WALDEN/Ormanda Yasam & Henry David Thoreau

WALDEN/Ormanda Yasam & Henry David Thoreau

Fevzi BOZKURT
Biyografi


Henry David Thoreau

Kedere bir övgü yazmak degil niyetim, sadece ­ her vaktinde tüneginde dikilen bir horoz gibi kuvvetle ötmek ve komsularimi uyandirmak. - Sayfa 103

1.    EKONOMI

izleyen sayfalari, daha dogrusu bu sayfalarin bü· yük bir kismini yazdigim sirada ormanda, herhangi bir komsudan bir mil uzakta, Concord, Massachusetts'te bulunan Walden Gölü'nün kiyisinda kendi insa etti­ gim bir evde tek basima yasiyordum ve hayatimi sade­ ce kendi el emegimle kazaniyordum. Burada iki yil ve iki ay boyunca yasadim. Simdiyse uygar hayatin için­ de yine bir misafir olarak bulunuyorum.

Kasabarnin sakinleri, bazilarinin münasebetsiz olarak nitelendirecegi ama bana hiç de münasebetsiz gelmeyen, hatta kosullar göz önüne alindiginda ga­ yet dogal ve münasip gelen yasam biçimim hakkinda oldukça ayrintili sorular sormamis olsa maceralarimi okuyuculariinin gözüne böylesine sokmazdim. Kimi­ leri ne yedigimi, yalniz hissedip hissetmedigimi, kor­ kup korkmadigiini ve bunlara benzer baska sorular sordular. Digerleri, gelirimin ne kadarini hayir isle­ rine ayirdigiini ve büyük aileleri olan kimileri ise kaç yoksul çocuga yardimci oldugumu ögrenmek için can atmaktaydilar. Bu yüzden, bu kitapta bu sorulardan bazilarini cevaplamaya girismem halinde sahsima özel bir ilgi duymayan okurlariinin affina siginirim.Çogu kitapta "ben" yani birinci tekil sahis bulunmaz, bu kitapta ise birinci tekil sahis bulunacak; benlikçilik bakimindan en önemli farklilik bu olacak. Genellikle bizler eninde sonunda konusanin birinci tekil sahis ol­ dugunu unuturuz. Kendim kadar iyi tanidigim baska biri olsaydi kendim hakkinda bu kadar çok konusmaz­ dim. .Maalesef, deneyimlerimin kisitliligindan dolayi bu konuyla sinirli kaliyorum. Dahasi ben kendi adi­ ma, her yazarin er ya da geç, sadece diger insanlarin hayatlari hakkinda duymus olduklarini degil, kendi hayatinin basit ve samimi bir öyküsünü, uzaklardaki bir akrabasina yazacagi gibi bir öykü yazmasini bekle­ rim; çünkü eger bu yazar açik yüreklilikle yasadiysa, kesinlikle benden çok uzak topraklarda bulunmus ol­ mali. Belki de bu sayfalar özellikle yoksul ögrencilere hitap etmekte. Okuyuculariinin geri kalani ise, bu ki­ simlarin kendilerine de hitap ettigini kabul edecektir. inaniyorum ki hiç kimse üzerine uyan ve kendisine fayda saglayan bu ceketin dikislerini esnetmeyecektir. Memnuniyetle, Çiniiierden ya da Sandwich Ada­ lilardan ziyade New England'da yasadigi söylenen ve bu sayfalari okuyan sizleri ilgilendiren bir seyler söy­ lemek isterim: I çinde bulundugunuz durum, özellik­ le disaridan göründügü kadariyla bu dünyadaki, bu kasabadaki durumunuz ve kosullariniz hakkinda, bu kosullarin ne olduklari, bu kadar kötü olmalarinin ge­ rekip gerekmedigi, iyilestirilip iyilestirilemeyecekleri hakkinda konusmak. Concord'u bir hayli gezdim ve her yerde ; magazalarda ve ofislerde ve tarlalarda se­ hir sakinleri bana bin farkli hatiri sayilir yolla kefaret ödüyor gibi göründü. Dört koldan atese maruz kalmis bir sekilde oturup günesin yüzüne bakan veya alevle­ rin üstünde, baslari asagida olacak sekilde asili duran veya "dogal pozisyonlarina geri dönmenin olanaksiz hale geldigi ana kadar, bagazin kivrilmasindan dolayi sivilarin disinda hiçbir seyin mideye ulasamadigi se­ kilde" omuzlarinin üstünden göklere bakan veya bir agacin altinda yasamlari boyunca zincire vurulu halde yasayan veya engin imparatorluklarin genisliklerini tirtillar gibi vücutlariyla ölçen veya sütunlarin üstün­ de tek ayaklari üzerinde dikilen Brahmanlar hakkinda duyduklarim ... Bu bilinçli kefaret biçimleri bile her gün tanik oldugum salinelere kiyasla hiç de inanilmaz ve sasirtici gelmiyor. Herkül'ün on iki görevi kom­ sulariinin üstlendiklerine kiyasla önemsiz görünüyor, çünkü Herkül'ün görevleri yalnizca on iki taneydi ve bu görevlerin bir sonu vardi; fakat bu insanlarin her­ hangi  bir  canavar öldürdügünü  veya yakaladigini ya      da herhangi bir islerini bitirdigini hiçbir zaman göre­ medim. Bu insanlarin Hidra'nin basinin kökünü sicak bir demirle yakacak Iolas gibi arkadaslari yok, aksine bir bas ezilir ezilmez yerini iki tanesi aliyor.

Talihsizlikleri elde etmesi kurtulmasindan daha kolay tarlalar, evler, agillar, büyükbas hayvanlar ve çiftlik araçlari miras almis olmak olan genç adamla­ ri görüyorum; kasabarnin sakinlerini. Açik otlaklar­ da dogmus ve bir kurt tarafindan emzirilmis olsalardi daha iyiydi, böylece içinde çalismaya çagrildiklari tar­ layi daha net gözlerle görebilirlerdi. Kim onlari topra­ gin serfleri haline getirdi? I nsan yalnizca kendi payina düsen pisligi yemeye mahkum edilmisken niçin alt­ mis akrenin pisligini yemeliler? Niçin dogar dogmaz kendi mezarlarini kazmaya baslamalilar? insanca bir hayat yasamalilar; önlerindeki her seyi itmeli ve yapa­ bildikleri kadar devam etmeliler. Pislikleri hiç temiz­ lenmemis yetmis bes ayaga kirk ayak büyüklügünde bir agilin, yüz akrelik bir topragin, islenmis tarlanin, biçilmis ekinlerin, odagin ve agaçligin yükü altinda neredeyse ezilmis ve bogulmus, bu yükü sürükleyen, hayat yolunda sürünen ne çok zavalli ölümsüz ruh­ la karsilastim! Böyle miras alinmis gereksiz engeller­ le ugrasmayan paysizlar ise birkaç metre küplük eti boyunduruk altina almayi ve islerneyi yeterli is ola­ rak görür. Ancak, insanlar emeklerini yanlis yere sarf etmekte. I nsanin büyük bir kismi kisa bir süre sonra gübre olmak için topraga karisir. I nsanlar genellikle zaruret olarak adlandirilan, görünen bir kaderle ise alinir; eski bir kitabin dedigi gibi, güve ve pasin çürü­ tecegi ve hirsizlarin gelip çalacagi hazineler biriktirir.

Daha önce degilse bile, hayatlarinin sonunda farkina varacaklari üzere bu bir alimagin yasamidir. Deucali­ on ve Pyrrha'nin, baslarinin üstünden arkalarma tas­ lar firlatarak insanlari yarattigi söylenir:

Inde genus durum sumus, experiensque laborum, Et documenta damus qua simus origine nati.

Veya, Raleigh'in etkileyici bir sekilde kafiyeledigi gibi, -

"Iste bu yüzden türümüz kati yürekli, aciya ve önemserneye dayanikli,

Bu da onaylamakta vücutlarimizin tastan gelen kökenlerini."

Baslarinin üzerinden arkalarma taslar atip bunla­ rin nereye düstügünü görmeyen sakar kahinler için bu kadar kör itaat yeter.

Çogu insan, nispeten özgür olan bu ülkede bile, mutlak cehalet ve yanilgi sonucu, sahte kaygilarla ve gereksizce bayagi yasam çabalariyla öyle çok mesgul oluyor ki hayatin daha güzel meyvelerini toplayami­ yor. Asiri çalisma sonucu parmaklari bu is için çok sakar ve çok titrek bir hale geliyor. Hakikaten, çalisan insan emegi pazarda deger kaybedeceginden gerçek bir bütünlük için ihtiyaç duydugu bos vakte gün geç­ tikçe daha az sahip olabiliyor; insanlarla kurulan en insanca iliskileri sürdürmeye zaman bulamiyor. Bir makineden baska bir sey olabilmeye zamani yok. Bil­ gisini bu kadar sik kullanmasi gereken biri, gelisimi­ nin gerektirdigi cehaletini nasil iyi hatirlayabilir? Onu yargilamadan  önce, zaman zaman  onu karsilik bek­lemeksizin beslemeli ve giydirmeli ve samimiyetimiz­ le onu iyilestirmeliyiz. Dogamizin en iyi özellikleri, meyvelerin üzerindeki çiçekler gibi, sadece en nazik muameleyle korunabilir. Yine de, ne kendimize ne de baskalarina bu kadar nazik davraniyoruz.

Hepimiz biliyoruz ki bazilariniz yoksul, zar zor yasiyor, deyim yerindeyse kimi zaman zorlukla nefes aliyor. Bu kitabi okuyan bazilarinizin yemis oldugu tüm yemekierin veya hizlica eskimekte olan ya da çoktan eskimis olan ceket ve ayakkabilarinin parasini ödeyemeyecek bir durumda olduguna ve bu sayfaya kadar ödünç alinmis veya çalinmis zamani kullanarak, alacaklilarindan bir saat çalarak gelmis olduguna hiç süphem yok. Deneyimlerim sayesinde görme yetim sivrilmis oldugundan çogunuzun yasadigi hayatin ne kadar acimasiz ve alçak oldugu benim için gayet açik: Hep sinirlar içinde kalmak, ise girmeye ve borçtan kurtulmaya çalismak, Latinlerce, bazi paralari pirinç­ ten yapildigi için, aes alienum,yani baskasinin pirinci denilen oldukça eski bir bataklikta debelenmek; can­ sizca yasamak ve ölmek ve bu baskasinin pirinciyle gömülmek; hep ödemeye söz vermek, yarin ödemeye söz vermek ve bugün borcunu ödeyememis bir sekilde ölmek; yaltaklanmaya çalismak, hapisle cezalandirilan suçlar disinda her sekilde para kazanmaya çalismak; komsunuzu ayakkabilarini veya sapkasini veya ceketi­ ni veya arabasini yapmaniza ya da yiyeceklerini getirt­ menize ikna edebilmek için yalan söylemek, yalakalik yapmak, oy vermek, kendinizi bir nezaket kabuguna sigdirmak veya zayif ve bugulu bir cömertlik atmos­ ferine genisletmek; hastalik izniniz sirasinda eski bir sandiga veya sivanin arkasindaki zulaniza, ya da daha güvenli olarak bir tugla yiginina saklayabileceginiz ve aslinda nerede sakladiginizin ve ne kadar oldugunun bir önemi olmayan bir seyler biriktirebilmek için ken­ dinizi hasta etmek.

Zenci Köleligi olarak adlandirilan igrenç ama bir sekilde yabanci olan esaret biçimine az çok istirak edecek kadar sersem olabilmemize zaman zaman sa­ siriyorum; hem kuzeyi hem de güneyi esir eden bir­ çok kurnaz ve hilekar efendi bulunuyor: Güneyli bir köle gözetmeni altinda çalismak çok zor; kuzeyli bir köle gözetmeni altinda çalismak ise daha kötü; fakat en kötüsü kisinin kendi köle efendisi olmasi. I nsanin kutsalligi hakkinda konusmaya devam edin ! Gece ya da gündüz yolda, pazara gitmekte olan yük arabacisi­ na bir bakin; içinde herhangi bir kutsallik görebiliyor musunuz? En önemli amaci atiarina yem ve su ver­ mek! Nakliyat kazanciyla karsilastirildiginda kaderi bu adama ne anlam ifade ediyor? Arabasini Squire Make-a-stir için sürmüyor mu? Bu adam ne kadar tanrisal, ne kadar ölümsüz? Nasil sinip sinsice hare­ ket ettigine, tüm gün nasil belli belirsiz korktuguna, ölümsüz veya kutsal degil; kendisi hakkindaki düsün­ cesinin, kendi eylemleriyle kazanmis oldugu söhretin nasil da esiri ve malikumu olduguna bir bakin. Diger insanlarin düsünceleri, kendi düsüncelerimizle karsi­ lastirildiginda oldukça zayif birer tirandir.

Kisinin kaderini belirleyen, daha dogrusu gös­ teren kendisi hakkinda düsündükleridir. Hayal gücü ve imgelemle dolu Bati Hint adalarinda bile kendini özgürlestirme mümkün müdür? Orada bunu gerçek­ lestirebilecek bir Wilberforce 1 var midir ? Sanki hiç gelmeyecekmis gibi  kaderlerindeki  o  son güne karsi    yastik dokuyan hanimlari da düsünün! Sanki sonsuz­ lugu ineitmeden zaman öldürülebilirmis gibi!

Insanlarin büyük çogunlugu sessiz bir ümitsizlik­ le dolu hayatlar sürdürüyor. Tevekkül denilen, aslin­ da ümitsizligin onaylanmasidir. Ümitsiz sehirlerden ümitsiz kirlara gidip vizon ve misk farelerinin cesare­ tiyle avunmak zorunda kaliyoruz. I nsanoglunun sö­ züm ona oyunlari ve eglencelerinde bile kaliplasmis fakat bilinçsiz bir ümitsizlik gizli. Içlerinde hiç eglen­ ce yok, çünkü eglence isten sonra gelir.Ancak, ümit­ sizce davranmamak, bilgeligin bir özelligidir.

ilmihal yönteminin sözcüklerini kullanacak olursak; insanin baslica amacinin ve hayatin hakiki gerek­ sinim ve araçlarinin ne oldugunu düsündügümüzde, sanki insanlar ortak yasama biçimini herhangi baska bir biçime yegledikleri için, bilerek seçmisler gibi gö­ rünür. Yine de içten bir sekilde baska bir seçenek kal­ madigina inaniyorlar. Ancak uyanik ve saglikli tabiatli olanlar günesin açik seçik dogdugunu hatirlarlar. Ön­ yargilarimizdan vazgeçmek için hiçbir zaman geç de­ gildir. Hiçbir düsünce ve eylem biçimine, ne kadar ka­ dim olursa olsun, kanit olmadan güvenemeyiz. Bugün herkesin tekrarladigi veya sessizce dogru olarak kabul ettigi seyin yarin yanlis oldugu, kimilerinin tarlalari­ na yagmurlar yagdirarak bereket getirecegini sandigi seyin aslinda bir fikir dumani oldugu ortaya çikabilir. Eskilerin yapamayacagini söyledigi seyi deneyip yapa­ bildigini görebilirsin.

  1. William Wil beforce: 1759- 1833 yillari arasinda yasamis olan Britanyali siyasetçi. Köleligin ve köle ticaretinin sona erdirilmesi konusundaki çalismalara öncülük etmistir.

 Eskiler için eski isler, yeni insan­ lar için ise yenileri. Eski insanlar bir zamanlar muhte­ melen atesi yanar durumda tutmak için yeni yakacak toplamak gerektigini bilmiyorlardi; yeni insanlar ise tencerenin altina küçük ve kuru bir tahta parçasi koy­ dular ve tabiri caizse eski insanlari öldürecek bir sekil­ de, dünyanin etrafini kus hiziyla turladilar. Yaslilik bir egitmen için gençlikten daha iyi bir nitelik degildir, çünkü kayiplari kazancindan daha fazladir. Neredey­ se en bilge kisinin bile yasayarak mutlak degerde bir seyler ögrendiginden süphe duyulabilir. Hakikaten de, yaslinin gence verebilecegi önemli bir tavsiyesi yoktur, kendi deneyimleri oldukça kismi ve hayati da gayet sefil bir basarisizlik olmustur ki sebebinin özel nedenler olduguna inanmak zorundadir; içinde bu deneyimleriyle ters düsen bir inanç kalmis olabilir ve önceki hallerinden daha yaslidir. Otuz küsur yildir bu gezegende yasiyorum ve hala büyüklerimden degerli, degerliligi bir yana, samimi bir tavsiyenin ilk hecesini duymadim. Baha hiçbir sey söylemediler ve muhte­ melen de faydali hiçbir sey söyleyemezler. Iste hayat, büyük bir kismini denemedigim bir deneyim; fakat onlarin denemis olmasinin da bana bir faydasi yok. Degerli acidettigim bir tecrübe edindiysem bile, akil hocalariinin hiç birinin bu konuda tek bir kelime dahi etmediginden emin olabilirsiniz.

Bir çiftçi bana dedi ki: "Sadece bitkisel gida yiye­ rek yasayamazsin, çünkü bitkisel gidalar kemik olusu­ mu için gerekli seyleri saglayamaz." Bu yüzden de bir yandan bitkisel gidalarla olusmus olan kemikleriyle tüm engellere ragmen kendisini ve sabanini hareket ettirebilen öküzlerinin arkasinda hem yürüyüp hem konusur, bir yandan da düzenli olarak gününün bir kismini  sistemine  kemik  hammaddesi saglamak için   ayirir. Bazi çevrelerde, en çaresiz ve hastalikli olanlar arasinda, bazi seyler gerçekten de -yasamsal birer ih­ tiyaçken; baska yerlerde sadece lüks, bazi yerlerdeyse hiç bilinmeyen seylerdir.

I nsan yasaminin tüm temeli; hem yükseklikler, hem vadiler, hem de ilgilenilecek ve büyütülecek her sey bazilarina eski nesillerce incelenmis gibi görünü­ yor. Evelyn'e göre, "Bilge Süleyman, agaçlarin arasin­ daki uygun uzakligin belirlenmesi için ferman vermis­ tir ve Romali Praetorlar, komsunun topragina düsen palamutlari toplamak için, mülke tecavüz etmeden, ne kadar siklikla komsunun mülküne girilebilecegini ve komsuya ne kadar pay verilecegini karara bagla­ mistir." Hipokrat, tirnaklarimizi nasil kesmemiz ge­ rektigine dair bile açiklamalar birakmistir; tirnaklar, parmaklarin ucuyla esit olacak sekilde, ne daha uzun ne daha kisa kesilmelidir. Süphe yok ki hayatin çesitli­ ligini ve zevklerini tüketmis olan sikicilik ve bikkinlik Adem kadar eskidir. Ancak insanin kapasiteleri hiçbir zaman ölçülmemistir; bu kadar az sey denenmisken geçmis örneklere bakarak insanin neler yapabilecegini yargilayacak bir konumda da degiliz. Su an dek ne kadar basarisiz olmussan ol, "üzüntüye kapilma ço­ cugum, kim el sürmemis oldugun bir seyden ötürü sorumlu tutabilir ki seni?" Hayatlarimizi binlerce ba­ sit sinavla deneyebiliriz, mesela fasulyelerimi olgun­ lastiran günes ayni zamanda bizimkine benzeyen bir dünya sistemini aydinlatmakta. Eger bunu hatirlamis olsaydim bazi hatalari engelleyebilirdi m. Fasulyeleri çapaladigim isik bu degildi. Yildizlar ne harika üç­ genlerin uç noktalari!  Evrenin  muhtelif köselerinde­ki  hangi uzak ve  farkli  varliklar  ayni  anda ayni sey üzerine kafa yoruyor! Doga ve insan yasami bizim yasalarimiz kadar çesitli. Kim hayatin bir digerine su­ nacagi ihtimalleri söyleyebilir? Bir an için birbirimizin gözlerinin içine bakmaktan daha büyük bir mucize gerçeklesebilir mi bizim için ? Dünyanin tüm çaglarini bir saat içinde yasamaliyiz; evet, çaglarin tüm dünya­ larinda. Tarih, siir, mitoloji! Baska birinin deneyimle­ rine dair, bu kadar sarsici ve etkileyici olabilecek bir okuma daha bilmiyorum.

Bütün ruhumla inaniyorum ki komsulariinin iyi acidettiklerinin büyük bir kismi kötüdür ve eger pis­ manlik duydugum herhangi bir sey varsa o da muhte­ melen iyi davranisimdir. Hangi iblis beni ele geçirip bu kadar iyi davraninama sebep oldu ? Düsünebilece­ gin en bilgece seyi söyleyebilirsin -yetmis yil boyunca her sekilde onursuzca yasamis olan sen, ihtiyar! Tüm bunlardan uzaklasmaya davet eden karsi konulmaz bir ses duyuyoru m. Bir nesil adeta karaya vurmus gemile­ ri terk eder gibi önceki neslin kurumlarini terk eder.

Hiç çekinmeden, su anda güvendigimizden bir hayli fazla güvenebilecegimizi düsünüyorum. Dürüst bir sekilde baska yerlere bahsettigimiz ilginin ken­ dimize duydugumuz kadarindan feragat edebiliriz. Doga, gücümüze oldugu kadar zayifligimiza da iyi uyum saglar. Bazilarinin hissettigi araliksiz tasa ve ge­ rilim neredeyse tedavi edilemez bir hastalik biçimidir. Yaptigimiz isin önemini abartiriz, fakat yine de bizim yapmadigimiz o kadar çok sey var ki ! Peki ya hasta­ lanip yataga düsersek? Ne kadar da açikgözüz! Kaçi­ nabildigimiz sürece inanca göre yasamamaya kararli, tüm gün boyunca tetikte olan biz geceleri istemeyerek dua  edip  kendimizi  belirsizliklere adariz. Yasamaya  öyle içten ve derinlemesine mecburuz ki ; yasamimizi yüceltir ve degisim ihtimalini inkar ederiz. "Tek yol budur." deriz, fakat bir merkezden çizilebilecek çiz­ giler kadar çok yol vardir aslinda. Tüm degisimler üzerine düsünülmesi gereken, her an meydana gelen birer mucizedir. Konfüçyüs, "Bildigimiz seyleri bildi­ gimizi ve bilmedigimiz seyleri bilmedigimizi bilmek; iste gerçek bilgi budur. " der. Kisi hayal gücünün olgu­ sunu anlayisinin olgusuna indirgediginde, nihayetin­ de tüm insanlarin hayatlarini bu temel üzerine kura­ cagini tahmin ediyorum.

Bir an için bahsettigim dert ve kaygilarin çogu­ nun ne hakkinda oldugunu ve dertlenmemizin ya da en azindan dikkatli olmamizin ne kadar gerekli oldu­ gunu düsünelim. Bir medeniyetin ortasinda bile olsa, basit ve yabani bir hayat yasamak temel yasamsal ihti­ yaçlari ve bu ihtiyaçlari gidermek için hangi yöntem­ lerin kullanildigini ögrenmek açisindan yararli ola­ caktir. Hatta insanlarin dükkaniardan en çok ne satin aldiklarini, dükkaniarda nelerin depolandigini; yani en temel ihtiyaçlarin neler oldugunu görmek için tüc­ carlarin eski ticari kayitlarina bakmak da gayet faydali olabilir. Çünkü nasil kemiklerimiz muhtemelen ata­ larimizin kemiklerinden ayirt edilemeyecekse, çaglar boyunca meydana gelen gelismeler de insan varliginin temel yasalarini çok az etkilemistir.

Yasamsal ihtiyaçlar sözüyle insanin kendi çaba­ siyla elde ettigi, ilk kullanildigi andan itibaren veya uzun süreli kullanim sonucu insan hayati açisindan oldukça önemli hale gelmis ve sadece çok az kisinin yabanilikten, fakirlikten ya da kisisel felsefeden dolay vazgeçmek istedigi seyleri kastediyorum. Bu anlamda birçok varlik için yalnizca bir yasamsal ihtiyaç vardir: Yiyecek. Çayirlarda yasayan bizon için bu lezzetli ot ve içecek sudur, tabii ki arinanin veya dagin altindaki gölgede Barinagini aramiyorsa. Vahsi hayvanlarin hiç­ biri Yiyecek ve Barinaktan fazlasina ihtiyaç duymaz. Bu iklimde yasayan insanin ihtiyaçlari, yeterince isa­ betli bir sekilde, Yiyecek, Barinak, Giyecek ve Yakit basliklari altinda toplanabilir. Çünkü bu ihtiyaçlari karsilamadan hayattaki gerçek problemleri özgürlük ve basari perspektifinden düsünmeye hazir olamayiz. I nsan yalnizca evleri degil, ayni zamanda kiyafetleri ve pisirilmis yemegi de icat etmistir ve muhtemelen atesin sicakliginin kazara kesfi ve kullanimi sonucu da ilk basta lüks olan atesin karsisinda oturma simdi zo­ runluluk haline gelmistir. Kedi ve köpeklerin de ayni ikincil dogayi edindigini görmekteyiz. Düzgün Bari­ nak ve Giyecek sayesinde iç isimizi muhafaza edebili­ riz; fakat barinagin, giyecegin ya da yakacagin fazla­ siyla, yani içsel isimizdan daha fazlasina tekabül eden bir dis isiyla, pismeye baslamaz miyiz? Doga bilimci Darwin, Tierra del Fuego'nun sakinlerinden bahse­ derken; iyi giyinmis olan kendi arkadaslari atese yakin oturmalarina ragmen isininaktan çok uzakken atese uzak bulunan bu çiplak yabanilerin gayet sasirtici bir biçimde "kavrularak terden sirilsiklam olduklarini" gözlemlemektedir. Söylendigi gibi, Yeni Hollandali2, fütursuzca çiplak dolasirKen Avrupali, kiyafetlerinin içinde tir tir titrer. Bu yabanilerin dayanikliligi ile medeni insanin entelektüelligini bir araya getirmek imkansiz midir? Liebig'e göre, insan vücudu bir fi­ rindir ve yiyecek de cigerlerdeki içten yaninayi bes­ leyen  yakittir.  Soguk havada daha fazla yerken sicak   havada daha az yemek yeriz. Hayvansal isi yavas bir yanmanin sonucudur; hastalik ve ölüm ise bu yanma çok hizli gerçeklestiginde veya yakit eksikligi ya da bir ariza sonucu ates söndügünde meydana gelir. Tabii ki yasamsal isi atesle karistirilmamalidir, bu kadar ana­ loji yeter. Dolayisiyla yukaridaki listeye baktigimiz­ da, hayvansal yasam ifadesinin neredeyse hayvansal isiyla esanlamli oldugu görülür; Yiyecek içimizdeki atesi besleyen Yakit olarak düsünülebilirken Yakit da yalnizca bu Yiyecegin hazirlanmasina veya disaridan bir katki olarak vücudumuzun isisinin artirilinasina hizmet eder. Barinak ve Giyecek de sadece bu sekilde üretilen ve alinan isinin muhafaza edilmesine yarar.

  1. Yeni Hollanda, Avustralya'ya verilen eski bir isi mdir. Yeni Hollandali, Avustralyali anlaminda kullanilmistir.

Yani, vücudumuz için en önemli ihtiyaç sicak kal­ mak, içimizdeki hayati isiyi muhafaza etmektir. Yal­ nizca Yiyecegimiz ve Giyimimiz ve Barinagimiz için degil, ayni zamanda yataklarimiz ve gece kiyafetleri­ miz, yani ugruna kuslari ve yuvalarini soydugumuz, barinak içindeki barinaklarimizi hazirlamak için ne emekler veriyoruz! Yoksul, soguk bir dünyada yasa­ digimiza dair sikayetlerini dillendirmeye alismistir ve sogugun sosyal olarak oldugu kadar fiziksel olarak da hastaliklarimizin, sikintilarimizin büyük bir kismini olusturdugunu söyleriz. Yaz bazi iklimlerde insana bir tür cennet yasamini olanakli kilar. Bu durumda Yiye­ cegi pisirmek için gerekenden fazla Yakit lüzumsuz­ dur Günes kisinin atesidir ve meyvelerin çogu günes isinlariyla yeterince isitilmistir. Yiyecek daha çesitli ve daha kolay elde edilebiJirken Giyecek ve Barinak da, ya tamamen ya da yari yariya, gereksizdir. Su anda ve bu ülkede, kendi deneyimimle gördügüm üzere, bi­ çak, balta, kürek ve el arabasi gibi birkaç alet-edevat yeterlidir. Çalismayi, arastirinayi sevenler için ise lam­ ha, kirtasiye malzemesi ve birkaç kitap gereksinimiere dahil edilebilir. Tüm bunlar ise gayet cüzi bir ücretle elde edilebilecek seylerdir. Yine de pek akilli olma­ yan bazilari, dünyanin diger tarafina, vahsi ve saglik­ siz bölgelere giderek New England'da yasayip - yani konforlu ve sicak bir sekilde yasayip -sonunda ölmek için kendilerini on veya yirmi yil boyunca ticarete adarlar. Lüks içinde yasayan zenginler ise yalnizca konforlu ve sicak bir sekilde degil, gayritabii sicak bir sekilde yasarlar; daha önce de bahsettigim gibi, tabii ki modaya uygun biçimde, kavrulurlar.

Lükslerin ve hayatin rahatliklari olarak adlandi- rilan seylerin çogu vazgeçilmez olmamakla kalmaz, ayni zamanda insanoglunun yükselisi için de engel teskil eder. Lüks ve rahatlik söz konusu oldugunda en bilge olanlarin hep yoksullardan daha basit ve sade hayatlar sürdügünü görürüz. Antik Çin, Hint, I ran  ve Yunan filozoflari dissal zenginlikler açisindan en yoksul, içsel zenginlikler açisindan ise en zengin olan siniftir. Bu filozoflar hakkinda pek de bilgimiz yok, hatta bu kadarini bilmemiz bile dikkate deger. Mo­ dern reformcular ve hayirseverler için de aynisi ge­ çerli. Gönüllü yoksulluk diyebilecegimiz bakis açisina sahip olanlar haricinde kimse insan yasamini tarafsiz ve bilgece gözlemleyemez. Lüks yasaminin meyvesi tarimda da, ticarette de, edebiyatta da, sanatta da sa­ dece lükstür. Bugünlerde, felsefe profesörleri ortada dolasirken, hiç filozof göremiyoruz. Yine de ögretmek

takdir  edilen bir seydir çünkü  bir zamanlar yasamak                           25

takdir edilen bir seydi. Filozof olmak sadece zekice düsüncelere sahip olmak, hatta bir okul kurmak de­ gil; bilgeligi ilkelerine göre; yani basitlik, bagimsizlik, cömertlik ve güvene dayanan bir hayat sürdürecek ka­ dar çok sevmektir. Filozofluk hayatin problemlerinin bazilarini, sadece teorik olarak degil, ayni zamanda pratikte de çözmektir. Büyük bilgin ve düsünürlerin basarisi, genelde hükümdarvari veya erkekçe bir basa­ ri degil, nedirnce bir basaridir. Tam olarak babalarinin yaptigi gibi, uyumlu bir sekilde yasamakla idare eder­ ler ve hiçbir sekilde daha asil bir insanligin öncülü de­ gillerdir. Fakat insanlar neden böyle yozlasir? Aileleri tüketen nedir? Uluslari zayiflatan ve yok eden lüksün dogasi nedir? Kendi hayatimizcia hiçbir lüks olmadi­ gina emin miyiz ? Filozof, hayatinin dissal biçiminde

bile çaginin ilerisindedir. Çagdaslari gibi beslenmez, barinmaz, giyinmez, isinmaz. Peki insan nasil filozof olup hayati isisini diger insanlarinkinden daha iyi yöntemlerle muhafaza etmez?

Bir insan, açikladigim birkaç yolla isindiktan son­ ra ne ister? Kesinlikle daha fazla ve besleyici yiyecek, daha genis ve görkemli ev, daha iyi ve daha fazla giye­ cek, sürekli ve daha sicak ates ve bunun gibi ayni tür­ den daha fazla sicaklik degil. Hayati zorunluluk olan bu seyleri elde ettikten sonra, gereksiz fazlaliklari elde etmenin disinda baska bir alternatif vardir: Mütevazi zahmetinin sona erip dinlenme vaktinin baslamasiyla hayat macerasina atilmak. Toprak tohuma uygun gö­ rünür, çünkü tohum kökçügünü asagiya dogru uzat­ mistir ve artik filizini de güvenle yukari gönderebilir. Ayni sekilde, göge yükselebilmenin disinda, insanin

26                                       topraga bu kadar sikica kök salmasinin amaci ne ola­ bilir? Zira asil bitkilerin degeri verdigi meyvelerin gökte, topragin çok yukarisinda bulunmasiyla ölçü­ lür. Bu asil bitkiler, yalnizca kökleri için yetistirilen ve bu nedenle kesilen, çogu insanin çiçek açma mevsimi sirasinda görmemis oldugu basit bitkilerden (iki yillik bitkiler olsalar da) farkli bir muamele görürler.

Cennette de, cehennemde de kendi islerine bakan ve bir ihtimal kendilerini hiç de yoksullastirmadan, nasil yasadiklarini bilmedikleri en zenginlerden daha muhtesem bir sekilde yaratip daha hayirseverce harca­ yan, güçlü ve yigit bir dogaya sahip olanlar için, eger gerçekten de hayal edildigi gibi böyleleri varsa tabii, kurallar koymaya niyetli degilim. Cesaret ve ilhamla­ rini tam olarak seylerin su anki durumunda bulanlara ve adeta bir sevgilinin sefkati ve hevesiyle bu cesaret

ve ilhamlarini besleyenlere de  tavsiye vermeyecegim

- ki bir yere kadar bu kisiler arasinda bulundugumu düsünüyorum. Ne durumda olursa olsun, güzel bir isi olanlar için konusmuyorum; bu kisiler iyi bir ise sahip olup olmadiklarini bilirler. Yalnizca memnuniyetsiz olan ve kendilerine düsen paylari ya da yasadiklari zamani degistirebilecekken bunlarin zorluklarindan tembelce sikayet eden kisiler için konusuyorum. Her seyden olanca enerjileriyle ve tesellisiz bir sekilde si­ kayet eden insanlar bulunmakta, çünkü bu insanlar kendilerinin de söyledigi gibi görevlerini yerine ge­ tiriyorlar. Ayrica görünüste zengin fakat korkunç bir sekilde yoksul olan, degersiz seyleri biriktirmis fakat bunlari nasil kullanacagini ya da bunlardan nasil kur­ tulacagini bilmeyen ve böylece kendi altin ya da gü­ müs prangalarini yaratmis  olan  sinif da  aklimda bu­

lunuyor.                                                                                                            27

Eger yakin geçmiste hayatimi nasil sürdürmeyi arzulamis oldugumu anlatmaya kalksaydim, hayati­ rnin gerçek tarihinden bir sekilde haberdar olan oku­ yuculariinin bazilari muhtemelen çok sasirir; hayatim hakkinda hiçbir sey bilmeyen okuyucutarim ise ke­ sinlikle hayretler içerisinde kalirdi. Size sadece deger verdigim bazi girisimler hakkinda ipucu verecegim.

Herhangi bir havada, günün veya gecenin her­ hangi bir saatinde zamanin o anini gelistirmek ve bir çentik daha atmak; iki ebediyetin birlestigi yer olan tam olarak simdiki zamanda bulunmak için büyük bir istek duyarim. Anlasilmazligim için beni affedin, çogu insandan daha fazla sirnin var, bu sirlar gönüllü ola­ rak tutulan sirlar olmasa da isimin dogasindan ayrila­ maz sirlardir. Bildigim her seyi söylemekten mutluluk

duyarim ve kapimda hiçbir zaman "Giris Yasaktir" yazisi bulunmaz.

Uzun zaman önce bir tazi, doru bir at ve bir kum­ ru kaybettim ve hala bu kayiplariinin pesindeyim. Bir­ çok yolcuya onlardan bahsettim, gittikleri yollari tarif ettim ve neye cevap verdiklerini söyledim. Taziyi duy­ mus olan, atin takip ettigi yoldan haberdar olan, hatta kumrunun içine girip izini kaybettirmis oldugu bulutu görmüs olan birkaç yolcuyla karsilastim. Bu yolcular, onlari sanki kendileri kaybetmisçesine bulmak istiyor­ larmis gibi görünüyorlardi.

Sadece günesin dogusunu ve safagi degil, eger mümkünse Doganin kendisini beklemek! Yazin ve ki­ sin, kaç sabah komsularim uyanip kendi islerinin ve dertlerinin pesine düsmemisken ben ayakta ve ken­ di derdimin pesine düsmek için uyaniktim ! Süphesiz

28                                       komsulariinin çogu ; alacakaranlikta Boston'a dogru yola çikmis olan çiftçiler veya islerine giden oduncu­ lar isten dönerken benimle karsilastilar. Dogru, hiçbir zaman günesin dogusuna yardim etmedim; fakat, hiç süphesiz, günesin dogusuna yardim etmek günesin dogusuna taniklik etmenin yaninda gayet önemsiz ka­ lir.

Birçok sonbahar - ve evet, kis gününü kasabanin disinda rüzgari dinlemeye, söylediklerini duymaya ve tasimaya çabalayarak harcadimi Neredeyse tüm ser­ mayemi bu yolda harcadim, pazarlik yaparken nefesi­ mi tükettim, rüzgara karsi kostum. Tüm bunlar siyasi partilerden herhangi birini ilgilendirseydi, bu partiler bunlara bagli olsaydi bunlari gazetelerde görebilirdi­ niz. Diger zamanlar ise yeni bir seyler görmek için bir tepe veya agaçtan etrafi gözledim, pek bir sey yaka-

layamamis olsam da, bir seyler yakalanin umuduyla aksamlari tepe baslarinda gögün yere düsmesini bek­ ledIm ve dünyanin bilgeligi yeniden günese karisti.

Uzun bir süre tiraji pek yüksek olmayan bir der­ gide muhabir olarak çalistim. Derginin editörü katki­ lariinin hiçbirini hasima layik görmedi ve yazarlarin çogunun tanik oldugu gibi, gayretlerimin karsiliginda elime geçen sadece çalismamdi. Ancak, bu durumda gayretlerim ödülün ta kendisiydi.

Uzun yillar boyunca, kar ve yagmur firtinalarinin kendi kendini tayin etmis müfettisi olarak çalistim ve görevimi; anayollarin degilse bile, orman patikalari­ nin ve tüm ara yollarin müfettisligini baglilikla yerine getirdim, halkin kullanisli oldugunu düsündügü tüm bu yollari açik tuttum, dag geçitlerinin tüm mevsim­ lerde açik ve ulasilabilir olmasini sagladim.

Kasabanin vahsi  hayvanlarinin  sadik bir çobana                      29

çitlerin üstünden atlamak gi?i birçok sikinti veren ba­ kimini yapma görevini yerine getirdim; Jonas'in mi yoksa Salomon'un mu tarlada çalistigini bilmesem

ve bu beni ilgilendirmese de, tarlanin tenha kuytu ve köseleriyle ilgilendim. Kurak mevsimlerde sulanma­ diklari takdirde solup gidecek olan kirmizi yabanmer­ sinlerini, kum kirazini, çitlembigi, kizil çami ve kara disbudagini, çavus üzümünü ve sari menekseleri su­ ladim.

Kisacasi böbürlenmeden söyleyebilirim ki uzun bir süre içtenlikle kendi isime baktim, ta ki kasabalila­ rin beni kasaba görevlileri listesine zaten almayacak­ lari ya da yerine getirdigim bu isler için bana makul bir aylik baglamayacaklari gitgide daha açik bir hale gelene kadar. Dürüstçe yerine getirdigime yemin ede-

bilecegim isler hiç denetlenmedi, hatta çok az kabul edildi ve bu isler için çok az para ödendi. Fakat gözü­ mü zaten buna dikmemistim.

Yakin bir zamanda gezgin bir Kizilderili malial­ lernde yasayan taninmis bir avukatin evine sepet sat­ maya gitti. "Sepet almak ister misiniz ?" diye sordu. "Hayir, istemiyoruz" cevabini aldi. Kizilderili kapidan çikarken "Ne!" diye haykirdi, "Açliktan ölmemizi mi istiyorsunuz ?" Çaliskan beyaz komsularinin ne kadar varlikli oldugunu, avukatin sadece argüman üret­ tigini ve sonra sanki bir çesit büyüyle zenginlik ve sayginligin pesi sira geldigini görmüs olan Kizilderili kendi kendine "Ticarete atilacagim; sepet örecegim, bu benim yapabilecegim bir sey. " demisti. Sepetleri yaparak kendi payina düsen kismi yerine getirdigini, beyaz adamin da kendi payina düseni yaparak sepet­

30              leri satin alacagini düsünmüstü. I nsanlarin  sepetleri

satin almak için vakit ayirinalarma degmesini sagla­ mak veya onlari en azindan buna inandirmak ya da insanlarin satin almak için vakitlerini ayirinalarma degecek bir seyler yapmak zorunda oldugunu fark et­ memisti. Ben de hos desenli sepetler örmüstüm fakat kimsenin bu sepetleri satin almak için vakit ayirmaya degmesini saglamak bir seyler yapmadim. Dahasi bu sepetlerin onlari örmeye ayirdigim vakte degdigini ve insanlarin sepetlerimi satin almak için ayirdiklari vak­ te degmesini saglamaya çalismak yerine bu sepetleri satma gereksiniminden nasil kaçmacagiini düsündüm. I nsanlarin övdügü ve basarili oldugunu düsündügü hayat yalnizca bir tür hayattir. Diger türler pahasina herhangi bir tür hayati neden abartalim ki ?

Kasabalilarin bana hükümet binasinda bir yer

veya herhangi bir yerde bir görev ya da ücret verme­ yeceklerini, kendi basimin çaresine bakmak zorunda oldugumu anlayinca yüzümü tamamen daha iyi bi­ lindigim arinana çevirdim. Sahip oldugum yetersiz araçlari kullanarak sermaye biriktirmeyi beklemek­ tense bir an önce ise baslamaya karar verdim. Walden Gölü'ne gitme amacim orada masrafsiz veya bütün bir yasam geçirmek degil, sadece mümkün olan en az en­ gellemeyle özel islerimle ilgilenmekti; durumum biraz sagduyu, giriskenlik ve ticaret yetenekleri eksikligi yü­ zünden aptalca yasamaktan daha acikli degildi.

Her zaman kati is aliskanliklari edinmeye gayret etmisimdir; bu aliskanliklar herkes için gereklidir. Celestial Empire gibi bir gemiyle ticaret yapiyorsaniz kiyida, Salem'deki limanlardan birinde küçük bir ti­ carethane yeterli bir demirbas olacaktir. Ülkenin sag­

ladigi hammaddeleri,  bolca  buz  ve  çam kerestesi ve                        31

biraz da granit gibi sadece yerli ürünleri, her zaman için yerli topraklardan çikan ürünleri ihraç edeceksi­ niz. Bunlar en iyi girisimlerdir. Tüm ayrintilari bizzat denetlemek; ayni anda hem kilavuz hem de kaptan, hem mal sahibi hem de yüklenici olmak; satmak, satin almak ve hesabi tutmak; alinan her mektubu okumak ve gönderilen her mektubu yazmak veya okumak; ithal edilen mallarin bosaltilmasini gece gündüz de­ nedemek - en yüklü gemi çogu zaman Jersey kiyisin­ da bosaltilir- kiyinin birçok yerinde neredeyse ayni anda bulunmak, kendi telgrafiniz olmak, yorulmak bilmeden ufku taramak, kiyiya yakin seyreden tüm gemilerle konusmak; böyle uzak ve fahis bir pazar için düzenli mal sevkiyati saglamak; her yerdeki pazarla­ rin durumu, savas ve baris olasiliklarindan haberdar

olmak ve ticaret ve medeniyet egilimlerini öngörmek, tüm kesif gezilerinin çikarirnlarindan faydalanmak, yeni geçisleri ve denizcilikteki tüm gelismeleri kullan­ mak, deniz haritalarini incelemek, sigliklar ve yeni de­ niz fenerleri ve yeni samandiralarin konumlarini tespit etmek ve zaman zaman hesaplayiemin hatasi yüzün­ den müsait bir iskeleye varmis olmasi gereken gemi bir kayanin üzerinde parçalandigi için dur durak bil­ meden logaritmik tablolari düzeltmek, La Perause'un anlatilmamis bir hikayesi vardir; evrensel bilime ayak

-uydurmak, Hanna ve Fenikelilerden günümüze kadar yasamis olan tüm büyük kasif ve denizcilerin, büyük maceraci ve tüccarlarin hayatlarini incelemek ve son olarak, ne durumda oldugunu görmek için zaman za­ man stok miktarini gözden geçirmek... Insanin yete­ neklerini çalistirip zorlayacak bir is; evrensel bir bilgi

32                     gerektiren kar,  zarar,  çikar,  dara ve fire gibi konular

ve her tür ölçüm.

Walden Gölü'nün ticaret için iyi bir yer olaca­ gini düsünmüstüm, sadece demiryolu ve buz ticareti yüzünden degil, ifsa etmenin pek de iyi bir fikir ol­ mayacagi avantajiara sahip; iyi bir limani ve iyi te­ melleri var. Daldurulmasi gereken Neva batakliklari bulunmuyor; yine de her yerde kendi topladigin yi­ ginlarin üzerine insa etmen gerekir. Neva gölündeki bir gel-gitin, günbatisi rüzgari ve buzla beraber, St. Petersburg'u yeryüzünden silebilecegi söylenir.

Bu ise olagan sermaye olmadan girildiginden, yine de buna benzer her girisim için vazgeçilmez olan bu araçlarin nereden elde edilecegini kestirrnek kolay olmayabilir. I lk olarak sorunun pratik kismina, yani Giyecege yönelecek olursak; onu elde etmede belki

de siklikla gerçek bir yarardan ziyade yenilik aski ve insanlarin fikirlerini göz önünde bulundurmak bizi yönlendiriyor. Yapacak isi olanlar giyinmenin amaci­ nin, ilk olarak yasamsal isiyi muhafaza etmek, ikinci olarak da, toplumun bulundugu durumu göz önüne alirsak, çiplakligi örtrnek oldugunu hatirlasin; böy­ lece zorunlu veya önemli islerin ne kadarini giyecek satin almadan basarabileceklerini düsünebilirler. Bir kiyafeti, majesteleri için özel olarak yapilmis olsa da, sadece bir kez giyen kral ve kraliçeler kisinin üzerine tam olarak uyan bir kiyafet giymesinin rahatini bile­ mez; üzerine temiz kiyafetlerin asildigi tahta atlarla hemen hemen ayni durumdadirlar. Elbiselerimiz her geçen gün bize daha benzer bir hale gelir ve karakte­ rimizin tesirini üzerinde tasir; onlari bir kenara koy­

makta tereddüt etmeden önce sanki vücudumuzun bir parçasiymis gibi  ciddiyede  tamir  ederiz. Hiç kimse­       33

yi giysilerinde yama bulundugu için küçük görmem, yine de modaya uygun veya en yazindan temiz ve ya­ masiz giysilere sahip olmak saglam bir vicdana sahip olmaktan genelde daha önemli görülür. Ancak yirtik onarilmamis olsa bile yirtigin ortaya çikardigi en bü­ yük kusur tedbirsizliktir. Bazen suna benzer sorular­ la tanidiklarimi sinarim: Kim dizlerinin üstü yamali veya fazladan iki dikisli elbiseler giyebilir? Çogu böyle giysiler giydigi takdirde yasamindaki basari sansinin mahvolacagina inanirmis gibi davranir. Kirik bir ba­ cakla topaHayarak kasahada dolasmak, onlara yirtik bir panrolonla dolasmaktan daha kolay gelir. Genelde bir beyefendinin hacaklari bir kazaya ugrarsa hacaklar tedavi edilebilir, fakat pantolon benzer bir kazayla kar­ silasirsa yapilacak bir sey yoktur; çünkü bu beyefendi

gerçekten neyin saygideger olduguna degil, neye saygi duyulduguna dikkat eder. Az sayida insan tanirken birçok ceket ve pantolon taniriz. Bostan korkuluguna kendi elbisenizi giydirin, korkulugun yaninda kiya­ fetsiz dikilirseniz herkes korkuluga selam verecektir. Geçen gün, bir misir tarlasinda sapkali ve cekedi bir kazigin yanindan geçerken onun tarlanin sahibine benzedigini fark ettim. Tek fark, kötü havadan onu son gördügümden birazcik daha fazla etkilenmis ol­ masiydi. Sahibinin arazisine giyinik olarak yaklasan her yabanciya havlayan fakat çiplak bir hirsiza hiç ses çikarmayan bir köpek oldugunu duymustum. Giysile­ rinden yoksun birakilsalardi insanlarin sahip olduk­ lari mevkileri ne derece koruyabilecekleri ilginç bir soru. Böyle bir durumda, medeni insanlardan olusan bir toplulukta kimin en çok saygi duyulan sinifa ait ol­

34                                       dugunu kesinlikle söyleyebilir miydiniz ? Madam Pfe­ iffer, dünyanin dogusundan batisina yaptigi serüven­ li yolculugunda Rusya'ya, ülkesine yakin topraklara vardiginda yetkililerle tanismaya giderken seyahat ki­ yafetleri disinda bir seyler giyme ihtiyaci hissettigini, çünkü "artik insanlarin giydikleriyle degerlendirildigi medeni bir ülkede bulundugunu" söyler. Demokratik New England sehirlerimizde bile, tesadüfen sahip olu­ nan servet ve bu servetin giyim kusamla gösterilmesi servet sahibine neredeyse evrensel bir sayginlik kazan­ dirir. Ancak bu saygiyi gösterenler sayica çok olsalar bile bir yere kadar putperestlik yaparlar, bu yüzden bir misyonere ihtiyaçlari vardir. Ayrica elbiseler son­ suz diyebilecegimiz bir isi, yani dikisi de beraberinde getirmistir; en azindan bir kadinin elbisesi hiçbir za­ man tamamlanmaz.

Nihayet yapacak bir is bulmus biri, bu is için yeni bir elbiseye ihtiyaç duymayacaktir,çünkü belirsiz bir süre boyunca tavan arasinda tozlanmis olan eski elbi­ seleri onun için yeterli olacaktir. Eski ayakkabilar bir kahramana usagina - bir kahramanin usagi olursa tabii

- hizmet ettiginden daha uzun süre hizmet edecektir, çiplak ayaklar ayakkabilardan daha eskidir, kahraman çiplak ayaklariyla da yetinebilir. Yalnizca suarelere ve mahkemelere giden kisilerin yeni ceketlere, içindeki insanin degistigi kadar siklikla degisen ceketlere, ih­ tiyaci olmalidir. Ancak eger ceketim ve pantolonum, sapkam ve ayakkabilartin Tanri'ya ibadet etmek için uygunsa benim için de uygun olacaktir,  öyle  degil mi ? Kim eski elbiselerinin, eski ceketinin birine ve­ rilemeyecek kadar eskidigini görmüstür ? Kimin giy­ sileri yoksul  bir çocuga hatta daha  aziyla  yetinebilen

daha yoksul, yani aslinda daha zengin birine verildigi                           35

takdirde bir hayir isi olarak kabul edilmeyecek kadar yipranmis, lime lime olmus bir hale gelmistir? Diyo­ rum ki; kiyafetleri giyecek yeni birinden ziyade yeni kiyafetler gerektiren tüm islerden uzak durun. Ortada yeni bir insan yoksa yeni kiyafetler nasil uydurulabilir? Yeni bir ise baslamak üzereyseniz bu isi eski kiyafetle­ rinizle deneyin. Tüm insanlar yetinecekleri bir seyler degil yapacaklari veya olacaklari bir seyler ister. Belki de eski elbiselerimiz ne kadar eski püskü veya kirli olursa olsun, bu elbiseler içinde yeni insanlar olarak hissedebilecegimiz gibi, yeni bir sarabi eski bir sisede sakliyormusuz gibi davrandigimiz, is yaptigimiz veya bir sekilde seyrettigimiz sürece, hiçbir zaman yeni bir elbise edinmemeliyiz. Kuslarinki gibi bizim tüy dök­ me mevsimimiz de bir hayat krizi olmalidir. Dalgiç-

kusu, bu dönemi gölde yalniz bir sekilde geçirir. Ayni sekilde içsel bir gelisme ve genislemeyle yilan derisini döker, tirtil da kurtçuk kabugunu atar. Kiyafetler de bizim dis kabugumuz ve fani derimizden baska bir sey degildir. Aksi takdirde, oldugumuzdan baska davran­ mis ve kaçinilmaz bir sekilde insanlik tarafindan ol­ dugu kadar kendimiz tarafindan da disianmis oluruz. Dis etkilerle büyüyen bitkilermisiz gibi kiyafet üs­ tüne kiyafet giyeriz. Çogunlukla ince ve süslü olan dis kiyafetlerimiz, dis derimiz, sahte cildimizdir; hayati­ mizin bir parçasi degildir ve orada ya da burada cid­ di bir yaralanmaya sebep olmadan çikarilabilir. Daha kalin olan ve sürekli giydigimiz kiyafetler ise hücresel derimiz, korteksimizdir, ancak gömleklerimiz iç ka­ bugumuz, yani gerçek kabugumuzdur; soyulmadan ve böylece insani öldürmeden çikarilamaz. Tüm top­

36                                      lumlarin belli mevsimlerde gömlege esdeger bir seyler giydigini düsünürüm. I nsanin karanlikta kendi ken­ dine dokunabilecek kadar sade giyinmesi ve düsman kasabayi isgal ederse yasli bir filozof gibi endisesizce sehrin kapisindan çikip gidebilecek kadar, her anlam­ da, derli toplu ve hazirlikli yasamasi ne kadar da arzu edilebilir bir durumdur. Kalin bir giysi çogu açidan, üç ince giysi kadar iyiyken ve uygun fiyatlara satin alinabilecek kiyafetler varken; bes dolara uzun yillar dayanacak kalin bir ceket, iki dolara kalin bir pan­ tolon, bir buçuk dolara inek derisinden bir çift bot, çeyrek dolara yazlik, altmis iki buçuk sente ise kislik bir sapka satin alinabilirken veya bunlarin daha iyileri çok daha düsük maliyetlerle evde yapilabiJirken kendi çabasiyla böyle bir elbise giyen yoksul ve ona hak etti­ gi saygiyi gösterecek olan bilge insanlar nerede ?

Terzirnden belirli bir tarza sahip bir elbise istedi­ gimde, sanki Kader Tanriçalari kadar kisiler üstü bir otoriteyi alintilar gibi "Onlar"i vurgulamadan, ciddi bir sekilde ''Artik o giysileri öyle yapmiyorlar" diye cevap verir. Sirf söyledigim seyi kastettigime, bu ka­ dar bilinçsizce konusabilecegime inanamadigi için is­ tedigim elbiseyi diktirmekte zorluk yasarim. Kehanete benzer bu cümleyi duydugumda, bir anligina düsünce­ lere dalip cümleyi tamamen anlamak için "Onlar"in, "bana" ne dereceden bir akrabalikla bagli oldugunu, beni bu kadar yakindan etkileyen bir meselede nasil bir otoriteye sahip olabileceklerini ögrenebilmek için her sözcügü ayri ayri üzerinde dururum. Sonunda, benzer bir gizemle ve "Onlar"i daha fazla vurgulama­ dan, "Yakin zamana kadar öyle elbiseler yapmadiklari dogru, fakat artik yapiyorlar. " diye cevap verme iste­

gi duyarim. Karakterimi degil de, sanki üzerine ceket                           37

asilacak bir askiymisim gibi yalnizca omuzlariinin ge­ nisligini ölçmesi ne ise yarar ki ?

Ne Zarafet Tanriçalari'na ne de Kader Tanriçalari'na tapiyoruz, taptigimiz tek sey Moda. Tam yetkiyle örüyor, dokuyar ve kesiyor.  Paris'teki bas maymun bir gezgin sapkasi giyince, Amerika'da­ ki tüm maymunlar da aynisini yapar. Kimi zaman bu dünyada insanlar tarafindan oldukça sade ve dürüst bir seyin yapilacagina olan umudumu kaybediyorum. Eski fikirlerinin ezilip yok edilmesi, böylece bir daha ayaklari üzerinde duramamalarinin saglanmasi için il­ kin güçlü bir mengeneden geçirilmis olmalilar; sonra bu topluluktan birinin kafasinin içinde kim bilir oraya ne zaman yerlestirilmis bir kurtçuk bulunuyor olma­ li, ates bile bu seyleri öldüremez; böylece mesleginizi

kaybetmis olursunuz. Yine de, bir miktar Misir bug­ dayinin bize bir mumya tarafindan getirildigini unut­ mamaliyiz.

Özetle, giyimin bu ülkede veya bir digerinde sa­ natsal bir itibara ulasmis oldugunun iddia edilemeye­ cegini düsünüyorum. Günümüzde insanlar elde ede­ bildiklerini giymekle yetiniyor. Kazazede gemiciler gibi kumsalcia bulabildiklerini giyiyor ve mekan ya da zaman bakimindan biraz uzaktan birbirlerinin kilik kiyafetlerine gülüyorlar. Her nesil, eski modaya güler­ ken yeni modayi dindarca takip ediyor. 8. Henry 'nin veya Kraliçe Elizabeth'in elbiselerine bakmak, sanki Yamyam Adalari'nin Kral ve Kraliçesinin elbiselerine bakiyormusuz gibi eglendiriyor bizi... Kiyafetsiz bir insan acinasi ve acayiptir. I nsanlarin kiyafetine gül­ meyi veya tapininayi engelleyen sadece ciddi bir göz

38             ve samimi olarak yasanmis bir hayattir. Harleguin bir sanci krizine tutuldugunda, kostümü de halet-i ruhi­ yesine uyacaktir. Bir asker top güllesiyle vuruldugun­ da üstündeki paçavralar da kendisi gibi moraracaktir. Erkek ve kadinlarin yeni modeliere olan çocuk­

su ve ilkel düskünlügü yüzünden birçoklari bu neslin bugün ihtiyaç duydugu belirli görünümü kesfedebii­ rnek adina titrek ve sasi bir durumda kaleydoskoplara bakakaliyor. Imalatçilar, bu düskünlügün tamamen degisken ve tuhaf oldugunu ögrenmislerdir. Yalnizca, birinde belli bir renge sahip daha fazla iplik olmasiyla ayirt edilebilecek iki modelden biri hemen satilirken digeri raflarda kalir. Yine de bir sezon sonra genellikle rafta kalmis olan model moda olur. Karsilastirilirsa, dövme söylendigi gibi igrenç bir adet degildir. Sirf model deri üzerine, kalici bir sekilde isieniyor diye

dövmeye barbarca diyemeyiz.

Fabrika sistemimizin, insanlarin giyecek edinme­ leri için en iyi yol olduguna inanmiyorum. I sçilerin durumu her geçen gün Ingiliz isçilerin durumuna daha çok benziyor ve bu hayret edilecek bir sey de­ gil ; çünkü duydugum veya gözlemledigim kadariyla esas amaç insanligin iyi ve dogru düzgün giyinebilme­ si degil, kesinlikle sirketlerin zenginlesmesidir. Uzun vadede kisi sadece amaçladigini elde eder. Bu yüzden kisa vadede basarisiz olsalar bile, yüksek bir seyi he­ deflemeleri daha iyidir.

Barinaga gelince; buradan daha soguk  ülkeler­ de bile insanlarin uzun süre barinak olmadan yasa­ yabildigini gösteren örnekler olsa da, barinagin artik yasamin bir gerekliligi oldugunu inkar etmeyecegim.

Samuel Laing, "Bir Laponyali deri elbisesi ve basi ve omuzlarina  geçirdigi  deri  bir  torbayla geceler boyu           39

kar üzerinde, yünlü elbiseler içinde bile birinin maruz kaldiginda hayatini kaybedecegi kadar soguk bir ha­ vada uyuyabilir" der. Laponyalilarin bu sekilde uyu­ duklarini görmüstür. Yine de "Diger insanlardan daha dayanikli degiller. " der. Ancak insanin bir evin verdigi rahatligi kesfetmesi muhtemelen fazla uzun sürme­ mistir. Ev içi rahatligi tabiri aslen ailenin degil, evin verdigi memnuniyeti isaret ediyor olabilir. Yine de ev zihnimizde en çok kisla veya yagmurlu mevsimlerle iliskili olsa da, yilin üçte ikisinde semsiye disinda bir barinaga ihtiyaç duyulmayan iklimlerde bu memnuni­ yet kismi ve nadiren ortaya çikar. Bizim iklimimizde eskiden ev yaz gecelerinde kullanilan siginak anlami­ na gelirdi. Kizilderili gazetelerinde Kizilderili çadiri bir günlük yürüyüsün sembolüydü ve agaca kazinmis

bir sira Kizilderili çadiri ise kaç kez kamp kurdukla­ rini gösterirdi. I nsan uzun kollu, hacakli ve gürbüz yaratilmamistir; dünyasini daraltmaya ve kendine uy­ gun bir yerde duvarlar örmeye çalisir. I nsan ilk olarak çiplak ve açiktaydi, fakat bu sakin ve sicak havada gün isiginda gayet hos olsa da, eger giyinmek ve bir ev insa edip siginmakta aceleci olmasaydi yagmurlu mevsim ve kis, kavurucu günesten hiç bahsetmiyorum, in­ san soyunu en basinda yok edebilirdi. Efsaneye göre Adem ve Havva, diger kiyafetlerden önce asma yapra­ gi giyiyorlardi. I nsan bir ev; sicaklikla veya rahatlikla, ilk olarak fiziksel sicaklikla, daha sonra ise duygusal sicaklikla dolu bir yer arzuladi.

Insan soyunun çocukluk dönemine denk gelen bir zamanda, uyanik bir ölüiniünün siginmak amaciy­ la bir kaya oyuguna ernekledigini tahayyül edebiliriz.

40                      Her çocuk,  bir  yere  kadar,  dünya  hayatina sifirdan

baslar ve yagmurlu ve soguk havada bile disarida bu­ lunmaktan hoslanir. Atçilik oynadigi kadar eveilik de oynar, içgüdüsü bu yöndedir. Kim çocukken meyilli kayalara baktiginda ya da bir magaraya yaklastigin­ da hissettigi meraki hatirlamaz ki ? Bu merak, en il­ kel atamizin haLl içinde yasadigi parçamizin hissettigi dogal bir özlemdir. Magaradan yaprakli, tahtali, dal­ li, ketenli, ot ve samanli, tahtali ve kiremitli, tasli ve tuglali çatilara ilerledik. Artik açik havada yasamanin nasil bir sey oldugunu bilmiyoruz, hayatimiz düsün­ dügümüzden daha evcil bir hale gelmis. Yuvayla açik arazi arasinda büyük bir uzaklik var. Belki de gece ve gündüzlerimizi yildizlarla aramizda herhangi bir en­ gel olmadan geçirseydik, sair siirlerini bir çati altinda yazmasa ve aziz de bir çati altinda bu kadar uzun süre

kalmasaydi daha iyi olurdu. Ne kuslar magaralarda sarki söyler, ne de güvercinler masumiyetlerini güver­ cinliklerde yasatir.

Ancak kisi yasayacagi bir ev insa etmeyi tasarli­ yorsa, biraz Amerikan kurnazligi göstermesi gerekir. Aksi takdirde kendini bir islahevinde, yolunu kaybet­ mis sekilde bir labirentte, müzede, düskünler evinde, hapishanede veya görkemli bir türbede bulabilir. I lk olarak, bir barinaga ne kadar az ihtiyaç oldugunu düsünün. Bu kasabada, Penobscot Kizilderililerinin, etrafiarinda neredeyse bir ayak yüksekliginde kar varken, ince pamuklu bir bezden yapilmis çadirlarda yasadiklarini gördüm ve rüzgari kesecegi için karin daha yüksek olmasindan memnuniyet duyacaklarini düsündüm. Eskiden hayatimi kisisel ugraslarimla ilgi­ lenecek kadar özgür kalabilecegim dürüst bir sekilde

kazanmak,  maalesef  zamanla biraz duygusuzlastigim                      41

için bugüne nazaran daha fazla canimi sikan bir so­ runken ; tren yolunun yaninda, alti ayak uzunlugunda ve üç ayak genisliginde, geceleri isçilerin alet edevat­ larini sakladigi büyük kutular görürdüm. Bu görüntü eli darda olan herkesin bir dolara böyle bir kutu satin alabilecegi, biraz hava alabilmesi için bu kutuya de­ likler açabilecegi, yagmurlu havalarda ve geceleri bu kutunun içine girebilecegi, kapagini kapatahilecegi ve böylece sevgisinde özgür bir ruh olabilecegi fikrini uyandirmisti. Bu ne daha kötü, ne de rezil bir alter­ natif olarak görünmüstü. I stediginiz kadar oturabilir ve uyandiginizda da kira için pesinizden kosan bir ev sahibi olmadan disari çikabilirsiniz. Böyle bir kutuda donarak ölmeyecek olan birçok kisi daha büyük ve lüks kutularin kirasini ödemek için ölümle korkutu-

luyor. Bir nebze bile saka yapmiyorum. Ekonomi cid­ diyetsiz bir sekilde davranmaya müsait bir konudur, fakat ekonomiden ayni sekilde kurtulamayiz. Ço­ gunlukla açikta yasayan sert ve dayanikli bir soy için gereken rahat bir ev, bir zamanlar burada, neredeyse tamamen Doganin insanlara hazir olarak verdigi mal­ zemelerle insa edilirdi. Massachusetts Kolonisi'nde yasayan Kizilderilileri denetleyen Gookin, 1 674 yi­ linda sunlari yazmakta: "En iyi evleri oldukça düz­ gün, siki ve sicak tutacak bir sekilde agaç kabuklariyla kaplanmis. Bu kabuklar hala nemli oldugu mevsim­ lerde agaç gövdelerinden siyrilmakta, kurumadan agir kerestelerin baskisiyla büyük ve ince tabakalar haline getirilmektedir. Daha kötü durumda olan evler ise bir tür sazdan yaptiklari hasirlarla kapli ve digerleri ka­ dar iyi olmasa da yine sicak tutacak bir sekilde sikica

42                                       kaplanmis. Gördügüm evlerin bazilari altmis veya yüz ayak uzunlugunda ve otuz ayak genisliginde. Sik sik çadirlarinda konakladim ve bu çadirlarin en iyisinden I ngiliz evleri kadar sicak oldugunu gördüm." Gookin ayrica bu evlerin çogunlukla iyi dokunmus, nakisli halilada kaplanmis ve çesitli esyalada dösenmis oldu­ gunu eklemektedir. Kizilderililer, çatidaki bir delige asilmis ve iple hareket ettirilebilen bir hasida rüzgarin etkisini ayariayabilecek kadar ilerlemislerdi. Böyle bir barinak, ilk olarak en fazla bir ya da iki günde insa edilirdi ve birkaç saatte sökülüp yapilabilirdi. Her ai­ lenin böyle bir barinagi veya böyle bir barinakta odasi bulunuyordu.

I lkel devlette her aile neredeyse en iyiler kadar iyi olan, siradan ve basit ihtiyaçlarina yetecek bir ba­ rinaga sahiptir. Ancak gökyüzündeki kuslarin yuvala-

ri, tilkilerin delikleri ve ilkellerin de çadirlari varken, modern ve medeni topumda ailelerin yarisindan faz­ lasinin bir barinagi bulunmuyor derken haddimi as­ madigimi düsünüyorum. Medeniyetin özellikle daha belirgin oldugu büyük kasaba ve sehirlerde, barinak sahibi olanlarin sayisi toplarnin oldukça küçük bir kis­ mini olusturmaktadir. Geri kalanlar ise, yaz kis zo­ runlu olan giyeceklerin en dista kalani olan barinaklar için, her yil Kizilderili çadirlarindan olusan bir köy satin alacak kadar para öderler. Ödedikleri bu vergi onlari hayatlari boyunca fakirlige mahkum eder. Bu­ rada satin almak yerine kira ödemenin dezavantaji üzerinde israrla durmak niyetinde degilim, fakat ilkel­ ler daha ucuza mal olmasi sebebiyle kendi barinakla­ rina sahipken, medeni insanin genelde barinak sahibi olmayi karsilayamayacagi için barinagini kiraladigi

gayet açikça görülüyor.  Uzun  vadede ise kiralamaya                         43

bile gücü yetmiyor. Ancak buna karsi yoksul medeni insanin bu vergiyi ödeyerek ilkelinkiyle karsilastirildi­ ginda saraya benzeyen bir evde ikamet ettigi öne sürü­ lebilir. Bu ülkenin ortalamasi olarak yirmi bes ile yüz dolar arasinda bir yillik ücret kisiye yüzyillarin ürünü olan gelisimden, genis dairelerden, temizce boyanmis veya kagit kaplanmis duvarlardan, Rumford sömine­ den, ince sivadan, Venedik storundan, bakir tulumba­ dan, yayli kilitten, ferah bir kilerden ve birçok diger seyden faydalanma hakki sagliyor. Peki nasil oluyor da bunlarin keyfini çikardigi söylenen medeni kisi yoksul bir insanken, bunlara sahip olmayan ilkel zen­ gin bir ilkel oluyor? Eger medeniyetin insani sartlarda gerçek bir ilerleme oldugu öne sürülürse ki ben yal­ nizca bilge olanlarin bu ilerlemeyi saglayabildigini dü-

sünüyorum, o zaman medeniyetin daha pahaliya mal etmeden daha iyi konutlar üretebildigi kanitlanmali­ dir. Bir seyin maliyeti ise hemen ya da uzun vadede o seyi ödemek için gereken ömür kadardir diyecegim. Bu mahallede ortalama bir ev hemen hemen sekiz yüz dolardir. Bu miktari biriktirmek ise, bir kisinin çalis­ masinin parasal karsiligini günlük bir dolar olarak ve bazilari daha fazla kazaniyorsa bazilarinin da daha az kazandigini kabul edersek, bir isçinin ömrünün aile geçindirme derdi olmadan bile, on ile on bes yilini alir. Yani bu kisi evini kazanmak için neredeyse ömrü­ nün yarisini harcamak zorundadir. Bunun yerine kira ödedigini düsünürsek, bu da kötülükler arasinda ya­ pilmis kuskulu bir tercihtir. Ilkel, çadirini bu sartlar­ da elde edebilecegi bir sarayla degistirse buna bilgelik diyebilir miyiz?

44                                   Bu lüzumsuz mülkün elde tutulmasinin bireye sagladigi neredeyse tüm avantaji gelecege karsi bir yatirima, esas olarak da cenaze masraflarinin karsi­ lanmasina ayrilan bir birikime indirgedigimi tahmin edersiniz. Ancak herhalde kisi kendisini gömmek zo­ runda degildir. Fakat bu, uygar insan ve ilkel arasin­ daki önemli bir farkliligi isaret etmektedir. Süphesiz, insanin yasamini kurumsallastirmak konusunda hak­ kimizda planlar yaparken bizim yararimizi gözetiyor­ lar. Bireyin yasami, insan soyunu korumak ve mü­ kemmellestirmek adina, büyük ölçüde bu kurumun içinde eritilmistir. Ancak, günümüzde bu avantajin ne pahasina elde edildigini göstermek ve hiçbir dezavan­ tajdan zarar görmeden tüm bu avantajdan yararlana­ bilecek sekilde yasayabilecegimizi öne sürmek istiyo­ rum. Her zaman yoksul yasadigini veya babalar koruk

yediginde çocuklarin dislerinin kamastigini söylerken ne demek istiyorsun?

Yüce Tanri "Yasadigim müddetçe, Israil'de bu atasözünü kullaninana gerek kalmayacak." demistir.

"Bütün ruhlar benimdir; babanin ruhu da, çocu­ gun ruhu da benimdir: Günah islemis olan ruh, o ruh ölecektir. "

Komsularimi, en az diger siniflar kadar varlikli olan Concordlu çiftçileri, düsündügümde  genellik­ le borçlariyla miras aldiklari veya borç parayla satin aldiklari çiftliklerine sahip olabilmek için yirmi, otuz veya kirk yildir çalisip didindiklerini, bu çalisip didin­ menin üçte birini de evlerinin bedeline denk düstügü­ nü düsünebiliriz ve buna ragmen hala tüm borçlarini ödeyememis olduklarini görüyorum. Dogru, bazen borçlar çiftligin degerini asiyor, öyle ki çiftligin ken­

disi büyük bir borç yükü haline geliyor. Yine de söy­                            45

lediklerine göre, borçlarini bile bile bu çiftligi miras olarak kabul etmis kisiler bulunuyor. Vergi memuruna sordugumda, kasahada kendi çiftliginin tam anlamiy­ la sahibi olan bir düzine kisinin adini sayamayacagini ögrenip çok sasirdim. Bu çiftliklerin geçmisini ög­ renmek istiyorsaniz ipotek edildikleri bankalara so­ run. Çiftliginin bedelini gerçekten çifdikte sarf ettigi emegiyle ödemis olan kisiler o kadar az ki komsulari bu kisiyi parmakla gösterir. Concord'da böyle üç kisi var midir, emin degilim. Tüccarlar hakkinda söylenen "Büyük çogunlugunun hatta yüzde doksan yedisinin basarisiz olmasi kesindir." sözü ayni sekilde çiftçiler için de geçerlidir. Fakat tüccarlada ilgili olarak; bir tüccarin basarisizliklarinin büyük bir kisminin parasal basarisizlik degil, sadece anlasmalarini yerine getirme

konusundaki basarisizliklar oldugu söylenmekte, yani aslinda basarisiz yasayan manevi karakterdir. Halbuki bu konunun çok daha kötü bir yanini ortaya koymak­ ta ve ayrica kalan üç kisinin bile ruhlarini kurtarmak­ ta basarili olamadiklarini, hatta bir ihtimal dürüst bir sekilde basarisiz olanlardan daha kötü bir sekilde iflas etmis olduklarini göstermektedir. I flas ve borçlarin reddi uygarligimizin büyük bir kisminin üstünden siç­ radigi ve parendeler attigi siçrama tahtalaridir, fakat ilkeller yoklugun esnemeyen tahtasi üzerinde ayakta durur. Yine de Middlesex Sigir Fuari, sanki tarim sis­ teminin tüm parçalari düzenli çalisiyormus gibi, her yil burada alkislarla baslar.

Çiftçi geçinme sorununu sorunun kendisinden çok daha karmasik bir formülle çözmeye çabalamak­ tadir. Iki yakasim bir araya getirebilmek için sigir tica­

46                     reti yapar. Rahati ve bagimsizligi yakalayabilmek için

tüm becerilerini kullanarak kildan bir tuzak kurar ve arkasini döner dönmez kendi hacagini bu tuzaga kap­ tim. Iste bu yüzden yoksuldur ve ayni nedenle lüks içinde yasamamiza ragmen, ilkellerin binbir türlü ra­ hatligi hesaba katilirsa hepimiz yoksuluz. Chapman'in sarkisi gibi;

"I nsanlarin yanlis toplumunda Dünyevi büyüklük ugruna

Tüm ilahi gönenç dagilip karisir havaya. "

Ve çiftçi sonunda evine sahip oldugunda daha zengin degil, daha yoksul olabilir;aslinda ona sahip olan ev olmustur. Bence, Momus'un Minerva tarafin­ dan insa edilmis olan eve yönelttigi "Keske tasinabilir olsaydi, böylece kötü muhitlerden sakinabilirdik. " iti­ razi gayet yerinde bir itiraz. Ve bu itiraz hala geçerli,

çünkü evlerimiz o kadar kullanissiz ki genellikle iç­ lerinde barinmaktan ziyade hapis gibiyiz; sakinilma­ si gereken kötü muhit ise kendi asagilik nefsimiz. En azindan bu kasabada, neredeyse bir nesildir varoslar­ daki evlerini satip kasahaya tasininayi arzulayan fakat bunu basaramamis bir iki aile taniyorum. Onlari sade­ ce ölüm özgürlestirebilecek.

Çogu insanin tüm yenilikleriyle modern bir evi eninde sonunda satin alabilecegini veya kiralayabile­ cegini kabul edelim. Uygarlik, evlerimizi gelistirirken bu evlerde yasayan insanlari ayni sekilde gelistireme­ mistir. Saraylar yaratmistir, evet, fakat soylulari ve krallari yaratmak o kadar kolay degildir. Peki uygar insanin ugraslari ilkel insaninkinden daha degerli de­

gilse ve uygar insanin hayatinin büyük bir kismi da yalnizca temel ihtiyaçlari ve rahatliklari elde etmek için harcaniyorsa, ilkel insandan daha iyi bir barinaga niçin sahip olmali ki?

