1.
ESKI VE YENI
ARAYISLAR
18. yüzyilda Avrupa'da ortaya çikan devrimci egilimler ve hareketler, mevcut sistemlerin yapisal degisiklik ihtiyacini gidermekten ziyade, insanlarin daha iyi sartlara kavusma arzusu dogrultusunda
güç kazanmistir. Bu durum Fransa'da 1789 ihtilalini getirmis, Ingiltere ve Çarlik Rusya'sinda ise kanli bir biçimde bastirilmistir. Avrupa'daki bu gelismelerin kökünde özellikle büyük sehirlere olan kirsal göç ve hizli nüfus artisinin oldugunu 18. yüzyildaki bazi nüfus istatistiklerinden anlamak mümkündür. Tüm Avrupa nüfusu (Rusya dahil) 1650'de 100 milyon iken 1750'lerde 170
milyon ve 1800'lerde 200 milyonun üzerine çikmistir.
Nüfustaki bu
hizli artisin temel nedenleri özellikle asi tekniklerinin kullanimi ile ölüm oranlarinin hizla düsmesi, beslenme yapisinin gelismesi ve kadinlarin daha genç evlenmeleridir.
Bu artis mevcut kaynaklar üzerinde agir bir baski olusturmus ve bu durum Thomas Robert
Malthus'un “Nüfus Üzerine Çalismalar” adli eserinde oldukça net bir sekilde su ifadeye kavusmustur. “Nüfusun büyüme hizi, yeryüzündeki kaynaklarin insan kullanimina sunulmasi hizindan fazladir.” Malthus pessimist bir
yaklasimla nüfus artisinin, giderek toplu açlik ve yoksulluk, kitle
hastaliklari ve toplu ölümlere neden olacagini bunun da toplumsal yapinin yok olmasina neden olacagini ifade etmektedir.
Oysa bir kisim
optimist yazarlara (Godwin, Condorcet) göre, bazi seylerdeki anlik kötüye gidis, insan kalitesinin yükselmesi, bilgiye sahip
olma ve bireysel üreticilik anlayislarinin gelismesiyle yerini suçtan ve hastaliktan arinmis, daha esit ve saglikli bir gidisata birakacaktir.
Kennedy'ye göre
Malthus asagidaki 3 sonucu tahmin
edemedi.
1.
Avrupa
nüfusundaki göç. Ingiltere'den 1815 – 1914 arasi 20 milyon kisi
göç etmistir.
Göç genellikle Avustralya, Yeni Zelanda, Amerika
ve Kanada'ya olmustur.
2.
Avrupa,
özellikle Ingiltere tarimindaki gelisme.
“ Tarimsal Devrim” yeni
ürün, verimli yetistirme ve büyük miktarlardaki üretim, bu
konudaki açigin kapanmasini saglamistir.
3.
Sanayi
Devrimi. Özellikle Ingiltere'de baslayan bu gelisme,
verimliligin artmasina, yeni istihdam olanaklarina ve insanca yasama
yollarinin ortaya çikmasina yol açmistir.
Bütün bunlar
insanlarin sahip oldugu satin alma gücünün nüfus artisindan çok daha hizli artmasini getirmistir. 19. yüzyilda Ingiltere Nüfusu 4 kat artarken ulusal üretim 14 kat artmistir.
Böylece nüfus
artisi korkusuna teknolojideki
gelisim ve teknolojinin gücü cevap olarak çikmistir.
Ancak Avrupa ve
Amerika için geçerli olan bu durum Dünyanin diger kismi için geçerli degildir. Nitekim Afrika, Orta
Amerika, Orta Dogu, Hindistan ve Çin'de bu konunun muhatabi insan
sayisi milyarlar
düzeyindedir. Bu
da Dünya nüfusunun yaklasik
¾'üdür.
Dolayisiyla
siyasilerin önündeki temel soru “nüfusun gücünün (artisinin)” getirdigi taleplere “teknolojinin gücü” kullanilarak nasil cevap verilecegidir.
Kitabin 1.
bölümünün 1. kisminda global nüfus patlamasi ve yarattigi etkiler, 2. ve 3. kisimda yeni teknolojiler,
(Kompüterler, telekomünikasyon, uydular gibi) is dünyasina etkileri, 4. kisimda biyoloji ve tarimsal teknolojilerin gelisimi ve etkileri, 5. kisimda robot endüstrisinin çagdas vurgusu, 6. kisimda çevreye verilen zararlarin sonuçlari ve 7. kisimda da tüm bu degisim ve gelisimlerin çagdas ulus – devletine olan etkileri
anlatilmaktadir.
2. bölümde; ortaya çikacak yeni ihtiyaç ve
taleplerin Dünyanin degisik
cografi bölgelerince nasil karsilanabilecegi anlatilmakta,
3.bölümde ise degisiklik gereksinmesi karsisinda insanligin 21. yüzyila nasil hazirlanabilecegi
ve bu yüzyila dogru
toplumlarin
kendilerini degisiklige nasil adapte edebilecekleri
tartisilmaktadir.
2. NÜFUS PATLAMASI
BM'ye göre
“dogumun ölümü ikamesi” düzeyine “global replacement
fertility” 2045
yili civarinda ulasilacaktir. 2025'te 8.5 milyar insan
dünyada yasayacak, belki de 9.4
milyara ulasacaktir. Dünya Bankasina göre 21. yüzyilin ikinci yarisinda dünya nüfusu 11 milyar düzeyinde
sabit kalarak yukaridaki düzeye erisecektir. Gelismis ülkelerde nüfus sabit (hatta bir miktar
azalacak) kalmasina ragmen gelismekte olan bölgelerde hizli bir yükselis olacaktir. Çin bugünkü 1.3
milyardan 2025'te 1.5 milyara ulasacak bugünkü 853 milyonluk Hindistan
ise 2025'te 2 milyara ulasarak en kalabalik ülke olacaktir. Pakistan, Endonezya,
Brezilya, Meksika, Iran bu ülkeleri takip edecektir.
Gelismekte olan ülkelerde kentli nüfusu bugünkü %32'den 2025'te % 57'ye ve
1.4 milyardan 4.1 milyara ulasacaktir.
Endüstrilesme ve tiptaki gelismeler bu durumu ortaya çikarirken, bir önemli faktör olarak, bu durumu ve
tahminleri geriye dogru etkileyecek olan AIDS
olayi
karsimiza çikabilir. Nitekim 1988'de
100.000 olan Afrikali AIDS'li sayisi 1990'larda yillik 2 milyon ölüm düzeyine
erismektedir. 2010 civarinda Afrika için söylenen söz “ölen insan sayisinin dogan'dan fazla” olacagidir.
Ancak bu durum
gelismekte olan ülkelerin artan nüfusunun nasil kalite yükselmesine ugrayacaginin cevabi degildir. Nitekim yeni gelisen pasifik havzasi gibi, ülkeler örnek gösterilse de bu ülkelerdeki kalifiye isgücü, uygun cografi konum, dis dünyayi kolay algilayabilme ve dis dünyaya açiklik mesela Zaire, Iran, Mali, Afganistan,
Etyopya vb. ülkelerde yoktur.
