD dis politikasinda baska yönelimlere yol
açmistir. 30 Kasim 1981 tarihli Birlesmis Devletler ile Israil Hükümetleri
arasinda Stratejik Isbirligi üzerine Anlasma Memorandum?u imzalanirken su maddeler
üzerine insa edilmisti; 1) Iki ulus arasindaki „arkadaslik baglari?; 2)
karsilikli güvenlik iliskileri; 3) Sovyetler Birligi?nden bölgeye gelebilecek
tehditleri önleme konusundaki karsilikli anlasma. Bu memorandum ile Israil
lobisinin isi büyük oranda kolaylasmisti.
Bu kapsamda AIPAC – içerdeki en önde gelen Israil lobisi olarak, Israil devletinin
attigi adimlarin ABD içinde çabucak destek bulmasini saglamisti; öyle ki Israil
Lübnan?a müdahale ederek Yaser Arafat öncülügündeki FKÖ?yü (Filistin Kurtulus
Örgütü) neredeyse ortadan kaldirir ve Lübnan?i harap ederken, kendisiyle esit
güce sahip bir müdahale ile karsilasmamis ve engellenmeden yikimini serbestçe
sürdürmüstü. Bu katliamlarin en korkuncu, Israil ordusunun denetimindeki Lübnanli
Falanjist milislerin girdigi ve Filistinli sivilleri katlettigi Sabra ve
Satilla kamplarinda gerçeklesmisti. Uluslararasi toplum dehsete kapilirken;
birçoklari ise ABD?nin Orta Dogu?daki bu katliamlar karsisinda bir seyler
yapmaktan imtina etmesini son derece kuvvetli olan Israil lobisine baglamisti.
Öte yandan, AIPAC ve diger PAC?lar (Politik Eylem Komiteleri) kagit
üzerinde hiçbir zaman, yabanci bir devletin lobicisi olarak gözükmezken,
yaptiklari tam da ABD içinde yabanci bir devlet için ekonomik ve askeri destek
toplamakti. 1988 yilinda Israil?e, lobicilik faaliyetlerinde harcanilan her 1
dolar için 1.015$ yardim yapilmisti. Üstelik Clinton öncesindeki dönemlerde
AIPAC faaliyetleri genelde hep idareden ve özel sektörden direnç ile karsilasirdi.
Bir diger sarsici gerçek ise, AIPAC?in
Washington?daki çalismalari sonucunda ABD?nin, Israil?in baris için bazi
topraklardan vazgeçmesi formülüne yanasmasi yönünde bir girisim içinde
olmamasiydi. Bu durum neticesinde ABD?nin denizasiri ülkelerdeki diplomatik ve
askeri personeli tehlike altina giriyordu.
Sonuçta Israil, 1978?te çikarlarina uygun düstügü
için Misir?la baris anlasmasina yanasirken benzeri bir durum Filistin ile
arasinda asla söz konusu olmadi.
“Baris için topragi” reddetmek
1980?ler boyunca pro-Israil gruplar, bir yandan
Israil?e yönelik ABD yardimlarini maksimize ederken bir yandan da Israil
devletinin müzakerelerde kendi zaman çizelgesine uygun bir biçimde hareket
etmesine olanak saglayarak kendi üstüne düsenleri yapmasini erteleyebilmesini
sagliyordu.
Israil lobisi hem kamuoyu algisini sekillendiriyor, hem de Kongre
üyelerinin seçimlerine müdahil oluyordu. Lobinin etkisi altindayken Kongre
üyeleri, bir yasa tasarisi oylanirken kendi degerleri veya yasa tasarisinin
dogrulugu dogrultusunda degil de, kuvvetli çikar gruplarinin nasil tepki
verecegine göre (“tepki beklentisi” prensibi esasinda) hareket etmek durumunda
kaliyordu.
Ülke genelindeki pro-Israil gruplari koordine eden AIPAC artik ulusal çapta
bir destek agina dönüsmüstü. Lobi, düzenli olarak, 1) Israil hükümeti ile
ABD?yi ilgilendiren konular üzerine istisare ediyor; 2) Israil lobisinin
fikirlerinin etkili gazete köselerinden ifade edilmesini sagliyor; 3) adaylara
Orta Dogu meselelerinde danismanlik hizmeti veriyordu. 80?li yillar boyunca
Israil lobisi, halk tabanina dayali lobicilik faaliyetlerine de agirlik
vermisti. Bununla birlikte lobi Israil?in çikarlarini ABD?nin çikarlarinin
merkezine yerlestirmeyi de basarmisti.
AIPAC ayrica, hem Demokratlara hem de Cumhuriyetçilere hitap ettiginden
iki grup da lobinin yillik toplantilarina temsilci gönderirdi. Lobi bu sayede
hem politikacilara hem de kamuoyuna ideolojik farkliliklarini bir kenara
koyarak Amerikan degerlerinin en dogru temsilcisi olan Israil?in – dolayisiyla
ABD?nin
– ulusal çikarlarinda birlesme mesaji verirdi. Bu dogrultuda AIPAC,
ABD?li yetkililerin Israil konusundaki algilarini da belirler hale gelmisti. Muhalif
sesleri sindiren lobinin bu yillar boyunca temel teknigi “korku” olmustu:
Filistin meselesi bu dönemde, ABD?nin çikarlariyla çatistigi için degil de
Israil lobisinin aleyhine konusmaya korkuldugu için konusulmaz hale gelmisti.
Sonuç itibariyle 80?ler, Israil?in uluslararasi
anlasmalari defalarca çignerken ABD?nin bu duruma sessiz kaldigi yillar
olmustu. Böylesi bir iklimde Israil?in barisin tesis edilmesi için isgal ettigi
topraklardan vazgeçmesini öngören formüle riayet etmeyecegi açikça ortadaydi.
Bir politikaci için bu formülü savunmak siyasi intiharla es anlamliydi.
Neticede ABD çikarlari için son derece hayati olan
Orta Dogu barisi asla hayat bulamadi. Israil lobisiyle çelisen politikalar
bastirilirken, savunan politikacilar ise yenilmezlik hissine kapiliyordu.
Reagan’dan Bush’a geçis
Reagan yönetimindeki yillar sona ererken Israil lobisi
barisin önkosulu olan “baris için toprak” formülünü sindirmeyi basarmisti.
Israil devleti çikarlariyla örtüstügü için Misir?la – Camp David – anlasmasina
yanasirken ayni durum Filistin ile söz konusu olamazdi. Bunda AIPAC?in
lobiciligi kadar, Amerikan kamuoyunun tarihsel olarak kendini daha çok Israil
devletine yakin hissetmesi ve isgal altindaki Filistin halkinin içinde
bulundugu görece pasif durumda kamuoyu yaratacak durumda olmayisinin da paylari
büyüktü.
Fakat Baskan Bush döneminde iliskilerin boyutunu degisterecek 2 temel
gelisme yasanacakti: 1. Intifada ve Körfez Savasi. Birinci Intifada zamaninda
hem – ABD?nin destegi ve üstün askeri güce sahip olan – Israil hem de ABD artik
uysal olmayan Filistinlileri kontrol edemeyeceklerini anladilar. Bir taraftan AIPAC,
Israil?in Filistin topraklarini isgalini ve Intifada?yi güç kullanarak bastirmaya
çalismasini mesru kilmanin pesindeyken, bir diger taraftansa artik sesi
gittikçe daha çok duyulan Arap lobisi, Intifada?nin gün isigina çikardigi
isgal, sefalet ve zulm görüntülerini Bush yönetimi ve siyasetçilerin dikkatine
getirerek algi yaratmaktaydi. ABD Disisleri?nin o dönemki tutumunun Intifada?yi
siyasi bir dinamige dönüstürmesi ihtimali dogmustu.
Fakat Irak„in Kuveyt?i isgaliyle baris çabalarina gölge düsmüstü. Ancak
Baskan Bush?u yönetimi yine de ABD?nin çikarlari dogrultusunda Israil?e baski
yapmayi basarmisti. Israil ile Filistin arasinda baslatilan Madrid
müzakereleri, Berlin Duvari?nin yikilmasi, Körfez Savasi ve Intifada gibi
gelismelerin içerdeki baski gruplari tarafindan kamuoyuna aktarilmasiyla mümkün
olmustu. Bush ve AIPAC arasindaki gergin iliskilere ragmen Israil lobisi baris
görüsmelerinde etkin bir rol oynamayi sürdürdü.
Soguk Savas sonrasi: Clinton’in
yükselisi
Clinton?in ofise seçilmesinin sadece aylar sonrasinda 1993 yilinin
Eylül?ünde Filistin, DOP?u (Prensipler Duyurusu) imzaladiginda baris için
yeniden umut dogmustu. Israil Basbakani Yitzhak Rabin ve FKÖ Baskani Yaser
Arafat karsilikli olarak anlasma imzalamislar ve ABD?nin Kuveyt Savasi
sonrasinda Orta Dogu?daki agirligi artmisti. Antlasmaya göre tarihi Filistin?in
%78?i üzerinde Israil?in hükümranligi kabul edilecek fakat sadece %22?si
üzerinde Filistin söz sahibi olacakti.
Bir yandan bu sekilde iyimser bir hava eserken bir yandan da Yahudi devletinin
ABD?den gördügü tarihi destekte bir azalma olmuyordu. Israil lobisinin eski
önemli üyeleri, Clinton tarafindan, baris müzakerelerinde etkin olan konumlara
ataniyordu – örnegin Ulusal Güvenlik Konseyi?ndeki Orta Dogu masasi gibi. Bu
durumda Israil?in tahakkümünde gerçeklesen baris sürecinde, nüfus merkezleri
zaten Israil?in denetiminde olan Filistin?in payina düsen “kisitli özerklik”te
sabitlenmisti.
Uluslararasi toplum ise adil bir çözümün kapida
olduguna dair umutluydu. AIPAC, Clinton 1996?da seçimleri yeniden
kazandigindaysa olaganüstü biçimde etkindi. Sonuç olarak Israil devletinin,
Filistin?i tanima retorigi disinda fazlaca bir ödün vermesi gerekmiyordu.