Peki  ya yoksul azinlik nasil geçiniyor?  Belki de

ilkel insana oranla kimilerinin daha iyi durumda ya­ sadigi gibi kimilerinin de ilkel insandan daha kötü sartlarda yasadigi görülecektir. Bir sinifin içinde ya­ sadigi lüks diger bir sinifin sefaletiyle dengelenir. Bir yanda saray, diger yanda ise düskünler evi ve "sessiz yoksullar. " Firavunlarin mezarlari olacak piramitleri insa eden on binler sarirusakla beslenmistir ve muhte­ melen düzgün bir sekilde gömülmemislerdir. Sarayin çati süslemelerini bitiren duvarci, gece olunca belki de bir Kizilderili çadiri kadar bile iyi olmayan kulübesine döner. Uygarligin olagan belirtilerinin görüldügü bir ülkede, halkin büyük bir kisminin ilkeller kadar kötü bir durumda yasamiyor oldugunu zannetmek yanlis-

tir. Burada yozlasmis zenginlerden degil, yozlasmis yoksullardan bahsediyorum. Bunu bilmem için, her yerde uygarligimizin eseri olan son teknoloji demir­ yollarimizi çevreleyen gecekondu mahallelerinden daha uzaga bakinama gerek yok. Günlük yürüyüsle­ rimde ahir gibi evlerde yasayan ve tüm kis isik alabil­ mek için kapilarini açik birakan insanlar, ancak hayal meyal görülebilen yakacak odun yiginlari, soguk ve sefalet yüzünden büzülme aliskanligiyla kalici olarak büzüsüp kalmis, uzuv ve melekelerinin gelisimine ket vurulmus genç ve yasli vücutlar görürüm. Emekleriyle bu neslin ayirt edilebilir bir konuma gelmesini sag­ lamis olan eserleri yaratmis sinifin durumunu incele­ mek elbette adil olacaktir. Dünyanin en büyük fabri­ kasi olan I ngiltere' deki her siniftan isçinin durumu da öyle veya böyle buna benzerdir. Veya haritada beyaz

48                                       ve aydinlanmis noktalardan biri olan I rlanda'ya da deginebilirim. I rlandalinin fiziksel durumuyla, Kuzey Amerikali Kizilderilinin veya Güney Denizi Adasi yer­ lisinin ya da diger herhangi bir ilkel toplumun uygar insanla temas edip bozulmadan önceki halini karsilas­ tirin . Yine de bu halklarin yöneticilerinin ortalama bir uygar yönetici kadar akilli olduguna hiç süphem yok. Bulunduklari durum yalnizca uygarlikla birlikte var olan sefaleti kanitlamaktadir. Bu ülkenin baslica ihraç maddelerini üreten ve kendileri de Güney'in baslica üretim maddesi olan Güney Eyaletleri'ndeki isçilere burada deginmeme gerek bile yok. Kendimi ortalama kosullarda yasadigi söylenen kisilerle sinirlandiraca­ gim.

Çogu insan hiçbir zaman bir evin ne oldugu üze­ rine düsünmemis gibi görünüyor ve komsularinin

sahip olduklarina sahip olmalari gerektigini düsün­ dükleri için gereksiz yere olsa da gerçekten bütün ha­ yatlari boyunca yoksul kaliyorlar. Sanki kisi terzinin ona biçecegi herhangi bir ceketi giyrnek zorundaymis gibi ya da palmiye yapragindan sapkayi veya dag si­ çani derisinden basligi giymeyi asama asama birakan biri kendisine bir taç alacak parasi çikisiniyar diye zor günler geçirdiginden sikayet edebilirmis gibi! Sahip oldugumuz evierden çok daha rahat ve lüks evler ta­ sarlamak mümkün, fakat kimsenin böyle bir evi satin almaya gücünün yetmeyecegini herkes kabul edecek­ tir. Her zaman bu seylerden daha fazla elde etmeye çalisacagiz ve hiç olmazsa bazen daha aziyla yetinmeyi bilmeyecek miyiz? Yani saygideger vatandas, hem söz­ leriyle hem de hayatiyla ciddi bir biçimde gençlerin ölmeden önce gereksiz birkaç ayakkabi ve semsiye

biriktirmelerini,  bos  konuklar  için bos konuk odala­                            49

ri bulundurmalari gerektigini mi ögretmeli? Neden mobilyalarimiz Araplarin veya Kizilderililerinkiler kadar basit ve sade olmasin? Cennetten gelen elçiler olarak yücelttigimiz, insanlik yararina hizmet eden kisileri düsündügümde gözümde ayaklarinin dibinde bekleyen bir maiyet veya bir araba dolusu son moda mobilya canlanmiyor. Peki ya mobilyalarimizin, yal­ nizca Araplardan ahlaken ve zihnen üstün oldugumuz oranda onlarin mobilyalarindan daha süslü olmasina izin verecek olsam bu alisilmamis bir müsaade olmaz miydi? Günümüzde evlerimiz mobilyalada doldurul­ mus ve kirletilmistir, iyi bir ev kadini sabah isini yapar ve bunlarin büyük bir kismini süpürüp çöpe atardi. Sabah isi ! Aurora'nin kirmizisi ve Memnon'un müzi­ gi adina, insanin bu dünyadaki sabah isi ne olmali ?

Masamda üç parça kireç tasi vardi, fakat zihnimin mobilyalari hala tozlari alinmadan beklerken, bu tas­ larin her gün tozunun alinmasi gerektigini ögrenince dehsete düserek ve igrenerek onlari camdan disari fir­ lattim. Bu durumda nasil dayali döseli bir evim olabi­ lir ki? Açik havada oturmayi yeglerim, çünkü toprak kazilmadigi sürece çimenin üstünde toz birikmez.

Sürünün böyle özenli ve gayretli takip ettigi mo­ dayi belirleyenler zevk ve lüks düskünü kisilerdir. Sö­ züm ona en iyi yerlerde konaklayan yolcu çok geç­ meden bunun farkina varir, çünkü hancilar onun bir Sardanapalus3 oldugunu varsayar ve eger kendini on­ larin vicdanina birakirsa çok geçmeden erkekliginden olur. Tren vagonlarinda, daha çok güvenlik ve rahat için degil de lüks için harcama yapmaya meyilli ol­ dugumuzu düsünüyorum. Oysa güvenlik ve rahat ol­

so                                        madan bu vagonlar modern bir salon olmaktan öte­ ye geçemez. Beraberimizde batiya götürdügümüz ve haremde yasayan hanimlar ve Jonathan'in isimlerini bildigi için utanacagi Çin Imparatorlugu'nun efemi­ ne sakinleri için yapilmis divanlar, sedirler, perdeler ve doguya ait yüzlerce diger seyle dolu bir salon... Kadife bir minder üstünde tikis tikis oturmaktansa, bir balkabaginda tek basima oturmayi tercih ederim. Lüks bir vagonda, tüm yol boyunca kötü hava soluya­ rak cennete gitmektense üstü açik bir kagniyla dünya üzerinde yolculuk yapmayi yeglerim.

Insan hayatinin ilkel çaglardaki basitlik ve yalin­ ligi en azindan su avantaja isaret etmektedir: I nsan yine de dogada bir konuk olarak kalmistir. Yemek yi-

  1. Lüks düskünü bir Asur krali.

yip uyuyarak tazelenen insan yolculuguna devam etti . Bu dünyada sanki bir çadirda kaliyormus gibi barindi, vadileri geçti, ovalari kat etti, daglarin tepelerine tir­ mandi. Ama bakin! Insanlar kendi araçlarinin araci haline gelmisler. Aciktiginda özgürce meyve koparan kisi bir çiftçi, barinmak için bir agacin altinda dikilen ise bir kahya olmus. Artik geceyi geçirmek için kamp kurmuyoruz, dünyaya yerlesip cenneti unutmusuz. Hiristiyanligi yalnizca gelismis bir tarim yöntemi ola­ rak benimsemisiz. Bu dünya için bir aile malikanesi, öteki dünya içinse bir aile mezarligi insa etmisiz. En yüce sanat eserleri insanin bu durumdan özgürlesme mücadelesinin ifadesidir; fakat sanatimizin etkisi bu asagilik konumu daha konforlu bir hale getirmekle, yüce konumumuzu ise unuttmmaya çalisinakla si­ nirli kalmistir. Gerçekte bu kasahada güzel bir sanat

eserine yer yoktur, çünkü  bir  sanat  eseri kalmis olsa                          51

bile yasamlarimizda, evlerünizde ve sokaklarimizda sergilenebilecegi uygun bir yer bulamaz. Ne bir res­ mi asacak bir çivi, ne de bir kahramanin veya azizin büstünü koyacak bir raf vardir. Evlerimizin nasil insa edil digini, ücretlerinin nasil ödendigini veya öden­ medigini, geçimlerinin nasil idare ve idame edildigini düsünüyorum da, sömine rafi üzerindeki degersiz ivir ziviri hayran hayran seyreden konugun altindaki ze­ minin nasil olup da çökmedigine, onu bodrum kata, saglam ve güvenir olan toprak temele yuvarlamadigi­ na hayret ediyorum. Elimde olmadan, bu zengin ve incelikli oldugu söylenen hayatin baliklama adanan bir sey oldugunu fark ediyorum ve onu süsleyen güzel sanatlarin zevkine varamiyorum; tüm dikkatim ada­ mayla mesgul oluyor, çünkü tamamen insan gücüyle

gerçeklestirilen en iyi atlama rekorunun düz zeminde yirmi bes ayak adayabildikleri söylenen kimi gezgin Araplara ait oldugunu hatirliyorum. Yapay bir destek olmadan insanin bu mesafenin ötesinde yere düsecegi kesin. Böylesi bir yakisiksizligin sahibine sormaktan kendimi alamayacagim ilk soru su : Seni destekleyen kim? Basarisiz olan doksan yediden biri misin ? Yok­ sa basarili olan üç kisiden biri misin ? Önce bu soru­ larima cevap ver, belki sonra degersiz süslerine bir bakar ve onlari süsten sayarim. Atin önündeki araba ne güzel, ne de faydalidir. Evlerimizi güzel nesnelerle süslemeden önce duvarlarimizin siyrilip sökülmesi ve hayatlarimizin siyrilip sökülmesi, güzel ev idaresinin ve güzel yasamanin temelinin atilmasi lazim; artik, güzele duyulan sevgi en çok disarida, evin ve ev sahi­ binin olmadigi yerde besleniyor.

52                                   Ihtiyar Johnson, "Harikalar Yaratan  Sezgi" isimli

kitabinda, çagdasi oldugu bu kasabanin ilk yerlesimci­ lerinden bahsederken sunlari söylüyor: "I lk barinak­ lari için tepe yamaçlarinda topragi kazar, kerestelerin üzerine topragi serer ve en yüksek tarafta dumanli bir ates yakarlardi. Toprak, Tanri 'nin lütfuyla onlari besieyecek ekmek vermeden kendilerine evler insa etmediler." Ilk yilin mahsulü o kadar azdi ki " Uzun bir süre boyunca ekmeklerini çok ince kesrnek zorun­ da kaldilar." New Netherland Eyaleti'nin sekreteri, burada toprak sahibi olmak isteyenlerin bilgi edin­ inesi için 1 650 yilinda Felemenkçe yazdigi metinde bilhassa sunu belirtir: "New Netherland'da, özellikle de New England'da, ilk basta istedikleri gibi çiftlik evleri insa etmek için yeterli imkana sahip olmayanlar yerde, bodrum seklinde, alti ya da yedi ayak  derinli-

ginde, uygun oldugunu düsündükleri uzunluk ve ge­ nislikte kare seklinde bir çukur kazar; içerdeki topragi duvar boyunca tahtayla destekler, topragin çökmesini engellemek için tahtayi agaç kabuklariyla veya baska seylerle kaplar; bu bodrumun tabanini kalasla kaplar, tavanini tahtayla döser, agaç direklerle bir çati  ya­ par, direkleri ise agaç kabuguyla veya yesil çimlerle kaplarlar. Böylece bütün bir aile, bu evlerde iki, üç veya dört yil boyunca, kuru ve sicak bir biçimde ya­ sayabilir. Bu bodrumlarin, ailenin büyüklügüne göre bölmelere ayrildigi anlasilabiliyor. New England'in zengin ve önemli kisileri, kalanilerin baslangicinda ilk evlerini iki nedenden dolayi bu sekilde insa etmis­ lerdir; ilk olarak ev insasiyla zaman harcayip sonraki mevsim yiyecek kitligi yasamamak, ikinci olarak da Anavatan'dan kalabalik gruplar halinde getirmis ol­

duklari  yoksul  isçilerin  hevesini  kirmamak. Üç dört                           53

yil içinde, ülkenin tarima uyum saglamasiyla birlik­ te binlerce pound harcayarak kendilerine güzel evler insa ettiler. "

Atalarimizin tercih ettikleri bu yolda en azindan sagduyulu davrandiklarini, daha acil ihtiyaçlari gider­ me ilkesine göre hareket ettiklerini görüyoruz. Fakat günümüzde daha acil ihtiyaçlar gideriliyar mu ? Ken­ dim için lüks konutlarimizdan birini edinmeyi düsün­ dügümde hemen bundan vazgeçiyorum, çünkü tabiri caizse ülke hala insani kültüre uyum saglamis degil ve biz hala ruhani ekmegimizi atalarimizin bugday ek­ meklerini kestiginden çok daha ince kesrnek zorunda­ yiz. En ilkel dönemlerde bile mimari süslemeler olma­ lidir; fakat önce evlerimiz, kabuklularin yuvalari gibi, yasamimizia kesistikleri noktada güzellikle bezensin,

güzellige bogulmasin. Ama maalesef birkaç evde bu­ lundum ve neyle bezendiklerini biliyorum.

Günümüzde magarada veya Kizilderili çadirinda yasayacak ya da hayvan postu giyecek kadar yozlasmis olmasak da, insanligin çabalari ve icadarinin sagladigi avantajlari kabul etmek, oldukça pahali olsa da, el­ bette daha iyidir. Böyle bir çevrede tahta, kiremit, ki­ reç ve tugla uygun magaralardan, tomruklardan veya yeterli m iktarlardaki agaç kabugundan, hatta iyi cins kilden ve yassi taslardan daha ucuza ve kolayca temin edilebilir. Bu konuda bilgili bir sekilde konusuyorum, çünkü bu konuyu teoride ve pratikte ögrendim. Biraz daha akilla bu malzemeyi günün en zenginlerinden daha zengin olacak ve uygarligimizi bir lütuf haline getirecek sekilde kullanabiliriz. Uygar insan ilkelden daha deneyimli ve bilgedir. Neyse, artik kendi deneyi­

54                     mi anlatmaya baslarnam gerekiyor.

1845 yilinin Mart ayi sonunda, bir balta ödünç alip Walden Gölü kiyisindaki ormana, evimi insa et­ meyi düsündügüm yerin yakinina gittim ve hala kör­ pe olan uzun igneli akçam agaçlarindan kereste elde etmek için birkaç tane kesmeye basladim. Ödünç al­ madan bir ise baslamak hayli zordur, fakat belki de bu çevrenizdekilerin girisiminize ilgi duymasini sag­ layacak en cömert yoldur. Sahibi baltayi bana verir­ ken, baltanin göz bebegi oldugunu söyledi, fakat ben baltayi almis oldugumdan daha keskin bir sekilde geri verdim. Çalistigim yer çok hos, aralarindan gölü izledigim çam agaçlariyla dolu bir yamaçti ve arina­ nin içinde çarnlarin ve ceviz agaçlarinin bittigi küçük, açik bir alan vardi. Yer yer erimis  olsa da,  göldeki buz hala çözülmemis, suya doygun ve koyu renkliydi.

Orada çalistigim günlerde hafif bir kar yagisi olsa da, çogu zaman eve dönerken demiryoluna çiktigimda sari kum yigini puslu havada parildayarak uzaniyor ve raylar bahar günesi altinda isildiyordu. Bizimle geçire­ cekleri yeni bir yila baslamak için çoktan gelmis olan tarla kusu, sinekkapan kusu ve diger kuslarin saki­ masini duyuyordum. Toprak gibi insan memnuniyet­ sizliginin de çözüldügü ve uyusmus yasamin gerine­ rek uyusuklugundan kurtulmaya basladigi hos bahar günleriydi. Baltam sapindan kopunca, yesil cevizden kestigim parçayi tasla sikistirip, tahtanin sismesi için baltayi isiatmak üzere buzun arasindan göle birakti­ gim bir gün çizgili bir yilanin suya girdigini gördüm. Orada kaldigim çeyrek saatten fazla süre boyunca ga­ yet rahat bir sekilde dipte uzandi durdu. Belki de uyu­ suk durumundan daha tam olarak çikamamisti. Bana

insanlar da benzer bir  nedenden dolayi su anki asagi                         ss

ve ilkel durumlarinda kalmaya devam ediyorlar gibi geldi; eger onlari uyandiracak olan baharlarin etkisi­ ni hissetselerdi, ister istemez daha yüce ve uhrevi bir hayata yükselirlerdi. Daha önce de yolumun üstünde, ayazli sabahlarda vücutlarinin bazi kisimlari hala uyu­ suk ve kati olan, kendilerini çözecek olan günesi bek­ leyen yilanlar görmüstüm. Oldukça sisli olan 1 Nisan gününün erken saatlerinde yagmur yagip buzu eritti ve gölün üzerinde bir sey ariyormus gibi gezinen ve sanki kaybolmus gibi sisin ruhuna uygun bir sekilde gidaklayan basibos bir kazin sesini duydum. Böylece birkaç gün kör baltamla kereste kesip yontmaya, di­ rek ve kiris hazirlamaya devam ettim. ifade edilebile­ cek bilgece seyler düsünmeden kendi kendime sarki söyledim:

I nsanlar çok sey bildiklerini söyler; Fakat bakin, kanatlanmislar.

Sanatlar ve bilimler

Ve binlerce araç gereç, Esen rüzgar

Herkesin tek bildigi budur.

Ana keresteleri alti inç kare yonttum, en az ke­ silenler kadar düz ve onlardan daha saglam olmalari içinse çogu diregin sadece iki yüzeyini, kirislerin ve taban kerestelerinin de bir yüzeyini yontup kabugun geri kalanini biraktim. Bu kez baska araçlar da ödünç almis oldugum için, her bir çubugun köküne dik­ katli bir sekilde zivana deligi açtim. Ormanda uzun zaman kalmasam da; ekmek ve tereyagindan olusan yemegimi yanimda getiriyor, öglenleri kesmis oldu­

56                                      gum yesil çam dallarinin ortasinda oturup yemegimi sarmis oldugum gazeteyi okuyordurri. Ellerim kalin bir reçine tabakasiyla kapli oldugu için ekmegim de çarnlarin hos kokusundan payini aliyordu. isim bit­ tiginde, birkaçini kesmis olsam da, çam agacini daha iyi taniyarak onun düsmani olmaktan ziyade dostu haline gelmistim. Kimi zaman arinanda gezinen bir avare baltarnin sesini duyup gelir, çikarmis oldugum yongalarin üzerinde hosça sohbet ederdik

Acele etmekten ziyade isin tadini çikardigimdan, Nisan ayi ortasinda evim iskeleti tamamlanmis bir se­ kilde insaya hazirdi. Fitchburg Demiryollari'nda çali­ san iriandali James Collins'in kulübesini tahtalari için satin almistim. James Collins'in kulübesinin olaganüs­ tü güzel oldugu söyleniyordu. Kulübeyi görmeye gitti­ gimde, Collins evde degildi. içeriye görünmeden evin

etrafinda gezindim, pencere oldukça derin ve yüksek­ ti. Kulübenin boyutlari küçük, çatisi dikti. Etrafinda gübre yigini gibi, bes ayak yüksekliginde yigilmis top­ rak yükseldigi için baska da bir sey görünmüyordu. Günes yüzünden büyük bir kismi yamulmus ve incel­ misse de, en saglam kismi çatisiydi. Kapinin altinda ta­ vuklar için yapilmis geçis yerinden baska bir kapi esigi de yoktu. Bayan C. kapiya çikip eve içerden bakmaini söyledi. Yaklasmamla birlikte tavuklar da içeri kaçisti. Içerisi karanlikti, zeminin büyük kismi toprakti ; nem­ li, soguk ve sitma kokuyordu, sagda solda çikarilmaya dayanmayacak birkaç tahta vardi. Çati ve duvarlarin içini ve tahta zeminin yatagin altina kadar uzandigini göstermek için lambayi yakarak, iki ayak derinliginde çöp çukuruna benzeyen kilere düsmemem için beni uyardi. Kendi deyisiyle, "Tavandaki tahtalar, evdeki ·

tüm  tahtalar iyiydi ve iyi  bir  pencere vardi". I lk ola­                          57

rak iki tam kare seklinde pencere vardi fakat sadece kedi geçebiliyordu. Hepi topu bir soba, bir yatak ve oturacak bir yer, o evde dogmus bir bebek, ipek bir perde, yaldizli çerçeveli bir ayna ve mese fidanina çi­ vilenmis yepyeni bir kahve degIrineni vardi. Bu ara­ da James dönmüs oldugundan pazarlik hemen sona erdi. Ben o gece dört dolar yirmi bes sent ödeyecek­ tim, James de ertesi sabah saat beste evi bosaltip evi kimseye satmayacakti; evi saat altida teslim alacaktim. Erkenden orada olmamin iyi olacagini söyledi ve yer kirasi ve yakida ilgili bazi muglak ve tamamen haksiz taleplerde bulundu. Bunun disinda hiçbir borcumun olmadigina dair güvence verdi. Saat altida yolda ona ve ailesine rastladim. Bütün esyalari büyük bir çikma sigmisti; yatak, kahve degirmeni, ayna, tavuklar, kedi

hariç her seyleri. Kedi ormana kaçip yabani bir kedi oldu ve daha sonra ögrendigim üzere dag siçanlari için kurulmus bir tuzaga yakalanip, sonunda da ölü bir kedi oldu.

Ayni sabah çivileri çikarip kulübeyi söktüm, kü­ çük yiginlar halinde göl kiyisina tasidim, güneste agarip düzlesmeleri için tahtalari çimenlerin üzerine yaydim. Orman yolundan geçerken erken uyanmis bir ardiç kusu bir iki nagme sakidi. Genç Patrick, ben tahtalari tasirken iriandali komsu Seeley'in hala iyi, düz ve kullanilabilir durumdaki çivileri, raptiyeleri ve mihlari cebine attigini söyledi. Daha sonra zaman geçirmek için geri geldigimde, kaygisizca dikilip tahri­ bata göz atti; söyledigine göre yeterince çalisilmamis. izleyicileri temsilen oradaydi ve görünüste önemsiz olan bu olayi tanrilarin Truva'dan çikarilmasina ben­

58                     zer bir olay haline getirmeye yardim ediyordu.

Evin bodrumunu bir tepenin güneye bakan yama­ cina, bir dag siçaninin önceden oyuf?u ,m kazdigi yere, sumak ve bögürtlen köklerinin arasinda bitkilerin en son bulundugu yere, patatesierin kisin bile donmaya­ cagi ince bir kum zemine, alti ayak kareye yedi ayak derinliginde kazdim. Kenarlari taslamadan, meyilli bir halde biraktim, hiç günes görmemis oldugu için kum hala yerinde duruyor. Bu yalnizca iki saatlik bir ça­ lismaydi. Bu isten özel bir keyif aldim, çünkü hemen hemen tüm bölgelerde iliman bir sicaklik elde etmek için insanlar topragi kazar. Sehirdeki en sasaali evin altinda bile, kendi eski köklerini sakladiklari bir bod­ rum bulunur ve üst yapinin yok olmasindan çok sonra bile topraktaki temel çukuru gelecek nesil tarafindan fark edilir. Ev bir oyugun girisindeki bir tür sundur-

madan baska bir sey degildir.

Sonunda Mayis ayi basinda, zorunluluktan zi­ yade komsuluga uygun bir davranis sergilemek için, böylesi bir firsati degerlendirdim ve bazi tanidikla­ rin yardimiyla evimin iskeletini yükselttim. Hiç kim­ se yardimcilarinin karakterinden benim kadar onur duymamistir. inaniyorum ki bir gün çok daha gör­ kemli yapilarin insasina yardimci olacaklar. Evime 4 Temmuz günü, tahta kaplamasi ve çatisi tamamlanir tamamlanmaz, yerlestim; tahtalar çok dikkatli kes­ kinlestirilip bindirilmis oldugu için tamamen yagmur geçirmezdiler. Ancak, tahta kaplamadan önce, gölden iki araba dolusu tasi kollarimda tepeye tasiyarak evin bir ucuna hacanin temelini attim. Bacayi, sonbaharda çapalamayi bitirdikten sonra, sicaklik için ates yak­ ma gereksinimi ortaya çikmadan önce insa ettim; bu

arada yemek pisirme isini sabahlari erkenden disarida                         59

topragin üstünde yapiyordum. Hala bunun alisilmis yemek pisirme biçimine n'azaran çogu açidan daha uy­ gun ve güzel oldugunu düsünüyorum. Ekmegim pis­ meden önce, firtina çiktiginda, atesin üstüne birkaç tahta yerlestirip altinda oturarak ekmegimin pisme­ sini seyreder; böylece çok hos zaman geçirirdim. El­ lerimin daha mesgul oldugu o günlerde az okurdum, fakat yerde duran en küçük kagit parçasi, tutamacim veya sofra bezim ayni zevki verir, aslinda I lyada ile ayni amaca hitap ederdi.

Örnegin bir kapinin, pencerenin, bodrumun, çati katinin insan dogasinda nasil bir temele sahip oldu­ gu düsünülse; bir üst yapiyi yükseltmek için geçici gereksinimlerimizden daha iyi bir neden bulmadan hiçbir yapi insa edilmese; bunun yerine benim yap-

tigimdan daha incelikli bir sekilde bir ev insa edilse daha yerinde olacaktir. Bir insanin kendi evini insa etmesinde bir kusun kendi yuvasini insa etmesinde­ kine benzer bir uygunluk vardir. Kim bilir belki de insanlar barinaklarini kendi elleriyle insa etselerdi, kendilerinin ve ailelerinin geçimlerini yeterince sade ve dürüst bir sekilde saglasalardi ayni kuslarin bu ka­ dar mesgulken evrensel olarak sakimalari gibi siirsel yetenek de evrensel olarak gelismis olacakti. Ancak, maalesef yumurtalarini diger kuslarin yaptigi yuvalara birakan ve gevezelikleri ve ahenksiz ötüsleriyle hiçbir yolcuyu neselendirmeyen sigirciklar ve guguk kusla­ ri gibi davraniyoruz. I nsa etmenin zevkini ebediyen marangozlara mi birakacagiz? Insan topluluklarinin deneyiminde mimarlik ne anlama geliyor? Yürüyüs­ lerimin hiçbirinde kendi  evini  insa etmek kadar basit

60                     ve dogal bir isle mesgul olan birine rastlamadim .. He­

pimiz topluma aidiz. Dokuzu bir insan eden yalnizca terzi degildir; vaiz de, tüccar da, çiftçi de öyledir. Bu is bölümü nerede sona eriyor? Ve sonuçta hangi ama­ ca hizmet ediyor ? Süphesiz baskasi da benim yerime düsünebilir, fakat bu bunu kendim için düsünmemi engelleyecek sekilde yapmasinin kabul edilebilir ol­ dugu anlamina gelmez.

Dogru, bu ülkede sözüm ona mimarlar var ve en azindan bir mimarin, sanki bu ona gelen bir vahiymis gibi, mimari süslemelerin hakikatin özüne sahip ol­ masini bir gereksinim ve böylece bir güzellik haline gelmesini saglama fikriyle yanip tutustugunu duymus­ tum. Onun bakis açisindan belki de tüm bunlar çok iyi, fakat yaygin olarak görülen sanada amatör bir se­ kilde, yalniz zevk için ugrasma fikrinden sadece biraz

daha iyi. Mimarinin duygusal bir reformcusu olarak ise temelden degil, tavan süslemelerinden basladi. Bu evde oturanin süslemeleri kendi haline birakip içer­ den ve disaridan nasil insa edecegiyle degil, sadece ha­ kikat özünün süslemelerin içine nasil yerlestirilecegiy­ le ilgiliydi. Tipki her sekerlemenin içinde badem veya çörekotu olmasi gerektigi gibi. Yine de ben bademie­ rin sekersizken çok daha saglikli ve besleyici oldugu­ na inaniyorum. Hangi akli basinda insan süslemelerin yalnizca yüzeysel ve dissal oldugunu; kaplumbaganin benekli kabugunu, kabuklu deniz hayvanlarinin sedef rengini Broadwaylilerin Teslis Kilisesi'ni elde ettikle­ ri türden bir anlasmayla kazandigini düsünmüstür? Fakat ne bir insan evininin mimari tarziyla kaplum­ baganin kabuguyla oldugundan daha ilgili olmalidir, ne de bir asker sancagini gücünün gerçek rengiyle

boyamaya kalkisacak kadar basibos. Düsman bulacak­                      61

tir. imtihan zamani geldiginde askerin rengi atabilir. Bu adam sanki tavan süslemelerinin üzerinden egilip yarim gerçeklerini bunlari ondan daha iyi bilen kaba ev sakinlerine fisildiyor gibi. Günümüzde gördügüm mimari güzelligin disaridan; tek gerçek mimar olan ev sakininin gereksinimleri ve karakteri sayesinde, görünüse önem vermeyen, bilinçsiz bir dogruluk ve soyluluk sayesinde asama asama gelistigini ve üreti­ lecek olan bu türden ek güzelliklerin hepsinin benzer bilinçsiz bir yasamsal güzelligin gölgesinde kalacagi ni biliyorum. Bu ülkedeki en ilgi çekici konutlar, ressa­ min da bildigi gibi, genelde yoksullarin kütüklerden yapilmis olan en mütevazi, gösterissiz kulübe ve bara­ kalaridir; onlari ilginç ve güzel kilan dissal özellikleri degil, barindirdiklari insanlarin yasamlaridir. Yasami

hayal edildigi kadar basit ve hayale uygun, barinagi­ nin tarzi da yeterince sade oldugu sürece banliyödeki vatandasin dört duvari da ayni sekilde ilgi çekici ola­ caktir. Mimari süslemelerin oldukça büyük bir kismi­ nin içi kelimenin tam manasiyla bostur; Eylül rüzgari bu süsleineleri özlerine zarar vermeden, ayni ödünç alinmis giysileri savurur gibi söküp atacaktir. Kilerin­ de ne zeytini ne de sarabi olmayanlarinmimariye de ihtiyaci yoktur. Peki ya benzer bir tantana edebiyattaki biçim süsleineleriyle ilgili yapilsaydi ve I ncilleriinizin mimarlari süsleinelere kilisderimizin mimarlari kadar zaman harcasaydi? Edebiyat, güzel sanatlar ve bun­ larin profesörleri böyle ortaya çikar iste. I nsani ger­ çekte ilgilendiren tahtalarin üstünün ve altinin nasil dösendigi, evininin hangi renge boyandigidir. Eger ev sahibi evi gerçek anlamda kendi dösese ve boyasa bu

62                     bir anlam ifade ederdi; fakat ruh ev sahibinden ayril­ diktan sonra bu kendi tabutunu yapmakla, mezarinin mimari olmakla ayni sey haline gelir ve "marangoz", "tabut yapiincisinin" diger adindan baska bir sey ol­ maz. Yasamdan umudunu kesen ya da yasama kayit­ sizlasan biri "Ayaginin altindan bir avuç toprak al ve evini o renge boya. " der. Acaba nihai ve dar evini mi düsünüyor? Bunun için yazi tura da at bari. Ne kadar çok bos vakti olmali! Neden bir avuç toprak aliyorsun ki ? Evini kendi ten rengine boya daha iyi; senin yerine solsun veya kizarsin. Kulübe mimari tarzini gelistirme girisimi! Süsleineleriini hazirladiginda giyecegim.

Kistan önce bir baca insa ettim ve evimin zaten yaginur geçirinez olan cephelerini kenarlarini düzles­ tirinek zorunda kaldigim kütügün ilk diliminden çika­ rilmis pürüzlü ve yas tahtalada kapladiin.

Böylelikle sikica kaplanmis ve sivanmis, on ayak genisliginde, on bes ayak uzunlugunda, sekiz ayaklik direkleri, bir çati kati ve bir dolabi, her cephesinde genis bir penceresi, iki çati kapisi, dip tarafinda bir kapisi ve karsisinda da tugladan bir ocagi olan bir eve sahip oldum. Hepsini kendim yaptigim isçiligi ve hesaba katmadan kullandigim malzemelerin normal fiyatlarini ödedigim düsünülürse evimin tam olarak maliyeti asagidaki gibidir. Bu ayrintilari veriyorum, çünkü çok az insan evlerinin tam maliyetini, eger var­ sa çok azi da evini, olusturan çesitli malzemelerin ayri ayri fiyatlarini söyleyebilir:

Tahtalar .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .. .  .  . .  .  .  . . .  . .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  . .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  8. 03 1/i dolar

çogu kulübe tahtalari.

Çati ve cepheler için artik ince tahtalar.  .  .  .  .  .  .  .  . .  .4 dolar   Çitalar.  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  . .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .   1.25  dolar      63

Camiyla birlikte iki tane kullanilmis pencere.  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  . .  .  .  .  . . . 2.43  dolar

Bin adet kullanilmis tugla.  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .. .  .  .  .  .  . .  .  .  .  .  .  .  .  .  .4 dolar Iki varil kireç... ....... ....... ........... ...... ........... 2.40 dolar

Bu                                                           pahaliydi. Kil . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 0.3 1 dolar

ihtiyacimdan daha fazla.Sömine demiri . . . . . 0. 15 dolar Çiviler.  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  . .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  . 3. 90 dolar

Mentese ve vidalar.  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  0.14 dolar

Kapi mandali. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 0. 10 dolar

Kireç tasi.  . .  .  .  .  .  .  .  .  . .  .  . .  . .  . .  .. .  . .  . .  .  .  .  . .  .. .  . . . .  .. .  . .  .  .  .  . .  . . .  0.01  dolar

Nakliye.  .  .  .  .  .  .  .  .  . .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  . . .  . .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  . .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  . 1.40 dolar

Malzemelerin önemli bir kismini sirtimda tasidim. Toplam.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28. 12 lfi dolar

Kamu mali üzerindeki hakkimi kullanarak edin­ digim kereste, tas ve kumu saymazsak kullandigim tüm malzeme bunlardi. Büyük bir bölümünü evin in­ sasindan artan malzemeyle bitisikte yapmis oldugum küçük bir odunlugum da vardi.

Kendime su anki evim kadar begenecegim ve on­ dan daha maliyetli olmayacak, ihtisam ve lüks açisin­ dan Concord'un ana caddesindeki tüm evleri geride birakacak bir ev insa etme niyetindeyim.

Böylelikle, barinaga ihtiyaci olan bir ögrencinin yillik olarak ödedigi kiradan daha fazla olmayan bir maliyetle hayatinin sonuna kadar sahibi olacagi bir barinagi edinebilecegini ögrenmis oldum. Eger gere­ ginden fazla övünüyor gibi görünüyorsam mazeretim kendimden çok insanlik için övünüyor olmamdir; ku­ surlarim ve  tutarsizliklanin  da  sözlerimdeki hakikati

64                      etkilemez. Bugdaytindan ayiklamakta zorluk çektigim

samana benzeyen ve sahip olmaktan herkes gibi üzün­ tü duydugum riyakarlik ve ikiyüzlülük tehlikesine ragmen özgürce nefes alacagim ve bu konuda övüne­ cegim. Bu hem ahlaki hem de fiziki sistem için büyük bir rahatlamadir. Tevazu göstererek seytanin avukati olmamaya karar verdim. Hakikat için güzel bir söz söylemeye çalisacagim. Cambridge Üniversitesi'nde benimkinden birazcik daha genis olan bir ögrenci odasinin yillik kirasi otuz dolardir, kaldi ki sirketin yan yana ve ayni çati altinda otuz iki oda insa etme avantaji vardir. Kiraci ise çok sayida gürültücü kom­ sunun ve muhtemelen dördüncü katta oturmanin ver­ digi rahatsizliga katlanmak zorundadir. Düsünmekten kendimi alamiyorum; bu konuda gerçekten daha akil­ li olsaydik, hakikaten daha fazla egitim zaten alinmis

oldugu için yalnizca daha az egitime ihtiyaç duyul­ maz, ayni zamanda egitim almanin parasal maliyeti de çok büyük oranda azalmis olurdu. Cambridge'de veya baska yerde bir ögrencinin ihtiyaç duydugu rahatligin gerektirdigi yasamsal fedakarlik iki tarafin da düzgün yönetimi altinda olacagindan on kat daha fazladir. En fazla paranin talep edildigi seyler hiçbir zaman ögren­ cinin en çok ihtiyaç duydugu seyler degildir. Mesela ögrenim ücreti dönemlik faturanin en önemli kalem­ lerinden biriyken, ögrencinin en kültürlü yasitlariy­ la bir arada bulunarak aldigi çok daha degerli olan egitim için hiç para alinmaz. Genelde bir üniversite­ nin kurulusu su sekilde gerçeklesir: Bagislar toplanir, daha sonra yalnizca büyük bir dikkatle takip edilmesi gereken is bölümü ilkeleri körlemesine bir sekilde en uç noktasina kadar takip edilir. Bunu bir ticaret araci

haline getirmis  olan  yüklenici kisi çagirilir ve bu kisi                          65

de gerçekten temelleri atacak olan Irlandalilari veya diger isçileri ise alir. Bu arada ögrenci adaylarina ken­ dilerini bu kuruma uydurmalari söylenir ve bu hata­ lari gelecek nesiller ödemek zorunda kalir.  Temelle­ ri kendilerinin atmasinin bile ögrenciler ve okuldan yararlanmak isteyenler için daha iyi olacagini düsü­ nüyorum. Sistematik olarak zorunlu oldugu islerden kaytarip can attigi bos vakte ve dinlenineye kavusan ögrenci, kendini tek basina bos vakti bile yararli bir hale getiren deneyimden eder ve bayagi ve yararsiz bir bos vakitten baska bir sey elde edemez. ''Ama ögrencilerin kafalariyla is yapmak yerine elleriyle is yapmasi gerektigini söylemiyorsun, degil mi" diye sorulabilir. Tam olarak ondan bahsetmiyorum aslin­ da, söyle düsünülebilecek bir seyden bahsediyorum;

"Toplum onlari bu pahali oyunda destekierken ögren­ ciler hayatla oyun oynamamalilar veya hayati yalnizca çalismamali, hayati ciddiyetle, basindan sonuna kadar yasamalidirlar." demeye çalisiyorum. Gençler yasam tecrübesini derhal denemeden yasamayi daha iyi nasil ögrenebilirler ki ? Bence bu zihinlerini en az matema­ tik kadar çalistiracaktir. Bir delikanliya örnegin sanat ve bilimler hakkinda bir sey ögretmek istesem, yay­ gin yöntemi tercih ederek onu yasam sanatinin disin­ daki her seyin ögretildigi ve uygulandigi; dünyanin asla kendi gözüyle degil, bir teleskop veya mikroskop araciligiyla incelendigi ; ekmegin nasil yapildiginin degil kimyanin çalisildigi; ekmegin nasil kazanildigi­ nin degil rnekanigIn ögrenildigi; gözündeki tozlarin veya hangi serserinin uydusu haline gelmis oldugu­ nun tespit edildigi degil, Neptün'ün yeni uydularinin

66                     kesfedildigi; bir sirke damlasindaki canavarlar üzerine

kafa yorarken, çevresinde kaynasmakta olan canavar­ lar tarafindan yiyip bitirildiginin farkinda varamadigi bir yer olan bir profesörün yanina göndermezdim. Bir ayin sonunda hangisi daha fazla ilerleme göstermis olurdu; kendi kazip çikardigi ve erittigi cevherle ken­ di çakisini yapmis olan çocuk mu ki bunun için digeri kadar okumak da gereklidir, yoksa bu sirada Ensti­ tü'deki metalürji derslerine devam etmis olan ve ba­ basindan hediye olarak Rogers marka küçük bir çaki hediye almis olan çocuk mu ? Hangisinin parmaklarini kesme olasiligi daha fazla olurdu ? Üniversiteden ay­ rilirken gemicilik okumus oldugumu hayretle ögren­ dim! Limancia bir volta atsaydim gemicilik hakkinda daha çok sey ögrenirdim. Felsefeyle ayni anlama gelen yasam iktisadi üniversitelerimizde içten bir sekilde ög-

retilmezken en yoksul ögrenci bile siyasal iktisat ça­ lisir ve ögrenir. Bunun sonucunda ise, Adam Smith, Ricardo ve Say'i okurken babasini altindan kalkilmaz bir borcun içine sokar.

Üniversitelerimizde oldugu kadar sayisi yüzleri bulan "modern gelismelerde" de bir aldanma vardir, her zaman için olumlu bir ilerlemeden bahsedemeyiz. Seytan ilk hissesinde de, takip eden sayisiz yatirimin­ da da sonuna kadar bilesik faiz uygulamaya devam ediyor. Icatlarimiz dikkatimizi ciddi konulardan sap­ tiran hos oyuncaklara benziyor. Gelismemis bir ama­ ca, Boston'a veya New York'a varan demiryollari gibi, zaten ulasilmasi çok kolay olan bir amaca hizmet eden gelismis araçlardan baska bir sey degiller. Maine'den Texas' a manyetik bir telgraf hatti kurmak için büyük bir acele içindeyiz, fakat belki de Maine ve Texas'in

birbirine iletecek önemli bir seyi  yoktur.   Bu sehirler                             67

seçkin ve sagir bir kadinla tanistirilmaya can atan fa­ kat kulakligin bir ucu eline tutusturuldugunda söyle­ yecek hiçbir sey bulamayan bir adam gibi zor bir du­ rumdadir. Sanki asil amaç anlamli konusmak degil de hizli konusmakmis gibi. Atiantik'in altinda bir tünel açip eski ve yeni dünyayi birkaç hafta daha yaklastir­ mak için çok hevesliyiz; fakat belki de orta halli, me­ rakli Amerikalinin kulagina ulasacak ilk haber Prenses Adelaide'nin bogmaca oldugu haberi olacaktir.  Ne de olsa, atini dakikada bir mil hizla süren adam en önemli haberi tasimaz; ne bir vaizdir, ne de  çekirge ve yaban bali yiyerek yolculuk eder. Flying Childers adli yaris atinin bir kez olsun degirmene bir avuç misir tasimis oldugunu sanmiyorum.

Bana diyorlar ki "Para biriktirmemene hayret

ediyorum; yolculuk yapmayi seviyorsun, bugün trene atlayip Fitchburg'a gidebilir ve ülkeyi gezip görebilir­ sin." Fakat ben daha akilliyim. En hizli yolcunun yaya seyahat eden oldugunu ögrendim. Arkadaslarima di­ yorum ki oraya kimin önce varacagini denedigimizi farz et. Yol otuz mil, bilet ücreti ise doksan sent. Bu neredeyse bir günlük yevmiye eder. Tam bu yolda ça­ lisan isçilerin günlük altmis sent aldigi günleri hatir­ liyorum. S imdi yola çikarsam gece olmadan varmis olurum; bütün hafta boyunca bu hizda yürüdügüm oldu. Bu arada sen bilet parasini kazaniyor olup, ora­ ya yarin veya hemen bir is bulacak kadar sansliysan bu aksam varmis olacaksin. Günün büyük bir kismin­ da Fitchburg'a gitmek yerine burada çalisiyor olacak­ sin. Böylelikle, demiryolu dünyanin çevresini dolansa bile, senden önde olacagiini düsünüyorum. Ülkeyi ge­

68                     zip görmek ve böylece deneyim kazanmaya gelince ; senden çok daha fazlasini ögrenecegim.

Iste kimsenin zekayla alt ederneyecegi evrensel yasa böyledir; demiryoluna gelince, uzun oldugu ka­ dar genis oldugunu da söyleyebiliriz. Tüm insanlarin erisebilecegi ve dünyanin çevresini dalanacak bir de­ miryolu insa etmek gezegenin tüm yüzeyini düzlestir­ mekle esdegerdir. I nsanlar bu ortak sermaye ve kazma isini yeterince sürdürürlerse hemen, herkesinbir yer­ lere yolculuk yapabilecegi gibi muglak ve bos bir fikre sahiptirler; fakat kalabalik istasyona hücum etse de, kondüktör "Yolcu kalmasin !" diye bagirsa da, duman dagildiginda ve buhar yogunlastiginda sadece bir­ kaç kisinin trene binebildigi ve geri kalanlarin trenin altinda ezildigi fark edilecektir ve buna "üzücü bir kaza" denilecektir ki gerçekten de öyledir. Süphesiz

sonunda bilet ücretini kazanmis olanlar, eger o zama­ na kadar sag kalirlarsa, yolculuk yapabileceklerdir, fa­ kat büyük ihtimalle o zamana kadar yolculuk yapma esnekligini ve arzusunu da kaybedeceklerdir. Hayati­ nin en degersiz kisminda kuskulu bir özgürlügün tadi­ na varabii rnek için hayatinin en iyi kismini para kaza­ narak harcamak bana I ngiltere'ye dönüp bir sair gibi yasayabilmek için ilk olarak servet edinmek amaciyla Hindistan'a giden I ngiliz'i hatirlatiyor. Bence zaman kaybetmeden tavan arasina çekilmeliydi. Bir milyon I rlandali'nin yasadigi varoslardan "Ne! I nsa ettigimiz bu demiryolu güzel bir sey degil mi ?" diye haykirdigi­ ni duyar gihiyim. Evet, nispeten iyi, daha kötü bir sey yapmis olabilirdiniz; fakat sizler benim kardesimsiniz, bu yüzden zamaninizi bu toz topragi kazmaktan daha iyi seyler yaparak geçirmenizi isterdim.

Olagan  olmayan  giderlerimi karsilamak amaciy­                        69

la dürüst ve uygun bir sekilde on-on iki dolar kazan­ mak istedigim için evimi bitIrineden önce evin hemen yakinindaki iki buçuk akrelik ince ve kumlu topra­ gin büyük bir kism ina fasulye, küçük bir kismina ise patates, misir, bezelye ve turp ektim. Çam ve ceviz agaçlarinin yetistigi arazinin tamami  on  bir  akrey­ di ve önceki mevsim akresi sekiz dolar sekiz sentten satilmisti. Çiftçilerden biri bu topragin "gürültücü sincaplar yetistirmekten baska bir ise yaramayacagi­ ni" söyledi. Topragin sahibi olmadigim, sadece kamu arazisini kullandigim ve ayni miktarda ürünü bir daha yetistirmeyi düsünmedigim için gübre kullanmadim ve topragin tümünü bir seferde çapalamadim. Top­ ragi sürerken sonradan uzun bir süre yakacak olarak kullandigim birkaç parça kök çikardim. Yaz boyunca

yetisen fasulyenin bolluguyla kolayca dikkat çeken küçük bir parça bakir topragi da sürmeden biraktim. Evimin arkasindaki ölü ve satilmaya uygun olmayan odun ve gölün getirdigi tahta parçalari da yakacagi­ min geri kalanini sagladi. Topragi sürmek için bir çift ve bir adam kiralamak zorunda kalsam da sabani ken­ dim kullandim. I lk mevsim için çiftlik, edevat, tohum ve isçilik giderleri 14.72 dolar tuttu. Misir tohumunu bedava aldim. Zaten misir tohumu gerekenden fazla ekilmedigi sürece sözünü etmeye degmeyen bir mali­ yeti olur. On iki kile fasulye, on sekiz kile patatesin yaninda biraz da bezelye ve tatli misir elde ettim. Mi­ sir ve turp ise ise yaramayacak kadar geç oldu. Çift­ likten elde ettigim toplam gelir 23 .44 dolardi. 14.72 1/i dolar olan giderler çiktiginda ise geriye 8 71 Vidolar kaliyordu. Ayrica tüketilen ve bu hesap yapi­

70                                      lirken elimde olan ürün 4.50 dolar degerindeydi; ek­ medigim topraktan elde edilecek olan üründen daha fazla. Her sey hesaba katildiginda, insan ruhunun ve bugünün önemi de düsünülürse, deneyim kismen ge­ çici karakteri dolayisiyla çok az bir vakit almis olsa da elde ettigim kazancin Concord'da o yil herhangi bir çiftçinin elde etmis oldugu kazançtan çok daha fazla oldugunu inaniyorum.

Sonraki yil ihtiyaç duydugum tüm topragi, bir akrenin üçte birine denk gelen bir kismi beliedigim için daha basarili oldum. Aralarinda Arthur Young'un çalismasinin da bulundugu, tarim üzerine yazilmis olan meshur kitaptan hiç etkilenmeden, iki yillik de­ neyimim sayesinde sunu ögrendim: I nsan sade ya­ sayip yalnizca kendi yetistirdigi mahsulle beslenirse, tüketeceginden daha fazla mahsul yetistirip yetersiz

miktarda daha lüks ve pahali seylerle takas etmezse küçük bir topragi ekinesi yeterli olacaktir. Bu topragi kendi basina bellernesi öküz kullanarak sürmesinden daha ucuza gelecek, eski topragi gübrelemektense zaman zaman yeni ve ekilmemis bir topragi kulla­ nabilecek ve gerekli tüm tarim islerini yazin zaman buldukça sol eliyle yapar gibi kolayca yapabilecektir. Böylelikle simdi oldugu gibi bir öküze, ata, inege veya domuza bagimli olmayacaktir. Bu konuda tarafsizca, su anki ekonomik ve sosyal düzenin basarisi ya da ba­ sarisizligiyla hiç ilgilenmeyen biri olarak konusmak istiyorum. Bir eve veya çiftlige bagli olmadigim için Concord'daki her çiftçiden daha özgürdüm ve her an oldukça çarpik olabilen aklimin tüm kavislerini takip edebiliyordum. Hepsinden çok daha iyi durumda ol­ mamin yaninda, eger evim yansaydi veya kötü bir ha­

sat yapmis olsaydim bile neredeyse eskisi kadar iyi bir                           71

durumda olurdum.

Sürülerin insanlara sahip olduklari kadar insanla­ tin da sürülere sahip alamadigini, sürülerin çok daha özgür olduklarini düsünüyorum. I nsanlar ve öküzler is bölümü yapar; fakat yalnizca zaruri olan isi düsü­ nürsek öküzün daha üstün oldugunu, tarlalarinin daha genis oldugunu görürüz. Insan bu is bölümünden ken­ dine düsen bölümü alti hafta boyunca ot biçerek ye­ rine getirir ve bu is çocuk oyuncagi degildir. Süphesiz her açidan basit yasayan hiçbir ülke, yani filozoflara ait hiçbir ülke, hayvanlarin emegini kullanmak kadar büyük bir hata yapmazdi. Dogru, bir filozoflar ülkesi hiçbir zaman var olmadi ve yakinda da var olacak gibi görünmüyor, böyle bir ülkenin var olmasinin arzu edilir oldugundan da emin degilim. Ancak, tamamen

bir seyis veya çoban haline gelmekten korktugurndan hiçbir zaman bir at ya da bagayi egitip benim yerime is yapabilmesi için yanima da almis degilim. Ve eger toplum böyle yaparak kazanç sagliyor gibi görünüyor­ sa da birinin kazancinin bir digerinin kaybi olmadi­ gindan ve bir seyisin efendisininkine benzer bir amaci olmadigindan emin miyiz? Bazi kamu islerinin böyle bir yardim olmadan gerçeklestirilemeyecegini ve in­ sanin böyle bir serefi öküz ve ada paylasmasini kabul edelim, bu durumda insanin kendisine çok daha yaki­ san isler yapamamis oldugu mu ortaya çikar? I nsanlar yalnizca gereksiz ve sanatsal isleri degil, lüks ve bos is­ leri de hayvanlarin yardimiyla yapmaya basladiklarin­ da birkaç kisinin tüm isi öküze yaptirmasi, baska bir deyisle güçlünün kölesi haline gelmesi kaçinilmazdir. Böylelikle insan yalnizca içindeki hayvan için degil,

72                                       bunun bir sembolü olarak disindaki hayvan için de çalisir. Tugla veya tastan yapilmis birçok gösterisli evi­ miz olsa da, çiftçinin zenginligi hala ahirinin evini ne kadar gölgede birakabildigiyle ölçülür. Bu kasabanin civardaki öküzlerin, ineklerin ve atlarin kaldigi en bü­ yük barinaklara sahip oldugu söylenir, kamu binalari açisindan da geride kalir bir yani yoktur; fakat bu ka­ saba bu ilçenin serbest ibadet ve serbest konusma için en az binaya sahip olan kasabasidir. Ülkeler kendileri­ ni neden mimarileriyle degil de, soyut düsünce yete­ nekleriyle ölümsüzlestirmezler? Oysa Bhagavat Gita Dogu'nun tüm harabelerine kiyasla ne kadar muhte­ semdir! Kule ve tapmaklar prensierin lüksüdür. Sade ve bagimsiz bir zihin hiçbir prensin emrinde çalismaz. Deha ne bir imparatorun usagidir, ne de ehemmiyet­ siz bir dereceye kadar gümüs,  altin veya mermerden

yapilmistir. Söyleyin, bu kadar tas hangi amaç için isleniyor? Arcadia'dayken hiç islenmis tas görme­ dim. Ülkeler kendi hatiralarini arkalarinda biraktik­ lari islenmis tas miktariyla sürdürmek gibi delice bir hirsa kapilmislar. Davranislarinizi düzeltmek ve terbiye etmek için benzer zahmetlere katlansalardi ne olurdu ? Bir parça akliselim, aya kadar yükselen bir anittan çok daha unutulmaz olurdu. Taslari yerinde görmek daha çok hosuma gider. Teb'in görkemi adi bir görkemdir. Dürüst birinin tarlasini çeviren bir tas duvar, yasamin gerçek amacindan çok daha uzaklara ulasan yüz kapili Teb'den daha anlamlidir. Barbar ve putperest olan dinler ve uygarliklar sasaali tapinaklar insa eder; fakat Hiristiyanlik dedigimiz din böyle bir sey yapmaz. Bir ülkenin isledigi tasin büyük bir kismi o ülkenin mezarina gider. Bu ülke, kendini diri diri

gömer. Piramitlere gelince, Nil'de bogulup cesedi kö­                              73

peklere verilse daha akillica ve mertçe olacak haris bir serseme mezar insa etmek için yasamlarini harcayacak kadar alçak bu kadar çok insan bulunabilmis oldugu gerçegi disinda hayret edilecek bir sey yok. Belki on­ lar ve firavun için birkaç bahane uydurabilirdim, fa­ kat buna zamanim yok. Mimarlarin sanat sevgisi ve dinine gelince; insa edilen bir Misir tapinagi da olsa, Birlesik Devletler Bankasi binasi da olsa bütün dün­ yada aynidir. Hak ettiginden daha fazlasina mal olur. Esas neden sarimsak, ekmek ve tereyagi sevgisinin es­ lik ettigi kibirdir. Gelecek vaat eden genç mimar Bay Balcom kalem ve cetvelle Vitruvius'unun arkasina ta­ sarimini çizer, is ise tas isleyen Dobson & Sons sirke­ tine verilir. Aradan geçen otuz asir bu binaya tepeden bakmaya baslarken, insanlik ona hayran kalir. Yüksek

kuleleriniz ve anitlarimza gelince; bu kasahada Çin'e tünel kazma isine girisen bir deli vardi; söyledigine göre Çiniiierin çanak çömlek tingirtilarini duyacak kadar ilerlemis, fakat kazdigi çukuru hayran hayran izlemek için zahmete girecegiinI düsünmüyorum. Bir­ çok kisi Bati'daki ve Dogu'daki anitlari merak eder, onlari kimin yaptigini bilmek ister. Bense o günlerde bu anitlari kimin insa etmedigini, böylesi ehemmiyet­ siz islere kimin tenezzül etmedigini bilmek istiyorum. Neyse, istatistikierime devam edeyim .

Bu arada on parmagimda on marifet  oldugu  için kasahada arazi ölçümü, marangozluk ve baska çesitli gündelik isler yaparak 13.34 dolar kazanmis­ tim. Orada iki yildan daha fazla yasamis olsam da, 4 Temmuz'dan bu hesaplarin yapildigi i Mart gününe kadar geçen  süre,  yani  sekiz ay  boyunca yiyecekler

74                     için yaptigim harcama - kendi yetistirmis oldugum

patatesleri, tane misirlari ve bezelyeleri dahil etmeden ve son gün itibariyle elde bulunan ürünlerin degerini hesaba katmadan - söyleydi:

Pirinç. . ..... . .... . . . . . . . . ... . . . . . .. . . ... . .. . .. . . .. . .. . . . . . i. 73 1/i dolar

Seker kamisi. . . . . .. . . . . .. . .. . .. . . . . . . . ... . . .. . . . . . . . . . .. . . 1. 73 dolar

Sakarinin en ucuz biçimi.

Çavdar unu......... . . . . . .. . . ...... . . . ....... . . . . . . . . . . 1 . 04 % dolar

Misir unu.. . . . . . . . . . . . ........... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 0.99 3/4 dolar

Çavdardan daha ucuz.

Domuz eti.  . .  .  .  . .  ....... . .  ... .  .  .  ... . .  . .  .. .  .  .  .  . .  .  .  ...... .  ... .  0.22 dolar

Basarisiz olan bütün denemeler.

Un . . . ... . ... . . . ..... . . . .. . . . . .. . . . .. ....... . . . . . . .. . .. . ..... . . . 0.88 dolar

Misir unundan hem daha pahali hem de daha zah­ metli.

Seker. . ...... . .. . ... . ...... . . . . . . . . . . . . .... . . . . ..... . . ........ 0.80 dolar

Domuz yagi. ..... . . . . . . ... . ..... . .... . . . . ...... . . . . .. . . . . . 0.65 dolar

Kurutulmus elma.... . . . ........... . ...... . ......... . . . . 0.22 dolar

Tatli patates. . .  .. .  . .  .... .  .. .  ... .  . .  .. .  ... .  . .  .  . .  . . .  . .  . . .   . .  ... O.lO dolar

Bir adet balkabagi. . . ...... . . . ... .............. . ..... . . . . . 0.6 dolar

Bir adet karpuz....... . ........ . .. . . . . . .. . ....... . ...... . .. 0.2 dolar

Tuz........ . ... . . .......... . .... . .... ............. . ......... . . ... 0.3 dolar

Evet, toplamda yiyecege 8.74 dolar harcadim ; fakat okuyuculariinin çogunun da benim kadar suçlu oldugunu, kagit üzerindeki hesaplarinin benimkinden daha iyi görünmeyecegini bilmesem suçumu böylesi­ ne utanmazca yayimlamazdim. Ikinci yilimda ara ara aksam yemegi için balik tutardim. Bir seferinde de fasulye tarlaini harap eden bir dag siçanini katiede­ cek kadar ileri gittim, - bir Tatarin diyecegi gibi, ruh göçünü gerçeklestirdim, - ve kismen denemek için mi­ deye indirdim. Ancak geçici bir lezzet ve misk kokulu

bir tat vermis olsa ve kasap vitrininde hazirlanmis gibi                          75

güzel gözükse de uzun bir süre dag siçani yemenin pek de iyi olmayacagini gördüm.

Bu kalem pek bir sey ifade etmeyecek olsa da, ayni tarihler arasinda giyim ve diger ufak tefek seyler için yaptigim harcama 8.40 % dolar, yag ve bazi ev aletleri için yaptigim harcamaysa 2.00 dolardi.

Böylelikle, genellikle disarida yapilan ve henüz faturalarini almamis oldugum yikama ve onarim di­ sindaki parasal giderlerin tümü - ki bunlar, dünyanin bu kösesinde zorunlu olarak para harcanmasi gereken seylerin tamami ve hatta tamamindan daha fazlasiydi

  • sunlardi:

Ev......... . .. . . . .. .. ..... . ... . . . . ..... . ........ .... . . ....28.12 1/z dolar

Çiftlik, bir yil için.  ... .  .  .  .  . .  .  .. .  .  .. . .  .  .  .  . .  . .  . .  . .   . .   14. 72  1/z dolar

Yiyecek, sekiz ay için.... . ..... . .... .. .......... . .. . .. 8. 74 dolar Giyecek ve benzeri, sekiz ay için........... . . 8 .40 % dolar Yag ve benzeri, sekiz ay için........................2.00 dolar Toplam... . ..... . . .... . . . .... .. . . ......... . . . .. . .. . .... 61 .99 3/4 dolar

Simdiyse okuyucularim arasinda geçimini sagla­ mak zorunda olanlara hitap ediyorum: Çiftlik ürünle­ ri satisindan 23 .44 dolar, gündelik islerden ise 13 .34 dolar elde ettim. Toplam kazancim olan 36.78 dola­ ri giderlerimin toplamindan çikardigimda bir tarafta

25.21 % dolar kaliyordu ki bu hemen hemen baslan­ giçta elimde olan parayla dogacak olan harcamalara tekabül ediyordu, diger yanda ise elde etmis oldugum bos vakit, özgürlük ve sililiatIn yani sira oturmak iste­

76                     digim kadar oturabilecegim rahat bir ev vard i.

Bu istatistikler her ne kadar rastlantisalmis, dola­ yisiyla yol gösterici degilmis gibi görünseler de belli bir bütünlük ihtiva ettikleri gibi belli bir degere de sahiptirler. Hesabini vermedigim hiçbir sey yoktur. Yukaridaki hesaptan yalnizca beslenme harcamamin haftalik olarak yirmi yedi sent tuttugu anlasiliyor. Ne­ redeyse iki yil boyunca mayasiz çavdar ve misir ekme­ gi, patates, pirinç, çok az tuzlanmis domuz eti, seker kamisi ve tuz yedim, su içtim. Hindistan felsefesini bu kadar çok seven benim temelde pirinç yiyerek yasa­ mis olmam oldukça uygundu. Müzmin muhaliflerin itirazlarina cevap vermek için belirteyim, her zaman yapmis oldugum ve yeniden yapma firsat bulacagi­ ma inandigim gibi zaman zaman disarida yemek ye­ seydim bu evdeki düzenimin zararina olurdu. Ancak

disarida yemek, belirttigim gibi, bir aliskanlik haline geldigi takdirde böyle göreceli bir ifadeyi hiçbir sekil­ de etkilemez.

I ki yillik deneyimimden, bu enlemde bile, insa­ nin ihtiyaç duydugu yiyecekleri inanilmaz az zahmetle elde edebilecegini, kisinin hayvanlar kadar basit bes­ Iense bile sagligini ve gücünü muhafaza edebilecegini ögrendim. Yalnizca misir tarlamdan topladigim, has­ layip tuzladigim bir tabak semizotuyla (Portulaca ole­ racea) bile birçok açidan doyurucu bir yemek hazir­ ladim. Gündelik isminin çagristirdigi lezzetten dolayi Latince ismini de yaziyorum. Ve söyleyin, akli basin­ da bir insan huzurlu bir gün, siradan bir ögle vaktinde haslanmis, tuz eklenmis yeterli sayida yesil tatli misir basagindan daha fazla ne isteyebilir? Beslenme ko­ nusunda yaptigim birkaç küçük çesitierne bile saglik

amaçli degil, canim çektigi içindi. Buna ragmen insan­                          77

lar öyle bir noktaya geliyor ki çogu zaman zaruri ih­ tiyaçlarini degil, lüks ihtiyaçlarini temin edemedikleri için açlik çekiyorlar; oglunun içecek olarak sadece su içmeye basladigi için hayatini kaybettigini düsünen iyi bir kadin taniyorum.

Okuyucu konuyu beslenme açisindan degil de, ekonomi açisindan ele aldigimi aniayacak ve dolu bir kilere sahip olmadigi sürece perhiziinI denemeyi göze almayacaktir.

ilkin yaptigim ekmek sadece misir unu ve tuzdan olusuyordu, disarida bir parça tahtayla veya evimin insasi sirasinda kesmis oldugum bir parça kalasla yak­ tigim ateste hakiki misir ekmekleri pisiriyordum; fa­ kat bu ekmekler dumanlandiklari için çam tadini ali­ yorlardi. Unu da denedim, fakat sonunda çavdar ve

misir unu karisiminin en münasip ve uygun seçenek oldugunu gördüm. Soguk havalarda pes pese birkaç sornun ekmek pisirmek, bu sornunlari kuluçkaya yat­ mis bir Nil kazi kadar dikkatli bir sekilde izleyip çe­ virmek ne kadar keyifliydi, anlatamam. Bunlar benim yetistirdigim tahil ürünleriydi ve bezlere sarip müm­ kün oldugu kadar uzun sakladigim diger soylu mey­ velerinkine benzer hos bir kokulari vardi. Kadim ve vazgeçilmez olan ekmek yapma sanatini çalistim, bu konuda önerilen otoritelere danistim. Ilkel günlere, insanin kabuklu yemisler ve etierin vahsiliginden bu beslenme düzeninin hafifligi ve inceligine ulasip ilk defa mayasiz ekmegi yaptigi günlere kadar gittim; ça­ lismalarimda asama asama yol kat ederek, mayalama islemini ögrettigi düsünülen hamurun kazara eksidigi günlerden, sonraki çesitli mayalama yöntemlerinden

78                                      geçerek yasamin kaynagi olan "güzel, tatli ve besleyi­ ci ekmege" kadar geldim. Kimilerinin ekmegin ruhu olarak gördügü, ekmegin hücresel dokusunu doldu­ ran can olan, vesta atesi gibi dindarca muhafaza edi­

,en mayanin zannediyorum ki Amerika'ya ilk olarak 1 620 yilinda Mayflower gemisiyle getirilmis olan kiy­ metli bir sisesi, Amerika'nin oldukça isine yaradi; et­ kisi ise ülkedeki tahil rüzgarlariyla hala yükselmekte, artmakta ve yayilmakta. Bu mayayi, sonunda bir sabah kurallari unutup mayaini kaynatincaya kadar, düzenli ve sadik bir biçimde köyden temin ettim ki bu kaza sa­ yesinde - kesiflerimi sentetik degil analitik süreçlerle yaptigimdan - mayanin bile vazgeçilmez olmadigini kesfettim. Ve birçok ev hanimi beni saglam ve bes­ leyici ekmegin mayasiz olamayacagina ikna etmeye çalissa da, ihtiyarlar yasamsal güçlerin hizli bir sekilde

yozlasmakta oldugu kehanetinde bulunsalar da mem­ nuniyetle, o günden itibaren bir daha maya kullan­ madim. Zira mayanin elzem bir malzeme olmadigini düsünüyorum, bir yil boyunca maya kullanmadigim halde hala yasayanlar dünyasindayim. Ayrica zaman zaman açilip dökülerek beni rahatsiz eden bir sise dolusu maya tasima zahmetinden kurtuldugum için de gayet memnunum. Maya kullanmamak çok daha basit ve saygindir. Insan tüm iklimiere ve durumlara en çok uyum saglayabilen hayvandir. Ekmegime soda veya baska bir asit ya da alkalIn de koymadim. Ekme­ gimi Marcus Porcius Cato'nun, Isa'nin dogumundan iki asir önce vermis oldugu tarife göre yaptigim söy­ lenebilir. "Panem depsticium sic facito. Manus mor­ tariumque bene lavato. Parinam in mortariuru indito, aquae paulatim addito, subigitoque pulchre. Ubi bene

subegeris, defingito, coquitoque sub testu." Bunun su                           79

anlama geldigini düsünüyorum: "Ekmegi su sekilde yogur: Ellerini yika ve hamurda bir çukur aç. Unu bu çukura koyup yavas yavas su ekle ve güzelce yogur. Güzelce yagurduktan sonra sekil ver ve bir kapak al­ tinda pisir. " Yani bir tencerede. Mayadan hiç bahset­ memis. Ancak bu yasam kaynagini her zaman kullan­ madim. Bir keresinde, cüzdaniinin boslugu yüzünden bir aydan daha uzun bir süre boyunca bu malzemele­ rin hiçbirini göremedim.

Her New Englandli bu çavdar ve misir diyarin­ da kendi ekmek malzemelerini kolayca yetistirebilir, böylelikle bu malzemeler için uzak ve dengesiz pa­ zarlara güvenmek zorunda kalmaz. Yine de sadelik ve bagimsizliktan o kadar uzagiz ki; Concord'daki dük­ kaniarda taze ve tatli un çok nadir satilir ve iri taneli

kaba misir unu ve misir çok az kisi tarafindan kullani­ lir. Çiftçi bunlarin çogunu sigirlarina yedirir ve kendi ürettigi tahillari satip dükkandan daha besleyici olma­ yan ve daha pahaliya satilan unu satin alir. Çavdar en verimsiz toprakta bile yetistigi, misir ise yetisrnek için en verimli topraga gerek duymadigi için kolayca bir veya iki kile çavdar ve misir yetistirebildigimi, bunlari bir el degirmeninde ögüterek de pirinç ve domuz eti yemeden yasayabildigimi gördüm. Tatliya ihtiyacim oldugunda ise deneyerek balkabagindan veya seker pancarindan gayet güzel pekmez yapabildigiinI ögren­ dim; daha fazlasini kolayca elde edebilmek için yal­ nizca birkaç tane akçaagaç ekinem gerektigini, agaçlar büyürken ise burada bahsettiklerime ek olarak çesitli alternatifler kullanabilecegimi biliyordum. "Çünkü" atalarimizin da söyledigi gibi,

80                                       "içki yapabiliriz agzimizi tatlandirmaya balkabaklariyla ve yaban havuçlariyla ve ceviz

agaci kiymiklariyla. "

Son olarak ihtiyaçlarin en önemlisi olan tuza ge­ lince; bu deniz kiyisini ziyaret etmek için çok uygun bir firsat olabilir. Tuzu tamamen biraktigimda ise, muhtemelen daha az su içmem gerekiyor. Yeriilerio tuz elde etme zahmetine katlandiklarini hiç sanmiyo­ rum.

Böylelikle sadece yiyecek hesaba katilirsa, ticaret ve takastan tamamen uzak durabildim, zaten bir bari­ nagim oldugu için de geriye yalnizca giyecek ve yaka­ cak bulmak kaldi. Su an giydigim pantolon bir çiftçi ailesi tarafindan dokunmustu, sükür ki insanda hala bu kadar erdem kalmis; çünkü çiftçinin isçilik yapma­ sini insanin çiftçilik yapmasi kadar mühim ve degerli

bulurum; yeni bir ülkede yakacak bulmak ise büyük bir yüktür. Yasam alanina gelince; bu kamu arazisinde oturup topragi sürmeme daha fazla izin verilmeyecek olsaydi eger ektigim topragin sattidigi fiyata, yani se­ kiz dolar sekiz sente, bir akre toprak satin alabilirdim. Ancak, gördügüm kadariyla, topragi ekip biçerek de­ gerini artirdigiini düsünüyordum.

Zaman zaman, yalnizca bitkisel besinler yiyerek yasayabilecegimi düsünüp düsünmedigime benzer so­ rular soran bazi inançsizlar çikiyor. Hemen konunun köküne inmek için - çünkü kök inançtir- tahtadaki çi­ vileri yiyerek bile yasayabilecegimi söylüyorum. Eger bunu anlayamazlarsa zaten söyleyeceklerimi de anla­ mayacaklardir. Kendi adima, bu tür deneyierin yapil­ digini duymak beni memnun ediyor; mesela bir genç iki hafta boyunca yalnizca dislerini kullanarak, sert ve

çig misir basagi yiyerek yasamaya çalismis. Sincaplar                       81

bunu deneyerek basarili olmuslardir. Bu deneyleri ger­ çeklestitineye gücü yetmeyen veya degirmende kendi hissesine sahip olan birkaç yasli kadin telaslanacak olsa da, bu deneyler insan irkinin ilgisini çekmektedir.

Bir yatak, masa, çalisma masasi, üç sandalye, üç inç çapinda bir ayna, bir çift masa  ve  ocak ayakli­  gi, bir tencere, tava, kizartma tavasi, bir kepçe, bu­ lasik legeni, iki biçak ve çatal, üç tabak,  bir bardak, bir kasik, bir yag kavanozu, bir pekmez kavanozu ve verniklenmis bir lamhaclan olusan ev esyalariinin bir kismini kendim yaptim. Geriye kalanlar ise hesabini verdigimden daha fazlasina mal olmadi. Kimse bir balkabagina oturmak zorunda kalacak kadar yoksul degildir. Bu beceriksizliktir. Kasabadaki çati katlarin­ da öyle begendigim sandalyeler görüyorum ki gidip

almamak için kendime zor engel oluyorum. Mobil­ yalar! Tanri'ya sükür, mobilyacilarin yardimi olmak­ sizin oturup kalkabiliyorum. Mobilyalari bir arabaya yüklü, gökyüzünün isigi ve insanlarin bakislari altinda sefil ve bos kutulada dolasirken görülmekten ancak bir filozof utanmayacaktir. Bunlar Spaulding'in mo­ bilyalaridir. Böyle bir yüke baktigimda sahibinin sö­ züm ona zengin biri mi yoksa yoksul biri mi oldugunu kesinlikle söyleyemem; sahibi her zaman sefil ve yok­ sul görünür. Aslinda bu tür seylere ne derece sahipsen o derece yoksul olursun. Her bir yük sanki bir düzine gecekondunun esyalariymis gibi görünür ve eger bir gecekondu yoksulsa bu bir düzine kat daha fazla yok­ sulluk anlamina gelir. Söyleyin, mobilyalarimizdan, ölü derimizden kurtulmak ve sonunda bu dünyadan daha iyi dösenmis ötekine gidip bu dünyayi yanmaya

82                     terk  etmekten baska ne  için  tasiniriz  ki ?  Sanki tüm

bu tuzaklar insanin beline takilmis, yollarimizin çizil­ mis oldugu bu engebeli ülkede onlari sürüklemeden, tuzagini pesinde sürüklerneden hareket edemiyormus gibi. Kuyrugunu tuzakta birakmis tilki sansli bir tilki­ dir. Misk faresi tuzaktan kurtulup özgür kalabilmek için üçüncü hacagini isirip koparir. I nsanin esnekligini kaybetmis olmasina hayret etmemek gerek.

Insan kaç kez engellerle karsilasip hareket edemez hale gelir! "Efendim, kabaligimi mazur görürseniz, engellerden kastiniz nedir ?" Eger dikkatli bakarsaniz; biriyle karsilastiginizda sahip oldugu her seyi ve ar­ kasinda sürükledigi, sahip oldugunu inkar ediyormus gibi yaptigi çogu seyi, mutfak esyalarini ve saklayip yakmadigi bütün degersiz ivir zivirlarini sirtlanmis, gidebildigi kadar gitmeye çalistigini görürsünüz. Bir

araba dolusu mobilyasini pesinden sürükleyemeyece­ gi bir budak deliginden veya geçitten geçmek zorun­ da olan kisinin engellerle karsilasmis, hareket edemez bir halde oldugunu düsünürüm. Görünüste saglam, güvenilir ve özgür, giyinip kusanmis birinin mobilya­ larinin sigortali olup olmadigindan bahsettigini duy­ dugumda ona acimaktan kendimi alamiyorum. ''Ama mobilyalarimi ne yapacagim?" Demek ki neseli küçük kelebegim örümcek agina yakalanmis. Uzun bir süre boyunca hiçbir seye sahip degilmis gibi görünenleri bile yakindan incelediginizde birilerinin ambarinda depolanmis bir seyleri oldugunu görürsünüz. Günü­ müz I ngiltere'sini, uzun süren ev sahipligi boyunca biriktirmis oldugu, yakmaya cesaret edemedigi bü­ yük bir esya yiginiyla, degersiz ivir zivirla, küçük bir sandikla, büyük bir sandikla, sapka kutusuyla ve boli­

çayla yolculuk yapan  yasli bir beyefendiye benzetiyo­                       83

rum. Bunlarin en azindan ilk üçünü atmak gerekiyor. Günümüzde, yatagini yüklenip yürümek saglikli bir insanin kuvvetini asacaktir, hasta birine ise kesinlikle yatagindan kalkip kosmayi tavsiye ederim. Ensesinde büyümüs devasa bir ura benzeyen, içine her seyini koymus oldugu bir çikinin altinda sendeleye sende­ leye hareket eden bir göçmenle karsilastigimda ona acimistim; bütün esyasi bu kadar oldugu için degil, bu kadar çok esyayi tasimak zorunda kaldigi için. Eger bir gün tuzagiini pesimden sürüklernem gerekirse bu tuzagin hafif olmasina ve vücudumun hayati bir yerini sikistirmasina izin vermeyecegim. Ama galiba en iyisi böyle seylere hiç bulasmamak olacaktir.

Bu arada günes ve ay disinda hiçbir izleyenim ol­ madigi ve onlarin bakmasini istedigim için hiç perde

masrafim olmadi diyebilirim. Ay ne sütümü eksitir, ne de etimi bozar; günes ne mobilyama zarar verir, ne de halimi soldurur. Her ne kadar günes zaman zaman çok sicak bir dost oluyorsa da, evime fazladan bir esya eklemektense doganin saglamis oldugu bir perdenin arkasina çekilmeyi yeglerim. Bir keresinde bir hanim bir paspas vermeyi teklif etmisti fakat ne ev içinde paspasa ayiracak bir yerim ne de içerde veya disarida paspas silkmeye ayiracak, zamanim oldugu için tekli­ fini reddettim, ayaklarimi kapiinin önündeki çimiere silmeyi tercih ettim. Kötülükten daha basinda kaçin­ mak en iyisidir.

Bir papaz yardimcisinin esyalarinin sauldigi bir açik artirmaya katilali çok olmadi, hayati verimsiz geçmemise benziyordu:

"I nsanlarin yaptigi kötülükler onlardan sonra da

84                     yasamaya devam eder. "

Her zamanki gibi, esyalarin büyük bir kismi, ba­ basi tarafindan biriktirilmeye baslanmis degersiz ivir zivirdan olusuyordu. Geri kalanlar arasinda ise kuru­ tulmus bir bagirsak kurdu vardi. Ve simdi, çati katin­ da veya baska tozlu bir delikte yarim yüzyil boyunca bekledikten sonra, bu seyler yakilmadi; bir ates veya arindirici bir imhanin yerine bir açik artirma düzen­ lendi ve sayilari artirildi. Komsular bu esyalara bak­ mak, onlari satin almak, ölüp de miraslari payiasilana ve tüm bunlar bastan baslayana kadar saklamak üzere çati katiarina ve tozlu deliklerine tasimak için hevesle toplastilar. I nsan öldügünde toza topraga bulanir.