1960'larda
nüfus artisi ile ekonomik gelisme arasinda negatif bir bag kurmak oldukça yaygindi. Ancak, 1980'lerin
revizyonist yaklasimcisi Julian Simmon'un “Ultimate Resource” kitabinda da ifade ettigi gibi” kisi basina gelir, geliserek büyüyen bir nüfusta,
her seyiyle sabit kalmis bir nüfusa göre daha yüksek olacaktir.”
Ancak nüfus
artisinin, statik kalisinin etkileri vardir. Örnegin, artan nüfus (eger üretici düzeyde kalifiye degilse) yeni ulasim, barinma, saglik ve egitim gibi ihtiyaçlari getirir. Bu da az gelismis ülkelerde yerine
getirilemeyecek taleplerdir. Azalan nüfus ise ulusal savunma
sistemini, sosyal güvenlik sistemini ve genç nüfus eksikligi dolayisiyla ekonomik rekabet gücünü zayiflatir ve azaltir.
3. iLETISIM VE FINANS DÜNYASININ GELISIMIYLE ÇOK ULUSLU
SIRKETLERIN
YÜKSELISI
Bu bölümün
temel konusu “ üretimi ve dagitimi esit olmayan sekillerde olsa bile, Dünya ekonomisinin her geçen gün tüm dünyada daha büyük zenginlik yaratici sekilde gelistigi ve entegre oldugu gerçegidir.”
Dünya ekonomisi
1945'ten bu yana, hiçbir dönemde olmadigi kadar büyümüstür. GSMH dünya genelinde 1950 – 80 arasi 2 trilyon $'dan 8 trilyon
$'a çikmistir. Ancak bunun gelismis ülke insanina yansimasi gelismekte olan ülke insaninkinden çok daha fazla olmustur. 91'de kisi basi gelir Isviçre'de 36.300, Japonya'da
32.600, Almanya' (Bati)'da 27.900 Dolar, Hindistan'da 360, Nijerya'da 278
Dolardir.
ÇUS (Çok uluslu sirketler), 2 savas sonrasi dönemde, I) korumaciligin azalmasi, II) ABD'nin altin standardi esasli ticaretten vazgeçmesi, III) para akisinin ülkeler arasi kontrolünün
azalmasi sonucu ortaya çikmis; bu da dünya ticaretinin akiskan hale gelmesine ve ülkelerarasi sermaye hareketlerinin yogunlasmasina neden olmustur.
Bu finansal
gelisme, finansal araçlarin kendi aralarinda ticaretini de ortaya çikarmistir. 1980'lerde dünya toplam
ticaretinin %90'inin, mal ticareti veya üretim yatirimiyla ilgisi olmayan finansal yatirimlar oldugunu müsahede ediyoruz. Bunun
sonucu olarak bir sürü sirketin ulusal olmaktan çikip uluslararasilastigini görüyoruz.
Iletisimin gelismesi ve sinirlari asmasiyla, bilgi ve açiklik saglanmis, bu da gerçek, dürüstlük ve demokrasi ilkelerinin
yerlesmesine neden olmustur.
4. DÜNYA TARIM VE BIYOTEKNOLOJI DEVRIMI
Globallesmenin zengin ülkelerde bir amaç olarak ortaya çikmasi, fakirlerdeki nüfus patlamasinin önüne
geçmemistir. Ancak daha önceki yillarin tam tersine 1950'den beri dünya gida üretimi nüfus artisinin önünde artis göstermistir.
Bunun da
nedeni, gelismis mekanizasyon teknikleri, gübreleme yöntemleri, yeni tür ürünler, geleneksel ürünlerin yeni tohumlama
yöntemleri vb. gibi gelismeler sonucu ortaya çikan üretim artislaridir. Bu durum tüm nüfus arzinin gida ihtiyaçlarini çözmemis, ancak yeni alanlarin tarim üretimine açilmasi “Orta Bati Amerika Platolari gibi”, çiftçi ve üretim verimliliginin
artirilmasi (Dogu Asya'da
pirinç
üretimi için
kullanilan
gübrenin % 40'i bilinçsiz uygulamadan dolayi heba olmakta, üretilen pirincin % 20'si toplamadaki beceriksizlik
veya yetersizlik nedeniyle israf edilmektedir.) pazarlara kolay giris gibi yöntemlerle fakir dünyanin üretimi çok artacaktir. Ancak geleneksel yöntemlerin yetersiz kalacagi açiktir. Bu durumda üretimi
artiracak tek çözüm “Biyoteknoloji” olarak ortaya çikmaktadir. Biyoteknoloji,
yeni ürünlerin ortaya çikisini ve mevcutlarin gelistirilmesini, yeni pazarlarin açilmasini, üretim ve servis
maliyetlerinin düsürülmesini ve uluslar arasi ticaretin seklinin degismesini saglayacaktir. Böylece biyoteknoloji, buhar
ve elektrik enerjisinin kesfi gibi bir etki saglayacaktir.
5. ROBOT ENDÜSTRISI, OTOMASYON VE YENI SANAYI DEVRIMI
Taylor ve Ford'un
gelistirdigi “just in time” (zamaninda) üretim modelinde ana faktör insandir. Simdilerde ise üretim yapan isçilerin yerini verimliligi artirmak amaciyla “robot”larin aldigini görüyoruz. Otomasyon, birkaç süpervizör mühendisin disinda, fabrikalarda hiç isçi kalmayacak sekilde ilerleyecek gibi görünüyor. Sanayi köleleri isçilerin yerini, Çek dilinde köle anlamina gelen “robotnik” kelimesinden türemis, ancak tümüyle metal ve elektronik ürünü isçilere yani robot'a birakmistir. 3 tür robot gelismistir. I) Sanayi robotu (üretim için
kullanilir) II) Saha robotu (bir seyi
gözlemlemek,
insanin yapamadiklarini yapmak, örnegin itfaiye hizmeti, maden diplerine
girmek, denizdibi çalismasi, radyoaktif alan çalismasi amaciyla kullanilir.) III) Suni-zeka (bilgi
bazli
sistemler) robotlari, (üçüncü kusak
robotlardir.) Robot endüstrisinin dolayisiyla otomasyonun hizla gelismesinin nedeni, insan
istihdam etmenin getirdigi ilave maliyetler, robot
kullaniminda gerekmemektedir. Örnegin, isitma ve sogutmaya robotun ihtiyaci olmayisi, karanlik ortamda çalisabilmesi, yorulmamasi, uyku ihtiyaci olmayisi, yeniden
programlanabilmesi ve dolayisiyla baska islerde de kullanilmasi, malzemeyi istenilen ölçüde tüketmesi, israf etmemesi
gibi. (otomotivde robot boya kullanici insandan % 30 daha az boya tüketiyor.)
Bütün bunlar
üretim isleminin otomasyonu denen
yeni bir sanayi devrimine dogru gidisati getiriyor.
Tarimsal ve
sanayi devriminin getirdigi yeni teknolojilerin nüfus problemi üzerinde olumlu/olumsuz
etkileri olmakla birlikte, Kuzey ve Güney yarimküreleri arasindaki gelismislik farkinin yok edilmesine ve nüfus problemine kesin çözümler getirmeye uzak kaldigi da bir gerçektir.