Bununla birlikte, AIPAC?in tek destekçileri Amerikan Yahudi cemaati
degildi. Hiristiyan evanjelizminin, ve neomuhafazakarlik bayragi altindaki
ulusalci ve seküler muhafazakarligin yükseliste oldugu bu dönemde ABD?deki
Israil taraftari sag kanat da AIPAC?in destekçileri arasindaydi. Böylece lobi
artik, sol, merkez, ve saga uzanan bir yelpazede iktidar saglayabiliyor,
bununla da kalmayarak, medya ve egitim kuruluslari ile ibadethaneler araciligiyla
kamuoyunu sekillendiriyordu. Kamuoyunda Filistin devleti için destek verilirken
bir yandan da Israil devleti için tarihsel destek süregeliyordu. Israil lobisi
halka dayali lobiciligin meyvelerini politika katinda topluyordu.
Israil lobisinin etkinlik gösterdigi bir diger alan
ise bilgi üretimiydi. Israil lobisi üst düzey hükümet yetkililerine düzenli
olarak Orta Dogu ile ilgili bilgiler veriyordu.
Pro-Israil düsünce kuruluslari
Israil lobisi hükümet yetkilileriyle çalismanin yanisira bir yandan da
düsünce kuruluslari kurarak onlar araciligiyla partizan düsüncenin yayilmasiyla
ilgileniyordu. WINEP (Washington Yakin Dogu Politikalari Enstitüsü), AIPAC?in
siyasi girisimlerinin düsünce alanindaki yansimasiydi. Düsünce kuruluslarinin
bilgi üretiminde iki devlet çözümü Israil?i tehlikeye sokacak bir formül gibi
yansitiliyordu. ABD?nin benimsemesi istenen tarafsizlik ilkesi gibi çagrilar
kisa yoldan anti-semitik bir tutummus gibi gösteriliyordu.
Israil yanlisi gruplar, içerde ve disardaki
gelismelere adapte olduklari bu süreçler boyunca ABD?nin Israil devleti için
desteginin sürekli kilinmasini sagladilar.
AIPAC, Bush, terörizme karsi savaslar ve Irak
Bir devin yeniden dogusu
Bush “Israil?i açikça destekledigini” söyleyerek göreve geldiginde, “ulus-insasinin”
ABD?nin görevi olmadigini düsündügünü açiklayacakti.
Öte yandan tarih 2. Intifada?nin dogusuna taniklik ediyordu. Israil
lobisi Filistinlileri olumsuz bir biçimde göstermenin yolunu yine bulmustu; ilk
Intifada?da isgali reddeden Filistinliler lobinin söylemine göre 2. Intifada?da
ise “kendilerini yönetmekten aciz olduklarini” kanitliyorlardi. Bu anlati
Bush?un göreve gelirkenki vizyonuna uygun bir anlatiydi, zira Bush yönetimi
Israil?e kendini korumasi konusunda destek vermek disinda Israil-Filistin
çatismasina müdahil olmak durumunda kalmayacakti.
ABD, Israil?in kendisini hukuk disi unsurlara karsi
koruyan mesru bir devlet otoritesine sahip oldugunu tanidigindan, terörü
bitirme yönündeki çagrilarin tek muhattabi her zaman için Filistin?di. Israil
lobisinin bu söylemin devami olan faaliyetleri sonucunda Filistinlilerin,
terörizme karsi savas kapsaminda ele alinmasi gerektigi yönünde algi
yaratiliyordu. Bush?un göreve gelirken ilan ettigi, Israil-Filistin çatismasina
müdahil olmama prensibinin esasinda baris için önce isgalin sonlandirilmasi esasina dayanmadigi ortaya çikarken savas halinin bitirilmesi için bütün yük Filistin?in omuzlarina bindiriliyordu.
Öte yandan 9/11 trajik saldirilarinin
ardindan ivme kazanan „savasi terörizme götürme? söylemi de Filistinlilerin
terör kapsaminda degerlendirilmesi yönündeki çabalariyla birlesiyordu.
Bu kapsamda AIPAC, 9/11 saldirilari sonrasinda hayatini kaybedenlerin
ailelerinin acilarini paylastigini beyan ederken bir yandan da El Kaide?ye Filistinli
bir yüz vermeye çalismalarina baslamisti: El Kaide, devletsiz bir terör örgütü
olarak ABD?ye saldirirken, Filistin de devletsiz bir terör örgütü olarak
Israil?i hedef aliyordu. Lobinin amaci artik netti; kendisine karsi savas ilan
edilen “küresel terör agi” ile Filistin arasinda baglantilar kurmak.
11 Eylül saldirisinin ardindan her ne kadar, ABD
dis politika yapimi bir gecede “imparatorluk baskanligi” modeline dönerek
Baskan Bush?un eline geçse de, Bush yine de teröre karsi savasta istedigi
yasalari geçirmek için Kongre?de AIPAC?in yardimina ihtiyaç duyacakti.
Lobinin bu yogun çabalari sonucunda artik Filistin global terörün bir
parçasi olarak algilaniyordu. Bu durumda Israil devletinin Filistin?e karsi
giristigi kiyimlarin çok daha fazlasi yanina kar kaliyordu: Direnen
Filistinliler Amerika?nin hedefindeki „radikal Islamcilar? kampina dahil
ediliyor, Israil?in Filistinli göstericileri kasitli olarak siddetle
bastirmasi, Filistin yerlesimlerini umarsizca – ABD?den temin ettigi – savas
uçaklariyla bombalamasi ve onlari genel olarak zaten toplu tecrite maruz
birakmasi reva görülüyordu. Israil sivillerini hedef alan birtakim militanlar,
uluslararasi toplumunun tasdikini almis Filistin hükümetinin mesru taleplerini
gölgede birakiyordu.
Barisi tesis etmek adina topraktan vazgeçmek bir
yana dursun, Israil Filistin topraklarina daha derinlemesine giriyor, Filistin
hükümetinin binalarini ve tüm yönetim aygitini geri dönüssüz bir biçimde yok
ederek köseye kistiriyordu.
Terörizme karsi savas yillarinin tüm bu kaosunun ortasinda bile yine de
umut yeseriyordu; Disisleri Bakani Colin Powell, ABD dis politikasinda devrim
niteliginde bir açiklama yaptiginda tarihte ilk defa 19 Kasim 2001?de olmak
üzere “iki devlet çözümü” ifadesi kullanilmis ve Israil-Filistin çatismasiyla
ilgili resmi politikanin bir parçasi haline gelmistir. ABD?nin teröre karsi yürüttügü
savasi iki devlet çözümünü zorunlu kiliyordu. Ancak ileriki yillarda baris müzakereleri yapilirken bu dönemin agir faturasi yokluk içindeki Filistin?i içinden çikilmaz bir duruma sürükleyecekti.
Nitekim aylar sonra Baskan Bush, iki devlet vizyonunu ortaya koyan
açiklamasini yaparken iki tarafin da teröre karsi çikmasini talep edip
Filistin?e yeni bir liderlik çagrisinda bulunmustu. Muhattap olarak Amerikan
kamuoyu, baski gruplari kadar Israilliler ve Filistinleri de aldigi
konusmasinda Bush kabinesinin önde gelen isimleriyle birlikte meshur yol
haritasini açiklamisti.
Bush?un yol haritasini açiklamasindaki amaç, küresel teröre karsi açtigi
savasta bir sonraki hedefi Saddam Hüseyin?i devirmek için Arap devletlerinden
destek almak miydi yoksa 11 Eylül saldirilarinda Filistin?in içinde bulundugu
durumun da etkisi oldugunun ayirdina mi varilmisti pek bilinmez. Ancak yeni
lider söylemini takiben, hem ABD Saddam Hüseyin?den, hem de Israil Yaser
Arafat?tan kurtulmaya çalisiyordu.
Colin Powell, 2003?te AIPAC?in yillik toplantisina
katilarak Baskan Bush?un yol haritasi vizyonunu Israil lobisinin üyelerine
anlatarak, hem Filistin hem de Israil?in görevini betimlemis, isgal ve siddete
son verilmesini istemisti.
2 devlet çözümünden siyirmak
Kongre üyeleri ve AIPAC temsilcileri Powell?in
konusmasinin ardindan Bush?un yol haritasinin etkilerini azaltmak için
ellerinden geleni yaptilar. Yakin Dogu Raporu (NER), Kongre üzerinden geçirdigi
bir mektubu Baskan?a ulastirmisti. Yaptirim gücü yüksek olan mektuptaki
talepler hem ABD?nin tarafsiz kalmasi ilkesiyle çelisiyor, hem de siddetin son
bulmasinda Israil?in rolüne dair bir sey içermeyerek tüm sorumlulugu Filistin?e
devrediyordu.
Bununla birlikte Filistinliler, terörle baglarini
koparmis yeni bir liderlik çagrisina istinaden Yaser Arafat?in yerine Mahmut
Abbas?i (Ebu Mazin) geçirmislerdi. Abbas?in görevine daha yeni baslamasina
ragmen, AIPAC vakit kaybetmeyerek Abbas?i terörle arasina mesafe koyamamakla ve
kendisinden beklenenlerin tersi yönde hareket etmekle itham etmisti. Öte yandan
Abbas?tan siddeti durdurmasi beklenirken Israil?den isgali bitirmesi için
yaptirim gücü olan bir talepte bulunulmuyordu. AIPAC Filistinlilerden
beklenenlerin standartlarini yükselttikçe Bush?un yol haritasi bir hayale
dönüsme tehlikesiyle karsi karsiya kaliyordu.
Zaten devletsiz olan Filistin hükümetinin tüm iktidar araçlari önceki dönemlerde Israil isgali altinda yok edilmisken Filistin?den siddet ve terörü durdurmasi bekleniyordu ancak hükümetinin elinde siddeti durduracak araç kalmamisti. Bunun yanisira bir yandan da, Filistin?de dogan siddetle hala yürürlükte olan isgal kosullarinin arasindaki iliski göz ardi ediliyordu. Ayni sekilde, siddeti doguran toplumsal kosullarin ortadan kalkmasi için Filistin?den yerine getirmesi beklenen sosyal reformlarin bir gecede sonuç vermesi imkansizdi.