En azindan her yil ölü deriyi atmayi andiran bir seyler yaptiklari için bazi ilkel uluslarin geleneklerini taklit etmemiz belki de yararimiza olabilir, gerçekten

yapip yapmadiklarini bilmesem de, böyle fikirler bu­ lunuyor. Bartram'in, Mucclasse yerlilerinin gelenegi olarak anlattigi "sokak eglencesi" ya da "ilk meyveler festivali" gibi kutlamalar yapsaydik hos olmaz miydi ? Bartram sunlari anlatir: "Bir kasaba böyle bir eglen­ ce düzenlediginde, önceden kendilerine yeni giysiler, tencereler, tavalar ve diger ev esya ve gereçleri almis olan kasabalilar evlerini, meydanlari ve tüm kasabayi süpürüp, temizleyip kirlerinden arindirir; eskimis tüm giysileri ve degersiz esyalari toplar ve kalan tahillar ve eski gida maddeleriyle birlikte büyük bir yigin haline getirip yakarlar. I laçlar alinip üç gün boyunca oruç tutulduktan sonra yanmakta olan ates söndürülür. Bu oruç süresince tüm istahlarin ve arzularin tatminin­ den kaçinilir. Genel bir af ilan edilir, tüm suçlularin kasahaya geri dönmelerine izin verilir. "

"Dördüncü  gün,  yüce  rahip kasaba meydaninda                        85

kuru tahtalari sürterek yeni bir ates yakar, kasahada yasayan herkes evine bu atesten aldigi yeni ve saf alev­ ler götürür. "

Daha sonra yeni misir ve meyve mahsulleriyle bir ziyafet çeker, üç gün boyunca dans edip sarki söyler­ ler ve sonraki dört gün boyunca, ayni sekilde kendi­ lerini arindirmis ve hazirlamis ve ziyarete gelmis olan komsu kasabalardaki arkadaslariyla zaman geçirirler.

Meksikalilar da her elli iki yillik dönemin sonun­ da, dünyanin sona erdigine inandiklari için, benzer bir arinma töreni yapmislardir.

Bundan daha hakiki bir kutsalligin, yani sözlük tanirnma göre "içsel ve ruhani erdemin açik ve görü­ nür isaretinin" var oldugunu duymadim ve böyle bir vahiy Incil'de yer almasa da bu kutlamanin dogrudan

gökten gelen bir ilham olduguna hiç süphem yok.

86

Bes yildan daha fazla bir süre boyunca geçimiinI bu sekilde, yalnizca el emegimle sagladim ve yilda alti hafta kadar çalisarak geçinmek için gereken tüm har­ camalarimi karsilayabildigimi gördüm. Kislariinin ta­ mamini oldugu kadar yazlariinin da büyük bir kismini ögrenime ve arastirmaya ayirabildim. Ögretmenlik yapmaya çalistim fakat ise uygun bir sekilde giyinmek ve ögretmek - ise uygun bir sekilde düsünme ve inan­ ma zorunlulugundan hiç bahsetmiyorum bile - zorun­ da oldugum için harcamalariinin gelirime oranla, hat­ ta gelirime göre daha fazla arttigini fark ettim, üstelik zaman da kaybediyordum. Hemserilerimin iyiligi için degil de, sadece geçinmek için ögretmenlik yaptigim­ dan bu basarisizlikla sonuçlandi. Ticaretle ugrastim; fakat bu iste ilerlemenin on yilimi alacagini, o zaman da muhtemelen kötülüge dogru yol almakta olacagi­ mi fark ettim. Aslinda on yil sonrasi itibariyle "ka­ zançli is" denilen seyi yapiyor olacagimdan korktum. Önceden geçimiinI saglamak için ne yapabilecegimi düsünürken, arkadaslarimin isteklerine uyarak dav­ ranmanin aci deneyimleri hala tazeyken ve zihnimi mesgul ediyorken sik sik ve ciddi olarak yaban mersi­ ni toplamayi düsündüm; süphesiz bunu yapabilirdIm ve - en büyük yetenegim azla yetinmek oldugu için

-  getirecegi az miktarda kar yeterli olurdu . Budalaca

düsündüm, ne kadar az sermaye gerektirdigini, her zamanki ruh halimden pek de ayrilmarnin lazim gel­ meyecegini. Tanidiklarim tereddüt etmeksizin ticarete ati lirken veya bir meslek sahibi olurken bu isin; bü­ tün yaz boyunca tepeleri dolasip yoluma çikan yaban mersinlerini toplamanin ve daha sonra dikkatsizce

elden çikarmanin, böylelikle Admetus'un sürülerini beslemenin en azindan onlarinki kadar is oldugunu düsündüm. Ayrica yabani otlari topladigiini veya or­ mani hatirlamayi seven kasabalilara, hatta sehre araba dolusu herdemyesil4 tasidigiini da hayal ettim. Ancak ticaretin elini attigi her seyi lanetledigini, gökten ge­ len mesajlari bile takas etsek ticaretin tüm lanetinin bulastigini ögrendim.

Bazi seyleri digerlerine yegledigim ve özellikle özgürlügüme deger verdigim için ve zar zor geçin­ sem de iyi yasayabildigim için zamanimi pahali hali­ lar veya güzel mobilyalar veya lezzetli yemekler veya Yunan ya da Gotik stilinde evler satin alacak parayi kazanmak için harcamak istemiyordum. Bunlari elde etmeyi zaman kaybi olarak görmeyecek ve edindikle-

rini nasil kullanacagi bilecek birileri varsa, bu mesgale                           87

onlarin olsun. Kimileri ise "çaliskan"dir ve yalnizca çalisma askina isi sever gibi görünürler veya belki de is onlari daha fena seyler yapmaktan uzak tutuyor- dur; böylelerine simdilik söyleyecek hiçbir seyim yok. Su an kendilerine kalan bos vakitten daha fazlasiyla ne yapacaklarini bilemeyenlere ise iki kat daha fazla çalismalarini salik verebilirim, ücretlerini ödeyene ve özgürlük belgelerini alana kadar çalissinlar. Kendim içinse gündelik isçinin, özellikle geçimini saglamak için yilda sadece otuz veya kirk gün çalismasi gerekti- ginden, herkesten daha fazla bagimsiz oldugunu kes- fettim. Is ne olursa olsun, isçinin günü günesin bati- siyla sona erer, o dakikadan itibaren istedigi herhangi bir seyle ilgilenmek için özgürdür; fakat aydan aya

  1. Yaz kis yesil kalan, yaprak dökmeyen agaç, çali.

düsünmeye firsat bulan isvereni bütün yil dur durak bilmeden çalisir.

Kisacasi, nasil daha sade yasayan uluslarin ugrasi­ lari daha yapmacik olanlarin sporuysa, basit ve bilge­ ce yasadigimiz takdirde bu dünyada kisinin geçimini saglamasinin bir güçlük degil hos bir mesgale oldugu­ na hem inanarak hem de deneyime dayanarak ikna ol­ dum. Kisinin hayatini alin teriyle kazanmasi zorunlu degildir, tabii benden daha kolay terlemiyorsa.

88

Birkaç akrelik bir arazinin varisi olan genç bir ta­ nidigim, eger elinde olsaydi benim yasadigim gibi ya­ samayi düsündügünü söyledi. Kimsenin hiçbir sekilde benim yasam biçimimi benimsemesini istemem, çün­ kü yasam tarzimi tam anlamiyla ögrenene kadar ken­ dim için baska bir yasam tarzi bulmus olabilecegim bir yana, dünyada mümkün oldugu kadar çok sayida farkli kisinin yasamasini arzu ederi?; ancak, bunlarin her birinin babasininki ya da annesininki ya da kom­ susununki yerine, kendi yolunu bulmasini ve izlemesi­ ni isterim. Gençler ister insa etsin, ister tarla eksin, is­ ter denize açilsin; yeter ki yapmak istedigini söyledigi seyi yapmaktan alikonulmasinlar. Akilli olusumuz yal­ nizca matematiksel bir noktadir; gemiciler veya kaçak köleler gözlerini kutup yildizindan ayirmazlar, bu da tüm hayatimiz boyunca yeterli bir kilavuzdur. Limana hesap edilebilir bir sürede varamayabiliriz belki, ama yine de dogru rotamizi muhafaza etmis oluruz.

Süphesiz,  nasil  büyük  bir  ev  boyutuna oranla

daha küçük olan bir evden daha pahali degilse, bu durumda biri için dogru olan bini için de dogrudur. Çünkü bir çati evi örtecek, bir bodrum evin temeli­  ni olusturacak ve bir duvar birkaç odayi bölecektir.

Ancak, kendi adima, yalniz yasamayi tercih ederim. Dahasi genellikle tüm evi kendinizin insa etmesi, bir baskasini ortak duvarin avantajli olduguna ikna et­ mekten daha ucuz olacaktir. ikna etseniz bile, ortak duvarin daha ucuz olabilmesi için ince olmasi gerekir, diger kisi kötü bir komsu  olup  kendi tarafini bakim­ li tutmayabilir. Genellikle mümkün olan tek isbirligi, asiri derece kismi ve yüzeyseldir ve gerçek isbirligi o kadar azdir ki sanki hiç yokmus gibidir, insanlarin du­ yamadigi bir ahenktir. Kisi güvenilirse her yerde ayni güvenle isbirligi yapacaktir, eger degilse hangi çevreye katilirsa katilsin dünyanin geri kalani gibi yasamaya devam edecektir. En alt anlaminda oldugu kadar en yüksek anlaminda da isbirligi yapmak demek hayat­ larimizi  bir  araya getirmek demektir.  Geçenlerde iki

genç  adamin  beraber  dünya  seyahatine  çikacagini

89

duydum; parasi olmayan gemide ve tarlada çalisarak

ihtiyaçlarini karsilayacakken, digeri cebinde çek def­ teriyle dolasacakmis. Biri hiç is görmeyecegi için uzun süre arkadaslik edemeyecek, isbirligi yapamayacaklari kolaylikla görülebiliyordu. Yolculuklarinda yasaya­ caklari ilk zorlu krizde ayri yollara gideceklerdir. Her seyden öte, belirttigim gibi, tek basina yolculuk yapan bugün yola çikabilir, fakat bir baskasiyla yolculuk ya­ pan digeri hazir olana kadar beklemek zorundadir ve yola çikmalari uzun zaman alabilir.

Kimi hemserilerimin ''Ama tüm bunlar çok ben­ cilce !" dedigini duydugum oldu. Simdiye dek hayir is­ leriyle çok az ilgilendigiinI itiraf ediyorum. Görev bi­ linciyle hareket edip bazi fedakarliklarda bulundum, digerlerinin yaninda bu zevki de feda ettim. Beni ka­ sabadaki yoksul bir aileye destek olmaya ikna etmek

90

için ellerinden geleni yapanlar var ve eger yapacak hiçbir seyim olmasa - çünkü bos duranla seytan ugra­ sir - böyle mesgalelerle ilgilenebilirdim. Ancak böyle islere kendimi vermeyi ve her açidan kendi geçindigim kadar rahat bir sekilde bazi yoksul kisileri geçindire­ rek cennetlerini yükümlülük altina sakinayi düsündü­ gümde ve hatta bunu onlara teklif edecek kadar ileri gittigimde her biri, tereddüt etmeden, yoksul kalmayi tercih etti. Kasabanin erkek ve kadinlari, kendilerini birçok sekilde hemserilerinin iyiligine adamisken, en azindan bir kisinin daha az insancil olan baska ugras­ lada ilgilenmek için ayrilabilecegini düsünüyorum. Her sey için oldugu gibi, hayirseverlik için de yete­ nek gerekir. I yilik yapmaya gelince, bu tamamen dolu mesleklerden biridir. Dahasi, iyilik yapmayi epeyce denedim ve garip görünse de, karakterime uymadigi­ na ikna oldum. Belki de toplumun benden talep ettigi iyilik yapma, evreni yok olmaktan kurtarma isinden bilerek ve isteyerek vazgeçmemel i;' : i: ve tüm evreni koruyan tek seyin baska bir yerde bulunan, buna ben­ zer, fakat son derece büyük olan bir azim olduguna inaniyorum. Ancak, hiç kimsenin yetenegine engel ol­ mayacagim ve reddettigim bu isi tüm kalbiyle, ruhuy­ la ve yasamiyla yapana da tüm dünya kötü oldugunu söylüyor olsa bile - ki büyük ihtimalle söyleyecekler­ dir- diren ve devam et diyecegim.

Dururnurnun bana mahsus oldugunu düsünmek­

ten çok uzagim; süphesiz okuyuculariinin birçogu benzer seyler söyleyecektir. Bir seyler yapma konu­ sunda, komsulariinin bunu iyilik olarak adlandirip ad­ landirmayacaginin üzerinde durmayacagim, parayla tutulacak iyi bir çalisan olacagiini söylemeye tereddüt

etmeyecegim; fakat bunun ne oldugunu isverenimin bulmasi gerekir. Kelimenin yaygin anlamiyla yaptigim iyilik benim asil yolurudan ayri ve tamamen kasitsiz olmalidir. I nsanlar gerçekten "Bulundugun yerden, oldugun gibi, esasen daha degerli olmayi amaçlama­ dan, planlanmis bir merhametle iyilik yapmaya bas­ la. " derler. Ben bu sekilde bir tavsiye verecek olsam "Iyi olmaya baslayin ." derdim. Günes, hiçbir ölüm­ lünün yüzüne bakamayacagi hale gelene kadar hos si­ cakligini, ihsanini istikrarli bir sekilde artirmasa ve bu sirada ve daha sonra dünyanin etrafindaki yörüngesi­ ni takip etmeyip dünyaya iyilik yapmasa, daha dogru­ su, gerçek bir filozofun kesfettigi üzere dünya onun çevresinde dönüp de iyiye dogru gitmese; bunun ye­ rine bir ayin veya altinci kadir sinifindan5 bir yildizin

görkemine  ulasana kadar alevlerini canlandirdiginda                         91

dursa; sanki bir Robin Goodfellow'mus, bir cinmis gibi her kulübe penceresini dikizlese, delileri tesvik etse, etleri bozsa ve karanligi görünür bir hale getirse sanki duracakmis gibi. Tanrisal soyunu yardimsever­ ligiyle kanitlamak isteyen Phaeton günesin arabasini bir günlügüne ödünç alip asinmis yolun disina sür­ dügünde, sonunda Jüpiter gelip de bir yildirimla onu tepe üstü dünyaya savurana kadar, gökyüzünün asagi sokaklarindaki birkaç blok evi yakip dünyanin yüzeyi­ ni kavurdugunda, tüm su kaynaklarini kurutup Büyük Sahra Çölü'nü yarattiginda, ölümüne üzülen günes bir yil boyunca parlamamisti.

Bozulmus iyilikten çikan koku kadar kötüsü yok­ tur. I nsanidir, ilahidir, kokusmustur. Birinin bilinçli

  1. Yildizlarin parlaklik sirasini belirten ölçek.

ve planli bir sekilde bana iyilik yapmak için evime gelmekte oldugunu kesinlikle biliyor olsaydim; bana biraz iyilik yapacak olmasindan, virüsünün kanimla karisacak olmasindan korktugum için; sanki Afrika çöllerinin sen bogulana kadar agzini ve bumunu ve kulaklarini ve gözlerini tozla dolduran kuru ve yakici rüzgarindan samyelinden kaçiyarmus gibi, can hav­ liyle kaçardim. Hayir, böyle bir durumda dogal bir sekilde kötülüge kadaninayi tercih ederdim. Bence bir insan açliktan ölüyar olursam beni besleyecegi, donu­ yarsam beni isitaeagi veya olur da bir çukura düser­ sem beni çekip çikartacagi için iyi bir insan degildir. Zaten bu kadarini yapacak olan bir Newfoundland köpegi bulahilirim size. Hayirseverlik, genis anlamiy­ la, birinin arkadasina duydugu sevgi degildir. Howard hiç süphesiz kendine göre fazlasiyla iyi ve degerli bir

92                     insandi ve ödülünü de aldi; ancak karsilastirmali ola­

rak konusursak, hayirseverliklerinin yardimin en de­ gerli olacagi animizda, en iyi durumumuzda bize bir faydasi olmadiktan sonra, yüz tane Howard'in bizim için ne önemi vardir? Bana, ya da benim gibilere iyilik yapmanin samirnice teklif edildigi bir yardimseverler toplantisi hiç duymadim.

Kazikiarda yakilirken iskencecilerine yeni iskence yöntemleri öneren yerliler, Cizvitlere nasil da diren­ mislerdi ! Fiziksel acinin üstünde olmalari misyoner­ Ierin verebildigi tesellinin de üstünde olabilmelerini saglamistir ve "sana davranilmasini istedigin sekilde davran" kurali, kendi adiarina kendilerine nasil dav­ ranildigini umursamayanlarin, düsmanlarini yepyeni bir sekilde sevip neredeyse tüm yaptiklarini rahatça affetmis olanlarin kulagina pek de ikna edici gelme­ mistir.

93

Yoksullara en çok ihtiyaç duyduklari yardimi ver­ diginizden emin olun, bu onlara örnek olmak anlami­ na gelse bile. Eger para verecek olursaniz parayi on­ lara birakmalda kalmayin, onlarla beraber harcayin. Bazen görülmemis hatalar yapariz. Yoksul çogu kez, kirli, hirpani ve kötü giyinmis oldugu kadar üsümüs ve aç degildir. Bu talihsizligi degil, kendi seçimidir. Eger ona para verirseniz, belki de daha fazla hirpani giysi satin alacaktir. Ben daha düzgün ve birazdaha modaya uygun kiyafetlerimin içinde titrerken kötü ve hirpani giysileriyle gölün üstünde buz kesen acemi iriandali isçilere acirdim, ta ki çok soguk bir gün suya düsmüs bir isçi isinmak için evime geldiginde, soyunana kadar üç pantolon ve iki çift çorap çikarttigini görene ka­ dar. Giysileri oldukça kirli ve hirpaniydi, dogru, fakat içine fazladan bir sürü kiyafet giymis oldugu için ona vermeyi teklif ettigim fazladan kiyafetleri reddetme lüksü vardi. Tam olarak bu hirpani bez giysilere ih­ tiyaci vardi. Sonra kendime acimaya basladim ve ona bir dükkan dolusu döküntü vermektense kendime bir oduncu gömlegi almanin daha büyük bir hayir ola­ cagini fark ettim. Kötülügün köküne bir darbe vuran dallarinda binlerce çentikle karsilasir ve ihtiyaci olan­ lara en çok zamani ve parayi bagislayan kisi, yasam biçimi yüzünden, beyhude yere dindirmeye çalistigi sefaleti en çok yaratan kisi olabilir. Sofu köle sahibi, her on köleden birinin kazaneini geri kalanlarin Pazar günü özgür kalmasi için adar. Kimileri, yoksullara iyi­ lik yapmak için onlari mutfaklarinda çalistim. Kendi mutfaklarinda kendileri çalissalar daha nazik davran­ mis olmazlar miydi? Gelirinin onda birini hayir isle­ rine harcamakla övünüyorsun, belki de onda dokuzu-

nu da bu sekilde harcayip basladigin isi bitirmelisin. Demek ki toplum malin mülkün yalnizca onda birlik kismini geri alabiliyor. Toplum bunu malin mülkün sahibinin cömertligine mi borçlu yoksa adaleti sagla­ makla yükümlü görevlilerin ihmalkarligina mi?

94

Hayirseverlik, insanlik tarafindan gerektigi kadar takdir edilen hemen hemen tek erdemdir. Hayir, as­ linda oldukça abartilan bir erdemdir ve onu bu kadar abartan bizim bencilligimizdir. Burada, Concord'da günesli bir günde yoksul ve dinç bir adam bana ka­ sabalilardan birini methetti, çünkü söylediginde göre bu kisi yoksullara, yani kendine nazik davraniyormus. Soyumuzun nazik amca ve teyzeleri gerçekten ruhani baba ve annelerimiz olan kisilerden daha fazla saygi görüyor. Bir keresinde I ngiltere üzerine dersler ve­ ren egitimli, akilli ve saygideger  birini dinlemistim; I ngiltere'nin bilimsel, edebi ve siyasal degerlerine; Shakspeare, Bacon, Cromwell, Milton, Newton ve di­ gerlerine bir bir degindikten sonra, ülkenin Hiristiyan kahramanlarindan, sanki meslegi bunu gerektiriyor­ mus gibi, en iyilerin en iyileri olarak geri kalanlarin tümünün üstünde bir yere koydugu kisilerden bah­ setti. Bunlar Penn, Howaard ve Bayan Fry'di. Herkes bunun yanlisligini ve yapmacikligini hissedecektir. En son bahsettigi bu kisiler I ngiltere'nin en iyi adam ve kadinlari degildi; yalnizca ülkenin en iyi hayirsever­ leriydi belki.

Hayirseverligin hak ettigi  övgüyü eksiltmek gibi

bir niyetim yok, yalnizca yasamlari ve çalismalariy­ la insanliga bir lütuf olan bütün insanlar için adalet talep ediyorum. Bir insani sadece dürüstlügü ve yar­ dimseverligiyle  degerlendirmem,  bunlar bir bakima

kisinin dal ve yapraklaridir. Yesilligi solmus bitkilerle hastalara çay yapariz, bu bitkiler gayet mütevazi bir amaca hizmet eder ve en çok sarlatanlar tarafindan kullanilir. Ben insanin çiçegini  ve  meyvesini  isterim ki kokusu bana da gelsin ve dostlugumuz olgunlukla tatlandirilsin. iyiligi kismi ve geçici bir eylem degil ; ona hiçbir seye mal olmayan, bilincinde dahi olma­ digi daimi bir bolluk olmali. Bu birçok günahi örten bir hayirdir. Hayirsever, gereginden fazla bir siklikla, insanligi kendi eskimis kederlerinin anisiyla adeta bir atmosfer gibi sarmalar ve buna da duyguciaslik der. Ümitsizligimizi degil, cesaretimizi; hastaligimizi degil, sagligimizi ve rahatligimizi paylasmaliyiz ve bu kötü seylerin bulasarak yayiimamasma dikkat etmeliyiz.

Güneydeki hangi ovalardan aglama sesi geliyor? Kut­ sal isikla tanistiracagimiz kafir nerelerde yasiyor? Kur­

95

taracagimiz bu taskin ve zalim adam kim? Eger bir sey

insani islevlerini yerine getiremeyecek kadar rahatsiz ediyorsa, eger bagirsaklarinda bile agri varsa - çünkü bagirsaklar, sempatinin merkezidir - bu insan derhal dünyayi islah etmeye girisir. Kendisi de küçük bir ev­ ren oldugu için tüm dünyanin yesil elmalar yedigini, gördügü kadariyla gezegenin kendisinin de büyük bir yesil elma oldugunu, insanlarin bu elmayi olgunlas­ madan disleyebilecekleri düsüncesinin bile korkunç bir tehlike oldugunu kesfeder ve bu gerçek bir kesiftir, bu kesfi yapacak olan kendisidir. Onun esasli hayir­ sevedigi hemen Eskimalari ve Patagonyalilari arayip bulur, kalabalik Yerli ve Çinli kasabalarini kucaklar ve böylece hayirseverlik eylemleriyle dolu birkaç yilda, bu arada iktidardakiler onu kendi amaçlari için kul­ lanirken, süphesiz ki bu hazimsizligini iyilestirir, dün-

yanin yanaklarindan biri veya her ikisi birden, sanki olguulasinaya baslamis gibi, soluk bir sekilde kizarir, yasamin yavanligi kaybolur, yasamak yeniden tatli ve güzel bir hal alir.. islemis oldugumdan daha büyük bir günah hayal bile etmedim. Kendimden daha kötü bir insan asla tanimadim ve asla tanimayacagim.

96

Reformeuyu bu kadar üzen seyin aslinda sikintida olan hemcinslerine duydugu sempati degil, Tanri'nin en kutsal çocugu olsa bile, kendi özel sikintisi oldugu­ na inanirim. Hele bu sikinti giderilsin, yeniden baliara kavussun; gün dogar dogmaz, yatagindan kalkar kal­ maz, cömert arkadaslarini özür bile dilemeden terk edecektir. Tütün kullaniminin aleyhinde ögüt verme­ mek için mazeretim hiç tütün çignememis olmam­ dir, böyle ögütler vermek tütün çignerneyi birakmis olanlarin ödemesi gereken bir cezadir; yine de çigne­ digim ve aleyhinde ögüt verebilecegim yeterince sey var. Bu hayirseverliklerden birine kapilacak olursaniz sol elinizin sag elinizin ne yaptigini ögrenmesine izin vermeyin; çünkü gerçekten bunu ögrenmeye degmez. Bogulmakta olan birini kurtarin ve ayakkabilarinizi baglayin. Acele etmeyin ve özgürce çalismaya koyu­ lun.

Davranislarimiz azizlerle iletisime geçmemiz so­

nucu yozlasmistir. I lahi kitaplarimiz, Tanri'ya edilen ahenkli küfürlerle ve ona sonsuza kadar tahammül etmekle tinlamaktadir. Peygamberlerin ve mesihierin bile insanin umudunu desteklemek yerine korkularini teselli etmis oldugu söylenebilir. Hiçbir yerde yasam hediyesine duyulan basit ve bastirilmamis bir tatmin, Tanri'ya duyulan unutulmaz bir sükran kaydedilme­ mistir. S aglik ve basarinin, her ne kadar uzak ve me-

safeli görünseler de, bana sagladigi tek sey iyiliktir; hastalik ve basarisizligin, her ne kadar bana sempati duysa da ya da ben ona sempati duysam da, bana sag­ ladigi tek sey mutsuzlugumdur, tek yaptigi kötülük­ tür. O zaman eger hakikaten yerli, bitkisel, manyetik veya dogal araçlarla insanligi gerçekten eski haline getireceksek ilk olarak Doga kadar sade ve iyi olalim, alnimizin üstünde yer alan kara bulutlari dagitalim ve havanin gözeneklerimize dolmasina biraz izin verelim. Yoksullarin nezaretçisi olarak kalmayalim, dünyanin degerli insanlarindan biri olmak için çaba harcayalim. Seyh Sadi Sitazi'nin Gülistan'inda, diger adiyla

97

Gül Bahçesi'nde, söyle yazar: "Bilge birine sunu sor­ muslar; Cenabi Allah'in azamedi ve gölgeli yaratmis oldugu meshur birçok agaçtan, meyve vermeyen servi disinda hiçbirine azat edilmis, özgür denilmez; bun­ da ne hikmet vardir? Söyle cevap vermis; her birinin kendine uygun bir meyvesi ve belirlenmis bir mevsimi vardir, bu mevsim boyunca her agaç canlidir ve çiçek açar, bu mevsimin disinda ise kuru ve solmustur; servi bu dönemlerin hiçbirini yasamaz, her daim serpilir; azadar da, yani inançli özgürler de ayni dogaya sa­ hiptir. - gönlünüzü geçici olana baglamayin; çünkü Dicle, halifelerin soyu tükenciikten sonra da Bagdat'in içinden akinaya devam edecektir; eger elinizde çok varsa, hurma agaci gibi cömert olun; fakat verebile­ ceginiz hiçbir sey yoksa servi gibi bir azat, özgür biri olun."

TAMAMLAYICI  DI  ZELER. YOKSULLUGUN GÖSTERi SLi IDDIALARI.

Haddini asiyorsun zavalli, garip sefil Gök kubbede bir yer iddia ederek Çünkü mütevazi kulüben, ya da fiçin Aylak ya da ukala birkaç erdemi beslIyor

Ucuz gün isiginda veya gölgeli pinarlarin yaninda, Köklerle ve yesilliklerle ; sag elin

Üstünde zarif, çiçek açmis erdemierin yetistigi O insani arzulari zihninden koparip

Dogayi yozlastirir ve hisleri uyustururken

Ve Gorgon gibi canli insanlari tasa çevirirken. Zoraki ölçülülügünüzün

98

Duygusuz toplumuna ihtiyacimiz yok, Ne keyfi ne de hüznü bilen

O gayri tabii aptalliginiza da; ne de zorla Salitelikle yüceltilmis cansiz sabrimza Hayatin üstündeki. Siradanligi mesken tutan Alçak ve rezil yavrulariniz

Köle zihinleriniz haline gelir, fakat biz

Yalnizca asiriligi kabul eden erdemleri yüceltiriz, Cesur, cömert eylemleri, krallara layik ihtisami,

Her seyi gören sagduyuyu, sinir tanimayan alicenapligi, Antik çaglarin Herakles'i gibi, Akhilleus'u, Theseus'u gibi

Örnekler disinda hiçbir isim birakmamis oldugu O yigitçe erdemi. Geri dön igrenç hücrene;

Ve yeni aydinlanmis gögü gördügünde,

O erdemierin neler oldugunu ögrenmeye çalis.

  1. CAREW.

2. NEREDE VE NE IÇIN YASADlM

99

Hayatimizin belli bir döneminde bos olan her yeri yasanabilecek bir arazi gibi görmeye baslariz. Ya­ sadigim yerin on iki mil kadar çevresinde bulunan her toprak parçasina muhtemellik sinmisti. Hayalimde tüm çiftlikleri pes pese satin almistim, çünkü hepsi sa­ tilikti ve hepsinin fiyatini biliyordum. Zihnimde, her bir çiftçinin arazisini ziyaret etmis, vahsi elmalarini tatmis, her biriyle çiftçilik üzerine konusmus, istedigi fiyat ne olursa olsun kabul edip çifdigini satin almis, ona ipotek etmis; hatta daha yüksek bir fiyat koymus­ tum, - tapusu disinda hemen hemen her seyini almis,

  • konusmayi çok sevdigim için tapu yerine sözüne gü­ venmis, tarlasini ve saniyorum ki bir noktaya kadar kendisini de isleyip yetistirmis, bu isin yeterince tadi­ ni çikardiktan sonra çekilmis, çiftligin idaresini ona birakmistim. Bu deneyim arkadaslarim tarafindan bir çesit emlak komisyoncusu olarak görülmeinI sagladi. Nerede oturursam oturayim, orada yasayabilirdim ve manzara da buna uygun olarak benden kaynaklanir­ di. Ev, bir sedes'ten, yani oturulacak bir yerden baska nedir ki zaten? Kirlik bir yer olursa daha iyi Bir

100

ev insa etmek için, yakin bir zamanda yerlesilebile­ cek hale gelmeyecek olan, kimilerinin kasabadan çok uzak oldugunu düsündügü birçok yer kesfettim. Bana göre uzak olan kasabaydi. Pekala orada yasayabilirim dedim ve orada yasadim da, bir saatligine,  bir yaz  ve bir kis boyunca; yillarin akip gitmesine nasil izin verebilecegimi gördüm, kis boyunca mücadele ettim ve baharin gelisine tanik oldum. Bu bölgeye ileride yerlesecek olanlar, evlerini nereye insa ederlerse et­ sinler, bekleniyor olduklarindan emin olabilirler. Top­ raga bakip da bir meyve bahçesi ve çayir hayal etmek için ve hangi güzel meselerin ya da çarnlarin kapinin önünde duracagina ve harap olmus her bir agacin en iyi nerede kullanilabilecegine karar vermek için bir ögle üstü yeterdi ve daha sonra hepsini kendi haline, belki de nadasa, biraktim; çünkü insan kendi haline birakahilecegi seylerin sayisi oraninda zengindir.

Hayal gücüm beni o kadar uzaklara tasidi ki bir­ kaç çiftlikten ret cevabi bile aldim, tüm istedigim de ret cevabiydi, fakat gerçekten mülk sahibi olup da hiç basimi yakmadim. Gerçekten mülk sahibi olmaya en çok yaklastigim an Hollowell Place çifdigini satin al­ digim ve tohumlari ayirmaya baslayip bir el arabasi yapmak için malzeme topladigim zamandi; fakat çift­ ligin sahibi tapuyu bana vermeden evvel esi - her er­ kegin böyle bir esi vardir - fikrini degistirdi, çiftligi satmamaya karar verdi ve çiftligin sahibi anlasmadan vazgeçmem için bana on dolar teklif etti. Dogru söy­ lemek gerekirse öncesinde tüm dünyaligim on sentti, sonraysa on sentim mi ya da çiftligim mi ya da on do­ larim mi oldu yoksa hepsine birden mi sahip oldum, bu hesabiini asiyordu. Ancak on dolari da çiftligi de

ona biraktim; çünkü bu kadari yetmisti ya da cömert­ çe davranip çiftligi aldigim fiyata geri sattim ve zen­ gin biri olmadigi için de on dolari ona hediye ettim, üstelik hala on sentim ve tohumlanin ve bir el arabasi yapmaya yetecek kadar malzernem vardi. Böylelikle gördüm ki yoksulluguma hiç zarar vermeden zengin bir adam olmustum. Fakat görmüs oldugum manzara bana kaldi ve o günden beri bu manzaranin mahsu­ lünü, el arabasina ihtiyaç duymadan, her yil yanimda tasidim. Manzaralada ilgili olarak sunu söyleyebilirim ki;

"Gördügüm her seyin sahibi benim, bu hakkima itiraz edebilecek kimse yoktur."

Huysuz çiftçi yalnizca birkaç vahsi elma yedigi­ ni düsünse de, bir sairin aslinda çiftligin en degerli kisminin tadini çikarmis olarak ayrildigini çok kez görmüsümdür. Çiftlik sahibi, sairin çiftligi en takdire sayan görünmez çitle; kafiyeyle çevreleyip siirlestir­ diginin, çiftligine bütünüyle el koydugunun, sütünü sagdiginin, kayinagini çikarip hepsini kendine ayirdi­ ginin ve çiftçiye yalnizca kaymagi alinmis olan sütü biraktiginin yillarca neden farkina varamaz?

Hollowell çiftliginde asil ilgimi çeken seyler; çift­ ligin tamamen inzivaya çekilmis gibi, kasabadan iki mil, en yakin komsudan yarim mil uzakta, ana yol­ dan da genis bir tariayla ayrilmis olmasi ve sahibinin çiftligi bahar aylarindaki donlardan sis sayesinde ko­ rudugunu söyledigi irmagin üstünde yer almasiydi ki benim için önemli olan bu degil, evin ve arnbarin son sahibiyle benim arama mesafe koyan gri renkli ve harap haliydi, yikik dökük çitleriydi, tavsanlarin ke­ mirmis oldugu, böylece ne tür komsularim olacagini

101

102

gösteren, kof ve liken kapli elma agaçlariydi. Ancak, hepsinden de öte, ev aralarindan evdeki köpegin hav­ lamasini duydugum kizil akçaagaçlardan olusan sik bir korunun ardinda gizliyken irmak boyunda yap­ mis oldugum önceki gezintilerimden kalan anilardi. Çiftlik sahibi birkaç kayayi ortadan kaldirmadan, kof elma agaçlarini kesmeden, çayircia bitmis olan birkaç genç hus agacini sökmeden, yani kisaca kendince dü­ zeltip güzellestirmeden önce çiftligi satin almak için acele ediyordum. Bu güzel1iklerin tadini çikarabilmek için çiftligi üstlenmeye, Atlas gibi dünyayi omuzlarima almaya, - Atlas'in bu zorlu görev karsiliginda ne aldi­ gini hiç ögrenemedim - ve kimse tarafindan rahatsiz edilmeden bu çiftlige sahip olmak için ödeme yapmis olmam disinda yerine getirmek için hiçbir nedenimin ya da bahanemin olmadigi tüm bu isleri yerine getir­ meye hazirdim; ne de olsa orayi kendi haline bira­ kabilseydim istedigim mahsulü bol bol verebilecegini her zaman biliyordum. Fakat isler anlattigim sekilde sonuçlandi.

O zamanlar büyük ölçekli tarimla ilgili söyleye­

bilecegim tek sey (her zaman bahçe ekip biçmisimdir) tohumlariinin hazir olduguydu. Çogu kisi tohumlarin zamanla gelistigini, iyilestigini düsünür. Zamanin iyi ve kötü arasinda ayrim yaptigina hiç süphem yok. To­ humlari en sonunda diktigIrnde hayal kirikligina ug­ ramam düsük bir ihtimal olacaktir. Ancak, en nihaye­ tinde, dostlarima sunu söylemek istiyorum; mümkün oldugu sürece özgür ve bagimsiz yasayin. Bir çiftlige bagli olmakla hapishaneye bagli olmak arasinda çok küçük bir fark vardir.

I htiyar Cato, De Re Rustica'da, yani Çiftçilige

Dair'de (gördügüm tek çevirisinde de metin tamamen anlamsizlasmistir) söyle der: "Bir çiftlik satin almayi düsündügünde; hirsla satin almamak için çiftligi zih­ ninde ölçüp tart, çiftlige bakmaktan kaçinma ve bir kere dolasmanin yeterli olacagini düsünme. Eger çift­ lik gerçekten güzelse oraya ne kadar sik gidersen o kadar memnun olursun." Hirsla satin almadan, yasa­ digim sürece çiftligin etrafinda dolasmaliyim ve önce içine gömülmeliyim ki sonunda daha fazla memnun olayim diye düsünüyorum.

Simdiyse bu türden yapmis oldugum bir sonra­ ki deneyi anlatacagim. Bunu daha ayrintili aniatmayi düsünüyorum; kolaylik olsun diye iki yillik deneyimi bir araya getirdim. Söylemis oldugum gibi, kedere bir övgü yazmak degil niyetim, sadece seher vaktinde tüneginde dikilen bir horoz gibi kuvvetle ötmek ve komsularimi uyandirmak.

Ormandaki evime ilk kez yerlesip günlerimi ol­ dugu kadar gecelerimi de orada geçirmeye basladi­ gim sirada (tesadüfi olarak Bagimsizlik Günü'ne, yani 1845 yilinin Dört Temmuzuna denk gelmisti) evim hala kisa hazir degildi, sivasi ve hacasi yoktu, duvar­ lari hava yüzünden lekelenmis genis araliklarla dolu kaba tahtalardan olusuyordu, bu yüzden geceleri so­ guk geçiyordu ve yalnizca yaginura karsi koruma sag­ liyordu. Dik duran, yontulmus, beyaz ahsap dikme­ ler ve yeni rendelenmis kapi ve pencere kasalari eve temiz ve havadar bir görünüm veriyordu, keresteleri özellikle de sabahlari o kadar çiglenmis oluyordu ki öglen itibariyle tatli bir sakiz salgilayacaklarini hayal ediyordum. Hayal gücüme göre, bu sabaha ait karak­ terini öyle veya böyle gün boyunca muhafaza ediyor

1 03

104

ve bir yil önce ziyaret etmis oldugum bir dag evini hatirlatiyordu. Bu yolculuk etmekte olan bir tamiyi misafir etmeye uygun, bir tanriçanin elbiseleri içinde süzülebilecegi sivasiz ve havadar bir kulübeydi. Evi­ min üzerinden esip geçen rüzgarlar dag siralarini sü­ püren, karasal bir müzigin dagilmis bir kaç melodisini veya yalnizca gökle ilgili kisimlarini tasiyan rüzgarlar gibiydi. Sabah rüzgari daima esmekte, yaratilisin siiri kesintisiz devam etmektedir; fakat bunlari isiten ku­ laklar çok azdir. Olympos dünyanin her yerindedir.

Daha önce sahibi oldugum tek ev, bir tekne disin­ da, yazin yaptigim yolculuklarda ara sira kullandigim bir çadirdi. Bu çadir hala sarili bir sekilde çati katimda duruyor, fakat tekne elden ele geçtikten sonra zama­ nin akintisi içinde hatip gitmisti. Bu daha dayanikli ba­ rinagimla birlikte dünyaya yerlesme konusunda ilerle­ me göstermis oldum. Hafifçe örtülü kalmis olan bu resim çevremde meydana gelen bir tür aydinlanmaydi ve evi insa edeni etkilemisti. En az taslak halindeki bir resim kadar anlamliydi. Hava almak için disari çikma­ ma gerek yoktu, çünkü içerideki atmosfer tazeligini kaybetmemisti. Oturdugum yer yagmurlu havalarda bile bir kapi arkasindaymisim gibi içerde oldugumu hissettirmiyordu. HarIvansa söyle der: Kuslari olma­ yan bir ev çesnisiz ete benzer. Benim evim böyle degil­ di, birden kendimi kuslarla komsu olmus buldum; bir kusu hapsederek degil, kendimi onlarin yakininda bir kafese kapatarak. Yalnizca sik sik bahçeyi veya mey­ veligi ziyaret eden kuslarin bazilarina degil, fakat bir kasabaliya asla serenat yapmayan veya yapan ormanin daha vahsi ve nefes kesici sarkicilarina, - orman ardi­ ci, ardiç, kizil tangara, agaç serçesi, çobanaldatan ve

diger birçok kusa - çok yakindim.

Küçük bir gölün kiyisinda, Concord kasabasinin bir buçuk mil güneyinde, kasabadan biraz daha yük­ sekte, bu kasabayla Lincoln arasinda yer alan büyük bir arinanin ortasinda ve tek meshur alanimiz olan Concord Savas Alani'nin iki mil kadar güneyinde oturuyordum; fakat arinanin içinde o kadar alçak bir yerdeydim ki en uzak ufuk yarim mil ötede ve geri ka­ lani gibi ormanla kapli olan karsi kiyiydi. I lk hafta ne zaman göle baksam, bu göl beni bir dag yamacindaki dag gölü gibi etkiledi, dibi diger göllerin yüzeyinden çok daha yüksekteydi. Günes yükselirken sisten olu­ san gece elbisesini üstünden attigini ve yumusak dal­ galarinin ya da pürüzsüz yansiyan yüzeyinin yavas ya­ vas orada burada ortaya çikmaya basladigini gördüm. Sisler, sanki gece yapilan gizli bir toplantinin dagilma­ si gibi, arinanin her bir kösesine dogru hayaletler gibi sinsice çekiliyordu. Çig de, dag yamaçlarinda oldugu gibi, her zamankinden daha uzun bir süre boyunca, günün geç saatlerine kadar agaçlarin üzerinde kalma­ ya devam etti.

Hem havanin hem de suyun tamamen hareketsiz kaldigi, fakat gökyüzünün kapali oldugu, ögle saatle­ rinin aksam sükunetinde geçtigi, orman ardicinin sar­ kilarinin karsi kiyilardan duyuldugu, Agustos ayinin hafif yagmur firtinalari getirdigi günlerde bu küçük gölün bir komsu olarak degeri çok fazlaydi. Buna ben­ zer bir göl hiçbir zaman böyle günlerde oldugundan daha pürüzsüz olamaz ve daha da önemlisi, üstündeki havanin açik kismi bulutlarla derinlesmis ve kararmis­ ken, isik ve yansirnalada dolu olan su kendi basina küçük bir cennet haline gelir. Agaçlari yeni kesilmis,

105

106

yakinlardaki bir tepeden gölün karsisina, güneye dog­ ru uzanan, hos bir manzara vardi. Tepelerde yer alan ve oradaki kiyiyi sekillendiren genis bir girintiden ge­ çiyordu, birbirine dogru egimli ve karsilikli yamaçlar agaçli bir vadiden geçen ve o yönde akan bir akarsu oldugu izlenimini veriyordu, fakat hiçbir akarsu yok­ tu. Bu sekilde yakindaki yesil tepelerin arasindan ve üstünden ufuktaki daha uzak ve yüksek, hafifçe mavi­ ye boyanmis tepelere baktim. Gerçekten, ayaklarimin ucunda dikilince kuzeybatidaki daha mavi ve uzak dag siralarinin bazi zirvelerini, cennetin hakiki sikke­ lerini ve ayni zamanda kasabanin bir kismini bir an için görebiliyordum. Ama diger yönlere, bu noktadan bile, baktigimda beni çevreleyen agaçlarin üstünü ya da ötesini göremiyordum. Dünyaya biraz kaldirma kuvveti uygulayip onu yüzdürrnek için çevrenizde bi­ raz su bulunmasi iyidir. En küçük kuyunun bile bir de­ geri vardir, içine baktiginizda dünyanin bir kita degil ada oldugunu anlarsiniz. Bu, kuyunun tereyagini serin tutmasi kadar önemlidir. Bu tepeden, sel baskini sira­ sinda belki de kaynasmakta olan vadisinde gördügüm bir serap yüzünden, bir tas sudaki para gibi yükselmis oldugunu fark ettigim Sudbury çayirma dogru, gö­ lün karsi kiyisina baktigimda, gölün ötesindeki bütün dünya, bu küçük müdahaleci suyun ortasinda kalmis, yüzen ince bir kabuk gibi görünüyordu. Böylece, üze­ rinde yasadigim yerin sadece kuru toprak oldugunu hatirladim.

Kapiinin önünden gördügüm manzara daha sinir­

li olsa da katiyen sikismis ya da hapsedilmis hisset­ medim. Hayal gücüm için yeterince çayir vardi. Karsi kiyinin yükseldigi yerdeki  bodur agaçlada ve  mese-

lerle kapli düzlük batinin çayirlarina ve Tataristan'in steplerine dogru uzaniyor, göçebe aileler için yeterin­ ce bol yer sagliyordu. "Dünyada mutlu insan yoktur, özgürce engin bir ufkun tadini çikarabilenler disin­ da. " demisti Damodara, sürülerine yeni ve daha genis çayirlar gerektiginde.

Zaman da, mekan da degismisti; evrenin beni en çok çeken kisimlarina ve tarihin beni en çok çeken dönemlerine yakinlasmistim. Yasadigim yer  gecele­ ri astronomlar tarafindan incelenen bölgeler kadar uzakti. Naclide ve hos yerlerin evrenin uzak ve daha göksel bir kösesinde, gürültü ve kargasadan uzak, Kraliçe Takimyildizi'nin arkasinda bir yerlerde ol­ dugunu hayal etmeye aliskinizdir. Aslinda  evimin de evrenin böyle uzak ama her daim yeni ve temiz olan bir kisminda yer aldigini kesfettim. Ülker ya da Boga takimyildizina, Aldebaran veya Altair yildizina yakin bir yerlere yerlesmeye degseydi o zaman gerek­ ten oralarda olurdum ya da geride birakmis oldugum hayattan ayni uzaklikta, en yakin komsumdan uzak­ lastikça azalan ve parildayan bir isin gibi olurdum ve yalnizca aysiz gecelerde görülürdüm. I ste yaratilisin üzerine yerlestigim parçasi böyleydi;

"Bir çoban vardi,

Sürüsünün her saat basi otlandigi Daglar kadar yüksek düsünmüs Ve yasamisti. "

Peki, sürüsü hep düsüncelerinden daha yüksek çayirlarda gezinmis olan çobanin yasamiyla ilgili ne düsünmeliyiz?

Benim için her sabah, hayatimi Doga Ana'nin

107

108

kendisi kadar sade ve diyebilirim ki masum, hale ge­ tirmem için neseli bir davetti.

Eski Yunanlilar gibi, Aurora'ya6 samimi bir sekil­ de tapiyordum. Erken kalkip gölde banyo yapiyor­ dum; bu dini bir tecrübeydi, yaptigim en iyi seylerden biriydi. Kral Ching-Thang'in banyo küvetine su an­ lama gelen karakterlerin naksedilmis oldugunu söy­ lerler: "Kendini her gün tamamen yenile; bunu yeni­ den yap ve yeniden ve yeniden, sonsuza kadar. " Bunu anlayabiliyorum. Sabah destansi çaglari geri getirir. Erken safak saatlerinde odainin  içindeki  görünmez ve akil almaz gezintisini yapan bir sivrisinegIn belli belirsiz viziltisi ünlü sarkilar çalan bir trompet kadar etkiliyordu beni. Homer 'in agitiydi bu; kendi gazabi­ ni ve gezintilerini sarkiya döken, gökyüzünde geçen bir I lyada ve Odysseia'ydi. Evrensel bir havasi vardi; dünyanin ebedi canliligi ve bereketinin unutul ana ka­ dar kalacak olan bir ilaniydi. Günün en unutulmaz ani olan sabah uyanma zamanidir. Sonra uyku mahmur­ lugumuz azalir ve günün ve gecenin geri kalaninda uyuklayan bir parçamiz en azindan bir saat için uya­ nik kalir. Bir hizmetçinin mekanik dürtüklemeleriyle degil de kendi ruhumuz tarafindan ; fabrika çanlariyla degil de, içimizden gelen ve yeni edinilmis gücümüze ve ilhamimiza eslik eden ilahi müzigin dalgalanmala­ riyla ve havayi dolduran bir kokuyla uyumus oldugu­ muz hayattan daha yücesine uyanmadigimiz, böylece karanligin meyvesini verdigi, en az isik kadar güzel oldugunu kanidadigi bir günden, tabii buna bir gün diyebilirsek, hiçbir sey beklenmez. Her bir günün,

  1. Roma mitolojisinde safak tanriçasi olarak geçen Aurora, Yunan mitolojisinde Eos olarak adlandiril ir.

kendisinin daha kirletmedigi, daha erken, daha kutsal ve daha safaga ait bir saate gebe olduguna inanma­ yan biri hayattan umudunu kesmistir ve asagiya dogru inen, kararan bir yol izlemektedir. Tensel yasaminin kismen verdigi aradan sonra insanin ruhu, daha dog­ rusu organlari her gün yenilenir ve ruhu, yeniden, yasayabilecegi kadar soylu yasamaya çalisir. Diyorum ki ; tüm unutulmaz olaylar sabah vakti, sabah havasin­ da vuku bulur. Vedalar "Tüm zihinler sabahla birlik­ te uyanir," der. Siir ve sanat ve insan eylemlerinin en güzel ve unutulmaz olanlari sabah saatlerine dayanir. Tüm sairler ve Memnon gibi tüm kahramanlar safak vaktinin çocuklaridir ve müziklerini gündogumunda yaparlar. Esnek ve canli düsüncesi günesin hizina ayak uydurabilen kisi için, gün daimi bir sabahtir. Saatierin ya da insanlarin davranis ve islerinin ne dedigi önemli degildir. Sabah benim uyanik oldugum zamandir ve benim içimde bir safak barinir. Manevi reform uyku­ dan kurtulma çabasidir. Eger insanlar uyuklamiyor­ sa, günlerine dair verdikleri hesap neden bu kadar kötü? Böylesine kötü hesapçilar degiller. Mahmurluk tarafindan alt edilmis olmasalardi bir seyler yapmis olurlardi. Fiziksel çalisma için yeterince uyanik olan milyonlar var, fakat etkili ve düsünsel bir gayret için yeterince uyanik olanlar milyanda bir çikar; siirsel ve ilahi bir hayat içinse yüzlerce milyon arasindan yal­ nizca bir kisi çikar. Uyanik olmak demek canli olmak demektir. Tamamiyla uyanik biriyle hala karsilasmis degilim. Yüzüne nasil bakabilirdim ki ?

Yeniden uyaninayi ve kendimizi uyanik  tutmayi

ögrenmeliyiz; mekanik aletlerle degil, en derin uyku­ muzcia bile bizi yüzüstü birakmayan sonsuz bir safak

109

11 0

ümidiyle. I nsanin bilinçli bir çabayla yasamini yücelt­ me konusundaki tartisilmaz yeteneginden daha cesa­ ret verici bir sey bilmiyorum. Bir resim yapabilmek ya da bir heykel yontabilmek, böylece güzel birkaç nesne yaratabilmek çok güzel bir seydir; fakat içinden bakti­ gimiz atmosferin ve vasitanin kendisini yontup resme­ debilmek çok çok daha olaganüstüdür ki bunu sadece manen yapabiliriz. Günün niteligini etkilemek, iste sa­ natlarin en yücesi budur. Her insanin görevi yasamini, hatta yasaminin ayrintilarini en yüce ve ciddi saatinin tasavvuruna deger hale getirmektir. Böyle ufak bilgi­ leri ögrenir ögrenmez reddetseydik, daha dogrusu tü­ ketseydik, kahinler bizi bunun nasil yapilabilecegine dair bilgilendirirdi.

Bilinçli ve incelikli bir sekilde yasamak, hayatin yalnizca asli gerçekleriyle yüzlesrnek ve ögretecekle­ rini ögrenip ögrenemeyecegimi anlamak ve ölüm ka­ pimi çaldiginda yasamamis oldugumu görmemek için arinana gittim. Yasam olmayan seyi yasamak istemi­ yordum, yasamak bundan daha kiymetlidir; tamamen zorunlu hale gelmedikçe teslimiyere boyun  egmek de istemiyordum. Yasami tüm derinligiyle yasamak ve yasamin tüm özünü emmek niyetindeydim, ya­ sam olmayan her seyi bozguna ugratacak kadar güçlü bir Spartali gibi yasamak, büyük bir etki birakip ucu ucuna kurtulmak, hayati bir köseye sikistirip en çip­ lak haline kadar soymak ve eger alçak oldugu ortaya çikarsa - niçin hakiki tüm alçakligini almayayim ki ?

  • bu alçakligini tüm dünyaya ilan etmek veya olur da eger asil oldugunu ögrenirsem bunu deneyimlernek ve bir sonraki yolculugumda gerçek bir sekilde açiklaya­ bilmek Çünkü bana  öyle  görünüyor ki;

çogu insan hayat hakkinda garip bir belirsizlik için­ de, seytana mi yoksa Tanriya mi ait oldugundan emin degiller ve biraz aceleyle insanin buradaki en mühim amacinin "Ebediyen Tanri'yi methetmek ve sevmek" olduguna karar vermisler.

Masal uzun süre önce insanlara dönüstügümü­ zü söylese de hala karincalar gibi alçakça yasiyoruz; cüceler gibi turnalada savasiyoruz; hata üstüne hata, yama üstüne yama yapiyoruz ve en iyi erdemimiz yer­ siz ve önlenebilir bir sefalete yol açiyor. Yasamimiz in­ celikle bosa harcaniyor. Dürüst bir adam saymak için on parmagindan daha fazlasina neredeyse hiç ihtiyaç duymaz, asiri durumlarda ise on ayak parmagini da kullanip gerisini bos verir. Sadelik, sadelik, sadelik! Diyorum ki ikiden ya da üçten daha fazlasini, yüzleri ve binleri düsünme, bir milyon yerine yarim düzine say ve hesaplarin basparmaginin timagina sigsin. Uy­ gar yasamin bu dalgali denizinin ortasinda gögüs ge­ rilecek bulutlar ve firtinalar ve batakliklar ve bunlara benzer bin bir sey vardir. Bir insan dibe batmamak, ratasindan sasmamak ve limana ulasmak istiyorsa ya­ samali ve gerçekten basarili hesaplar yapmalidir. Sa­ delestir, sadelestir. Günde üç ögün yerine, eger gere­ kirse, bir ögün ye, yüzlerce tabak yerine bes tabagin olsun ve diger her seyi de bu oranda azalt. Hayatimiz küçük devletlerden olusan, sürekli degisen sinirlara sahip Alman Konfederasyonu'na benziyor. Öyle ki, bir Alman bile herhangi bir anda bu sinirlarin nasil oldugunu söyleyemez. Sözüm ona tüm iç gelismele­ riyle, ki bu arada hepsi dissal ve yüzeyseldir, ulusun kendisi yönetilmesi zor ve fazla büyümüs bir kurum­ dur; ülkedeki milyonlarca hane gibi, mobilyalarla do-

lll

1 12

lup tasmis ve kendi tuzaklarina yakalanmis, lüks ve düsüncesiz harcamalarla, hesaplamanin ve degerli bir amacin eksikligiyle harap olmustur. Ve tek çaresi siki bir ekonomi, Spartalilar'inkinden daha sert ve sade bir yasam ve yüce bir amaçtir. Çok hizli yasar. I nsan­ lar, kendilerinin yapabilip yapamacligina bakmaksizin ülkenin ticaret yapmasinin, buz ihraç etmesinin, telg­ rafla haberlesmesinin, saatte otuz mil hizla seyahat et­ mesinin kesinlikle önemli oldugunu düsünüyor; fakat maymunlar gibi mi yoksa insanlar gibi mi yasayacagiz sorusunun cevabi biraz belirsiz. Yataklarimizdan çik­ madan, raylari dösemeden ve günlerimizi ve geceleri­ inizi çalismaya adamadan yalnizca hayatimizi daha iyi hale getirmek için ugrasirsak demiryollarini kim insa edecek? Ve eger demiryollari insa edilmezse, cennete nasil zamaninda varacagiz? Fakat evlerimizde kalip kendi isimize bakarsak kimin demiryoluna ihtiyaci olacak ki ? Demiryolunun üstünde seyahat eden biz degiliz, demiryolu bizim üstümüzden geçer. Raylarin altinda yatan kalaslarin kim oldugunu hiç düsündü­ nüz mü ? Her biri bir insan, bir iriandali veya bir Ku­ zey Amerikalidir. Raylar onlarin üstüne dösenir, kum­ la örtülüder ve vagonlar üstlerinde düzgünce yol alir. Sizi temin ederim, saglam kalaslardir, derin uyurlar. Ve her birkaç yilda bir yeni bir grup dösenip üstün­ den geçilir, böylece kimileri raylar üzerinde seyahat etmenin keyfini çikarirken digerleri de raylar altinda ezilme talihsizligini yasar. Ve uykusunda yürüyen bi­ rinin, yanlis bir yerde bulunan fazla bir kalasin üstün­ den geçip de onu uyandirdiklarinda hemen vagonlari durdurur ve sanki bu istisnai bir olaymis gibi ortaligi birbirine katip feryat figan bagrisirlar. Kalaslari ye-

rinde ve düzgün tutabiirnek için her bes milde bir,bir grup insanin çalismasina gerek duyuldugunu bilmek beni memnun ediyor, çünkü bu uyuyan kalaslarin bir gün yeniden ayaga kalkacagina dair bir isarettir.

Neden bu kadar acele yasayip hayati ziyan edi­ yoruz ? Aç kalmadan önce açliktan ölmeye kararliyiz. Zamaninda atilan bir dikisin dokuz dikisten kurtara­ cagini söylerler ve bu yüzden insanlar yarin dokuz di­ kis atmaktan kurtulmak için bugün binlerce dikis ati­ yor. Ise gelince, hiç ama hiç sonuç alamiyoruz. Kora hastaligina sahipmisçesine kafalarimizi sabit tutami­ yoruz. Yangin varmis gibi, kilisenin çanina dokun­ madan yalnizca ipine birkaç kez asilsam, Concord'un eteklerindeki çiftliginde sabah kaç kez bahane ettigi islerinin çokluguna aldirmadan, her seyi birakip sesi takip etmeyecek olan çok az adam, hatta diyebilirim ki çok az çocuk ve kadin vardir. Yangindan mal mülk kurtarmak için degil, eger itiraf edecek olursak, daha ziyade yandigini görmek için; çünkü yanmali ve bi­ linsin ki onu atese veren biz degiliz, ya da söndü­ rüldügünü görmek ve pay çikarmak için eger iyice söndürülebilirse; evet, yanan kilisenin kendisi bile olsa. Aksam yemeginden sonra zar zor yarim saat kes­ tiren biri, uyanir uyanmaz kafasini kaldirip "Ne haber var ?" diye sorar, sanki insanligin geri kalani onun için nöbet tutmus gibi. Kimileriyse sirf bu amaçla yarim saatte bir uyandirilina talimati verir ve sonra karsiligi­ ni vermek için gördükleri rüyalari anlatir. Bir gecelik uykudan sonra haberleri ögrenmek, kalivalti yapmak kadar zaruridir. "Gezegenin herhangi bir yerinde, her­ hangi birinin basina gelmis olan her seyi anlat bana. " Ve kahvesini içip ekmegini yerken, bu sabah Wachito

11 3

11 4

irmagi'nda bir adamin gözleri çikarilmis olarak bu­ lundugunu okurken bu dünyanin karanlik, dipsiz bir magarasinda yasiyor oldugunu ve kendi gözlerinin de islevsiz oldugunu hiç düsünmez.

Kendi adima, postane olmadan da rahatça yasaya­ bilirim. Postane araciligiyla tasinan haberlerin çok azi­ nin gerçekten önemli oldugunu düsünüyorum. Ciddi konusmak gerekirse, hayatim boyunca posta bedeline degen bir ya da iki mektuptan fazlasini almamisimdir, bunu birkaç yil önce yazmistim. Bir peniye posta gön­ derebildiginiz posta servisi çogu zaman bir saka olan düsünceleri için birine bir peni teklif etmenin gerçek­ lestirildigi bir kurumdur. Ve gazetede hatirlaninaya deger hiçbir haber okumamis oldugumdan eminim. Eger bir insanin soyuldugunu, cinayete kurban gittigi­ ni veya kaza eseri öldügünü ya da bir evin yandigini, bir aracin kaza yaptigini veya buharli bir geminin pat­ ladigini ya da Bati Demiryolu'nda bir inegin ezildigi­ ni, kuduz bir köpegin öldürüldügünü veya kisin bir çekirge istilasinin yasandigini okursak böyle baska bir haber okumamiza hiç gerek kalmaz. Bir tanesi yeterli­ dir. Bir kez temel ilkeyi kavradiktan sonra neden çok sayidaki örnegi ve uygulamayi ögrenmek isteyesiniz ki ? Bir filozof için adiandinidigi sekliyle bütün haber­ ler dedikodudur ve bu haberleri düzenleyen ve oku­ yanlar da çay partisi veren yasli kadinlardir. Yine de bu dedikodulada yetinmeyenler az degildir. Duydu­ gum kadariyla geçtigimiz gün ofislerden gelen son dis haberleri ögrenmek amaciyla öyle bir hücum olmus ki kurumun genis dökme camlarindan birkaçi baskiya dayanarnayip kirilmis. Cidden inaniyorum ki hizli bir zeka bu haberleri on iki ay hatta on iki yil önceden

yeterince dogru bir sekilde yazabilir. Mesela I spanya için Don Carlos ve Ispanyol prensesini, Don Pedro ve Sevilla ve Granada isimlerini dogru ölçüde ve dogru zamanda kullanabiliyorsaniz - gazeteye en son bakti­ girndan beri isimleri çok az degistirmis olabilirler - ve diger eglenceleri bos verip bir boga güresi haberi su­ narsaniz yazmis oldugunuz uydurma haber harfi har­ fine dogru olmus ve I spanya'daki olaylarin tam olarak ne durumda ya da ne kadar kötü olduguna dair gaze­ telerde bu baslik altinda yer alan en kisa ve net haber­ ler kadar iyi bir fikir vermis olacaktir. I ngiltere'ye ge­ lince, dünyanin bu kösesine dair neredeyse en anlamli haber 1649 Devrimi'ydi ve I ngiltere'nin ortalama bir yillik mahsulünü ögrendikten sonra, eger birtakim pa­ rasal planlariniz yoksa, ayni seyleri yeniden dinleme­ nize gerek yoktur. Gazeteye çok nadir bakan birine göre, yabanci ülkelerde Fransiz Devrimi de dahil ol­ mak üzere hiçbir zaman yeni bir sey yoktur.

Ne haberi!  Asla eskimeyeni  ögrenmek ne  kadar

da önemli olabilir! " Kieou-pe-yu (Wei devletinin ileri gelenlerinden biri) Khoung-tseu'ya ne haberleri oldu­ gunu sormak için birini gönderir. Khoung-tseu elçiyi yanina oturtur ve ona sunu sorar: Efendin ne yapi­ yor? Elçi saygiyla cevap verir: Efendim, hatalarinin sayisini azaltinayi arzu ediyor, fakat onlari sona er­ diremiyor. Elçi gittikten sonra, filozof söyle der: Ne degerli bir elçi! Ne degerli bir elçi! Vaiz hafta sonu, dinlenme gününde, çünkü Pazar günü bosa harcanmis bir haftanin bitimine uygundur, yeni bir haftanin taze ve cesur baslangicina degil, bir baska pasakli vaazla mayismis çiftçilerin kafasini sisirmek yerine, gür se­ siyle bagirmal idir: Dur! Bekle !  Görünüste bu kadar

1 15

116

hizliyken neden ölesiye yavassiniz?

Gerçekler uydurma addedilirken yalanlar ve al­ datmacalar saglam gerçekler gibi itibar görür. Eger insanlar her zaman yalnizca  gerçekleri  gözetseydi ve aldaninaya cevaz vermeselerdi, bildigimiz seylerle karsilastirildiginda hayat bir peri masali, Binbir Gece Masallari gibi gelirdi. Eger yalnizca kaçinilmaz olana ve kaçinilmaz olmaya hakki olana saygi gösterseydik sokaklarimizda müzik ve siir  yankilandirdi.  Telas­ siz ve bilge oldugumuzda, yalnizca büyük ve degerli seylerin kalici ve mutlak bir mevcudiyete sahip oldu­ gunu, küçük korkularimizin ve küçük zevklerimizin yalnizca gerçegin gölgeleri oldugunu kavrariz. Bu her zaman için nese verici ve görkemli bir seydir. Insan­ lar gözlerini yumarak ve uyuklayarak ve gösterilerle kandmimaya riza göstererek, her yerde, tamamen aldatici temelierin üstüne insa edilmis olan rutin ya­ samlarini ve aliskanliklarini kurup pekistirir. Yasamla oyun oynayan çocuklar yasamin hakiki kanunu ve ilis­ kilerini onu yakisir bir sekilde yasamaktan aciz olan fakat deneyim, yani basarisizlik, sayesinde daha akilli olduklarini düsünen yetiskinlerden daha iyi anlar. Bir Hindu kitabinda sunu okumustum "Bebekken sehrin­ den sürgün edilmis ve bir arinanci tarafindan büyütül­ müs bir kral oglu vardi. Bu sekilde yetistIkten sonra, birlikte yasadigi vahsi insanlarin arasina ait oldugunu düsünmeye baslamisti. Babasinin yardimcilarindan biri onu bulup kim oldugunu açikladi, kimligi konu­ sundaki yanlis kanisi ortadan kalkti ve bir prens oldu­ gunu ögrendi." Hindu filozof söyle devam ediyordu "Ayni sekilde ruh da içinde bulundugu durumlardan dolayi kendi özü konusunda hataya düser, ta ki kutsal

bir ögretmen ona gerçegi açiklayana ve kendisinin bir Brahman oldugunu ögrenene kadar." New England sakinlerinin, yani bizim de, görüsümüz seylerin yüze­ yinden derine nüfuz edemedigi için yasamakta oldu­ gumuz bu asagilik hayati yasadigimizi hissediyorum. Seylerin göründükleri gibi olduklarini düsünüyoruz. Eger biri bu kasabanin içinden yürüyüp yalnizca ger­ çekligi görseydi, "Mill-dam" nereye gidecekti dersi­ niz? Bize burada görmüs oldugu gerçekligi anlatacak olsaydi tasvir edecegi bu yeri tanimazdik. Kiliseye, mahkeme binasina veya hapishaneye, magazaya veya bir eve bir bakin ve baktiginiz seyin gerçek bir bakis altinda aslinda ne oldugunu söyleyin, anlatirken hepsi paramparça olacaktir. I nsanlar hakikatIn uzaklarda, evrenin en dis bölgelerinde, en uzak yildizin arkasin­ da, Adem'in öncesinde ve son insanin sonrasinda ol­ dugunu sanir. Ebediyette gerçekten de hakiki ve yüce bir seyler vardir. Fakat tüm bu zamanlar ve yerler ve olaylar su andadir ve buradadir. Tanri'nin kendisi de su anda yücedir, tüm çaglarin geçmesiyle daha ulvi bir hale gelmeyecektir. Ve yüce ve asil olani yalnizca bizi çevreleyen gerçekligin daimi olarak asilanmasi ve isle­ mesiyle kavrayabiliriz. Evren kavrayislarimiza daima ve uysallikla yanit verir; hizli ya da yavas gitmemiz fark etmeksizin yol önümüze serilmistir. O zaman ha­ yatlarimizi kavrayarak geçirelim. Sair ya da sanatçi, gelecek nesillerin asamayacagi hatta basaramayacagi kadar güzel ve soylu bir tasarim ortaya koyamamistir. Bir günümüzü Doga kadar bilinçli yasayalim ve raylara düsen findik kabuklari ya da sivrisinek ka­ natlari yüzünden yoldan çikmayalim. Günün hakkini vermeye kararli bir sekilde erken kalkalim ve nazikçe

11 7

118

ve kaygisizsa perhiz yapalim ya da kahvalti, arkadas­ lar gelsin ve gitsin, çanlar çalsin ve çocuklar haykirsin. Neden boyun egip akintiya birakalim kendimizi ? Ak­ sam yemegi denilen, öglenin sigligindaki o korkunç ve hizli girdaba kapilip üzülmeyelim ve bunalmayalim. Bu tehlikeyi atlattiktan sonra güvendeyiz, yolun geri kalani yokus asagidir. Gevsememis sinirlerle ve saba­ hin canliligiyla yola devam edelim, Ulysses gibi ken­ dimizi direge baglayip baska bir yöne bakalim. Eger motor islik çaliyorsa, birakalim sesi kisilana kadar çalsin. Çanlar çaldiginda neden kosalim ki? Nasil bir müzik yaydiklarini anlayalim. Yerleselim ve çalisalim. Ayagimizi sapiayip fikir, önyargi, gelenek, yanilgi ve görünüs balçigini Paris'ten Londra'ya, New York'tan Boston'a ve Concord'a; kiliseden devlete, siirden fel­ sefeye ve dine kadar tüm gezegeni kaplayan o alüvyo­ nu delip geçelim. Gerçeklik adini verdigimiz o saglam zemine ve kayalara basalim ve yanilmadan "I ste bu!" diyelim. Ve sonra buldugumuz bu destek noktasi sa­ yesinde, selin ve donun ve atesin altinda, güvenli bir sekilde bir duvar veya bir devlet veya bir lamba diregi veya ölçü diregi, nehir tastiginda suyun yüksekligini degil gerçekligi ölçen bir direk insa edelim. Böylelikle gelecek nesiller zaman zaman yalanlar ve görünüsler selinin ne kadar yükseldigini ölçebilsin. Bir gerçegin tam karsisinda dikilip yüz yüze gelirsek her iki yüze­ yinde de günesin parladigini görürüz. Tatli kenarinin, sanki keskin bir pala gibi, kalbirnizi ve özümüzü ke­ sip geçtigini hisseder ve ölümlü hayatimizi mutlu bir sekilde sona erdiririz. I ster yasamda ister ölümde, yalnizca gerçegi arzulariz. Eger gerçekten ölüyarsak girtlagimizdaki hiriltiyi duyalim ve el ve ayaklarimiz-

daki soguklugu hissedelim, eger yasiyorsak isimize bakalim.

Zaman alta attigim bir akinticlan baska bir sey de­ gildir. Bu akinticlan içerim; fakat içerken kumlu dibini görür, ne kadar sig oldugunun farkina varirim. Zayif dalgalari akar gider, fakat ebediyet kalir. Daha deri­ ninden içmek, dibinde yildizlar yatan gökyüzüne alta atmak isterim. Bire kadar bile sayamam. Alfabenin ilk harfini bile bilemem. Dogdugum günkü kadar bilge olamadigim için hep pismanlik duymusumdur. Zeka bir baltadir; seylerin gizeminin farkina varir ve bu gi­ zeme bir yol açar. Ellerimin gerektiginden daha mes­ gul olmasini istemiyorum. Basim, ellerim ve ayakla­ rimdir. En iyi kabiliyerlerimin basimda yogunlastigini hissediyorum. I çgüdülerim basimin bir kazma organi oldugunu söylüyor, nasil bazi hayvanlar burunlarini ve ön pençelerini kullaniyorsa ben de basimi kullanip bu tepelerin içinde maden kazip yolumu açacagim.

En zengin damarin buralarda bir yerlerde oldugu­

nu düsünüyorum; bunu bana maden arama çubugum ve yükselen zayif buharlar söylüyor, madeni buradan kazmaya baslayacagim.

11 9

3. OKUMAK

120

Belki de tüm insanlar, birazcik daha düsüneeli bir ugras seçimiyle, özünde ögrenciler ve gözlemciler haline gelebilir; çünkü dogalari ve kaderleri kesinlik­ le tüm benzerleri için ilgi çekici olmustur. Kendimiz veya çocuklarimiz için mal mülk biriktirirken, bir aile veya devlet kurarken ve hatta ün kazanirken ölümlü­ yüz, fakat gerçekle alakadar olurken ölümsüzüz; ne

degisimden ne de kazadan korkmamiz? gerek vardir. En eski Misirli veya Hindu filozof, ilahilik heykelinin üstündeki örtüyü bir kösesinden kaldirmis, titremek­

te olan örtü hala kalkmis duruyor ve onun gördügü kadar taze bir görkeme bakiyorum, çünkü o  zaman  o kadar cesur olan onun içindeki bendim ve su an önümdeki görüntüye bakan benim içimdeki o. O ör­ tünün üzerine hiçbir toz düsmedi, o ilahiligin ortaya çikisindan beri hiç zaman geçmedi. Gerçekten deger­ lendirdigimiz veya degerlendirilebilir olan o zaman ne geçmistir, ne simdidir, ne de gelecektir.

Yasadigim yer yalnizca düsünmek için degil, ciddi okumalar yapmak için de bir üniversiteden çok daha elverisliydi ve siradan bir kütüphanenin çesitliligine

sahip olamasarn da, o zamana dek hiç olmadigim kadar dünyanin çevresinde dolasmis, cümleleri ilk olarak agaç kabuguna yazilmis, yeni yeni kagida geçi­ rilmeye baslanmis kitaplarin etkisi altindaydim. Sair Mir Kamaruddin Mast'in dedigi gibi "Oturdugum yerde ruhani dünyayi bir bastan bir basa geçmek; bu ayricaligi kitaplarda buldum. Yalnizca bir kadeh sa­ rapla sarhos olmak; bu keyfi ezoterik ögretileri içti­ gIrnde yasadim." Sayfalarina arada sirada bakmis ol­ sam da, Homer'in I lyada'si yaz boyu masamda durdu. Öncelikle ellerimle durmaksizin çalistigim için, çünkü ayni zamanda hem evimi bitirmem hem de fasulye­ lerimi çapalamarn gerekiyordu, daha fazla çalisinam imkansizdi. Yine de gelecekte böyle bir okuma yapma olasiligini düsünerek tahammül ettim. Çalisirken ver­ digim aralarda bir iki sig yolculuk kitabi okudum, ta ki zamanimi böyle geçirmekten utanmaya ve nerede yasadigimi sorgulamaya baslayana kadar.

Bir  ögrenci,  Homer  veya  Eshilos'u  Yunanca as­

lindan okuyabilir, bu bosa vakit harcamak ya da lüks degildir; çünkü ögrenci bir yere kadar eserlerdeki kahramanlara öykünüyar ve sabah saatlerini bu eser­ iere ayiriyor demektir. Kahramanlik kitaplari, anadi­ limizde basilmis olsa bile, yozlasmis çaglarda çoktan ölmüs olan bir dilde yazilmistir ve çabalayarak  her bir sözcügün ve satirin anlamini bulmaya çalismali­ yiz; bilgelik, yigitlik ve cömertligin sahip oldugumuz kadarina oranla sözcüklerin günlük kullaniminin el­ verdiginden daha genis bir anlama varmaliyiz. Günü­ müzün ucuz ve çok fazla basim yapan yayin dünyasi yaptigi tercümelerle bizi antik çaglarin epik yazarlari­ na yakinlastirmak için çok az sey yapmistir. Bu eserler

121

122

hep yalniz görünüyor ve basildiklari harfler hep nadir ve merak uyandirici kaliyor. Sokagin bayagiligini asip ebedi önermeler ve kiskirtmalar haline gelecek olan kadim bir dilin yalnizca birkaç sözcügünü ögrenecek olsak bile harcanacak gençlik günlerine ve degerli sa­ atlere deger. Çiftçinin duymus oldugu birkaç Latince sözcügü hatirlamasi ve tekrar etmesi bosuna degildir. I nsanlar bazen sanki klasikleri çalismak sonunda daha modern ve pratik çalismalara yol verecekmis gibi ko­ nusur. Fakat cüretli ögrenci her zaman için klasikleri çalisacaktir, hangi dilde yazilmis ve ne kadar eski olur­ sa olsun. Çünkü klasikler insanin kaydedilmis en soy­ lu düsüncelerinden baska nedir ki ? Çürümüs olmayan tek kahinler onlardir ve en modern sorulara  Delphi ve Dodona'nin bile asla verememis oldugu cevaplar onlardadir. O zaman eski diye  Dogayi da çalismayi mi birakalim? Iyi okumak, yani gerçek bir ruha sa­ hip gerçek kitaplari okumak asil bir eylemdir ve kisiyi günün gerektirdigi islerden daha fazla çalistim. Adet­ lerin yaptigi gibi bir idmani, neredeyse tüm yasamin bu amaca saglarnca adanmasini gerektirir. Kitaplar yazildiklari kadar incelikli ve her seyden siyrilmis bir sekilde okunmalidir. Yazildiklari dili konusmak bile yeterli degildir, çünkü konusulan ve yazilan dil ara­ sinda, duyulan ve okunan dil arasinda hatiri sayilir bir mesafe vardir. Biri genelde geçicidir; bir sestir, sözdür, yalnizca bir agizdir, neredeyse yabanidir ve onu vah­ siler gibi bilinçsizce annderimizden ögreniriz. Digeri ise bunun olgunlugu ve deneyimidir; eger önceki an­ nemizin diliyse bu babamizin dilidir, vakur ve seçkin bir ifadedir, kulagin duyamayacagi kadar anlamlidir, onu konusabilmek için yeniden dogmamiz gerekir.