6. DOGAL ÇEVRENIN IÇINDE BULUNDUGU TEHLIKE
Zengin
toplumlar neden gelismekte olanlarin fakirlik ve nüfus artisi gibi sorunlari konusunda
endise ediyorlar? Bunun nedeni çevre sorunu olup Güney yarimkürede bu konudaki
olumsuzluklarin Kuzey'i rahatsiz etmesidir. Güneydeki nüfus artisinin getirdigi hizli kalkinma istegi, çevresel etkilerini düsünmeden agir sanayi bazinda endüstriyel yatirimi tesvik etmis, bu da Güneyde ormanlarin yok olmasina, hava kirliligine, su kirliligine, asit yagmuru vb. problemlere yol açmistir. Bunun neticesi tabii ki
bütün dünyayi etkileyen çevre problemlerinin ortaya çikisidir. Bunun önüne geçmenin yolu, gelismekte olan ülkelerin gelismislerce modern teknolojilerin (çevreye uygun) transferi
konusunda desteklenmeleridir. Bu da Kuzey'in Güney'e bu tür bir
sanayinin olusturulmasi için kaynak aktarimini gerektirmektedir. Son
BM tahminlerine göre, gelismekte olan ülkelere her yil 125 milyar $ yardimin, çevreye uyumlu
teknolojilerin gelistirilmesi için yapilmasi söz konusu olmalidir. (Bu tutar, bu ülkelerin bir yilda tüm dünyadan aldiklari her türlü yardimin yillik tutarindan 70 milyar $ daha
fazladir.) Bu
saglanmadigi takdirde dünyanin gelecegi ile ilgili güzel tahminlerin yapilabilmesi söz konusu olamayacaktir.
7. ULUS — DEVLET'IN GELECEGI
17. ve 18.
yüzyillarda baslayip 20. yüzyilda olusumunu tamamlamis olan ulus-devletin varligi, 21. yüzyila dogru çesitli gelismelerle tehdit edilir duruma gelmistir.
Bunlardan biri
üretim ve isgücü üzerindeki uluslar arasi bölüsümdür. Üretimin ve isgücünün bulundugu ülke artik önemli degildir. Nereden ucuz üretim ve isgücü saglanirsa oraya gidilmektedir.
Finansal degisim bir diger tehlikedir. Mali araçlarin global hareketi
devletlerin kendi paralari üzerindeki kontrol
mekanizmalarini giderek etkisizlestirmektedir. Sonuçta,
devletler ve uluslarüstü bir “supra/transnational” ticaret sistemi ortaya çikmaktadir.
Burada ulusal
güvenlik kavrami ortadan kalkmamaktadir. Ancak çesitli sekillerde birlesmis bir dünyada ulusal güvenlik , uluslararasi düzen veya dünya güvenli düzeninin ayrilmaz bir parçasi olmaktadir.
Bütün bu gelismeler “ulus-devlet”in gerekliligi konusunda sorular
getirmektedir. Ulus- devletin sahip oldugu otorite artik giderek uluslar arasi kuruluslara geçmektedir. Bunun nedeni de dünya düzenini tehdit eden her seyin önüne, bütün dünyanin isbirligi ile geçilmek istenmesidir.
Ancak,
ulus-devletin gücü ve fonksiyonlari erozyona ugramis olsa bile, onun yerini
tutacak yeni bir kurumun olusmadigini görüyoruz. Böylece ulus-devletin
bireylerinin, bu devletin kurumlariyla birlikte, kendilerini
21. yüzyila nasil hazirladiklari ve 21. yüzyila dogru meydana gelen uluslar ve
devletler üstü problemlere nasil cevap verecekleri önemli bir konu olarak
ortaya çikmis ve halen de süregelmektedir.
BÖLÜM 2 — BÖLGESEL ÇIKISLAR
8. 2000'IN
DÜNYASI
IÇIN
JAPON PLANI
Dünyada 3 tane
ticaret bloku vardir, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya. Japonya, birçok düsünüre göre, kendisini 21. yüzyila en iyi hazirlamis ve bu yüzyilin olusumlarina en kolay yanit verebilecek ülkedir.
Japonya'nin 2
Dünya Savasi'ni müteakip gösterdigi gelismenin nedenlerinden biri, egitim sistemidir. Bu sistem,
insanlarin birey olarak motive edilmesi yerine, bir grup, bir ekip üyesi
nosyonu ile yetistirilmesi esasina dayanir. Standart zeka testi
sonucu; ortalama bir Japon ögrencinin skoru 117 iken Amerikali ve Avrupali esdegerininki 100'dür. Japonya'da 1 milyon kisiye 60.000 bilim adami düsmekte olup toplam bilim
adami
sayisi 800.000'dir. Bu da
Almanya, Fransa ve Ingiltere'nin toplamindan daha
fazladir.
Endüstriyel alanda, Japon mentalitesi uzun yillar sonra geri dönüsü olacak yatirimlar yapmaktir. Bu konuda Devlet sonsuz
kaynak saglamistir.1 Amerika'da bu tam tersi
olup en kisa zamanda geri dönüslü yatirimlar tercih edilmektedir.
Uzun dönemin sonunda son derece rekabetçi
ürünler ortaya çikmis bu da dev sirketler yaratmistir. Sonuç hizli bir büyüme ve gelismedir. Örnegin 1951'de Japon GSMH'si ABD'nin 1/20'si, Ingiltere'nin 1/3'ü iken simdi ABD'nin 2/3'ü ve Ingiltere'nin 3 katidir. Bu gelismeye katkida bulunan bir diger faktör de Japonya'nin ulusal savunmaya harcadigi paradir. Bu miktari GSMH'nin %1'I DIR: BU ORAN ABD'de % 10'lar civarindadir. Bu da ilave fonlarin endüstrinin desteklenmesi için kullanilmasini saglamistir.
Japonya'nin bu
ticari basarisinin en önemli kurbani
ABD olmustur. Hatta ABD'nin Japonya
ile olan ticaret açigi son yillarda yillik ortalama olarak 40-50
milyar Dolar düzeyine varmistir.
Japonya'nin
büyümesini yavaslatacak faktörleri de göz ardi etmemek gerek. Bunlardan
biri nüfus yapisindaki degisimdir. Yani 21. yüzyilin baslarinda Japon yasli nüfusu çok artacak, buna mukabil yüksek tasarruf oranli üretici kimlik giderek
azalacaktir. Bu da devasa ülke içi yatirim yapan Japon sirketlerinin maliyetlerin düsük oldugu ülkeler üretimlerini transfer
etmeleri sonucunu doguracak, neticede Ingiliz ve Amerikalilarin 1900 ve 1950'lerde yasadigi transformasyon sonucu
Japonlar “üretim kültürü”nü giderek kaybedeceklerdir.