Filistin?den terörü bitirmesi, terörle iliskisi olan herhangi bir
liderlikle ilisigi kesmesi ve toplumsal reformlari bir çirpida yaparak Israil
devletini kosulsuz olarak tanimasi bekleniyordu ki mevcut durumda buna imkan
yoktu. Bu nedenle Filistin, 2 devlet çözümünün önündeki bir engel olarak
görülüyordu.
2004 yilinda, kamuoyuna iyice duyurulan bir toplanti kapsaminda Israil
ve ABD yetkilileri bir araya gelerek, AIPAC?in özetine göre, su kararlari
almisti: Yahudi ve bagimsiz Filistin devletlerinin; Sharon?in Gazze ve Bati
Seria?nin bazi kisimlarindan çikmasi yönündeki planinin desteklenmesiyle;
Israil?in kendisini terörizme karsi koruma hakkinin savunulmasi. Bu kararlar
dogrultusunda, Israil devletinin kabul edilebilir bir barisin tesisine
yanasmayacagi belli oluyordu.
Zira;
1.
Israil?in kalici yerlesimleri hem
uluslararasi hukuka hem de Filistin?in sürekli varligina aykiriydi
2.
Israil komsusu Filistin –ve hatta
herhangi bir ülkenin – topraklarina „terörü? bahane ederek müdahale
edebilecekti
3. Ayrica Filistin?in gelecegini
baglayacak bir antlasmaya Filistin?in gelecek liderleri taraf olarak dahil
edilmemisti.
IV/ Arap lobisinin etkileri ve potansiyeli
Arap lobisi genel olarak ABD tarihinde ara sira ortaya çikmistir. Lobi,
Israil lobisine kiyasla çok daha kuvvetsiz kalmakta, AIPAC?in sahip oldugu
finansman, donanim ve tarihsel destek gibi yapisal imkanlara sahip
olmamaktadir. Hatta bazi üyeleri, bir Arap lobisi teskil ettiklerini bile
düsünmez. Kelimenin en genis anlamiyla bir lobici hükümetin eylem ve
politikalarini etkilemeye çalisan kisi oluyor. Bu tanima göre eger bir kisi dis
politikada etkin olan sayisiz unsurdan birini degistirmek için eylemde bulunuyorsa
lobi faaliyetinde bulundugundan, ve böylesi kisilerden meydana gelen
organizasyon da lobi sayilacagina göre, belli bir Arap lobisinden söz etmek mümkün. Bu baglamda Arap lobisinin politikaya sekil vermekte ve 1.2 milyon Amerikali Arap?in taleplerini temsil etmekte Kongre üyeleriyle dogrudan lobicilik araciligiyla iliski kurmaktan ziyade, dolayli lobicilige agirlik verdigi anlasiliyor; haber bültenleri yollamak, Orta Dogu ve Kuzey Afrika ülkeleri adina bagis toplamak, imza kampanyalari ve basin açiklamalari düzenlemek vb. Bu türden dolayli lobi faaliyetlerine çesitli medya kuruluslarinda görünmek ve çogunlukla Israil yanlisi gruplarla tartismalara girmek, anaakim medyada kolayca ve hemencecik ulasilamayan türden bilgileri saglamak da dahil.
Soguk Savas lobiciligi
Oyunu kaybetmek
NAAA (Amerikan Araplari Ulusal Birligi) Eski
Baskani Joseph Baroody bir keresinde, “Araplar” diye anilan kümeyi meydana
getiren insanlarin aslinda Libyalilar ve Suudiler birbirinden ne kadar
farkliysa o kadar farkli, ve Hiristiyan ile Müslüman Lübnanlilar ne kadar
daginiksa o kadar daginik bir grup teskil ettigini, Israil lobisininse aslinda
tek bir devletin çikarlarini temsil ettigini belirtmisti. Arap lobisinin bu
kadar birlesmis bir amacinin olmadigi yetmiyormus gibi bir de bu kadar organize
degildi.
Arap lobisi bu daginikligiyla tarihteki en basarili
çikar gruplarindan birine, yani Israil lobisine karsi geliyor. Israil lobisi
iyi yapilanmis, finanse ve organize edilmis ve birlik halindeyken, Arap lobisi
ise ayni alanlarda bir o kadar zayif kaliyor. 1990-2002 tarihlerinde Israil
lobisi siyasetçi adaylarina 49 milyon dolara yakin bir meblag vermisken Arap
lobisi ise sadece 297 bin dolara yaklasabilmisti.
Israil lobisinin belirgin üstünlügüne ragmen Arab lobisine rekabet gücü veren
iki önemli özelligi öne çikiyor:
1) Ulusal ve dini anlamda
farkliliklar tasisalar da, Filistinlilerin çektikleri aci karsisinda bir bütün
halindeler. Filistin sorunu onlari bir araya getiriyor.
2) Amerika Araplarinin üzerine Pro-Arap
bir etnik kimlik insa edebilecekleri bir ortaklik Filistin sorunu
Araplar, Filistin?in kendisini savunmasi ve belli bazi konularda fikir
ayriligi yasasalar da Israil-Filistin sorununa bir çözüm gerektigi konusunda
hemfikirler.
60-70?li yillarda kurulan Arap lobisi gruplari,
gerekse ötekilestirilmis „düsman Arap? imgesinin etkisiyle gerekse de yön
noksanligi nedeniyle kisa süre içinde dagiliyor. Israil lobisiyle esit
sartlarda mücadele etmedikleri ortadayken bir yandan da ayni sekilde
algilanmadiklarindan, davalarini sürdürmeden önce bir de kendileriyle ilgili
algiyi yikmalari gerekiyor.
Filistin sorununu yeniden icat
etmek
Esasen Filistinlilerin ABD?li politikacilar için varligi bile
tartismaliydi. Öyle bir halk olmadigi yönündeki görüs hakimken Filistin halki,
sadece ABD?yi ve Israil?i tehdit eden teröristler olarak algilandiklarinda
görünür hale gelirlerdi.
Camp David antlasmasi Araplarin “Israil?i denize dökmek isteyenler” olarak
süregelen temsilini, “Araplar baris istiyor” algisiyla degistirdi ancak tabii
ki Israil?in, Misir?dan çok daha güçsüz konumda olan Filistin ile baris yapmaya
elini zorlayan hiçbir sey yoktu.
Reagan ve diger sahin unsurlarin yükselise geçtigi dönemde Israil
sorunlara sadece militer perspektifle müdahale ediyor, ulus-devletlerin
egemenligiyle ilgili tüm uluslararasi kanunlari çigniyordu. Ne var ki bunun
degismesi için Israil?e hiçbir baski yapilmamisti. Dolayisiyla Arap gruplari,
ABD dis politikasinin, Israil?in kanunsuz siddetine göz yummasiyla mücadele
etmek durumundaydi.
Bu durumda Amerikali Arap gruplarinin liderleri, Israil?in 1982?de
Lübnan?i isgali üzerine bölgedeki güç dengelerindeki orantisizligi; yani
Israil?in yikici gücüne ve uyguladigi siddetine dikkat çekerek Orta Dogu?daki
iktidar esitsizligini ABD kamuoyu ve siyasetçilerinin gözleri önüne
sermislerdi. Bu esitsiz durumun sergilenmesi üzerine ABD kamuoyu ve
siyasetçiler, o güne dek kurgulananin aksine Israil?in anlatildigi gibi Orta
Dogu?da etrafi düsmanlarla çevrili hassas ve kirilgan bir vaziyette olmadigini
anlamislar, aksine bölgedeki askeri gücün esitsiz bir biçimde Israil?den yana
oldugunu görmüslerdi.
Ayni 1980?li yillarda, Arap gruplari arasinda
birliktelik eksikliginden bahsedilebilirdi, bir anlamda bu yüzden Filistin
meselesi kendisine birlesik bir ses bulamadigindan gündeme gelmezdi. Amerikali
Arap gruplarin içerisinde, her ne kadar Siyonizme karsi bir bütünlük söz konusu
olsa da örnegin Filistin Kurtulus Örgütü?nün bütün bu süreçler içindeki rolü
gibi daha spesifik meselelerde fikir ayriliklari doguyor ve gruplarin bölük davranmasina yol açiyordu.
Dolayisiyla Arap baski gruplari bir yandan kendi içlerinde
daginiklikla ugrasirken bir yandan da kendilerinden açikça daha kuvvetli ve
organize olan Israil lobisinin sindirme çabalarina karsi mücadele vermekteydi.
Israil lobisinin temel amaci Orta Dogu ve Israil-Filistin çatismasi konularindaki
tekeli elinde tutmakti. Lobi bu amacina ulasmak için Araplarin Filistin için
gerekse medyada, gerekse egitim kurumunda yürüttügü çalismalari gayrimesru
kilma yöntemini kullaniyordu. Bu anlamda ABD toplumunda Araplara karsi genel
bir toplumsal önyargidan söz edilemezken, varolan önyargi daha çok Israil
lobisinin bu türden faaliyetleri sonucunda zamanla ortaya çikip yerlesmisti. Öyle
ki dönem dönem bazen, bireysel seviyedeki temel hak ve özgürlükleri hedef alan
siddet olaylari bile gerçeklesiyordu. Ne var ki bu türden olaylarin temelinde
toplumsal bir önyargidan ziyade Israil lobisinin Araplara karsi yürüttügü
kampanyalar sonucunda ortaya çikan önyargilar vardi.