Ortaçagda Yunan ve Latin dillerini yalnizca konusan insan kitleleri, tesadüfi dogumlariyla bu dillerde yazil­ mis deha dolu eserleri okumaya hak kazanamamistir; çünkü bu eserler bildikleri Yunancayla ve Latinceyle degil, edebiyatin seçkin diliyle yazilmistir. Yunanis­ tan ve Roma'nin daha asil dillerini ögrenmemislerdir, onlara göre bu dillerin üzerine yazildigi malzemeler atilacak kagitlardan baska bir sey degildir, bunlarin yerine ucuz ve güncel edebiyata deger vermislerdir. Ancak Avrupali uluslar yükselen edebiyatiarina uy­ gun olan, kendilerine özgü fakat kaba yazili dillerine kavustuklari zaman bu eski irfan yeniden caniandi ve alimler, uzaktan da olsa, antik çaglarin hazinelerini ayirt edebilmeye basladilar. Romali ve Yunanli halk yiginlarinin duyamadiklarini çaglar geçip gittikten sonra birkaç alim okuyabildi ve hala da birkaç alim okuyabiliyor.

Konusmacinin ara sira tanik oldugumuz hitabet patlarnalarina ne kadar hayran olursak olalim, yazil­ mis soylu sözcükler genelde, nasil ki yildizlada dolu gök kubbe nasil bulutlarin arkasindaysa, uçup giden konusma dilinin çok çok arkasinda ya da yukarisin­ dadir. Bir yildizlar vardir, bir de onlari okuyabilenler. Astronomlar durmaksizin yildizlar üzerine yorum ya­ par ve onlari gözlemlerler. Bu sözcükler günlük ko­ nusmalarimiz ve bugulu nefesimiz gibi birer soluktan ibaret degildir. Genelde konusma sirasinda hitabet gücü olarak adiandinianin çalisma sirasinda yalniz­ ca retorik oldugu ortaya çikar. Konusmaci geçici bir anin ilhamina yenik düser ve önündeki kitleye, onu duyabilenlere konusur; fakat daha sakin bir hayat yasayan ve konusmaciya ilham veren olayla ve kala-

123

1 24

balikla dikkati dagilacak olan yazar insanligin aklina ve kalbine, onu aniayabilecek her çagdan her insana konusur.

Iskender'in degerli bir kutunun içine koymus oldugu I lyada'yi tüm seferlerinde yaninda tasimis olmasina hayret etmemeli. Yazili bir sözcük kutsal emanetlerin en seçkinidir. Tüm sanat eserleri arasin­ da hem bize daha yakindir, hem de daha evrenseldir. Yasamin kendisine en yakin olan sanat eseridir. Her dile tercüme edilebilir; yalnizca okuninakla kalmaz ayni zamanda tüm insanlar onu dudaklariyla solu­ yabilir, sadece tuvale ya da mermere resmedilmekle kalmaz yasamin kendisinin soluguyla da islenebi­ lir. Antik çaglarda yasamis bir insanin düsüncesinin sembolü modern bir insanin konusmasi haline gelir. I ki bin yaz mevsimi Yunan edebiyatinin eserlerine, merrnerierine yalnizca daha olgun, sonbaliara özgü bir altin rengi katmistir, çünkü bu eserler kendilerini zamanin yipratmasina karsi koruyacak olan sakin ve göksel atmosferlerini bütün topraklara tasimistir. Ki­ taplar dünyanin en degerli zenginligidir ve nesillerce ve uluslarca miras alinmaya uygundur. En eski ve en iyi kitaplar her kulübenin rafinda, dogal ve hak ettigi yerinde durur. Savunduklari bir iddialari olmasa da, okuyucuyu aydinlatip güçlendirdikleri için okuyucu­ nun sagduyusu bu kitaplari reddetmeyecektir. Yazar­ lari her toplumda, dogal ve karsi konulamaz bir aris­ tokrasI olusturur ve insanlik üzerinde krallardan ya da imparatorlardan daha etkili olurlar. Okuma yazma bilmeyen ve belki de okuma yazma bilmeyi küçüm­ seyen tüccar girisimciligi ve çaliskanligiyla özlemini çektigi bos vakte ve bagimsizliga kavusup zenginlerin

ve yüksek tabakadan insanlarin arasina kabul edilince kaçinilmaz olarak daha yüksekte yer alan fakat eri­ silmez olan zeka ve deha çevrelerine gözünü çevirir. Tüm zenginliklerinin beyhudeligi ve yetersizliginin, kültür eksikliginin farkina varir ve daha sonra eksik­ ligini bu kadar siddetli hissettigi entelektüel kültürü çocuklarina saglayabilmek için ortaya koydugu çabay­ la sagduyusunu kanitlar, böylelikle ailenin kurucusu haline gelir.

Eski klasikleri yazildiklari dilde okumayi ögren­ memis olanlar insan soyunun tarihini eksik bilmekte­ dir, çünkü uygarligimizin basli basina böyle bir kopya oldugu düsünülmedigi takdirde bu eserlerin herhangi bir modern dile çevrilmis bir kopyasinin olmamasi ga­ yet dikkat çekicidir. Ne Homer, ne Eshilos, ne de Vir­ gil, neredeyse sabahin kendisi kadar incelikli, saglam ve güzel olan eserler, hala I ngilizce olarak basilmamis­ tir; çünkü sonraki yazarlar, dehalari hakkinda ne der­ sek diyelim, antik çaglarin özenli, güzel, mükemmel, kalici ve yigitçe olan edebi eserlerinin yanina, hiç bir zaman degilse bile çok nadir olarak yaklasabilmistir. Yalnizca kendilerinin kim oldugunu bilmedikleri o eski yazarlari unutmaktan söz ederler. Ancak onlari aniayip takdir etmemize olanak saglayacak olan irfana ve dehaya sahip oldugumuzcia onlari unutabiliriz. Kla­ sikler dedigimiz o kutsal emanetler ve uluslarin daha da eski ve klasikten öte olan, fakat daha az bilinen kutsal kitaplari toplandiginda; Vatikan kütüphanesi, Vedalarla, Zend Avestalarla ve Incillerle, Homerlerle ve Dantelerle ve Shakspearelerle doldugunda ve ge­ lecek tüm yüzyillar, ganimetierini dünyanin kürsüsü­ ne biraktiginda iste o çag hakikaten de zengin bir çag

125

126

olacaktir. Böyle bir yiginla, sonunda cennete ulasmayi umut edebilecegiz.

Büyük sairlerin eserleri henüz insanlik tarafin­ dan okunmamistir, çünkü bu eserleri yalnizca büyük sairler okuyabilir. Bu eserler yalnizca kalabaliklarin yildizlari okudugu gibi ; yani astronomi araciligiyla degil, en fazla astroloji araciligiyla okunmustur. Çogu insan önemsiz bir yarar saglamak için okuruayi ögren­ mistir, hesap tutahilrnek ve ticaret yaparken aldatil­ mamak i?in hesap yapmayi ögrendikleri gibi. Ancak soylu ve entelektüel bir eylem olarak okuma hakkin­ da çok az sey bilirler, hatta diyebiliriz ki hiçbir sey bilmezler. Zira yüce anlamiyla okumak, yalnizca bizi bir lüks olarak uyusturan ve bu sirada da daha soy­  lu yetilerimizi uyutan bir seyleri degil, okumak için parmaklarimizin ucunda durmamizi ve en dikkatli ve uyanik oldugumuz saatleri ayirmamizi gerektiren ki­ taplari okumaktir.

Bence okuruayi ögrendikten sonra, yasamlarimi­

zin en asagi ve baslangiç seviyesinde, dördüncü ve be­ sinci sinifta kalip sonsuza kadar alfabeyi ve tek heceli kelimeleri tekrarlamamiz degil, edebiyatin en iyi eser­ lerini okumamiz gerekiyor. Çogu insan, belki de tek bir iyi kitabin bilgeligine ikna olmus olduklari  için,  I ncil'i okuruakla veya dinlemekle yetiniyor, hayatinin geri kalaninda da hafif okuma denilen seyle yetilerini tembellestirip yok ediyorlar. Kütüphanemizde, daha önce hiç bulunmadigim bir kasabayi anlatan bir eser sandigim, Hafif Okuma baslikli, birkaç ciltten olusan bir kitap bulunuyor. Kimileri var ki et ve sebzeden olusan en zengin yemekten sonra bile tüm bunlari karabataklar veya devekuslari gibi sindirebilir, çünkü

hiçbir seyin israf edilmesine dayanamazlar. Eger bazi­ lari bu yemi hazirlayan makinelerse, bu kisiler de ha­ zirlananlari okuyan makinelerdir. Zebulon ve Seph­ ronia hakkinda yazilmis olan dokuz bininci hikayeyi; birbirlerini nasil da sevdiklerini, gerçek asklarinin nasil engebeli yollardan geçtigini, bu yollarda nasil sendeledigini ve yeniden ayaga kalkip yoluna devam ettigini okumaktan sikilmazlar. Yazar zavalli, talihsiz bir adami çan kulesine çikartir, sahanliga kadar çik­ masaydi keske dedirtir ve sonra adamin kuleye neden­ sizce çiktigini fark edip çanlari çaldim ki tüm dünya toplanip duysun, Aman Yarabbi! Asagi nasil inecek? Kendi adima, evrensel romanciligin buna benzer ge­ lecek vaat eden tüm kahramanlarini insana benzer rüzgar güllerine dönüstürseler daha iyi olurdu diye düsünüyorum. Ayni eskiden kahramanlari yildizlarin arasina yerlestirip paslanana kadar orada dönmeye biraktiklari ve asagi inip de dürüst insanlari sakalariy­ la bir daha rahatsiz etmelerine izin vermedikleri gibi. Romanci bir daha çanlari çaldiginda, kilise yaniyar bile olsa, kilimi kipirdatmayacagim. "Parmak Ucunda Sekip Hoplamak, 'Tittle-Tol-Tan'in ünlü yazarindan bir Ortaçag Ask Hikayesi, aylik tefrikalar halinde, hücum etmeyin, birer birer gelin. " Tüm bunlari, ayni elinde iki sendik süslü Külkedisi kitabiyla oturan dört yasindaki küçük bir çocuk gibi; kocaman gözlerle, di­ kilmis ve ilkel bir merakla ve kivrimlarinin keskinles­ tirilmeye ihtiyaç bile duymadigi, usanmak bilmez bir mideyle - telaffuzlarinda, aksanlarinda, vurgularinda veya ders çikarma yeteneklerinde, görebilecegim, hiç­ bir ilerleme göstermeden - okurlar. Sonuç; görüslerin­ de donukluk ve körlük, hayati dolasimlarinda durak-

127

128

lama, genel bir bayginlik ve tüm entelektüel yetilerin bir kenara atilmasidir. Bu tür gösterisli çörekler ne­ redeyse her firinda günlük olarak ve saf bugday, çav­ dar veya misir çöreginden daha fazla pisirilir ve daha emin pazarlar bulur.

En iyi kitaplar iyi okur olarak adlandirilanlar tarafindan bile okunmaz. Concord'daki kültürümüz hangi noktada bulunuyor? Bu kasabada, birkaç istis­ na disinda, tüm kelimelerini okuyup yazabilmelerine ragmen, I ngiliz edebiyatinin çok iyi, en iyi eserleri­ ni okuyacak zevke sahip kimse yoktur. Buradaki ve baska yerlerdeki üniversite okumus ve sözüm ona özgür egitim almis kisilerin bile I ngilizce klasiklerle ya çok az tanisikligi vardir ya da hiç yoktur ve onla­ ri bilen herkesin erisebilecegi insanligin kaydedilmis bilgeligine, eski klasikiere ve I nciilere gelince onlarla tanismak için harcanilan çaba çok azdir. Dogustan Kanadali olan orta yasli bir oduncu taniyorum, söy­ ledigine göre haberleri ögrenmek için degil - çünkü bundan daha üstün biri oldugunu söylüyor - yalnizca "formda kalmak" için Fransizca gazeteler okuyor. Bu dünyada yapabilecegi en iyi seyin ne oldugunu sordu­ gumda verdigi cevap ise, bunun disinda, I ngilizce se­ viyesini korumak ve artirmak olmustu I ste üniversite okumus kisilerin genelde yaptigi veya yapmak istedigi de bu kadardir, bu amaçla I ngilizce gazeteler okurlar. I ngilizce eserlerin belki de en iyisini yeni okumus biri bu kitap hakkinda sohbet edebilecegi kaç kisi bulabilir ki? Ya da sözüm ona cahillerin bile övülmesine asi­ na oldugu bir Yunan ve Latin klasigini orijinal dilinde okumus birini düsünün, konusacak kimse bulamaya­ cak ve bu konuda sessiz kalmak zorunda kalacaktir.

Aslina bakarsaniz, üniversitelerimizde, Yunan dilinin zorluklarinin üstesinden gelip dile hakim olabilmis olsa bile ayni sekilde Yunan sairin siirinin ve kivrak­ liginin zorluklarinin üstesinden gelip siire hakim ola­ bilmis ve bunlari uyanik ve cesur okuyucuya aktara­ bilecek bir profesör çok az bulunur. I nsanligin kutsal kitaplarina, I ncil'lere gelince, bu kasahada basliklarini bile söyleyebilecek biri var midir ki ? Ibraniler disinda hiçbir ulusun kitab-i mukaddesi olmadigini çogu kisi bilmez. Bir adam, herhangi bir adam, bir gümüs dolar almak için epeyce zahmete girer. Ancak antik çagla­ rin en bilge insanlarinin agzindan çikmis olan altin sözcükler burada dururken, ve bu insanlarin degerli olduguna her çagin bilgeleri tarafindan temin edilmis­ ken, yalnizca kolay kitaplari, ilk okuma kitaplarini ve ders kitaplarini, okulu bitirdikten sonra ise çocuklar ve yeni okuma ögrenenler için olan "Hafif Okuma" kitaplarini, öykü kitaplarini okuyabilecek kadar oku­ ma ögreniyoruz. Okuduklarimiz, konustuklarimiz ve düsündüklerimiz, hepsi çok düsük, yalnizca pigmelere ve cücelere yarasan bir seviyededir.

Concord topraklarinda yetismis olanlardan daha bilge insanlarla, isimleri buralarda pek bilinmeyen insanlarla, tanismayi arzuluyorum. Yoksa Platon'un sadece adini duyup kitabini hiç okumayacak miyim? Sanki Platon hemserimmis de onu hiç görmemisim gibi, sanki komsumla ben konustugunu hiç duyma­ misiz ya da sözcüklerindeki bilgelige tanik olmamisiz gibi. Fakat bu aslinda nasil? Onun en ölümsüz parça­ sini içeren Diyaloglar kitabi yanimdaki rafta duruyor, yine de bu kitabi bir kez olsun okumadim. Kabayiz, seviyesiziz ve cahiliz ve bu hususta hiç okuma yaz-

129

ma bilmeyen hemserilerimin cahilligiyle yalnizca ço­ cuklar ve güçsüz zihinler için yazilmis olan kitaplari okumayi ögrenmis olanlarin cahilligi arasinda hiçbir ayrim yapmadigimi itiraf etmek istiyorum. Antik çag­ larin degerli insanlari kadar iyi oLmaliyiz, fakat bunu kismen öncelikle ne kadar iyi olduklarini ögrenerek yapabiliriz. Bodur insanlardan olusan bir soyuz ve entelektüel uçuslarimizda yüksekten uçsak da günlük gazete sütunlarinin ancak birazcik üstüne çikabiliyo­ ruz.

130

Tüm kitaplar okuyuculari kadar donuk ve cansiz degildir. Tam olarak durumumuza hitap eden, eger gerekten isitip anlarsak hayatimiza sabahtan ya da ba­ hardan daha faydali olacak ve muhtemelen seylerin yeni bir yönünü bize gösterecek olan kelimeler vardir

büyük ihtimalle. Kim bilir kaç insan bir kitap oku­ yarak hayatinda yeni bir döneme ?aslamistir. Muh­ temelen bizim için de mucizelerimizi açiklayacak ve yenilerini ortaya çikaracak olan bir kitap vardir. Su anda tarifi imkansiz olan seylerin bir yerlerde ifade edilmis oldugunu görebiliriz. Bizi rahatsiz eden, sa­

sirtan ve kafamizi karistiran sorular zamaninda bütün bilge insanlari mesgul etmistir; hiçbiri unutulmamistir ve her bilge bu sorulari yetenegi ölçüsünde sözleri ya da yasamis oldugu hayatla cevaplamistir. Dahasi, bil­ gelikle birlikte özgürlügü de ögrenecegiz. Concord'un eteklerinde bir çifdikte ücret karsiligi çalisan, yalniz yasayan ve yasadigi kendine özgü dini deneyimle ikin­ ci hayatina baslamis olan, sessiz bir ciddiyete sürükle­ nip inancinin kendisine özel olduguna inanan adam dogru olmadigini düsünse de Zerdüst de binlerce yil önce ayni yoldan geçip ayni deneyimi yasamistir. Fa-

kat bilge oldugu için bunun evrensel oldugunu bilmis ve komsularina buna göre davranmistir, hatta insan­ lar arasinda ibadeti icat edip yerlestirenin de Zerdüst oldugu söylenir. O zaman birakalim da alçakgönül­ lülükle Zerdüst'le sohbet etsin ve biz de Isa Mesih'in de dahil oldugu tüm o degerli insanlarin özgürlestirici etkisiyle, "kilisemizden" vazgeçelim.

  1. yüzyilin ve en hizli adimlarla yürüyen ulu­ sunun bir parçasi olmakla övünüyoruz. Fakat bu ka­ sahanin kendi kültürü adina ne kadar az sey yapti­ gini bir düsünün. Hemserilerimi pohpohlamak ya da onlar tarafindan övülmek istemiyorum, çünkü bu ne onlarin ilerlemesine ne de benim iledemerne katkida Kiskirtilmamiz lazim, sigirlar gibi dürtülme­ miz ve kosmaya baslamamiz lazim. Görece düzgün bir temel egitim sistemimiz var, fakat bu okullar yalniz­ ca çocuklar için. Kisin yari donmus bir hale bürünen egitim salonunu ve eyalet tarafindan önerilmis olan kütüphane için yapilmis ciliz bir baslangici saymaz­ sak, bizler için hiçbir okul bulunmuyor. Neredeyse tüm bedensel besinierimize ya da hastaliklarimiza, zi­ hinsel besinierimize oldugundan daha fazla harciyo­ ruz. Artik alisilmadik okullar açmanin zamani, erkek ve kadin olmaya basladigimizda egitimi birakmaktan vazgeçmenin zamani geldi. Kasabalarin üniversiteler olmasinin, yasli kasabalilarin da, eger gerçekten mad­ di durumlari iyiyse, yasamlarinin geri kalani boyunca beseri bilimler çalismak için gereken bos vakti olan üniversite ögrencileri olmasinin vakti geldi. Dünya sonsuza kadar Paris'le ya da Oxford'la mi yerine­ cek ? Ögrenciler buraya getirilernez mi? Concord'un gögü altinda beseri bilimler egitimi alamazlar mi?

131

132

Bize ders vermesi için Abelard gibi birini bulamaz mi­ yiz? Maalesef! Sürüyü beslerken, magazaya göz kulak olurken okuldan çok uzak kaldik, ne yazik ki egiti­ mimizi ihmal ettik. Bu ülkede kasaba, bazi açilardan Avrupa'daki soylularin yerini almalidir. Güzel sanat­ larin koruyucusu olmalidir. Zira bunun için yeterince zengin, yalnizca cömertlige ve incelige iht?yaci var. Oysa kasaba çiftçilerin ve tüccarlarin degerli buldugu seylere yeterince para dökebilir, fakat zeki insanlarin daha degerli oldugunu bildigi seylere para harcama teklifi bi le ütopya gibi gelir. Bu kasaba, sans veya si­ yaset sag olsun, belediye binasi için on yedi bin dolar harcamistir, fakat o kabugun içine konulabilecek ger­ çek seye, yasayan akla yüz yil geçse de bu kadar para harcamayacaktir. Kisin yapilacak olan egitim salonu için yillik olarak toplanan yüz yirmi bes dolar kasaba­ da simdiye kadar toplanmis paralarin en iyi harcanmis alanidir. Eger 19. Yüzyilda yasiyorsak, bu yüzyilin sundugun avantajlardan niçin yararlanmiyoruz? Yasa­ mimiz niçin dar görüslü bir sekilde akip gitsin ? Eger gazete okuyacaksak, New England'daki "tarafsiz aile" gazetelerinin önümüze koydugu mamayi yiyecegimi­ ze ya da Zeytin Dallari'na göz gezdirecegimize neden Bostan dedikodularini geçip dünyadaki en iyi gazete­ yi okumuyoruz? Birakalim kültürlü tüm toplumlarin haberleri bize gelsin, gerçekten bir sey bilip bilmedik­ lerini ögrenelim. Neden okuyacaklarimizin seçimini Harper & Brothers ve  Redding &  Co. 'ya birakalim ? I ncelikli bir zevke sahip olan soylu nasil etrafina ken­ di kültürüne yakisan seyleri; dehayi, irfani, akli, ki­ taplari, resimleri, heykelleri, müzigi, felsefi araçlari ve benzerlerini topluyorsa birakalim kasaba da aynisini

yapsin, atalarimiz soguk bir kisi çiplak bir kayanin üs­ tünde bir ögretmen, bir papaz, bir zangoç, bir kilise kütüphanecIsI ve üç belediye meclisi üyesiyle geçirdi diye kendimizi bunl arla sinirlandirmayalim. Ortakla­ sa hareket etmek kurumlarimizin da ruhuna uygun­ dur ve içinde bulundugumuz sartlar gelisme göster­ dikçe soylularin araçlarindan daha iyi araçlara sahip olacagimiza eminim. New England, dünyadaki bütün bilge insanlari gelip burada ders vermeleri için tutabi­ lir ve onlari burada agirlayip dar görüslülükten kurtu­ labilir. Iste istedigimiz alisilmadik okul budur. Soylu insanlar yerine soylu kasabalarimiz olsun. Gerekirse irmak üzerine bir köprü eksik yapip yolumuzu biraz uzatalim ve çevremizdeki karanlik cehalet körfezinin üzerine en azindan bir kemer atalim.

133

4.     SESLER

134

Ancak, en seçkin ve klasikler bile olsa, kitaplara gömülüp yalnizca kendileri birer agiz ve yerel lehçe olan belli dillerde yazilmis eserleri okudugumuzda, tüm seylerin ve olgularin metafor kullanmadan ko­ nustugu, basli basina üretken ve standart olan dili unutma tehlikesiyle karsi karsiya kaliriz. Yayimianmis birçok sey olsa da, yazilmis eser çok azdir. Panjur ta­ mamen söküldügünde panjurun arasindan sizan günes isigi da unutulacaktir. Her zaman tetikte olma zorun­ lulugunun yerini ne bir yöntem ne de bir disiplin ala­ bilir. Her zaman için görülmesi gerekene bakabilme ilmiyle karsilastirildiginda; ne kadar iyi seçilmis olur­ sa olsun bir tarih dersinin, felsefe ya da siir dersinin ya da mükemmel toplumun ya da en takdire sayan yasam biçiminin ne önemi vardir? Yalnizca bir okuyucu, bir ögrenci mi olacaksin, yoksa gören biri mi? Kaderinde yazili olani oku, seni neyin bekledigini gör ve gelecege dogru yürümeye devam et.

I lk yaz, kitap okumadim, fasulye çapaladim. Ha­

yir, genelde bundan daha iyisini yaptim. Simdinin tazeligini hiçbir ise, ne zihnimle ne de ellerimle yap-

tigim hiçbir ise, feda etmeye kiyamadigim zamanlar oldu. Hayatimda genis bir pay birakinayi severim. Ba­ zen bir yaz sabahi, her zamanki banyomu yaptiktan sonra, gündogumundan öglene dek kapiinin önünde otururdum; kuslar sarki söyler veya evin içinde ses­ sizce uçusurken, çamlarin, cevizlerin ve surnaklarin arasinda, bozulmayan bir yalnizligin ve dinginligin ortasinda dalip giderdim ; ta ki bati pencereme dü­ sen günes ya da uzaktaki anayoldan geçen bir yolcu arabasinin sesi bana geçen zamani hatirlatana kadar. Misirin gece büyümesi gibi ben de böyle zamanlarda büyüdüm, tüm bunlar elle yapacagim herhangi bir is­ ten çok daha iyiydi. Hayarimdan çalinan degil, verilen zamanima eklenen zamanlardi. Dogulularin tefekkü­ re dalip isi bir yana birakmak dediklerinin ne anlama geldigini fark ettim. Çogu zaman saatierin nasil geçti­ gine dikkat etmedim. Gün sanki islerimi aydinlatmak istermis gibi ilerliyordu; bir bakiyordum ki bir anda aksam olmus ve kayda deger hiçbir is yapilmamis. Kuslar gibi sakimak yerine devam eden talihime ses­ sizce gülümsüyordum. Serçe kapiinin önündeki cevize tünemis titrek titrek sakirken, benim yuvamdan gelen kikirdamalari veya bastirmaya çalistigim  kahkahala­ ri duyabilirdi. Günlerim haftanin günleri degildi, ne herhangi bir pagan tanrisinin damgasini tasiyordu, ne de saatiere bölünmüs ve saatin tik-taklariyla yipran­ misti. Puri yerlileri gibi yasiyordum; dün, bugün ve yarin için yalnizca bir sözcükleri oldugu ve anlamdaki farkliligi ifade ederken dün için arkalarini, yarin için önlerini ve geçmekte olan gün için de baslarinin üs­ tünü isaret ettikleri söylenir. Süphesiz, hemserilerime göre bu tamamen aylaklikti, fakat kuslar ve çiçekler

135

136

de beni kendi standartlarina göre yargilasalardi kusur­ lu bulunmazdim. Insan isini kendi içinde bulmalidir, dogru. Dogal bir gün gayet sakin geçer ve miskinligi yüzünden kisiyi neredeyse hiç ayiplamaz.

Yasam biçimim hiç degilse söyle bir avantaj sag­ liyordu; diger insanlar eglenceyi disarida, toplumda veya tiyatroda aramak zorundayken benim hayatim basli basina eglence kaynagim olmustu ve hiçbir za­ man yeniliginden bir sey kaybetmedi. Birçok sahne­ den olusan ve hiç sona ermeyen bir tiyatro eseri gi­ biydi. Hayatimizi hep ögrenmis oldugumuz en son ve en iyi biçime göre kazanip düzenleseydik can sikintisi gibi bir dertle hiç ugrasmak zorunda kalmazdik. De­ hanizi yeterince yakindan takip ederseniz her saat basi yeni bir manzara göreceginizden emin olabilirsiniz. Ev isi zaman geçirmek için gayet hos bir ugrasti. Evim kirlendiginde erken kalkardim, yatagiini ve karyola­ mi bir yigin haline getirip tüm mobilyalarimi disari, çimin üzerine çikarirdim, yeri suyla yikayip gölden getirdigim beyaz kumu serperdIm ve sonra tamamen temizlenip beyazlasincaya kadar yeri bir firçayla ovar­ dim. Kasabalilar kalivalti edene kadar günes evi gi­ rebilmem için yeterince kuruturdu, böylelikle tefek­ kürüm neredeyse hiç bölünmemis olurdu. Bütün ev esyalarimi disarida, çimin üzerinde, bir çingene dengi gibi küçük bir yigin halinde görmek; üzerinden kitap­ larimi, mürekkebimi ve kalemimi almamis oldugum üç hacakli masamin, çarnlar ve cevizler arasinda dur­ dugunu görmek çok hostu. Esyalarim da sanki disari çikmaktan hosnut olmus da içeri girmek istemiyor­ larmis gibi görünürdü. Bazen üstlerine bir tente gerip orada yasamaya baslamak isterdim. Günesin bu esya-

lar üzerinde parildadigini görmeye ve özgür rüzgarin bu esyalar üzerinde estigini duymaya degerdi dogru­ su. Bilindik esyalar disarida, evde olduklarindan çok daha ilginç görünüyordu. Yanlarindaki bir agacin da­ linda bir kus otururdu, masanin altinda ölmez otlari, bacaklarinin yaninda bögürtlen filizleri biter; etrafin­ da da çam kozalaklari, kestane kozalaklari ve çilek yapraklari saçilmis olurdu. Sanki bu biçimler mobil­ yalarimiza, masalara, sandalyelere ve karyolalara, bir zamanlar böyle ortalarinda dururken, bu sekilde dö­ nüsmüs gibi gelirdi.

Evim bir tepenin yamacinda, daha genis bir or­ manin hemen kiyisinda, çirali çam ve cevizden olu­ san genç bir arinanin ortasinda ve tepe asagi dar bir patikayla ulasilan gölden birkaç metre uzaktaydi. Ön bahçemde, çilek, bögürtlen, ölmez otu, kantaron, al­ tin basak, bodur mese, visne, yabanmersini ve yerfis­ tigi yetisiyordu. Mayis ayi sonuna dogru, visne (Ce­ rasus pumila), kisa saplarinda silindir semsiyeler gibi duran narin çiçekleriyle patikanin iki kenarini süsledi. Sonbaharda ise dallari agirlastiran büyük ve güzel vis­ neler iki tarafa da isinlara benzeyen çelenkler halinde düsüyordu. Pek lezzetli olmasalar da, Doga Ana'ya il­ tifat etmek için tatlarina baktim. Sumak (Rhus glabra) gösterisli bir sekilde evin üstüne dogru büyümüstü, yapmis oldugum toprak seti zorlayarak daha ilk mev­ simde bes alti ayak uzamisti. Genis, tüylü ve tropik yapraklari hos olsa da tuhaf görünüyordu. Ölü gö­ rünen kuru dallarindan bahar sonuna dogru aniden firlayan genis tomurcuklari, sanki bir büyü yardimiyla bir inç çapinda, zarif, yesil ve hassas dallara dönüs­ müstü. O kadar pervasizca büyür ve zayif dallarini

137

138

zorlardi ki bazen penceremde otururken, havada çit çikmayacak kadar bir sessizlik varken kendi agirligiyla kirilip aniden yere düsen taze ve hassas bir dalin se­ sini duyardim. Agustos ayinda çiçeklenmis olan genis bögürtlen öbeklerine bir vahsi ari sürüsü üsüstü, yavas yavas kadifemsI kirmizi renklerine bürünüp agirlikla­ riyla yeniden hassas dallari büküp kirdilar.

Bu yaz günü, ögleden sonra penceremde oturur­ ken önümdeki açiklikta sahinler daireler çiziyor, vah­ si güvercinler aceleyle ikiserli üçerli gruplar halinde bir oraya bir buraya uçuyor ya da evimin arkasindaki akçamlarm dallarina tünemis, huzursuzca durup ha­ vaya karisan sesler çikariyor, bir balik kartali gölün camdan yüzeyini delip bir balik çikariyor, bir vizon kapiinin önündeki batakliktan sessizce sivisip göl kiyisindaki bir kurbagayi yakaliyor, sazlar bir oraya bir buraya uçusan pirinç kuslarinin agirligi altinda egiliyordu. Son yarim saati Boston'dan ülkenin di­ ger yerlerine yolcu tasiyan tren vagonlarinin bir ke­ silip bir canlanan, keklik sesine benzeyen takirtilarini dinleyerek geçirmistim. Kasabanin dogusundaki bir çiftçinin yanina verildigini, fakat çok geçmeden ev hasretiyle kaçip pejmürde bir halde evine döndügünü duydugum o çocuk gibi dünyadan kopuk yasamiyor­ dum. Hiç bu kadar sikici ve ücra bir yer görmemisti; herkes basip gitmisti, bir islik sesi bile duyamazdiniz! Massachusetts'te su an böyle bir yer olup olmadigin­ dan emin degilim:

'1\.slinda kasabamiz bir fiçiya dönüstü.

O hizli demiryolu millerinden biri için ve

Sakin ovamizin üstündeki huzurlu sesi; Con­ cord."

Fitchburg Demiryolu'nun gölle kesistigi nokta ya­ sadigim yerin bes yüz metre kadar güneyinde kaliyor. Kasahaya giderken genelde demiryolunu takip ederek gidiyorum, beni topluma baglayanin bu yol oldugu söylenebilir. Bütün yol boyunca giden yük trenindeki adamlar sik sik yanimdan geçip beni eski bir tanidik­ lari gibi selamliyorlar, anlasilan beni bir isçi saniyorlar ki öyleyim de zaten. Dünyanin yörüngesinde bir yer­ de, bir yol tamircisi olmaktan memnuniyet duyardim. Lokomotifin isligi bir çiftçinin bahçesine inme­

ye hazirlanan sahinin çigligina benzer sesiyle, yaz ve kis demeden ormaniinin sakinligini bozar ve birçok huzursuz tüccarin ya da ülkenin öbür ucundan gelen maceraci saticilarin kasahaya varmak üzere oldugunu bildirirdi. Hepsi ayni ufkun altinda gelmis oldugun­ dan trenden inmeleri için birbirlerini bagirarak uya­ rirlardi, bu bagins çaginslar bazen iki ayri kasabadan duyulurdu. Iste sebzelerin geldi kasaba; iste payiniz kasabalilar ! Onlara hayir diyecek kadar bagimsiz hiç­ bir çiftçi yoktu. "Ve iste ödemen !" diye baginrdi kasa­ balinin isligi. Sehrin duvarlarina saatte yirmi mil hizla yaklasan, agaç kadar uzun koçbaslari ile içlerindeki yorgun ve agir yüklerin tamaminin oturmasina yete­ cek kadar koltuk... I ste tasra böyle büyük ve hantal bir ineelikle sehre bir sandalye uzatiyor. Yeriiierin ya­ banmersiniyle dolu bütün tepeleri soyulmus, çayirla­ rin tüm kizilciklari tirmiklanip sehre tasinmis. Pamuk yukari gelirken asagi dokunmus kumas gidiyor, yu­ kari ipek gelirken asagi yün gidiyor, yukari kitaplar gelirken onlari yazan deha asagi gidiyordu.

Yildizlara özgü bir hizla, - ya da kuyruklu yildiz­

lara özgü  demeliyim, çünkü yörüngesi geri  dönüsü

139

140

olan bir egriye benzemedigi için kuyruklu yildizin bir dahaki ziyaretinin hangi hizda ve yönde olacagi göz­ lemci tarafindan bilinemez, - vagonlarini sürükleyen lokomotif motorunu, tipki gökyüzünün yükseklerin­ de görmüs oldugum, kendisini isiga dönüstüren bir­ çok yumusak bulut gibi arkasinda altin ve gümüsten çelenkler birakan bir bayraga benzeyen buhar bulutu­ nu gördügümde sanki yolculuk yapan bu yari-tanri, bu bulut çikarici günbatimindaki gökyüzünü birazdan üniforma diye trene giydirecekmis gibi gelirdi. Ayak­ lariyla topragi sarsan, burnundan ates ve duman solu­ yan bu demir atin (Yeni mitolojiye ne tür bir kanatli at ya da atesli bir ejderha ekleyecekler, bilmiyorum.) gök gürlemesine benzer homurtusunun tepelerde yanki­ landigini duydugumda dünyada yasamasi yakisik alan yeni bir irk geldi sanirdim. Eger hepsi göründügü gibiyse, insanlar soylu amaçlar ugruna elementleri hizmetkarlari yaptiysa! Eger motorun üzerindeki bu­ lut yigitçe isler yapanlarin teriyse ya da çiftçinin tar­ lasi üzerinde gezinen bulut kadar insanliga faydali bir bulutsa, o zaman elementler ve doga insana islerinde neseyle eslik eder, onlarin refakatçileri olur.

Sabah  treninin  geçen  vagonlarini  izlerken his­

settiklerim gündogumunu izlerken hissettiklerimle aynidir; ikisi de ayni derecede düzenlidir. Vagonlar Boston'a giderken arkasinda daha uzaklara ve yük­ seklere uzanan, cennete dogru yükselen bulutlardan olusan tren bir anligina günesi örter ve uzaktaki tar­ Iarni gölgede birakir. Bu göksel trenin yaninda topra­ gi kucaklayan siradan tren bir mizrak ucu gibi kalir. Demir atin seyisi küheylanina yem verip onu arabaya kosmak için bu kis sabahi daglarin arasindaki yildiz-

larin isigiyla erken kalkmis. Ates de içine yasam ale­ vini yerlestirip onu hareket ettirmek için böyle erken uyanmis. Bir de bu is erken oldugu kadar masum da olsaydi! Eger kar çok birikmisse ona kar ayakkabila­ rini giydirider ve devasa bir sabanla, daglardan deniz kiyisina kadar bir saban izi birakir. Vagonlar sabani izleyen bir tohum makinesi gibi bu saban izini takip ederek ülkedeki tüm huzursuz insanlari ve oradan oraya savrulan ticari mallari tohum olarak serpis­ tirir. Alevden küheylan, tüm gün ülkenin üzerinde uçar, yalnizca efendisi dinlenebilsin diye durur. Ve ben gecenin bir yarisi, ormandaki uzak bir vadide buz ve karla kapli elementlerle karsilastiginda kuvvetli adimlari ve cüretkar homurtusu yüzünden uyanirim. Aliirma ancak sabah yildiziyla, dinlenmek ve uyumak için degil, yolculuklarina bastan baslamak için vara­ caktir. Ya da bir ihtimal, aksamlari ahirinda sinirlerini yatistirabilmek, cigerini ve beynini sogutabilmek için birkaç saatlik demir uykusu uyudugunu, günün fazla enerjisini attigini duyarim. Bir de bu is uzatildigi ve yanilmak bilmeden yapildigi kadar yigitçe ve saygin olsaydi!

Bu aydinlik salonlar kasabalarin sinirlarinda yer

alan, bir zamanlar yalnizca avcilarin, o da gündüz gö­ züyle, girebiimis oldugu issiz ormanlara, sakinlerinin

141

haberi  olmadan,  gecen,...in,      karanliginda  ok  gibi  girer;

bir an için kasabadaki ya da sehirdeki parlak bir istas- yonda, sosyal bir kalabaligin arasindayken, diger bir an Kasvetli Bataklik'ta baykuslari ve tilkileri korku­ tur. Vagonlarin gelip gitmesi artik kasabanin gününü vakitlere ayiriyor. O kadar düzenli ve dakik gelip gi­ diyorlar ve düdükleri o kadar uzaktan duyulabiliyor

142

ki çiftçiler saatlerini trene göre ayarliyor, böylelikle iyi yönetilen bir kurum bütün bir ülkeyi düzenliyor. Demiryolunun icadindan sonra insanlar dakiklik ko­ nusunda bir nebze de olsa gelisme göstermedi mi? Istasyondayken posta arabasi ofisinde oldugundan daha hizli konusup düsünmüyorlar mi? Istasyonlarin atmosferinde heyecanlandirici bir seyler var. Yaratmis oldugu mucizeler beni hep hayrete düsürmüstür; me­ sela, ilk ve son olarak kehanette bulunacagim, asla bu kadar hizli bir vasitayla Boston'a giderneyecek olan kimi komsularim ziller çaldiginda istasyonda hazir bulunuyorlar. Isleri "demiryolu usulü" yapmak artik bir deyis haline geldi, bir güç tarafindan yolundan çekilmemiz için bu kadar sik ve bu kadar dürüst bir sekilde uyarilmaya da deger dogrusu. Böylelikle in­ sanlarin dagilmasi için ne durup kanun okumaya ne de havaya ates açmaya gerek kalmadi. Bir kader insa ettik, asla yolundan çikmayacak bir  Atropos  yarat­ tik. (Makinenizin adi bu olsun.) I nsanlara bu aklarin belli bir saat ve dakikada pusulanin belli noktalarina dogru firlatilacagi bildirilmistir; yine de bu hiçbir in­ sanin isine engel olmuyor, çocuklar okullarina baska bir yoldan gidiyorlar. Demiryolu adina daha düzenli yasiyoruz. Böylece hepimiz William Teli'in çocuklari olmak için egitiliyoruz. Hava görünmez oklarla dolu. Seninki disinda tüm yollar kaderin yolu. O halde ken­ di yolundan ayrilma..

Bana  ticareti   sevdiren  gerektirdigi girisimcilik

ve cesaret. Ticaret ellerini kenetleyip Jüpiter'e dua etmez. Bu insanlarin her gün az ya da çok cesur ve memnun bir sekilde islerine gittiklerini, düsündük­ lerinden bile daha çok sey yaptiklarini ve belki de

bilinçli olarak tasadayabileceklerinden daha iyi bir seyle mesgul olduklarini görüyorum. Buena Vista'da yarim saat boyunca ön safta duranlarin kahramanligi kislarini kar sabaninda geçiren insanlarin sakin ve ne­ seli yigitliginin yaninda pek de etkileyici degildir. Bu kisilerde sadece Bonaparte'in çok nadir görüldügünü düsündügü sabah saat üç cesareti yoktur, ayni zaman­ da cesaretleri o kadar erken uyumaz, yalnizca firtina uyudugunda ya da demir küheylanlarinin kaslari don­ dugunda, enerjisi tükendiginde dinlenineye giderler. Bu Büyük Kar sabahinda, belki de hala karin öfkesi devam eder ve insanlarin kanini dondururken, don­ mus nefeslerinin olusturdugu sis bulutunun içinden makine zillerinin boguk sesini duyuyorum; vagonla­ rin New England kuzeydogu kar firtinasina ragmen fazla bir rötar yapmadan geldiklerini bildiriyor. Pa­ patyalari ve tarla farelerinin yuvalarini degil de Sierra Nevada'nin iri çakiliarina benzeyen, evrenin disinda bir yerlerdeymis gibi görünen sekilleri küreyen kar sa­ baninin üstünde baslari hayal meyal seçilen ve üstleri kar ve kiragi kapli kar küreyicilerini görüyorum.

Ticaret beklenmedik bir sekilde güvenilir, sakin,

uyanik, maceraci ve yorulmak bilmez bir ugrastir. Üs­ telik birçok fantastik girisim ve duygusal deneyime nazaran yöntemleri, dolayisiyla beklenmedik basarisi çok dogal. Yük treni takirtilariyla yanimdan geçerken yenilenmis ve büyümüs hissederim, kokularini Uzun Iskele'den Champlain Gölü'ne kadar yayan, yabanci ülkeleri, mercan kayaliklarini, Hint okyanusunu, tro­ pik iklimleri ve gezegenin genisligini hatirlatan dük­ kaniarin kokusunu duyarim. Önümüzdeki yaz birçok sarisin New Englandli'nm basini örtecek olan palmiye

143

144

yapraklarini, Manila kenevirini, hindistan cevizi ka­ buklarini, eski püskü ivir ziviri, çuvallari, hurda demi­ ri ve pasli çivileri gördükçe kendimi dünya vatandasi gibi hissederim. Bu araba dolusu yirtik yelken su an kagit olarak islenip basili kitaplar haline getirildigin­ ce olacagindan daha okunabilir ve ilginç görünüyor. Bu yirtiklarin gögüs gerdigi firtinalari kendilerinden baska kim daha canli anlatabilir? Hiçbir düzeltmeye ihtiyaci olmayan prova metinleri bunlar. Iste Maine ormanlarindan gelen kerestenin sel  sirasinda deni­ ze kapilip gitmemis olan kismi, selle kaybolan ya da parçalanan kereste yüzünden bin tanesinin fiyati dört dolar yükselmis; çam, alaçam, sedir, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü kaliteden, son günlerde hepsi ayni kalitede, ayilara, geyiklere veya ren geyiklerine sallamak için. Sonra, Thomaston kireci, birinci ka­ lite bir mal, gevsemeden önce tepelerde çok yol kat edebilir. Balyalar halindeki bu paçavralar; her renkten ve kaliteden, en kötü durumdakinden pamuk ve ke­ tene, kullanilmis elbiselere, artik Milwaukie disinda hiçbir yerde ragbet görmeyen desenlerden, I ngiliz, Fransiz veya Amerikan yapimi olaganüstü parçalara, çizgili pamuk kumaslara, muslinlere... Zengin fakir fark etmeden her yerden toplanmis, tek renkli veya birkaç tonlu kagit olacak, üstlerine hakikaten yüce veya alçak gerçekiere dayanan hayat hikayeleri yazila­ cak olan paçavralar. Bu vagon tuzlanmis balik koku­ yor, New England'in ve ticaretin güçlü kokusu bana Grand Banks sigliklarini ve balik yataklarini hatirla­ tiyor. Hiçbir seyin bozamayacagi sekilde iyice kon­ servelenmis, böylelikle azimde azizleri bile utandiran tuzlanmis baliklari görmeyen var midir? Böyle bir

balikla sokaklari süpürebilir, düzlestirebilir, odunlari­ nizi kirabilirsiniz, yük arabacisi kendisini ve yükünü günesten, yagmurdan ve rüzgardan koruyabilir, Con­ cordlu bir tüccarin bir seferinde yaptigi gibi ; bir tüc­ car ticarete basladigina dair bir isaret olarak bu baligi kapisina asabilir. Sonunda en eski müsterisi bile kapi­ da asili olanin bir hayvan mi, bitki mi yoksa maden mi oldugunu söyleyemez. Yine de balik bir kar tanesi ka­ dar saf kalacak, bir tencereye konulup pisirildiginde cumartesi günü yenebilecek çok özel ve harika bir ak­ sam yemegi olacaktir. Öte yanda, Güney Amerika'nin genis bozkirlarinda kosan sigirlarin kuyruklarinin al­ mis oldugu kivrim ve açiyi hala muhafaza eden Ispan­ yol postlari vardir, bu inat yapisal kötülüklerin nere­ deyse umutsuz ve düzeltilemez oldugu gösterir. I tiraf ediyorum, bir insanin gerçek karakterini ögrendikten sonra, bu varolus düzleminde onu iyiye ya da kötüye dogru degistirme umudum yoktur. Dogulularin söyle­ digi gibi "Bir sokak köpeginin kuyrugunu isitabilir, si­ kistirabilir ve iplikleri e baglayip kivirabilirsiniz, on iki yil boyunca ugrassaniz bile, kuyruk dogal biçiminde kalacaktir. " Bu kuyruklarin örnekiedigi aliskanliklar için etkili tek çare onlardan yapistirici yapmaktir ki genelde böyle yapildiginda inaniyorum. Bu durumda istediginiz yerde kimildamadan kalirlar. Iste burada da, Cuttingsville, Vermont adresinde oturan John Smith'e gönderilmis olan bir fiçi pekmez ya da kanyak var. John Smith Yesil Daglar yöresinden bir tüccar, ya­ kininda oturan çiftçiler için ithalat yapar, belki de su an geminin kendine ait olan bölmesinde duruyor ve kiyiya son varan mallari fiyatlarin kendisi açisindan nasil etkilenecegini düsünüyor, müsterilerine daha

145

önce de yirmi kez söyledigi gibi, sonraki trenle birin­ ci kalite ürünler bekledigini söylüyor. Cuttingsville Times'da reklamlari var.

Bu mallar gelirken digerleri de gidiyor. Bir vizil­ ti sesi duyunca basimi kitaptan kaldirip bakiyorum. Kuzeydeki uzak tepelerde kesilmis ve Yesil Daglar ile Connecticut'i uçarak geçmis olan uzun bir çam agaci görüyorum, firlatilmis bir ok gibi kasabayi bir bastan bir basa on dakikada geçiyor. Onu gören çok az baska göz var ve gidiyor

"Büyük bir arniralin Diregi olmak için."

146

Ve dinleyin! Binlerce tepenin, agilin, ahirin, mez­ ranin hayvanini havada tasiyan hayvan treni geliyor. Sopalariyla  sigirtmaçlar  ve  sürülerinin  ortasinda­ ki çoban çocuklar, bir tek dag çayirlari eksik, Eylül rüzgarlariyla daglardan sürüklenen yapraklar gibi döne döne geliyorlar. Hava danalarin ve koyunlarin melemeleriyle, sigirlarin itisip kakismasiyla dolu, san­ ki pastaral bir vadi geçiyormus gibi. Bastaki ihtiyar koyun çanini öttürdügünde daglar koçlar gibi, küçük tepeler de kuzular gibi geçiyor. Bir araba dolusu sigirt­ maç da ortada, sürüyle ayni seviyede duruyor, görev­ leri bitmis olsa da, görevlerinin nisani olan ise yara­ maz sapalarma tutunuyorlar. Fakat köpekleri nerede ? Bu onlar için tam bir kargasa oldu; kapi disari edildi­ ler, kokuyu kaybettiler. Galiba Peterbora Tepeleri'nin arkasinda havladiklarini ya da Yesil Daglar 'in bati ya­ macinda soluk soluga kaldiklarini duyuyorum. Ama zamaninda varamayacaklar. Onlarin görevi de bitti.

Sadakat ve dirayetlerine artik gerek kalmadi. Utanç içinde kulübelerine sivisacaklar ya da belki vahsilesip kurtlarin ve tilkilerin arasina katilacaklar. Iste senin pastoral yasamin böyle döne döne kayboluyor. Dü­ dük çaliyor, çekilip vagonlara yol vermeliyim;

Demiryolundan bana ne?

Hiç gitmeyecegim ki görmeye Nerede sona erdigini.

Birkaç çukur doldurur

Ve kirlangiçlara tünek olur, Kumlari havalandirir,

Ve bögürtlenler olgunlasir.

Demiryolunu ormancia bir araba yolundan geçer gibi geçiyorum. Dumani, buhari ve tislamasiyla göz­ lerimi kör, kulaklarimi sagir etmesine izin vermeye­ cegim.

Simdi vagonlar gidip bu huzursuz dünyayi da beraberinde götürdükten sonra, göldeki baliklar ar­ tik gürültülerini hissetmiyar ve ben her zaman oldu­ gumdan daha yalnizim. Uzun ögleden sonranin geri kalani boyunca tefekkürümü bozabilecek tek sey uzak anayoldan geçmekte olan bir arabanin veya yük ara­ basinin boguk sesi olacak.

Bazi Pazar günleri, rüzgar elverisli oldugunda Lincoln, Acton, Bedford veya Concord kiliselerinin hafif, tatli, dogal ve bakir dogada yabanci durmayacak çan seslerini duyardim. Bu ses ormancia belli bir me­ safe kat ettikten sonra, sanki ufuktaki çam igneleri bu çan sesinin yalayip geçtigi bir arpin telleriymis gibi tit­ resmeye baslardi . Bu kadar uzaktan gelen her ses ayni

147

148

etkiyi uyandirir; evrensel lirin bir titresimi, tipki araya giren atmosferin kattigi gök mavisi renkle uzak bir te­ peyi ilgi çekici hale getirisi gibi. Bana da iste havanin süzmüs oldugu, ormanin her bir yapragi ve ignesiyle sohbet etmis olan bir melodi, elementlerin alip tonu­ nu degistirdigi ve vadiden vadiye aksettirdigi bir par­ ça ses gelmisti. Yanki, bir dereceye kadar, orijinal bir sestir, büyüsü ve cazibesi kendi içindedir. Yalnizca çan sesinin yinelenmeye deger kisminin bir tekran degil, kismen de ormanin sesidir; ayni siradan sözcük ve no­ talarin bir orman perisi tarafindan söylenmis halidir.

Bir aksam, uzaktan, ormanin ötesindeki ufukta bir yerlerden gelen bir inegin bögürme sesini duy­ dum, gayet hos ve ahenkliydi. Ilk basta zaman zaman serenatlarini duydugum, tepelerde ve vadilerde dola­ san bazi azanlarin sesine benzettim; fakat kisa bir süre sonra uzayip inegin siradan ve dogal müzigi haline dönüstügünde hiç de tatsiz olmayan bir hayal kirikligi yasadim. Bu gençlerin sarki söyleyislerInIn inegin mü­ zigine benzettigimi söylerken alayci davranmiyorum, sadece takdirimi ifade etmeye çalisiyorum; en nihaye­ tinde onlar da doganin bir ifadesi.

Yazin bir kisminda çobanaldatanlar, düzenli ola­ rak her aksam saat yedi buçukta aksam treni geçtikten sonra, evimin önündeki bir kütüge veya evin çati di­ reginin üstüne tüner, yarim saat boyunca aksam dua­ larini söylerlerdi. Sarkilarina her aksam neredeyse bir saat kadar dakik, gün batiminin bes dakika öncesi ya da sonrasinda, baslarlardi. Aliskanliklarini tanimak gibi olaganüstü bir firsattin oldu. Bazen dört ya da bes tanesinin ormanin farkli kisimlarindan ayni anda, kazara birbirlerinden birer ölçü geride ötmeye basla-

digini duyardim; bana o kadar yakinlardi ki sadece her notayi takip eden gidaklamayi degil, bir örümce­ gin agina yakalanmis sineginkine benzeyen, ama daha yüksek olan, vizilti sesini de duyardim. Zaman zaman bir tanesi, muhtemelen yumurtalarinin yakininda ol­ dugum için, ormancia birkaç ayak uzagimdan sanki telle bagliymis gibi etrafimda dönerdi. Gece boyun­ ca aralikli olarak sarkilarina devam ederlerdi, safak öncesinde ve safak vaktinde her zamanki gibi ahenkli sesler çikarirlardi.

Diger kuslar sustugunda baykuslar kontrolü ele alir, yas tutan kadinlar gibi kadim "u-lu-lu"larina baslarlar. Kasvetli çigliklari gerçekten Ben Janson havasina sahiptir. Gece yarisinin bilge kocakarilari! Bu baykus sesleri sairlerin dürüst ve açik sözleri de­ gil ; saka yapmiyorum, çok kutsal bir mezarlik sarki­ si, cehennem bahçelerinde göksel askin sizilarini ve tatlarini hatirlayan intihar etmis asiklarin birbirlerini teselli edisidir. Yine de orman boyunca yankilanan agitlarini, kederli yanitlarini dinlemeyi severim; sanki müzigin karanlik ve acikli bir yaniymis gibi, söylen­ meye can atan pismanliklar ve iç çekislermis gibi bana kuslarin müzik ve sakiyislarini hatirlatir. Bunlar, bir zamanlar geceleri insan seklinde dünyada dolasip ka­ ranlik seyler yapmis, simdiyse günah islemis olduklari yerde agit dolu sarkilari ve mersiyeleriyle günahlarinin cezasini çeken melankolik, asagilik ve günahkar ruh­ lardir. Bana ortak meskenimiz olan doganin çesitliligi ve kapasitesine dair yeni bir fikir veriyorlar. Gölün bu tarafindaki bir tanesi ''Aaaah keske hiç doooogmamis olsaydim!" diye iç çekip umutsuzlugun verdigi huzur­ suzlukla daireler çizerek gri meselerin üzerine tüne-

149

150

meye gidiyor. Sonra daha uzaktaki bir tanesi ürkek bir samirniyetle "Keske hiç doooogmasaydim!" diye cevap veriyor, uzaktan Lincoln ormanindan hafif bir "dooogmamis" duyuluyor.

Bir çizgili baykusun serenatlarini da dinledim. Ya­ kininizdayken Dogadaki en melankolik ses oldugunu düsünebilirsiniz, sanki Doga ölmekte olan bir insanin inlemelerini,çaglayan ahenkliligin etkisiyle daha kor­ kunç görünen karanlik vadiye girerken umudu arka­ sinda birakmis ve insan hiçkiriklariyla bir hayvan gibi uluyan, ölümlülügün zavalli zayif bir kalintisini kalip­ lastirip korosunda kalici bir yer vermek istemis gibi. Bunu taklit etmeye çalisirken kendimi "gl" harfleriyle baslayan sözcükler kurarken buluyorum; saglikli ve cesur tüm düsüncelerin asagitanmasinda jelatinmsi ve küflü bir noktaya ulasmis bir zihni ifade ediyor. Bana gulyabanileri, aptal ve delice ulumalari hatirlati­ yor. Fakat simdi bir tanesi, uzaklik sayesinde gerçek­ ten ahenkli bir hale gelmis sesiyle uzak ormanlardan cevap veriyor; huu huu, huu, hurii huuu! Gerçekten de gece ya da gündüz, yaz ya da kis duyulmasi fark etmeksizin, çogunlukla hos seyler hatirlatti.

Baykuslar oldugu için çok  memnunum.  Biraka­

lim insanlar yerine onlar aptalca ve çilginca bagirsin. Bu insanlarin tanimamis oldugu engin ve isleninemis bir dogayi isaret eden, hiçbir günün aydinlatmadigi batakliklara ve alacakaranlik ormaniara yarasan bir sestir. Hepimizin aklinda olan sert, karanlik ve tatmin olmamis düsünceleri temsil eder. Günes tüm gün vah­ si bir batakligin üstünde isildamistir. Batakligin içinde yosunlanmis bir sekilde dikilen yalniz alaçarnin üstün­ de küçük sahinler uçusmustur, altindaki herdemyesil­ lerin arasinda küçük kuslar gezinmistir ve dibinde de

keklikler ve tavsanlar kaçismistir. Ancak, artik daha kasvetli ve uygun bir gün dogacak ve Doganin anla­ mini orada ifade etmek için farkli bir hayvan soyu uyanacaktir.

Gecenin geç saatlerinde, köprüden geçen vagon­ larin uzak gürültüsünü ki bu ses geceleri çok daha uzaklardan duyulur, köpeklerin havladigini ve uzak bir ahirdaki yüregi yanik inegIn bögürtüsünü duydum. Bu arada, tüm kiyi boga kurbagalarinin sesleriyle çin­ liyordu. Eski ayyas ve alemcilerin dayanikli ruhlari daha tövbe etmemis, hala cehennem göllerinde sarki söylemeye çalisiyordu. Walden'in perileri karsilastir­ marni mazur görsün, çünkü orada neredeyse hiç ot yok ama bol bol kurbaga  var;  bu  ruhlar,  eski  nese­ li masalarinin gürültülü kurallarini devam ettirmeye can atiyorlar, fakat sesleri sanki neseyle dalga geçer gibi kisilmis ve ciddilesmis. içtikleri sarap da zaten ta­ dini kaybedip yalnizca midelerini sisirecek bir içecek haline gelmis; tatli sarhosluk artik geçmis hatiralari bogmuyor, yalnizca doygunluk ve suyla gelen siskin­ lik var. Aralarinda en kidemli olan, çenesinin altinda agzindan akan salyalara peçete vazifesi gören bir yap­ rakla kuzey kiyisinin altinda, bir zamanlar hor görü­ len sudan derin bir yudum alip tr-r-r-oonk, tr-rr-oonk, tr-r-r-oonk nidasiyla kadehi yanindakine veriyor. Ve hemen suyun ötesindeki uzak bir kovuktan ayni sifre tekrarlaniyor; kidem ve göbek açisindan ikinci sirada gelen kendi payini mideye indiriyor ve tören tüm kiyi boyunca tekrarlandiktan sonra tören baskani tatmin olmus bir sekilde tr-r-r-oonk diyor. Herkes, en az sis­ kin olandan en sarkik göbekli olana kadar,ayni sesi tekrar ediyor ve kadeh, günes sabah sisini dagitana,

151

152

bos yere trooonk diye bagirarak cevap bekleyen en büyükleri gölün üzerine tek basina kalana kadar elden ele dolasiyor.

Evin önündeki açiklikta bir horozun  öttügünü hiç duydum mu, emin degilim. Ötücü bir kus olarak, yalnizca müzigi için bir yavru horoz beslemenin zah­ mete degebilecegini düsünmüsümdür. Bir zamanlar vahsi olan bu Kizilderili sülünün sesi kesinlikle kus­ lar arasinda en dikkat çekici sese sahip alanidir. Eger evcillestirilmeden dogallastirilabilselerdi, kisa bir süre içinde ormanlarimizdaki en ünlü ses olur, kaz ve bay­ kus sesini bastirirlardi. Efendilerinin borazanlari din­ Ienirken olusan sessizligi doldurmak için gidaklarna­ ya baslayan tavuklari düsünsenize ! I nsanin bu kusu evcillestirmesine sasmamali, yumurtalari ve hudarini hesaba katiniyorum bile. Bir kis sabahi bu kuslada kaynayan bir ormana, kendi ormaniarina yürümek ve vahsi horoz yavrularinin agaçlarda gidakladigini, dünyayi miller boyunca çinlatan o temiz ve tiz sesin diger kuslarin zayif seslerini bogdugunu duymak, bir düsünün! Bu tüm uluslari uyanik tutardi. Kim erken kalkmak; tarif edilemez bir sekilde saglikli, zengin ve

akilli olana kadar hayatinin geri kalan tüm günlerinde her gün daha da erken kalkmak istemez? T?m ülke­ lerdeki sairler bu yabanci kusun sesini kendi ülkeleri­ nin kuslarinin sesiyle bir tutup övmektedir. Kahraman

horoz bütün iklimiere uyar. Yerlilerden daha yerlidir. Sagligi her zaman iyi, akcigerleri her zaman saglam ve keyfi her zaman yerindedir. Atiantik ve Pasifik'teki ge­ miciler bile onun sesiyle uyanir, fakat tiz sesi beni hiç uykumdan kaldirmamistir. Ne bir köpek, kedi, inek, domuz besledim ne de bir tavuk; evcil seslerin eksik

oldugunu söyleyebilirsiniz; insani avutan ne bir yayik sesi, ne bir dokuma tezgahi sesi, ne de tingirdayan tencerenin sesi vardi. Ne çaydanligin fokurdamasi ne de aglayan çocuklarin sesi duyuluyordu. Bu durumda, eski kafali bir adam çoktan aklini kaybetmis veya si­ kintidan ölmüs olurdu. Duvarlarda fareler bile yoktu, çünkü açliktan ölmüslerdi, daha dogrusu hiç yiyecek görüp gelmemisierdi bile; yalnizca çatidaki ve zemi­ nin altindaki sincaplar, çati diregincieki çobanaldatan, pencerenin altinda çiglik atan kestane kargasi, evin al­ tinda bir tavsan veya dag siçani, arkasinda bir baykus, gölün üzerinde bir vahsi kaz sürüsü ya da dalgiçkusu ve geceleri uluyan bir tilki. Ne bir tarlakusu ne de sari asma kusu; bu mülayim tarla kuslari asla beni ziya­ ret etmezdi. Ne bahçede gidaklayan tavuklar ne de öten horozlar vardi. Bahçe yoktu ki ! Ancak, çitle çev­ rili olmayan Doga kapinin esigine kadar ulasiyordu. Pencerelerinin altinda genç bir orman yetisiyor, vahsi sumak agaçlari ve bögürtlen sarmasikiari bodrumuna giriyor, saglam çirali çarnlar yer eksikliginden kulübe­ nin tahtalarma sürtünüp gicirdiyor, kökleri evin altina kadar uzaniyordu. Rüzgarla uçup gidecek olan bir çati kapagi veya panjur yok, yakacak için evin arkasinda köklerinden kopmus veya yikilmis bir çam agaci var. Ön bahçeye giden, büyük karda kapanacak bir yol ye­ rine kapi yok, ön bahçe yok ve uygar dünyaya giden bir yol yok!

153

5.    YALNlZLIK

154

Bu nefis bir aksam, tüm vücudum bir duyu or­ ganina dönüsmüs ve her gözenekten keyif damitiyor. Doganin içinde tuhaf bir özgürlükle hareket edi­ yorum, doganin bir parçasiyim. Hava serin ve ayni zamanda bulutlu ve rüzgarli olsa da gömlegimin kol­ larini sivamis, gölün tasli kiyisi boyunca yürüyorum; ilgimi çeken özel hiçbir sey görmüyorum, tüm ele­ mentler alisilmadik bir sekilde uyunilu geliyor. Boga kurbagalari öterek gecenin gelisini haber veriyorlar, çobanaldatanin sesi ise suyun üzerinde esmekte olan rüzgarla dalga dalga yayiliyor. Çirpinan kizilagaca ve kavak yapraklarina duydugum sempati nefesimi kesi­ yor; yine de tipki göl gibi benim sakinligim de kabar­ miyor, sadece hafifçe dalgalaniyor. Aksam rüzgarinin çikardigi bu küçük dalgalar gölün pürüzsüz yansiyan yüzeyi kadar uzaklar firtinadan. Hava kararmis ve rüzgar hala ormancia esiyar ve gürlüyor olsa da dal­ galar hala kiyiya çarpiyor ve bazi hayvanlar sesleriyle digerlerini uyutuyor. Orman asla uyumaz. Vahsi hay­ vanlar uyumak yerine aviarini ariyor simdi; tilki, ko­ karca ve tavsan tarlalarda ve ormanlarda korkusuzca

geziniyor artik. Onlar doganin bekçileridir, canli ya­ samin günlerini birbirine baglarlar.

Evime döndügümde ziyaretçilerimin gelmis ve kartlarini, ya bir demet çiçek ya bir parça herdemyesil ya da sari bir ceviz yapragina veya çentigine kalem­ le yazilmis bir isim, birakmis olduklarini görüyorum. Ormana nadir gelenler yolda ormandan küçük bir parça alip oynarlar ve kasten veya kazara arkalarin­ da birakirlar. Biri sögüdü soyup bir degnek yapmis ve onu çember biçiminde örüp masama birakmis. Ben yokken bir misafir gelmisse hemen anlardim, bükül­ müs ince dallardan, ezilmis çimenlerden, birakmis olduklari ayak izlerinden... Ve genelde cinsiyetlerini, yaslarini ve özelliklerini de çikarabilirdim; yarim mil uzaktaki demiryoluna kadar birakmis olduklari küçük ipuçlarindan, düsürülmüs bir çiçekten, toplanmis ve atilmis bir avuç çimenden, bir sigaranin ya da pipo­ nun havada asili kalmis kokusundan. Hayir, aslinda bir yolcunun anayoldan geçtigini üç yüz metre öteden gelen pipo kokusu sayesinde anlayabilirdim.

Genellikle etrafiiniida bize yetecek kadar alan bu­

lunur. Ufkumuz asla yani basimizda degildir. Sik agaç­ lada kapli orman ya da göl hemen kapimizin dibinde degildir, her zaman için biraz açik alan vardir; bize ta­ nidik gelen, eskitmis oldugumuz, bir sekilde dogadan geri alip el koymus ve etrafini çevirmis oldugumuz bir alan. Bu engin açik alan, kimsenin ugramadigi birkaç mil karelik bu orman neden mahremiyetim için bana birakilmis? En yakin komsum bir mil ötede ve evi­ min yarim mil civarinda, tepeler disinda hiçbir yerden herhangi bir ev görünmüyor. Ufkum tamamen bana ait ormanlarla sinirli, bir yanda demiryolunun göle

155

156

dokunciugu yerin uzak bir manzarasi, öte yanda da orman yolunun iki tarafinda yer alan çit. Fakat genel­ de yasadigim yer çayirlar kadar tenha. New England kadar Asya ya da Afrika'ya da benziyor. Sanki ken­ dime ait bir günesim, ayim, yildiziarim ve küçük bir dünyam var. Geceleri evimin yanindan hiçbir yolcu geçmez, kapimi hiç kimse çalmazdi, sanki dünya üs­ tündeki ilk ya da son insanmisim gibi. Yalnizca bahar aylarinda, köyden yayin baligi tutmak için gelen tek tük insan olurdu; aslinda daha çok kendi dogalarinin Walden Gölü'nde balik tutar ve ohalarina yem yerine karanlik takarlardi, fakat kisa bir süre sonra çogun­ lukla hafif sepetlerle ayrilir ve "dünyayi karanliga ve bana" birakirlardi, gecenin kara cevheri insanlar tara­ findan asla kirletilmezdi. Cadilario hepsi asilmis olsa da, Hiristiyanlik ve mumla tanismis olsak da genel olarak insanlarin hala karanliktan biraz korktuguna inaniyorum.

Yine de bazen, en tatli ve nazik, en masum ve ce­ saret verici arkadasligin dogal bir nesnede bulunabile­ cegini tecrübe ettim, bu zavalli insan düsmanlari ve en melankolik insanlar için bile geçerlidir. Doganin içinde yasayan ve hala duyulari çalisan biri için kara melankoli diye bir sey olamaz. Saglikli ve masum bir kulagin Ailos'un müzigi olarak duymayacagi hiçbir firtina yoktur. S ade ve cesur bir adami hiçbir sey sira­ dan mutsuzluga zorlayamaz. Mevsimlerin arkadasli­ ginin keyfini çikarirken hiçbir seyin hayati benim için bir yük haline getiremeyecegine inaniyorum. Fasulye­ mi sulayan ve bugün evde kapali kalinama sebep olan yagmur bir keder veya melankoli kaynagi degil, tam tersine benim için iyi bir sey. Fasulyeleri çapalamama

engel olsa da, çapalamadan çok daha degerli. Yerdeki tohumlari çürütecek ve alçak topraklardaki patatesle­ ri mahvedecek kadar uzun yagacak olsa bile, yüksek yerlerdeki çimler için hala iyi bir sey olurdu. Çimiere iyi gelmesi demek bana da iyi gelmesi demektir. Ba­ zen kendimi diger insanlarla karsilastirdigimda, sanki tanrilar beni onlardan, bildigim en uzak yerlerdeki in­ sanlardan bile daha fazla seviyormus gibi, sanki hem­ cinslerimin sahip olmadigi bir garantiye ve kesinlige sahipinIsim gibi ve özellikle yönlendirilip korunuyor­ musuru gibi geliyor. Kendimi övmüyorum, fakat eger böyle bir sey mümkünse, onlar beni övüyor. Bir defa disinda asla yalniz hissetmedIm ya da bir yalnizlik his­ si altinda bogulmadim. Ormana geldikten birkaç haf­ ta sonra, insanlardan uzak olmanin huzurlu ve saglikli bir yasam için ille de gerekli olduguna dair kuskuya düsmüstüm. Bir saat sürmüstü. Yalniz olmak gayet nahos bir seydi. Fakat ayni zamanda ruh halimdeki hafif bir çilginligin da farkindaydim ve iyilesecegimi seziyordum. Hafif bii yagmurun ortasinda, bu dü­ sünceler baskin gelirken birden doga'nin tatli ve iyi arkadasliginin farkina vardim. Birdenbire damlalarin sipirtisinda, evimin etrafindaki her ses ve görünüste sonsuz ve olaganüstü bir dostluk hissettim, beni besle­ yen bir atmosfere benziyordu. I nsanlara yakin olmaya dair hayal ettigim tüm avantajlar anlamsiz görünmeye basladi ve o günden beri bunun üstüne bir daha dü­ sünmedim. Her bir küçük çam ignesi sempatiyle ge­ nisledi ve büyüdü ve benimle arkadas oldu. Vahsi ve kasvetli demeye aliskin oldugumuz yerlerde bile bana akraba olan bir seylerin varligini ayirt ediyor, seziyor­ dum; ayrica kan bagi açisindan kendime en yakin ve

157

en insani buldugum sey bir insan ya da kasabali de­ gildi. Artik hiçbir yerin bana yabanci gelmeyecegini düsünüyordum.

"Vakitsizce yas tutmak tüketir üzgün olani. Yasayanlarin arasindaki günleri sayilidir, Toscar'in güzel kizi."

158

En hos saatlerimin bazilarini baliarda ya da son­ baharda meydana gelen uzun yagmur firtinalari sira­ sinda geçirdim. Bu firtinalar beni hem sabah, hem de ögleden sonra eve hapsederdi, birçok düsüncenin kök salma ve gelisme firsati buldugu uzun bir gecenin sona erdigini müjdeleyen erken bir alacakaranlik sirasinda bitmek bilmeyen gürlemeleriyle, bardaktan bosamr­ casina yagislariyla sakinlesirdim. Kuzeyden doguya giden yagmurlar kasabadaki evleri denerdi önce, hiz­ metçiler su baskinini engellemek için evlerin ön gi­ rislerinde ellerinde paspas ve kovalada hazir bekliyor olurlardi. Bense küçük evimin tek girisi olan kapisinin önünde oturur ve korumasinin güzelce keyfini çika­ rirdim. Büyük bir firtina sirasinda, gölün karsisindaki genis bir çirali çama yildirim isabet etti; agacin tepe­ sinden dibine kadar uzanan, bir inç veya daha fazla derinlikte ve dört ya da bes inç genisliginde düzgün ve sarmal yarik meydana gelmis, sanki bir haston oyu­ lup çikarilmis gibi. Geçenlerde agacin önünden bir kez daha geçtim, basimi kaldirip artik daha belirgin olan o ize, sekiz yil önce zararsiz gökyüzünden ge­ len korkunç ve dayanilmaz yildirimin çarptigi yere baktigimda hayretle kalakaldim. I nsanlar bana sik sik "Bence özellikle de yagmurlu, karli gün ve gecelerde,

orada yalniz hissediyor ve insanlara yakin olmak isti­ yorsundur." der. Söyle cevap vermek geliyor içimden: Içinde yasadigimiz bu dünya uzaycia sadece küçük bir noktadan ibaret. Araçlaninizla ölçemeyecegimiz su yildizin en uzak iki sakini ne kadar uzakta yasiyordur saniyorsun? Neden yalniz hissedeyim? Gezegenimiz Samanyolu'nda degil mi? Bence en önemli soru bana sormus oldugun soru degil. Nasil bir mesafe bir insani arkadaslarindan ayirip onu yalniz birakabilir? Hiçbir adimin iki zihni birbirine yaklastiramayacagini ögren­ dim. En çok neyin yaninda yasamak isteriz? Birçok in­ sanin yaninda degil süphesiz, birçok insanin bir araya geldigi istasyon, postane, bar, kilise, okul, bakkal, Be­ acon Tepesi veya Five Points 'in yaninda da degil. Tip­ ki suyun yaninda yasayip köklerini suya salan sögüt agaci gibi, biz de tüm deneyimlerimizin içinden çik­ tigini anladigimiz, yasamin daimi kaynaginin yanin­ da yasamak isteriz. Farkli dogalarin farkli kaynaklari olacaktir elbet, fakat bilge bir adamin evinin temelle­ rini atacagi yer burasidir. Bir aksam, Walden yolunda giderken "güzel bir mülk" biriktirdigini söyleyen bir hemserimle karsilastim, gerçi bu mülkü güzelce göre­ memistim. Pazara bir çift hayvan götürüyordu, bana yasamin bu kadar çok lüksünden nasil vazgeçebildi­ gimi sordu. Yasadigim hayati çok sevdigimden emin oldugumu söyledim, saka yapmiyordum. Sona evime ve yatagima döndüm. Karanligin ve çamurun içinden Brighton'a veya Bright-town'a, gitmeye çalisiyordu, oraya ancak sabah varabilecekti.

Ölü bir adamin uyanmasi ya da hayata geri dön­

mesi ihtimali tüm zamanlari ve mekanlari önemsiz ki­ lar. Bunun gerçeklesebilecegi yer her zaman aynidir,

159

tüm duyularima tarifsiz bir sekilde hos görünür. Çogu zaman yalnizca uzak ve geçici durumlarda deneyimle­ rimizi yasiyoruz. Aslinda dikkatimizi dagitan bu du­ rumlardir. Seylere en yakin olan varliklarini olusturan güçtür. Hemen yanimizda, en büyük yasalar daimi olarak uygulaniyor. Yanimizdaki ise aldigimiz veya konusmayi sevdigimiz isçi degil, yanimizdaki isçinin isi biziz.

"Cennet'in ve Dünya'nin fark edilmeyen güçleri­ nin etkisi ne kadar engin ve derin!"

"Onlari algilamaya çalisiyoruz fakat görmüyoruz; duymaya çalisiyoruz fakat duymuyoruz; seylerin esa­ siyla özdeslemis olan bu güçler onlardan ayrilamaz­ lar."

160

"Tüm evrende, insanlarin kalplerini arindirip kutsamalarina, atalarina kurbanlar ve adaklar vermek için bayramlik giysilerini giymelerine yol açarlar. Bu güçler gizli zekalarin okyanusudur. Her yerdeler; üs­ tümüzde, solumuzda, sagimizda; her tarafimizi kusat­ mislar."

Hiç ilgimi çekmeyen bir deneyin konulariyiz. Bu sartlar altinda, dedikodularimizin arkadasligi olma­ dan, bizi neselendirmesi için sadece kendi düsüncele­ rimizle bas basa biraz da olsa yasayamaz miyiz? Kon­ füçyus dogru söylüyor: Erdem, terk edilmis bir yetim gibi kalmaz, komsu edininesi zorunludur.

Düsünme sayesinde, aklimizi yitirmeden kendi­ mizden geçebiliriz. Zihnin bilinçli çabasiyla eylemler­ den ve sonuçlarindan uzak kalabiliriz, iyi ve kötü her sey bir sel gibi yanimizdan geçer. Tümüyle doganin bir parçasi degiliz. Ya akintida sürüklenen tahta parça­ si olabilirim ya da gökyüzünden onu izleyen Indra. Bir

tiyatro gösterisinden etkilenebilirim, öte yandan beni daha fazla ilgilendirmesi gereken gerçek bir olaydan etkilenmeyebilirim. Kendimi yalnizca bir insan ola­ rak, tabiri caizse düsünce ve duygularin sahnesi olarak biliyorum ve sayesinde kendimden bir öteki gibi ayri durabildigim bir çifte varligin farkindayim. Tecrübem ne kadar yogun olursa olsun, benim bir parçarnin var oldugunun ve beni elestirdIgInIn bilincindeyim; sanki bu benim bir parçam degil de, hiçbir deneyimimi pay­ lasmayan, sadece not alan bir izleyici. Sen nasil ben degilsen, o da ben degil. Yasamin oyunu, bir trajedi de olabilir bu, bittiginde izleyici de kendi yoluna gider. Ona sorarsan bu bir tür kurgu, yalnizca hayal gücü­ nün bir oyunudur. Bu çifte varlik, bizi rahatlikla kötü bir komsu veya arkadas yapabilir.