Ancak ne olursa olsun, 2000'e 10 kala yüksek sermaye birikimi ve
bunun getirdigi büyük yatirimlari, finansal sektördeki dünya liderligi, dev üretken firmalari ve disiplinli çaliskan nüfusu ile 21. yüzyilda en hazir dünya ülkesi görünümünü bir tek Japonya
vermektedir. Bazi düsünürlere göre, a)yasli nüfusun giderek artmasi ve genç nüfusun arkadan azalan
oranlarda gelmesi, sosyal güvenlik sisteminin finansmanini devletin üstüne
yikacak, b) ekonomideki isgücü bu oransal kötülesme nedeniyle azalacak, böylece Japonlar baska ülkelerden isgücü kabul edecekler veya baska ülkelere üretim birimleri kuracaklar,
c) Japon isgücünün maliyetinin yüksek olmasi ucuz üretim yerlerine kayisi hizlandiracak, gibi sebepler Japon
ekonomisini sonuçta bir “rantiye ekonomisi” haline getirecek, ve
ekonomik gücü azalan bir Japonya ortaya çikacaktir. Bu da saniyoruz ki
Viktorya Ingiltere'sinin düsüsüne çok benzeyecektir. Bu
teoriye karsi çikanlara göre, Japon endüstrisinin robot kullanimi, baska ülkelerde yatirim yapmayi ve isgücüne ihtiyaci ortadan kaldiracaktir. Robot kullaniminin giderek artmasi (halen dünyadaki robot nüfusunun
¾'ü
Japonya'dadir.) Japon endüstrisinin kendisini 21. yüzyila hazirladiginin en önemli göstergesidir. Bir diger karsi görüs ise; Japonya'nin sofistike robotlardan
ziyade, ki bu robotlar bir sürü problemin üstesinden gelebilir, vizyon
ve politik liderligi olabilecek insanlara
ihtiyaci oldugudur. Bu da Japonya'nin dünyada bugün ve yarin çok daha iyi faaliyet gösterebilmesine yol açacaktir.
9. HINDISTAN VE ÇIN
Bu iki ülke
için en önemli konu, nüfus faktörüdür. Hindistan'in nüfusu 853, Çin'inki
1.135 milyon
olarak bugünkü dünya nüfusunun % 37'sini teskil ederler. Nüfus tahminlerine göre 2025'te bu ülkelerden her biri 1.5
milyarin üzerinde bir nüfusu barindiracaklardir. Bu da dünyanin yaklasik %35'i düzeyinde olacaktir.
3 milyari askin bu nüfusun üretim ve ihtiyaçlari, global enerji kullanimini, gida ihtiyacini ve çevreyi çok önemli boyutlarda
etkileyecektir.
Her iki ülke de
80'li yillarda %4 ile %10'lar arasinda büyüme hizlari yakalamislardir, Çin'inki daha istikrarli olarak ortalama 8'lerde
dolasmistir. Bunun nedeni olarak,
daha otoriter ve merkezi yapidaki sosyalist rejim görülmektedir. Sosyalist rejim,
kaynaklarin merkezi dagitimini saglamakla sinirli ölçüyü herkese uygulamistir. Böylece gelir dagilimi istikrarli olmus, bu da, ekonomik büyümeye
ayni biçimde yansimistir.
Tek çocugu tesvik gibi özetlenebilecek Çin devlet politikasinin hedefi 2000 yilinda 0 “sifir” nüfus artis hizidir. Ancak bu da bu politikanin en hararetli savunucularini bile, 2035'lerde 60 yas nüfusunun 20 yas nüfusunun iki kati olacagi tahminini gördükçe, oldukça korkutmaktadir.
Hindistan için
de sorun asagi yukari aynidir. 1950'lerde kadin ve erkek için ortalama ömür 31-33 yil ise de 1980'lerin sonunda
bu oran 58'lere gelmistir.
Her iki ülke de
tarim ekonomisine dayalidir. Hindistanda GSMH'nin %30'u Çin'de ise toplam isgücünün %80'i tarimsal kaynaklidir ve tarimda çalismaktadir.
Çin'deki
endüstriyel gelisme Deng'in ekonomik
liberalizasyonu ile baslamis, 1980'de 9 milyar $ olan yillik
ihracati 1989'da 37 milyar $'a çikmistir. Bu da Hindistan'in ihracat rakaminin neredeyse 2 mislinden
fazladir ve 2000'in baslarinda bu tutarin da 4'e katlanmasi beklenmektedir.
Bu büyümenin
%90 nedeni, kiyi bölgelerindeki serbest bölgelerden kaynaklanmaktadir. Çin'in
iç bölgelerinde durum hemen hemen Hindistan'in aynisidir. Çin ekonomisinin bir
yüzü Bulgaristan'a benzerken öteki yüzü Taiwan'a esdeger görünümünde olmustur.
Çin ve
Hindistan kisi basi gelir, okur yazar orani ve kamu sagligi açisindan az gelismis olmakla birlikte askeri açidan büyükler arasina girerler. Kara
kuvvetlerinin büyüklügü yaninda her ikisi de nükleer silah kapasitesine
sahiptirler. Dolayisiyla kaynaklarinin önemli bir kismi “nonproductive” yatirimlara gitmektedir.
Bütün bunlara
ragmen her iki ülkede de çok zengin bir “insan sermayesi” mevcuttur. Ancak bu
sermayenin üretken olabilmesinin yolu kaliteli egitim, kalifiye, yetismis mühendisler ve bilim adamlarinin varligindan geçer. Oysa her ikisinde de
insan varligi ülkelerin gelismekte zorlanmalarina neden
olmaktadir. ABD ve Japonya'da GSMH'nin
%6'si egitime ayrilirken bu oran Hindistan ve Çin'de % 3-4 civarindadir. Her ikisinde de
kaynaklarin önemli kisminin silahlanmaya ayrilmasi çok önemli ve büyük üretime yönelinmesini engellemekte,
bu da önemli orandaki kitlenin issiz
kalmasina yol açmaktadir.
Çin ve
Hindistan'in içinde bulunduklari bu durum “ulusal birligin” sürdürülüp sürdürülemeyecegi problemini de ortaya çikarmistir. Iyi yetismemis, nispeten aç olan büyük kitlelerin bir süre sonra
sorunlar çikarabilecegi açiktir. Komünist Çin'de bu tür
yaklasimlari otoriter rejim sayesinde
geciktirmek mümkündür. Ancak 25 degisik kültürün yasadigi demokratik Hindistan'da
durum daha zordur.
21. yüzyila
nasil hazirlandiklarina gelince, her iki ülke de askeri açidan bölgesel güç
olarak yükselmektedir, ancak ekonomik, politik ve sosyal açidan durum oldukça
belirsiz ve karisiktir. Durum açik olsa bile gelismis dünya için tek çözüm yolu, sermaye, teknoloji,
beyin gücü gibi sahip olunan degerler kullanilarak bu iki ülkenin fakirlikten
kurtulmasi konusunda yardimci olmaktir. Bunun neticesi, hem Çin, hem de Hindistan, ne
askeri, ne politik, ne çevresel etkiler açisindan dünya için tehlike olmaktan çikacaklardir.
Aksi takdirde
bu iki ülkede kaynaklanan sorunlar lokal olmaktan çikip genel olacaktir.
10. GELISMEKTE OLAN DÜNYANIN KAZANANLARI VE KAYBEDENLERI
Daha önceki
zengin ve fakir dünya ayrimi kavrami geçerliligini yitirmekte ve farkli bölgelerdeki farkli gelisme biçimleri ortaya çikmaktadir. Buna en çarpici örnek Pasifik Havzasi'dir.
1962'de Dünya
GSMH'nin %9'u bu bölgede üretilmekteyken bu oran 1982'de %15'e yükselmis olup 2000 yilinda ise bunun %43'e yükselecegi tahmin edilmektedir.