Amerikali Araplarin karsisindaki zorluk Samhan?in ifadesinde netlik
kazaniyordu; “siyasi irkçilik”. Fakat bunun disinda temel bir zorlukla daha
karsi karsiyalardi: Amerika?daki Arap toplumunun kökenleri Orta Dogu?daki
otoriter rejimler ve devletlerine dayaniyordu. Bunun yanisira Arap cemaatinin
anlayisina göre ekonomik basarilar herhangi bir siyasi angajmana kiyasla daha
önemliydi. Sorunlara siyasi arayislarla çare bulmaktansa ekonomik anlamda bir
yere gelmeyi önceleyen Arap toplumu, tarihsel olarak otoriter rejimlerin
siyaseti bogan karakterinin de etkisiyle, bu tür politik çalismalara en bastan
bir parça inançsiz yaklasiyordu. Neticede siyasete yönelik olarak genel bir
güvensizlik varken, ortak siyasi bir çaba içine girdiklerini söylemek zordu. Fakat
ne zaman ki 1987?de Intifada ile Bati Seria ve Gazze?de durum degismeye
basladi, Filistinliler politik bir durus sergileyerek Israil?in isgaline karsi
kitlesel bir biçimde direnmeye basladilar, bunun sonucu olarak bir taraftan ABD
dis politikasinin zemini degismeye baslarken bir taraftan da pro-Arap aktivizmi
bu gelismeler karsisinda canlanmaya basladi. Fakat bu köklü degisimler gerçeklesmeye
baslayincaya kadar aktivizme karsi tarihsel ve toplumsal kosullarindan ileri
gelen bir kayitsizlik içerisindeydiler.
Intifada, ABD dis politikasini kökten degistirirken
çok önemli 2 sonuca daha yol açti; birincisi Filistin ve Israil?e dair tüm dünyada
tutunmus olan algilar degismisti. Ikincisiyse, intifada Filistinlilere,
Israil?in siddetine karsi kolektif olarak direnmenin araçlarini sunmustu.
Amerika?daki Arap toplumu da Intifada?nin dogurdugu imge ve sembolleri yakindan benimseyerek, Israil?in vahsi isgali ve gösterileri kasitli bir biçimde siddetle bastirirken izdirap ve aci çeken Filistinli görüntüsünü Amerikan ve dünya kamuoyunun gözlerinin önüne sermis, kamuoyunda varolan yerlesik algilara meydan okumustu.
Oyun degisiyor
Khalil Jahshan, Intifada?nin, tarih boyunca baris sürecinde Bati?yi iki
devlet formülünden yana tek basina ikna eden bir olay olarak bir anlamda baris
sürecinin “anasi ve babasi” oldugunu söyler. Amerikan Arap Ayrimcilik Karsiti
Komitesi?nin (ADC) yayinlarinda yazan Don Betz ise, Filistin Intifadasi?nin
Amerika?da özenle gelistirilmis ve çok derine yerlesmis olan Israil algisini
kirdigini söyler. “Etrafi tehditkar Araplar ve Müslüman fanatizminden olusan
bir denizle çevrili, abluka altindaki mazlum, kürenin o çeyregindeki tek hakiki
demokrasi, Arap Golyat?ina karsi cesurca çarpisan Davut” imgesi, her gün haber
kanallarinda yayinlanan, Israil ordusunun korkunç vahsetine karsi direnen
Filistinli sivillerin görüntüleriyle birlikte artik geçerliligini yitirdigini
açiklar. Arap gruplari ise Israil?in haksizliklarini kamuoyunun dikkatine
sunmustu. Bu görüntüler karsisinda bütün dünya, Israil-Filistin çatismasinin
askeri yöntemlerle çözülemeyecegini kavrayarak siyasi bir çözümden yana ikna
olmustu.
Intifada?nin Arap gruplarinin gücüne güç kattigi, Israil lobisinin anahtar
oyuncusu AIPAC tarafindan bile teslim edilmisti: “Rakibimiz ilk defa halk
tabanindan destek kazandi.” Artik Filistinliler gözden çikarilabilir bir grup
olmaktan, kendi mesru ulusal haklari olan bir halk suretine bürünmüstü.
Herkesin ilgisinin Orta Dogu?ya döndügü bu dönemde, Israil?in alisilagelmis
anaakim açiklamalarina karsi gelebilecek görüslere ihtiyaç duyuldugu gibi Arap
liderlerinin görüslerine basvurulur olmus, Arap gruplari için de fikirlerini
duyurabilecekleri bir açiklik ortaya çikmisti. Böylece pro-Arap gruplari bir
yandan Filistin?in taninmasi için baski yaparken bir yandan da kendilerini de
mesru birer kanal olarak tanitmis oluyorlardi. Bu gruplar Intifada?nin imgelemi
ve sembollerinin birer çevirmeni, araci ve birer yorumlayicisi olarak Orta
Dogu?daki Filistin gerçegini ABD?ye tasimislardi.
Basra Körfezi’nden Soguk Savas’in
sonrasina
Zorlu zamanlar, ümit isaretleri
Intifada?da yildizi parlayan Amerikali Arap gruplari, Kuveyt Savasi ile
çok zor bir seçimle karsi karsiya kaldilar; Irak?in bir baska ülkenin egemenlik
hakkini çigneyerek Kuveyt?i isgalinin mi, yoksa Müslüman ve Arap dünyasinin,
kültürünün kalbinin attigi Irak?in yerle bir olmasi pahasina Kuveyt?in – ve dolayisiyla
Kuveyt?i isgalci Irak?tan kurtarmak üzere askeri müdahalede bulunan ABD?nin –
mi arkasinda duracaklardi. Bir yandan Irak?in Kuveyt?i isgali uluslararasi
hukuku çignerken Israil?in de yillardir yaptigi tam da buydu. Irak?la, Israil?in
27 yildir bütün uluslararasi hukuk ve BM kararlarina karsi gelerek Filistin?i
isgali ortada dururken Irak?in bir baska devletin topraklarini isgaline karsi
savas açmak ABD politikasinin çifte standartli oldugunu ortaya koyuyordu. Öte
yandan ise Irak?in Kuveyt isgaline karsi çikmak için ABD?nin basini çektigi bir
baska savasi desteklemek durumunda kalabilirlerdi. Halk tabaninda savasa karsi
olundugu için Amerika?daki Arap gruplarinin liderleri, çogunlukla Irak?in
Kuveyt?i isgal etmesine karsi konsensüste bulustular ancak bunun dogrudan
dogruya ABD?nin liderligindeki askeri koalisyona onay verdikleri anlamina
gelmedigi vurgusunu da yaparak. Içinde bulunduklari bu ikircikli durum Arap
gruplarinin zemin kaybetmelerine neden olacakti.
Bir yandan Kuveyt Savasi Amerikan Araplarinin içindeki nasyonalist
damari da ortaya çikarmisti. Israil-Filistin meselesinin disindaki daha genis
anlamda Arap dünyasi söz konusu oldugunda Orta Dogu ve ABD Araplari arasindaki
mesafe bir kez daha açiliyor ve Amerika?daki lobi tek bir sesle konusamiyordu.
Araplar, Irak?a karsi savasi desteklerlerse kendi bütünlüklerini,
desteklemezlerse de Kuveyt?e asker göndermek son derece popüler bir tercih
oldugundan kendilerine zaten yerlesik süpheyle yaklasan ABD kamuoyunun
gözündeki yerlerini kaybetme riskiyle karsi karsiya kaliyorlardi. Arap
gruplari, Kuveyt?e arka çikarken savasa karsi olduklari notunu düsmüslerdi
ancak kimseye yaranamiyorlardi. Böylelikle bir çesit ödün verme ve yozlasma
sistemi olarak gördükleri – ve zaten Israillilerin kendilerinin daha iyi
yaptigina inandiklari – lobicilik faaliyetlerine yönelik genel süpheci
yaklasimlari güç kazaniyordu.
Bir yandan da Amerika?daki pro-Arap gruplari ciddi
oranda destekleyen Kuveytli iktidar, ABD?nin uluslararasi adaleti tesis etmek için
kendilerini kurtardiklarini düsünüyor fakat tereddütlü tavirlarindan dolayi Arap gruplarini ayni sekilde takdirle karsilamiyorlardi. Neticede 90?li yillarda Arap gruplari bu bölünmüslük
nedeniyle yokus asagi gidecekti.
Bununla birlikte pro-Arap gruplari Kuveyt savasinin ardindan özgüveni ve
güvenilirligi artan ABD?nin, Orta Dogu?daki resmin tamamiyla ilgilenmeye
baslamasindan faydalanacakti. Küresel siyasette etkinligi artan ABD, Baskan
Bush?un insiyatifiyle Madrid?de Israil-Filistin sorunu için baris görüsmelerini
baslatacak adimi atti. Arap liderleri bu görüsmelere yüksek oranda katilim
gösterirken, görüsmelerin agirlikli olarak Israil yanlisi bir ortamda
gerçeklestigi ve Filistin sorunuyla ilgili esas meselelerin ele alinmasinin hep
son safhaya ertelendigi gerekçesiyle süpheyle yaklasiyorlar, bu da Arap
gruplari içindeki bölünmüslügü arttiriyordu. Israil?in güvenlik ihtiyaci
karsilanirken, Filistin?in devletlesmesi asamali bir plan dahilinde son durum
görüsmelerine baglaniyordu. Iste bu „son duruma? bir türlü ulasilamamisti.
Madrid konferans süreci devam ederken, Sovyetler Birligi?nin çökmesiyle
ABD?nin Orta Dogu politikasi ciddi bir degisime girmis, Arap gruplari ise bu
yeni duruma ayak uydurarak Filistin?in özerkligi için bastirmaya baslamislardi.
Soguk Savas döneminde, iki kutuplu dünyada Sovyetler ABD?ye karsi Araplari
desteklediklerinden, Filistinli Araplar komünizm ile özdeslestirilmisti. Fakat
savasin sona ermesiyle artik Araplar iki arada sikismaktan kurtulacak, ABD ise artik
bas rakibinin global ölçekteki hamlelerini takibi birakarak daha spesifik
bölgesel sorunlara odaklanabilecekti. Artik Filistinlilerin sesi kaba bir Dogu-Bati
ikiligi içinde bogulmayacakti.