Zamanin büyük çogunlugunda yalniz olmanin saglikli oldugunu düsünüyorum. Birileriyle beraber olmak, en iyileriyle bile olsa, kisa bir süre sonra yo­ rucu ve tüketici bir hal alir. Yalniz olmayi seviyorum. Yalnizliktan daha arkadas caniisi bir arkadas görme­ dim. Çogu zaman, disari çikip insanlarin arasinda karistigimizda, evimizde oldugumuzdan daha yalniz oluruz. Düsünen veya çalisan bir insan her zaman yalnizdir, birakin istedigi yerde kalsin. Yalnizlik, ki­ siyle arkadaslarinin arasina giren millerle ölçülmez. Cambridge Üniversitesi'nin kalabalik kovanlarindan birinde çalismakta olan gayretkes bir ögrenci çöldeki bir dervis kadar yalnizdir. Çiftçi tüm gün tarlada ya da arinanda çalisabilir, çapa yapabilir veya odun ke­ sebilir, fakat yalniz hissetmez çünkü mesguldür; fakat gece eve döndügünde, odada yalniz basina düsünce­ lerinin insafina kalmis bir sekilde oturamaz. "I nsan

161

162

yüzü görebilecegi", eglenebilecegi, tüm günlük yalniz­ liginin karsiligini alabilecegini düsündügü bir yere git­ mek zorundadir, dolayisiyla ögrencinin günün büyük bir kisminda ve gece boyu sikilmadan, "bunalima" girmeden nasil evde tek basina oturabildigine hayret eder. Ancak, ögrencinin evde olmasina ragmen çiftçi gibi hala kendi tarlasinda çalistigini, kendi ormanin­ da agaç kestigini, dolayisiyla daha yogun bir biçimde çiftçiyle ayni eglenceyi, arkadasligi aradigini fark ede­ mez.

Arkadaslik genelde çok bayagidir. Çok sik aralik­ larla görüsürüz, birbirimiz için yeni degerler edinme­ ye zamanimiz olmaz. Günde üç kere yemek yerken bir araya gelir ve eski küflü peynirler olarak birbirimize yeni tatlar vermeye çalisiriz. Bu sik bulusmayi katla­ nilabilir bir hale getirmek ve birbirimize savas açma­ mak için görgü kurallari ve kibarlik denilen bir dizi kurali kabul etmek zorundayiz. Postanede ve sosyal ortamlarda ve her gece atesin yaninda bulusuruz; si­ kisik bir sekilde yasar ve birbirimizin yoluna çikariz, sendeleyip birbirimize takiliriz, böylece birbirimize olan saygimizi kaybederiz. Tüm önemli ve içten ileti­ simler için daha az görüsmek kesinlikle yeterli olurdu. Bir fabrikadaki kizlari düsünün; hiç yalniz kalamazlar, belki rüyalarinda. Yasadigim yerdeki gibi bir mil ka­ rede yalnizca bir kisi yasasa çok daha iyi olurdu. Bir insanin degeri derisinde degildir ki ona dokunalim.

Ormancia kaybolmus bir adam duymustum. Bir agacin dibinde açlik ve yorgunluktan ölürken beden­ sel zayifliginin ve etrafini saran hastalikli hayal gücü­ nün getirdigi, gerçek sandigi garip görüntüler saye­ sinde yalnizliktan kurtulmus. Ayni sekilde, bedensel

ve zihinsel saglik ve güç sayesinde, benzer fakat daha normal ve dogal olan bir arkadaslikla neselenebilir ve hiçbir zaman yalniz olmadigimizi anlayabiliriz.

Evimde, özellikle kimsenin gelmedigi sabah saat­ lerinde, birçok arkadasim olur. Birkaç karsilastirma yapinama izin verin, belki bir iki tanesi durumum hakkinda bir fikir verebilir. Gölde gürültülü kahka­ halar atan dalgiçkusundan ya da Walden Gölü'nün kendisinden daha yalniz degilim. Bu yalniz gölün ar­ kadasi var mi, söyleyin ? Ama yine de içinde, sularinin gök mavisi derinliklerinde mavi seytanlar degil, mavi melekler var. Iki taneymis gibi göründügü sisli havalar disinda günes yalnizdir, bu ikinci günes sahtedir. Tanri yalnizdir, fakat seytan yalniz olmaktan çok uzaktir; birçok arkadasi vardir, bir lejyondur. Çayirdaki tek bir sigirkuyrugundan ya da hindibadan veya bir fasulye yapragindan, kuzukulagindan, at sineginden, yaban arisindan daha yalniz degilim. Brook Degirmeni'nden veya bir rüzgargülünden, kutup yildizindan, güney rüzgarindan, Nisan yagmurundan veya Ocak ayinda eriyen buzlardan ya da yeni bir evdeki ilk örümcekten daha yalniz degilim.

Karin hizli düstügü ve ormandan esen rüzgarlarin uludugu uzun kis aksamlarinda, eski yerlesimcilerden, arazinin ilk sahiplerinden biri zaman zaman ziyareti­ me gelir. Bu ziyaretçi, Walden  Gölü'nü kazdigi, tas­ la dösedigi, çam agaçlariyla süsledigi söylenen; bana eski günlerin ve yeni ebediyetin hikayelerini anlatan; birlikte sosyal bir neseyle ve hos görünümlü seyler­ le dolu, hem de elma sarabi içmeden sen bir aksam geçirebildigimiz, çok sevdigim, kendini Goffe ya da Whalley'den daha gizli tutabilen, ölmüs oldugu dü-

163

1 64

sünülse de kimsenin gömüldügü yeri gösteremedigi çok bilge ve nüktedan bir arkadastir. Yakinlarimda yasli bir hanim da yasiyor, çogu kisiye görünmez. Hos kokulu bahçesinden gezinmeyi, örnekler topla­ mayi ve masallarini dinlemeyi çok severim; emsalsiz bir berekete sahiptir ve hafizasi mitolojiden öncesini bile hatirlar, her masalin orijinal versiyonunu ve han­ gi gerçege dayandigini anlatabilir, çünkü bu olaylar o daha gençken meydana gelmistir. Al yanakli ve dinç bir yasli hanimdir, tüm havalardan ve mevsimlerden keyif alir, muhtemelen tüm çocuklarindan daha fazla yasayacaktir.

Doganin, günesin ve rüzgarin ve yagmurun, ya­ zin ve kisin tarifsiz masumiyeti ve iyiligi, sonsuza ka­ dar verecekleri saglik ve nese! Ve soyumuza duyduk­ lari sempati ! Eger herhangi bir insan hakli bir nedenle üzülecek olsa, tüm doga etkilenir, günesin parlakligi solar, rüzgarlar insan gibi iç çeker, bulutlar gözyasi döker ve ormanlar yaz ortasinda yapraklarini döküp yas tutmaya baslar. Toprakla ayni zekaya sahip degil miyim? Kismen yaprak ve bitki küfü degil miyim ?

Saglikli, sakin ve hosnut kalmamizi saglayacak olan ilaç hangisidir? Benim ya da senin büyük büyük babanin degil, hepimizin büyük büyük annesi olan doganin evrensel, bitkisel ve botanik ilaçlari. Doga bu ilaçlar sayesinde hep genç kalmis, zamaninda bir­ çok yasli baliktan daha fazla yasamis ve o baliklarin çürümekte olan yaglariyla sagligini beslemistir. Ilaç olarak, sarlatanlarin, Acheron irmagi'ndan veya Ölü Deniz'den doldurulmus, sise tasidigini gördügümüz uzun siyah yelkenli gemilere benzeyen vagonlarda gelmis olan siseciklerinden istemem. Onun yerine

bir yudum saf sabah havasi alayim. Sabah havasi! In­ sanlar bunu günün basinda kaynagindan içmeyecek­ se, bu dünyada sabah vaktine abone biletlerini kay­ betmis olanlar yararlansin diye birazini siselerndi ve dükkaniarda satmaliyiz. Ancak unutmayin, sabah ha­ vasi en serin kilerde bile öglene kadar durmayacak, bir an önce sisesinden kaçip safak vaktinin batiya giden adimlarini takip edecektir. Asklepios'un kizi olan ve heykellerinde bir elinde yilan, bir elinde de zaman zaman yilanin içtigi bir kupa tutarken temsil edilen Hygieia'ya degil; Juno'yla yabani marulun kizi ve Jüpiter 'in kadeh tasiyicisi olan, tannlara ve insan­ lara gençligin kuvvetini geri verme gücüne sahip olan Hebe'ye tapiyorum. Muhtemelen dünya üzerine gel­ mis, tümüyle saglam durumda, saglikli ve zinde tek genç hanimdi ve gittigi yerlere bahar getirirdi.

165

6.    ZiYARETÇiLER

166

Arkadasligi çogu insan kadar sevdigimi ve yolu­ ma çikan kanli canli ilk insana sülük gibi yapismaya hazir oldugumu düsünüyorum. Dogustan bir münzevi degilim, hatta eger isim gerektirirse en saglam müda­ vimden daha uzun süre barda kalabilirim.

Evimde üç sandalyem vardi; birincisi yalnizlik, ikincisi arkadaslik, üçüncüsü ise topluluk için. Ziya­ retçiler daha fazla ve beklenmedik sayilarda geldigin­ de hepsi için yalnizca üçüncü sandalye vardi; fakat genellikle ayakta durup odayi idareli kullaniyorlardi. Küçük bir eve kaç önemli erkek veya kadin sigabile­ cegini bilseniz sasardiniz. Yirmi bes - otuz ruhu be­ denleriyle beraber, ayni anda çatimin altinda misafir etmisimdir, fakat çok kere birbirimize ne kadar ya­ kinlastigimizin farkina varmadan ayrilmisizdir. Hem halka açik hem de özel evlerimizin birçogu, neredey­ se sayisiz odalari, genis salonlari, sarap ve diger baris mühimmatlarinin depolanmasi için yapilmis kilerle­ riyle birlikte, bana sakinleri için abartili sekilde büyük görünüyor. Bu evler öyle genis ve ihtisamli ki sakinleri onlari istila etmis hasaratlar gibi görünüyor. Tesrifat-

çi, Tremont, Astor ya da Middlesex House otellerin­ den birinin önünde çagrisini yaptiginda, binanin tüm sakinleri adina komik bir farenin sürünerek meydana çiktigini gördügümde çok sasirmistim. Zaten hemen kaldirimdaki bir delige sivismisti.

Bu kadar küçük bir evde yasadigim tek sikinti, büyük düsünceleri büyük kelimelerle ifade etmeye basladigimizda konugurndan yeterince uzaklasma­ nin zorluguydu. Düsüncelerinizin limana varmadan önce seyir dengesine girmesini ve bir iki ratayi takip etmesini istersiniz. Düsünce merminiz, dinleyicinin kulagina ulasmadan önce yanal ve sekmeli hareketini tamamlamali, son ve istikrarli güzergahina kavusma­ lidir, aksi takdirde dinleyicinin basini delip çikabilir. Ayrica cümlelerimiz çözülüp ortaya çikmak ve aralikta kendi sütunlarini biçimlendirmek için yere ihtiyaç du­ yar. Uluslar gibi, bireylerin de kendi aralarinda uygun, belli ve dogal sinirlara, hatta yeterince genisligi olan tarafsiz bir sahaya ihtiyaci vardir. Gölün üzerinden, karsi kiyidaki bir arkadasla konusmanin essiz bir lüks oldugunu düsünmüsümdür. Evimde o kadar yakindik ki birbirimizi duyamiyorduk bile, duyulacak kadar al­ çak sesle konusamiyorduk; sakin bir göle yan yana iki tas atarsaniz birbirlerinin yarattigi dalgalari keserler. Yalnizca geveze ve gürültücü konusmacilar olsaydik çok yakin, yanak yanaga durabilir ve birbirimizin ne­ fesini hissedebilirdik; fakat temkinli ve düsüneeli ko­ nusuyorsak birbirimizden uzakta olmak isteriz ki tüm o hayvansal sicaklik ve nem buharlasabilsin. Eger her birimizin içindeki, sözü edilmeyen veya sözün öte­ sinde olan parçainizia en samimi arkadasligin tadini çikarmak isteseydik yalnizca sessiz kalmamiz degil,

1 67

168

ayni zamanda fiziksel olarak birbirimizin sesini hiçbir sekilde duyamayacak kadar uzak olmamiz gerekirdi. Bu ölçüte göre, konusmak yalnizca isitme güçlügü çe­ kenlerin rahati içindir; fakat bagirmak zorunda kaldi­ giiniida söyleyemeyecek oldugumuz birçok ince sey de vardir. Sohbet yüksek ve soylu bir havaya bürün­ dügünde sandalyelerimizi yavas yavas karsi köseler­ deki duvarlara dayanana kadar ayirirdik, iste o zaman yeterince yerimiz kalmadigini fark ederdik.

Ancak, en "iyi" odam her zaman konuklar için hazir olan, halisi çok nadir günes gören misafir odam, evimin arkasindaki çam ormaniydi. Yaz günlerinde beni ziyaret eden seçkin konuklarimi oraya götürür­ düm, paha biçilmez bir hizmetçi zemini süpürmüs, mobilyalarin tozunu almis ve her seyi düzenli tutmus olurdu.

Eger beni yalnizca bir konuk ziyaret ettiyse mü­ tevazi yemegimi onunla paylasirdim ve un lapasini karistirmak ya da bir sornun ekmegin küllerin üze­ rinde kabarip pismesini izlemek sohbetimizi böl­ mezdi. Fakat eger yirmi kisi evime gelip oturduysa yemekten hiç söz açilmazdi. Gerçi iki kisiye yetecek kadar, hatta yemek yemek vazgeçilmis bir aliskanlik olsaydi iki kisiye yetecek olandan daha fazla, ekmek bulunurdu. Fakat haliyle perhiz yapardik ve bu asla konukseverlige karsi bir suç olarak algilanmazdi, yal­ nizca en münasip ve düsüneeli davranis biçimi olarak görülürdü. Böyle anlarda, siklikla onarim gerektiren fiziksel yasamin israfi ve çürüyüsü mucizevi bir sekil­ de geciktirilmis gibi görünürdü ve yasamsal kuvvet yitmemis olurdu. Bu sekilde yirmi kisiyi agirladigim gibi bin kisiyi de agirlayabilirdim ve eger kimse beni

evde bulduktan sonra evimden hayal kirikligina ugra­ mis ya da aç bir sekilde ayrilmissa, en azindan onlarin halini anladigimdan emin olabilirler. Birçok ev sahibi bundan kusku duysa da, eski adederin yerine yeni ve daha iyi adetler getirmek bu kadar kolaydir. I tibari­ nizi verdiginiz yemekiere dayandirmaniza gerek yok. Kendi adima, beni birinin evini ziyaret etmekten et­ kili bir sekilde vazgeçiren herhangi bir tür Kerberos degil, beni yemekte agirlama konusunda yapilan gös­ teristir. Bunu ev sahibini bir daha bu sekilde rahatsiz etmemem için yapilmis çok nazik ve dolayli bir ima olarak kabul ederim. Bu yerleri bir daha asla ziyaret etmemem gerektigini düsünürüm. Spenser'in, ziyaret­ çilerimden biri tarafindan bir kart yerine sari bir ce­ viz yapragina yazilmis olan su dizelerinin, kulübemin düsturu olmasi beni gururlandiriyor:

"Vardim dolustuklari küçük eve

Olmayan eglenceyi kimsenin aradigi da yoktu Ziyafetleri dinlenme, her sey istedikleri sekilde En soylu zihin en çok memnun olandi."

Sonralari Plymouth Kolonisi'nin valisi olacak olan Winslow, arkadasiyla beraber ormanin içinden yürüyerek Massassoit'e resmi bir ziyarete gitmis. Ol­ dukça yorgun ve aç bir sekilde kalacagi yere varmis, kral tarafindan çok iyi karsiianmis olsa da o gün ye­ mekten bahseden olmamis. Gece oldugunda, kendi ifadeleriyle, "Bizi, kendisi ve karisiyla beraber ayni yataga yatirdi, onlar yatagin bir ucunda, bizse diger ucundaydik. Yatak, yerin bir ayak üstünde yer alan bir tahtaydi ve üstünde yalnizca ince bir hasir vardi. En

169

170

önemli iki adami da yer açmak için bizi sikistirip üstü­ müze basti, böylelikle konaklamamiz yolculugumuz­ dan çok daha yorucu geçti. " Sonraki gün saat birde Massassoit "avlamis oldugu iki balik getirdi." Baliklar çupranin üç kati büyüklügündeymis, "Bu baliklar pi­ serken, en azindan kirk kisi bu baliklardan bir parça almayi bekliyordu. Çogu da baliktan yedi. Bu iki gece ve bir günden beri yedigimiz tek yemekti ve eger bir keklik satin almamis olsaydik, yolculugumuz boyun­ ca oruç tutmus olacaktik."  Daha  sonra  açliktan  ve de yeriiierin barbarca sarkilari (Uyuyana kadar sarki söylüyorlardi.) yüzünden uykusuzluk sebebiyle ser­ semleyeceklerinden korkarak ve hala yolculuk yapma kuvvetleri varken eve gitmeyi düsünerek oradan ayril­ mislar. Konaklamaya gelince, dogru, pek iyi agirlan­ mamislar. Gerçi rahatsizlik olarak gördükleri sey, süp­ hesiz onlari onudanciirma niyetiyle yapilmis. Ancak yeme içmeden bahsedecek olursak; yeriiierin ellerin­ den daha ne gelirdi, bilmiyorum. Kendileri için de yi­ yecek bir seyleri yoktu ve konuklarindan dileyecekleri özürlerin yemegIn yerini tutmayacagini bilecek kadar akilliydilar, böylece kemerlerini daha da sikip yemek konusunda hiçbir sey demediler. Winslow'un onlari baska bir ziyareti bolluk mevsimine denk geldigi için yiyecek açisindan hiçbir eksikleri yokmus.

Insanlara gelince, onlari her yerde bulabilirsiniz.

Ormancia yasarken hayatiinin diger dönemlerine na­ zaran daha çok ziyaretçim oldu, daha çok dediysem birkaç ziyaretçim oldu demek istiyorum. Ormanda, diger yerlerden oldugundan çok daha elverisli ko­ sullarda, birkaç insanla tanistim. Ama gereksiz bir is nedeniyle beni görmeye gelen çok az kisi olmustur.

Bu açidan, kasabadan uzakta yasamam görüstügüm kisilerin elenmesine neden oldu. Arkadaslik nehirle­ rinin bosaldigi büyük yalnizlik okyanusunun o kadar derinlerine çekilmistim ki çogu zaman ihtiyaçlarim dogrultusunda, nehirlerin getirdigi en iyi parçalar bana ulasirdi. Ayrica bana tasinanlar arasinda diger kiyidaki kesfedilmemis ve isleninemis kitalarin izleri bulunurdu.

Bu sabah evime gerçek bir Homer kahramani ya da Paphlagoniali biri disinda kim gelebilir? Burada ya­ zamadigim için üzüldügüm, çok uygun ve siirsel bir adi vardi. Bir Kanadali, oduncu ve direkçiydi; gün­ de elli direk dikebilen, dünkü yemeginde köpeginin yakalamis oldugu bir dag siçanini yemis olan biriydi. O da Homer'i duymustu ve "eger kitaplar olmasaydi, yagmurlu günlerde ne yapacagini bilemezdi." Gerçi bunca yagmurlu mevsim boyunca bir kitabi tamamen okuyamamis. Çok uzaktaki kendi kasabasinda, Yu­ nancayi telaffuz edebilen bir rahip ona Incil'de kendi dizesini okumayi ögretmis ve simdi o, kitabi tutarken, ona Akhilleus'un mutsuzlugu için Patroclus'a serieni­ sini tercüme etmem gerekiyor. "Neden genç bir kiz gibi gözyasi döküyorsun, Patroclus ?" -

171

lar,

"Yoksa Plthia'dan haber mi aldin?

Actor'un  oglu Menoetius'un  hala hayatta diyor-

Ve Aeacus'un oglu Peleus'un yasiyormus Myrmi­

donlarin arasinda

Birinden biri ölmüs olsaydi eger, iste o zaman ke­ derlenirdik. "

1 72

"Bu iyi. " diyor. Kolunun altinda bu Pazar saba­ hi hasta bir adam için topladigi ak mese kabugu var. Diyor ki "Bugün böyle bir seyle ugrasmanin bir za­ rari yoktur sanirim ." Ne hakkinda yazdigim bilmese de, ona göre Homer büyük bir yazardi. Daha  basit ve dogal birini bulamazdiniz. Dünyayi manevi açidan koyu bir renge boyamis olan kötülük ve hastalik, san­ ki onun için var olmamis gibiydi. Yaklasik yirmi se­ kiz yasindaydi, Birlesik Devletler'de çalisip sonunda, belki de kendi ülkesinde, bir çiftlik alacak kadar para kazanmak için on iki yil önce Kanada'dan ve baba evinden ayrilmisti. Gayet kaba bir sekli vardi; iri ve hantal bir vücut tasiyordu, yine de incelikli hareket ediyordu ; kalin ve günes yanigi bir boynu, koyu, gür saçlari ve ara sira anlamli bir ifadeyle aydinlanan, do­ nuk, uykulu, mavi gözleri vardi . Gri bezden, düz bir kep, soluk yün rengi kalin bir palto ve inek derisinden botlar giyerdi. Çok fazla et yerdi, genelde yemegini teneke bir tasla, evimin bir iki mil ötesindeki çalisti­ gi yere tasirdi, bütün yaz boyunca agaç kesti. Yemegi soguk et, genelde soguk dagsiçani eti ve kemerinden bir iple sallanan tas sisedeki kahveydi, ara sira bana da kahve ikram ederdi. Erkenden, fasulye tarlaini ge­ çerek gelirdi, fakat Kuzey Amerikalilar gibi kaygiyla ya da telasla gitmezdi ise. Kendisine zarar verecek biri degildi. Sadece geçinecek kadar kazansa bile, bunu dert etmezdi. Köpegi yolda bir dagsiçam yakaladigin­ da, önce yarim saat boyunca siçani göle daldirip hava kararana kadar güvenli bir sekilde tutabilir miyim diye düsündökten sonra, yemegini çalilarin arasina birakir, temizleyip evinin kilerine birakmak için bir buçuk millik yolu geri giderdi, böyle konulari uzun

uzun düsünmeyi severdi. Sabah geçerken "Ne kadar tombul su güvercinleri Eger her gün burada çalismak­ la mesgul olmasaydim, avianarak tüm et ihtiyacimi karsilayabilirdim; güvercinler, dagsiçanlari, tavsanlar, keklikler, valiahi l Bir haftalik eti bir günde çikarabi­ lirdim. " derdi.

Yetenekli bir oduncuydu ve sanatini süslemekten kaçinmazdi. Agaçlari düz ve yere yakin keserdi; böy­ lelikle daha sonra çikan filizler daha canli olurdu ve kalan kütüklerin üzerinden kizaklar geçebilirdi. Bir agaci baglamis oldugu kereste yiginini desteklemek için bir bütün halinde  birakmaktansa,  onu  sonun­ da elinizle kirabileceginiz incecik bir dal veya yonga haline getirene kadar budardi.

Bu kadar sessiz, yalniz ve üstelik bu kadar mutlu oldugu için ilgimi çekiyordu; gözlerinden mutluluk ve memnuniyet tasiyordu. Nesesini azaltacak hiçbir sey yoktu. Onu bazen arinanda is basinda, agaçlari ke­ serken görürdüm, beni tarif edilemez memnuniyetle dolu bir gülüsle karsilardi ve In?ilizceyi çok iyi ko­

nusabilse de Kanada Fransizcasiyla bir selam verirdi.

Ona yaklastigimda isine ara verir, yari bastirilmis bir neseyle kesmis oldugu bir çam gövdesinin yanina uza­ nirdi . Agacin iç kabugunu sayar, yuvarlayarak bir top haline getirir, konusup gülerken bir yandan da onu çignerdi. Öylesine coskulu ve hayvani birruhu vardi ki bazen onu düsündürüp gidiklayan bir seye güle­ rek yere devrilir ve yuvarlanirdi. Çevredeki agaçlara bakarak, "Tanrim! Burada agaç keserken çokegleni­ yorum, daha iyi bir eglenceye ihtiyacim yok. " derdi. Bazen, bos zamanlarinda, bütün arinanda elinde bir tabancayla gezinir, düzenli araliklarla kendi serefine

173

1 74

havaya ates edip eglenirdi. Kisin, öglenleri bir cezvey­ le kahvesini isittigi bir ates yakardi; yemek yemek için bir kütügün üstüne oturdugunda, bazen bastankaralar gelip koluna konar ve elindeki patatesi gagalarlardi. "Bu ufak dostlarin çevremde olmasi hosuma gidiyor. " derdi.

Onda insanin en çok hayvanI tarafi gelismisti. Fi­ ziksel dayaniklilik ve hosnutlukta çam agaci ve kaya­ nin kuzeni sayilirdi. Bir keresinde bütün gün çalistik­ tan sonra geceleri hiç yorgun hissedip hissetmedigini sormustum; samimi ve ciddi bir bakisla, "Kahretsin7, hayatimda hiç yorulmadim ben !" diye cevap vermis­ ti. Fakat içindeki entelektüel ve manevi taraf bir ço­ cugunki gibi uykudaydi. Yalnizca Katolik rahiplerin yerlileri egitirken kullandigi masum ve etkisiz yolla egitilmisti. Bu egitimle ögrenci asla bilinç seviyesine gelecek kadar egitilmez, yalnizca güven ve hürmet gösterecek seviyeye kadar egitilir; çocuk yetiskin hale getirilmez, bir çocuk olarak birakili r. Doga onu yarat­ tiginda, ona güçlü bir beden ve kendine payina dü­ senle yetinme hissi vermis, onu her açidan saygi ve güvenle destekiemis ve yetmis yasina kadar bir çocuk gibi yasamasini saglamis. O kadar saf ve dogaldi ki hiçbir takdim onu tanitamazdi, ayni komsunuza bir dagsiçanini tanitamayacaginiz gibi. Komsunuzun da ayni sizin gibi onu çözmesi gerekirdi. Hiç rol yapmaz­ di. . I nsanlar, yaptigi is için ona ücret öderdi, böyle­ likle karnini dayurabilir ve giyinebilirdi; fakat onlarla hiç fikir alisverisinde bulunmazdi. O  kadar sade  ve o kadar dogal bir sekilde mütevaziydi ki - mütevazi

  1. Thoreau burada, "Gorrappit" sözcügünü kullanmistir, "God damn it"in bozulmus bir versiyonu olarak düsünebilir.

olmaya hiç heveslenmeyen birine böyle denilebilir­ se tabii - bu tevazu onun belirgin bir özelligi degildi, zaten kendisi de bunu idrak edemiyordu. Daha akili insanlar, onun için yari tanrilardi. Böyle birinin yak­ lasmakta oldugunu söylerseniz sanki bu kadar büyük birinin kendisinden hiçbir sey beklemeyecegini, tüm sorumlulugu kendi üzerine alacagini ve kendisinin bir kösede unutulacagini düsünürmüs gibi davranir­ di. Hiç övgü duymamisti. Özellikle yazara ve vaize hürmet ederdi. Yaptiklari seyler mucizeviydi. Ona bir hayli yazdigiini söyledigimde, uzun bir süre yalnizca el yazisindan bahsettigimi sandi. Kendisinin el yazisi da gayet güzeldi. Bazen anayolda birikmis  olan kar­ da dogdugu kasabanin adinin güzel  bir  el yazisiyla ve Fransizca vurgu isaretlerinin düzgün kullanimiyla yazilmis oldugunu görürdüm, böylece onun buradan geçtigini anlardim. Bir keresinde hiç düsüncelerini yazmak isteyip istemedigini sormustum. Okuma yaz­ ma bilmeyenler için mektup yazip okudugunu fakat düsüncelerini yazmayi hiç denemedigini söyledi ; ha­ yir yazamazdi, nereden basiayacagini bilemezdi, bu onu öldürürdü, sonra bir de uyulmasi gereken imla kurallari vardi! Seçkin ve akilli bir reformcunun ona dünyanin degismesini isteyip istemedigini sordugunu duymustum; bu sorunun daha önce hiç sorulmamis oldugunu sanarak, Kanadali aksani ve sasirmis bir ki­ kirdamayla "Hayir, böyle gayet iyi." diye cevap verdi. Onunla konusmak bir filozofa birçok fikir verebilir. Yabanci birine, genel olarak hiçbir sey bilmiyormus gibi görünürdü. Fakat onda bazen daha önce hiç görmemis oldugum bir adam görürdüm. Bu adamin Shakspeare kadar bilge mi oldugunu yoksa bir çocuk

175

1 76

kadar basit ve cahil mi oldugunu, ondan ince ve siirsel bir bilinç mi yoksa aptallik mi beklernem gerektigini bilemezdim. Bir kasabali onu küçük ve dar kepini giy­ mis, kasahada aylak aylak dolasip kendi kendine is­ lik çalarken gördügünde kilik degistirip gizlenmis bir prense benzettigini söylemisti.

Yalnizca bir alinanak ve aritmetik kitabi vardi, aritmetik konusunda uzmandi. Alinanak ise  onun için bir tür ansiklopediydi. I nsan bilgisinin bir özeti oldugunu düsünüyordu, aslinda bir dereceye kadar öyleydi. Günümüzün çesitli reformlariyla ilgili agzini aramayi severdim, bu reformlara basit ve pratik bir isik altinda bakmaktan hiç geri kalmadi. Daha önce hiç böyle seyler duymamisti. Fabrikalar olmadan ya­ sayabilir miydi diye sordum. Ev yapimi Vermont giy­ sisi giydigini, bu giysinin gayet iyi oldugunu söyledi. Çay ve kahveden vazgeçebilir miydi ? Bu ülke sudan baska bir içecege para ayirabilir miydi ? Baldiran yap­ raklarini suya batirip içmis ve sicak havada sudan daha iyi oldugunu düsünmüstü. Parasiz yapabilir mi­ sin diye sordugumda, bu kurumun en felsefi tanimla­ riyla ve pecunia8 sözcügünün türetilisiyle örtüsen bir sekilde paranin sagladigi kolayliklardan söz etti. Eger bir öküz sahibi olsaydi ve dükkandan igne iplik almak isteseydi her seferinde alacagi seylere karsilik hayva­ nin bir kismini ipotek etmenin önce oldukça zahmet­ li olacagini, daha sonra ise imkansiz hale gelecegini düsünüyordu. Birçok kurumu filozoflardan daha iyi savunabilirdi çünkü teoriler geçerli hiçbir neden or­ taya koyamazken, bu kurumlari kendini ilgilendirdigi

  1. Pecunia sözcügü Latince para anlamina gelir ve sigir anlamina gelen pecus

sözcügünden türemistir.

kadariyla tanimIayarak geçerliliklerinin gerçek nede­ nini gösterebiliyordu. Baska bir seferinde, Platon'un insan tanimini (tüysüz bir iki ayakli) ve birinin yolun­ mus bir horaza Platon'un insani adini verdigini du­ yunca, horozun dizlerinin yanlis yöne bükülmesinin önemli bir farklilik oldugunu düsündü . Zaman zaman yüksek sesle "Konusmayi ne kadar çok seviyorum! Tanrim, bütün gün konusabilirim !" derdi. Birkaç ay görüsmedikten sonra karsilastigimizda bu yaz yeni bir fikri olup olmadigini sordum. "Yüce Tanrim!" dedi, "Benim gibi çalismasi gereken bir adam, sahip oldugu fikirleri unutinuyarsa iyidir. Beraber toprak çapaladi­ gin adam yarismak isterse, Tanrim o zaman aklin orda olmali, otlari düsünmelisin." Böyle zamanlarda bazen bana ilk olarak hiç ilerleme kaydedip kaydetmedigimi sorar. Bir kis günü, her zaman halinden memnun olup olmadigini sordum, disaridaki rahibin yerine geçecek, içinden gelen bir sey önermek, yasam için daha yüksek bir amaç göstermek istiyordum. "Memnun olmak." dedi; "Kimi insanlar bir seyden, kimileri de baska bir seyden memnun olur. Belki bir insan, yeterince mali varsa, tüm gün sirtini atese, göbegini masaya dayaya­ rak oturmaktan memnun olur, Tanrim !" Ama hiçbir zaman, hiçbir sekilde seyleri ruhani bir biçimde gör­ mesini saglayamadim; idrak edebiliyor gözüktügü en yüksek sey bir hayvanin da takdir edebilecegini dü­ süneceginiz, basit bir faydacilikti, bu hemen hemen insanlarin çogu için geçerlidir. Yasam biçimiyle ilgili iyi yönde bir degisim önersem, hiç pismanlik göster­ meden artik çok geç oldugunu söylüyordu. Yine de dürüstlük ve benzeri degerlere tamamen inaniyordu.

Küçük de olsa, olumlu bir özgünlügü vardi, ara

177

178

sira kendi adina düsündügünü ve kendi fikrini ifade ettigini gözlemlerdim. Bu o kadar nadir yasanan bir olaydi ki görebilmek için herhangi bir günde on mil yürümeyi kabul edebilirdim, toplumun birçok kuru­ munun yeniden icadina denk gelen bir seydi. Tered­ düte düsüp kendini açikça ifade edememesine ragmen her zaman ileri sürebilecegi bir düsüncesi olurdu. Ancak, düsünme tarzi ilkel ve hayvani yasamina o kadar kapilmis bir haldeydi ki siradan okumus bir insandan daha fazlasini vaat etse de, sözünü etmeye degecek bir olgunluga çok nadir ulasiyordu. Yasamin en alt seviyelerinde deha sahibi insanlar olabilecegini gösteriyordu. Bu insanlar ne kadar mütevazi ve cahil olsalar da her zaman için kendilerine ait fikirleri vardi ve her seyi biliyormus gibi davranmiyorlardi. Walden Gölü'nün ne kadar derin oldugu düsünülüyorsa o ka­ dar derinlerdi, fakat ayni zamanda karanlik ve çamur­ luydular.

Birçok gezgin beni ve evimi görmek için yolunu uzatir, ugrarnalarina bahane olarak da bir bardak su isterdi. Onlara gölden su içtigiinI söyler, gölü isaret eder ve masrapami ödünç vermeyi teklif ederdim. Uzaklarda yasamama ragmen, galiba herkesin hareket etmeye basladigi 1 Nisan günü civarinda yapilan yillik ziyaretlerden muaf durumda degildim; sanstan na­ sibimi almis olsam bile ziyaretçilerim arasinda tuhaf bazi insanlar da olurdu. Düskünler evinden ve baska yerlerden yarim akilli insanlar beni görmeye gelirdi, sahip olduklari tüm akli kullanmalarini ve bana itiraf­ ta bulunmalarini saglamaya çabalardim. Böyle anlar­ da sohbetimizin konusu akil olurdu, böylelikle durum dengelenirdi. Aslinda, bazilarinin sözüm ona fakirler-

le ilgilenen kisilerden ve kasabanin meclis üyelerinden daha akilli olduklarini fark ettim; durumu tersine çe­ virmenin zamaninin geldigini düsündüm. Akla gelin­ ce, yarim akilla tam akil arasinda pek de fazla bir fark olmadigini ögrendim. Özellikle bir gün, digerleriyle birlikte ayakta dikilerek ya da bir kovaya oturarak sü­ rüyü ve kendilerini ayrilip gitmekten alikoyan çitler gibi kullanildigini gördügüm, kendi halinde ve saf bir yoksul beni ziyaret etmis ve benim yasadigim gibi ya­ samak istedigini söylemisti. Son derece basit ve içten bir sekilde, tevazu denilen seyden daha üstün, belki de aksine daha asagi bir tavirla "zekaca yetersiz" ol­ dugu söylemisti. Tam olarak bu sözcükleri kullandi. Tanri onu böyle yaratmisti, fakat Tanri'nin onu diger insanlar kadar koruyup kolladigina inaniyordu. "Hep böyleydim." dedi, "Çocuklugumdan beri pek aklim yoktu, diger çocuklar gibi degildim; zeka açisindan zayifim. Sanirim Tanri'nin istegi böyleymis." Ve iste, sözlerinin gerçek oldugunu kanitlamak için karsim­ daydi. Benim için metafizik bir bilmeceydi. Bu kadar gelecek vaat eden biriyle çok nadir karsilasmisimdir; söyledikleri çok basit, çok samimi ve çok gerçekti. Ve hakikaten, kendini asagiladigi ölçüde yüceliyordu. Baslarda bilmiyordum, fakat bu akillica bir politika­ nin sonucuydu. Sohbetimiz bu zavalli kit akillinin ser­ digi gerçeklik ve içtenlik temeliyle bilgelerin sohbeti­ nin çok ötesine geçebilirdi.

Genelde  kasabanin  yoksullari arasinda sayilma­

yan ama sayilmalari gereken, her halükarda dünyanin yoksullari arasinda bulunan, konukseverliginize hitap

179

etmeyen, sanki hastanede yatan hastalarmis gibi9 siz­ den yardim bekleyen, israrla yardim isteyen ve ken­ dilerine yardim edemediklerine kanaat getirmis bazi konuklarim oldu. Bir ziyaretçinin ölecek kadar aç olmamasini sart kosarim, isterse dünyanin en istahli insani olabilir. Yardima muhtaç insanlar konuk degil­ dir. Bunlar, isimin basina dönsem de, onlara gittikçe daha da uzaktan cevap vermeye baslasam da ziyaret­ lerinin sona erdigini anlamazlar. Beni göç mevsimin­ de her akil seviyesinden insan gelip ziyaret etti. Kimi zekasiyla ne yapacagini bilemeyecek kadar akilliydi. Köle çiftliklerinde gibi davranan, kaçak köleler gelir­ di. Masaldaki tilki gibi zaman zaman etrafi dinlerler­ di. Kendilerini arayan tazilarin havlamalarini duymus gibi yalvararak bana bakar ve sanki söyle derlerdi :

180

"Ah Christian, beni geri mi göndereceksin ?"

Gerçek bir kaçak kölenin kutup yildizina dogru ilerlemesine yardim ettim. Tek bir fikri olan insanlar tek bir civcivi olan tavuklar gibidir, o tek civciv ise ör­ dek yavrusuna benzer. Binlerce fikre sahip olan dagi­ nik saçli insanlar ise yüz civcivin sorumlulugunu almis tavuklara benzer; tüm civcivler bir böcegin pesinde kosar, sabah çiginde bir grubu kaybolur ve sonuç ola­ rak ya uyuz kapar ya da kizartilip yenir. Bunlar hacak­ lar yerine fikirlerin insanidir, sizi sürünciüren bir tür entelektüel kirkayak gibidirler. Biri, Ak Daglar'daki gibi, ziyaretçilerio isimlerini yazacagi bir defter bu­ lundurmami önerdi, ne yazik ki hayir! Buna gerek

  1. Thoreau, "hospital" ve "hospitality" sözcüklerini kullanarak " hospitalality" diye yeni bir sözcük türetmis.

duymayacak kadar iyi bir hafizam var.

Ziyaretçilerimin bazi tuhaf özelliklerini fark etme­ den yapamadim. Kizlar ve oglanlar ve genç kadinlar genelde ormancia olmaktan memnunluk duyarlardi. Göle ve çiçeklere bakar, güzel zaman geçirirlerdi. Is adamlari, hatta çiftçiler yalnizca yalnizligi, çalismayi ve sundan bundan ne kadar uzakta oturdugumu düsü­ nürlerdi; ara sira ormancia gezinti yapmayi sevdikle­ rini söyleseler de, aslinda sevmedikleri gayet ortaday­ di. Tüm zamanini hayatlarini kazanmaya veya idame ettirmeye ayirmis, huzursuz ve baglanmis insanlar, Tanri'dan sanki bu konuda tek otorite kendileriymis gibi bahseden ve farkli fikirlere tahammül edemeyen rahipler; doktorlar, avukatlar, rahatsiz ev sahipleri, ben disaridayken dolabimi ve yatagiini karistiranlar,

  • hanimefendi, çarsaflariinin onunkiler kadar temiz

olmadigini nasil ögrenmis ? - artik gençligi kalmamis ve en güvenli yolun sik kullanilan yol olduguna kadar vermis genç adamlar... Bu insanlarin hepsi genellikle benim durumumda yeterince iyi bir seyler yapmanin mümkün olmadigini söylerlerdi. Evet! Zorluk da buy­ du iste. Her yastan ve her cinsiyetten yaslilar, hastalar ve ürkekler çogunlukla hastaligi, ani kazalari ve ölü­ mü düsünür; hayat onlara tehlike doluymus gibi gö­ rünür, - tehlikeyi hiç düsünmezseniz, nasil bir tehlike olabilir ki;? - ve sagduyulu bir insanin dikkatlice en güvenli yeri, Dr. B. 'nin haber alir almaz gelebilecegi yakinlikta bir yeri seçecegini düsünürler. Kasabaonla­ ra göre, kelimenin tam anlamiyla bir topluluktu, bir ortak savunma ittifakiydi, yanlarinda ilaç çantasi ol­ madan yabanmersini toplamaya bile gitmeyeceklerini düsünürdünüz. Yani eger bir insan canliysa her zaman

181

için ölme tehlikesiyle karsi karsiyadir, gerçi kisi basin­ dan beri ölü gibiyse bu tehlike de ayni ölçüde azala­ caktir. Oturan bir insanin aldigi risk, kosan bir insanin aldigi riskle aynidir.

Son olarak, kendinden menkul reformcular var­ di, en sikicilari bunlardi. Daima su sarkiyi söyledigimi saniyorlardi, -

"Bu benim yaptigim ev,

Bu da benim yaptigim evde yasayan adam."

Fakat üçüncü dizenin söyle oldugunu bilmiyor­ lardi, -

"Benim yaptigim evde yasayan Adami endiselendirenler de bunlar. "

182

Civciv yetistirmedigim için tavuk hirsizlarindan korkmuyordum, daha çok insan hirsizlarindan korku­ yordum.

Daha nese verici ziyaretçilerim de olurdu. Bö­ gürtlen toplamaya gelen çocuklar, temiz gömlekleriy­ le Pazar yürüyüsüne çikan demiryolcular, balikçilar ve avcilar, sairler ve filozoflar, kisaca ormana yalnizca özgürlük askina gelmis ve kasabayi gerçekten arkala­ rinda birakmis olan bütün dürüst seyyahlar... Onlari "Hos geldiniz, I ngilizler! Hos geldiniz, I ngilizler!" diye selamlamaya hazirdim, çünkü bu soyla iletisim kurmustum.

7. FASULYE TARLASI

Bu arada, ekildikleri siralar birbirine eklenince uzunlugu yedi mili bulan f?sulyelerim çapalanmak için sabirsizlaniyorlardi; sonunculari ekerken ilk ek­ tiklerim epeyce büyümüstü, toplanmalari  pek  de kolay olmayacakti. Bu düzenli ve haysiyetli isin, bu küçük Herkül görevinin amaci neydi, bilmiyordum. Fasulyelerimi, ekili siralarimi sevmeye baslamistim, fakat ihtiyacimdan fazlaydilar. Beni topraga bagli­ yorlardi ve böylece Antaeus gibi güçlenmistim. Fakat neden fasulye yetistirmeliydim ? Bunu yalnizca Tanri bilir. Bütün yaz boyunca bu tuhaf isi yaptim, yalnizca kurtpençesi, bögürtlen, kantaron ve benzerlerinin ye­ tistigi bu toprak parçasinda tatli yabani meyveler ve hos çiçeklerden önce fasulye yetistirmeye çalistim. Fa­ sulyelerden ne ögrenecektim ya da fasulyeler benden ne ögrenecekti ? Onlari özenle yetistirdim, çapaladim, sabah aksam onlara dikkat ettim, bütün gün yaptigim is buydu. Bakmasi gayet hos olan genis yapraklari var­ di. Yardimcilarim, bu kuru topragi isiatan çig ve yag­ mur damlalari ve çogu zaman zayif ve verimsiz olan topragin kendisinde olan bereketti. Düsmaniarim ise

183

184

kurtlar, soguk günler ve en çok da dagsiçanlariydi. Dagsiçanlari bir çeyrek akrelik topragi kemirip temiz­ lemisti. Peki, ben kantaronlari ve geri kalanlari söküp siçanlarin kadim bahçelerini hangi hakla bozmustum? Ancak kisa bir süre içinde geri kalan fasulyeler onlara çok sert gelmeye baslayacak ve siçanlar yeni düsman­ lar bulmak için ilerleyecekti.

Çok iyi hatirliyorum, dört yasindayken beni tam

olarak bu ormanlardan ve bu tarladan geçirerek bu kasabaya, göle getirmislerdi. Bu hafizama kazinmis en eski sahnelerden biridir. Ve simdi, bu gece flütüm ayni gölün üzerinde yankilaniyor. Benden daha yasli çam agaçlari burada duruyor, bazilari yikilmis olsa bile ak­ sam yemegimi onlarin parçalariyla pisirdim. Ve her yerde dogup büyüyen yeni fidanlar var, yeni gözler için baska manzaralar hazirliyorlar. Ayni eski kökten neredeyse ayni kantaronlar bitiyor. Nihayetinde ço­ cukluk hayallerimin olaganüstü manzarasinin süslen­ mesinde benim bile katkim oldu.. Buradaki varligim sonuçlarindan ve etkilerinden biri; bu fasulye yaprak­ larinda, misir yapraklarinda ve patates öbeklerinde görülüyor.

Yaylanin iki buçuk akrelik kismini ektim. Toprak temizlendi yalnizca on bes yil geçtigi için ve toprak­ tan sadece ben iki ya da üç tane kütük çikardigim için hiç gübre kullanmadim. Fakat yaz boyunca çapa ya­ parken çikardigim ok uçlari soyu tükenmis bir ulusun eskiden burada yasadigini gösteriyordu. Beyaz adam­ lar gelip topragi temizlemeden önce burada misir ve fasulye yetistirmisler ve topragi bu ürünlerin yetisme­ si için biraz çoraklastirmislar.

Bir dagsiçani veya sincap kosarak yoldan geçme-

den ve günes bodur meselerin üstüne çikmadan önce, bitkiler hala çigle islakken, çiftçiler beni uyarmis olsa da, - mümkünse tüm isinizi çig bitkilerin üstündeyken yapmanizi tavsiye ederim, - fasulye tarlamdaki magrur yabani otlari temizlerneye ve üstlerine toprak atmaya baslardim. Sabahin erken saatlerinde çiplak ayakla çalisir, çigle islanip ufalanmis kurnda bir heykel sa­ natçisi gibi ugrasirdim, fakat sonra günes ayaklarima vururdu. Fasulyelerimi çapalamarn için günes beni aydinlatirdi, sari çakilli yayianin üstünde, uzun yesil siralarin arasinda yavasça ileri ve geri gezinirdi. 45 metrelik tarlanin bir ucu gölgesinde dinlenebildigim bir bodur mese korusuna, diger ucu ise bir sonraki turumu attigimda yesil meyveleri koyulasmis olan bir yabanmersini tarlasina uzanirdi. Yabani otlari kopar-

mak,  fasulye köklerine taze toprak atmak, ektigim bu                       185

otlari korumak, sari topragin yaz düsüncelerini pelin otu ve akdari yerine fasulye yapraklari ve çiçekleriyle ifade etmesini saglamak, topragin çimen yerine fasul- ye demesini saglamak; iste günlük islerim bunlardi. Adar veya sigirlardan, parayla tutulmus adam veya çocuklardan ya da gelismis tarim araçlarindan yardim almadigim için çok daha yavas çalisiyordum ve fasul­ yelerimle normalden daha fazla yakinlasmistim. An- cak, elle yapilan is, angaryanin sinirlarina yaklasmis bile olsa, asla aylakliktan daha kötü degildir. Daimi ve ölümsüz bir ahlaki vardir ve alim için klasik bir sonuç verir. Lincoln ve Wayland'den batiya, kim bilir nereye giden yolcular için tam bir agricola laboriosus10'tum. Onlar dirsekieri dizlerinde, dizginleri gevsekçe sarki-

  1. Latince, çaliskan çiftçi.

186

tip at arabalarina rahatça kurulmus geçerken, ben ge­ ride birakilmis, çaliskan bir yerli gibiydim. Fakat kisa süre sonra çiftligim gözlerinden ve düsüncelerinden uzakta kalirdi. Yolun iki tarafinda da büyük bir mesafe boyunca tek açik ve ekili tarla benimkiydi, bu yüzden tadini çikariyorlardi ve bazen tarladaki adam yolcu­ larin dedikodu ve yorumlarinin duymasi gerektigin­ den daha fazlasini duyuyordu : "Fasulye için çok geç ! Bezelye için çok geç!" Çünkü digerleri çapalamaya basladiginda ben ekmeye devam ediyordum, papazlik çiftçisi kendim için ektigimi düsünmemisti bile. "Yem­ lik misir oglum, yemlik misir." "Orada mi yasiyor," diye sormustu gri ceketli, siyah sapkali adam ve sert görünüslü çiftçi hos beygirini dizginleyip durdurmus, sahanin geçtigi yerlerde hiç gübre görmedigi için bana ne yaptigimi sormus, biraz gübre, atik, kül veya siva koymaini tavsiye etmisti. Ancak, burada sahanin geç­ mis oldugu iki buçuk akrelik toprak, el arabasi yerine bir çapa ve onu kullanacak iki el vanh sadece; diger arabalari ve atlari sevmemistim, gübre de çok uzak­ taydi. Geçen yolcular yüksek sesle, tarlaini görmüs olduklari diger tarlalarla karsilastiriyordu, böylece ta­ rim dünyasinda hangi noktada oldugumu ögreniyor­ dum. Tarlam, Bay Coleman'in raporunda yer almayan tek tarlaydi. Bu arada, doganin insan tarafindan is­ lenmemis, yabani tarlalarla yetistirdigi ürünlerin de­ gerini kim belirler? Ingiliz samani dikkatli bir sekilde tartilir, nemin, silikatin ve potasyumun agirligi he­ saplanir, fakat ormanda, çayirlarda ve batakliklardaki kuytularda ve su birikintilerinde insanlarin toplama­ digi çesitli zengin ürünler yetisir. Benim tarlam yabani tarlalarla islenmis tarlalar arasinda birlestirici bir bag

gibiydi. Nasil bazi devletler uygar, bazilari yari uygar ve digerleri de ilkel ya da barbardir, iste benim tarlam da, kötü anlamiyla degil tabii, yari-islenmis bir taday­ di. Yetistirdigim fasulyeler mutlu bir sekilde yabani ve ilkel hallerine dönüyor ve çaparn da onlara Rans des Vaches'i çaliyordu.

Kimilerinin kirmizi ardiçkusu demeyi sevdigi kahverengi ardiçkusu, yakinlardaki bir hus agacinin en üst dalinda, arkadasliginizdan memnun bir sekilde bütün sabah öter, sizi bularnazsa baska bir çiftçinin tarlasina gider. Siz tohumlari ekerken bagirir "Birak, birak, üstünü ört, üstünü ört, yukari çek, yukari çek, yukari çek. " Ancak ektiginiz misir degildir, ardiçkusu gibi düsmaniara karsi güvendedir. Bu saçma teker­ lemesinin, bir veya yirmi telle sergiledigi bu amatör Paganini performansinin tohum ekmenizle ne alakasi oldugunu merak edebilirsiniz, fakat yine de bunu yi­ kanmis küllere ya da sivaya tercih edersiniz. Bu, ucuz türden olsa da, tamamen inandigim bir serpme güb­ reydi.

Çapamla ekin siralarinda taze toprak çikarirken tarih öncesi çaglarda bu gökyüzünün altinda yasamis olan, tarihin yazmamis oldugu uluslarin küllerini ra­ hatsiz ediyordum; savas ve avcilik için kullandiklari küçük aletler, günümüzde ortaya çikiyordu. Diger do­ gal taslarla karismislardi, bazilari yerli ateslerinin, ba­ zilariysa günesin yanik izini tasiyordu, ayrica topragi benden önce ekip biçmis olanlarin yaptigi çanak çöm­ lek ve cam parçalari da vardi. Çaparn tasiara çarpip çinladiginda çikan müzik ormancia ve gökte yankila­ nir, hizli ve degeri ölçülemez bir ürün veren çalisinama esik ederdi. Artik ne çapaladigim fasulyeydi, ne de fa-

187

188

sulye çapalayan bendim ve acimayla oldugu kadar gu­ rurla oratoryolara katilmak için sehre gitmis olan ta­ nidiklarimi hatirlardim. Günesli ögleüstlerinde,çünkü bazen tüm günümü çalisarak geçirirdim, keçisagan kusu tepede daireler çizerdi. Göze, ya da gökyüzünün gözüne kaçmis bir toza benzerdi; zaman zaman ani bir hamle yapar, sanki gökyüzü parçalanip yirtilmis, paçavraya dönmüs de geriye dikissiz bir kismi kalmis gibi sesli bir sekilde yere süzülürdü. Küçük tüyler ha­ vayi doldurur, sanki yere, çiplak kuma ya da çok az kisinin onlari bulacagi tepebaslarindaki kayalara yu­ murtalarini birakirlardi. Gölün küçük dalgalari gibi zarif ve narindiler, rüzgarin gökyüzüne uçurdugu yap­ raklara benziyorlardi, dogada iste böyle bir yakinlik vardi. Sahin üstünde uçup inceledigi dalganin gökyü­ zündeki kardesidir, havayla sismis o kusursuz kanatla­ ri, denizin tüysüz, sudan yapilmis kanatiarina tekabül eder. Bazen gökyüzünün yükseklerinde daireler çizen bir çift sahini izlerdim, sanki kendi düsüncelerimin somutlasmis halleriymis gibi sirayla yükselip alçalir, birbirlerine yaklasip uzaklasirlardi. Ya da vahsi güver­ cinlerin bir ormandan baska bir ormana geçisi dikka­ timi çekerdi, hafifçe titreyen ve havaya savrulan sesler çikarir, bir ulak acelesiyle uçarlardi. Veya çaparn çü­ rümüs bir agaç gövdesinin altindan miskin, ugursuz görünüslü ve egzotik bir benekli semender çikarirdi, Misir ve Nil'den kalmis bir ize benzerdi fakat yine de günümüze aitti. Fasulyelerin arasinda, çapama daya­ nip dinlenmek için durdugumda duydugum sesler ve gördügüm görüntüler bunlardi, kirin sundugu bitmez tükeninez eglencenin bir kismi. ..

Bayram günlerinde kasabanin toplari ateslenirdi,

sesleri ormancia mantar tabanca gibi yankilanirdi, bu savas müziginin bazi basibos sesleri ara sira bu kadar uzaga gelirdi. Kasabanin diger ucundaki fasulye tar­ lamdayken bana bu sesler kurt mantarinin patlamasi­ ni andirirdi. Haberim olmadan askeri bir tatbikat ya­ pildiginda ise tüm gün, uzaklarda bir yerde bir kasinti ya da hastalik varmis gibi, sanki kisa bir süre sonra orada kizil ya da pamukçuk gibi bir hastalik patlak ve­ recekmis gibi belli belirsiz bir his içinde olurdum, ta ki sonunda hos ve aceleci bir rüzgar tarlalardan Wayland yoluna kadar çikip bana "egitim görenler"in haberini getirene kadar. Uzaklardaki vizilti yüzünden, birinin arilari kovandan çikmis da komsular Virgil'in nasiha­ tine uyarak en çok ses çikaran ev aletleriyle gürültü yapip arilari yeniden kovanlarina sokmaya çalisiyor­ mus gibi gelirdi. Sonunda ses azaldiginda, vizilti sona erdiginde ve hos esintiler hikaye aniatmayi biraktigin­ da son erkek arinin da Middlesex kovanma girdigini ve komsularin artik yapilacak bali düsünmeye basla­ digini anlardim.

Massachusetts'in ve anavatanimizin özgürlükleri­

nin böylesine güvenli korundugunu bilmek beni gu­ rurlandirirdi; çapalamaya geri döndügümde içim tarif edilemez bir güvenle dolar, gelecege duydugum inanç sayesinde keyifli bir sekilde çalismaya devam ederdim. Birkaç müzisyen toplulugu oldugunci tüm kasaba genis bir körükmüs de tüm binalar büyük bir gürültü çikararak bir genisleyip bir sönüyormus gibi sesler çi­ kardi. Fakat bazen ormana gerçekten soylu ve ilham verici sesler gelirdi ve trompetler san ve söhret sarki­ lari çalardi ; iste o zaman bir Meksikaliyi memnuniyet­ le sisleyebilecegimi hissederdIm - neden hep önemsiz

189

190

seyleri savunalim ? - ve kahramanligimi göstermek için etrafta bir dagsiçani veya kokarca arardim. Bu savas sesleri Filistin kadar uzaktaymis gibi gelirdi ve kasaba­ nin üzerindeki karaagaçlarin tepeleri hafif ve titrekçe sallanirken bana ufukta görünen  haçlilari  hatirlatir­ di. Açik alanimdan baktigimda gökyüzünün sonsuza kadar her gün orada olacak olan harika görüntüsünü görsem ve hiçbir farklilik hissedemesem de, bu harika gühlerden biriydi.

Fasulyeleri yetistirmek, ekmek, çapalamak, topla­ mak, harmanlamak, ayiklamak ve satmak; en zoru da satmakti. Tadina baktigim için yemeyi de ekleyebili­ rim, olaganüstü bir deneyimdi. Fasulyeleri ögrenmeye kararliydim. Büyüderken sabah besten öglene kadar çapalardim ve genelde günün geri kalanini diger is­ lerimle ilgilenerek geçirirdim. I nsanin çesitli yabani otlarla kurdugu  yakin ve ilginç tanisikligi   düsünün;

- biraz tekrarlama gerektirecektir, çünkü çalisirken az tekrarlama diger bir sey söz konusu degildir. - narin düzenlerini insafsizca bozar, onlari çapasiyla acima­ sizca ayirir, bir türü tamamen ortadan kaldirip inatla baska bir tür yetistirir. Bu pelin otu, bu domuz otu, su kuzukulagi, öteki piper otu; eline al, kes, kökleri­ ni günese çevir, gölgede hiçbir lifi kalmasin aksi tak­ dirde köklerini asagiya çevirip iki günde pirasa gibi yesillenir. Uzun bir savas, turnalada degil fakat yaba­ ni otlarla; günesi, yagmuru ve çigi yanma almis olan Truvalilarla... Fasulyeler her gün bir çapayla silahlan­ mis halde onlari kurtarmaya, düsmanlarinin saflarini azaltmaya ve siperleri ölü otlarla doldurmaya geldigi­ mi görürlerdi. Saglam yapili, sorgucu rüzgardan sali­ nan, kalabalik yoldaslarinin bir ayak tepesine kadar

yükselen birçok Hektor, silahirola can verip tozlara yuvarlanmistir.

Böylelikle, bazi çagdaslariinin Boston veya Roma'da güzel sanatlara, bazilarinin Hindistan'da te­ fekküre ve bazilarinin da Londra veya New York'ta ticarete ayirmis oldugu bu yaz günlerinde ben, New England'in diger çiftçileri gibi, tarimla ugrasiyordum. Fasulye yemek istedigim için degil; lapa için de olsa, seçim için de olsa fasulyeler söz konusu oldugunda dogam geregi bir Pisagorcuyum11,    fasulyeleri  pirinçle degis tokus ederdim, fakat belki bi? gün bir kissa anla­ ticisinin isine yarar diye tarlada çalistim, çünkü bazi­ lari yalnizca mecazlar ve ifadeler için tarlalarda çalisir. Her sey hesaba katildiginda, gereginden uzun devam ederse bir israf halini alabilecek olan ender bir eglen­ ceydi. Fasulyelere hiç gübre vermemis olsam ve hep­ sini bir seferde çapalamamis olsam da, hepsini gayet güzel çapaladim ve sonunda ücretimi aldim. Evelyn'in de söyledigi gibi ''Aslinda bu daimi hareket, tekrar tekrar kazma kürekle topragi kaldirma hiçbir gübrey­ le karsilastirilmaz. " Baska bir yerde söyle devam eder Evelyn: "Topragin içinde, özellikle de tazeyse, belli bir manyetizma vardir böylece ona haya veren tuzu, gücü veya erdemi (adina ne derseniz deyin) kendine çeker, topragin bizi beslernesi için yaptigimiz tüm isler ve hareketlerin mantigi budur; gübrelerin ve kullandi­ gimiz diger pis maddelerin tümü, bu gelisme sirasinda papaz yardimcisi kadar etkilidir." Ayrica, bu, "pazar gününün tadini çikaran bitkin ve harap tarlalardan"

  1. Pisagor ögrencilerine fasulye yemeyi yasaklamisti çünkü fasulyelerin, insanin yaratilmis oldugu ayni çürümüs maddeden yaratildigini düsünüyordu.

191

192

biri oldugu için, Sir Kenelm Digby'nin de düsündügü gibi, havadaki "yasam verici ruhlari" kendine çekmis­ tir. Hasatta on iki kile fasulye topladim.

Ancak, Bay Coleman'in raporunda en çok çiftçi beyefendilerin pahali deneyimlerinden bahsettiginden sikayet edildigi için daha net konusmak istiyorum, gi­ derlerim sunlardi :

Çapa için.................... ............ . ........ . .........0.54 dolar

Saban sürme, tirmik yapma..... ..... . ............ 7.50 dolar Çok Fazla

Tohumluk  fasulye.................................. 3 .12 Vi.dolar

Tohumluk patates.................... . ................. 1.33 dolar

Tohumluk  bezelye...................... .    ..............0.40 dolar

Turp tohumu................................ .  ...... ... ... 0.06 dolar

Kargalari uzak tutmak için beyaz tahta...... 0.02 dolar Saban sürmek için at ve çocuk, üç saatligine......................... .......................... 1. 00 dolar

Ürünleri tasimak için at ve araba............... O. 75 dolar Toplam.  ........ .  ................................... . .. 14. 72  1/i.dolar

Gelirim ise söyleydi (patrem familias vendacem, non emacem esse oportet12):

Satilan dokuz kile ve on iki kuart fasulye..... 16.94 dolar

Bes kile "büyük patates" .... . .................... . . .2.50 dolar

Dokuz kile "küçük patates"...... .............. . .. 2.25 dolar Ot............... . ....... . ...... . .. . ...... . .................... 1.00 dolar

Aniz.  ....... .  .... ................. .  ...................... .  .... 0.75  dolar

Toplam.................................................... 23 .44 dolar

  1. "Aile reisi, satan kisi olmalidir, satin alan degil." Marcus Porcius Cato, i htiyar Cato; De Agri

Daha  önce  de  bahsettigim  gibi  8. 71   1/i .dolarlik maddi bir karim vardi.

Fasulye yetistirme deneyimimin sonucu suydu : Küçük beyaz çali fasulyesini, 1 Haziran günü civarin­ da, üç ayaga on sekiz inçlik siralar halinde dik. Taze, yuvarlak ve karismamis tohumlar seçmeye dikkat et, ilk olarak kurtlardan sakin ve gerekirse yeni tohumlar dik. Sonra dagsiçanlarina dikkat et, eger tarlan açik bir yerdeyse siçanlar taze ve yumusak yapraklari ta­ mamen kemirirler ve taze filizler bas verdiginde on­ lari da fark ederler, sincap gibi dik oturarak tohum­ lari ve tomurcuklariyla birlikte koparirlar. Fakat her seyden öte, dondan kurtulup güzel ve satilabilir ürün elde etmek istiyorsan, hasadi mümkün oldugunca er­

?en topla, böylelikle zarardan büyük oranda kurtul­

mus olursun.

Baska bir tecrübe daha kazandim. Kendime de­ dim ki önümüzdeki yaz bu kadar çalisip fasulye ve mi­ sir ekmeyecegim; samimiyet, hakikat, basitlik, inanç, masumiyet gibi tohumlar, tabii bu tohumlar kaybol­ mamissa, ekecegim ve bu toprakta daha az çalismayla ve gübreyle yetisip yetismeyeceklerine, beni besleyip beslemeyeceklerine bakacagim. Çünkü eminim ki toprak daha bu tohumlar için çoraklasmamis. Maale­ sef! Kendime bunlari dedim ama bir yaz daha, bir yaz daha ve bir yaz daha geçip gitti ve okuyucu sana söy­ lemeliyim ki ektigim tohumlar, gerçekten bu erdem­ lerin tohumuysa tabii, ya kurtlar tarafindan yenilmis ya da ölmüs olacak ki filizlenmedi. I nsanlar genelde babalari ne kadar cesursa o kadar cesur, ne kadar ür­ kekse o kadar ürkek olur.  Bu  nesil  misir ve fasulye­  yi tam olarak yeriiierin yüzyillar önce yaptigi ve ilk

193

1 94

yerlesimcilere ögrettigi gibi ekmeye çok kararli, sanki bu kadermis gibi. Geçen gün yasli bir adam gördüm, çapasiyla en az yetmisinci defa delikler açiyordu, içine girip yatacak degildi üstelik! Fakat New Englandli ne­ den yeni maceralara atilmiyor; neden tahila, patatese, ota ve meyve bahçelerine bu kadar önem veriyor da, baska ürünler yetistirmiyor? Neden tohumluk fasul­ yeler için bu kadar kaygrianiyoruz da insanligin yeni nesli için hiç kaygilanmiyoruz? Bir insanla karsilastigi­ mizda bahsettigim özelliklerden bazilarinin bu insan­ da kök salmis ve büyümüs oldugundan emin olursak memnun olup sevinmeliyiz, bu özellikleri diger tüm ürünlerin üstünde tutsak da çogu zaman havaya yayi­ lip süzülürler.  Iste böyle  incelikli ve tarifsiz bir özel­ l igin mesela hakikat ya da adaletin küçük bir parçasi veya yeni bir çesidi geliyor yoldan. Sefirlerimize böyle tohumlarin örneklerini memlekete gönderme talimati verilmeli ve Kongre de bu tohumlarin tüm ülkeye da­ gitilmasini saglamali. Asla samimi bir tören için israr etmemeliyiz. Deger ve dostluk cevheri bulunuyarsa asla arkadaslarimizi aldatmamali, uzaklasurmamali ve onlara kötü davranip hakaret etmemeliyiz. Aceleyle görüsüp tanismamaliyiz. Çogu kisiyle hiç tanisinam bile, çünkü buna zamanlari yok gibidir, fasulyeleriyle mesguldürler. Durmadan böyle agir isler yapan, isine ara verince çapasina ya da küregine dayanan, toprak­ tan kismen çikmis bir mantar gibi degil de daha dik, topraga konmus yürüyen kirlangiçlar gibi görünen bir adamla konusmayiz.

"Ve konustukça, ara sira kanatlari

Açilirdi sanki uçmak ister gibi, sonra yeniden ka­ panirdi."

Öyle ki bir melekle sohbet ettigimizden süphele­ niriz. Ekmek bizi her zaman beslemeyebilir, fakat bize hep iyi gelir. Eklemlerimizin sertligini bile alir, sikinti verenin ne oldugunu bilmesek bile bizi rabadatip ne­ selendirir. Insandaki ya da dogadaki cömertligi tani­ mamizi, katkisiz ve yigitçe keyfi paylasmamizi saglar. Antik siir ve mitoloji tarimin en azindan bir za­ manlar kutsal bir sanat oldugunu gösterir,fakat biz hürmetsiz bir aceleyle ve pervasizlikla tarim yapiyo­ ruz, tek amacimiz genis çiftliklere sahip olup çok faz­ la ürün elde etmek. Sigir fuarlarimiz ve sözüm ona sükran günlerimiz disinda çiftçinin yaptigi isin kut­ salligini hissedip ifade edebilecegi, tarimin kutsal kö­ kenlerini hatirlayabilecegi bir festivalimiz, törenimiz ya da merasimimiz yok. Çiftçiyi çeken ödül ve ziya­ fettir. Ceres'e ya da dünyevi Jüpiter'e degil, cehen­ nemI Plüton'a kurban verir. Açgözlülük,bencillikle ve hiçbirimizin kurtulamamis oldugu topragi sadece bir mülk ya da mülk edinme araci olarak görmek gibi re­ zil bir aliskanlikla manzara çirkinlesir, tarim bizimle birlikte yozlasir ve çiftçi hayatlarin en asagilik olani­ ni yasar. Dogayi yalnizca bir hirsizin gözüyle tanir. Cato tarimdan elde edilen karin, özellikle dini ve adil (maximeque pius quaestus) oldugunu söyler. Varro'ya göre, eski Romalilar topraga hem Anne hem de Ceres derlermis ve topragi ekip hiçenin dini ve yararli bir yasam sürdügüne, Kral Satürn'ün soyundan geldigine

inanirlarmis.

Günesin, ekilmis tarlalarimiza, çayirlara ve or­ manlara ayrim gözetmeden baktigini unutinaya alis­ misiz. Hepsi günesin isinlarini sogurur ve yansitir. Ekilmis tarlalar günesin günlük ratasinda gördügü

195

196

muhtesem resmin yalnizca küçük bir parçasini olustu­ rur. Onun gözünde dünya esit sekilde ekilip islenmis bir bahçedir. Bu yüzden, isigi ve isisindan buna uygun bir güven ve cömertlikle yararlanmaliyiz. Bu fasulye tohumlarina deger verip sonbaharda hasat yaparsam ne olur? Bu kadar zamandir bakmis oldugum bu genis tarla bana önemli bir çiftçiymis gibi bakmiyor, bunun yerine yüzünü daha yasamsal olan, ona su verip yeser­ ten etkilere dönüyor. Bu fasulyeler benim hasat etme­ mis oldugum sonuçlar ortaya koydu. Kismen de olsa dagsiçanlari için yetismiyarlar mi? Ne bugday basagi (Latince spica, eski hali speca,  umut  anlamina  gelen spe kökünden geliyor) çiftçinin tek umudu olmali ne de basagin tek tasidigi; çekirdegi ya da tahili (Latince ranum, tasimak anlamina gelen erenda'dan geliyor) olmali. O zaman hasadimiz nasil kötü olabilir ki ? To­ humlarin, kuslarin erzagi olan yabani otlarin hallugu­ na da sevIninem gerekmez mi ? Kiyaslarsak, tarlalarin çiftçinin ambarini doldurup doldurmamasi neredeyse hiç önemli degildir. Gerçek çiftçi, tipki ormanda bu yil kestane yetisir mi kaygisi duymayan sincaplar gibi, kaygilanmayi birakacak, günlük islerini tamamlaya­ cak, tarlasinin ürünleri üzerindeki haklarindan fera­ gat edecek ve zihninde yalnizca ilk ürünlerini degil son ürünlerini de feda edecektir.

  1. KASABA

Ögle vaktinden önce çapa yaptiktan, belki biraz da okuyup yazdiktan sonra gölde tekrar banyo yapar­ dim, sinir olarak belirledigim küçük bir koya kadar yüzer, elle çalismanin getirdigi tozu topragi yikayip üstümden atar ya da okuyup yazmanin neden oldu­ gu kirisikliklari düzeltirdim; ögleden sonra tamamen bana kalirdi. Sürekli devam eden, ya agizdan agiza ya da gazeteden gazeteye yayilan, seyreltilmis dozlarda alindiginda yapraklarin hisirtisi ve kurbagalarin ötü­ sü kadar canlandirici olan dedikodulari dinlemek için her gün veya gün asiri kasahada gezinirdim. Nasil kus­ lari ve sineapiari görmek için ormancia yürüyorsam, insanlari ve çocuklari görmek için de kasahada öyle yürüyordum; çarnlarin arasinda esen rüzgarin yerine arabalarin tikirttiarini duyuyordum. Evimden bir yöne dogru yüründügünde, islak çayirlarda bir misk faresi kolonisi yasardi; ufuktaki karaagaçlarin ve çinariarin korunagi altindaysa mesgul insanlarin kasabasi vardi. Çayir köpekleri kadar ilginç gelirierdi bana, her biri yuvasinin agzinda oturur ya da komsusunun yanina dedikodu yapmaya giderdi. Huylarini gözlemlemek

197

198

için sik sik kasahaya giderdim. Kasaba bana büyük bir haber odasi gibi görünürdü; bir yanda State Cadde­ si'ndeki Redding&Company'de bir zamanlar oldugu gibi, kasabayi desteklemek için findik ve kuru üzüm ya da tuz, un ve diger yiyeceklerden koymuslardi. Ki­ milerinin önce bahsetmis oldugum erzaga, yani habe­ re karsi öylesine büyük bir istahi ve o kadar saglam sindirim organlari vardi ki sonsuza kadar hiç kipir­ damadan yollarda oturabilir, haberlerin yavas yavas kaynayip onlara meltemler gibi fisildamasini ya da bi­ linci etkilerneden sadece uyusukluk ve hissizlik veren (aksi takdirde haberleri duymak aci verici olabilirdi) eteri solur gibi haberleri içlerine çekmeyi beklerler­ di. Kasahada gezinirken bu degerli insanlari görme­ digim bir gün bile olmadi. Ya bir hasarnaga oturur, öne egilir ve zaman zaman sehvetli bir ifadeyle yolun bir o yanini bir bu yanini gözlerierdi ya da elleri cep­ lerinde, heykele benzer bir sekilde, sanki ahiri onlar ayakta tutuyormus gibi aliira yaslanarak dururlardi. Genelde disarida olduklari için rüzgarin getirdigi her seyi duyarlardi. Bunlar en kaba degirmenlerdi, tüm dedikodular içerideki daha ince ve nazik oluklara bosaltilmadan önce burada kabaca ögütülüp parçala­ nirdi. Kasabanin en hayati organlarinin bakkal, bar, postane ve banka oldugunu gözlemledim ve sistemin zorunlu parçalarindan biri olarak uygun yerlerde bir çan, büyük bir top ve bir yangin tulumbasi vardi. Ev­ ler birbirine bakacak sekilde siralar halinde dizilmisti; her yolcu bu evlerin arasindan geçmek zorunda ka­ lir, böylelikle kasabadaki her adam, kadin ve çocugun bakislarini üstünde hissederdi. Tabii ki siranin basina yakin bir yerde, en iyi görebilecekleri ve görülebile-

cekleri, yolcuyu ilk önce inceleyebilecekleri yerlerde bulunanlar evleri için en yüksek fiyatlari ödederdi ve sirada genis bosluklarin basladigi, yolcunun duvarlar üstünden asip ya da patikalara sapip kaçabilecegi yer­ lerde, kasabanin kenar mahallelerinde oturan birkaç kasabali ise çok az yer veya pencere vergisi öderdi. Yolcuyu ayartmak için her yere isaretler asilmisti; meyhane ve erzak kileri gibi bazilari istahina, mani­ fatmaci veya kuyumcu gibi bazilari zevkine ve berber, ayakkabici ya da terzi gibi digerleri ise saçina, ayak­ larina ya da elbiselerine hitap ediyordu. Ayrica çok daha korkunç olani tüm evleri ziyaret etme davetiydi; insanlar böyle günleri bekliyordu. Çogu zaman ya ce­ surca ve fazla düsünmeden amacima dogru ilerleyerek (bu, böyle durumlar için tavsiye edilen bir yöntem­ dir) ya da "lirini çalip yüksek sesle tannlara övgüler söyleyerek sirenierin seslerini bogan ve tehlikeden uzak duran" Orfe gibi yüce seyleri düsünüp zihnimi mesgul ederek bu tehlikelerden mükemmel bir sekil­ de kaçabiliyordum. Bazen aniden sivisirdim, nezakete pek önem vermedigim ve çitte bir bosluk buldugumda asla tereddüt etmedigim için kimse nerede oldugumu bilemezdi. Hatta güzelce agirlandigim bazi evlere bas­ kin yapmaya bile alismistim; elekten geçtikten sonra artakalmis olan önemli haberleri, savas ve baris ola­ siliklarini ve dünyanin bir süre daha dayanip dayan­ mayacagini ögrendikten sonra ara sokaklardan geçip ormana kaçardim.