Bu bölge I)
Japonya, II) “Asya kaplanlari” denen ve Singapur, Tayvan, Hong Kong ve Güney
Kore olusan, III) “Yeni Sanayilesmis Ekonomiler” “NIE”s adiyla da anilan ülkeler, Tayland, Endonezya,
Malezya ile IV) Vietnam, Kamboçya ve Kuzey Kore'den olusan komünist ülkelerden olusmaktadir.
Bu ülkeler ayni
gelisme biçimini takip etmisler, vaktiyle Japonya'nin taklide dayanan ucuz üretim biçimlerini uygulamislar, sermaye birikimi sagladikça da teknoloji yogun endüstrilere yatirim yapmislardir. Bu ülkelerin nüfus, yönetim biçimi ve tarihsel konularda
farkliliklari olsa bile bu gelismeyi açiklayacak bazi temel ortak özellikleri bulunmaktadir. Bunlardan birincisi, egitim sistemleri üzerindeki Konfüçyüs
geleneklerinin etkisidir.
Bu geleneklere
göre azami sayidaki insanin egitim görmesi saglanmistir. Örnegin yüksek ögretim düzeyinde Güney Kore'de 1.4 milyon ögrenci varken bu rakam Iran'da 145.000'dir. (Türkiye'de Açik ögretimde 289.745, meslek
yüksek okullarinda 147.960, 4 yillik fakültelerde 311.145 toplam 748.850'dir.)
Ikinci faktör ise bu uluslarin tasarrufa çok düskün olmalaridir. Bu devletler gelisme asamasinda, halk tüketimini ithalat üzerine agir vergiler koyarak ve içerde lüks üretimi engelleyerek
sinirli tutmaya çalismislar, bu da kisisel tasarruflari artirmistir.
Üçüncü faktör,
gelismenin ardindaki siyasi çerçevedir. Hükümetler gelisme esnasinda büyük oranlarda sübvansiyon, çesitli sekillerde tesvikler, korumacilik gibi yöntemleri tercih ettiler ve
hiçbir zaman “laissez-faire” yöntemi izlemediler .
Sendikalar
sinirli kurallarla hareket edebildiler, Demokrasi tam anlamiyla uygulanmadi, hatta hepsinde tam demokratik
seçimler 5-7 yillik geçmise sahiptir.
Dördüncüsü ise,
ihracata dayali büyüme öngörülerek her türlü araçla desteklenmesidir. Bütün
üretim yöntemleri yabanci tüketicilerin ne isteyebilecegi ilkesinden hareketle belirlenmis ve tümüyle döviz kazanmaya yönelik üretim yapilmistir.
Son olarak ta,
bu ülkelerin önünde Japonya gibi bir modelin olusu taklit etmeyi gündeme getirdi ve is daha da kolaylasti. Sonuçta bu ülkeler dünyanin baska bölgelerindeki gelismekte olanlardan, bugün, hem zenginlik hem de sagliklilik açisindan çok ileri durumdadir.
Latin Amerika
ise, 1970 ve 80'lerin ilk yarisinda sürdürdügü gelismeyi devam ettirememis hatta bazi ülkeler 10 yil önceki hallerinden daha da
geriye gitmislerdir. Bunun nedenleri
yukaridaki örnegin tersidir. I) Ihracata dayali gelisme yerine iç piyasaya dayali ithal ikameci sanayilesmenin tesviki, II) Ekonomik gelisme iç tasarruf yerine büyük oranda dis borca dayandirildi. Hükümetler sadece altyapiyi degil devlet eliyle büyümeyi de tesvik etti. Bürokrasi ve orduya paralar büyük oranlarda aktarildi. Dis borçlarin ödenme dönemi ile
birlikte durum kendini enflasyon olarak gösterdi ve bu giderek kroniklesti. Bu gelismeler neticesinde, dis borç bagimliliginin da etkisiyle, IMF, Dünya Bankasi, Washington ve diger bankalarin baskisi sonucu askeri diktatörler isbasina getirildi.
Sonuçta
1980'ler kayip yillar olarak adlandirildi. Ancak 1990'larla birlikte,
demokrasilerin yönetim biçimi olarak uygulanmasi, ihracata dayali büyüme, iç
tasarrufun artirilmaya çalisilmasi gibi yollarla ekonomik ve
siyasal yapi olumlu veriler yansitmaktadir. Ancak
ne olursa olsun bu bölge Pasifik Havza'sindaki gelismeden 10 – 15 yil geride kalmistir. Nasil ki Pasifik'te ki gelisme Japonya'nin etkisi altinda kalmistir, bu bölgede ABD etkisinde
denebilir. Dolayisiyla bu ülkelere yardim eli uzatmak ABD yararina
olacaktir.
Diger bölgelerin tam tersine Ortadogu ve Kuzey Afrika'da ülkelerin gelecegi tümüyle bölgesel problemler ve savas egilimleri tarafindan belirlenmektedir.
Bu durumun
önüne geçmenin yolu, bazi düsünürlere göre, Islam toplumlarina, teknoloji, kisisel yetenek, laiklik, çogulcu parlamenter demokrasi ve medeni
haklarin verilecegi yogun egitim sistemlerinin ögretilmesi hatta zorla
uygulatilmasidir.
Ancak Islam dünyasinin sorununun köklerinin tarihsel mi, kültürel mi oldugu çok açik degildir. Dinin teknolojiyi
geri biraktirmasi ve dinin hosgörüye tahammülsüzlügü gibi yaklasimlar, Islam'in matematik, tip ve bilimin diger alanlarindaki önderligi düsünüldügünde geçerliligini yitirmektedir.
Burada su ortaya konulabilir. Dünyada önemli ölçüde agirliga sahip olmus olan Islam, bati için önemli bir hedef idi ve bu
da 1. Dünya Savasi ile Islam'in çöküsü biçiminde sonuçlandi. Böylece her bölgede kendini gösteren kalkinmaya gelismis ülke destegi, söz konusu
Ortadogu olunca,
silah ve politik
destek sekline
dönüsmüs, bu da
ülkelerin
silaha ve askere para harcamasini, birbirlerini tehdit olarak görmesini ve
ekonomik geri kalmisligi getirmistir. 21. yüzyila dogru Ortadogu ve Kuzey Afrika ülkelerinin içinde bulunduklari demokrasisizlik, otoriter
devlet bürokrasisi, üretimin endüstriye yönlendirilmeyisi (daha çok geleneksel üretimleri sürdürme egilimi, petrol, hali vb. gibi), dinin bati tipi oryantasyona engel teskil edisi ve ülkeler, hatta kabileler
arasi
çatisma ortami, silaha harcanan ulusal
kaynaklar, gibi nedenlerin yarattigi durum, çok parlak görünmemektedir.
11.SOVYETLER BIRLIGI VE DAGITILMIS IMPARATORLUK
Sovyetler Birligi yapisinin temelindeki problem 3
boyutlu olup, her biri bir digerine neden olmakta idi.