Soguk Savas?in bitmesiyle ideoloji eksenli bir okumadan farkli bir odak
noktasina geçilmisti; Amerikali Arap gruplar, etnisite çatismalarina dikkat
çekebiliyordu, ve ABD Orta Dogu?da kendine yeni bir rol ariyordu. Filistinli ve
Amerikali Araplar ideolojik bir çatismanin piyonlari olarak degil artik kendi
baslarina birer özne olarak algilanacaklardi. Bu süreç içerisinde Baskan
Bush?un, Israil?in güvenlik ihtiyaçlarinin yanisira Filistinlilerin ulusal
haklarindan da bahsetmesiyle artik Amerikali Arap gruplarin talepleri hem mesru
bir zemin kazanmis, hem de üst düzey hükümet yetkililerince de paylasilir hale
gelmisti.
ABD dis politikasi bu dönemde pro-Arap gruplar için
kazanimlarla doluyken, Amerikali Araplarin kendi toplumsal tabani ile
kökenlerinin dayandigi Orta Dogu?daki Arap devletleri ve halklari arasindaki uyusmazlik ve kopukluk da git gide etkin hale geliyordu.
Oslo’nun etkileri
Bill Clinton?in 1993 yilinda seçilmesiyle, “gerçek ve tam baris”
retorigiyle baslattigi yeni girisim Araplar için yeni bir firsat demekti. Ancak
Clinton seçim kampanyasindaki katkilari ve basarisindaki mimarliklari
dolaysiyla Israil lobisine karsi borçluydu. Bir anlamda diyet ödemek için baris
görüsmelerinde önemli pozisyonlara lobinin ileri gelen üyelerini getiriyordu
(örnegin ABD?nin eski Israil elçisi Martin Indyk, Ulusal Güvenlik Konseyi?nde
Baskan?in Arap-Israil meseleleri bas danismanligina atanmisti). Clinton
döneminde önceligin Filistinlilerin haklarindan ziyade Israil?in güvenligine
verilecegi anlasiliyordu.
Bununla birlikte, sürecin hayati bir parçasi haline gelen Amerikali Arap
gruplarinin da etkisiyle, Israil tarihte ilk defa Filistinlileri kendilerini
yönetme hakkina sahip bir halk olarak tanidi. Bundan sonraki bütün baris
sürecinde “el sikisma” olarak bilinen olay, yani Israil Basbakani Rabin ile FKÖ
Baskani Yaser Arafat?in el sikistigi bir süreçti.
Prensipler Duyurusu (DOP), Filistin devletinin boyutlariyla ilgili net
bir sey söylemiyordu. Ancak yine de ABD yönetiminin üst seviyelerini Arap
gruplarinin erisimine açilmasi islevini görmüstü. Helen Samhan, "artik
rakiplerimiz (Israil lobisi) tarafindan degil kendimizi temsil ederken
tanimlanabilecektik. ...Oslo baris sürecinin ardindan Filistin ve ABD dis
politikasi ile ilgili konularda görüslerimize danisiliyordu” demisti.
1980?lerde ABD?nin Orta Dogu politikasi süreçlerinden dislanan Araplarin kendi
seslerini duyurabilmeye baslamasi önemli bir degisim anlamina geliyordu.
Buna ragmen Oslo?ya yönelik temel elestiriler vardi. Amerikan-Arap
Ayrimcilik Karsiti Komitesi Yönetici Müdürü Nabil Muhammed, Oslo sürecinin
Amerikali Araplar için yeni bir bölünmeye neden olduguna dikkat çekiyordu;
Oslo?da Filistinlilere bir geçis hükümeti vaad edilirken iki devlet çözümüne
dair hiçbir sey telaffuz edilmiyor dolayisiyla Filistin?in devlet olma hali
teslim edilmiyordu. Ayrica yerlesimler gibi önemli meseleler ilerideki belirsiz
bir tarihe erteleniyordu. Filistinli – Amerikali düsünür Edward Said,
Filistinli ve
Yahudilerden olusan küçük bir grubun Filistinlileri
küçük düsürdügü ve pinti sonuçlarini görebildikleri gerekçesiyle Oslo?yu
basindan beri elestirdiklerini hatirlatiyordu: “FKÖ ve Israil hükümeti
tarafindan kisa süre önce duyurulan ''tarihi gelisme'', iki düsman arasindaki bir uzlasma sürecinin baslatilmasi için alinmis ortak bir karar olmanin yanisira, Filistinlileri, hala Dogu Kudüs?teki yerlesimlerin, ekonomi ve egemenligin sahibi olan Israil?in alti haline getirir.”
Ama tüm bunlara ragmen kamuoyu ve siyasetçilerin Israil-Filistin
konusunda Arap gruplarin görüslerine yer ve önem vermesi her halükarda temel
bir kazanimdi. Artik Amerikan kamuoyunun bilgiye erisiminde Israil lobisinin
tekeli kiriliyor ve Arap gruplari bu mücadelede kendi nis alanlarini buluyordu.
Öte yandan, sivil toplumda Hiristiyan liderler gibi önemli isimler de
Filistin?in topraklarinin isgaline karsi destegini sunmaya baslamisti. Bu anlamda
Oslo Arap lobiciligini kolaylastirmis sayilmazdi, ancak daha dolambaçsiz
yollardan yapilmasini imkanli kilmisti.
Baris için lobi yapmak
Siyonist gruplarin genel “terör” retorigine karsi Arap gruplarin
üzerinde anlastigi sey Oslo?nun önemi ve bu yolun sonunda Filistinlilerin
karsilanmasi gereken devlet ihtiyaciydi. Arap lobisi olarak adlandirilabilecek
gruplarin yapmasi gereken sey, iki devlet çözümünün tüm taraflarin çikarlari
dogrultusuna doldugu fikrini merkeze alan bir strateji gelistirmekti. Bir diger
önemli unsur ise artik ABD-Israil iliskilerinin eskiden oldugu gibi stratejik
ittifak model üzerine insa edilmedigiydi. ABD, Israil?i artik Soguk Savas
dönemi anti-komünizm müttefigi olarak degil, Orta Dogu?da istikrari saglayacak
unsur olarak görürken, Orta Dogu istikrari ise ancak Israil-Filistin
çatismasinin çözümüyle saglanabilirdi ve bunun yolu da iki devlet formülünden
geçiyordu. Öte yandan Arap lobisi, Baskan Clinton?in kendisi için uygun gördügü
barisi getirme rolünün ise ABD?nin „tarafsizligi? gerektirdigi mesajini
veriyordu.
Israil lobisi cephesinde, Oslo süreci boyunca Tel Aviv?de bazi kirilmalar
yasanmis fakat bu sorunlar orda çözülemeyince Washington?a, Orta Dogu
politikalarinin esas muhattabina tasinmisti. Arap lobisiyse ABD?nin çikarlarini
gözetenin Israil lobisi olmadigini, aksine, “demokratik, seküler ve varligini sürdürebilir bir Filistin devletinin kurulmasini isterken” esas kendilerinin ABD?nin çikarlarini gözettiklerini savunmuslardi.
Pro-Arap
gruplari genel olarak ABD?nin Orta Dogu politikalarini degistirmekten ziyade,
siyasetçilerin ve kamuoyunun Orta Dogu?ya bakisini degistirmekte basarili
olmuslardi. Buna karsilik ABD ise, Oslo sonrasi süreçte Israil?e verdigi
geleneksel destekten bir adim geri çekilip Filistin?in de ulusal varligini
tanimak durumunda kalarak iki tarafi da pazarlik masasina oturtmustu. Arap
lobisi son kertede, Intifada, Körfez Savasi ve Soguk Savas?in sonu gibi
uluslararasi küresel gelismelerin domestik alandaki alicisi ve çevirmeni görevini
gördü. Daha sonrasinda da Bush?un yol haritasinin tohumlari olacak Filistin?in
egemenligi söyleminin tohumlarini atti.
Pro-Arap lobisi ve terörizme
karsi savas
Zamanla, endiseleri hakli çikarir bir biçimde Oslo görüsmelerinin
çizdigi çerçevenin sonuna gelindi. 9/11 trajik saldirilari yasandiktan sonra
Arap lobisi kendisini yine tarihsel olarak çok zorlu bir konumda buldu. Lobi
hem ABD kamuoyu karsisinda sadakat testinden geçmek, hem de bir yandan
saldirilarin ardindaki El Kaide?nin sahip çikmaya yeltendigi Filistin davasinin
aslinda hakli bir daha oldugunun savunusunu vermek durumunda kalmisti. 11 Eylül
saldirilarinin ardindan yükselen nefret dalgalari içinde Arap lobisi, bir
yandan Amerikali Araplara yönelik fiziksel ve yasal saldirilara kendisini hazirlarken,
bir yandan da Amerika?daki Arap toplumunun temel hak ve özgürlüklerinin
kisitlanmamasi için önceligi Israil-Filistin meselesinde lobi yapmaktansa bu
konuya kaydirmak zorunda kaldi. Hem vatanseverlik vurgusu yapilan açiklamalar
yaparken, hem de dalga dalga yükselen öfkeden sakinmaya çabaliyordu.
Dünya, Filistin meselesini kendi amaçlari için temellük etmeye çalisan
El Kaide gibi fanatik ektremizm ile karsi karsiya kaldiginda Arap lobisi
unsurlari kendilerini daha ortalama, daha ilimli bir perspektiften ortaya
koyarak savundu. El Kaide?nin saldirilari gibi ekstremist hareketlerle arasina
bir mesafe koyarak, gerekse kamuoyu gündeminin öncelikli maddelerinden olan
gerekse de bu türden hareketlerin kendisine malzeme ettigi Filistin meselesini
bu gruplarin elinden almak üzere çalistilar.
Rafi Rajani Filistin?in isgal kosullari altindayken
gerçeklestirdigi 3 ayri seçimin bile tüm dünya standartlarinda son derece
demokratik birer seçim oldugunu hatirlatarak, eger teröre karsi küresel savasin
ayni zamanda demokrasi götürme savasi oldugu kabul ediliyorsa, dolayisiyla bir Filistin devletinin Orta Dogu?da hakikaten demokrasi modeli olacagini savunmus ve bunun Filistin sorununun asiri hareketler tarafindan manipüle edilmesini engelleyecegini söylemisti (Amerika Filistin Özel Görev Komitesi – ATFP).