Geç saatiere  kadar kasahada  kaldigim günlerde,

özellikle de hava karanlik ve firtinaliysa, kasabadaki parlak bir odadan veya okuma odasindan omzumda bir çuval çavdarla ya da misir unuyla ormandaki gizli

199

200

limanima dogru yelken açmak, disaridaki her seyi si­ kica bagladiktan sonra mutlu tayfalarim olan düsün­ celerinile güvertenin altina çekilip dümende yalnizca bedenimi birakmak, hatta deniz sakinken dümeni bir yere baglamak oldukça hostu. "Denizde seyreder­ ken", kaniaradaki atesin basinda aklima birçok neseli düsünce gelirdi. Hiçbir hava kosulunda kiyiya vurma­ dim ya da bir tehlikeyle karsilasmadim, fakat birkaç ciddi firtinayla karsilastim. Orman, siradan gecelerde bile çogu kisinin sandigindan daha karanliktir. olu­ mu bulabilmek için sik sik patikanin üstündeki agaç­ larin arasindan açiklik alana bakmam, araba yolunun olmadigi yerlerde ise daha önce birakmis oldugum belli belirsiz izleri ayagirula hissetmem ya da ellerirole dokundugum belli agaçlarin yerine göre yönümü bul­ inarn gerekiyordu. Örnegin gecenin karanliginda hep­ si birbirine benzeyen agaçlada dolu ormanda, birbi­ rinden en fazla on sekiz inç uzaklikta yer alan iki çam agacinin arasindan geçerdim. Bazen böyle karanlik ve boguk gecelerde eve dönerken ayaklarim gözlerimin görmedigi patikayi hissederdi, bütün yol boyunca hayal kurup dalgin dalgin yürürdüm; kapi mandalini kaldirmak için elimi uzatirken kendime geldigimde yürüyüsüro boyunca attigim tek bir adimi bile hatirla­ yamazdim. Tipki elimin agzima giderken yardima ih­ tiyaci olmadigi gibi, vücudumun da zihnim uzaklarda olsa da eve giden yolu bulahildigini düsünürdüm. Bir­ kaç kez, bir ziyaretçi tesadüfen aksama kadar kaldi­ ginda ve gece çok karanlik oldugunda onu evin arka­ sindaki araba yoluna kadar götürmek zorunda kalir, takip edecegi yönü isaret ederdim, bu yolda yönünü gözlerinden ziyade ayaklariyla bulabilirdi. Çok karan-

lik bir gece, gölde balik tutmus olan iki genç adama yönlerini böyle tarif etmistim. Ormanin bir mil kadar disinda yasiyorlardi ve yolu gayet iyi taniyorlardi. Bir ya da iki gün sonra, bu gençlerden biri gecenin büyük bir kisminda evlerine yakin bir yerlerde gezinip dur­ duklarini ve sabah olana kadar eve varamadiklarini söylemisti. Bu arada gece siddetli yagmurlar yagmis ve tüm yapraklar isianmis oldugu için sirilsiklam ol­ muslardi. Meshur tabide karanligin biçakla kesilecek kadar yogun oldugu gecelerde, birçok kisinin kasa­ ba sokaklarinda bile kayboldugunu duydum. Kenar mahallelerde yasayan kimileri alisveris yapmak için arabalariyla kasahaya gelir ve gece olana kadar kal­ mak zorunda kalirlardi ; birini ziyarete gitmis olan beyefendiler ve hanimefendiler ise kaldirimi yalnizca ayaklariyla hissederken baska bir yöne saptiklarini fark etmeyerek yollarindan yarim mil çikmis olurlar­ di. Herhangi bir gün ormancia kaybolmak sasirtici ve unutulmaz oldugu kadar degerli de bir deneyimdir. Genellikle bir kar firtinasi sirasinda, gündüz bile olsa, biri iyi bilinen bir yoldan çikagelir, yine de hangi yo­ lun kasahaya gittigini bulamazdi. Bu yoldan binlerce kez geçmis oldugunu bilse bile, Sibirya'daki bir yol kadar yabanci gelen bu yolun hiçbir kismini taniya­ mazdi. Tabii ki gece insanin kafasi daha da karisirdi. En siradan yürüyüslerimizde bile, daimi fakat bilinç­ siz olarak, tipki gemisini iyi bildigi deniz fenerleri ve bumnlara göre yönlendiren bir dümenci gibi buluruz yönümüzü. Her zamanki rotamizin disina çiksak bile zihnimizde hala yolumuzu bulmamiza yardim edecek yakin bir burun vardir ve tamamen kaybolana ya da etrafimizda dönene kadar, çünkü bu dünyada insanin

201

202

kaybolmasi için gözleri kapaliyken bir kez etrafinda dönmesi yeterlidir, doganin enginligini ve yabancili­ gini takdir etmeyiz. Her insan pusulanin yönlerini, uykudan veya dalginliktan olmasi fark etmez, her uyandiginda yeniden ögrenmelidir. Kaybolana kadar, diger bir ifadeyle dünyayi kaybedene kadar, kendimi­ zi bulmaya baslayamaz, bulundugumuz yeri ve iliski­ lerimizin uzandigi sonsuzlugu fark edemeyiz.

Burada geçirdigim ilk yazin sonlarina dogru, bir öglen vakti ayakkabi tamircisinden bir ayakkabi almak için kasahaya gittigimde tutuklanip hapse atildim, çünkü baska bir yerde degindigim gibi senatosunun kapisinda adamlari, kadinlari ve çocuklari sigir gibi alip satan devlete ne vergi ödüyor ne de otoritesini taniyordum. Ormana baska amaçlarla gitmistim. An­ cak bir insan nereye giderse gitsin, diger insanlar onu takip edip kirli kurumlarinin pençesine almaya çali­ sacaklar, becerebilirlerse umutsuz ve tuhaf toplumla­ rinin bir parçasi haline gelmeye mecbur edeceklerdir. Dogru, etkili olsa da olmasa da topluma zorla diren­ mis, "cinnet" geçirip topluma saldirmis olabilirim; fa­ kat çaresiz durumda olan toplumun "cinnet" geçirip bana saldirmis olmasini tercih ederdim. Neyse, ertesi gün saliverildim, onarilmis olan ayakkabimi aldim ve Fair-Haven Tepesi'nde yabanmersininden olusan ak­ sam yemegimi yiyebilecek bir saatte ormana döndüm. Devleti temsil edenler disinda hiç kimse tarafindan ta­ ciz edilmemisimdir. Kagitlarimi koydugum masadaki disinda ne bir kilidim ne de sürgüm vardi, kapi ya da pencere mandallarini takabilecegim bir çivi bile yoktu evimde. Gece ya da gündüz, günlerce evde olmasam bile, bir sonraki güz Maine ormaninda iki hafta kaldi-

girnda bile kapimi asla kilitlemedim. Yine de, evim bir dizi asker tarafindan korunuyor olsaydi bu kadar say­ gi görmezdi. Yorgun bir gezgin evimde dinlenebilir, atesin karsisinda isinabilirdi, edebiyata ilgi duyan biri masarndaki birkaç kitabi okuyup güzel zaman geçire­ bilirdi, merakli biri dolabimi açip yemegimden kalan­ lari ve aksam yemegi olarak ne yiyecegiinI görebilirdi. Her siniftan insan göle gelse de bu kisiler tarafindan ciddi olarak hiç rahatsiz edilmedim. Küçük bir kitap, muhtemelen uygunsuz bir sekilde yaldizlanmis bir Homer cildi, disinda hiçbir sey kaybetmedim. Simdi­ ye kadar bir askerin bu kitabi bulmus olduguna ina­ niyorum. Herkes benim o zamanlar yasadigim kadar basit yasasaydi, eminim ki hirsizlik ve soygunculuk ortadan kalkardi. Bunlar, bazi insanlarin gereginden fazla mala, bazilarinin ise yetersiz mala sahip oldugu topluluklarda yasanir. Pope'un Homerleri13 yakinda düzgün bir sekilde dagitilacakti.

"Nec bella fuerunt,

Faginus astabat dum scyphus ante dapes." "Savaslar da insanlari rahatsiz etmedi,

Çünkü kayin agacindan yapilmis çanaklardi tek istedikleri.

"Halki idare eden sizler, ceza vermeye ne ihtiya­ ciniz var? Erdemi sevin, insanlar da erdemli olacak­ tir. Üstün bir insanin erdemleri rüzgar gibidir, siradan birinin erdemleri ise çimen gibi; çimen, üzerinden rüzgar geçince egilir."

  1. Thoreau'nun kaybetmis oldugu, Alexander Pope tarafindan çevrilmis olan Homer kitabi.

203

  1. GÖLLER

Bazen, insanlarin dostlugundan ve dedikodular­ dan bikkinlik geldiginde ve kasabadaki tüm arkadas­ larimi yordugumda normalde kaldigim yerden daha batiya, kasabanin daha az ziyaret edilen kisimlarina, "taze ormanlara ve yeni çayirlara" dogru gezinirdim ya da günes batarken Fair Haven Tepesi'nde yaban­ inersininden olusan aksam yemegimi yer ve birkaç günlük meyve toplardim. Meyveleri satin alan ya da satmak için yetistiren kisiler meyvelerin gerçek tadini asla bilemezler. Bu tadi elde etmenin tek yolu vardir, fakat bu yolu çok az insan kullanir. Yabanmersininin tadini ögrenmek istiyorsaniz bir sigirtmaca ya da kek­ lige sorun. Hiç yalianinersini toplamamis birinin bu meyvenin tadina vardigini sanmak genel bir hatadir. Boston'a asla bir yalianinersini ulasmaz; sehrin üç tepesinde yetistirilmeye baslandigindan beri yaban­ inersini orada bilinmez. Meyvenin en nefis ve önemli kismi Pazar arabasinda dökülen çiçekleriyle beraber kaybolur, yalnizca hayvan yemi haline gelir. Ebedi Adalet hüküm sürdükçe, tek bir masum yalianinersini bile kirdaki tepelerden oraya, sehre tasinmayacaktir.

205

Zaman zaman, günlük çapa yapma isim sona erdiginde, sabahtan beri gölde balik tutmakta olan sabirsiz bir balikçiya kaulirdim. Balikçi bir ördek ya da yüzen bir yaprak kadar sessiz ve hareketsiz durur­ du ve felsefenin çesitli türlerini tatbik ettikten sonra, ben geldigimde, genelde antik Coenobites14 tarikati­ na mensup olduguna karar vermis olurdu. Yaslica bir adam daha vardi, olaganüstü bir balikçiydi ve orman­ cilik ve oymaciligin her türünde yetenekliydi. Evimi balikçilarin rahati için dikilmis bir bina olarak görür ve severdi; ben de ayni sekilde, oltalarini düzenlemek için kapiinin önüne oturmasini severdim. Arada sirada gölün üstünde beraberce otururduk; kayigin bir ucun­ da o, bir ucunda ben, fakat son yillarda biraz sagirlas­ mis oldugu için pek konusmazdik. Zaman zaman fel-

206                    sefemle yeterince uyumlu olan  bir ilahi mirildanirdi.

Böylelikle iliskimiz tamamiyla bozulmamis bir uyum­ du, konussaydik bu kadar hos hatirlanan bir iliskimiz olmazdi. Çogu zaman oldugu gibi, iletisim kuracak biri olmadiginda kayigiinin kenarina kürekle vurup çevremdeki ormani dolduran yankilar yaratirdim, ses daireler halinde genislerdi. Agaçli her vadiden ve her tepe yamacindan bir kükreme duyana kadar, hayvan terbiyecisinin vahsi hayvanlari uyandirmasi gibi ben de ormani uyandirirdim.

Sicak aksamlarda kayigimda oturup flüt çalardim, flütün cazibesine kapilip gelmis gibi görünen bir tatli su levregi gelir, etrafimda dönerek yüzerdi. Ay, orma­ nin kalintilariyla dolu olan çikintili zeminin üstünde gezinirdi. Daha önceden, karanlik yaz gecelerinde bu

  1. Komünal hayat yasamayi savunan bir dini

göle macera olsun diye gelirdim; yanimda bir arkada­ sim olurdu, suyun kenarina yakin bir yerde baliklari çektigini düsündügümüz bir ates yakardik. Misinaya taktigimiz bir avuç solucanla yayin baligi aviardik ve gece geç saatte isimiz bittiginde yanan çitalari havai fi­ sek gibi havaya atardik. Bu çitalar göle düsüp gürültü­ lü bir tislamayla sönerdi ve biz aniden zifiri karanliga gömülürdük. Daha sonra islik çalarak insanlarin ya­ nina geri dönerdik. Fakat artik evim göl kiyisindaydi. Bazen kasabalilardan birinin evinde, aile yatmaya çekilene kadar kaldiktan sonra ormana dönerdim. Bi­ raz da sonraki günün yemegini düsünerek, gece yarisi saatlerini ay isigi altinda teknemde balik tutarak geçi­ rirdim. Baykuslar ve tilkilerin serenatlari arasinda za­ man zaman yakinlardaki bilinmeyen bir kusun gicirtili sesini duyardim. Bu deneyimler benim için unutulmaz ve degerliydi, kiyidan yüz - yüz elli metre uzakta, kirk ayak derinligindeki suya demir atardim. Bazen küçük levrekler ya da gümüs baliklari etrafiini sarar, ay isi­ ginda kuyruklariyla suyun yüzeyinde küçük çukurlar olusturur, uzun sari bir hat meydana getirip suyun kirk ayak kadar altinda yasayan gizemli gece balik­ lariyla iletisim kurarlardi. Zaman zaman hafif gece rüzgarinin altinda sürüklenirken altmis ayak uzunlu­ gunda bir misinayi da beraberimde sürüklerdim. Ara sira misina boyunca karar vermekte zorlanan, amaci konusunda emin olmayan bir hayatin sona ermek üze­ re oldugunu gösteren hafif bir titresim hissederdim. Sonunda misinayi yavas yavas çekerdim, kahverengi bir yayin baligi ciyaklayarak ve kivranarak su yüzüne çikardi. Özellikle düsüncelerinizin baska boyutlarda­ ki, uzak ve evrenin gelisimiyle ilgili konularda gezin-

207

208

digi karanlik gecelerde bu hafif titrerneyi hissetmek çok garip olurdu. Hayalleriniz sekteye ugrar, dogayla yeniden baglanti kurardiniz. Sanki bir dahaki sefer oltami asagiya attigim gibi yukariya, havaya da atabi­ lirmisim gibi gelirdi. Su havaya nazaran çok da yogun degilmis gibi görünürdü. Böylece, bir oltayla iki balik tutmus olurdum.

Walden'in manzarasi mütevazidir; oldukça güzel olsa da ihtisamli olmanin yanina yaklasamaz. Gölü çok fazla ziyaret etmeyen ya da kiyisinda yasamayan birinin pek ilgisini çekmez, fakat bu gölün  derinligi ve safligi o kadar dikkat  çekicidir  ki  özel  bir  tasvi­ ri hak eder. Göl berrak ve koyu yesildir, yarim mil uzunlugundadir, çevresi 1.75 mildir, altmis bir buçuk akrelik bir yeri içine almaktadir. Mese ve çam agaçla­ rinin ortasinda bulunur; bulutlar ve buharlar disinda görünür hiç bir kaynaktan su almayan ve disariya su vermeyen oldukça eski bir kaynaktir. Çevresindeki tepeler suyun hemen yanindan kirk ila seksen ayak kadar yükselir; gerçi güney doguda ve doguda sirayla çeyrek mil ve üçte bir mil kadar içeride, yüz ve yüz elli ayak kadar yükseklere ulasirlar. Tamamen agaçla kaplidirlar. Concord'un bütün sulari en az iki renkli­ dir; uzaktan bakildiginda bir renk, yakindan, düzgün­ ce bakildiginda baska bir renk alirlar. Uzaktan görü­ nen renkleri daha çok isiga göre degisir, gökyüzünü izler. Yazin, hava açikken, özellikle de dalga varsa kisa mesafeden mavi görünürler; uzaktan ise hepsi ayni görünür. Firtinali havalarda ise bazen koyu arduvaz mavisi görünürler. Ancak denizin atmosferde algila­ nan bir degisim olmasa bile bir gün mavi, bir gün yesil göründügü söylenir. Manzara karla kapliyken irma-

gimizi da görmüstüm, hem su hem de buz neredeyse çimen kadar yesildi. Kimileri mavinin "kati ya da sivi fark etmez, saf suyun rengi" oldugunu düsünür. An­ cak bir tekne üzerinde dogrudan bakildiginda suyun oldukça farkli renkleri oldugu görülür. Walden Gölü, ayni noktadan bakildiginda bile bazen mavi, bazense yesildir. Yeryüzü ve gökyüzü arasinda yer aldigindan ikisinin renginden de payini alir. Bir tepenin üstün­ den bakildiginda gökyüzünün rengini yansitir, fakat yakindan kumu görebileceginiz bir sekilde kiyidan bakildiginda sarimtirak bir renk alir, daha sonra ise yavas yavas gölün ortasindaki koyu yesil renge varan açik yesil bir hal alir. Bazi isiklarin altinda, bir tepenin üstünden bakilsa bile, kiyinin yakin yerlerinde canli yesil bir rengi vardir. Kimileri bunun otlarin yansima­ si oldugunu düsünür, fakat göl demiryolunun kena­ rinda, kurnun yaninda ve yapraklarin daha açilmamis oldugu ilkbaharda da ayni derecede yesildir. Bu yesil renk, baskin mavinin kurnun sarisiyla karismasi so­ nucu ortaya çikmis olabilir. Iste gölün irisinin rengi böyledir. Gölün bu kismi ayni zamanda, bahar güne­ sinin dipten yansiyan ve toprakla iletilen sicakligiyla isinan buzun ilk önce eriyip gölün hala donmus orta­ sina akan dar bir kanal olusturdugu yerdir. Diger su­ larimiz gibi, hava açikken, göl çok dalgali oldugunda, dalgalarin yüzeyi gökyüzünü dogru bir açidan yansit­ tigi için veya dalgalara daha fazla isik karismis oldugu için, biraz uzak bir mesafeden bakildiginda gökyüzün­ den daha koyu maviymis gibi görünür. Böyle bir anda gölün üstündeydim ve yansimayi bölünmüs bir bakis­ la görüyordum; iste o zaman benzersiz ve tarifsiz bir açik mavi gördüm. Hareli ya da yanardöner ipeklere

209

210

ya da kiliçiara benziyordu, gökyüzünün kendisinden daha gök mavisiydi, ara sira, dalgalarin diger tara­ findaki, en son ortaya çikan fakat karsilastirildiginda bulanik kalan orijinal koyu yesil renkle degisiyordu. Hatirladigim kadariyla günbatimindan önce batida, kis gögünün bulutlarin arasindan görülen parçalarina benzeyen camsi ve yesilimtirak bir renkti. Ancak, bu suyun bir bardagi isiga tutuldugunda bir parça hava kadar renksiz görünür. Genis bir cam tabagin yesil bir rengi oldugu gayet iyi bilinir, camcilara göre bu ca­ mm "yogunlugundan" kaynaklanir; fakat ayni camin küçük bir parçasi renksiz olacaktir. Yesil bir renk yan­ sitmak için Walden Gölü'nün ne kadari gerekir, hiç denemedim. Irmagimizin suyu ise dogrudan ona ba­ kildiginda siyah veya çok koyu kahverengidir ve çogu göl gibi içinde yikanan kisinin vücudunda sarimtirak bir renk birakir. Ancak, Walden'in suyu öyle bir kris­ tal safligindadir ki içinde yikanan kisinin vücudu mer­ mer beyazligina bürünür. Aslinda bu beyazlik daha gayritabii görünür; yikanan kisinin organlarinin çok büyük ve sekilsiz görünüsü korkunç bir etki yaratir, Michelangelo'nun çalismalarini andirir.

Su  o kadar seffaftir ki  yirmi  bes ya da  otuz  ayak

derinlige kadar suyun dibi kolaylikla görülebilir. Gö­ lün üzerinde kürek çekerken ise yüzeyin birçok ayak altinda, boylari  belki  de  yalnizca  bir  inç  olan  tatli su levrekleri ve gümüs baliklarindan olusan sürüleri görebilir; levrekleri üzerlerindeki çapraz çizgilerden ayirt edebilirsiniz. Bu baliklarin riziklarini orada bul­ mus olan sofular oldugunu düsünebilirsiniz. Yillar önce bir kis vakti, turna baligi yakalamak  için  buz­ da  delikler açarken kiyiya çiktim ve  baltaini yeniden

buza vurdum, fakat sanki seytan yönlendirmis gibi balta elimden kaydi ve yirmi otuz metre kadar ileride­ ki deliklerden birine düstü. Su yirmi bes ayak derinli­ gindeydi. Merak ettigim için buza uzandim ve delige baktim. Baltayi, hafifçe yana kaymis, tepe üstü du­ rurken gördüm, dik duran sapi gölün akintisiyla öne arkaya sallaniyordu. Dokunmasaydim, sapi çürüyene kadar orada dik durup sallanmaya devam edebilirdi. Bir buz keskisiyle hemen üzerinde bir delik daha aç­ tim, etrafta bulabildigim en uzun dali kestim, bir il­ rnek yapip ucuna geçirdim, dikkatli bir sekilde asagiya sarkittim, sapin ucundaki topuza geçirdim, ilmegi dal boyunca çekerek baltayi sudan çikardim.

Kiyi, bir iki küçük kumsalin disinda, kaldirim ta­ sina benzeyen düzgün ve beyaz taslardan bir kemer olusturur. Çogu yerde o kadar diktir ki tek bir adim sizi boyunuzu geçen derinliklere tasir ve bu kadar ber­ rak olmasaydi karsi kiyida sudan çikana kadar basiniz görünmezdi. Kimileri gölün dipsiz oldugunu düsünür. Hiçbir yeri bulanik degildir; gölü öylesine gözlemle­ yen biri gölde ne yabani atlarin ne de dikkate deger bitkilerin oldugunu söyleyecektir. Yalnizca yakin bir zaman önce su altinda kalmis ufak çayirlar vardir ki bunlar aslinda gölün bir parçasi degildir. Daha yakin­ dan bir incelemeyle bile ne bir saz ne de sari veya be­ yaz zambaklar görülür; yalnizca kalp seklinde birkaç küçük yaprak, su sümbülü ve belki bir ya da iki tane su-hedefi ... Fakat suda yikanan biri bunlarin hiçbirini göremez, bu bitkiler içinde yetistikleri göl kadar temiz ve parlaktir. Taslar gölün içine dogru, bes on metre kadar yayilmaktadir, sonrasinda ise suyun dibi tama­ men kumdur, yalnizca gölün en derin kisimlarinda art

211

212

arda gelen birçok sonbahardan sonra dipte birikmis olan yapraklar çürüdügü için suyun dibi biraz tortulu­ dur; kis ortasinda bile göle atilan çapalar parlak yesil renkte otlar çikarir.

Buna benzer bir gölümüz daha vardir; iki buçuk mil kadar batida bulunan Nine Acre Corner'daki Be­ yaz Göl. Bulundugum yerin on iki mil civarinda yer alan göllerin çogunu bilsem de bu kadar saf ve iyi ka­ rakterli üçüncü bir göl yoktur. Belki de art arda gelen birçok ulus bu gölden su içmis, göle hayran  kalmis ve gölde kulaç atmistir; bu uluslarin hepsi ortadan kaybolmus olsa da gölün suyu hala eskisi gibi yesil  ve berraktir. Bu göl suyu kesilen bir kaynak degildir. Belki de Walden Gölü, Adem ve Havva'nin cennet bahçesinden kovuldugu o bahar sabahindan önce bile dünyadaydi ve o zaman bile cennetten düsüsü duy­ mamis ve bu saf gölle yetinmekte olan sayisiz  ördek ve kazla dolu bir sekilde, sisin ve güney rüzgarinin eslik ettigi hafif bir bahar yagmuruyla çözülüyordu. Ta o zamandan yükselmeye ve alçalmaya baslamisti; sularini berraklastirmis, bugünkü renklerine boyamis­ ti. Dünyadaki tek Walden Gölü, göksel çiglerin tek damiticisi olma hakkini elde etmisti. Kim bilir unutul­ mus kaç ulusun edebiyatinda Kastalia Çesmesi olarak bilinmisti? Ya da Altin Çag'da üzerinde hangi periler yasamisti ? Bu göl, Concord'un tacini süsleyen ilk de­ gerli su tasidir.

Belki  de bu  pinara  ilk  gelenler arkalarinda ayak

izlerini birakmistir. Gölün çevresinde dalanirken sik bir agaçligin kesilmis oldugu yerlerde bile, dik tepe yamacinda yer alan, bir yükselip bir alçalan, suyun kenarina bir yaklasan bir uzaklasan, muhtemelen bu-

rada yasamis olan insan soyu kadar eski, yerli avci­ larin ayaklariyla asinmis, hala bu topraklarin simdiki sakinleri tarafindan farkinda olmadan zaman zaman asindirilmaya devam eden dar bir patika kesfedip sa­ sirmistim. Bu patika özellikle kisin, hafif bir kar yagi­ sinin ardindan gölün ortasinda duran biri tarafindan rahatlikla görülebilir. Yabani otlar ve dal parçalariyla gizlenmemis, açikça görülebilen, inisli çikisli bu beyaz çizgi bir çeyrek mil uzaktan gayet rahatça fark edilebi­ lir, fakat yazin yakindan bakildiginda bile zar zor gö­ rülebilir. Kar sanki açik, beyaz bir kabartmaymis gibi patikayi yeniden basar. Bir gün burada insa edilecek olan villalarin süslü zeminlerinde bile bu patikanin izi kalacaktir.

Göl yükselir ve alçalir; fakat bunun düzenli olup olmadigini, hangi dönemlerde gerçeklestigini kimse bilmez, gerçi hep oldugu gibi birçok kisi bunu bili­ yormus gibi yapar. Göl genelde kisin  daha yüksek ve yazin daha alçaktir, fakat bunun genel islaklik ve kurulukla ilgisi yoktur. Gölün kiyisinda yasadigim za­ mankinden bir ya da iki ayak alçak ve bes ayak yüksek oldugu zamanlari hatirliyorum. Gölün içine uzanan, bir yaninda suyun çok derin oldugu bir kum seridi vardir. 18 24 yili civarinda, bu kum seridinin ana ki­ yidan otuz metre kadar uzaginda bir tencere çorba pisirmistim, yirmi bes yildir bunu bir daha yapmak mümkün olmadi. Öte yandan birkaç yil önce bildik­ leri tek kiyidan yetmis bes metre içeride bulunan issiz bir kayda (Burasi uzun zaman önce bir çayir halini almis.) kayikla balik tuttugumu söyledigimde arkadas­ larim beni kuskuyla dinlerlerdi. Ancak göl iki yildir düzenli olarak yükseliyor; su anda, 1852 yazinda ora-

213

214

da yasadigim zamankinden bes ayak daha yukarida, yani otuz yil önceki yüksekliginde; bahsettigim çayir­ da hala balik tutuluyor. Bu, disarida, alti ya da yedi ayaklik bir seviye farki anlamina geliyor; fakat yine de etraftaki tepelerden dökülen suyun miktari oldukça azdir, bu su akisi derin kaynaklari etkileyen nedenlere baglanmalidir. Bu yaz göl yine alçalmaya basladi. Dö­ nemsel olsa da olmasa da, bu yükselip alçalmanin ta­ mamlanmasinin yillar almasi oldukça dikkat çekicidir. Bir yükselmeye ve kismen iki alçalmaya tanik oldum, gölün önümüzdeki on iki ya da on bes yil boyunca da bildigim kadar alçak olacagini tahmin ediyorum. Su giris ve çikislarinin düzensizligi de hesaba katilirsa, bir mil doguda yer alan Flints' Gölü ve daha küçük olan diger göller de Walden'a uyum saglamis ve en yüksek su seviyelerine Walden'la beraber ulasmislar­ dir. Aynisi, gözlemledigim kadariyla, Beyaz Göl için de geçerlidir.

Walden'in uzun araliklarla yükselip alçalmasi en azindan su ise yarar: Bu yükseklikte bir yil ya da daha fazla zaman kalan su, etrafinda yürümek güçlesse de, önceki yükselmeden beri kiyisinda bitmis olan çali ve agaçlari, çirali çamlari, hus agaçlarini, kizilagaçlari, toz agaçlarini ve digerlerini öldürür ve geri çekildigin­ de düz bir kiyi birakir. Günlük gelgitler yapan diger göl ve sularin aksine, Walden'in kiyisi su en alçak sevi­ yedeyken en temiz halini yasar. Gölün evimin yanin­ daki kiyisinda on bes ayak yüksekligindeki agaçlar bir manivelayla sökülmüs gibi yere devrilmis, böylelikle gasplarina bir son verilmis. Gölün bu seviyeye kadar en son ne zaman yükseldigi agaçlarin boyutlarina ba­ kilarak anlasilabiliyor. Göl bu yükselip alçalmayla kiyi

üzerindeki hakkini ilan etmektedir, böylece kiyi ke­ silip biçilir ve agaçlar mülkiyet hakkiyla kiyiya sahip olamazlar. Bu kiyilar gölün dudaklaridir, üzerlerinde hiç saka! bitmez. Göl zaman zaman dudaklarindaki çatlaklari yalar. Su yükseldiginde kizilagaçlar, sögütler ve akçaagaçlar, kendilerini korumak için suyun içinde yer alan gövdelerinin her tarafindan çikan birkaç ayak uzunlugundaki lifli kiz_ilköklerini yayarlar. Bu kökler yerden üç ya da dört ayak kadar yükselir. Ayrica, ge­ nelde meyve vermeyen kiyidaki yüksek yalianinersini çalilarinin bu dönemlerde gayet bol meyve verdigini fark etmisimdir.

Kimileri, kiyinin bu kadar düzenli bir sekilde düzlesmis olmasina sasirir. Hemserilerim geleneksel hikayeyi duymustur tabii ki, kasabanin en  yaslilari bu hikayeyi gençliklerinde duymus olduklarini söy­ ler. Hikayeye göre; çok eskiden yerliler buradaki bir tepe üzerinde toplanti yapiyormus. Göl su anda ne kadar derinse, bu tepe de o zamanlar o kadar yük­ sekmis. Anlatildigina göre, yerliler kutsal seylere say­ gisizlik yaparlarmis; gerçi bu hiçbir zaman yeriiierin günahlarindan biri olmamistir ya neyse. Bir gün yine toplanti yapadarken tepe salianmis ve aniden çöke­ rek suya batmis ve yalnizca Walden adinda yasli bir yerli kadin kaçabilmis, gölün adi da bu yasli kadindan geliyormus. Tepe sallandiginda bu taslarin yamaçta yuvarlandigi ve gölün kiyisini olusturdugu söylenir. Her halükarda eskiden burada bir göl olmadigi, sim­ diyse oldugu gayet açiktir. Bu yerli masali, daha önce bahsettigim eski yerlesirncinin anlattiklariyla hiçbir sekilde çelismiyor. Bu yerlesirnci elinde su arama çu­ buguyla buraya ilk geldiginde çimenierden yükselen

215

216

ince bir buhar gördügünü, elindeki findik agacindan yapilmis çubugun sabit bir sekilde asagiyi gösterdigi­ ni ve burada bir kuyu kazmaya karar  verdigini  çok iyi hatirliyor. Tasiara gelince, çogu kisi taslarin olusu­ munun tepelere çarpan dalgalara baglanamayacagini düsünüyor; fakat etraftaki tepelerin de ayni türden taslarla dolu oldugunu, bu yüzden demiryolunun göle en yakin geçtigi noktada raylarin iki yaninda o taslari bir yigin halinde dizrnek zorunda kaldiklarini gözlem­ ledim. Ayrica, kiyinin en dik yerlerinde daha fazla tas bulunmakta; bu yüzden, maalesef, bu benim için bir gizem olmaktan çikti. Kiyiyi düzelten kisiyi buldum. Gölün adi Ingiltere'deki bir yöreden, örnegin Saffron Walden'dan, gelmiyorsa orijinal isminin Walled-in '' Gölü oldugunu düsünebiliriz.

Göl  benim  kazilmis,  hazir kuyumdu. Yilin dört

ayi boyunca suyu, saf oldugu kadar hep soguktu da; o zamanlar kasabadaki sular kadar iyi, hatta kasabanin en iyi suyu oldugunu düsünüyordum. Kisin havayla temas eden tüm su,  havadan  korunan  kaynaklarin  ve kuyularin suyundan daha soguktu. 6 Mart 1846 günü, ögleden sonra saat besten ertesi günün ögle sa­ atine kadar oturdugum odada kalmis olan göl suyu, termemetre kismen çatiya vuran günes yüzünden za­ man zaman 65-75 Fahrenhayti gösterse de,  genelde 42 Fahrenhaytti, yani kasabanin en soguk kuyularin­ dan yeni çekilmis olan sudan bir derece daha soguktu. Kaynayan Pinar 'in sicakligi ayni gün 45 Fahrenhaytti, bu pinarin suyu sicakligini ölçmüs oldugum sularin en sicagi olsa da, yazin, sig ve durgun sular karismamis oldugu müddetçe, en soguk olan pinarlardan biriydi. Dahasi, Walden Gölü derinliginden dolayi, yazin gü-

nes alan diger sular kadar çok isinmaz. En sicak hava­ larda genelde kilerime bir kova dolusu su koyardim, bu su gece sogur ve gün boyunca da soguk kalirdi. Yakinlardaki bir kaynaktan da ara sira su alirdim. Bu sular, bir hafta sonra bile ilk günkü kadar taze kalirdi ve asla pompa tadi almazdim. Yazin bir göl kenarin­ da bir hafta boyunca kamp yapacak olan kisi, gölge bir yerde açtigi birkaç ayaklik bir çukura bir kova su gömdügü sürece, buza hiç ihtiyaç duymayacaktir.

Walden'da yedi pound gelen bir turna baligi ya­ kalanmistir; büyük bir hizla makarayi kapip götürmüs olan bir baskasindan hiç bahsetmiyorum bile. Balikçi baligi görmemis oldugu için makarayi sekiz pound'a göre ayarlamis. Onun disinda tatli su levregi, yayin baligi, gümüs baligi, kizilkanat (Leuciscus pulchellus), birkaç çipura ve yilan baligi da avlanir. Hatta yilan baliklarindan bir tanesi dört pound geliyormus; bu kadar net konusabiliyorum çünkü genelde bir baligin ünü agirligindan gelir ve burada baska yilan baligi ya­ kalandigini duymadim. Ayrica bes inç uzunlugunda, yanlari gümüsi, sirti yesilimtirak, biraz gümüs baligina benzeyen küçük bir baligi da hayal meyal hatirliyo­ rum. Bu baliktan anlattiklarimi masala baglayabilmek için bahsediyorum. Her neyse, göl balik açisindan pek verimli degildir. Baslica iftihari, çok miktarda çikmasa da, turna baligidir. Bir seferinde, en az üç farkli türden turna baliginin buz üstünde yattigini görmüstüm; biri irmakta yakalananlara benzeyen, uzun ve yassi, çe­ lik renkliydi; biri burada en çok yakalanan türdendi, parlak altin bir rengi ve yesilimtirak yansimalari var­ di, dikkat çekici bir derinlige sahipti; digeri ise altin renkliydi, öncekine benzer bir sekli vardi, yanlarinda

217

218

küçük koyu kahverengi ya da siyah, ara ara birkaç so­ luk kan kirmizi renkte noktalada bezeliydi ve bir ala­ haliga benziyordu. Reticulatus * '? ismi bunlar için pek uygun degildi, isimleri daha ziyade uttatus'? olmaliydi. Bunlarin hepsi oldukça siki baliklardi, büyüklükleri­ ne oranla daha agirdilar. Gölün suyu daha saf oldugu için, göldeki gümüs baliklari, yayin  baliklari  ve  tat­ li su levrekleri, hatta bu gölde yasayan tüm baliklar, irmaktakilerden daha temiz, güzel ve siki etliydi ve irmak baliklarindan rahatlikla ayirt edilebiliyorlardi. Muhtemelen, bu göldeki baliklarin bir kismini yeni cins baliklar olarak siniflandiracak birçok balik bilim­ ci vardir. Ayrica temiz cinsten az kasli kurbagalar ve kaplumbagalar da vardi; misk siçanlari ve vizonlar iz­ lerini birakir, gezgin bir çamur kaplumbagasi ara sira bu izleri takip ederdi. Bazen, sabahlari kayigiini suya indirdigimde, geceleyin altina kendini gizlemis olan büyük bir çamur kaplumbagasini rahatsiz ederdim. Ördekler ve kazlar bahar ve güz mevsiminde gölü zi­ yaret eder, ak karinli kirlangiçlar (Hirundo bicolor) gölün üstünde seker, yaliçapkinlari gölün etrafinda öter, benekli çulluklar  (Totanus  macularius)  bütün yaz boyunca gölün tasli kiyilarinda dolasirlardi. Ba­ zen suyun üstündeki bir akçamin üstünde oturan bir balik kartalim rahatsiz ederdim, fakat Fair Haven'da oldugu gibi göle bir marti kanadi hiç degmis midir bilmiyorum. Gölü çogunlukla yilda en fazla bir dal­ giçkusu ziyaret ederdi. Bu zamana kadar göle ugramis olan en kayda deger hayvanlar bunlardir.

Sakin bir havada bir kayigin üzerindeyken, kumlu

dogu kiyisina yakin, suyun sekiz ila on ayak derinlikte oldugu yerde ve gölün diger bazi kisimlarinda etrafla-

ri kurola kapli, çapi alti ayak, yüksekligi bir ayak olan, bir tavuk yumurtasindan daha küçük taslardan olusan dairesel öbekler görebilirsiniz. I lk olarak, yeriiierin bu taslari bir amaç için buzun üstüne koymus olabile­ cegini, daha sonra buz eridiginde ise bu taslarin dibe batmis olabilecegini düsünürsünüz; fakat taslar bunun için çok düzenli ve yeni görünür. Bu taslar irmaklar­ daki tasiara benzer, ama burada hiç vantuz baligi  ya da bufa baligi bulunmadigi için hangi baliklarin eseri olduklarini bilmiyorum. Bunlar belki de chivin baligi­ nin yuvalaridir. Bu taslar gölün tabanina hos bir gizem katar.

Kiyi, tekdüze olmayacak kadar düzensizdir. Gö­ zümde derin körfezlerle dolu bati kiyisi, daha dik olan kuzey kiyisi, art arda siralanan burunlarin birbiri üze­ rine binip aralarindaki kesfedilmemis koylari gizledigi güzelce islenmis güney kiyisi canlaniyor. Orman hiç­ bir zaman, suyun hemen yanindan yükselen tepele­ rin arasindaki küçük bir gölün ortasindan görüldügü kadar iyi bir konuma ve olaganüstü güzel bir man­ zaraya sahip olmamistir; çünkü üzerinde yansidigi su yalnizca bu görüntü için harika bir ön plan saglamakla kalmaz, kavisli kiyisiyla en dogal ve hos çerçeveyi de çizer. Ormanin etrafindaki bu kenarda ne bir çiglik ne de bir eksiklik vardir, bir yaninda baltanin temizledigi kisim öte yaninda ise ormana bitisik ekili bir tarla var­ dir. Agaçlarin büyümesi için su tarafinda yeterli alan vardir; her agaç en canli dalini o yöne uzatir. Doga orada, dogal bir kenar dokumustur; göz yavas yavas kiyidaki bodur meselerden en yüksek agaçlara kadar yükselir. Insan elinin izine çok az rastlanir. Su bin yil önceki gibi yikar kiyilari. Bir göl manzaranin en güzel

219

220

ve etkileyici parçasidir, dünyanin gözüdür. Bu gözün içine bakan kisi, kendi dogasinin derinligini ölçer. Ki­ yidaki agaçlar bu gözü çevreleyen ince kirpiklerdir, gölün çevresindeki ormanlik tepeler ve kayaliklar ise üstündeki kaslardir.

Sakin bir Eylül ögleni, gölün dogu ucundaki pü­ rüzsüz kumlu sahilde dururken hafif bir pusun karsi kiyiyi bulaniklastirmasiyla "gölün camsi yüzeyi" ifade­ sinin nereden geldigini anladim. Basinizi çevirdiginiz­ de yüzey, hos bir örümcek aginin vadi boyunca uzan­ mis ipligine benziyordu ve atmosferin bir katmanini digerinden ayirarak uzaktaki çam ormaniarina karsi parildiyordu. Yüzeyin altindan, hiç  isianmadan kar­ si tepelere kadar yürüyebileceginizi, yüzeyin üstünde seken kirlangiçlarin yüzeye tüneyebilecegini düsünü­ yordunuz. Gerçekten de kirlangiçlarin bazen sanki yanlislikla hattin altina daldigi, daha sonra uyandigi görülürdü. Gölün üzerinden batiya baktiginizda, göz­ lerinizi hem yansiyan günesten hem de gerçek günes­ ten korumak için iki elinizi de kullanmaniz gerekir­ di; çünkü ikisi de ayni derecede parlakti. I ki günesin arasindan gölün yüzeyini dikkatlice incelediginizde, yüzeyin kelimenin tam anlamiyla cam gibi pürüzsüz oldugunu görürdünüz; yalnizca bütün gölün üstüne esit araliklarla yayilmis, güneste yaptiklari hareketler­ le hayal edilebilecek en hos kivilcimlari çikartarak ka­ yan böcekler, belki tüylerini düzelten bir ördek ya da söyledigim gibi suya dakunacak kadar alçaktan seken kirlangiçlar bu pürüzsüzlügü bozardi. Uzakta, havada üç ya da dört ayak yüksekte bir yay çizen bir balik olurdu, ortaya çiktigi yerde ve geri suya döndügü yer­ de bir panlti görülürdü ; bazen gümüsi yayin tamami

gözler önüne serilirdi. Ya da belki, orada burada, bir devedikeni suyun üstünde yüzer, baliklarin ok gibi atilmasiyla yeniden suya gömülürdü. Göl sogutulmus ama katilasmamis cam eriyigine benzerdi, üstündeki tanecikler camdaki kusurlar gibi saf ve güzel görünür­ dü. Ara sira, suyun geri kalanindan görünmez bir agla ayrilmis, daha pürüzsüz ve koyu bir su fark ederdiniz, sanki su perileri bu su parçasinin üzerinde dinleniyor gibi gelirdi. Bir tepeden gölün herhangi bir kisminda siçrayan bir baligi görebilirsiniz, çünkü hiçbir turna ya da gümüs baligi bütün gölün dengesini açikça boz­ madan, pürüzsüz yüzeydeki bir böcegi yakalayamaz. Bu basit olayin böyle incelikli bir sekilde ilan edilme­ si harika bir seydir, bu  balik cinayeti  açiga  çikacak­ tir ve uzaktaki tünegimden çapi otuz metreye varan halkalar halindeki dalgalanmalari görebilirim. Hatta bir çeyrek mil uzaktan, bir su böceginin (Gyrinus) pü­ rüzsüz yüzeyin üstünde durmak bilmeyen ilerlemesini bile fark edebilirsiniz; su hafifçe kirisir, iki ayri çiz­ giyle birlesen belirgin bir dalgalanma meydana gelir. Fakat suyun üzerinde sessizce süzülen kayan böcek­ ler suda algilanabilir bir dalgalanma yaratmaz. Yüzey epeyce hareketlendiginde ise üzerinde ne bir kayan böcek ne de bir su böcegi görülür; fakat sakin günler­ de bu böcekler siginaklarini terk eder ve gölün tama­ mini kaplayana kadar kisa hareketlerle suyun üzerin­ de maceraci bir sekilde süzülürler. Günesin sicakligini tamamen hissettirdigi güzel sonbahar günlerinden birinde, böyle yüksek bir yerdeki kütüge oturup gölü yukardan izlemek, gögün ve agaçlarin yansimalarinin ortasinda aksi takdirde görünmez olacak olan göl yü­ zeyinde biteviye bir sekilde meydana gelen dalgalan-

22 1

222

malari izlemek gayet huzur veren bir ugrastir. Tipki su dolu bir vazo sarsildiginda titreyen dairderin kenarla­ ra ulasinaya çalismasindan sonra suyun tekrar düzel­ mesi gibi, bu harika genisligin üstünde meydana gelen kirisikliklar da hemen yatisip düzlesir. Böyle halkalar yaratmadan ne bir balik siçrayabilir ne de bir böcek suyun üzerine düsebilir; pinarin sürekli su fiskirtma­ si, hayatin hafif nabiz atislari, gögsün kalkip inmesi kadar güzeldir. Mutlulugun titreyisleri ve acinin titre­ yisleri birbirinden ayirt edilemez. Gölün harikalari ne kadar huzur vericidir! I nsanin eserleri yine, bahardaki gibi isildiyor. Evet, bu ikindi vakti her bir yaprak, dal, tas ve örümcek agi bahar sabahinda çigle islanmis gibi panltilar saçiyor. Bir küregin ya da böcegin her ha­ reketi iSik gibi parliyor ve bir küregin suya düsüsü o kadar tatli yanki yapiyor ki !

Eylül ya da Ekim ayinda, böyle bir günde Walden ormanin mükemmel bir aynasi olur. Gölün etrafinda­ ki taslar, gözüme ender bulunan taslar kadar degerli görünür. Belki de yeryüzünde bir göl kadar hos, saf ve ayni zamanda genis bir sey daha yoktur. Gökyüzü suyu. Çite ihtiyaci yoktur. Uluslar onu kirletmeden gelip geçer. Hiçbir tasin çatlatamayacagi bir aynadir, sirri hiçbir zaman asinmaz, yaldizlari doga tarafindan sürekli onarilir, her daim taze olan yüzeyini ne bir fir­ tina ne de toz bulandirabilir, bu aynaya sunulan tüm kirli seyler dibe batar, günesin bugulu firçasiyla - isik­ tan yapilmis toz beziyle - süpürülüp temizlenir, üze­ rinde alinmis hiçbir nefes kalmaz, kendi nefesini bulut gibi gökte süzülmesi ve kendi gögsünde yansimasi için yükseklere gönderir.

Bir su kütlesi, havada mevcut olan ruhu ortaya çi-

karir. Sürekli olarak yukaridan yeni yasam ve hareket alir. Dogasi yer ve gök arasindaki bir geçise benzer. Toprakta yalnizca çImenler ve agaçlar dalgalanir, öte yandan rüzgarla dalgalanan suyun kendisidir. Melte­ min nerede suya degdigini isigin biraktigi ince izden anlayabilirim. Gölün yüzeyine böyle bakabilmemiz çok ilginç. Belki de sonunda havanin yüzeyine de bu sekilde bakabilecek ve sakli ruhlarin nerede dolastigi­ ni tespit edebilecegiz.

Kayan böcekler ve su böcekleri Ekim ayinin ikin­ ci yarisinda, sert donlar yasaninaya basladiginda or­ tadan kaybolur, Kasim ayinda genelde sakin  geçen bir günde gölün yüzeyini dalgalandiracak hiçbir sey görülmez. Birkaç gün süren yagmur firtinasinin sona erdigi sakin bir Kasim ögleninde, gökyüzü hala ka­ paliyken ve hava sis doluyken, gölün dikkat çekecek kadar pürüzsüz oldugunu gözlemledim. Su o kadar durgundu ki yüzeyi ayirt etmek oldukça zordu. Göl, artik Ekim ayinin parlak renklerini degil de etraftaki tepelerin Kasim ayina özgü kasvetli renklerini yansi­ tiyordu. Suyun üstünde mümkün oldugunca aheste hareket ediyor olsam da, kayigiinin yarattigi dalgalan­ malar görebildigiince uzaga yayiliyor ve yansirnalara dalgali bir görünüm veriyordu. Yüzeye bakarken, san­ ki dondan kurtulmus olan birkaç kayan böcek toplan­ mis ya da pürüzsüz olan göl dipten çikan bir kaynagin yerini açik etmis gibi, orada burada soluk bir panlti görüyordum. Bu yerlerden birine dogru yavasça kü­ rek çektigimde, kendimi küçük tatli su levreklerinden olusan bir sürünün arasinda bulup sasirdim. Bes inç uzunlugunda, zengin bir bronz rengine sahip bu ba­ liklar yesil suyun içinde oynasiyor, yüzeye çikip dali-

223

224

yor ve artlarinda kabarciklar birakiyordu. Bulutlar bu kadar seffaf ve dipsiz görünen suda yansirken sanki bir balondaymis da bulutlarin arasinda, havada uçu­ yormus gibi görünüyordum. Yüzen baliklar sanki tam altimda, sagdan ve soldan geçen kus sürüleriymis gibi geliyordu, yüzgeçleri açilmis yelkeniere benziyordu. Gölde böyle birçok sürü vardi ; kis üstlerincieki genis gökyüzünü buzla kaplamadan önce bulduklari kisa dönemi degerlendiriyor, yüzeye sanki hafif bir mel­ tem degmis ya da birkaç yagmur damlasi düsmüs gibi bir görüntü veriyorlardi. Dikkatsizce yaklasip onlari korkuttugumda, sanki biri suya yaprakli bir dalla vur­ mus gibi kuyruklariyla su siçratir ve ani bir dalgalan­ ma yaraurlardi ve hemen derinlere kaçip siginirlardi. Sonunda rüzgar çiktiginda, sis yogunlasip dalgalar arttiginda levrekler daha yükseklere siçrardi, baligin yarisi suyun üstüne çikardi ve gölün yüzeyini üç inç büyüklügünde yüzlerce siyah nokta kaplardi. Bir yil, S Aralik kadar geç bir tarihte, gölün yüzeyinde bazi çukurlar gördüm, hava sisle kapliydi, aniden sert bir yagmur baslayacak diye düsündüm. Aceleyle kürek­ Iere · geçtim ve eve dogru kürek çekmeye basladim. Daha yanagima bir yagmur damlasi bile degmemis ol­ masina ragmen, yagmur çoktan hizlanmaya baslamis gibi görünmüs ve sirilsiklam islanacagimi düsünmüs­ tüm. Ancak, çukurlar birden bire ortadan kayboldu. Çukurlarin sebebi levreklermis. Küreklerimden çikan sesle ürken baliklarin yavasça kayboldugunu gördüm ve böylece kuru bir ögleden sonra geçirdim.

Bu gölü altmis yil kadar önce, etrafindaki orman­

lada kararmis bir haldeyken, sik sik ziyaret etmis olan yasli bir adam, o günlerde gölün ördeklerle ve diger su

kuslariyla dolu ve canli oldugunu, çevresinde birçok kartal in uçtugunu anlatir. Buraya balik tutmaya gelir ve kiyida bulmus oldugu eski bir kanoyu kullanirmis. Topraktan kazilip çikarilmis ve birbirine eklenmis olan iki akçam kütügünden imal edilmis ve her iki ucu da kare olacak sekilde kesilmis bir kanoymus. Olduk­ ça dengesizmis, fakat su alip batinadan önce birçok yil dayanmis. Bu kanonun kimin oldugunu bilmiyordu, göle aitmis. Ceviz agaci kabugundan seritleri birbi­ rine baglayarak çapasi için ip yaparmis. Devrimden önce gölün kiyisinda yasamis olan yasli bir çömlekçi, bir seferinde gölün dibinde demir bir sandik oldugu­ nu, o sandigi görmüs oldugunu söylemis. Bu sandik ba:i;en kiyiya kadar yüzerek gelirmis, fakat sandiga yaklastiginda suyun derinliklerine geri döner ve göz­ den kaybolurmus. Ayni malzemeden fakat daha zarif bir sekilde yapilmis bir yerli kanosunun yerini almis olan, belki de göl kiyisinda bir agaçken suya düsüp orada bir nesil boyunca yüzmüs olan bu eski kano­ nun hikayesini dinledigime memnun olmustum, göl için en uygun vasita bu kanoydu. Gölün derinliklerine ilk baktigimda, ya çok eskiden yikilmis ya da odunun daha ucuz oldugu önceki kesim döneminde buz üze­ rinde birakilmis olan birçok büyük kütük görmüstüm, fakat bunlarin çogu kaybolup gitti.

Walden gölü üzerinde ilk kez kürek çektigimde, göl siki ve yüksek çamlarla ve meselerle çevrelenmis­ ti, kimi koylarinda üzüm asmalari suyun kenarinda­ ki agaçlarin üstünden sarkmis ve altindan bir kayigin geçebilecegi çardaklar olusturmustu. Gölün kiyilarini olusturan tepeler o kadar dik, üstlerindeki agaçlar o kadar yüksekti ki bati ucundan baktiginizda göl bir

225

226

orman gösterisinin sergilendigi bir amfi tiyatroya benzerdi. Gençlik yillarimda, gölün üstünde rüzgarin gönlüne göre süzülerek, bir yaz günü ögleden önce kayigiini gölün ortasinda demirleyerek içine sirtüstü uzanip uyanikken rüya görerek saatler geçirmisimdir. Kayigin kuma dokunmasiyla uyanir, kaderimin beni hangi kiyiya getirdigini görmek için dogrulurdum. Aylakligin en çekici ve üretken is oldugu günlerdi. Birçok günün ögle öncesi saatlerini bu sekilde çalmis, günün en degerli kismini bu sekilde geçirmisimdir; çünkü para açisindan olmasa da günesli saatler  ve yaz günleri açisindan zengindim ve bu zenginligiinI savurganlikla harcardim. Bu saatleri bir atölyede ya da ögretmen masasinda harcamadigima da hiç pisman degildim. Ancak bu kiyilardan ayrildigimdan beri oduncular orayi bir harabeye çevirdiler, birkaç yildan beri ormanin koridorlarinda gezinmek ve agaçlarin arasindan suya bakmak mümkün degil. Bundan böy­ le ilham perim suskun kalirsa mazur görülmeli. Yuva belledikleri korular kesilirken kuslarin ötmesini nasil bekleyebilirsiniz?

Gölün  dibinde  yatan  agaç  gövdeleri,  eski tahta

kano ve gölü çevreleyen karanlik ormanlar artik yok ve gölün nerede oldugunu dahi bilmeyen kasabalilar yikanmak veya su içmek için göle gitmek yerine, gö­ lün en az Ganj nehri kadar kutsal sayilmasi gereken suyunu kasahaya bir boruyla getirmeyi ve bu suyla bu­

lasiklarini yikamayi, Walden'a bir vanayi çevirerek ya da bir tipayi çekerek kavusmayi düsünüyorlar! Kulak tirmalayan kisnemesi kasabanin her yerinden duyulan o seytani Demir At, Kaynayan Pinar'i toynaklariyla kirletti, Walden'in kiyisindaki tüm ormanlari yiyip

bitirdi; parali Yunan askerlerinin icat ettigi, karninda bin adam saklayan o Truva ati ! Bu siskin bas belasini Derin Yarik'ta karsilayacak ve kaburgalarinin arasina bir intikam mizragi sapiayacak olan ülkenin sampiyo­ nu, Moore Salonu'nun Moore'u nerede ?

Bununla birlikte, tanidigim karakterler arasinda, muhtemelen safligini en iyi tasiyan ve en iyi koruyan Walden'dir. Birçok insan ona benzetilmistir, fakat çok azi bu onuru  hak eder.  I lk olarak oduncular agaçla­ ri kesip kiyiyi soymus, daha sonra I rlandalilar kiyida ahirlarini insa etmis, demiryolu gelip gölün sinirlarina dayanmis ve üstüne buzcular bir kez daha gölü talan etmis olsa da gölün kendisi degismeden, genç göz­ lerimin görmüs oldugu göl olarak kalmisti; degisen sadece ben olmustum. Tüm dalgalanmalardan sonra bile tek bir kirisiklik kalmamis. Daimi olarak gençtir, eskiden oldugu gibi kiyisinda dikilip bir kirlangicin bir böcek kapmak için üstünden dalis yaptigini göre­ bilirim. Sanki yirmi yil kadar önce neredeyse her gün tanik olmamisim gibi, bu gece dikkatimi çekti : Iste Walden, yillar önce kesfetmis oldugum ayni ormanlik alan; geçen kis bir ormanin kesilmis oldugu yerde her zamanki canliligiyla yeni bir orman bitiyor, o zamanki ayni düsünce yeniden göle doluyor, hem kendisi hem de yaraticisi için ayni sivi mutluluk ve nese ... Evet, be­ nim için de olabilir. Süphesiz içinde hiçbir hilekarlik olmayan, cesur bir adamin eseri ! Bu suyu kendi eliyle toplamis, düsüncesinde derinlestirip aritmis ve vasiye­ tinde Concord'a miras birakmis. Yüzünde, ayni yan­ simalar tarafindan ziyaret edilmis oldugunu görüyo­ rum; neredeyse diyecegim ki Walden, sen misin?

227

Bu benim rüyam degil, Bir çizgiyi süsleyen;

Tanri'ya ve Cennete daha yakin olarnam Walden'da yasadigimdan.

Tasli kiyisiyim onun

Ve üstünden geçen esinti Avucumun içinde

Suyu ve kumu

Ve en derin siginagi Düsüncelerimde.

228

Vagonlar göle bakmak için hiç duraklamaz; yine de makinistlerin, atesçilerin, frencilerin ve dönemlik bileti olup da gölü sik sik gören yolcularin bu man­ zara için daha uygun oldugunu düsünüyorum. Maki­ nist, ya da makinistin dogasi, gece olunca bu sükunet ve saflik manzarasini gün içinde en azindan bir kere görmüs oldugunu unutmaz. Bir kez görülmüs olsa bile State Sokagi'nin ve motorun isini temizlerneye yardim eder. Buna "Tanri'nin Damlasi" adini verebiliriz.

Watden'in görünürde bir su girisi ya da çikisi ol­ madigini söylemistim, fakat bir yandan daha yüksek­ te kalan Flints' Gölü'ne küçük göllerden olusan bir zincirle dalayli olarak, öte yandan alçakta yer alan Concord irmagi'na benzer göllerden olusan bir zin­ cirle daha dogrudan ve görünür bir biçimde baglanir. Baska bir jeolojik dönemde irmak bu  göllerin yeri­ ne akmis olabilir ve Allah korusun, biraz kazi yapil­ sa yine burada akinaya baslayabilir. Ormanda böyle münzevi gibi, uzaklara çekilmis ve sade bir sekilde bu kadar uzun süre yasadiktan sonra olaganüstü bir saflik kazanmistir. Flints' Gölü'nün kirli sulariyla karisacak

ya da tatliligini okyanus dalgalari arasinda harcayacak olsaydi kim pisman olmazdi ki ?

En büyük gölümüz ve iç denizimiz olan Flints' ya da Kumlu Göl Lincoln'de, Walden'un bir mil kadar dogusunda bulunur. Çok daha büyüktür, yüz doksan yedi akrelik bir yer kapladigi söylenir ve balik açi­ sindan daha verimlidir; fakat Walden'a kiyasla daha sig ve kirlidir. Oradaki ormanda yaptigim yürüyüsler hosça vakit geçirmeinI saglamistir. Yalnizca rüzgari özgürce yanaginizda hissetmek, dalgalari izlemek ve denizcilerin yasamini hatirlamak için bile oraya ka­ dar gitmeye degerdi. Sonbaharda, rüzgarli günlerde oraya kestane toplamaya giderdim. Kestaneler suya düser ve ayagirnin dibine sürüklenirdi. Bir gün, gölün sazlarla kapli kiyisinda sürünürken ve gölden siçrayan taze sular yüzüme çarparken, bir kayigin çürüyen en­ kazma rastladim, kenarlari çoktan gitinIstI ve sazlarin arasinda yalni zca düz tabaninin izinden biraz fazlasi kalmisti. Fakat modeli, sanki çürüyen bir taban gibi damadariyla beraber ortadaydi. Deniz kiyisinda hayal edilebilecek bir enkaz kadar etkileyici ve ulviydi. Bu zamana kadar küflenmis bitki gibi görünmeye basla­ misti, sazlar ve zambaklada dolu olan göl kiyisindan ayirt edilemeyecek hale gelmisti. Gölün kuzey ucun­ daki kumlu zeminde suyun  basinciyla ayaklara sert ve siki gelmeye baslamis olan dalga izlerini ve dalga izlerine denk gelen, dalgali bir tek sira olusturacak sekilde art arda büyümüs olan sazlari görmek çok ho­ suma giderdi . Sanki bu sazlari dalgalar ekmisti . Ayrica burada büyük miktarda tuhaf toplar da bulmustum. Ince çim ya da pipo otu gibi bir otun köklerinden olusmus, yarim inçten dört inçe kadar degisen çap-

229

23 0

larda ve kusursuz bir küre sekline sahip bu toplar sig suyun içinde, kumlu zeminin üzerinde bir ileri bir ge­ riye yüzüyor ve bazen kiyiya vuruyordu. Ya tamamen ottan olusuyarlardi ya da ortalarinda bir miktar kum bulunuyordu. I lk basta, çakil taslari gibi, dalgalarin hareketiyle ortaya çiktiklarini düsünürdünüz; fakat yarim inç büyüklügündeki en küçükleri bile ayni kaba malzemeden olusuyordu ve yilin yalnizca tek bir mev­ siminde meydana geliyorlardi. Ayrica, dalgalarin yeni bir sey olusturmaktansa zaten sekil almis bir malze­ meyi asindirdiklarini düsünüyorum. Bu toplar kuruy­ ken sekillerini uzun bir süre muhafaza ediyordu.

Flints' Gölü ! Isimlendirme yetenegimiz iste bu kadar fakir. Kirli ve aptal çiftçi bitisigine çifdigini kurmus, kiyilarini acimasizca talan etmis oldugu bu göle hangi hakla adini veriyor? Üstünde kendi arsiz suratini görebildigi bir dolarin ya da parlak bir sen­ tin yansiyan yüzünü daha çok seven, göle yerlesmis olan yabani ördeklerin bile haneye tecavüz ettigini düsünen, bir seyleri acimasizca kavrama aliskanligi yüzünden parmaklari egri bügrü ve sert pençelere dönüsmüs olan cimri biri tarafindan adlandirilmis­ tir, yani benim için isimsiz bir göldür. Oraya gölü hiç görmemis, gölde hiç yikanmamis, gölü hiç sevmemis, hiç korumamis, gölden hiç iyi bir sekilde bahsetmemis ve Tanri'ya gölü yarattigi için hiç sükretmemis birini görmeye ya da dinlemeye gitmiyorum. Bunun yerine birakin; içinde yüzen baliklardan, oriu ziyaret eden su kuslarindan ya da dört ayaklilardan, kiyilarinda biten yabani çiçeklerden, tarihinin ipligi gölün tarihiyle be­ raber dokunmus olan vahsi bir adamdan ya da çocuk­ tan alsin ismini, benzer zihniyetteki bir komsusundan

ya da devletten aldigi tapu disinda gölün üzerinde hiçbir hakki bulunmayan birinden degil. Bu kisi gölün yalnizca parasal degerini düsünür; varligiyla belki de tüm kiyiyi lanetlemistir, gölün çevresindeki topraklari çoraklastirmistir, içindeki suyu da tüketmeye bayila­ caktir. Gölün I ngiliz samaniyla ya da yalianinersini çayirlariyla dolu olmadigina üzülür. Onun gözünde gölün hiçbir degeri yoktur, gölün tabanindaki çamur için gölü kurutinayi ve satinayi düsünecek tiynette biridir. Degirmenini döndürmeyen bu göle bakmak onun için bir sey ifade etmez. Emegine, her seyin bir fiyatinin oldugu çiftligine, eger karsiliginda bir sey alacak olsa satmak için manzarayi hatta tanrisini pa­ zara götürecek olan, pazari tanrisi haline getirmis bu adama hiç saygi duymuyorum. Çiftliginde hiçbir sey bedavaya yetismez; tarlalarinda mahsul, çayirlarinda çiçek, agaçlarinda meyve yerine dolar biter. Meyvele­ rinin dolar haline gelene kadar olgunlasmadigini dü­ sünen bu adam meyvelerinin güzelligini sevmez. Ger­ çek zenginligin tadini çikaran yoksullugu verin bana. Bence çiftçiler yoksul olduklari, yoksul çiftçiler ol­ duklari oranda saygideger ve ilgi çekicidir. Örnek bir çiftlik! Ev bir gübre yiginin ortasindaki mantar gibi duruyor; insanlar, adar, sigirlar ve domuzlar birbirine bitisik temiz ve kirli odalada kaliyor! Hayvanlar ve insanlar bir arada! Büyük bir yag lekesi, gübre ve süt kokusu ! Güzelce ekilip biçilmis, insanlarin kalpleri ve beyinleriyle gübrelenmis! Kilise bahçesinde patates yetistirirmis gibi. I ste size örnek bir çiftlik.

Hayir,  hayir,  eger doganin en güzel niteliklerine

insan isimleri verilecekse sadece en degerli ve soylu insanlarin  isimleri verilmeli. En   azindan göllerimiz

23 1

232

"kiyilarinda hala o cesur girisimin yankilandigi" I ka­ rus Denizi'nin ismi gibi gerçek isimler almali.

Daha küçük boyutlarda olan Kaz Gölü, Flints' Gölüne giden yolun üstündedir; Concord irmagi'nin bir uzantisi olan ve yetmis akrelik bir alan kapladigi söylenen Fair Haven, bir mil kadar güneybatida kal­ maktadir; kirk akrelik Beyaz Göl ise Fair Haven'in bir buçuk mil kadar ötesindedir. I ste benim göller ülkem. Bu göller, Concord irmagi'yla beraber, üzerinde hak­ kim olan sulari olusturur; her yil, gece gündüz onlara sagladigim fayda kadarini onlar da bana saglar.

Oduncularin, demiryolunun ve benim Walden'i kirletmemizden beri, göllerimizin en güzel olmasa bile en çekicisi, arinanin mücevheri olan Beyaz Göl olmustur. Ya sularinin dikkat çekici safligindan ya da kumlarinin renginden gelen ismi siradanligi yüzünden biraz zayif kalir. Bu ve diger açilardan Walden'in kü­ çük bir ikizidir. O kadar birbirlerine benzerler ki yerin altinda bir baglantilari olmasi gerektigini düsünürsü­ nüz. Ayni tasli kiyilara ve ayni renkte sulara sahiptir­ ler. Walden'da oldugu gibi; sicak,  nemli  ve  bunalti­ ci havalarda arinanin içinden çok da derin olmayan koylarindan birine baktiginizda, dipten gelen yansi­ manin gölü hafifçe renklendirdigini görürsünüz; sular sisli, mavimtirak-yesil ya da gök yesil bir renk alir. Yil­ lcir önce kumlu kagit yapmak için oraya gidip araba­ lar dolusu kum toplardim, daha sonra da gölü ziyaret etmeye devam ettim. Oraya sik giden biri, göle Yesil Göl denmesini öneriyor. Birazdan aniatacagim olay­ dan dolayi belki de Sari-Çarn Gölü adini alabilir. On bes yil kadar önce, kiyidan metrelerce açikta, derin sularin içinden yükselen bir çirali çarnin tepesi görül-

müs. Ayri bir tür olmasa da buralarda sariçam denilen bir türmüs. Kimileri gölün alçaldigini, ilkel çaglardan kalan bir ormanin ortaya çiktigmi düsünmüs. Massac­ husetts Tarih Toplulugu Koleksiyonlari'nda yer alan ve Concord vatandaslarindan biri tarafindan 1792 yilinda yazilmis olan Concord Kasabasi'nin Topog­ rafik Tasviri'nde, yazarin Walden ve Beyaz Göl'den bahsettikten sonra söyle devam ettigini gördüm: "Su alçaldiginda, Beyaz Göl'ün ortasinda bir agacin or­ taya çiktigi görülebilir. Agaç sanki su anda bulundu­ gu yerde yetismis gibi görünür, kökleri su yüzeyinin elli ayak altindadir. Agacin tepesi kirilmistir, kirildi­ gi noktada agacin çapi on dört inçtir. " 18 49 yilinin baharinda, Sudbury'de göle en yakin oturan adamla konusmustum, bana on - on bes yil önce bu agaci çi­ karanin kendisi oldugunu söyledi. Hatirladigi kada­ riyla agaç kiyidan altmis ila yetmis bes metre kadar uzakta, suyun otuz ya da kirk ayak derinlikte oldu­ gu bir yerde duruyormus. Kis mevsimiymis, ögleden önce buz çikarmaya gitmis, o ögleden sonra komsula­ rinin da yardimiyla ihtiyar sariçami oradan sökmeye karar vermis. Buzu kiyiya dogru bir kanal olusacak sekilde kesmis ve agaci bir öküz yardimiyla buzun üs­ tünde, buz boyunca disari dogru çekmis; fakat bu isi daha tamamlayamadan, agacin tepetaklak oldugunu, dallarinin asagi baktigini ve küçük ucunun kumlu ze­ mine saglarnca tutundugunu görüp hayrete düsmüs. Büyük ucunun çapi bir ayak kadarmis, iyi bir kereste kütügü elde edecegini düsünmüs, o kadar çürükmüs ki en fazla yakacak olurmus. Bir kismini odunluguna koymus. Disinda balta ve agaçkakan izleri varmis. Bu agacin önceden kiyida bulunan bir ölü agaç oldugunu,

233

234

göle sürüklendigini ve tepesi battiktan sonra, disi hala kuru ve hafifken tepe üstü battigini düsünmüs. Seksen yasindaki babasi kendini bildi bileli bu agaç oraday­ mis. Birkaç büyük kütügün hala dipte yatiyor oldugu görülebilir, bunlar yüzeyin dalgalanmasiyla hareket eden büyük deniz yilaniarina benzerler.

Bu göl nadiren bir kayikla kirlenir, çünkü bir balikçiyi cezbedecek pek bir seyi yoktur. Bu saf suda çamura ihtiyaç duyan beyaz zambak ya da egir kökü yerine, seyrek bir biçimde süsen (Iris versicolor) yeti­ sir. Kiyinin her yerinde tasli zeminden çikar, Haziran ayinda sinekkusu tarafindan ziyaret edilir. Mavimsi yapraklari ve çiçekleri, özellikle de bunlarin yansima­ lari, gök yesil sularin rengiyle harika bir uyum için­ dedir.

Beyaz Göl ve Walden yeryüzünde bulunan hari­ ka kristaller, Isik Gölleri gibidir. Yeterince küçük olup kalici olarak dondurulabilselerdi, muhtemelen köleler tarafindan tasinacak degerli taslar gibi imparatorlarin taçlarini süsleyeceklerdi; fakat sivi halde bulunup ta­ sinmayacak kadar büyük olmalarina ve sonsuza kadar bizimle ve çocuklarimizla kalacak olmalarina ragmen hala onlari göz ardi ediyor ve Koli-i-Nur elmasinin pesinden kosuyoruz. Bu göller piyasada degerli ola­ mayacak kadar saftirlar, çamur içermezler. Hayatlari­ mizdan çok daha güzel, karakterlerimizden çok daha seffaftirlari Onlardan kötülüge dair hiçbir sey ögren­ medik

Çiftçinin kapisinin önündeki, içinde ördeklerinin

yüzdügü havuzlardan çok daha hosturlari Bu göllerde temiz yabani ördekler yüzer. Dogada yasayan insanlar dogayi takdir etmezler. Tüyleri ve notalariyla kuslar,

çiçeklerle uyum içindedir; fakat doganin ihtisamli gü­ zelligiyle hangi delikanli ya da genç kiz isbirligi yapar? Doga, onlarin yasadigi kasabalardan çok uzakta, ken­ di basina serpilip büyür. Cennetten bahseden sizler, dünyayi utandiriyorsunuz!

235

10.     BAKER ÇIFTLIGI

236

Bazen, tapinaklar gibi dikilen ya da denizdeki tam donanimli filolara benzeyen, kivrimli dallariyla isigin altinda hafifçe dalgalanan çam korularinda ge­ zinirdim. O kadar yumusak, yesil ve gölgeliydiler ki Druidler meselerini birakip bu çarnlara tapinmaya ge­ lebilirlerdi. Ya da Flints' Gölü'nün ötesindeki sedir or­ maninda yürürdüm. Agarmis yabanmersinleriyle kap­ li, kule gibi yükselen agaçlar Valhalla'nin kapilarinda dikilmeye layik görünürlerdi. Sürünen ardiç agaci yeri meyve dolu çelenklerle örterdi. Ya da batakliklara gi­ derdim; agaç yosunlari köknarlardan sarkar, bataklik tanrilarinin yuvarlak masalari olan sapkali mantarlar zemini kaplar, daha hos mantarlar, kelebekler, kabuk­ lar ve bitki salyangozlari kütükleri süslerdi. Bataklik çiçeklerinin ve kizilciklarin yetistigi yerlerde kizilagaç iblis gözü gibi parildar, yaban yasemini en sert agaçla­ ri bile delip çatlatir, yabani çobanpüskülü güzelligiyle ona bakan gözlere evini yurdunu unuttururdu. Isim­ siz ve yasak diger birçok yabani meyve insani sasirtip ayartirdi, tüm bunlar ölümlülerin damak zevki için çok güzeldi. Bir bilgine basvurmak yerine, bu civarda

nadir görülen uzak bir çayirin orta yerinde, bir orma­ nin ya da batakligin derinliklerinde ya da bir tepede dikilen belli agaçlari sik sik ziyaret ettim. Mesela çapi iki ayak olan güzel örneklerini gördügümüz kara hus agaci, kara husun en az onun kadar güzel kokan ve altin renginden gevsek bir gövdesi olan kuzeni sari hus agaci, çok düzgün bir gövdesi olan, yosunlada güzelce boyanmis, birkaç örnek disinda her ayrintisi kusursuz kayin agaci... Kasabada ayakta kalmis olan büyük kayiniardan olusan küçük bir koru biliyorum; kimileri bu agaçlari bir zamanlar yakinlardaki kayin agaci meyveleriyle yemlenen güvercinterin ektigini düsünür. Bu agaci yardiginizda ortaya çikan gümüs panlti görülmeye degerdir. Ihlamur agaci, gürgen, sa­ dece bir tane yetiskin örnegi olan Celtis  occidentalis ya da diger adiyla yalanci karaagaç, uzun bir çam aga­ ci, shingle agaci ya da ormanin ortasinda bir Budist tapinagi gibi duran, normalden daha kusursuz çam agaci ve bahsetmedigim daha birçogu... Iste yaz ve kis ziyaret ettigim tapmaklar bunlardi. Bir keresinde, at­ mosferin en alt katmanini dolduran, etraftaki çimen­ leri ve yapraklari boyayan bir gökkusagi kemerinin hemen dibinde durma firsatini yakalamistim, renkli bir kristalin içinden bakiyormusuro gibi gözlerim ka­ masmisti. Gökkusagi isigindan olusan bir göldü, kisa bir süre içinde bir yunus gibi yasamistim. Biraz daha uzun sürseydi islerimi ve hayatimi da kendi rengine boyayabilirdi. Demiryolu sosesinde yürürken gölge­ min etrafindaki isik halesine hayret eder, kendimi se­ çilmislerden biri olarak düsünmeye bayilirdim. Beni ziyaret edenlerden biri önündeki birkaç I rlandaimm gölgesinde hiç hale olmadigini, böylesine seçkin olan-

237

238

larin sadece buranin yerlileri oldugunu söylemisti. Benvenuto Cellini anilarinda, St. Angelo kalesindeki tutuklulugu sirasinda gördügü korkunç bir rüyadan ya da hayalden sonra, I talya'da ya da Fransa'da ol­ masi fark etmeksizin, gece gündüz basinin gölgesi üzerinde parlak bir isigin belirdigini, bu isigin çimler çigle nemlenmisken daha da belirginlestigini yazar. Bu muhtemelen biraz önce bahsettigim, özellikle sabah­ lari gözlemlenmesine ragmen günün diger anlarinda hatta ay isigi altinda bile gözlenen olayin aynisiydi. Bu olay her zaman tekrarlansa da genelde fark edil­ miyordu, Cellini'ninkine benzer telasli bir hayal gücü söz konusu oldugunda, kolayca bir batil inanç haline gelebilirdi. Ayrica, Cellini bu haleyi çok az kisiye gös­ terdigini söyler. Ama zaten bu haleyi görecek kadar önemli olduklarinin bilincinde olan kisiler gerçekten de seçkin degiller midir ?

Bir öglen, balik tutmak için ormanin içinden Fair Haven'a dogru yola çiktim, azalan sebzelerime balik eklemek istiyordum. Yolum, Baker Çiftligi'nin hemen bitisigIndeki Hos Çayir'dan geçiyordu. Burasi, asagi­ daki dizelerle baslayan siiri inirildanan bir sairin sigi­ nagiydi:

"Girisinde hos bir tarla var,

Yosun tutmus meyve agaçlari yetisir Kizil bir dere kenarinda

Süzülen misk faresi yasar burada Ve hareketli bir alabalik

Telasla yüzer etrafta.