Sovyet
sisteminin “politik mesrulugu (beceriksizligi)” “ekonomik ve sosyal krizlere” neden olmus, bu da “etnik ve kültürel” iliskileri bozmustur. Sonuç tam anlamiyla kaostur. 20. yüzyilin ikinci ve üçüncü çeyreginde büyüyen Sovyet ekonomisi son çeyrekte gerilemistir. Ilk yaridaki büyümenin nedeni ise ucuz isgücü, ucuz enerji ve hammadde
bollugudur. Rus kültürü her zaman kalite degil miktar egilimli olmustur. Bu Deli Petro'dan beri
böyle
ola gelmistir. Ancak “mass production” için kaynaklar azalinca veya maliyetler artinca
veya verimsizlik alabildigince ortaya çikinca, bu toplumu kaliteye dogru çevirmek mümkün olmamistir. Bu da çok övündükleri 70 yillik “bilimsel sosyalizm” in iflasi ile kendini göstermistir.
“Perestroika”
bu durumun tersine çevrilebilecegi
ve gelismenin tekrar saglanabilecegi amacinin bir ifadesi olarak ortaya
çikmistir. Ekonomik gelismenin siyasi degisimle birlikte gitmesi gerekiyordu ve
kapitalist bir yapidan sosyalist bir rejime geçis konusunda dünyada örnekler varken, bunun
tersinin nasil olacagi gayet belirsizdi.
Sovyet
deneyindeki basarisizligin en önemli sonuçlarindan biri de etnik ve kültürel farkliliklar ile “milliyetçilik”in yeniden ortaya çikisidir. 15 bagimsiz federal devlet ve çesitli düzeylerde otonom olan 53
etnik gruptan olusan imparatorlugun dagilmasi için bu yapinin da çözülmesi gerekiyordu. Su andaki krizin sonsuza dek
sürmeyecegini kabul etmekle birlikte,
derin yapisal ve köklü problemlere kimsenin çözüm önermedigi veya önerilen çözümlerin de problemleri çözemeyecegi açiktir. Bu belirsizliklerden
dolayi Batili düsünürler eski Sovyetlerin içinde bulundugu durumun muhtemel sonuçlarini tahmin etmeye çalismaktadirlar.
Bunlardan çok
azi, politik liderligin ülkeyi dogru yönetebilecegi, ekonominin kendine
gelecegi eski Cumhuriyetlerle iliskilerin liberal bazda gelisecegini ummaktalar.
Orta düzeyde
iyimser bir yaklasim da, Moskova'nin Cumhuriyetler üzerindeki etkisinin
nispeten azalacagini, Commonwealth toplulugunun devam edecegini ve liberal ekonomik
uygulamalarin giderek daha iyi neticeler verecegini, ifade etmektedir.
Daha kötümser
bir yaklasim ise, problemlerin bir iç savasa yol açacagi ve bunu da bir tutucu
darbenin izleyecegidir. Burada sunu söylemek mümkündür: Hiçbir yeni cumhuriyet global
degisim rüzgarlarina, diger bölgelerdeki gibi, ayak
uyduracak güce ve yapiya sahip degildir.
Çagdas ülkelerdeki gelismenin buralarda nasil olacagi oldukça belirsizdir. Eski Sovyet
topluluklarinin birer enformasyon
toplumuna dönüserek 21. yüzyili karsilamasi simdilik mümkün görünmemektedir. (Örnegin 1987'de tüm SSCB'de 100.000
bilgisayar varken ABD'nin yillik üretimi 5 milyon civarinda idi.
ORTA VE DOGU AVRUPA
Sovyetlerde
olan tüm gelismeler “Perestroika” ve “Glasnost” dahil Orta ve Dogu Avrupa'da önemli
sonuçlara neden olmustur. Serbest seçimler, serbest piyasa
ekonomisi politikalari, Varsova Pakti'nin çöküsü ve bazi bölge ülkelerinin AT'na üyelik basvurulari bu gelismenin en önemli sonuçlaridir. Yeni dünya düzenine kolay adapte
olabilecek Macaristan, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri, Dogu Almanya ve Polonya ise, daha zor ve
yavas adapte olacaklar olarak
ta, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk görülmektedir. Bunun nedeni de
birinci gruptaki ülkelerin, yetenekli, ihtirasli ve egitimli insan kaynagi, uzun yillara dayali
endüstriyel üretim gelenegi ve bilim alanindaki alt yapilarinin çok önemli kaynaklar olarak
ortaya çikmasidir. Bu tabii ki 21. yüzyila hazir olmak için yeterli degildir, ancak 21. yüzyila hazir olabilmeye aday olmak için yeterlidir.
12. AVRUPA VE GELECEGI
Politik olarak
sorunlarini asmis, büyük ve nitelikli insan gücüne sahip, ekonomik olarak
zengin, teknolojisi üst düzeyde olan ve askeri açidan ihmal edilemeyecek
seviyedeki bir Avrupa toplulugu 21. yüzyilin belki de birinci gücü olmaya adaydir.
Japonya'nin uluslararasi yatirimlarda, ABD'nin tüketiciye dayali ekonomik
üretimde, Rusya'nin ise silahlanmada uzmanlastigi göz önüne alinirsa, bu üç özelligi de içinde barindiran AT'nun demokratik
zengin ve sosyal anlamda gelismis yapisinin dünyada bir kez daha bir
numara olarak belirecegi ifade edilebilir. Gelecek
yüzyil bir Amerikan yüzyili olmaz ise muhtemelen bir Avrupa yüzyili olacaktir.
Hangi açidan
bakilirsa bakilsin, “bu finansal piyasalar, ekonomilerin büyüklügü, tarimsal üretim, endüstriyel dev sirketler, çevreye duyarlilik, egitim ve kültür gibi toplumsal altyapi vb. olabilir.” Avrupa'nin mevcut durumu hem dünyaya örnektir, hem de 21. yüzyilda, AT'un gelecegi nokta bugünkünden çok daha iyi olacagindan, AT bir dünya örnegi ve ideali olmaya adaydir. Çünkü
gerek ekonomik , gerek kültürel ve gerekse sosyal ve siyasal olarak karsimiza çikan ülkelerarasi, topluluklar arasi veya cemaatler arasi çatisma ve çeliskilerin en iyi ve gelismis biçimde çözümlenmis oldugu sinirlar AT'nun içinde bulundugu ortamdir. Sonuç olarak
bugün oldugu gibi 21. yüzyilda da tüm dünya AT'nun gösterdigi gelismeyi örnek alacak ve bundan
faydalanacaktir.
13. AMERIKAN ÇELISKISI
ABD' nin inisi de, yükselisi gibi düsünürlerin bir çok eser üretmesine sebep olmustur. Bu durumda ABD'nin
güçlü ve zayif noktalarini incelemek gerekecektir.
Güçlü oldugu noktalardan birisi,
askeri güç açisindan ABD her ülkeden daha ileri düzeydedir. Hem teknolojik
silah üstünlügü hem de enformasyonu askeri
anlamda
kullanabilme
anlaminda önünde hiçbir kuvvet bulunmamaktadir. Askeri harcamalarin bu derece
büyük olusu ekonomik açidan gelecek tehditleri karsilama yetenegini azaltmistir. Yeni askeri harcamalar
ekonomiyi önemli zaaflara ugratmistir. 19. yüzyildan beri Amerikan
ekonomisi dünyada en verimli isgücünü barindirmakta idi. Ancak simdi Japonya ve Almanya
bireysel verim açisindan ABD'den öndedir.