Israil lobisine karsilik vermek
9/11 saldirilarinin ardindan hem kendi sagligi hem
de Filistin davasinin hakliligina gölge düsmemesi için endise ve zor bir konum
içinde kalan Arap lobisinin eline Baskan George W. Bush döneminde ise baska
önemli bir firsat geçecekti. Politika yapici seçkin çevrelerin amaci ile
kamuoyu algisi, zaten lobinin gündemiyle örtüsmekteydi; Arap lobisine düsen bu
amaca yani Filistin devletine giden sürecin hayata geçmesini saglamakti.
Bu durumda Arap lobisi politikacilarin verdikleri sözlerde durmasi için
baski yapacakti ancak Kongre ciddi anlamda Israil lobisinin siki
kontrolündeydi. Buna ek olarak kamuoyu ise, 2 devlet çözümünü desteklese de
geleneksel olarak Yahudi devletinin tarafini tutma egilimindeydi. Israil?in
çizgisinden çikan siyasetçiler ise Israil lobisinin faaliyetlerinin sert
sonuçlariyla karsilasiyordu. Buna karsin artik 2 devlet çözümü beyan edilmis
politika haline gelmisti ve Arap lobisinin, yol haritasinda hangi asamada
oldugunu sormasi bile belli bir çekim yaratiyordu. Arap lobisi, 1) daha önceden
sahip olmadigi bir görünürlük ile fikirlerini kamusal alanda savunma firsati
edinmis, 2) hükümet yetkililerine olagan bir biçimde erisebilir hale gelmis, 3)
en önemlisi ise yol haritasi boyunca adimlari belirleyebilme kapasitesine
erismisti.
Teröre karsi küresel savas dönemi Arap lobisi için belki de kabuslu bir
dönemdi ancak artik, ne Filistinlilerin politika çevrelerinde taninmadigi
Reagan dönemindeki hava hakimdi ne de Oslo öncesi Bush döneminde oldugu gibi
sadece Orta Dogu?daki çatismalara bir çözüm gerektigi fikrinin kabul edilmesiyle
yetiniliyordu. Filistin devletinin kurulmasi için çalismak artik eskiden oldugu
gibi tartismali ve süphe çeken bir konu degildi. Hatta aksine, Arap lobisi
Amerika?daki Arap toplumunun haklari, talepleri ve ihtiyaçlari için siyasi
faaliyet yürütürken olayi Filistin çerçevesinden sundugunda mesruiyet kazanabiliyordu.
Arap, Müslüman ve Amerikali olmak demek, siyasetin dügüm noktasinin her daim
Orta Dogu oldugu anlamina geliyordu. Zira, ABD?de bu denli maddi ve manevi
yaraya neden olan, 11 Eylül?ün korsanlarini Orta Dogu üretirken, ABD?nin dis politikasi da günlük bazda Orta Dogu üzerine dönüyordu.
Dolayisiyla Israil-Filistin
gerçeginin ABD?deki yorumlayicisi ve aslinda temsilcisi olan Amerikali Araplar,
bir bakima da kendilerini ancak Orta Dogu üzerinden temsil edebilir hale gelmislerdi.
Israil lobisi her ne kadar 2 devlet çözümünün yol almasini baltalamak
için çok ugrastiysa da ABD dis politikasinin artik 1980?ler öncesi,
Filistinlilerin varliginin dahi taninmadigi hale geri dönmeyecegi açikti. Fakat
Israil yine de, Orta Dogu?da – ABD kanunlarina göre terörist olarak gözüken –
seçilmis iktidar Hamas ve Hizbullah gibi gruplara karsi siddetle harekete
geçerken “teröre karsi küresel savas” atifi yapiyordu. Soguk Savas – komünizm
karsitligini bu sefer de icat edilen “Islami köktencilik” düsmaniyla ikame
etmeye çalisiyordu. Fakat ne olursa olsun Arap lobisinin elinde önemli bir araç
vardi: Iki devlet çözümü, Orta Dogu barisi için ABD dis politikasinin artik
resmi bir parçasi haline gelmisti ve bunun sonucu olarak da Arap lobisinin
çalismalari ABD?nin çikarlarina hizmet etmekteydi. Bu baglamda Arap lobisinin
temel mesaji, Hüseyin Ibish?in bir konusmasindan aktararak söyle özetlenebilir:
Orta-Dogu?daki Israil-Filistin çatismasinin, ABD yardimiyla kurulacak bir
Filistin devleti ile çözülmesi;
1. ABD?nin
bölgeye “iyilik” getirdigi hissini saglar
2. Filistin sorununu manipüle eden
terörü –bitirmese de – bitirmeye en çok yaklastiran hamle olur
3.
“Bizim (ABD?nin) süpergüç olmamiz
demek, yükselen diger (Iran, Rusya, Çin gibi) bölgesel güçlerin ABD?ye karsi
degil ABD ile birlikte hareket etmesi demek (...) Filistin devletinin ABD
eliyle kurulmasi halinde Amerika?nin dünya lideri olarak konumu pekisir”
4. Bati dünyasi ile temel
anlasmazligini Israil-Filistin çatismasinda yasayan Islam dünyasi ile
iliskileri gelistirmeye hizmet eder
5.
En nihayetinde dünyaya ABD?nin
sorumluluk sahibi otorite olundugu mesajini verir.
Sonuç olarak, Arap lobisinin çalismalarinin önünün açilabilmesi için,
hem yasama hem de idari meclis seviyesinde son derece güçlü bir iktidara sahip
olan Israil lobisinin unsurlarinin (en önde gelen unsur AIPAC) hegemonyasinin
kirilmasinin gerekliligi geçerliligini koruyor.
Iki devlet / bir devlet
Bu çalisma boyunca yapilan arastirmalar gösteriyor ki, ABD dis
politikasi ile kamuoyunun algisi arasinda sahiden kuvvetli baglar var. Bununla
birilikte ABD siyasetçilerinin çerçevesini belirleyen kamuoyu algisi bir yandan
tarihsel olarak Israil lobisinin çalismalariyla sekillendirilmisken, bir yandan
da özellikle Intifada ile açiga çikan Orta Dogu?daki direncin sembolleri ve imgelerinin
Arap lobisinin tarafindan sahiplenilerek kamuoyunun dikkatine sunmasi ve
oradaki gerçekligi anlatmasiyla bu algilar ciddi oranda degisti ve bugünlere
gelindi. Ayrica, küresel ölçekte etkisi olan Soguk Savas?in sona ermesi veya
Körfez Savasi gibi olaylarin da ABD dis politikasi ve kamuoyu algilarini geri
dönüssüz bir biçimde temelden sarstigi ve degistirdigi de gözlemlendi. Öte
yandan Kongre üyeleri ve hatta ABD Baskani?nin siyasi kariyerini dahi belli bir
oranda belirleme kapasitesine sahip olan Israil lobisinin siki hegemonyasinin
sürdügü de bir gerçek. Görünen o ki ABD resmi dis politikasinin kabul ettigi ve
erisilmesi yönünde bir yol haritasi belirledigi iki devlet çözümüne ulasmakta Arap
lobisini bu hegemonyayi kirmak gibi zorlu bir görev bekliyor.
Iki devlet çözümü için ihtimaller
Oslo’nun ardindan
Peki ya 2 devlet çözümünün gelecegi nasil
görünüyor? Israil-Filistin sorununun çözümü için hala geçerli olan bir 2 devlet
formülünden bahsetmek mümkün mü? 2003?teki bir Orta Dogu konferansinda Khalil
Johnson bu soruya, “Teorik olarak evet, ama pratikte hayir” diye cevap veriyor.
Israil-Filistin çatismasinda iki devlet çözümünün pratik olarak imkansiz
olmasinin nedeni olarak çözüm formülünün gelecegine dair aslinda kasvetli bir
öngörü yatiyor. Baskan George W. Bush, bir konusmasinda, bütün baris
görüsmelerinin son kertede Filistin topraklarindaki Israil yerlesimlerinin
kalici oldugu ve 1949 öncesi topraklara dönülmeyecegi noktasina geldigini
söylemisti. Israil?in 4 Haziran 1967 isgalinde elde ettigi topraklardan geri
çekilmeyecegi konusunda ABD ve Israil hemfikir gibi görünüyor. Dolayisiyla iki
devlet çözümü geregi ortaya çikacak Filistin devletinin hemhudut olmayacagi,
aksine parçali bir toprak yapisinin olacagi öngörülüyor.
Bu öngörüye göre Filistin, etrafi Israil?in tel ve duvarlariyla çevrili,
kontrol noktalarindan giris-çikis yapilan birçok ayri toprak parçasindan ibaret
olurken bu tabloda ortaya çikan sey bir devletten ziyade bir hapishaneye
benzeyecek ve Israil hava yollari ile Bati Seria?daki bütün kaynaklari
kontrolünde tutacak. Ayni sekilde, seçilen Hamas hükümetine karsi yapilan
uluslararasi boykota bakilirsa Filistin kendi liderlerini seçmekte de sikinti
yasayacak.
Demokrasi ve terör
Yol haritasinda çizildigi gibi bir demokratik Filistin devletinin
kurulmasi durumunda bile barisin gelip gelmeyecegi hala geçerliligini koruyan
bir soru. Israil?in Filistin devleti le yan yana barisçil bir biçimde
varolabilecegi bekleniliyor. Fakat Israil devletinin tipki Hizbullah 2 askerini
kaçirip 8 askerini de öldürdügünde Ehud Olmert?in bunu bir “savas nedeni”
olarak gördügünü açiklamasi üzerine – ABD seyirci kalirken – Beyrut ve Güney
Lübnan?i imha ettiginde veya Israilli asker Galid Salit?in kaçirilmasinin
ardindan Gazze?nin altyapisini yok edip, seçilmis Hamas hükümeti üyelerinin
büyük bir çogunlugunu hapsettiginde yaptigi gibi, kendisini tehdit altinda
hissettigi gibi “terör” kartini oynayarak yeni kurulmus bir Filistin devletini
ortadan kaldiracak veya sakat birakacak bir savasa girmeyecegine dair hiçbir
garanti yok. Aksine, bugüne kadarki baris görüsmeleri Bush?un Disisleri Bakani
Condolezza Rice?in beyaninda billurlastigi üzere “Israil?in kendini savunma
hakkini” genelde hep sakli tutmustu.