Walden'a gitmeden önce burada yasamayi düsün­ müstüm. Elmalari asirmis, derenin içinde siçramis ve misk faresiyle alabaligi korkutmustum. Sonsuza kadar sürecek gibi görünen, birçok olaya gebe olabilecek, dogal hayatimizin büyük bir kismini olusturan ögle­ den sonralardan biriydi, gerçi basladigimda yarisi har­ caninisti bile. Bu arada bir saganak yagis basladi, bir çam agacinin altinda yarim saat boyunca beklemek, agaç dallarini basimin üstüne çekip sapka yerine men­ dilimi takmak zorunda kaldim. Sonunda belime kadar su içindeyken turna otunun üstüne adayinca kendimi bir bulutun gölgesi altinda buldum; öyle bir gök gü­ rültüsü basladi ki durup dinlemekten baska yapacak bir seyim kalmadi. Böyle çatalli simseklerle savunma­ siz zavalli bir balikçiyi bozguna ugrartiklari için tanri­ lar gurur duyabilir diye düsündüm. Aceleyle, en yakin kulübeye sigindim; yoldan yarim mil uzaktaydi, göle çok daha yakindi ve uzun süredir bos kalmisti:

"I ste burada sair insa etmisti Hünerli yillarinda

Seyirlik ufak bir kulübe Yok olusa dogru seyreden."

ilham perisinin masallari böyleydi. Ancak içeri gi­ rince ögrendim ki burada i riandali John Field, karisi ve birkaç çocugu yasiyormus. Isinde babasina yardim eden ve yagmurdan kaçmak için tuvaletren babasinin yanina kosan genis yüzlü oglan; babasinin dizinde, sanki bir soylunun sarayindaymis gibi oturan ve islak ve açlik içinde, evinden çocuklara özgü ayricaligiyla merakli bir sekilde disaridaki yabanciya bakan, asil

239

240

bir soyun sonuncusu ve dünyanin umudu ve merkezi olmadigini, yalnizca John Field'in zavalli sefil çocugu oldugunu bilmeyen, yüzü büyücü bir kadin kadar kin­ sik, sivri kafali bebek. .. Disarida saganak ve gök gürül­ tüsü devam ederken çatinin en az su sizdiran kisminin altinda beraberce oturduk. Bu aileyi Amerika'ya geti­ ren gemi daha insa edilmeden önce orada birçok kez oturmustum. John Field dürüst, çaliskan fakat miskin bir adamdi; karisi ise yagli ve yuvarlak yüzü ve çiplak gögsüyle yüksek ocagin girintilerinde art arda birçok yemek pisirecek kadar cesur bir kadindi. Hala bir gün durumunu düzeltmeyi düsünüyordu; elinden paspas eksik olmuyordu, fakat paspasin hiçbir yerde görü­ nen bir etkisi yoktu. Yagmurdan kaçip buraya siginmis olan tavuklar, ailenin üyeleri gibi odada geziniyordu, bence iyice kizartilamayacak kadar insanlasmislardi. Orada durup gözümün içine bakiyor ya da ayakkabi­ larimi gagaliyorlardi. Bu arada, ev sahibim bana kendi hikayesini anlatmisti: Komsu bir çiftçinin "batakligin­ da" ne kadar çok çalistigini, akre basina on dolar ve bir yilligina gübreli topragi kullanma hakkina karsilik odagi kürekle ve çapayla çapaladigini, babasinin ne kadar kötü bir anlasma yaptiginin farkinda olmadan neseyle onun yaninda çalisan oglunun hikayesini. Ona deneyimlerimi, en yakin komsulanindan biri ol­ dugunu, benim de burada balik tutmaya geldigimi, bir aylaga benzedigimi, hayatimi onun gibi kazandigimi; derli toplu, isikli ve temiz bir evde yasadigimi, evimi onunki gibi bir harabenin yillik kirasindan daha az bir maliyetle insa ettigimi; eger isterse nasil bir ya da iki ayda kendi sarayini insa edebilecegini; ne çay, ne kah­ ve, ne tereyagi, ne süt, ne taze et tükettigimi; böylece

onlari elde etmek için çalismak zorunda olmadigimi; çok çalismadigim için çok yemeye ihtiyaç duymadi­ gimi, yiyecek harcamalariinin çok cüzi oldugunu; eger çay, kahve, tereyagi, süt ve et tüketirse bunlari karsilayabilmek için çok çalismasi gerekecegini; çok çalistigi için yorulan vücudunu onarmasi, bu yüzden de çok yemesi gerekecegini anlatarak yardimci olma­ ya çalistim. Anlattiklarim uzun oldugu kadar genis­ ti, aslinda uzun oldugundan daha da genisti, çünkü memnun degildi ve yaptigi kötü anlasmayla hayatini bosa harcamisti. Yine de Amerika'ya gelmesinin bir kazanç oldugunu düsünüyordu, burada her gün çay, kahve ve et bulabiliyordu. Fakat tek gerçek Amerika, bütün bunlar olmadan yasayabilecegin bir hayat tar­ zini seçmekte özgür oldugun ve devletin seni bu tür seylerin kullaniminin dogrudan ya da dolayli sonucu olan kölelik, savas ve diger gereksiz harcamalari de­ vam ettirmeye zorlamaya çalismadigi ülkedir. Onunla kasitli olarak bir filozofmus ya da filozof olmak isti­ yormus gibi konustum. Eger insanligin kendini kur­ tarmaya baslamasinin sonucu bu olacaksa, dünyanin tüm otlaklarinin el degmemis bir sekilde kalmasindan memnun olurum. Bir insanin kendi kültürü için ne­ yin en iyi oldugunu bulmasi için tarih okumasina ge­ rek yoktur. Fakat maalesef! Bir I rlandalinin kültürü, ahlaki bir çapayla girisilmesi gereken bir istir. Ona bataklikta bu kadar çalistigi için kalin botlara ve giy­ silere ihtiyaci oldugunu, ama bunlarin kisa bir süre içinde kirlenip eskidigini; öte yandan bir beyefendi gibi giyindigimi düsünüyor olsa da (ki öyle giyinmi­ yordum) hafif ayakkabilar ve ince giysiler giydigim i, bunlarin onunkilerin yarisindan bile az bir maliyette

24 1

242

oldugunu ve istersem bir - iki saat içinde çalismadan, yalnizca eglenmek için bile bana iki gün yetecek ba­ lik tutabilecegimi veya bana bir hafta yetecek kadar para kazanabilecegimi söyledim. John ve ailesi basit yasarsa yazin eglence için hep birlikte yalianinersini toplamaya gidebilirlerdi. John, bunu duyunca bir inil­ tI çikardi ve karisi elleri belinde bana bakti. I kisi de böyle bir hayata baslamak için yeterince paralari olup olmadigini ya da bu hayati devam ertirmek için yete­ rince matematik bilip bilmediklerini düsünüyor gibi görünüyorlardi. Gözleri kapali bir sekilde yol aliyor ve limana nasil varacaklarini tam olarak bilmiyorlar­ di; bu yüzden kendilerince cesur yasamaya devam et­ tiklerini düsünüyorum. Hayatla yüzlesip dislerini ve tirnaklarini geçiriyorlar, hayatin büyük sütunlarini bir kamayla yarip içine girme becerisinden yoksun bir se­ kilde ayrintilada ugrasiyorlar; bir devedikeniyle basa çikar gibi hayatla da kabaca basa çikmayi düsünüyor­ lar. Fakat ezici bir dezavantajin, matematiksiz yasama­ nin - yazik sana John Field! - etkisi altinda mücadele ediyor ve basarisiz oluyorlar.

"Hiç balik tutar misin ?" diye sordum. "Tabii, ara

sira suyun orada uzandigim zaman bir sürü balik tu­ tuyorum; güzel tatli su levrekleri yakaliyorum". "Yem olarak ne kullaniyorsun?" "Solucanla gümüs baligi tu­ tuyorum, sonra gümüs baliklarini yem olarak kullanip levrek yakaliyorum." Karisi piril piril ve umut dolu bir yüzle ''Artik gitsen iyi olur John." dedi, fakat John itiraz etti.

Saganak sona ermisti ve dogu ormanlarinin üs­ tünde beliren gökkusagi güzel bir aksam vaat ediyor­ du, böylece oradan ayrildim. Disari çikarken bir tas

istedim, kuyunun dibine bir göz atmayi ve etraftaki incelemelerimi tamamlamak istiyordum, fakat eyvah! Kuyu çok sigdi, bataklik gibiydi, üstüne üstlük ip kop­ mustu ve kova alinamayacak bir yerdeydi. Bu arada, suyu kaynarmak için dogru bir kap seçilmisti; su da­ mitilmis görünüyordu, kaynamasi susamis biri için çok uzun sürdü, bu yüzden suyun sogumasini, ber­ raklasmasini beklemedim. Su pek temiz degildi diye düsündüm, böylece gözlerimi kapatip su içindeki ta­ necikleri düsünmeye çalismadan yapabilecegim kadar içten bir yudumla ev sahiplerimin samimi konukse­ verligine içtim. Görgü kurallarinin söz konusu oldugu böyle durumlarda titizlik yapmam.

Yagmurdan sonra Irlandalinin çatisinin altindan ayrilirken adimlarimi göle dogru çevirdim, turna bali­ gi yakalamak için acele ediyordum; tenha çayirlardan, gölcüklerden, batakliklardan, issiz ve yabani yerler­ den geçerken buralar, bir an için, okula ve üniversi­ teye gitmis biri olan bana anlamsiz göründü. Fakat omzumda gökkusagiyla kizarmakta olan batiya dogru tepe asagi kosarken ve temizlenmis hava kulagima çin­ layan sesler tasirken, iyi ruhumun nereden geldigini bilmedigim sesinin sunlari söyledigini duydum: "Dört bir yana git, her geçen gün daha da uzaga git ve balik tut; endise etmeden derderin ve ocaklarin yaninda dinlen. Gençlik günlerinde yaraticini hatirla. Safak sökmeden yatagindan kalk ve macera ara. Öglen seni baska göllerde bulsun ve gece bastirdiginda neredey­ sen orasi evin olsun. Bunlardan daha genis tarlalar, burada oynanandan daha degerli oyunlar yok. Do­ gana uygun bir sekilde yabaniles, asla Ingiliz samani olmayacak olan su sazlar ve çalilar gibi ol. Birak gök

243

gürlesin, çiftçinin mahsulünü mahvedecek olsa ne ya­ zar ? Sana getirdigi haber bu degil. Onlar arabalara ve barinaklara kaçarken sen bulutlarin altina sigin. Ha­ yatini kazanmak isin degil, eglencen olsun. Topragin tadini çikar, fakat onu sahiplenme. I nsanlar, cesaret ve inanç eksikligi yüzünden bu durumdalar, aliyorlar ve satiyorlar ve hayatlarini köle gibi geçiriyorlar.

Ey Baker Çiftligi !

244

"Doganin en zengin cevheri Bir parça masum günisigidir. " Kimse eglenmeye kosmaz Rayla çevrelenmis çayirlarina. Hiç kimseyle tartismayacaksin, Kafa karistirmayan sorularla,

I lk bakista da simdiki kadar uysal

Kirmizi sade gabardinini giymis bir halde." "Gelin siz sevenler,

Ve siz nefret edenler,

Kutsal Güvercinin çocuklari Ve ülkenin Guy  Fawkes'u Ve sallandir komplolari Güçlü agaç kirislerinden !"

Insanlar geceleri yakinlardaki tarlalardan ya da sokaklardan uysal uysal evlerine dönerler, evlerinin yankilari buralardan duyulur. Yasamlari tekrar tek­ rar kendi nefesini soludugu için zayif düser; gölge­ leri, gece gündüz günlük, adimlarindan daha ötelere uzanir. Eve her gün uzaklardan, maceralardan, teh­ likelerden ve kesiflerden; yeni tecrübeler ve yeni bir karakterle dönmeliyiz.

Göle varmadan önce taze bir dürtü zihni degismis John Field'i disari çikarmis, John bu günbatimindan önce "batakligi" baslamisti. Fakat ben bir dizi balik yakalamisken zavalli adam yalnizca birkaç baligin rahatini kaçirabilmisti; bunun kendi sansi oldugunu söyledi ama kayigin içinde yerlerimizi degistirdigi­ inizde sans da yer degistirdi. Zavalli John Field! Bunu okumadigini düsünüyorum, tabii kendini gelistirme­ yecekse. Bu ilkel ve yeni ülkede eski kirsal yasam bi­ çiminin bir çesidini izleyebilecegini, gümüs baliklarini yem olarak kullanip levrek yakalayabilecegini düsü­ nüyor. Kabul ediyorum, bazen iyi bir yem bu. Ufku si­ nirli, yoksul bir adam, miras edinmis oldugu iriandali yoksullugu ya da zavalli yasamiyla yoksul olmak için dogmus biri; Adem'in büyükannesi ve bataklikli yol­ larla, çamurda yürüyen, batakliklarda kosan perdeli ayaklarina kanatli topuklar takana kadar ne kendisi ne de torunlari bu dünyada yükselebilir.

245

11.     YÜKSEK YASALAR

246

Elimde bir dizi balik, oltami sürükleyerek orma­ nin içinden eve dogru gidiyordum; hava karanlikti, yolumun üzerinden hizlica geçen bir dagsiçani gör­ düm. Vahsi bir haz titrernesi hissettim, siçani yakala­ yip canli canli yeme istegi duydum; bu istek karnim aç oldugu için degil, siçanin temsil  ettigi yabanilige aç oldugum için beni sarmisti. Ancak göl kenarinda yasarken, bir ya da iki kere yari-aç bir tazi gibi tuhaf bir terk edilmislik duygusuyla yakalayip yiyebilecegim bir av aradigim olmustu, o anlarda hiçbir lokma bana vahsi gelmezdi. En yabani sahneler açiklanamaz bir sekilde tanidik geliyordu. I çimde, çogu insanda oldu­ gu gibi daha yüksek ya da denildigi gibi ruhsal bir ha­ yat yasama içgüdüsüyle daha ilkel ve yabani bir yasam sürme içgüdüsü vardi, bu güdüler hala içimde ve ben ikisine de saygi duyuyorum. Vahsi olani, en az iyi olan kadar seviyorum. Balik tutmada buldugum vahsilik ve macera, balikçiligi hala gözümde degerli kiliyor. Bazen olagan hayatima bir ara verip günümü hayvanlarin ya­ sadigi gibi yasamak hosuma gider. Belki de dogayla olan yakin iliskimi, gençligimde bu sekilde yasamis

ve avianmis olmama borçluyumdur. Bu ugraslar bizi erkenden, aksi takdirde o yasta çok az tanisik olacagi­ miz bir manzarayla tanistirir. Yasamlarini tarlalarda ve ormanlarda geçiren, ayricalikli bir biçimde  doganin bir parçasi olan balikçilar, avcilar, oduncular ve diger­ Ieri ugrasiarina ara verdikleri zamanlarda, ona bek­ lentiyle yaklasan filozoflara, hatta sairlere göre doga­ yi çok daha iyi gözlemleyebilecek bir konumdadirlar. Doga, kendini onlara göstermekten çekinmez. Yolcu, çayirlarda bir avci, Missouri ve Columbia'nin akarsu­ larinda bir tuzakçi ve St. Marry Selaleleri'nde ise bir balikçidir. Yalnizca bir gezgin olan kisi isleri ikinci el­ den, yarim yamalak ögrenir ve yetersiz bir otoritedir. Bilimle en çok insanlarin pratikle ya da içgüdüleriyle zaten bildigi seyleri sundugunda ilgileniyoruz, çünkü bu tek basina gerçek insanlik ya da insan tecrübesinin gerçek tanimidir.

Amerika'da, I ngiltere'deki kadar resmi tatil olma­

digi ve buradaki erkeklerle çocuklar Ingilizler kadar çok oyun oynamadigi için Kuzey  Amerikalinin  çok az eglencesi oldugunu iddia edenler yaniliyor, çün­ kü burada diger eglenceler, avlanma, balik tutma ve benzeri gibi daha yalniz gerçeklestirilen ve daha ilkel olan eglencelerin yerini almamistir. Gençlik zaman­ Iarimda, neredeyse her New Englandli erkek çocugu on ve on dört yaslari arasinda bir av tüfegi omuzlardi. Bu çocugun avianma ve balik tutma sahalari, bir I ngi­ liz soylusununki kadar sinirli olmazdi, yabani birinin avianma sahasindan bile daha genis olurdu. Siradan oyunlara daha fazla zaman ayirmamis olmasina sas­ mamak gerek. Ancak su an bile bir degisim meydana geliyor; bunun nedeni insaniyetIn artisi degil, avin

247

248

gitgide azalmasidir; çünkü av belki de hayvanlarin en iyi dostu, Merhametli Toplum da dahil olmak üzere, avcinin kendisidir.

Dahasi, gölün kiyisinda yasarken, ara sira yiye­ ceklerimi balikla çesitlendirrnek isterdim. Aslinda ilk balikçilarin da duymus oldugu ihtiyaçtan dolayi av­ landim. Balik tutmaya karsi olarak düsünebildigim insaniyet tanimi bana yapay geliyordu ve bu durum duygulanindan ziyade felsefemi ilgilendiriyordu. Yalnizca balikçiliktan bahsediyorum, çünkü uzun za­ mandir kus aviama konusunda farkli düsünüyordum, arinana gelmeden önce silahimi satmistim. Digerle­ rinden daha az merhametli degildim, yalnizca balik tutmak kendimi kötü hissettirmiyordu. Ne balikiara ne de solucaniara aciyordum, böyle alismisim. Kus aviarnaya gelince; silah tasidigim yillarda bahanem kusbilimle ilgilenmemdi, yalnizca yeni ya da ender görülen kuslari ariyordum. Ancak, itiraf etmeliyim ki artik kusbilimini çalismanin daha hos yollari oldugu­ nu düsünüyorum. Kusbilim kuslarin aliskanliklarini daha dikkatli izlemeyi gerektiriyor, bu yüzden, sade­ ce bu nedenle olsa dahi, silahimi birakmaya istekliy­ dim. Yine de, merhametten kaynaklanan itiraza rag­ men, ayni degere sahip sporlarin avianmanin yerini alabileceginden süpheliyim. Arkadaslarim endiseyle çocuklarimizin avianmasina izin verelim mi verme­ yelim mi diye sordugunda, - avianmanin egitimimin en önemli kisimlarindan biri oldugunu hatirlayarak, evet, izin verin; birakin avci olsunlar, ilk basta yal­ nizca spor olarak avlansalar da, mümkünse sonunda yetenekli avcilar haline gelsinler. Böylelikle ne burada ne de bitkilerle dolu baska bir yabanlikta kendilerine

yetecek kadar av bulamazlar ve insan aviayan avcilar ve insan tutan balikçilar* haline gelirler. Bu noktada Chaucer'in rahibesiyle ayni fikirdeyim:

''Avcilarin kutsal adamlar olmadigini söyleyen Yaziyi umursamadi."

I nsanin ve insan soyunun tarihinde, avcilarin, Al­ gonquin Kizilderililerinin dedigi gibi, "en iyi adamlar" olarak kabul gördügü bir dönem vardir. Hayatinda hiç silah ateslememis bir erkek çocuguna acimaktan baska bir sey gelmez elimizden; o daha merhametli degildir ve egitimi maalesef ihmal edilmistir. Bu ugra­ sa yönelmis gençlerle ilgili olarak, büyürlükten sonra bu ugrasi birakacakianna güveniyorum, cevabim bu­ dur. Çocuklugun düsüncesiz çagini geride birakmis olan hiçbir insan, kendisi gibi bir cana sahip bir varli­ gi sebepsizce öldürmeyecektir. Hayatinin sonuna gel­ mis bir tavsan, tipki bir çocuk gibi aglar. Anneler, sizi uyariyorum, sempatim her zaman alismis oldugunuz insan severlige varmayabilir.

I ste genç bir adamin ormanla ve kendisinin en öz­ gün kismiyla tanismasi genelde bu sekilde olur. Ora­ ya ilk olarak bir avci ve bir balikçi olarak gider; eger içinde daha iyi bir yasamin tohumlari sakliysa ken­ dine özgü amacinin, mesela sair ya da doga bilimci olma isteginin, farkina varir, silahi ve oltasini ardinda birakir. Bu açidan, insanlarin büyük çogunlugu hala gençtir ve her zaman genç kalacaktir. Bazi ülkelerde avianan bir rahip görmek alisilmadik bir durum de­ gildir. Böyle biri iyi bir çoban köpegi olabilir, fakat  iyi bir çoban o lmaktan çok uzaktir. Hemserilerimin;

249

250

kasabanin erkekleri ve çocuklarinin bir yarim gün bo­ yunca Walden Gölü civarinda agaç kesme, buz kesme ve benzeri isler disinda bildigim kadariyla yaptiklari tek isin balik tutmak olmasi beni çok sasirtmisti. Uzun bir ipe siralanacak kadar balik tutamadiklari zaman, orada olduklari saatler boyunca gölü izleme  firsati­ na sahip olmus olmalarina ragmen, genellikle sansli olmadiklarini ya da zamanlarini bosa harcadiklarini düsünürlerdi. Balik tutmanin  tortusu  dibe  çökene ve amaçlarini arindirana kadar bin kez daha göle gi­ debilirlerdi ; fakat böyle aydinlarici bir süreç devam edecektir. Vali ve meclis üyeleri çocukken balik tut­ maya gittikleri için gölü hayal meyal hatirliyorlar; fa­ kat artik baliga gitmek için çok yasli ve vakurlar, bu yüzden gölü artik tanimiyorlar ve sonsuza kadar da taniyamayacaklar. Yine de onlar bile sonunda cenne­ te gideceklerini düsünüyorlar. Meclis, gölü yalnizca orada kullanilan olta kancalannin sayisini düzenledi­ ginde dikkate aliyor; fakat gölün ken .:lisini yakalamak için kullanilan kancalarin kancasi hakkinda hiçbir sey bilmiyor, yalnizca bir yemle ugrasiyor. Yani, uygar topluluklarda bile embriyo insan gelisimin avcilik ev­ resinden geçmektedir.

Son  yillarda, özsaygimi az da olsa yitirmeden ba­

lik tutamadigimi tekrar tekrar fark ettim. Balik tutma­ yi defalarca denedim, hünerliyim ve çogu arkadasim gibi zaman zaman canlanan içgüdüsel bir yetenegim var. Fakat ne zaman balik tutsam, tutmasaydim daha iyi olurmus gibi hissediyorum. Hata yapmadigimi dü­ sünüyorum. Bu belirsiz bir his ama, sabahin ilk isiklari da böyle belirsizdir. Süphesiz içimde daha alt düzey­ deki varliklara  ait  olan  bir içgüdü  bulunuyor; fakat

her geçen yil daha insani ya da bilge biri olmasam da daha az balikçi biri oluyorum; su anda balikçiliktan tamamen uzagim. Ancak, eger yabani dogaya geri dö­ necek olsam, yeniden balik tutmanin ve avianmanin cazibesine kapilabilecegiinI düsünüyorum. Ayrica, bu beslenme biçiminde ve bütün etierde esasen temiz ol­ mayan bir seyler var. Ev isinin nerede basladigini, çok maliyetli olan her gün düzgün ve saygideger giyinme, evi hos tutma ve tüm kötü koku ve görüntülerden arinciirma çabasinin neden kaynaklandigini anlamaya basladim. Hem kasap, hem bulasikçi, hem asçi, hem de yemegIn servis edildigi beyefendi oldugum için pek alisilmamis bütünlükte bir deneyime sahip oldugumu söyleyebilirim. Benim açimdan hayvanI gidalara itiraz edilebilecek nokta temiz olmamalaridir; ayrica bali­ giini yakaladigimda, temizledigimde, pisirdigimde ve yedigimde esasen beslel?memis oldugumu fark eder­ dim. Önemsiz ve gereksizdi ve degerinden çok daha fazlasina mal oluyordu. Biraz ekmek ya da birkaç pa­ tates, daha az zahmet ve pislikle, ayni isi görebilirdi. Çagdaslariinin çogu gibi yillarca çok nadir hayvanI gida, çay ya da kahve tükettim; kötü etkileri yüzün­ den degil, daha ziyade hayal gücüme kabul edilir gel­ inedigi için. Hayvansal gidadan igrenme tecrübeden kaynaklanan bir sey degil, yalnizca bir içgüdüdür. Ba­ sit yasamak ve güçlükle geçinmek birçok açidan daha güzel görünüyordu; hiçbir zaman böyle yasamamis olsam da, hayal gücümü memnun edecek kadar ileri gittim. Yüksek yetilerini veya siirsel yeteneklerini ger­ çekten en iyi sekilde muhafaza etmis olan her insanin, özellikle hayvansal gidadan ve diger gidalarin fazla­ sindan da uzak durmus olduguna inaniyorum. Kirby

25 1

252

ve Spence'te, böcekbilimcilerin ortaya koymus oldu­ gu önemli bir gerçek okudum: Yetiskin hale gelmis bazi böcekler, beslenme organlariyla donanmis olsalar da, bu organlari kullanmazlar ve genel bir kural ola­ rak, bu durumda olan neredeyse tüm böcekler larva halinde olduklarindan daha az yerler. Obur tirtil kele­ bege, pisbogaz kurtçuk sinege, dönüstügünde yalnizca bir veya iki damla balla ya da baska bir tatli siviyla yetinir. Kelebegin, kanatlari altinda bulunan karni lar­ vayi temsil eder. Bu lezzetli parça, hala böcek kalmis olan kismini cezbeder. Çok yemek yiyen insan larva evresinde bulunur ve bu durumda bulunan uluslar da vardir; genis karinlari sayesinde taninan, tahayyülden ve hayal gücünden yoksun uluslar...

Hayal gücünü rahatsiz etmeyecek kadar basit ve temiz bir yemek temin etmek ve pisirmek oldukça zordur; fakat bedenimizi beslerken hayal gücümüzü de besiemeliyiz diye düsünüyorum, ayni masaya otur­ malilar. Belki de bu yapilabilir. Ölçülü bir sekilde yeni­ len meyveler bizi istahimizdan utandirmamali, degerli ugraslarimizi sekteye ugratmamalidir. Fakat tabagina fazladan bir çesni koydugunda zehirlenirsin. Zengin yemekler yiyerek yasamak harcanan zamana ve emege degmez. Çogu insan, hayvansal ya da bitkisel olsun, böyle bir yemegi kendi elleriyle hazirlarken yakalana­ cak olsa utanir, fakat baskalari her gün bu yemekleri onlar için hazirliyor. Bu baska türlü olmadikça ve be­ yefendiler ve hanimefendiler gerçek erkekler, gerçek kadinlar haline gelmedikçe uygariasmis olmayacagiz. Bu, nasil bir degisiklik yapilmasi gerektigini isaret edi­ yor. Hayal gücünün neden ete ve yaga razi olmadigini sormak beyhude olacaktir. Bunlara razi olmadigi için

memnunum. I nsanin etçil bir hayvan olmasi bir reza­ let degil de nedir? Dogru, insan büyük ölçüde diger hayvanlari aviayarak yasayabilir ve yasar da, fakat bu, tavsan aviarnaya ya da kuzu kesmeye giden herkesin bilebilecegi gibi, acinasi bir yoldur. I nsanlara daha masum ve saglikli besienmeyi ögreten kisi, insanliga faydasi dokunan biri olarak görülecektir. Kendi prati­ gim nasil olursa olsun, hayvan yemekten vazgeçmenin insanligin kaderi olduguna eminim. Nasil ilkel kabile­ ler daha uygar insanlarla iletisime geçtiginde birbirle­ rini yemeyi biraktilarsa, insanlik da asamali gelisimi­ nin bir noktasinda hayvan yemeyi birakacaktir.

Kisi ruhunun kesinlikle dogru olan, belirsiz fakat daimi önerilerini dinlerse bu önerilerio onu hangi asi­ riliklara, hatta hangi deliligin kiyisina götürdügünü görmez; fakat daha kararli ve inançli bir hale geldikçe gidecegi yol o yönde uzanir. Saglikli bir insanin yö­ nelttigi en zayif temelli itiraz bile sonunda insanligin savlari ve geleneklerine üstün gelecektir. Hiç kimse kendisini yoldan çikarana kadar ruhunu takip etme­ mistir. Sonuç bedensel zayiflik olsa da, belki de kimse bunun pismanlik verici oldugunu söyleyemez, çünkü bu sonuç yüksek ilkelerle uyumlu bir hayattir. Eger günü ve geceyi neseyle karsilayabiliyorsan, hayat çi­ çek ve güzel kokulu otlar kadar hos bir koku yayiyor­ sa, daha esnek, daha yildizli ve daha ölümsüzse; iste basari budur. Bütün doga seni kutlar ve her an ken­ dini kutsamak için nedenin vardir. En büyük kazanç­ lar ve degerler, takdir edilmekten en uzak olanlardir. Kolaylikla varliklarindan kuskulaniriz. Bir süre sonra onlari unuturuz. Onlar en yüksek gerçeklerdir. Belki de en müthis ve en gerçek seyler asla insandan insana

253

254

aktarilmaz. Günlük yasantiinin hakiki ürünü sabahin ya da aksamin renkleri kadar soyut ve tarifsizdir. Ya­ kalamis oldugum az bir yildiz tozu, çabucak kapmis oldugum bir gökkusagi parçasidir.

Fakat kendi adima asla titiz davranan biri degil­ dim; gerektiginde kizarmis bir fareyi agiz tadiyla yiye­ bilirdim. Uzun süredir su içtigime memnunum, ayni nedenle afyonkes birinin cennetindense dogal gökyü­ zünü tercih ederim. Her zaman ayik kalmak isterim, sarhoslugun sonsuz sayida derecesi vardir. Bilge bir adam için tek içecegin su olduguna inanirim;  sarap  o kadar da asil bir içecek degildir. Sabahin getirdigi umutlari bir fincan sicak kahveyle yiktiginizi düsünün ya da aksaminkileri bir bardak çayla! Ah, bunlarin ca­ zibesine kapildigimda ne kadar da alçaliyorum! Mü­ zik bile sarhos edici olabilir. Antik Yunan'i ve Roma'yi yikan görünüste önemsiz bu nedenler oldu, I ngilte­ re ve Amerika'yi yok edecek olanlar da bunlar. Tüm sarhosluklarin içinden soludugu havayla sarhos olma­ yi kim istemez ? Uzun süren kaba islere yapilacak en ciddi itirazin beni kaba seyler yiyip içmeye zorlamasi oldugunu düsünüyorum.

Fakat dogruyu söylemek gerekirse, su anda bu konuda daha az özel oldugumu düsünüyorum. Sof­ raya dini daha az tasiyorum, sofrada dua etmiyorum; eskisinden daha bilge oldugum için degil, itiraf et­ mem gerekiyor ki yillar geçtikçe, ne kadar pismanlik duysam da, daha kaba ve umursamaz oldugum için. Belki de insan bu sorularla sadece gençliginde oya­ lanmalidir, tipki çogu insanin siirle gençlik yillarinda ugrasilinali diye düsündügü gibi. Uygulamam "hiçbir yerde" görülmez, fakat düsüncelerim iste buradadir.

Ama yine de, "Her yerde mevcut olan yüce varliga gerçekten inanan kisi, var olan her seyi yiyebilir. " der­ ken Veda'nin bahsettigi ayricalikli kisilerden biri ol­ maktan çok uzak oldugumu düsünüyorum. Bu kisiler, yiyeceginin ne oldugunu, yiyecegini kimin hazirladi­ gini sorgulamakla yükümlü degildir; bunu göz önüne almak durumunda olsalar bile, bir Hindu yorumcu­ nun belirttigi gibi, Veda felsefesi bu ayricaligi "sikinti zamani" ile sinirlar.

Kim zaman zaman yiyeceginden istahla hiç ilgisi olmayan, tarifsiz bir tatmin duymamistir ki ? Zihin­ sel algilamaini genelde kaba olan tat duyuma borçlu oldugumu, damagirola ilham aldigimi, bir tepe yama­ cinda yemis oldugum bazi meyvelerle ruhumu besle­ digimi düsününce dehsete kapiliyorum. Thseng-tseu "Ruh kendisinin efendisi olmayinca kisi bakar ama görmez, dinler ama duymaz, yer ama yemegIn tadini bilmez. " der. Yemeginin gerçek tadini ayirt edebilen kisi obur degildir, bu tadi ayirt edemeyen ise obur­ dur. Bir Püriten'in esmer ekmek kabugunda duydugu istah, bir belediye meclisi üyesinin kaplumbagasina duydugu istah kadar kabadir. I nsani kirleten agzina giren yemek degil, o yemege duyulan istahtir. Yenilen yasamimizi devam ettirecek ya da ruhsal yasamimiza ilham verecek bir hayvansal yiyecek degil de, bize mu­ sallat olan kurtlari besieyecek bir yemek oldugu süre­ ce bu ne nitelige ne de nicelige duyulan bir istahtir, yalnizca bedensel tatlara teslim olmaktir. Avci çamur kaplumbagalarina, misk farelerine ve diger yabani hayvanlara düskünken; hos hanimefendi, buzagi aya­ gindan yapilan jöleye ya da deniz sardalyelerine düs­ kündür, ikisi de ayni seydir. Avci degirmen havuzuna

255

25 6

giderken, hanimefendi saklama kabina gider. Sasila­ cak olan, yeme ve içmeden ibaret bu pis ve çirkin ha­ yati nasil sürdürebildikleri, nasil sürdürebildigimizdir. Tüm yasamimiz sasirtici derecede ahlakidir. Er­ dem ve kötülük arasinda bir anlik bile ateskes olmaz. I yilik asla bosa gitmeyen tek yatirimdir. Dünyanin çevresinde titreyen arpin müziginde bizi heyecanlan­ diran, iyiligin üzerinde israrla durmasidir. Arp, Evre­ nin Sigorta Sirketinin 15 gezici sesi gibidir; kurallari­ ni ögütler, ödedigimiz tüm ücret küçük bir iyiliktir. Gençler sonunda duyarsizlassa da evrenin yasalari du­ yarsiz degildir, hep en duyarlilarinin yanindadir. Bu­ nun kanitini duymak için tüm bati rüzgariarina kulak ver, çünkü kanit oradadir ve bunu duymayanlar baht­ siz kisilerdir. Hos, ahlak kurallari bizi sersemletmeden ne bir tele dakunabilir ne de bir engeli hareket ettire­ biliriz. Usandirici birçok gürültü, uzaktan bir müzik gibi, hayatimizin ahlaksizligini dile getiren kibirli ve

tatli hicivler gibi gelir.

Içimizde, yüksek dogamizin uyukladigi ölçüde uyanan bir hayvan oldugunun bilincindeyiz. Alçak ve zevk düskünüdür. Belki de, yasamda ve saglikta bile bedenimizi isgal eden kurtçuklar gibi vücudumuzdan tamamen atilamayacak bir hayvandir. Bir ihtimal on­ dan uzaklasabiliriz, fakat asla dogasini degistiremeyiz. Korkarim kendine özgü bir saglik da verir; iyi hissede­ biliriz, fakat saf olamayiz. Geçen gün bir doruuzun alt çenesini aldim; beyaz ve saglam disleri, ruhsal olanin disinda hayvansal bir sagligi ve kuvveti de oldugunu gösteriyordu. Bu hayvan ölçülülük ve saflik disindaki

  1. Thoreau, Universal lnsurance Company isimli sigorta sirketinin ismiyle bir söz oyunu yapiyor.

yöntemlerle basarili olmustu. Mencius'a göre, "I nsan­ lari vahsi hayvanlardan ayiran, çok ufak bir seydir; siradan insanlar sürüsü bunu çok çabuk kaybeder, üstün insanlar ise dikkatle muhafaza eder. " Safligi elde etmis olsaydik, nasil bir hayat yasiyor olurduk, kim bilir? Bana safligi ögretebilecek kadar bilge bir adamin var oldugunu bilseydim, hemen onu arama­ ya baslardim. Veda, arzularimiz üzerinde ve bedenin dissal duyulari üzerinde kontrol sahibi olmanin ve iyi eylemler yapmanin, zihnin Tanri'ya yaklasmasi için zaruri oldugunu bildirmektedir. Yine de, ruh kisa bir süre için bedenin her organina ve islevine hakim olup onlari kontrol edebilir ve en kaba tensellik biçimin­ de ortaya çikan seyi saflik ve bagliliga dönüstürebilir. Gevsek oldugumuida bizi dagitan ve kirleten üretken enerji, kendimize hakim oldugumuida bizi canlandi­ rir ve bize ilham verir. Erdemlilik, insanin çiçek aç­ masidir; deha, yigitlik, kutsallik denilen seyler ise onu izleyen çesitli meyvelerdir. Saflik kanali açik oldugun­ da insan hemen Tanri'ya dogru akar. Sirayla safligimiz bize ilham verir, safliktan uzaklasmamiz ise keyfimizi kaçirir. Içindeki hayvanin günbegün öldügünden ve ilahi olanin içine yerlestigInden emin olan kisi kutsan­ mistir. I çindeki alçak ve vahsi doga nedeniyle utan­ mayan biri var midir ki ? Korkarim bizler ancak faun* ve satirlere ·? ·? benzeyen tanrilar ya da yari-tanrilariz, ilahi olanin hayvanlarla birlesmesi sonucu ortaya çik­ mis istah yaratiklariyiz ve bir noktada utancimizin kaynagi hayatimizin ta kendisidir.

257

bilir

"Ne mutludur hayvaniarina gereken yeri veren Ve zihnini ormanlardan temizleyeni

"Atini, keçisini, kurdunu ve her hayvani kullana-

Ve geri kalanlarin hiçbirinin esegi degildir!

Aksi takdirde insan domuz sürüsü degil sadece, Ama olur o seytanlardan· biri de,

Sürüyü pervasiz bir öfkeye yöneiten Ve daha da kötülestiren."

258

Birçok farkli sekiller alsa da, bütün bedensellik­ ler birdir; bütün saflik da birdir. Bir insanin sehvetle yemesi, içmesi, uyumasi ya da biriyle birlikte olmasi hep aynidir. Bunlarin tümü tek bir istahtan kaynak­ lanir; bir insanin bedensel zevklere ne kadar düskün oldugunu anlayabilmek için onu bu eylemlerden yal­ nizca birini yaparken görmemiz yeter. Safliktan uzak biri ne saf bir sekilde ayaga kalkab ilir ne de oturab ilir. Sürüngen, yuvasinin bir deliginde saldiriya ugradigin­ da baska bir delikten çikar. Eger erdemli olacaksan ölçülü davranmalisin. Erdem nedir? Bir insan, erdem­ li olup olmadigini nasil bilecek ? Bilemez. Bu erdemi duyduk, fakat ne oldugunu bilmiyoruz. Duymus ol­ dugumuz söylentiye uygun bir sekilde konusuyoruz. Çalismak bilgelik ve saflik getirir, tembellik ise ceha­ let ve tensellik Ögrencinin tenselligi, zihnin miskin bir aliskanligidir. Temiz olmayan bir insan evrensel olarak tembel, ocagin yaninda oturan, gün dogumunu yatarak karsilayan, yorulmadan dinlenen biridir. Eger kirlenmekten ve bütün günahlardan kaçinmak isti­ yorsan, isin ahir temizlemek olsa bile ciddiyede çalis. Doganin üstesinden gelmek zordur, fakat gereklidir.

Katirden daha saf degilsen, nefsini daha fazla reddet­ miyorsan, daha dindar degilsen, Hiristiyan olmanin ne faydasi var ? Pagan olarak addedilen birçok dini sis­ tem biliyorum; emirleri okuyucuyu utançla doldurur ve sadece tören gerçeklestirmek bile olsa, yeni ugras­ lar için tesvik eder.

Bu seylerden bahsetmeye tereddüt ediyorum, ko­ nudan dolayi degil, sözlerimin ne kadar müstehcen olduguna aldirmiyorum, safliktan uzak oldugumu açi­ ga vurmadan bu konulardan bahsedemiyor olmam­ dan dolayi. Utanmadan tenselligin bir biçimiyle ilgili konusabiliriz, fakat söz baska bir biçimine geldigin­ de sessiz kaliriz. O kadar yozlasmisiz ki basitçe insan dogasinin gerekli islevlerini bile konusamiyoruz. Eski çaglarda bazi ülkelerde her islevden saygiyla bahse­ dilir ve her biri kanunla düzenlenirdi. Hindu kanun koyucu için hiçbir sey önemsiz degildi, modern insana ne kadar rahatsiz edici gelse de. .. Nasil yenilecegini, içilecegini, birlikte yasanacagini, diski ve idrar bosal­ tilacagini ve bunlara benzer seyleri ögretir; asagilik oldugu düsünülen seyleri yüceltir ve bunlari önemsiz olarak addedip kendine yalandan bir özür uydurmaz­ di.

259

Her insan vücudunu, yani inandigi tanriya adan­

mis mabedi tamamen kendine has bir tarzla insa eder, yalnizca mermere çekiç vurmakla bundan kurtulamaz. Hepimiz heykeltiras ve ressamlariz ve kullandigimiz malzeme de kendi etimiz, kanimiz ve kemiklerimiz. Asillik, insanin niteliklerini, onu hayvanlastiran adi­ likleri ve tenselligi inceltmekte baslar.

John Farmer bir Eylül aksami, gün boyu çalis­ tiktan sonra kapisinin önünde oturuyor ve hala . isini

260

düsünüyordu. Banyo yapmis ve içindeki entelektüel insani eglendirmeye oturmustu. Oldukça soguk bir aksamdi, birkaç komsusu dondan endise ediyordu. Birinin flüt çaldigini duydugunda daha pek düsüne­ memisti bile ve flütün sesi ruh haline çok uyuyordu. Hala isini düsünüyordu; fakat bu düsüncenin kafasin­ da dönüp duruyor olmasina, elinde olmadan bu ko­ nuda planlar kurup tasarliyor olmasina ragmen çok da önemsemiyordu. Derisinden dökülüp duran ke­ peklerden daha önemli degildi. Fakat flütün çaldigi notalar çalistigi boyuttan daha farkli bir boyuttan ku­ lagina geliyordu ve simdiye kadar uyuklamis olan bazi yeteneklerini isletmeyi asiliyordu. Notalar içinde ya­ sadigi sokagi, kasabayi ve ülkeyi yavasça gözlerinden sildi. Bir ses ona söyle dedi : Olaganüstü bir varolus mümkünken neden burada kalip bu adi ve zor hayati yasiyorsun? Ayni yildizlar baska tarlalarin üzerinde de parliyor. Ancak bu durumdan kurtulup oralara nasil göç edecekti ? Düsünebildigi tek sey daha kanaatkar bir yasamdi, zihninin vücuduna nüfuz ederek onu kurtarmasi ve kendine giderek artan bir saygiyla bak­ makti .

12.    VAHSI KOMSULAR

Bazen balik tutarken kasabanin öbür ucundan evime kadar gelmis olan biri bana eslik ederdi. Aksam yemegini yakalamak, en az yemek kadar sosyal bir et­ kinlik haline gelirdi.

Münzevi : Dünyanin su an ne yapiyor oldugunu merak ediyorum. Üç saattir, su egrelti otunun üs­ tünden gelen agustosböcegi sesi disinda hiçbir sey duymadim. Güvercinler hala tünedikleri yerde uyu­ yor, tek bir kanat sesi bile çikmiyor. Biraz önce or­ manin ötesinden gelen ses bir çiftçinin ögle borusu muydu? Eller baslanmis tuzlu ete, elma sarabina ve misir ekmegine dalmak üzere. I nsanlar neden bu ka­ dar kaygilaniyor? Yemek yemeyen kisinin çalismaya ihtiyaci yoktur. Ne kadar ürün topladiklarini merak ediyorum. I nsan, Karabas'in havlamasi yüzünden hiç­ bir sey düsünemedigi bir yerde neden yasamak ister ki ? Ve tabii ev temizligi ! Bu güzel günde seytan alasi­ ca kapi tokmaklarini pariatmak ve küvetleri ovmak! Evin olmasa daha iyi. Mesela bir agaç oyugu, yalnizca sabah ziyaretleri ve yemek davetleri için ! Sadece bir agaçkakanin tikirtilari. Ooo, içeri dolusurlar; günes

261

262

onlar için çok sicaktir, bana göre hayatin çok fazla içine dogmuslar. Suyumu kaynaktan aliyorum, rafta da bir sornun esmer ekmegim var. Dinle! Yapraklarin hisirtisini duyuyorum. Avianma içgüdüsüne teslim ol­ mus, kasabanin yetersiz beslenmis köpeklerinden biri mi ? Yoksa arinanda dolastigi söylenen, yagmur sonra­ si izlerini görmüs oldugum kayip domuz mu ? Süratle geliyor, surnaklarim ve güllerim titriyor. Ha, Bay Sair, siz mi geldiniz? Bugün dünyayi nasil buldunuz?

Sair: Su bulutlara bak, nasil da asili duruyorlari Bugün gördügüm en güzel sey. Eski tablolarda buna benzer bir sey yok, yabanci topraklarda da, tabii, Is­ panya açiklarinda degilsek eger. Bu gerçek bir Akdeniz gögü diye düsündüm; hayatimi devam ettirmek için ve bugün bir sey yememis oldugum için balik tutma­ ya gideyim dedim. Sairler için gerçek mesgale budur. Ögrendigim tek is balik tutmak oldu . Hadi, gidelim.

Münzevi : Karsi koyamiyorum. Esmer ekmegim yakinda bitecek. Biraz sonra memnuniyetle sana es­ lik edecegim, fakat su anda ciddi bir tefekkürü bitir­ mek üzereyim. Sonuna yaklastigiini zannediyorum. Bu yüzden bir süreligine beni rahat birak. Fakat geç kalmamamiz için bu sirada yemleri kazip çikarmaya baslayabilirsin.

Topragin gübrelenmemis oldugu bu kisimlarda olta solucanina pek rastlanmaz, solucanin soyu ne­ redeyse tükenmistir. Çok aç degilsen, topragi kazip solucan çikartmak neredeyse balik tutmak kadar eg­ lenceli bir ugrastir; bugün sadece bununla yetinmen gerekebilir. Küregi kantaronlarin salindigi, yerfistikla­ rinin bittigi yere vurmani öneririm. Eger otlari temiz­ ler gibi, çimenlerin köklerine dikkatle bakarsan kal-

dirdigin her üç çimen için bir solucan bulabilecegini garanti ederim. Daha uzaga gitmeyi tercih etmen de akillica olacaktir, iyi yemierin buradan uzaklastikça arttigini gördüm.

Tek basina münzevi: Bir bakayim, nerede kalmis­ tim ? Sanirim bu düsünce çerçevesine yakin bir yer­ deydim, dünya hemen hemen bu açicia bulunuyordu. Cennete mi, yoksa balik tutmaya mi gideyim ? Bu te­ fekkürü simdi sona erdirirsem bu kadar tatli baska bir firsat bulabilecek miyim ? Seylerin özüne karismaya hayatimda hiç bu kadar yaklasmamistim. Korkarim bu düsüncelere bir daha kavusamayacagim. Ise yara­ cak olsaydi, onlara islik çalardim. Düsüncelerimiz bize bir teklifle geldiginde, bunu bir düsüneyim demek akillica midir? Düsüncelerim geride hiçbir iz birak­ madi, patikayi yeniden bulamayacagim. Düsündügüm sey neydi ? Çok puslu bir gündü. Konfüçyüs'ün su üç cümlesini dile getirecegim; o ani geri getirebilirler. Bu keder miydi, yoksa tomurcuklanan bir sevinç miydi, bilmiyorum. Not: Böyle bir firsat sadece bir kez gelir. Sair: Peki simdi, Münzevi, çok mu erken hala?

Bütün halde on üç tane yem topladim, ayrica birkaç tane de parçalanmis ya da küçük yem var; daha küçük baliklar için ise yarar, çengelin tamamini da kaplami­ yor. Su kasaba solucanlari çok büyük; bir gümüs baligi çengeli yutmadan karnini doyurabilir.

Münzevi : Peki o zaman, hadi gidelim. Concord'a mi gitsek? Su çok yüksek degilse, iyi balik tutabiliriz orada.

Neden dünya sadece gördügümüz nesnelerden olusuyor? Neden sanki bu gedigi sadece fare dol­ durabilirmis gibi, yalnizca bu hayvan türleri insanin

263

264

komsusu ? Pilpay & Co. Sirketi'nin hayvanlari en iyi sekilde kullanamadigindan süpheleniyorum, çünkü hayvanlarin hepsi yük hayvani, bir anlamda, düsünce­ lerimizin bir kismini tasimak için yaratilmislar.

Evime dadanan fareler kirlara gelmis oldugu söy­ lenen siradan fareler degildi; kasabacia görülmeyen, buranin yedisi, yabani farelerdi. Bir tanesini seçkin bir doga bilimeiye yolladim, çok ilgisini çekti. Evimi insa ederken bunlardan biri evin altinda yuva yapmisti; zeminin ikinci katini atip talaslari süpürmeden önce, her ögle yemegi vaktinde çikar ve ayagirnin dibindeki kirintilari toplardi. Muhtemelen daha önce hiç insan görmemisti; kisa bir süre içinde bana alisti ve ayakka­ bilariinin üzerinde kosmaya, giysilerime tirmanmaya basladi. Kisa ve ani hareketlerle odanin duvarlarina rahatça tirmanabiliyordu; hareketleri bir sincabi an­ diriyordu. Sonunda bir gün, elimi masaya dayadigim sirada kollarima ve giysilerime tirmandi, aksam ye­ megimi koydugum kagidin etrafinda kosusturdu, bir saklanip bir görünerek oyun oynadi. En sonunda ge­ lip elime oturdu ve parmaklariinin arasinda tuttugum peyniri tirtikladi, daha sonra ise bir sinek gibi yüzünü ve pençelerini temizleyip uzaklasti.

Kisa bir süre sonra kulübüme bir sinekkapan yer­ lesti ve evimin karsisinda büyüyen çam agacina bir nar bülbülü sigindi. Haziran ayinda, genelde çok utangaç bir kus olan keklik (Tetrao umbellus) yavrularini evin arkasindaki ormandan evin önüne getirirken pence­ remin önünden geçti. Ayni bir tavuk gibi gidakliyor ve yavrularini çagiriyordu, tüm hareketleri kekligin ormanin tavugu oldugunu gösteriyordu. Yaklastigi­ nizda annelerinden bir isaret alan yavrular, sanki bir

kasirgayla süpürülüp atilmis gibi aniden dagiliyordu. Kurumus yapraklara ve dal parçalarina o kadar çok benziyorlardi ki oradan geçen birçok yolcu yavrulari fark etmeyip bulunduklari yerin ortasina basiyor ve havalanan yasli kusun kanat seslerini, telasli bagins çigirislarini duyuyor ya da ne oldugunu anlayamadan kusun dikkatlerini çekmek için çirptigi kanatlarini görüyorlardi. Anne bazen önünüzde öyle bir kilikla yuvarlanip dönerdi ki birkaç dakika ne tür bir hay­ vanla karsi karsiya oldugunuzu anlayamazdiniz. Yav­ rular sakin ve sessiz bir sekilde çömelir, baslarini bir yapragin altina saklar, yalnizca annelerinin uzaktan verdigi talimatlari dikkate alirlardi; yaklastiginizda kaçisip kendilerini ele vermezlerdi. Üstlerine basa­ bilir ya da bir dakika boyunca onlara bakabilirdiniz ve yine de onlari fark etmezdiniz. Bir keresinde on­ lari avucuma almistim, o zaman bile tek yaptiklari annelerine ve içgüdülerine itaat edip korkmadan ya da titremeden çömelmek olmustu. Bu içgüdü o ka­ dar kuvvetliydi ki onlari yapraklarin üzerine birakti­ gimda bir tanesi yana düsmüstü, on dakika sonra bile tam olarak ayni yerde yatiyordu. Kekligin yavrulari diger kus yavrulari gibi toy degillerdir, tavuklardan bile daha iyi gelismis ve büyümüs yavrulardir. Sakince açik duran gözlerinin dikkat çekici bir sekilde yetiskin ama ayni zamanda masum olan ifadesi unutulmazdir. Zeka gözlerine yansir. Yalnizca çocuklugun safligi ni degil, ayni zamanda deneyimle berraklasan bilgeligi de gösterirler. Bu göz kusun kendisiyle dogmamistir, yansittigi gökyüzüyle yasittir. Orman baskalarina bu kadar degerli bir tas vermez. Gezgin genelde böyle berrak bir kuyunun içine bakamaz. Cahil ya da per-

265

266

vasiz bir avci genelde böyle bir anda anneyi vurur ve bu masum yavrularin firsat kollayan bir hayvana ya da kusa yem olmasina veya yavas yavas o çok benzedik­ leri çürüyen yapraklara karismalarina neden olur. Bir tavugun kuluçkasindan çiktiklarinda telasla dagilir ve kaybolurlar, çünkü onlari toplayacak olan annelerinin çagrisini bir daha hiç duyamazlar. I ste benim tavukla­ nin ve civcivlerim bunlardi.

Bu kadar çok hayvanin arinanda yabani ve öz­ gür bir sekilde ama gizlice yasamasi, kasabalara yakin olmalarina ragmen yalnizca avcilar tarafindan fark edilmeleri oldukça ilginçtir. Su samuru ne kadar da münzevi yasar! Büyüyüp dört ayak uzunluguna ulasir, hiçbir insan tarafindan görülmeden neredeyse küçük bir çocuk kadar olur. EviinI insa ettigim yerin arkasin­ daki arinanda eskiden bir rakun görmüstüm, sizIan­ masini geceleri duymaya devam ettim. Öglenleri tar­ laini ektikten, ögle yemegimi yedikten ve tarlamdan yarim mil uzaktaki Brister Tepesi'nin altinda  dogan bir dereyle bir batakliga kaynak olan pinarin yaninda biraz kitap okuduktan sonra, genelde gölge altinda bir iki saat dinlenirdim. Bu pinara batakligin yanindaki genç çirali çamlarla dolu büyük arinana dogru alçalan çimli alanlardan gidilirdi. Bir akçamin altinda olduk­ ça issiz ve gölgeli bir yer ve oturulacak temiz ve sik bir çimenlik vardi. Kaynagi kazmis ve temiz gri suy­ la dolu bir kuyu yapmistim, suyu bulandirmadan bir kova daldirip su çikartabiliyordum. Yaz ortasinda göl sicakken, neredeyse her gün bu amaçla oraya gidiyor­ dum. Orada da solucan bulmak için çamuru desen, yavrularini gezdiren bir çulluk vardi; yavrulari kiyi­ da askeri düzende yürürken bir ayak kadar üstlerinde

uçuyordu. Fakat sonunda beni fark ettiginde yavrula­ rini birakip etrafimda daireler çizmeye basladi; dört veya bes ayak yakinima geldi, kanatlari ve hacaklari kirikmis gibi davraniyor böylece dikkatimi yavrula­ rindan uzaga çekmeye çalisiyordu. Yavrulari ise an­ nelerinin batakliktan gelen belirsiz ve ince ötüsünü duyup yürüyüslerine devam etmislerdi. Belki de anne kusu göremedigim bir anda yavrularin ötüsünü duy­ mus olabilirim. Ayrica üveyikler de pinarin üstünde oturur ya da basimin üstündeki yumusak ak çarnlarin dallari arasinda uçusurlardi; kirmizi sincap en yakin­ daki dala dogru kosarken tanidik ve merakli görünür­ dü. Ormancia kipirdamadan yeterince uzun oturursa­ niz arinanin sakinleri kendilerini sirayla gösterecektir. Daha az barisçil olaylara da tanik oldum. Bir gün   odun yiginima, daha dogrusu kütük yiginima gittigimde iki büyük karincanin, biri kirmizi digeriy­ se daha büyük, neredeyse yarim inç boyunda olan siyah karincanin siddetli bir kavgaya tutusmus oldu­ gunu gördüm. Bir kez birbirlerine yapisinca bir daha birakmiyorlardi, durmaksizin dövüsüyor, güresiyar ve yongalarin arasina düsüyorlardi. Daha yakindan baktigimda yongalarin böyle savasçilarla kaplanmis oldugunu görerek sasirdim. Bu bir duellum* degil, bir bellum** 'du; karincalarin iki irki arasinda yapilan bir savasti. Kirmizi karincalar siyahlada kapisiyar ve genelde iki kirmizi karinca bir siyaha saldiriyordu. Bu Myrmidon*** lejyonlari odunlugumdaki tüm tepeleri ve vadileri kaplamisti, ölü veya ölmekte olan karinca­ lar, hem kirmizilar hem siyahlar, yere dagilmisti. Bu hayatimda tanik oldugum tek savasti, savasin siddeti devam ederken adim atmis oldugum tek savas alaniy-

267

268

di, iki taraf için de yikici bir savasti ; bir yanda cum­ huriyetçi kirmizilar, diger yanda emperyalist siyahlar vardi. I ki taraf da ölümcül bir sekilde, fakat duyabile­ cegim hiçbir ses çikarmadan savasiyordu; insanlar asla bu kadar azimli savasmamislardir. Yongalarin arasin­ daki günesli ve küçük bir vadide birbirine kitlenmis iki karincayi izliyordum ; ögle vaktinde günes batana kadar ya da ölene kadar savasmaya hazirdilar. Daha küçük olan kirmizi savasçi bir mengene gibi digerine yapismisti; ne kadar yuvarlanirsa yuvadansin bir an için bile rakibinin antenierini kökünden isirmayi bi­ rakmadi, neredeyse digerini öldürmek üzereydi; daha güçlü olan siyah karinca ise kirmiziyi yerden yere vuruyordu, daha yakindan baktigimda ise rakibinin birkaç organini koparmis oldugunu gördüm. Buldog­ lardan bile daha büyük bir azimle savasiyorlardi. Iki karinca da geri çekilme egilimi bile göstermiyordu. Belli ki savas çigliklari "zafer ya da ölüm"dü. Bu ara­ da, vadinin yamacinda tek bir kirmizi karinca ortaya çikti. Heyecanli oldugu besbelliydi; ya düsmanini alt etmisti ya da daha savasa katilmamisti; muhtemelen daha savasinarnisti çünkü organlarinin hepsi yerin­ deydi, annesi ya kalkaniyla ya da kalkaninin üstün­ de geri dönmesini tembih etmisti. ?- ·? H Ya da  belki de gelen Akhilleus'tu, hiddetini beslemis ve simdi de Patroclus'un öcünü almaya ya da onu kurtarmaya gel­ misti. Esit olmayan bu savasi uzaktan görmüstü, siyah karincalar, kirmizilarin neredeyse iki kati büyüklük­ teydi, hizla yakiniasip dövüsçülerin yarim inç kadar yaninda gardini aldi. Gördügü firsati degerlendirerek siyah savasçinin üstüne atladi ve sag ön hacagini di­ binden isirmaya basladi; böylece rakibi organlarindan

birini seçmek zorunda kaldi. Simdi üç savasçi hayat için birlesmisti; sanki tüm diger kilitleri ve çimentola­ ri utandiracak yeni bir çekim gücü icat edilmisti. Yük­ seklerdeki bir yonganin üstüne konumlanmis, yavas savasçilari heyecanlandiracak, ölenleri ise neselendi­ recek marslar çalan kendi müzik gruplarini görsem sasirmayacaktim. Ben bile sanki savasanlar insanmis gibi heyecanlanmistim. Düsündükçe ne kadar az fark oldugunu anliyorsunuz. Ve Concord tarihinde, hatta ve hatta Amerika tarihinde, ne katilan savasçi sayisi  ne de gösterilen vatanseverlik ve kahramanlik açisin­ dan bu savasla bir an için bile karsilastirilabilecek bir savas kaydedilmemistir. Dökülen kan ve asker sayisi açisindan, Austerlitz'e ya da Dresden'e benziyordu, Concord Savasi ! Vatanseverlerden iki kisi öldü ve Luther Blanchard yaralandi ! Buradaki her karinca bir Buttrick'ti, '?tes edin! Tanri askina ates edin !" ve bin­ lereesi de Davis ve Hosmer'in kaderini paylasti. Bu­ rada tek bir parali asker bile yoktu. Çaydan alinan üç penilik vergiden kurtulmak için degil, tipki atalarimiz gibi bir ilke ugruna savastikianna hiç süphem yok. Bu savasin sonuçlari savasanlar için, en azindan Bunker Tepesi savasinin sonuçlari kadar önemli ve unutulmaz olacak.

Özellikle   anlattigim   bu   üç   savasçinin üzerin­

de savastigi tahta parçasini alip eve götürdüm, olayi görmek için pencerenin yanindaki bir su bardaginin altina yerlestirdim. I lk bahsettigim kirmizi karinca­ ya bir büyüteç tuttugumda gördüm ki hala gayretle düsmaninin ön hacagini isiriyordu; anteninin kalan kismini da koparmisti, fakat kendi gögsü de parçalan­ mis, iç organlarini siyah savasçinin çenesine ve insafi-

269

270

na birakmisti. Siyah savasçinin zirhi parçalanmayacak kadar kalindi, kirmizi karincanin siyah gözleri ancak savasin ortaya çikarabilecegi bir vahsetle parliyordu. Bardagin altindaki mücadeleleri yarim saatten daha uzun sürdü. Yeniden baktigimda siyah savasçinin düs­ manlarinin kafalarini vücutlarindan ayirmis oldugu­ nu, hala canli olan kafalarinin iki yanindan eyerdeki korkunç ganimetler gibi sarktigini gördüm. Ona ön­ ceki kadar siki bir sekilde yapismislardi. Antenierini kaybetmis, yalnizca bir bacagi kalmis bir halde ve fark etmedigim daha birçok yarasiyla onlardan kurtulmak için zayif bir sekilde mücadele ediyordu. S onunda, yarim saat sonra basardi. Bardagi kaldirdim, sakat haliyle pencereden disari çikti. Savastan sag kurtula­ bildi mi, geri kalan günlerini gaziler evinde geçirebildi mi bilmiyorum, fakat bundan böyle pek ise yarama­ yacagini düsünüyordum. Ne hangi tarafin kazandigi­ ni ne de savas nedeninin ne oldugunu hiçbir zaman ögrenemedim; fakat günün geri kalaninda sanki ka­ pimin önünde insanlar arasinda yasanan bir savasin kiyimina ve vahsetine tanik olmusuro gibi heyecanli ve birpalanmis hissettim.

Kirby  ve  Spence'e  göre  karinca  savaslari uzun

zamandir bilinir ve tarihleri kaydedilirmis,fakat bu savaslara taniklik eden tek modern yazar Huber'mis. Anlattiklarina göre, "Aeneas S ylvius, büyük bir karin­ ca türüyle küçügü arasinda bir armut agacinin üstünde oldukça siddetli geçen bir savasi ayrintili olarak tasvir ettikten sonra 'bu savasin Papa 4. Eugenius'un ve ünlü bir avukat olan Nicholas Pistoriensis'in huzurunda gerçeklestigini ve Pistoriensis'in savasi aslina uygun bir sekilde aktardigini eklemektedir.' Büyük ve küçük

karincalar arasinda yasanan benzer bir mücadele de Olaus Magnus tarafindan kaydedilmistir. Bu savasin galibi olan küçük karincalarin kendi askerlerinin ce­ setlerini gömdügü, fakat büyük rakiplerinin ölülerini kuslara yem olmak üzere biraktiklari anlatilir. Bu olay tiran I kinci Christiern'in I sveç'ten sinir disi edilisin­ den önce gerçeklesmistir. " Benim tanik oldugum sa­ vas ise Polk'un baskanligi sirasinda, Webster'in Kaçak Köle Yasasi'nin kabulünden bes yil sonra yasanmistir. Bir erzak kilerinde çamur kaplumbagasi kovala­ maya uygun birçok kasaba köpegi sahibinin haberi olmadan arinanda dolasir, beceriksizce eski tilki ko­ vuklarini ve dag siçani deliklerini koklar; belki çevik bir sekilde arinanda gezen zayif bir sokak köpeginin pesine takilir ve orman sakinlerinde dogal bir korku uyandirir; belki de simdi kilavuzunun arkasinda kal­ mistir, etrafi incelemek için agaca çikmis küçük bir sineaba havliyor, kosarak çalilari eziyor, sürüden ay­ rilmis bir çöl faresinin izini sürüyor oldugunu düsü­ nüyordur. Bir keresinde, gölün tasli kiyisinda yürüyen bir kedi görmüs ve çok sasirmistim, genelde evlerin­ den bu kadar uzaklasmazlar. Saskinlik karsilikliydi tabii. Tüm gün halinin üstünde uzanan evcil bir kedi olmasina ragmen arinanda evinde gibiydi. Kurnaz ve sinsi hareketleri olagan sakiniere göre arinanin yeriisi olmayi daha çok hak ediyordu. Bir kez, yemis top­ larken yavrulariyla birlikte bir kediye rastladim; ga­ yet vahsilerdi, yavrular da ayni anneleri gibi sirtlarini diklestitip bana öfkeyle tisladilar. Ormanda yasamaya baslamarndan birkaç yil önce, Lincoln'de, göle yakin çiftliklerden biri olan Bay Gilian Baker 'in çiftliginde "kanatli kedi" denilen bir hayvan oldugunu duymus-

271

272

tum. 1842 yilinin Haziran ayinda onu görmeye gitti­ gimde aliskanligi üzere arinana avianinaya çikmisti. (Erkek mi disi mi oldugunu bilmiyorum, bu yüzden genelde oldugu gibi onu disi kabul ediyorum). Saliibe­ si kedinin bu civara bir yildan biraz daha önce, Nisan ayinda geldigini ve sonunda onu evlerine aldiklarini söyledi. Koyu kahverengirusi-gri renkte, bogazinda beyaz bir leke olan bir kediymis, beyaz ayaklari ve bir tilkininkine benzeyen büyük tüylü bir kuyrugu varmis. Kisin kürkü kalinlasir, on - on iki inç uzunlugunda, iki buçuk inç kalinliginda seritler haline gelip yanlarin­ dan sarkarmis; çenesinin üst tarafindaki tüyler gevsek görünür, alt tarafindakiler ise keçeye benzermis. Ba­ har gelince bu uzantilar dökülürmüs. Bana "kanatla­ rindan" bir çift verdiler, hala sakliyorum. Hiç de zara benzeyen bir görünüsleri yok. Kimilerine göre kanatli kedi uçan-sincap ya da baska bir vahsi hayvandir ki bu imkansiz degil, çünkü doga bilimcilere göre sansar ve ev kedisinin birlesmesinden dogurgan melezler türe­ mistir. Eger kedi besieyecek olsaydim kanatli kedi tam da bana uygun bir kedi olurdu, bir sairin kedisi neden ati gibi kanatli olmasin ki ?

Sonbaharda, her zaman oldugu gibi  dalgiç kusla­

ri (Colymbus glacialis) tüy döküp yikanmak için göle gelir, daha ben uyanmadan ormani hayrat kahkahala­ riyla doldururlardi. Dalgiç kusunun geldigi söylenti­ sini duyan Mill-damli avcilar hazirlanir, ikiserh üçerli gruplar halinde tüfekleriyle, konik toplariyla ve dür­ bünleriyle, yayan ya da arabali olarak arinana gelirler­ di. Sonbahar yapraklari gibi hisirdayarak ormandan geçerler, bir dalgiç kusunu görmek için en az on adam gelirdi. Bazilari gölün bu kiyisina, digerleri ise karsi

kiyisina yerlesirdi; ne de olsa zavalli kus ayni anda her yerde olamazdi, buradan suya daldiginda karsi ki­ yidan çikardi. Fakat artik nazik Ekim rüzgari esmeye, yapraklari hisirdatmaya ve suyun yüzeyini dalgalan­ dirmaya baslamisti; bu yüzden düsmanlari dürbün­ leriyle gölü tarayip tüfek sesleriyle ormani çinlatsa­ lar da, hiçbir dalgiç kusu ortalikta görülmüyor veya duyulmuyordu. Dalgalar su kuslarinin tarafini tutup yükselerek öfkeyle kiyiya vurmaya baslamisti, avci­ larimiz kasahaya ve dükkaniara geri çekilmek, yarim kalan islerine dönmek zorunda kalmisti. Ama genelde basarili olurlardi. Sabah erkenden bir kova su almaya gittigimde, genelde körfezin on bes - yirmi metre açi­ ginda yüzen bu görkemli kusu görürdüm. Nasil ma­ nevra yapacagini görmek için tekneyle onu geçmeye çalistigimda suya dalip tamamen gözden kaybolurdu, bazen günün geri kalaninda onu hiç göremezdim. Fa­ kat suyun yüzeyinde benim dengim degildi. Yagmur yagarken genelde uçup giderdi.

Ekim  ayinda çok sakin geçen  bir ögle  vakti,  ku­

zey kiyisi boyunca kürek çekiyordum; özellikle böyle günlerde gölleri ziyaret etmeyi sevdikleri için uzun bir süre bir dalgiç kusu görme umuduyla gölü izlemistim. Aniden on bes - yirmi metre önümde, kiyidan gölün ortasina dogru yüzen bir tanesi hayrat kahkahasim patiatti ve kendini açik etti. Kürek çekerek takip et­ tim; suya daldi, fakat yeniden yüzeye çiktiginda ona daha yakindim. Yeniden suya daldi, fakat gidecegi yönü yanlis hesapladigim için yeniden yüzeye çik­ tiginda iki yüz elli metre uzagindaydim, aramizdaki mesafe benim yüzümden artmisti. Tekrar uzun ve gü­ rültülü bir kahkaha atti, bu kez gülrnek için daha fazla

273

274

sebebi vardi. O kadar kurnaz manevralar yapti ki ona bir daha otuz metre kadar bile yaklasamadim. Her yüzeye çiktiginda kafasini bir o tarafa bir bu tarafa çe­ virerek sogukkanlilikla suyu ve karayi inceliyor, görü­ nüse göre suyun en genis oldugu ve kayiktan en uzak olabilecegi noktaya çikabilmek için rotasini kararlas­ tiriyordu. Karar verme ve kararini uygulama hizi ol­ dukça sasirticiydi. Beni bir kez gölün en genis kismina götürdü ve oradan ayrilmadi. O bir seyler düsünür­ ken ben de ne düsündügünü tahmin etmeye çalisiyor­ dum. Gölün pürüzsüz yüzeyinin üstünde, bir insan ve bir dalgiç kusu arasinda oynanan güzel bir oyundu. Rakibinizin tasi bir anda tahtanin altinda kaybolur, yapmaniz gereken çikacagi yere en yakin noktaya ta­ sinizi yerlestirmektir. Bazen beklenmedik bir sekilde altindan geçip kayigin diger tarafinda yüzeye çikiyor­ du. Nefesini o kadar uzun süre tutabiliyordu ve öyle yorulmak bilmezdi ki uzun bir süre yüzdükten sonra bile hemen suya dalabiliyordu ; o zaman derin gölün pürüzsüz yüzeyinin altinda nerede oldugunu kimse tahmin edemezdi, bir balik kadar hizli yüzebiliyordu, gölün en derin yerinde dibi ziyaret edebilecek kadar zamani ve yetenegi vardi. New York göllerinde, ala­ balik tutmak için kullanilan oltalarla yüzeyin seksen ayak altinda dalgiç kusu yakalandigi söylenir. Walden bu göllerden daha derindir. Baska bir boyuttan gelip sürülerinin arasindan hizla yüzen bu biçimsiz ziya­ retçiyi gören baliklar ne kadar sasirmis olmali! Rota­ sindan suyun üstünde oldugu kadar altinda da emin görünüyordu ve sualtinda çok daha hizli yüzüyordu. Bir ya da iki kez, yüzeye yaklastigi, kesif yapmak için kafasini disari çikarip hemen geri daldigi yerde küçük

bir dalgalanma gördüm. Nerede yüzeye çikacagini hesaplayana kadar kürek çeken kollarimi dinlenditip yeniden ortaya çikisini beklemenin daha iyi olacagini düsündüm; çünkü yüzeyin bir tarafini izleyip gözleri­ mi yararken aniden arkarndan gelen korkunç kahka­ hasini duyup ürküyordum. Fakat bu kadar kurnazlik gösterdikten sonra neden yüzeye çikar çikmaz bu gü­ rültülü kahkahayla yerini açik ediyordu ? Beyaz gögsü zaten nerede oldugunu göstermeyecek miydi ? Aslinda aptal bir dalgiç kusuydu diye düsündüm. Genelde su yüzüne çiktiginda çikardigi sapirtiyi duyuyor ve nere­ de oldugunu fark edebiliyordum. Fakat bir saat geçtik­ ten sonra bile önceki kadar canli ve istekli görünüyor ve daha da uzaklara yüzüyordu. Su yüzüne çiktiginda telassiz gögsüyle ne kadar sakin bir sekilde yüzdügü­ nü, sadece suyun altindaki perdeli ayaklarini kullan­ digini görmek sasirticiydi. Olagan sesi yine de biraz su kuslarinin sesine benzeyen bu seytani kahkahaydi; fakat ara sira beni çok basarili bir sekilde adattiginda ve bana çok uzak bir yerde su yüzüne çiktiginda uzun ve korkunç bir uluma sesi  çikarirdi.  Bir  kustan  çok bir kurdun ulumasina benziyordu; sanki bir kurt bur­ nunu yere dayamis da uluyormus gibi ... Iste çilginligi buydu; ses, arinanin dört bir yaninda çinlayan, belki de buralarda duyulmus en vahsi ses. Yeteneklerine gü­ venir bir sekilde, çabalarimi küçümseyerek güldügü­ ne kanaat getirdim. Su ana kadar hava kapanmis olsa da, göl o kadar pürüzsüzdü ki nerede yüzeye çiktigini duyamasam da görebiliyordum. Beyaz gögsü, havanin durgunlugu, suyun pürüzsüzlügü, hepsi onun aleyhi­ neydi. Sonunda iki yüz elli metre ötemde su yüzüne çikip o uzun ulumalarindan birini çikardi, sanki dalgiç

275

276

kuslarinin tanrisini yardimina çagiriyordu. O an ani­ den dogudan bir rüzgar esmeye basladi, su yüzeyini dalgalandirdi ve tüm gögü puslu bir yagmuda doldur­ du. Sanki dalgiç kusunun duasi yanidanmis ve tanrisi bana sinidenmis gibi hissettim, dalgiç kusunun pesini birakip çalkantili yüzeyde kaybolmasini izledim.

Sonbahar günlerinde saatlerce ördekleri izlerdim; kurnazca manevra yapar, döner ve avetlardan uzaga, gölün ortasina kaçarlardi. Louisiana batakliklarinda bu numaralara daha az ihtiyaçlari olurdu. Uçmak zo­ runda kaldiklarinda epeyce yüksekten, gölün üstün­ de daireler çizerlerdi. Diger gölleri ve irmagi kolayca görebildikleri o yükseklikten, gökteki küçük siyah noktalar gibi görünürlerdi. Tam artik buradan ayril­ diklarini düsündügümde çeyrek millik egri bir uçusla uzaklardaki bos bir yere konarlardi. Fakat Walden'in ortasinda yüzerek güvenlikten baska ne elde ederler bilmiyorum, tabii gölü benim sevdigim nedenden do­ layi sevmiyorlarsa...

13.    EVIN ISITILMASI

Ekim ayinda üzüm toplamaya irmagin kenarin­ daki çayirlara giderdim ve yiyecek olarak degil de güzellikleri ve kokulari için deger verdigim salkim­ lari yüklenirdim. Orada toplamasam da hayran kal­ digim yabanmersinleri de bulunurdu. Mumlu küçük mücevherlere, çimene asili kolyelere benzerlerdi; inci renginde veya kirmiziydilar. Çiftçi bunlari çirkin bir tirmikla toplar, çimenieri arapsaçi gibi dolasmis bir halde birakir, topladiklarini pervasizca kile ve dolar hesabiyla ölçer ve çimenden topladigi bu ganimetieri Boston'a ve New York'a satardi. Yabanmersinleri sikis tepis kasalara doldurulur ve doga asiklarinin damak zevklerini tatmin ederdi. Kasaplar da kopan  ve  so­ lan bitkileri önemserneden bizonlarin dillerini böyle koparirlardi. Diken üzümünün parlak meyveleri de yalnizca gözüme hitap eden yiyeceklerdir; fakat arsa sahiplerinin ve yolcularin gözün kaçmis olan yabani elmalari ateste pisirmek için toplardim. Kestaneler olgunlastiginda kis için yarim kile kadar toplardim. Lincoln'ün o zamanlar uçsuz bucaksiz olan kestane ormanlarini bu mevsimde sirtimda bir çanta, elimde

277

278

kozataklari açmak için bir sopayla dolasmak gayet he­ yecan vericiydi; bu ormanlar su anda demiryolunun altinda son uykularini uyuyorlar, don yapana kadar beklemezdim, yapraklarin hisirtisi ve zaman zaman yari yenmis findiklarini çaldigim kizil sincaplarla ala­ kargalarin sitemleri arasinda gezinirdim. Seçtikleri kozalaklar genelde saglam olurdu. Ara sira agaçlara tirmanip dallarini sallardim. Evimin arkasinda da ye­ tisirdi bu agaçlardan ve neredeyse evimi gölgeteyecek kadar büyük bir tanesi çiçek açtiginda kokusu etrafi kaplayan bir bukete benzerdi. Fakat neredeyse tüm meyvelerini sincaplar ve alakargalar kapardi, kargalar sabah erkenden sürüler halinde gelir, kozalaklar daha düsmeden findiklari toplarlardi. Bu agaçlari onlara birakmistim, tamamen kestanelerden olusan uzaklar­ daki ormanlari ziyaret ederdim. Bu findiklar yettigi kadariyla ekmek yerine geçerdi. Belki birçok baska ikame ürün de bulunabilirdin. Bir gün balik tutmak için solucan çikarirken yer fistigini (Apios tuberosa), yeriiierin patatesini kesfettim. Olaganüstü bir meyvey­ di; söylemis oldugum gibi çocukken çikartip yedigim­ den, bunu hayal etmedigimden pek emin degildim. Diger bitkilerin kökleriyle desteklenen büzüsmüs, kir­ mizi kadifemsI çiçeklerini sik sik ayni bitki oldugunu bilmeden görürdüm. Tarim bu bitkinin soyunu hemen hemen kuruttu. Donmus patatese çok benzeyen tat­ limsi bir tadi vardi, haslamasini kizartmasindan daha çok begendim. Bu yumru kök doganin kendi çocukla­ rini burada gelecekte büyütüp besleyecegine dair belli belirsiz bir vaadi gibi görünüyordu. Besili sürülerin ve dalgalanan tahil tarlalarinin gününde, günümüzde, bir zaman bir yerli kabilesinin totemi olan bu müteva-

zi kök unutulmustu ya da çiçek açan filizleriyle tanini­ yordu. Ancak vahsi doga bir kez daha burada hüküm sürecek olsa, sayisiz düsmanla karsilasan nazik ve lüks I ngiliz tahillari muhtemelen yok olurdu. I nsanin öze­ ni ve bakimi olmadan, güneybatidaki Yerli Tanrisinin büyük misir tarlasindan gelmis oldugu söylenen son misir tohumu kargalar tarafindan yuvasina geri tasi­ nabilirdi. Ancak, su anda neredeyse yok olmus olan yer fistigi donlara ve yabanilige aldirmadan canlanir ve çiçek açar, buranin yeriisi oldugunu kanitlar ve avci kabilesinin besini olarak eski önemine ve onuruna ka­ v?surdu. Bir Yerli Ceres'i veya Minerva'si yer fistigini icat edip insanlara armagan etmis olmali; burada si­ irin hükmü basladiginda, yapraklari ve meyvelerinin lifleri sanat eserlerimizde temsil edilecektir.