1971'de ilk
defa (20. yüzyilda) ticaret dengesi açik veren ülkenin bu açigi 1987'de 171 milyar $'a ulasmis ve 1990'lardan bu açigin kapatilmasi için her yil 100 milyar
$'dan fazla
nakit borçlanmasi öngörülmüs ve böylece vaktiyle dünyanin yardim dagitan ülkesi bugün dünyanin en büyük borçlusu haline gelmistir.
Bu durumun
temel nedeni, dogrudan dogruya ABD'nin sanayi üretim gücünün düsüsüyle ilgilidir. 1990'larda 8
ana üretim
biçiminin
içinde
sadece ticari uçak üretimi ve kimyasal madde üretimi endüstrileri ABD ekonomisine
ticaret fazlasi getirmektedir. 1960 ve 1970'lerde ise
bu 8'de 8 idi. Egitim kalitesinin giderek düsmesi, uyusturucu yayginligi , eglenceye düskünlük, ve kültürel bilinçsizlik ABD'nin inisinin hem nedenleri hem de
sonuçlari arasindadir. Ancak tüm problemlerin neden ortaya
çiktigi çok açik degildir. ABD'nin giderek
etniklere dayanan nüfus yapisi, çevre problemleri, egitim kalitesinin düsüsü, mali piyasa problemleri
ve siyasi yapidaki zayifliklari (Baskan'in Kongre karsisinda zayif olusu, dolayisiyla karar verme mekanizmasinin agir islemesi) nedeniyle ABD'nin 21. yüzyilda kazananlardan biri
olmasi ihtimali oldukça zayif görünmektedir. Dolayisiyla
ABD'de 21. yüzyila hazirlanma, Washington'un planladigi bir amaç olarak degil, kisisel veya küçük birimler düzeyinde bir ideal olarak
kalacaktir.
14. 21. YÜZYILA HAZIRLIK
Economist
dergisi Ekim 1930 sayisinda ekonomideki gelismenin politik gelismeyle paralel yürümedigini, dünya ekonomik açidan tek bir faaliyet alani haline gelirken ülkelerin gitgide küçülüp sayisinin arttigini, milliyetçi düsüncenin egemen hale geldigini belirtiyor ve bu iki zit egilim arasindaki gerilimin insanin toplumsal yasantisinda çatisma, sürtüsme ve kargasa yarattigini söylüyordu.
Gerçekten de bagimsiz ülke sayisi izleyen 60 yilda üç katina çikarken ekonomik entegrasyon
yildan
yila
artarak ticaret, maliye ve teknoloji “tek bir faaliyet alanina” dogru yönelmistir. Sonuç olarak bugünün
global toplumu 60 yil öncesinden daha yogun bir biçimde teknolojik degisim ve ekonomik entegrasyonu geleneksel
politik yapilarla, milliyetçi bilinçle, toplumsal
gereksinimlerle ve aliskanliklarla bagdastirmak zorundadir.
Dahasi, ekonomik
ve politik yapilari birbiriyle uyumlu hale getirme çabalari üç kusak öncesinden pek belirgin
olmayan ancak simdi toplumsal iliskileri, hatta uzun dönemde inanligin varolusunu tehdit eden trendlerle
daha da güçlesecektir.
Bu trendlerden
birincisi ve en önemlisi hizla artan dünya nüfusu ve zengin ülkelerle yoksul
ülkeler arasindaki demografik dengesizliktir. 1930 dan 1990'a dünya nüfusu 2
milyardan 5 milyara çikarken, nüfus yogunlugu da zengin ülkelerden yoksul ülkelere kaymistir. Dünyanin bir tarafinda teknoloji patlamasi,
öte tarafinda ise nüfus patlamasi olmasi
uluslar arasi düzen ve istikrar için iyi bir reçete degildir.
Nüfustaki bu
trend, çevre sorunlarini da beraberinde getirmektedir. Çevre bilinci gelismis ülkeler ne kadar sorumlu
davranirsa davransin, hizla kalkinmak isteyen az gelismis ülkelerin su kaynaklarini, ormanlari, otlaklari kurutmasi, dolayisiyla hayvan ve bitki türlerinin yok olmasi etkilerinin tüm dünyada hissedilmesi kaçinilmazdir.
Bir baska trend de geleneksel islerin yerini tümüyle yeni üretim sistemlerinin almasidir. Bu her ne kadar simdiye degin ekonomik ve toplumsal
kalkinmanin temel etkeni olduysa da, önümüzdeki onyillarda biyoteknolojik
devrimin geleneksel tarimi, robotik devrimin de sinai
istihdami atil duruma getirmesi söz konusu olabilir.
Tarim ve
imalattaki bu transformasyon nüfus patlamasiyla birlesince issiz kalan milyonlarca insanin sehirlere göçmesi, orda da is bulamayinca toplumsal huzursuzluk
hatta siddet yaratmasi olasidir.
Finansal devrim
çogu ülkenin GSMH'sini asan meblaglarin elektronik araçlarla aninda el degistirmesini saglarken, basta televizyon olmak üzere iletisim araçlarinin böylesine gelismesi bilgiyi devlet
tekelinden çikarmis, ulusal sinirlari delik desik etmis, insanlarin zengin uluslarla yoksul
uluslar arasindaki uçurumu fark etmelerine yol açarak göçleri hizlandirmistir.
Bu degisimler sonucunda ülkeler kendi kaderleri üzerindeki kontrolü gittikçe yitiriyor görünmektedir. Geleneksel güç odaklari azalan nüfus, izinsiz göç,
devasa para akisi, tarim ve imalatta yüksek issizlik orani, bilgi gibi sorunlar karsisinda sasirmis durumdadir.
Bu degisimlerin hizi ve karmasikligi göz önüne alinirsa, acaba herhangi bir
sosyal grup 21. yüzyila gerçekten “hazir” midir? Elbette ki bazi
firmalar ve kisiler bu sosyoekonomik gelismelerden yararlanmakta,
daha da kazançli çikacak sekilde kendilerini
ayarlamaktadir. Öte yandan milyonlarca
yoksul, egitimsiz, vasifsiz insanin durumu gittikçe kötülesmektedir.
21. yüzyila en
hazir görünen ülkeler Japonya, Kore, bazi Dogu Asya ülkeleri, Almanya, Isviçre,Iskandinav ülkeleri ve muhtemelen bütünüyle AT'dir. Bu ülkelerin ortak yönleri yüksek tasarruf oranlari, yeni fabrika ve
makinalara yogunlasmis yatirim, kusursuz egitim sistemleri (özellikle
yüksek ögrenim yapmayanlar için), vasifli isgücü ve hizmet içi egitim, mühendis sayisinin avukat sayisindan fazla oldugu bir imalat kültürü, global piyasa için tasarimi iyi katma degeri yüksek üretim ve “görünür” mallarda sürekli ticaret fazlasidir.
Açiktir ki teknik, egitsel, mali kaynaklara ve kültürel dayanismaya sahip ülkeler gelecek yüzyila daha hazir durumdadirlar.
REFORM YAPMANIN GÜÇLÜKLERI
Sistematik
reformun karsisinda iki önemli engel vardir: Birincisi, sözü geçen nüfus ve çevre trend'leri insani umutsuzluga sürükleyecek kadar olumsuzdur. Ikincisi de, alinacak önlemler en siki sekilde hemen simdi uygulanmaya baslasa bile etkisini 25 - 40
yil sonra gösterecektir. Insanlar çok uzun vadede ulasacaklari kesin olmayan genel
menfaatler için kisa vadede kisisel fedakarlik yapmaya hevesli degildirler.