ABD?in payanda verdigi Israil bugüne kadar Filistin?i demokrasiden ve
kendi bölgelerinden mahrum birakti. Filistin?in kazandigi en küçük özerklige
bile en iyi ihtimalle süpheyle yaklasirken, en kötü ihtimalle de terörü
besledigi gerekçesiyle savasa yöneldi. Bu kosullar altinda Israil?in yerlesik
siddet yaklasimi ve ABD?nin kayitsiz tutumunun sadece geçmiste kalmadigi,
gelecekte de bu sekilde sürebilecegi olasiligi beliriyor.
Özetle, yeni Filistin devletinin, her ne kadar demokratik olacak olursa
olsun daha kurulus asamasindan itibaren hem yerlesimlere dayanan toprak
meselesi yüzünden parçali bir yapida olacagi hem de Israil?in güvenlik
yaklasimi kaynakli olarak tehlikeli bir konumda olacagi öngörülebilir. Bu en
kötü durum senaryosunun gerçeklesmesi demek, bundan önceki tüm tarihsel sürece damgasini
vurmus mücadele ve siddet sarmalinin devaminin gelmesi anlamina gelmekte.
Dolayisiyla mevcut kosullar altinda iki devlet modelinin barisi dogrudan saglayip saglamayacagi hala tartisma konusu.
En kötü durumun
gerçeklesmeden engellenmesi için 2 devlet modelinin Israil-Filistin sorununun
ilgili tüm taraflarinca her birinin çikarlarina hizmet ettigi yönünde ikna olarak
benimsetilmesi gerekiyor. Bir görüse göreyse de Israil ve Filistinliler
birlikte bir “hakikat ve uzlasi rejimi” içinde bir arada yasamalilar.
Iki devlet çözümünün geçerliligini korudugu noktalardan biri Israil?in
tarihi kaygisi olan, Israil devletinin Yahudi devleti olma niteligini
korumasini garantilemesi olarak gözüküyor fakat bu çözümün olanaksiz gözüktügü
yer ise, Israil yerlesimlerinin Filistin topraklarinin bu denli içerisine geri
dönüssüz bir biçimde girerek kemiklesmis oldugu gerçegi. 14 Nisan 2004?te
dönemin Baskani Bush ile Israil Basbakani Sharon?in görüstügü bir konferansta,
Bati Seria?daki yerlesimlerin kalici oldugu konusunda anlasilmisti. Güncel ve
Israil?in resmi kaynaklarina göre Bati Seria?da 141 yerlesim yeri ve 230.000
yerlesimci varken, bagimsiz kaynaklar 157 yerlesim yerinin insa edildigini ve
düzinelerce ileri karakol bulundugunu tespit eder. Görünen o ki hem Israil
yerlesimcileri hem de yerli Filistinliler birbirlerinde sökülemeyecek biçimde
iç içe geçmis durumdalar.
Ve ardindan tek devlet...
Tarihsel tartisma
Bütün bu olumsuzluklara ragmen, baris süreçlerinde genel olarak ne
Israil ne de Arap lobisinin gündeminde olan tek devlet çözümünün imkansiz
olmasi için normatif hiçbir neden bulunmadigi ortaya çikiyor. Tek devlet çözümü
karsisindaki muhalefetlerinde lobiler bir araya gelirken, Filistin ve
Israillilerin aralarindaki tarihsel çatisma günümüzde de devam ediyor ve bu
modelin niçin geçersiz olduguna dair ikna edici fikirler öne sürülüyor. Fakat
yine de, tek devlet çözümünün Israil-Filistin çatismasina neden olan
münhasirlik güçlerinin antitezi olarak göz önünde bulundurulmamasi için hiçbir
neden yok. Baska türlü de, eger yol haritasi çökerse bu durumda yedek bir plan
islevi görecektir.
1920?ler esnasinda kimileri, etnik temelli devletlesme yerine Araplar ve
Israilliler arasinda isbirligi modelini öneriyordu. Bu düsüncenin en dikkate
deger temsilcilerinden Brit Shalom (Baris Ahiti), “çift uluslu bir Arap-Yahudi
devleti için yerel ve uluslararasi düzeyde lobicilik yapan” bir kurulus
olmustu. Israil?in kurulusunun arifesinde ortaya çikan bu düsünce hatti
günümüze kadar devam ediyor. Arap ve Israillilerin ortak devleti fikrini
savunanlar, olur da iki etnisite birbirini dislayan bir ayrismaya giderse
gelecegin çatismalarla dolu olacagi yönünde, adeta günümüze kadar gelen siddet
sarmalina karsi uyariyordu. Dolayisiyla yapilmasi gereken iki ulusal hareketin
bir sekilde uzlastirilmasi ve “ötekinin kendisine yapmasini istemeyecegi seyi
ötekine yapmama” ortak prensibi etrafinda denklik, esitlik ve tahakkümsüzlük
üzerine kurulu bir iliskinin tesis edilmesiydi. Bu görüse göre Arap ve Israilli
hareketleri birbirlerini dislayici olmaktansa birbirlerini tamamlayici idi
(H.M. Kalvaryski).
Kalvaryski, iki halkin da ortak kökenlerine vurgu yaparak ulusalci
hareketlerin ayrismasinin düzeltilmesi gereken tarihsel bir hata oldugunu
belirtiyordu. Çözüm iki tarafin da toprak üzerindeki esitliginden geçiyordu. Bu
esitligi saglamanin mekanizmasi ise hak ve sorumluluklar bazinda iki etnik
kimlige de esit ve ayni muameleyi yapacak bir devletin kurulmasiyla mümkündü.
Öyle ki, bu olasilik disinda kalan ötekilestirmeye karsi uyarilar neredeyse
günümüzü tasvir ediyordu.
Fakat bu tür fikirlerin karsisinda iki tarafin da pesinde oldugu
kuvvetli ulusal tasavvurlar bulunuyordu. Judah Magnes ise, Arap-Israilli isbirliginin
baris için “sadece gerekli olmakla kalmayip ayni zamanda mümkün de” oldugu
görüsündeydi. Fakat uluslararasi alanda somutlasan ve etnik kimliklerin bir
aradaligi ile degil de aksine dislanmasiyla sonuçlanan bu ulusal arayislar
kolonyal dönemin ürünleriydi. Magnes, Yahudi devleti iddiasindan bir an önce
vazgeçilmesi gerektigini savunuyor, Yahudi ve Araplarin ikisinin de esit hakka sahip
oldugunu, Yahudi iddialari için olanakli tek etik temelin esit haklar, esit ayricaliklar
ve esit sorumluluklardan geçtigini ortaya koyuyordu. Israilli-Arap
beraberliginin ve ayni zamanda Yahudilerin muhafazasinin etigi, o günün
kolonyal düsüncesine daldirilmis belirgin Siyonist politikalarla zitlik
içerisindeydi. Magnes?in aklindaki, Yahudilerin Orta Dogu?da güven içinde
yasayabilecegi bir ev kurarken ordaki yerli halki (Araplar) tehdit etmeyen bir
varolustu.
Israil?in Yahudi devletindeki israri tarihsel olarak, bagimsizligini
ilan etmesinden önceki Siyonist “uyanis” anlatisina dayaniyor. Hannah Arendt bu
anlatiya “fanatizm ve histerinin ifadesi” diye isim verir ve siddetle
arasindaki baga karsi uyarir. Bunun yerine itidal ve siddetsizlik çagrisi yapan
Arendt, Siyonizm?in içinde terör ve totaliterligin yükselisinin sessizce kabul edilip
onaylandigindan yakinir. Uyanis anlatisinin etkisindeki Yahudiler arasinda
etkin olan su önermelere dikkat çeker; “son birkaç yüzyil boyunca biriken
Yahudi deneyimi sonunda bizi uyandirdi ve artik kendi çikarlarimizi
gözetmeliyiz, herkes bize karsi; Büyük Britanya anti-semitik; ABD emperyalist;
son kertede sadece ama sadece kendimize güvenebiliriz, yolumuza çikan herkesi
hain olarak görürüz” vb. Zamanindaki diger düsünürler gibi Yahudi ve Araplarin
ayni topraklar üzerindeki partnerligi çagrisinda bulunan Arendt Yahudi
liderlere etik felaketine karsi ihtarda bulunuyordu. Neticede Arendt?in
düsüncelerinden etkilenerek meydana gelen bir cemiyet, ulus-kurmanin etnik
çatismalarla sonuçlanacagini bildigi için, iki farkli halkin “kendi kaderlerini
tayin” arayisindan dogan bölünmüslügü ortadan kaldirmaya çalisiyordu. Arendt:
“Bu kadar küçük bir ülkenin
parçalara ayrilmasi en iyi ihtimalle çatismanin tas kesilmesi anlamina
gelecektir, ki bu da iki halk için de durdurulmus gelisme ile sonuçlanir; en
kötü ihtimalle de iki tarafin da daha fazla savas için hazirlanacagi geçici bir
asamaya gelindigi anlamina gelir. Kisa süre önce Dr. Magnes tarafindan da
desteklenen federal devlet alternatifi ise, çok daha gerçekçidir. Iki farkli
halk için ortak bir devlet kursa da, çogunluk-azinlik seklindeki sorunlu ama
tanimi geregi çözümsüz olan kümelenmeden kaçiniyor. Dahasi, federe bir yapi, Yahudi-Arap
topluluk konseylerine dayali olacagindan Yahudi-Arap çatismasi en alt seviyeden,
ümit veren yakinlik ve komsuluk seviyelerinden itibaren çözülecektir. Son
olarak federal devlet, daha sonrasinda Yakin Dogu ve Akdeniz bölgesi içinde
ortaya çikabilecek daha büyük bir federe yapi için siçrama tahtasi islevi
görebilir...Henüz çok geç degil.”