Yapilacak
reformlarda en büyük görev devlete düsmektedir.
Ülke
kaynaklarinda baslica pay sahibi ve kullanici olan,
politikalarda öncelikleri saptayan ve uygulayan, uluslar arasi anlasmalara imza atan hep
devlettir. Reformlarin maliyeti tabi ki yüksektir, ancak Soguk Savas silahlanma yarisinin maliyetine ulasmaz.
Bu kitap,
global degisimleri anlamak amaciyla yazilmis olup yapilmasi gereken degisiklik programlarini anlatan sayisiz teknik çalismalarin ayrintilarina girmemistir. Zaten bu çalismalarin vardigi ortak sonuç sudur: milli tasarrufu arttirmak bütçe açiklarini kapatmak, Ar-Ge'ye agirlik vermek, askeri harcamalari kismak, kisa dönemli kar pesinde kosmaktan vazgeçmek, dünya piyasasina yönelik iyi tasarimli ve güvenilir mal üretmek, egitimle isgücünün kalitesini yükseltmek gibi. Gelismekte olan ülkelerdeki nüfus patlamasini önlemek
için de tek ortak yol vardir: ucuz ve güvenilir dogum kontrol araçlari saglayarak dogurganligi düsürmek. Kisacasi, mesele sorunlara çözüm bulunmamasi degil, uzun vadeli bu çözümlerin uygulanabilmesi için kisa dönemde fedakarlik yapmaya bireylerin ve
politikacilarin ayni derecede isteksiz olmasidir. Ancak teknik çözümle bir
yana, global toplumu 21. yüzyila hazirlayacak genel çabalarin üç kilit elemani
vardir: egitim, kadinlarin toplumdaki yeri ve
politik önderlik.
EGITIM'IN ROLÜ VE KADININ STATÜSÜ:
Geri kalmisligin pek çok sebebi olabilir fakat en
önemlilerinden
biri egitime yeterince agirlik verilmemesidir.
Egitim yalnizca isgücünün teknik olarak yeniden yönlendirilmesi, profesyonel
siniflarin ortaya çikmasi, okullarda imalat kültürünün tesvik edilmesi demek degildir; ayni zamanda dünyamizin neden degistigini, diger uluslarin ve kültürlerin bu degisiklikler hakkinda ne hissettiklerini,
hepimizin ortak yönlerini oldugu kadar kültürleri, siniflari ve uluslari bölen seylerin ne oldugunu derinlemesine anlamak
demektir. Tek basina anlamak ta yetmez; birer
dünya
vatandasi olarak kendimizi ahlak,
adalet ve orantililik
–denge
kavramlariyla donatmak zorundayiz. Köktenci güçlerin açik sorgulama ve tartismayi engelledigi, politikacilarin özel çikar gruplarinin destegini saglamak amaciyla yabancilara ve etnik azinliklara karsi çiktigi, ticari medya ve popülist kültürün ciddi konulari kenara ittigi toplumlarda egitimin global trendlere
derinlemesine anlayis getirme olasiligi çok sinirlidir.
Egitimin rolünün önem
kazanmasi kadinin toplumdaki yeri ile iç içedir. Az gelismis ülkelerde kadinin bastirilmis konumu ile nüfus patlamasi , yoksulluk ve genel
ekonomik gerilik arasindaki yakin iliski yadsinamaz. Kadinin egitimi arttikça daha geç evlenmekte, daha geç dogurmakta ve daha az sayida çocuk sahibi olmaktadir.
Gelismis ülkelerdeki sorun ise dogurganligin azalmasidir. Bunlarda da anneye saglanan çesitli tesvikler yaninda kadinlarin milletvekili ve bakan
olmasi (Isveç gibi) dogumlari arttirmaktadir. Sonuçta demografik denge
için dogumlari fakir toplumlarda azaltici, gelismis toplumlarda arttirici önlemler almada en büyük rolü kadinin toplumdaki yeri oynamaktadir.
POLITIK ÖNDERLIK
Degisimlere ayak uydurmak için alinmasi gereken önlemlerde devletin,
dolayisiyla politikacilarin rolünden söz edilmisti. Politikacilar ise yeniden seçilmek için seçmenlerine hos görünmek zorundadirlar; çikar gruplarini incitmek istemezler. Ancak
gerçeklere
de gözlerini
kapamamalari gerekir.
Dünyanin gidisatina ister iyimser ister
karamsar gözle bakalim, 21. yüzyila hazirligi 3 sebepten dolayi ciddiye almaliyiz.
Bunlardan
birincisi göreceli üstünlüktür. Ekonomik kalkinma insanlarin yasam standardini yükselterek saglik, egitim, dinlenme olanaklarini gelistirir. Teknolojik
yeniliklerin ve ekonomik kalkinmanin sonucu olan bu olanaklar herkese esit dagitilmaz; basarili toplumlarin ödülleridir ancak. Yeni
teknolojileri yaratamayan, yavas veya negatif büyüyen, nüfus arttikça kisi basi geliri sabit kalan veya düsen ekonomiye sahip
toplumlar digerlerine göre dezavantajli konuma geçerler, mutsuz olurlar.
Gelecege yönelik yeni düsünce, yeni egitim, yeni donanim üretememek, tarihe “kaybeden” olarak geçmek demektir.
Ikincisi nüfus ve çevre sorunlarinin kendi haline birakilmakla halledilemeyecegi gerçegidir. Bunun için de sermaye,
bilimsel yaklasim, teknik uzmanlik ile kalifiye ve yaratici isgücü gereklidir.
Reformlar
için üçüncü ve sonuncu gerekçe de politik istikrarsizligi, savas ve siddet tehditlerini ortadan
kaldirmaktir. Sosyal patlamalar (Fransiz,
Rus Ihtilalleri vs.) genelde
birdenbire ortaya çikmaz; depremden önce tektonik tabakalarin sikismasi gibi sürekli artan bir basinç söz konusudur. Toplumdaki
baskilar
–
hizli nüfus artisi, azalan kaynaklar, issizlik, gecekondulasma, egitim yoksunlugu – arttikça, sosyal ve politik
patlamalarin ortaya çikma olasiligi artar, hele bir de sinir, su, toprak gibi
geleneksel çatisma nedenleriyle birlesince. Üstelik iç ve dis savaslari artik yerel diye önemsememek büyük hata olur. Kimyasal,
biyolojik, hatta nükleer silahlar bütün insanligi tehdit etmektedir.
Bu sorunlar
dizisi karsisinda nihayet birer insanoglu olan politikacilarimizdan bir sey beklemek hayalci yaklasim gibi görülebilir. Üstelik belirli
olan tek sey sayisiz belirsizlikle karsi karsiya oldugumuzdur. Gelecegi göremedigimiz için global
trend'lerin felakete mi götürecegini yoksa olaganüstü gelismelerle yolundan mi sapacagini söyleyemiyoruz. Asikar olan, sorunlarin teshisi ve çözümü için politikaci ve bireylerin elbirligi yapma geregidir. Bu gerek yerine
getirilmedigi takdirde dogabilecek kargasa ve felaketlerin tek
sorumlusu yine insanlik
olacaktir.