Tek devlet çözümü, Israil?in kurulmasiyla ortadan kalkmadi ancak 1948
savasi ve 49?da gelen mütareke Orta Dogu?nun siyasi zeminini tamamen
degistirdi. Filistin Kurtulus Örgütü?nün kurulmasinin ardindan vahim 1967
savasiyla Filistinliler kendileri Arap ve Yahudilerin bir arada esit hak ve
özgürlüklerle yasayabilecegi bir devlet talebinde bulunmaya basladilar. Ancak
bu arayislari Israil?in Bati Seria ve Gazze istilasi öncesindeydi.
Baris süreçlerinin merkezinde yer almis iki devlet çözümüne belirgin
elestirilerden biri, bu çözümün uygulamasinin mümkün olmadigini söyleyen Israil
hükümet yetkilisi Meron Benvenisti?den gelmisti. Benvenisti, yapilmasi
gerekenin bireysel ve kolektif esitlik çerçevesinde tek bir rejim kurulmasi
oldugunu savunuyordu. Benvenisti?nin düsüncelerinin ilginçligi, Israil-Filistin
sorununa uzaktan gelistirilen bir çözüm önerenlerin aksine, Israil ve Filistin halklarinin
iç içe geçmisligini birince elden yasamis birinden gelmesiydi.
Her ne kadar Israilli ve Filistinliler de bir arada varolusu arzulasalar
da, birçogu hala ulusal isteklerini koruyor. Fakat Filistin devletinin
kurulmasi, materyel anlamda daha az donanimli Filistin halkinin ortasinda
açikça daha kuvvetli olan Israil devletinin durdugu gerçegini yansitacak.
Filistin Otoritesi?nin bazi üyeleri Filistin devletinin kurulmasi durumunda
mütemadiyen Israil?e kiyasla daha alt bir seviyede yasayacaklarini tahmin
ediyorlar. Filistin?in devletlesmesi amacindan bu nedenle vazgeçilmesi
gerektigini savunan Filistinli yetkili Hani al-Masri, “1967?de isgal edilen
bölgede bir Filistin devleti kurma fikrinden vazgeçmeli ve Filistin?in
tamaminda Yahudi, Müslüman ve Hiristiyanlarin bir arada esitçe yasadigi
demokratik bir devlet olusturmaliyiz” demisti. Raja Halwani ise, “Filistin?i
paylasmak iki kötülügün daha küçük olanina kanaat getirmek degil, aksine
çatismalari düsünecek olursak en yüksek iyiligin ta kendisidir” seklinde
konusmustu. Tek devlet çözümünün hem Israil hem de Filistin ulusalciliginin tam
karsisinda durdugu açikken, ayni zamanda barisin da tesis edilmesini
saglayabilecek tek çözüm gibi durmaktadir. Bu anlamda Israil?in önündeki
seçenekler, Filistinlilerin mesru bir toplumsal, siyasi ya da ekonomik
varliginin son bulmasi – yani siyasi kirim, veya daha büyük bir demokratik
devletin içine alinmasi gibi gözükmekte.
Yahudi devleti ve Filistin ulusalciliginin son
bulmasi her ne kadar travmatik olacak gibi gözükse de Edward Said, bunca zaman
çekilen izdirap ve acilardan sonra iyilesme sürecini baslatabilecegi görüsünde.
Said:
“Belli
ki, Israilli Yahudilere ayricalik taniyan bir sistem ne tamamiyle homojen bir
Yahudi devleti isteyenleri ne de orda yasayan fakat Yahudi olmayanlari tatmin
edecek. ... Israilli Filistinliler ise zaten ülkelerinde olduklarina inaniyor ve
eger ayri bir Filistin devleti kurulursa oraya tasinmaktan bahsetmek bile
istemiyorlar. ... Bir Arap halki olarak Filistinlilerin... Arap ve Islam
dünyasinin bir parçasi olarak Arap
kimliklerini korumak istedikleri de açik. Sorun su ki Filistinlilerin
kendilerini ayri bir Filistin devlette tayin etmeleri, tipki Israil ve isgal
altindaki topraklarda demografik olarak karismis, geri dönüssüz bir biçimde
baglanmis olan Arap ve Yahudi nüfuslarinin birbirlerinden ayrilmasi prensibi
kadar imkansiz. Bence esas soru, onlari birbirlerinden ayirma yöntemleri
bulmakta israrci olmak degil, fakat bir arada adil ve barisçil bir hayat
sürdürmelerinin mümkün olup olmadigidir.”
Arap lobisine gelecek için stratejiler
AIPAC güçlügü
Tek devlet çözümünün uzun bir gelenege dayandigi ortaya çikiyor ancak
iki devlet çözümünün sahip oldugu formel destege sahip olmadigi da anlasiliyor.
Arap lobisi sayilabilecek kuruluslarin temel varolus amaci haklarin kazanimi
oldugu için, çözümün kaç devlet içerdiginden bagimsiz olarak iki modelin de
barisi tesis etmek için saglamak durumunda oldugu kosullara tekabül ediyor.
Dolayisiyla Arap lobisinin konumu iki çözüm modeline de yakin.
Arap lobisi çözüm için
çalismalarinda Israil lobisinin teskil ettigi engelleri asamadigi takdirde
kamuoyu ve siyasetçilere olan erisimini kullanarak, Filistinli esitliginin Israil’de saglanmasi için çalisirken
(bir devlet çözümü), bir yandan da siyasetçilere ABD?nin iki devlet çözümündeki
kararliligini sürdürmesi yönünde baski kurabilir. Israil?in kendi kurulus
duyurusunun, Israil devletinin Arap halkinin da tam vatandaslik ve kurumlarinda
temsiliyet temeli üzerine barisin korunmasina katkida bulunmasi için çagrida
bulunulmakta. Arap lobisi, Israil?in temelindeki bu ilkelere basvurarak kamuoyu
yaratabilir.
Bu baglamda tek devlet çözümüne karsin Arap lobisi
içerisinden yükselen ciddi bir muhalefet olsa da, barisin tesis edilmesi için
Arap lobisinin stratejisiyle ilgili olarak
önemli bir yeri olabilir.
Böylesi bir pozisyon Filistinli-Yahudi esitligi
yönünde kamuoyunu ikna kabiliyetinin yani sira AIPAC ve iliskili aktörleri 1967
isgalinden beri bildikleri bir gerçekle hesaplasmalarina da itebilir; Yahudi
devletinin sürdürülebilirligi Filistin sorununun çözümüne bagli.
Sonuç olarak Arap lobisi, her ne kadar Israil
lobisine nispeten daha kuvvetsiz bir durumda da olsa, ABD kamuoyuna yönelik çok
önemli bir güce sahip. Arap lobisi kolektif olarak Israil-Filistin sorununa bir
çözüm öneren tek grup ve önerdikleri çözüm ise ilgili tüm
taraflarca oybirligiyle destek görüyor. Neticede kamuoyu bir soruna çözüm
öneren gruba, çözümü erteleyip duran bir gruba kiyasla daha yakin duracaktir.
Ve ABD politikasinin aldigi sekil ile kamuoyu algisi arasinda yakin baglar
oldugu geçtigimiz bölümlerde gözler önüne serilmistir.
Sonuç
ABD kendisini Taliban?in Afganistan?da iktidardan düsürülmesi ve Irak?ta
Saddam Hüseyin?in devrilmesinden yillar sonra bir çikmazda buldu ve artik bir
yön degisikligi gerekiyor. Bu da ancak Israil-Filistin sorununun çözümü ve
barisin getirilmesi için hakikaten ugrasilmasiyla gerçeklesir. Aksi takdirde
Arap-Islam dünyasindaki siddetin köklerinin her yana yayilmasi tehlikesiyle
karsilasabiliriz. Böylesi hakiki bir ugrasin sadece ABD ulusal çikarlari degil
ayni zamanda adaletin talebiyle de ayni dogrultuda olmasi lazim. ABD dis
politikasi iki devlet çözümünde anlastigina göre bu ikisinin birbirini illa ki
disladigi söylenemez. Ancak Israil, herhangi olasi bir Filistin devletini
olusturacak toprak unsuru üzerindeki isgalini konsolide ettigi müddetçe bu
çözüm için vakit azaliyor.
Uluslararasi toplum, Orta Dogu, Kuzey ve Sahra alti
Afrika, Avrupa, Güney ve Dogu Asya ülkelerinin hepsi Israil-Filistin sorununa
bir çözüm istiyor. Politikalariyla ilgili görüsler ne olursa olsun Bush, Orta
Dogu?da demokrasi gelistikçe terörün azalacagini öne sürerken su konuda
hakliydi; haksizliklari hakiki bir demokratik sistem araciligiyla ifade
edebilme yetenegi sahiden siddete basvurma ihtiyacini ortadan kaldiriyor.
Dolayisiyla Filistin sorunun çözülmesinin bütün dünya için anlami büyük. Filistinlilerin
demokratik bir sistemi deneme sanslari olmali.
Fakat son kertede, Israil lobisinin engellemeleri özellikle de Arap
lobisini teskil eden unsurlarin denetiminden bagimsiz bir biçimde sürdükçe
böylesi bir çözüm gelmeyecek gibi gözüküyor. Israil lobisinin durdurulmasi için
demokrasinin sinirlarinin daraltilmasi gerekeceginden, buna karsin çogulcu bir
demokrasiyi hem usul hem de esasta koruyabilmek için geriye kalan tek seçenek
Israil lobisinin rakiplerini kuvvetlendirmek oluyor. Bunun gerçeklesebilmesi
için de Arap lobisinin bugüne dek oynadigi ve ileride oynayacagi rolü iyi anlamak gerekiyor.
Baskan Jimmy Carter, hükümetlerinin Filistin devleti konusunda dogru
yolda olup olmadigina emin olmak için halkin ne yapmasi gerektigi soruldugunda,
“Sesinizin duyulmasini saglayin, çekingenlik etmeyin, haklarinizi savunun ve
kimsenin sizi itip kakmasina izin vermeyin” demisti. Bunun artik vakti gelmistir.
Barisi elde etmek için hiçbir zaman geç degildir.