1 Eylül günü itibariyle gölün karsisinda, suyun yanindaki çikintinin üstündeki üç toz agacinin beyaz dallarinin altinda iki ya da üç tane küçük akçaagacin kizarmis oldugunu görmüstüm. Ah, renkleri ne çok hikaye anlatir ! Haftalar geçtikçe yavas yavas her aga­ cin kendine özgü karakteri ortaya çikti, her  biri  gö­ lün pürüzsüz aynasindaki yansimasma hayran hayran bakiyordu. Bu resim galerisinin yöneticisi her sabah duvarlardaki eski resimleri kaldiriyor, yerine daha parlak ve uyumlu renkleriyle ayirt edilen yeni resim­ ler asiyordu.

Ekim ayinda binlerce yaban arisi kisi geçirmek için yasadigim yere geldi, penceremin içine ve yuka­ ridaki duvarlara yerlesip zaman zaman konuklariinin içeri girmesine engel oldular. Her sabah soguk yüzün­ den hissizlesen bazilarini disari süpürürdüm, fakat on­ lardan kurtulmak için çok zahmet etmiyordum; evimi

279

280

uygun bir siginak olarak gördükleri için bana iltifat ettiklerini düsünüyordum. Benimle beraber uyusalar da beni ciddi bir sekilde rahatsiz etmiyorlardi. Kistan ve korkunç soguktan korunmak için bilmedigim ge­ diklere girip kayboluyorlardi.

Kasim ayinda, yaban arilari gibi kis için sigina­ gima çekilmeden önce, Walden'in kuzeydogu kiyisini ziyaret ederdim. Çirali çarnlardan ve tasli kiyindan yansiyan günes gölün bu kismini sömine gibi isitiyor­ du; yapay bir atestense, mümkün oldugunca günesle isinmak çok daha hos ve sagliklidir. Buradan ayrilmis bir avciya benzeyen yaz mevsiminin birakmis oldugu parlak közlerle isiniyordum.

Sira hacarni insa etmeye geldiginde duvarcilik ögrendim. Tuglalarim kullanilmis oldugu için onlari bir malayla temizlemek gerekiyordu, böylece tugla ve malalarla ilgili normalde oldugundan daha fazla sey ögrenmis oldum. Üstlerindeki harç elli yillikti ve bu harcin hala sertlesmekte oldugu söyleniyordu; fakat bu da insanlarin dogru olsa da olmasa da tekrar etme­ yi sevdigi deyislerden biriydi. Bu deyisler de zamanla sertlesip daha siki yapisir; bu deyisieri söyleyen yasli ve çokbilmis birini temizlemek için birçok mala dar­ besi gerekir. Mezopotamya'daki kasabalarin çogu Babil harabelerinden alinmis olan kaliteli ve kullanil­ mis tuglalada insa edilmistir, harçlari ise daha eski ve muhtemelen daha serttir. Her neyse, yipranmadan bu kadar çok sert darbeler vurabilen çeligin olagandisi sertligine hayran kalmistim. Üstlerinde Nebukadne­ zar yazmasa da, tuglalarim daha önce bir hacaya ait olduklari için bulabilecegim kadar çok sömine tugla­ si bulmaya çalistim; böylece emekten tasarruf ettim

ve ziyan olan tuglalarin yerine yenilerini koyabildim. Tuglalar arasindaki bosluklari göl kiyisindan buldu­ gum taslarlar doldurdum, harciini ise ayni yerden topladigim beyaz kurula yaptim. En çok söminede oyalandim, çünkü evin en hayati kismi burasiydi. O kadar planli çalistim ki sabah yerden baslamis oldu­ gum halde, yerden birkaç inç yükselmis olan tuglalari gece yastik gibi kullandim; fakat boynum bu yüzden tutulmadi, boyun tutuklugum eskiden kalmisti. Bu si­ ralarda bir sair arkadasim iki hafta süreyle bende kal­ misti, biraz yer sikintisi çektik. Iki biçagim olmasina ragmen kendi biçagini getirmisti, biçaklari topraga sapiayip temizliyorduk. Yemek yapinama yardim edi­ yordu; eserimin sert açili bir kare seklinde yükselmesi beni memnun ediyordu, yavas ilediyor olsa da uzun bir süre dayanacak sekilde tasarlanmisti. Baca bir ölçüde bagimsiz bir yapidir, temeli yerdedir ve evin içinden göge kadar yükselir, bazen ev yanmis oldugu halde ayakta kalir, önemi ve bagimsizligi açikça görü­ lür. Bacami yaz sonuna dogru insa etmistim, simdiyse Kasim ayi gelmisti.

Kuzey rüzgari  gölü  sogutmaya  baslamisti, fakat

göl çok derin oldugundan tamamen sogumasi için rüzgarin haftalar boyu istikrarli bir sekilde esrnesi ge­ rekiyordu. Evime siva yapmadan önce geceleri ates yakmaya basladigimda, tahtalar arasindaki sayisiz ya­ nk sayesinde baca dumani gayet iyi bir sekilde disari tasiyordu. Yine de yumrulada dolu kahverengi kaba tahtalada ve üstlerinde agaç kabugu kalmis kalaslada çevri olan, soguk ve hava alan dairemde neseli aksam­ lar geçirdim. Sivasi yapildiktan sonra evim gözüme o kadar  hos  görünmedi,  fakat  itiraf etmeliyim ki daha

281

282

rahat bir hal aldi. I nsanlarin yasadigi her evin aksam­ lari kalaslarin üzerinde gölgelerin oynasacagi kadar yüksek tavanli olmasi gerekmez mi ? Bu, fresklere ve diger pahali mobilyalara nazaran göze ve hayal gü­ cüne daha güzel gelir. Evimde oturmaya onu isinma ve barinma için kullandigimda basladigiini söyleye­ bilirim. Odunu atesten uzak tutmak için bir iki tane eski ocak ayakligim vardi. Insa ettigim hacanin geri­ sinde olusan sisleri görmek hosuma gidiyordu; atesi normalde oldugundan daha dogru bir sekilde, daha fazla bir tatminle karistiriyordum. Evim küçüktü ve içinde neredeyse hiç yanki sesi duyamiyordum, fakat tek bir oda olarak yeterince büyük görünüyordu ve komsulardan uzaktaydi. Bir evin tüm çekici özellikleri bir odaya sigmisti : mutfak, oda, salin, misafir odasi... Bir yetiskinin ya da çocugun, efendinin ya da usagin bir evde yasamaktan aldigi hazzin hepsini ben de ali­ yordum. Cato, bir aile reisinin (patremfamilias) kir villasinda "cellam oleariam, vinariarri, dolia multa, uti lubeat caritatem expectare, et reI, et virtuti, et gloriae erit," yani "Fiçilarla dolu bir sarap ve yag mahzeni olmali ki zor zamanlari beklemek bile hos olsun, bun­ lar aile reisinin yararina, onun erdemi ve basarisi için olacaktir. " demektedir. Benim mahzenimde ise ufak bir fiçi dolusu patates, iki kuart  kadar  kurdu  bezel­ ye, rafimda biraz pirinç, bir kavanoz pekmez ve birer avuç da çavdarla misir unu vardi .

Bazen daha genis ve insan dolu bir evin hayalini kuruyordum. Altin bir çagda, dayanikli malzemeler­ den ve gösteristen uzak, tek bir odadan; yani genis, kaba saglam ve ilkel bir salondan olusan, tavani ya da sivasi olmayan, insanin basi üstünde gökyüzünü tutan

çiplak kalaslari ve kirisleri olan, yagmur ve kardan ko­ runmak için kullanisli bir ev... Pervaza adiminizi atip eski bir hanedanin secde halindeki Satürn'üne saygi­ larinizi sunduktan sonra bagliliginizi kabul etmek için kral ve kraliçe tahtlari dikilmektedir. Çatiyi görmek için bir diregin üstündeki mesaleye uzanmanizin ge­ rektigi, magaraya benzer bir ev. Isteyen söminenin orada, bir pencere boslugunda, tahta siralarda, salo­ nun bu ya da öte ucunda, isteyense örümceklerle be­ raber kalaslarin üstünde yasar. Kapiyi açtiginizda tö­ renin sona erdigi, içine girebildiginiz bir evdir. Yorgun bir gezgin daha fazla yolculuk yapmadan yikanabilir, yemek yiyebilir, sohbet edebilir ya da uyuyabilir. Fir­ tinali bir geceden sonra ulastigimza memnun olaca­ giniz, bir evin tüm gerekli esyalarina sahip, temizlen­ mesi gerekmeyen bir siginaktir. Evin tüm hazinelerini bir bakista görebilirsiniz, bir insanin kullanabilecegi her sey yerine asilidir. Ayni anda hem mutfak, hem kiler, hem salon hem oda, hem ambar hem de çati katidir. Bir fiçi ya da merdiven gibi gerekli, bir dolap gibi kullanisli seyler görebilirsiniz, tencerenin kayna­ digini duyup yemegInizi pisiren atese ve ekmeginizi yapan firina saygilarinizi sunabilirsiniz. Evdeki tüm süsler gerekli mobilyalar ve araç gereçten olusur. Ne çamasir legeni, ne ates ne de evin hanimi ortadan kaybolur; belki ara sira asçinin kilere inebilmesi için kapinin önünden çekilmeniz istenir, böylece bastigi­ niz yerin altindaki zeminin saglam mi yoksa kof mu oldugunu anlayabilirisiniz. Içi bir kusun yuvasi kadar açik ve ortadadir, sakinlerinin bir kismini görmeden ön kapidan girip arka kapidan çikamazsi niz. Konuk olmak kendinizi evinizde hissedin denilip bir odaya

283

284

tek basina kapatilip evin sekizde yedisinden itinayla dislanmak degil, evi özgürce kullanabilmek anlamina gelir. Bugünlerde ev sahibi sizi söminenin yanina ka­ bul etmez, fakat sizin için duvarciya bir sömine daha insa ettirir; konukseverlik, konugu mümkün oldugun­ ca uzakta tutma sanatidir. Mutfak o kadar gizli tutu­ lur ki sanki ev sahibi sizi zehirlerneyi planlamaktadir. Birçok kez birinin mülkü üzerinde bulunmus oldugu­ mu ve oradan yasal bir sekilde çikarilabilecegi fark ettim, fakat birinin evinde bulundugurnun hiç farkina varmadim. Tarif ettigim gibi bir evde, basit bir sekilde yasayan bir krali ve kraliçeyi, eger oralardan geçecek olursam, eski kiyafetlerimle ziyaret edebilirim; fakat eger modern bir sarayda bulunacak olsam, tek ögren­ mek isteyecegim sey oradan nasil kaçacagim olacaktir. Hayatlarimiz      salonlarimizda   konusulan           dilin sembollerinden o kadar uzakta yasaniyor ve bu dilin metaforlari ve kinayeleri o kadar zorlama ki, baska bir deyisle salon mutfaktan ve atölyeden o kadar uzak ki sanki salonlarimizin bu dili öfkeye teslim olup yozla­ sacak ve tamamen bos konusmaya dönüsecekmis gibi görünüyor. Aksam yemegi bile genelde sadece aksam yemeginin alegorisi gibi. Sanki  sadece ilkeller doga ve hakikate yakin yasamis ve onlardan bir iki mecaz ödünç alabilmis gibi. Uzakta, Kuzeybati topraklarinda ya da Man Adasi'nda yasayan bilgin mutfakta neyin

uygun oldugunu nasil söyleyebilir?

Ancak benimle kalip bir un lapasini paylasacak kadar cesur olan yalnizca bir ya da iki konugum oldu ; genelde bu badirenin yaklasmakta oldugunu görenler evimi temellerinden sarsarcasina hizli bir sekilde ka­ çip gittiler. Yine de ev birçok un lapasina dayanabildi.

Dondurucu bir soguk gelene kadar evime siva yapmadim. Bu amaçla gölün karsi kiyisindan kayikla daha beyaz ve temiz kum getirdim, eger gerekseydi bunun için daha uzaklara bile gidebilirdim. Bu arada evim bastan asagi tahta kiremitle kapliydi. Kaplama yaparken her çiviyi bir çekiç darbesiyle yerine otur­ tabildigim için memnun olmustum; sivayi tahtadan duvara düzgün ve hizli bir sekilde tasiyabilmek isti­ yordum. Kibirli bir tanidigin öyküsünü hatirlamistim. Güzel kiyafetler içinde, çalisan insanlara ögütler vere­ rek aylak aylak kasahada dolanirdi. Bir gün konusmak yerine bir seyler yapmaya girismisti; kollarini sivamis, bir sivaci tahtasini eline almis, kazasizca malasini dol­ durmus ve kendinden hosnut bir sekilde basinin üs­ tündeki kaplamaya bakmisti. Oraya dogru cüretkar bir hamle yapmasiyla malanin içindeki her sey onu tamamen saskinliga ugratarak süslü püslü bagrina dökülmüstü. Sagugu etkili bir sekilde engelleyen ve güzel bir görünüm veren sivanin ekonomikligine ve getirdigi rahatliklara tekrar hayran olmus ve sivaemin karsi karsiya kaldigi çesitli tehlikeleri ögrenmistim. Daha sivayi düzeltemeden bütün nemini içip bitiren tuglalarin susuzlugunu ve yeni bir ocagi vaftiz etmek için kaç kova su gerektigini görmek beni çok sasirtti. Geçen kis, sirf deney yapmak amaciyla irmagin getir­ digi Unio fluviatilis kabuklarini yakip az bir miktar kireç yapmistim. Böylece kullandigim malzemelerin nereden geldigini biliyordum. Eger isteseydim bir ya da iki mil uzaktan iyi kireçtasi çikarip yakabilirdim.

Bu  arada  göl,  daha  her  taraf  donmadan günler

hatta haftalar önce, en gölgeli ve sig koylara çekilmis­ ti . Özellikle ilk buz ilgi çekici ve kusursuzdur; sert,

285

286

koyu renkli ve seffaf olup gölün sig oldugu yerlerde dibi inceleme firsati verir. Suyun yüzeyindeki bir ka­ yan böcek gibi, yalnizca bir inç kalinligindaki buzun üzerine boylu boyunca uzanip bir camin arkasindaki bir resme benzeyen iki - üç inç uzakliktaki suyun di­ bini istediginiz gibi inceleyebilirsiniz, su o sirada hep sakindir. Kurnda bazi hayvanlarin biraktigi ikili siralar halinde birçok iz vardi; kalinttiara gelince, beyaz ku­ vars tanelerinden yapilmis kurtçuk kabuklari saçilmis­ ti. Belki de kurnun üzerindeki izleri bu kabuklar yap­ misti; bazi izler bu kabuklar tarafindan açilamayacak kadar genis ve derin olsa da içlerinde kabuklar bulu­ nuyordu. Fakat en ilgi çekici nesne buzun kendisiydi, gerçi buzu incelemek için ilk firsattan yararlanmak gerekiyordu. Suyun dondugu gecenin sabahinda buzu incelerseniz, ilk basta buzun içindeymis gibi görünen baloncuklarin çogunun hemen yüzeyin altinda yer aldigini ve sürekli dipten yukari dogru yükseldigini görürdünüz, buz oldukça saglam ve karanlik olsa da içinden suyu görebilirdiniz. Bu baloncuklarin çaplari bir inçin seksende birinden sekizde birine kadar degi­ siyordu, oldukça berrak ve güzeldiler ve buzun için­ den yüzünüzü yansitiyorlardi. Bir inç karelik yerde otuz kirk tane baloncuk görülebilirdi. Ayrica buzun içinde dar, dikdörtgen ve dikey baloncuklar da vardi; yarim inç uzunlugunda, tepesi yukari bakan keskin koniler halindeydiler, buz yeni oldugunda ise genel­ de ipe diziimis hancuklar gibi birbirlerinin hemen üstünde duran küresel baloncuklar görülürdü. Fakat buzun içindeki baloncuklar, altindakiler kadar çok ve bariz degillerdi. Bazen buzun dayanikliligini denemek için taslar atardim; buzu kiran taslar beraberlerinde

hava da tasirdi, böylece buzun altinda oldukça genis ve belirgin beyaz baloncuklar olusurdu. Bir gün, buza tas attiktan kirk sekiz saat sonra, ayni yere geldigim­ de buzun birlesme yerinden açikça fark edebildigim, bir inç kalinliginda bir buz  tabakasi  olusmus  olsa da bu genis baloncuklarin hala kusursuz bir sekilde durdugunu gördüm. Fakat son iki gün pastirma yazi gibi sicak geçtigi için buz artik seffaf degildi, suyun koyu yesil rengi ve gölün dibi görülmüyordu. Donuk, beyazimsi ya da grimsiydi ve öncesine göre iki daha kalin olsa da daha saglam degildi. Sicak havayla ba­ loncuklar genislemis, bir araya gelmis ve düzenlerini kaybetmislerdi; bir dizi boncuk gibi birbirlerinin üs­ tünde durmuyorlar, bir cüzdandan dökülmüs gümüs paralar gibi birbirlerinin üstüne çikinisiardi ya da ince çatlaklari doldurmus küçük pullara benziyorlardi. Buzun güzelligi kaybolmustu ve artik gölün dibini in­ celemek için çok geçti, Harika baloncuklarimin yeni buzcia nasil bir yerde bulundugunu merak ederek orta büyüklükte bir baloncugun bulundugu bir buz tabaka­ sini kirip altini üstüne çevirdim. Yeni buz, baloncugun etrafinda ve altinda olusmustu, böylece baloncuk iki buz tabakasinin arasinda kalmisti. Tamamen alttaki buzun içindeydi, fakat yukaridakine de yakindi; biraz yassi, belki de hafifçe mercimek seklindeydi, yuvar­ lak köseleri vardi, çeyrek inç uzunlugunda, dört inç çapindaydi. Baloncugun hemen altinda, buzun ters dönmüs bir fincan tabagi seklinde düzgünce erimis ol­ dugunu görmek beni çok sasirtti; suyla kabarcik ara­ sinda bir inçin sekizde biri kadar ince bir ayrim vardi; çogu yerde küçük baloncuklar disa dogru patlamisti, çapi bir ayak kadar olan büyük baloncuklarin altinda

287

288

muhtemelen hiç buz yoktu. Buzun yüzeyinin altinda ilk defasinda görmüs oldugum sayisiz küçük balon­ cuklarin da ayni sekilde donmus olduklarini tahmin ediyordum, her biri altindaki buzu büyüteç gibi erit­ misti. Bunlar buzun çatlayip çitirdamasina neden olan küçük hava tabancalarina benziyordu.

Tam siva isini bitirdigimde, kis da sonunda ciddi ciddi gelmisti, rüzgar sanki bu ana kadar uguldama­ ya izni yokmus gibi evin etrafinda uguldamaya bas­ lamisti. Kazlar yer karla kaplandiktan sonra bile her gece yavasça kanat gürültüleri ve ugultulariyla arina­ na gelir, bazilari gölün üstüne kanarken bazilari ise arinanin üzerinden, alçaktan Fair Haven'a,  oradan  da Meksika'ya uçarlardi. Gece saat on ya da on birde kasabadan dönerken çogu kez evimin arkasindaki bir kuytudan geçen bir kaz ya da ördek sürüsünün kuru yapraklar üzerindeki ayak seslerini veya acele eden li­ derlerinin boguk sesini ve vaklamasini duyardim. Wal­ den, 18 45 yilinda ilk kez 22 Aralik gecesi donmustu; Flints' Gölü ve diger sig göller ise on gündür tamamen buz kapliydi. Walden, 18 46 yilinda 16 Aralik'ta, 18 49 yilinda 31 Aralik civarinda, 185 O yilinda 27 Aralik civarinda, 1852 yilinda 5 Ocak gününde ve 1853 yi­ linda 31 Aralik'ta donmustu. Kar 25 Kasim günün­ den beri yerleri kapliyordu, bir anda kis manzarasiyla çevrilmis bulmustum kendimi. Iyice siginagima çekil­ dim ve evimde oldugu kadar gögsümde de parlak bir atesi yanik tutmaya çalistim. Artik evin disindaki tek isim ormandaki ölü dallari toplamak, ellerimde ya da omuzlarimda tasimak ya da bazen ölü bir çam agacini kolumun altinda sürükleyerek eve götürmekti. En iyi günlerini geride birakmis, eski bir orman çiti benim

için büyük bir vurgun olmustu. Eskiden Terminus'a hizmet eden bu çiti Vulcan'a kurban ettimY  Biraz önce yiyecegini pisirmek için karin içinde yakit av­ lamis, hatta diyebiliriz ki çalmis olan bir adamin ak­ sam yemeginden daha ilginç ne olabilir? Ekmegi ve eti lezzetlidir. Kasabalarimizin ormanlarinin çogun­ da birçok atesi besieyebilecek kadar çali çirpi ve atik tahta vardir, fakat bunlar su anda kimseyi isitmadigi gibi kimilerine göre genç agaçlarin gelisimini de en­ gellemektedir. Ayrica göl tarafindan sürüklenen tah­ talar da vardi. Yazin kabuklu, çirali çam kütüklerini bir araya getiren Irlandalilarin demiryolu insa edilir­ ken yapmis oldugu bir sal kesfetmistim. Bu sali kis­ men kiyiya çikarmistim. I ki yil boyunca gölün içinde kalip alti ay boyunca karada kuruduktan sonra gayet

saglam  bir hale gelmisti.  Bir kis günü  bu parçayi göl                          289

boyunca, neredeyse yarim mil kadar çekerek kendimi eglendirdim. On bes ayak uzunlugundaki kütügün bir ucu omzumda, digeri buzun üstünde kaydim. Ya da bir hus agaci daliyla birkaç kütügü birbirine bagladim, ucunda bir kanca olan daha uzun bir hus daliyla veya akçaagaç daliyla ardim sira çektim.  Tamamen  islak ve neredeyse kursun kadar agir olmalarinda ragmen, yalnizca daha uzun süre yanmadilar, ayni zamanda daha fazla da isittilar. Aslinda, islandiklari için daha iyi yandiklarini düsünüyorum; suyla kaplanmis olan çam sanki bir lambaymis gibi daha uzun yaniyordu.

Gilpin, I ngiltere'nin orman sinirlarini anlatirken, "orman sinirini ihlal eden kisilerin tecavüzlerinin ve orman sinirlarinda bu sekilde insa edilmis evlerin ve

  1. Vulcan, Eski Roma'da ates tanrisiydi, Terminus ise sinirlar tanrisi.

290

çitlerin eski orman yasasina göre önemli bir suç ola­ rak kabul edildigini ve purprestures adi altinda, ad ter­ rorem    ferarum-adnocumentum    forestae     ve benzerle­

rine" av hayvanlarini korkutmaya ve arinana zarar vermeye tesebbüs olarak siddetie cezalandirildiklarini yazmaktadir.  Fakat  ben  avcilara ve  odunculara naza­

ran av hayvanlarini korumaya daha istekliydim. Sanki Koruyucu Lord'un ta kendisi gibi arinanin herhangi bir kismi yandiginda, orayi yanlislikla ben yakmis ol­ sam bile, arazi sahiplerinin üzüntüsünden daha uzun süre ve daha tesellisiz bir sekilde üzülüyordum; aslin­ da orman arazi sahipleri tarafindan kesildiginde daha çok üzülüyordum. Keske çiftçilerimiz agaç kestikle­ rinde kutsal bir koruyu (lucum conlucare), yani bir tanriya adanmis bir koruyu budamaya ya da içeri isik girmesini saglamaya gelen eski Romalilar gibi davran­ salar. Romalilar kefaretlerini ödemek için kurban su­ nar ve dua ederlermis: Bu korunun adanmis oldugu tanri veya tanriça, her kimsen bana, aileme ve çocuk­ larima merhamet et.

Bu çagda ve bu yeni ülkede bile, arinana verilen deger altindan daha kalici ve evrensel olan deger ol­ dukça dikkat çekici. Tüm kesiflerimiz ve icadarimiz­ dan sonra, hiç kimse bir odun yigininin yanindan öylece geçip gidemez. Sakson ve Narman atalarimiz için ne kadar degerliyse bizim için de o kadar deger­ li. Onlar tahtadan kaseler yaptiysa, biz silah kabzalari yapiyoruz. Otuz yil kadar önce Michaux,  New York ve Philadelphia'da yakacak odun fiyatinin "neredeyse Paris'teki en iyi tahtanin fiyatina esit oldugunu hat­  ta bunu astigini, fakat bu muazzam sermayenin yillik olarak üç yüz bin kord kadar agaç gerektirdigini, bu-

nun da üç yüz mil büyüklügünde ekilmis bir alan an­ lamina geldigini" söyler. Bu kasabada, tahtanin fiyati neredeyse düzenli bir sekilde artar, sorulan tek soru ise bu yil geçen yila oranla ne kadar yüksek olaca­ gidir. Ormana gelen tamirci ve tüccarlar, eger baska isleri yoksa, kesinlikle odun açik artirmasina katilir ve oduncudan arta kalanlari toplama ayricaligina sa­ hip olmak için bile yüksek fiyatlar öderlerdi. I nsanlar yillardir yakacak olarak ve sanatlarinda kullandikla­ ri malzemeleri elde etmek için ormanlardan yararla­ niyor; New Englandli ve New Hollandli, Parisli ve Kelt, çiftçi ve Robin Hood, Goody Blake  ve  Harry Gill, dünyanin birçok yerindeki prensler ve köylüler, bilginler ve yerliler, hepsi isinmak ve yemek pisirmek için ormandan birkaç parça dal toplamaya ihtiyaç du­ yar. Ben de onlarsiz yapamazdim.

Her insan, kendi odun yiginina bir çesit sevgiyle

bakar. Ben odun yiginimin penceremin önünde ol­ masini seviyordum, ne kadar çok tahta parçasi olursa keyifle yaptigimi isi daha iyi hatirlardim. Kimsenin istemedigi eski bir baltam vardi, kis günlerinde evi­ min günes alan tarafinda fasulye tarlamdan çikarmis oldugum kütüklerle ve baltamla oynardim. Ben top­ ragi çapalarken, sürücümün fark etmis oldugu gibi bu kütükler beni iki kez isitmisti; bir kez onlari parçalar­ ken, bir kez de yanarken ... Hiçbir yakacak daha fazla isi veremezdi. Baltaya gelince, kasabadaki demircide biletmem tavsiye edilmisti, fakat kendim biledim ve ormandan getirdigim bir cevizden sap taktim, böylece

isimi görecek hale geldi. Kör olsa·      bile en azindan dog-

ru düzgün asilabiliyordu.

Birkaç parça kalin çam dali harika bir haziney-

29 1

292

  1. Bu kadar çok yakacagin hala topragin içinde ol­ dugu hatirlamak ilginçti. Önceki yillarda eskiden bir çam agaci arinanin bulundugu çiplak tepelere siklikla odun arastirmaya giderdim ve kalin çam kökleriyle geri dönerdim. Neredeyse yok edilemeyecek kadar saglamdilar. Otuz - kirk yillik kütüklerin içi hala sag­ lam olurdu. Merkezden dört ya da bes inç uzaklikta kalin kabugun toprakli bir sekilde halka halka genis­ lemesinden anlasilacagi üzere agacin iç kabugu bitki küfü haline gelmistir. Balta ve kürekle bu madeni kes­ federsin, sigir yagi kadar sari olan ilikli kismi izlersin ya da bir altin damarina rastlamis gibi topragin de­ rinliklerine kadar inersin. Fakat genelde atesimi kar bastirmadan önce kulübümde depolamis oldugum kuru yapraklada beslerdim. Ince kesilmis yesil ceviz agaci kamp yaparken oduncunun atesini tutusturur. Ara sira ben de bunlari kullanirdim. Kasabalilar ufuk­ ta ateslerini yakarken ben de hacarndan tüten duman­ la Walden vadisinin çesitli yabani sakinlerine uyanik oldugumu bildiririm.

Hafif kanatli Duman, I karus kusu, Yukari dogru uçarken erir kanatlarin Sarkisiz tarla kusu, safagin habercisi

Küçük köylerin üstünde yuvasiymis gibi daireler çizer

Veya uzaklasan rüya ve gölgeli sekilleri

Gece yarisi görüntülerinin, kanatlarini toplayan Yildizlari gizleyen gece ve gündüz de

lsigi karartip günesi engelleyen Hadi uç tütsüm bu ocaktan yukari

Ve Tanrilardan bu temiz alevi affetmelerini dile.

Yeni kesilmis sert ve yesil tahta, yalnizca azicik kullansam da, diger tahtalara nazaran isime daha çok yariyordu. Kisin bazen öglenleri yürüyüse çiktigimda atesi yanar halde birakirdim ve üç dört saat sonra geri döndügümde atesi hala canli ve parlarken bulurdum. Ben olmasam da evim bos kalmazdi. Sanki ardimda neseli bir hizmetçi birakmis gibiydim. Orada atesle birlikte yasardim ve genelde hizmetçim güvenilir ol­ dugunu kanitlardi. Ancak bir gün odun parçalarken pencereden bakmak ve evin yanip yanmadigini görme istegi duydum; bu konuda ilk kez bu kadar endisele­ niyordum, camdan baktim ve yatagima bir kivilcim siçramis oldugunu gördüm. Içeri girip söndürdügüm­ de elim büyüklügünde bir yeri yakmisti. Fakat evim günesli ve korunakli bir konumdaydi ve çatisi çok al­ çakti; bu yüzden kisin ortasinda bile alevleri neredey­ se her zaman için söndürebilirdim.

Köstebekler kilerirnde yuva yapmis, her üç pata­ testen birini kemiriyorlardi. Sivadan arta kalmis olan bir parça saç ve kahverengi kagittan kendilerine rahat bir yatak bile yapmislardi, çünkü en vahsi hayvanlar bile en az insanlar kadar rahati ve sicakligi sever; bun­ lari saglamak için çok dikkatli olduklari için kisi at­ latabilirler. Kimi arkadaslarim sanki ormana kendimi soguktan öldürmek için gitmisim gibi konusuyorlardi. Hayvan yalnizca bir yatak yapar ve yatagini sigindigi yerde vücuduyla isitir, fakat atesi kesfetmis olan insan ferah bir odayi havayla doldurur ve burayi isitir. Kalin giysilere bürünmek yerine burayi yatagi yapar; kalin giysiler giymeden etrafta dolanir, kis ortasinda bir tür yaz yasar, pencereler sayesinde isigi içeri alir ve bir lambayla günü bile uzatir. Böylece içgüdünün bir iki

293

294

adim ötesine geçer ve güzel sanatlar için biraz zaman kazanir. Gerçi en sert soguklara uzun bir süre maruz kaldigimda tüm vücudum uyusmaya baslardi ve evi­ min sicak havasina geri döndügümde tüm yetilerimi geri kazanirdim ve yasamimi uzatmis olurdum. Fakat en lüks evlerin bu konuda övünecek pek bir seyleri yoktur, insan soyunun sonunda nasil yok olacagini düsünerek kendimizi zahmete sokmamiz da gerekmi­ yor. I nsanligin pamuk ipligine bagli yasamlarini sona erdirmek için kuzeyden gelecek biraz daha keskin bir soguk yeterli olacaktir. Soguk Cumalar ve büyük kar­ lar yasiyoruz; fakat biraz daha soguk bir Cuma veya biraz daha büyük bir kar yeryüzündeki insan yasami­ na noktayi koyacaktir.

Sonraki kis, bütün ormana sahip olmadigimdan, biraz ekonomik davranmak için küçük bir firin kullan­ maya basladim, fakat bu firin atesi açik sömine kadar iyi tutmuyordu. Yemek pisirmek siirsel bir aktiviteden ziyade kimyasal bir süreç halini almisti. Firinlarin kul­ lanildigi bu günlerde, eskiden yerliler gibi patatesleri küllerde pisirdigimiz unutulacak. Firin hem yer kap­ liyor ve evi kokutuyordu, hem de  atesi  gizliyordu, bir arkadasimi kaybetmis gibi hissediyordum. Atese baktiginizda her zaman bir yüz görebilirsiniz. I sçi, ak­ samlari atese baktiginda düsüncelerini gün boyunca toplanmis olan cüruftan ve dünyevilikten arindirir. Fakat ben artik oturup atese bakamiyordum, bir sai­ rin çok münasip su dizeleri yeni bir kuvvetle zihnimde canlaniyordu:

"Asla, parlak ates beni mahrum birakma Sevgili, yasam veren, yakin sempatinden.

Umutlanin hiç olmadigi kadar parlak biçimde yükselse de

Talihim geceleyin bu kadar alçalsa da Ocagimizdan ve salonumuzdan niye sürgün edil-

din,

Herkesin hos karsiladigi ve sevdigi sen? Varligin çok mu düsseidi

Bu kadar donuk olan hayatimizin ortak isigi için ? Parlak isinlarin gizemli seyler mi konustu

Cana yakin ruhlarimizla? Çok cüretkar sirlar mi

verdi ?

Pekala, güvendeyiz ve güçlüyüz, çünkü simdi

Los gölgelerin aynasmadigi bir ocagin yaninda oturuyoruz,

Ne bir seyin neselendirdigi ne de üzdügü, yalnizca

ates

Ayaklarimizi ve ellerimizi isitiyor - daha fazlasini istemiyoruz zaten;

Küçük faydali siçrayisiyla "Simdi" oturup uyuyabilir,

Puslu geçmisten gelen hayaletlerden korkmaya gerek yok

Eski orman atesinin benzersiz isigi konustu bizim-

295

  1. "

  1. ÖNCEKI SAKINLER VE KIS ZIYARETÇILERI

296

Birkaç keyifli kar firtinasi atlattim ve atesimin ya­ ninda neseli kis aksamlari geçirdim, bu sirada kar di­ sarida çilginca kosusmaktaydi ve baykusun ötüsü bile susmustu. Haftalarca yürüyüslerimde kimseyle karsi­ lasmadim, sadece nadiren odun kesmeye ve odunlari kizakla köye tasimaya gelenler vardi. Ama bir keresin­ de rüzgar karda biraktigim izierin üzerine mese yap­ raklarini savurdugunda yapraklarin saplandiklari yer­ de günes isinlarini emerek kari eritmesi ve ayaklarim için kuru bir yatak yapmasinin yaninda, ayni zamanda koyu hatlari geceleyin bana rehber oldugu için doga sartlari beni ormandaki en derin karin içinden geçen bir yol yapmaya kiskirtiyordu. I nsan toplumu  için bu arinanin eski sakinlerini aminsatmak mecburiye­ tindeydim. Pek çok kasabalinin anisinda evimin dur­ dugu yerin yanindan geçen yol buranin sakinlerinin kahkahalari ve dedikodulariyla yankilanirmis ve onu çevreleyen orman burada girintili ve benek benek yer kaplarmis ve simdiye nazaran ormanla daha çok kapli olmasina ragmen, orada küçük bahçeleri ve meskenle-

ri varmis. Benim hatirladigim kadariyla bazi yerlerde çam agaçlari tek seferde bir arabanin iki tarafina da sürtünürdü ve Lincoln'e bu yoldan tek basina ve ya­ yan gitmek zorunda kalan çocuklar ve kadinlar bunu korkuyla yapardi, çogu kez bu mesafenin genis bir kismini kosarak geçerlerdi. Daha çok komsu köylere giden ya da oduncular tarafindan kullanilan müteva­ zi bir güzergah olmasina ragmen bu yol bir zamanlar yolculari farkliligiyla eglendirmis ve anilardan uzun süre çikmamisti. Simdi burada düz açik araziler köy­ den ormana uzanirken, o zamanlar kütük temelleri üzerinde bir akçaagaç batakliginin içinden geçerdi ki kalintilari kuskusuz Stratten'dan, simdi Yoksullar Evi, Çiftlik'ten Brister Tepesi'ne giden su anki tozlu ana yolun hala altinda yatar.

Fasulye tarlarnin dogusunda, yolun karsi tarafin­ da Bay Duncan lngraham'in kölesi olan Cato Ingra­ ham yasardi. Concord Köyü'nden bir beyefendi olan Bay Duncan Ingraham kölesi için bir ev yaptirmis ve onun Walden Ormani'nda yasamasina izin vermisti; Cato, Uticensis olani degil, Concordiensis olaniydi. Bazilari, onun bir Gine zencisi oldugunu söylerdi. Onun ceviz agaçlari arasindaki küçük arsasini aminsa­ yan birkaç kisi vardi. Yaslandiginda ihtiyaci olur diye o ceviz agaçlarini kesmeyip büyütmüstü; ancak daha genç ve daha beyaz bir vurguncu en nihayetinde on­ lari aldi.

Ancak su anda o da benimkiyle ayni küçüklükte bir evde yasamakta. Cato'nun yari yariya yok olmus kiler deligi halen orada durur. Çam saçaklarinin ar­ kasinda kaldigi için az sayida kisi tarafindan bilinse de, oradan gelip geçenlerden gizlenmis durumdadir.

297

29 8

Su anda düz sumak (Rhus glabra) agaçlari ile çevrili bulunmaktadir. I çinde de altin basak agacinin (Soli­ dage stricta) ilk türlerinden birisi bereketli bir sekilde büyümektedir.

Burada, benim arazimin tam kösesinde, kasaba­ ya yakin tarafinda Zilpha isimli zenci bir kadin kü­ çük evinde kasaba halki için ipek dokurdu. Yüksek ve dikkat çekici sesiyle Walden Ormani'ni tiz sarkilada inletirdi. En sonunda, 18 12 yilindaki savasta, kendi­ si evde yokken evi sartli tahliye edilmis hükümlüler olan I ngiliz askerleri tarafindan atese verildi ve evin içindeki kedisi, köpegi ve tavuklari hep birlikte yandi. Kadin zor ve bir miktar insanlik disi bir yasam sürdü. Ormanin eski müdavimlerinden birisi evinin önünden geçerken kadinin kaynayan tenceresinin basinda "Ta­ maminiz kemiksiniz, kemik!" diye bagirdigini duy­ mustur. Oradaki mese agaçlarinin arasinda tuglalar görmüstüm.

Yolun asagisinda, sol  taraftaki  Brister Tepesi'nde

"ise yarar bir zenci" olarak bilinen ve bir zamanlar toprak agasi Cummings'in kölesi olan Brister Free­ man yasardi; Brister'in diktigi ve baktigi elma agaçlari artik büyümüs ve olgunlasmistir, ancak bu agaçlarin meyveleri benim ciamak zevkime göre halen vahsi ve eksidir. Kisa süre önce kendisinin Lincoln mezarli­ gindaki mezar tasi yazisini okudum. Mezari kenarda, Concord'dan geri çekilirken hayatini kaybeden I ngi­ liz bombacilarinin isimsiz mezarlarinin yanindaydi; ismi "Sippio Brister" seklinde yazilmisti -- Scipio Afri­ canus olarak da bilinirdi -- "renkli adam" da denilirdi, sanki ölünce renksizlesmis gibi. Ayrica okudugum bu mezar tasi yazisi bana kendisinin ölüm  tarihini özel-

likle vurgularcasina anlatti ki bu yasamis oldugunun dolayli bir anlatimi gibiydi. Misafirperver, güzel fal­ lar bakan esi Fenda ile birlikte yasardi; Fenda'ninkiler kadar büyük, yuvarlak ve siyah, gecenin çocuklarinin tamamindan daha siyah gözler ne o güne kadar, ne de o günden sonra Concord'da görülmüstür.

Tepenin daha asagisinda, ormanin kenarindaki eski yolda Stratten ailesinin evinin izleri vardi; bun­ larin meyve bahçeleri, bir zamanlar Brister Tepesi'nin eteklerini kaplardi ancak simdi, birkaç agaç kütügü disinda, bu bahçelerin yerini çirali çarnlar almistir. Bu eski agaç kütüklerinin kökleri halen eski köy agaçlari­ nin vahsi köklerini süsler.

Kasahaya daha da yakin kisimlarda Breed'in ye­ rine rastlarsiniz. Yolun diger tarafinda, ormanin ke­ narinda, eski mitolojilerde ayirt edici bir isme sahip olmayan bir iblisin sakalari ile meshur bir yerdir. Bu iblis bizim New England yasantiiniida önemli ve hay­ ret verici bir yere sahiptir ve bir gün kendine ait bir biyografinin yazilmasini diger herhangi bir mitolojik karakter kadar hak eder. Bu iblis ilk basta bir arkadas veya kiralik isçi kiliginda gelir ve sonrasinda bütün aileyi soyup öldürür -- New England Romu. Ancak ta­ rih, henüz burada yasanmis trajedilerin hepsini anlat­ mamistir. Birakalim zaman araya girip bu trajedileri hafifletsin ve onlara gök mavisi bir ton versin. En sira­ dan ve süpheli söylentiler der ki; bir zamanlar burada yolcularin bir seyler içmeleri ve adarini dinlendirme­ leri için bir han ve bir kuyu bulunurmus. I nsanlar bu­ rada birbirlerini selamlar, haber alip verir ve yollarina devam ederlermis.

Breed'in kulübesi, uzun süredir kullanilmamasina

299

300

ragmen, aslinda on iki yil önce yapilmis. Büyüklügü asagi yukari benim kulübem kadardir. Yanilmiyorsam, bir seçim gecesinde haylaz çocuklar tarafindan atese verilmistir. O zamanlar köyün sinirinda yasardim ve Davenant'in Gondibert isimli siirini okuyup kendimi kaybederdim. O kis üzerime bir uyusukluk çökmüs­ tü ki bunu bir aile içi bir sikayet olarak mi görmeli, bilmiyorum. Zira tiras olurken uyuyakalan, uyanik kalip Sabat'i kaçirmamak için Pazar günleri kilerde patates yetistiren bir arncam vardi. Öte yandan bu, Chalmer'in I ngiliz siiri koleksiyonunu atlamadan okuma çabainin bir sonucu da olabilir. Bu benim ken­ di Nervii'mle basa çikabilmeinI sagladi. Yangin zilleri çalmaya basladiginda kafaini siire yeni gömmüstüm ve o esnada önünde adamlar ve genç çocuklardan olusan bir grupla acele içinde yürüyen motorlar geçti. Dereyi siçrayarak geçebildigim için ben de en öndey­ dim. Yanginin arinanin güney ucundaki -daha önce de yangin söndürmeye gitmistik- bir çiftlik, ev, dükkan veya bunlarin hepsinde çiktigini düsündük. Içlerinden bir tanesi "Bu Baker'larin çiftligi !" diye bagirdi. Bas­ ka bir tanesi "Bu Cadman'larin yeri !" diye dogruladi. Daha sonra arinanin üzerinden, sanki çati çökmüsçe­ sine yeni kivilcimlar yükseldi ve hep birlikte "Haydi Concord! Kurtarmaya!" diye bagirdik. Vagonlar hiz­ la, yükleri birbirine çarparak digerlerinin arasindan geçtiler. Daha gitmesi gereken çok yol olan Sigorta Sirketi'nin temsilcisi de oradaydi. Motorun zili dur­ madan ve aceleyle, ama gitgide daha yavas ve emin çaliyordu. En arkadan da, fisihilardan duydugum ka­ dariyla, yangini baslatip sonrasinda da alarmi çalanlar geliyordu. Bu yüzden, gerçek idealistler gibi, duyu-

larimizin bize sundugu kanitlari reddederek devam ettik. Ta ki çatirtiyi duyup duvarin arkasindan gelen isiyi gerçekten fark edene kadar, heyhat! Oradaydik. Atesin yakinligi heyecanimizi sogutmustu. I lk basta atesin üzerine kurbaga havuzunu atmayi düsündük; ancak daha sonra birakalim yansin dedik, yangin za­ ten çok ilerlemisti ve ugrasmaya degmezdi. O yüzden motorun etrafina toplandik, birbirimizle itiserek, bo­ rulardan gelen sesler esliginde duygularimizi açikladik veya daha düsük ses tonlariyla, Bascom'un dükkani da dahil olmak üzere, dünyanin sahit oldugu diger büyük yanginlardan bahsettik. Kendi aramizda düsündük ki "su küvet" elimizde ve dolu bir kurbaga havuzu yani­ mizdayken, sezonda orada olsaydik, bu tehlike altin­ daki son ve evrensel nesneyi baska bir sele dönüstü­ rebilirdik. Baska bir haylazlik yapmadan, en sonunda geri çekildik; uykuya ve Gondibert'e döndük. Ancak, Gondibert'e gelince, önsöz kisminda geçen, zekanin ruhun pudrasi oldugu kismini kabul edebilirdim, "an­ cak insanlarin çogu, Kizilderili'lerin pudraya yabanci olmasi gibi, zekaya yabancidir."

Ertesi gece  hemen hemen ayni saatte tarlalardan

geçen yolda yürürnem ve o noktada bir inek inlemesi duymam, karanliga çekilmem ve hem faziletinin hem de ahlaksizliginin mirasi, bu yaninayla tek basina ilgili olan, midesi üzerine uzanmis ve içten içe yanan hare­ ketsiz közlerin altinda, kiler duvarinin üzerinden ba­ kan, aliskanligi üzerine kendi kendine homurdanan, ailenin bildigim tek hayatta kalan üyesini kesfetmem sans eseriydi. Bütün gün çok uzakta, irmak çayirlarin­ da çalismaktaydi ve babalarinin ve gençliginin evini ziyaret ettigine dair ilk  anilarini  gelistirmisti. Kilere

301

3 02

görüs alaninin tüm açilarindan sirasiyla gözünü diker­ di, gerçekte bir yigin tugla ve külden baska hiç bir sey olmayan ama anisinda sanki taslar arasina gizlenmis bir tür hazine varmisçasina her zaman üzerine uza­ nirdi. Ev gidince, geride ne kaldigina bakti. Salt var­ ligirnin ifade ettigi sempatiyle yatisti ve karanligin el vermesiyle birlikte bana kuyunun gizlendigi, Tanri'ya sükürler olsun ki hiç yanmayan yeri gösterdi ve ba­ basinin çikarip monte etmis oldugu kuyunun çikrigi­ ni bulmak için, kalin ucuna bir yük bagli olan demir çengeli veya çatal çiviyi,-su an baglanabildigi tek sey olan-beni siradan "sürücü" olmadigina ikna etmek için duvari uzun bir süre yokladi. Onu hissettim ve bir ailenin tarihine dayandigi için neredeyse günlük yaptigim yürüyüslerimde hala dikkatimi çeker.

Yine sol tarafta, kuyunun ve duvar boyunca uza­

nan leylak çalilarin görüldügü simdiki açik arazide Nutting ve Le Grosse'ler yasadi. Fakat Lincoln'e geri döndüler.

Bütün bunlarin ötesinde, ormanin içinde, yolun en yakin göle yaklastigi yerde, çömlekçi Wyman ara­ ziye yerlesmis ve kasaba halkini topraktan yaptigi ça­ nak çömlekle donatmis ve yerini almasi için mirasçilar birakmis. Dünya malinda zengin degillermis, yasam­ lari boyunca arazilerini aci çekerek ellerinde tutarlar, serif yanlarina siklikla ve faydasiz bir sekilde vergi almak için gelir ve adet yerini bulsun diye kapilari­ na bir tahta parçasi asarmis. Kayitlarinda okudugum kadariyla da baska hiçbir seye ellerini sürmezlermis. Yaz ortasinda bir gün, bahçemde çapalamayla ugrasir­ ken çömleklerini pazara tasiyan bir adam atini benim arazimin karsisinda durdurdu ve Wyman'lardan genç

olani hakkinda sorular sordu. Belli bir süre önce ken­ disinden çömlekçi tekeri almis ve adamin ne durumda oldugunu merak etmis. Daha önceleri Kutsal Kitap'ta çömlekçinin kili ve tekerine iliskin bir seyler okumus­ tum; ancak kullanmakta oldugumuz çömleklerin ta o zamanki çömlekler olmadigini veya su kabaklari gibi bir yerlerde agaçlarin üstünde yetismediginin farkina o an vardim ve mahallemizde bu toprak sanatinin uy­ gulaniyor olmasindan mutluluk duydum.

Ormanin, benden önceki en son sahibi Hugh Qu­ oil (I smini yeterince yayarak telaffuz edebilir miyim, bilmiyorum) isimli bir Irlandaliymis. Wyman'in evinde yasarmis, Albay Quoil diye çagrilirmis. Bir dedikodu­ ya göre Waterloo savasi sirasinda askermis. Yasasaydi içinde bulunmus oldugu savaslari ona tekrar yasatir­ dim. Buradaki isi hendek kaziciligi idi. Napolyon St. Helena'ya gitmis, Quoil, Walden Ormani'na gelmisti. Onun hakkinda bildigim her sey trajikti. Görgülü bir adammis, hani sanki dünyayi gezip görmüs de sizin anlayabileceginizden çok daha medeni bir sekilde ko­ nusmaya muktedirmis gibi... Yaz ortasinda koca bir ceket giyer, sarsintili bir hezeyan içinde yüzü kipkir­ mizi geçermis. Benim arinana gelisimden kisa bir süre sonra, Brister Tepesi'nin dibinden geçen yolda hayati­ ni kaybetmisti, dolayisiyla kendisini bir komsu olarak animsayamiyorum. Yoldaslarinin, "ugursuz bir kale" diyerek ugramaktan kaçindigi evi yikilinadan önce o evi bir ziyaret etme sansim olmustu. Kullanilmis ça­ masirlari ortalikta, yerden yüksekteki tahta yataginin üzerine yayilmis halde, sanki içinde kendisi varmis­ çasina duruyorlardi, ocagin üzerinde kirik bir pipo, çesmenin içinde de kirik bir kase vardi.

303

3 04

Bu kap onun ölümünün bir sembolü olamazdi, zira kendisinin itirafina göre Brister Çayi'ni duymus, ancak hiç görmeinIstI ve yerlerde topraklanmis karo, maça ve kupa papazlari daginik olarak duruyordu. Ev sahibinin yakalamayi basaramadigi, gece kadar siyah ve sessiz bir tavuk gidaklamadan Reynard'i b ekliyor­ du. Yine de yan taraftaki eve tünemeye gitti. Arka tarafta bir bahçenin belli belirsiz hatlari seçiliyordu. Bahçe ekilmis, ancak hasat zamani gelmesine ragmen, titreme nöbetleri yüzünden, ilk çapalamasi dahi ya­ pilamamisti. Bahçe suketeni ve yavsanla kaplanmisti. Suketeni bütün meyvesiyle birlikte kiyafetlerime ya­ pisti . Evin arka tarafinda bir kunduzun yeni yüzülmüs derisi geriliydi. Bu deri son Waterloo'sunun hatirasiy­ di, ne var ki artik kendisini sicak tutacak bir basliga veya eldivene ihtiyaci kalmamisti.

Artik  dünyada  bu  meskenlerin  bulundugu ala­

ni isaret eden tek sey yanik kiler taslariyla, çilekler, frambuazlar ve ahududularla dolu bir çukurdur ve çu­ kurun bucagini günesli çimenierde yetisen sumaklar, çirali çarnlar veya bogumlu meseler isgal eder ve belki de tatli kokulu kara hus agaci, esigin oldugu yerde salinir durur. Bazi zamanlarda kuyu çukuru, simdi kurak ve kurumus çimierin oldugu veya üstü kalinca kaplanmis olan,-bazi günlerin sonuna dek rastlanil­ maz- sonuncu neslin buradan ayrildigi zamanlarda çimierin altinda düz bir tasla, bir zamanlar kaynagin sizdigi yerde görünür olur. Ne hazin bir sahne olmali o,kuyularin örtülmesi ! Gözyaslari kuyusunun açili­ siyla tutarli olan. Bu kiler çukurlari, tipki issiz tilki yuvalari gibi eski deliklerdir, öyle ki hepsi bir zaman­ lar insan hayatinin  heyecan ve kesmekesine   ve  "ka-

derin, özgür iradenin, mutlak ön bilginin" herhangi bir sekilde ve herhangi bir lehçede sirayla tartisildi­ gina taniklik etmistir. Fakat onlarin kanilarindan tüm anladigim sadece su sonuca variyor : Daha ünlü fel­ sefe okullarini mümkün oldugunca ögretmekle ilgili "Cato ve Brister'in göz boyamasiydi ."

Alt ve üst esikler yikildiktan bir nesil sonra dahi hala kapinin ardinda canli leylaklar yetisiyor; ilham kaynagi olduklari yolcular tarafindan koparilmak, çocuklar tarafindan evlerinin ön bahçelerine ekilip yetistirilmek üzere her bahar tatli kokulu çiçekler ve­ riyorlardi. Simdi bu çiçekler terk edilmis çayirlarin duvar köselerinde kalmis, yerlerini yeni yetisen or­ manlara birakmislardi; soyunun son temsilcisi, ailenin hayatta kalan yegane üyesi. Esmer çocuklar  sadece iki gözü disarida kalacak sekilde evlerinin önündeki gölgelige ektikleri ve her gün soladiklari bu ciliz çita­ nin kendiliginden kök salacagim, kendilerinden, yasli adamin bahçelerinden ve gölgesi altinda kök saldigi evden daha uzun ömürlü olacagini ve onlarin hikaye­ sini ölümlerinden yarim yüzyil sonra oradan geçen bir yabanciya anlatacagini bilmiyorlardi elbette; sanki ilk baharini yasiyormusçasina alimli tomurcuklanmis ve tatli kokmaktaydi. Onun nazik, medeni, neseli leylak renklerini halen hatirlarim.

Peki Concord ayakta kalirken, daha iyi seyler do­ gurmaya müsait olan bu köy neden yikilmisti? Burada dogal avantajlar yok muydu, gerçekten de su ayrica­ ligi yoktu ? Evet, derin Walden Gölü ve serin Brister Çayi, bunlardan uzun ve saglikli yudumlar içebilme ayricaligi, insanlarin içkilerini seyreltme istegi disinda bu kaynaklara herhangi bir katkilari olmamistir. Zaten

305

306

insanoglu dogal olarak çok susayan bir irk olmustur. Sepet örmek, ahir süpürmek, misir kurutmak, hasir örmek, çarsaf dokumak ve çömlekçilik iyi is sahalari degil miydi ki bu yabanilik bir gül gibi tomurcukla­ namadi veya sonraki nesiller bu topragi babalarindan miras almadi ? Bu verimsiz toprak en azindan ovali­ larin yazlastigi iddiasina karsi bir kanit teskil ediyor. Heyhat! Buranin insan sakinlerinin hatirasi, görün­ tünün güzelligini ne kadar da az arttiriyor. Yine, belki de doga yine deneyecektir; ilk yerlesirnci olarak ben, en eski ev olarak da geçen bahar yaptigim evim.

Benim isgal ettigim bu alana daha önce kimsenin bir sey insa ettiginden haberim yok. Temeli çok eskiye dayanan, malzemeleri enkazdan, bahçeleri mezardan olan bu sehirden beni kurtarin. Burada toprak sarar­ mis ve lanetlenmistir ve bundan önce dünyanin ken­ disini yok etmesi zorunlu hale gelmistir. Bunun gibi hatiralada ormani yeniden insanla doldurdum ve ken­ dimi uykuya yatirdim.

Bu dönemde, nadiren de olsa ziyaretçim oldu. Kar diz boyu oldugunda bir iki hafta hiç bir gezgin evimin etrafinda bulunmaya cesaret etmedi. Ben de burada tarla faresi ya da göçük altinda uzun süre hayatta kaldiklari söylenen büyükbas ve kümes hay­ vanlari gibi kuytuda hatta yiyecek olmadan yasadim; Sutton sehrindeki ilk göçmenin ailesi gibi yasamis ol­ dugum da söylenebilir. Bu ailenin evi 1717'de tama­ men karla kaplaninisti ve bir Kizilderili onu sadece bir delik sayesinde buldu. Baca çöküntüde ailenin nefes almasini saglamisti. Fakat hiç bir cana yakin Kizilderili benim için endiselenmedi ya da bana ihtiyaç duymadi. Çünkü evin efendisi evdeydi. Muazzam kar ! Kulaga

ne kadar neseli geliyor! Çiftçiler takimlari  ile birlik­ te ormana ve batakliga ulasamadiklarinda ve evleri­ nin önündeki gölge yapan agaçlari kesrnek zorunda kaldiklarinda ve batakliklardaki üç metre boyundaki agaçlarin kabuklarinin kesimi zor oldugunda ilkbahar görünmeye baslamistir.

Karin en derin oldugu yerlerde, ana yoldan evime gitmek için kullandigim yaklasik bir kilometre uzun­ lugundaki yol kivrimli, araliklari genis noktali bir çiz­ giyle temsil edilmis olmaliydi. Havanin ayni sekilde devam ettigi bir hafta boyunca, gidis ve gelislerimde, bir pergel gibi tam tarnma ayni sayida, ayni uzunluk­ taki adimlarla gidip gelerek kendi izlerimden geçtim, kis böyle bir rutine uymamizi zorunlu kilar, yine de ayaklarim cennetin öz mavisine boyanmisti. Ancak yürüyüslerime veya disari çikislarima hayati bir etkisi olabilecek herhangi bir hava durumuyla karsilasma­ dim, zira bir kayin agaciyla veya bir sari kayinla veya çarnlar arasindaki eski tanidik bir agaçla randevuma gitmek için siklikla derin karin üzerinde, sekiz ya da on mil yürüyordum. Kar ve buz agaçlarin dallarinin sarkmasina ve dolayisiyla tepelerinin sivrilesmesine neden olur, çam agaçlarini köknarlara dönüstürürdü. Kar bazi yerlerde iki ayak seviyesine ulasmisken ve avcilar barinaklarina çekilmisken, en yüksek tepelerin zirvelerine karda hata çika tirmanirdim. Her adimda kafamdan baska bir kar firtinasi düserdi veya bazen ayni yöne dogru ellerimin ve dizlerimin üzerinde sü­ rünerek giderdim. Bir ögleden sonra, bir çizgili bay­ kusun bir ak çarnin asagi taraflarindaki kurumus bir dala tünemesini izleyerek kendimi eglendirdim. Aga­ cin gövdesine yakin bir dalda, güpegündüz, bir iki dal

307

308

arkasinda ben dururken o agaca tünemis duruyordu. Hareket ettigimde ve ayagirula kari ezdigimde beni duyabiliyor, ancak açik bir sekilde göremiyordu. En çok gürültü yaptigim anlarda ise boynunu döndürü­ yor, boynundaki tüyleri kabartiyor ve gözlerini koca­ man açiyordu; ancak kisa zaman sonra göz kapaklari tekrar kapaniyor ve kafasini egmeye basliyordu. Bir kediye veya kedinin kanatli bir kardesine benzeyen, gözleri yarim açik baykusu yarim saat izlemek bende de uyku benzeri bir etki yaratti. Göz kapaklari ara­ sinda çok ince bir çizgi vardi. Benimle bir yarimadayi andiran bir iliski içindeydi : yani yari kapali gözleriy­ le hayaller diyarindan bana bakiyor, görüsünü kesen silik bir nesne veya bir leke olarak beni kafasinda canlandirmaya çalisiyordu. Sonrasinda, daha yüksek bir ses çikardigimda veya daha yakinina gittigimde, huzursuzlasiyor ve tünedigi yerde agir agir dönüyor­ du. Sanki hayalleri kesintiye ugramis da onlara geri donrnek için sabirsizlaniyar gibiydi. Nihayet tünedigi yerden firlayip, çarnlarin üzerinden kanat çirpip, ka­ natlarini tahmin edilemez bir genislikte açtiginda en ufak bir ses bile duymadim. Bu yüzden, çam dallari­ nin arasinda görme duyusu yerine zarif bir komsuluk hissini kullanip, hassas kanat uçlariyla alacakaranlik yolunu hissederek, sükunet içinde gününün dogumu­ nu bekleyebilecegi yeni bir tünek buldu .

Ana yolu çimenlige  baglamak  için  yapilan uzun

geçidi geçerken, baska hiç bir yerde bu kadar serbest hareket edemeyen bir hayli sert ve dondurucu bir rüzgarla karsilasirdim ve ayaz beni tek yanagirndan vurdugunda, kafir olarak ben, ona diger yanagiini da çevirirdim.  Brister  Tepesi'nden  at  arabasiyla gitmek

de bundan daha iyi degildi. Kasahaya cana yakin bir Kizilderili gibi dingin gelmem, genis açik arazi içinde­ kilerin Walden yolu duvarlari arasina yigildigi ve son yolcunun izlerini ortadan kaldirmak için yarim saatin kafi geldigi zamana rastlar. O zamanlar, hatip çikarak olusturdugum, yogun kuzey-bati rüzgarinin toz halin­ deki kar toplarini yola keskin bir açiyla biraktigi ve ne bir tavsan izinin ve hatta küçük bir çayir faresinin biraktigi hassas bir izin bile görünmedigi yeni yerle­ re geri döndügüm zamanlardi. Yine de, kis ortasinda bile, çimenin ve kokulu lahananin hala uzun ömürlü yesillikler ortaya çikardigi ve bazi arsiz kuslarin za­ man zaman baharin geri dönüsünü bekledigi biraz si­ caklik ve canli bir bataklik bulmakta nadiren basarisiz oldum.

Bazen, kara ragmen, aksamüstü yürüyüsten dön­ dügümde kapinidan baslayacak sekilde bir ormanci­ nin ayak izlerine rast gelir ve ocagin üzerinde onun odun yiginini bulurdum. Evim onun pipo kokusu ile dolmus olurdu. Veya bir Pazar günü ögleden sonra, sans eseri evde olursam ormanin oldukça disinda ya­ sayip da iki lafin belini kirmak için evimi arayip bul­ mus, kendi uzmanlik alani olan "çiftlikteki adamlar­ dan" birisi olan issiz güçsüz bir çiftçinin adimlarinin kari ezisinin sesini duyardim. Böyleleri bir is tulumu­ nu bilginin cübbesine tercih eder ve bir gübre yiginini çiftliklerinden tasimak adina kilisenin veya devletin ahlaki normlarini bosaltmaya hazirdirlar. Kabaca ve basitçe konusurduk. Çok soguk havalarda büyük ates­ lerin yaninda, ayik kafalarla otururken, diger yemis­ lerden de bize fayda çikmayacagini anlarsak, bizden daha bilge sincaplar tarafindan uzun süre önce bira-

309

310

kilmis findiklari dislerimizle açmaya çalisirdik ki bu sineapiarin da bildigi üzere en kalin kabuklu olanlar genellikle bos çikar.

Ziyaretçilerim arasinda, evimi ziyaret etmek için en uzak mesafelerden gelmis, en derin karlardan ve  en kasvetli firtinalardan geçmis olan bir sair vardi. Bir çiftçiyi, bir askeri, bir avciyi, bir muhabiri ve hatta bir filozofu dahi yildirabilirsiniz, ancak sairleri yildirmak mümkün degildir; zira onlar safi sevgi ile harekete ge­ çerler. Onun gelis ve gidislerini kim tahmin edebilir­ di ki? Onun isi onu her saatte çagirirdi, doktorlarin uyudugu saatlerde bile... O küçük evi taskin nesemiz­ le çinlatir, daha ayik sohbetlerimizde ise miriltilarla yankilatir, Walden vadisinde o zamana kadarki uzun sessizliklerin acisini çikarirdik Bizim evle karsilasti­ rilacak olsa, Broadway dahi bos ve sakin gözükürdü. Makul araliklarla yükselen kahkahalar aramizdaki muhabbette en son söylenmis olan seylere gönderme­ de bulunurdu. Önümüzde bir yulaf çorbasi, felsefe­ nin gerektirdigi açik-kafaliligi içtenligin avantaji ile birlestirerek yasama iliskin pek çok "yepyeni" teori üretirdik

Geçen kis gölün orada;  kasabanin,  karin, yagmu­

run ve karanligin içinden, agaçlarin arasindan benim lambami görüp yanima kadar gelen ve benimle uzun kis gecelerini paylasmis olan bir baska ziyaretçimi de unutinamam gerekir. Son filozoflardan biri -Con­ necticut ona dünyayi verdi - ilk basta kapi kapi do­ lasip esyalar satmis; daha sonra, kendi beyanina göre, aklini da satmis. Tanriyi kiskirtip insanlari küçük düsürerek ayni seyi satmaya devam ediyordu, elinde meyve olarak beyni, fistik olarak da beyninin çekir-

degi vardi. Benim düsüneerne göre yasayan insanlarin en inançlisi olmaliydi. Onun kelimeleri ve davranisla­ ri her zaman tanistigi adamlardan daha iyi bir durus sergilerneyi gerektirirdi ve yasianmaktan dolayi hayal kirikligina ugramis son adam olacaktir.  Su  anda  hiç bir girisimi yok. Ama bu nispeten simdilik gözardi edilebilir, çünkü günü geldiginde pek çok arzunun . tesiri ile umulmadik yasalar yürürlüge girer ve aile­ nin büyükleri ve hükümdarlar akil danismak için ona gelirler.

"Ne kadar kördür bu dinginligi göremeyen!"

Insanlarin gerçek arkadasi, insan gelisiminin ne­ redeyse tek dostuydu. Ölümsüzlük yerine, Yasli Ölüm-

. lülük diyebiliriz. Bitmek tükenmek bilmeyen sabri ve inanciyla insanlarin vücuduna kazinmis olan imgeyi, yani Tanri imgesini görünür kilardi; zira insanlar artik üzerinden Tanri'nin resmi silinmis, bos binalar haline gelmistir. Misafirperver zekasi ile çocuklari, dilenci­ leri, delileri ve alimleri kucaklar ve hepsinin düsün­ cesine deger verirken ayni zamanda o düsünceleri ge­ nisletir ve zarafet kazandirirdi. Bence dünyanin ana yolunda bütün milletlerden filozoflarin bir seyler ka­ tabilecegi bir kervansaray açinali ve bu kervansarayda su tabela asili olmaliydi : "Insan için eglence, hayvani için degil." Samirniyetle dogru yolu arayarak girenler bos vakte ve sakin bir zihne kavusacaktir."Belki de en akli yerinde insandi ve bir insanda gördügüm en az sayida delilik emaresine sahipti; dün de ayniydi, yarin da. Eski zamanlarda agir agir yürür, konusur ve etkili bir sekilde dünyayi arkamizda birakirdik, zira dün­ yasal hiçbir kuruma bagliligi yoktu, özgür dogmustu ve  mahirdi.  Hangi  yana dönsek cennet  ve dünya bir

311

312

araya gelmis gibi hissederdim, zira adeta manzaranin güzelligini arttirma maharetine  sahipti.  Yegane  çati­ si huzurunu yansitan, sonsuza uzayan gökyüzü olan mavi cübbeli bir adam. Ölebilecegini tahayyül edemi­ yordum. Doga, ondan vazgeçemezdi.

Her ikimizin de iyi kurumus çakil tasi gibi bazi düsünceleri oldugundan oturduk ve onlari yonttuk, biçaklarimizi deneyerek ve bal kabagi çaminin açik sarimtirak tohumlarina hayranlik besleyerek. Öyle usulca ve saygiyla yürüdük ki veya birbirimizi öyle yumusakça çektik ki düsünce baliklari ne  akinticlan ne de banktaki altacidan  korkmasin,  ama  görkemli bir sekilde geldi geçti, tipki bulutlarin batili gökyüzü üzerinden süzülmesi ve sedef sürülerinin bazen orada sekillenip çözülmesi gibi. Çalistigimiz yerde mitolojiyi gözden geçirip etrafta masal anlattik ve orada topra­ gin uygun bir temel sunamadigi kaleleri havada insa ettik. Muazzam Gözlemci! Muazzam Umut Eden! New England Gece Eglencesi gibi birisiyle sohbet et­ mek. Ah! Yaptigimiz konusma; kesis ve filozof ve bah­ settigim yasli göçmen, üçümüz, küçük evimi genisletti ve yikti; her santimetre kare üzerine düsen atmosfer basincinin kaç bar oldugunu sormaya cüret etmeme­ liydim, bu, dikis yerlerini öylesine açti ki ondan sonra bunun sonucundaki sizintiyi önlemek için cahillikle­ riyle yama yapmak zorunda kaldilar.Ama bende daha önce topladigim üstüpüden yeterli miktarda vardi.

Köydeki evinde birlikte, uzun süre hatirianacak "durgun sezonlar" geçirdigimiz, ara sira beni arayan birisi daha vardi, fakat orada artik hiç dostum yok.

Burada da, her yerdeki gibi, bazen hiç gelmeye­ cek ziyaretçiyi bekledim. Vishnu Purana, "Ev sahibi

aksam üzeri avlusunda ne kadar sürerse sürsün inegi sagincaya kadar kalirdi veya eger keyifliyse bir misa­ firin yolunu gözlerdi." Ben çok kere bu misafirper­ verlik görevini yerine getirdim; tüm sürü sagilincaya kadar bekledim, fakat sehirden bir adamin yaklastigi­ ni görmedim.

313

15.     KIS HAYVANLARI

314

Göller kaskati dondugunda sadece birçok nokta­ ya yeni ve daha kisa yollar degil, ayni zamanda et­ raflarindaki tanidik manzaradan yeni bakis açilari da saglardi. Daha önce üzerinde sikça yürümüs ve kay­ mis olmama ragmen, karla kaplandiktan sonra Flints' Gölü'nden geçtigimde, göl umulmayacak kadar ge­ nis ve garip gelmisti, Baffin  Körfezi'ni  düsünmek­ ten kendimi alikoyamadim. Etrafimda karli ovalarin zirvesinde Lincoln Hills yükseliyordu ki daha önce orada olduklarini hatirlamiyordum ve tahmin edile­ meyecek bir uzakliktaki balikçilar yirtici köpekleriyle buzun üstünde dolasip duruyordu, fok avcilari veya Eskimolara benziyorlardi veya sisli havada efsanevi yaratiklar gibi görünüyorlardi ve ben onlarin dev mi yoksa pigme mi olduklarini bilmiyordum. Bu dersi aksamlari Lincoln'e ders anlatmaya giderken aldim, okuma odasiyla kulübem arasinda ne bir yol ne de bir ev vardi. Yolumun üstündeki Goose Gölü'nde bir misk siçani toplulugu yasiyordu ve yuvalarini buzun üstüne yapmislardi, ama gölü geçtikten sonra hiçbiri uzaktan görülemiyordu. Genelde karla kapli degilken

veya üzerine sürüklenmis çer çöple digerlerine benze­ yen Walden Gölü, kar baska yerde neredeyse iki ayak derinligindeyken ve köylüler sokaklarina hapsolmus­ ken, benim özgürce dolasabilecegim bahçem gibiydi. Orada, kasabanin caddesinden çok uzakta, çok uzun araliklarla gelen kizak çanlarinin çinlamalari arasinda kayardim; sanki sik kullanilan genis bir geyik yolun­ da, mese agaçlarinin ya da çam agaçlarinin karin ya da buzun agirliyla egilmis olan dallarin altindaydim.

Kis geceleri ve çogu zaman gündüzlerinde, tah­ min edilemeyecek bir uzakliktaki baykusun uygun bir mizrapla çalinsa buz kesmis olan yeryüzüne boyun eg­ direcek perisan fakat melodik ötüsünü duydum; Wal­ den Ormani'nin kendi lingua vernacula'si17, ama bana sonunda epey tanidik gelmeye baslayan sesi çikaran kusu öterken hiç görmedim. Kis aksamlari kapimi açtigimda sesini duymadigim pek nadirdir; huu huu huu huurihuu, gür bir sekilde yankilanir, ilk üç hece "how der do"18 seklinde ya da bazen sadece huu huu seklinde çikardi. Kisin ilk gecesi, göl donmadan önce, saat dokuz gibi bir kazin epey sesli ötmesi yüzünden korkarak kapiya gittigimde evimin hemen üstünden uçarken ormandaki siddetli bir firtinanin sesi gibi ge­ len kanat seslerini duydum. Fair Haven'a dogru, bel­ li ki isigirndan tedirgin olarak, kaptanlarinin düzenli ötüsü esliginde gölü geçtiler, Aniden çok yakinimda­ ki bir baykus, orman sakinleri arasinda simdiye kadar duydugum en hasin ve en muazzam sesle kaziara belli araliklarla yanit vererek, Hudson's Bay'den gelen bu

  1. Latince'de anadil anlamina

  2. "How do you do?", "lngilizcede "Naber?"anlamina

315

316

isgaleiyi sanki ifsa etmeye ve urandirmaya kararli bir sekilde daha genis bir menzil ve yüksek bir ses ile onu Concord ufkundan kovaladi. Gecenin bu saatinde ka­ leyi bana karsi uyararak neyi kastediyorsun? Böyle bir saatte gafil avlandigimi ve seninki kadar iyi cigerlerim ve girtlagim olmadigini mi düsünüyorsun? Hoo, hoo! Duydugum en heyecan verici kavgalardan biriydi . Ve seçici bir kulaginiz varsa, bunda bu düzlüklerin daha önce ne gördügü ne de duydugu bir arinoninin unsur­ lari vardi.

Concord'un bu kismindaki yatakhane arkadasim olan göldeki buzun çigligini da duydum; gaz sancisi ve kabuslar yüzünden yataginda rahatsiz ve arkasini dönmek ister gibi veya sanki biri kapima mürettebat yigmis ve sabah çeyrek mil uzunlugunda, bir inçin üçte biri genisliginde bir yarik bulacakmisim gibi bir sesle buzun yeri çatiatmasinin sesine de uyandim.

Bazen ay isiginin oldugu gecelerde karin üzerine yayilan tilkileri duyardim; bir kekligin veya baska bir avin arayisinda, sanki gelecek kaygisiyla çalisiyor veya kendini ifade etmenin bir yolunu ariyor, isiga ulasmak için çirpiniyor ve hasbayagi köpekler gibi sokaklarda özgürce kosmak istiyor gibi boguk boguk ve yabani köpekler gibi delice havlarlardi. Geçirdigimiz asirlari hesaba katinca, insanlar gibi vahsilerin de bir uygar­ ligi olamaz mi? Bana çukur kazarak kendini savunan, dönüsmeyi bekleyen ilkel adamlar gibi görünüyorlar­ di . Bazen bazilari isik yüzünden penceremin kenarina yanasiyor, beddua eder gibi havliyor ve sonra çekili­ yorlardi.

Genellikle bir kirmizi sincap   (Sciurus Hudsoni­

us), sanki ormandan  sirf bu  amaçla gelmis gibi, çati-

nin üstünde ve evin etrafinda asagi yukari volta atarak gün dogarken beni uyandirirdi. Kisin bu zamaninda yarim kile olgunlasmamis tatli misir basagini kapiinin önündeki kar kabuguna atar ve bunlarla cezbederek yemiedigim çesitli hayvanlari izleyip eglenirdim. Ala­ cakaranlikta ve geceleri ise devamli tavsanlar gelir ve doyurucu bir ögünüm olurdu. Önce bir tanesi bodur meselerin arasindan dikkatle yaklasir, rüzgara kapil­ mis bir yaprak gibi titreyerek karlarin üzerinde ko­ sardi; bir an için olaganüstü bir hiz ve enerji israfiyla, sanki bir bahis için tiris  giden  bir at kadar aceleyle  bir yöne bir kaç adim atar, sonra baska bir yöne adim atardi; fakat asla bir seferde iki buçuk metreden fazla yol almazdi. Aniden, sanki evrendeki tüm gözler onun üzerindeymis gibi komik bir ifadeyle ya da nedensiz bir taklayla durur, - çünkü ormanin en kuytu kösele­ rinde bile, bir sineabm tüm hareketleri dans eden bir kizi izleyen seyirciler kadar kalabalik bir izleyici toplu­ lugunu hatirlatir, ihtiyat ve oyalaninayla tüm mesafe­ yi yürümeye yetecek kadar bir süreden daha fazlasini harcardi, hiç birini yürürken görmemistim. Ve birden, daha siz Jack Robinson diyemeden, genç bir çirali çarnin tepesine çikar, saatini kurup hayali seyircileri azarlar, ayni anda hem kendi kendine hem de bütün evrenle konusurdu; tüm bunlari tespit edemedigim ya da saniyorum ki kendisinin de farkinda olmadigi nedenlerle yapardi. Sonunda misira uzanir, uygun bir koçan seçer, ayni belirsiz trigonometrik açiyla odun yiginimin en üstünde yer alan tahta parçasina, pence­ remin önüne siçrardi; oradan suratima bakar ve orada saatlerce otururdu, ara sira yeni bir koçan alirdi. I lk önce açgözlü bir biçimde koçani disleyip yarisi yen-

31 7

31 8

mis koçanlari etrafa atardi; ta ki daha sirin bir hale gelip yemegiyle oynamaya, misir tanesinin yalnizca içini tatmaya, tahta parçasinin üzerinde tek pençe­ siyle dengede tuttugu koçan dikkatsiz kavrayisindan kurtulup yere düsene kadar. .. Gülünç bir belirsizlik ifadesiyle, sanki canli oldugundan süpheleniyormus gibi misir koçanina bakardi, onu geri gidip almaya ya da yeni bir koçan tirtiklamaya ya da buradan ayrilma­ ya karar vermeye çalisiyormus gibi görünürdü, daha sonraysa rüzgarin söylediklerini dinlerdi.

Böylece küçük küstah arkadas ögle öncesinde bir­ çok misir koçanini ziyan eder; sonunda kendisinden bile daha büyük, uzun ve dolgun bir koçani ele geçirir, güzelce dengeler ve ormana dogru yola koyulurdu. Tipki bir bufaloyu yakalamis bir kaplan gibi zik-zaklar çizerek ve sik sik durarak ilerlerdi; sanki yükü kendisi için çok agirmis gibi zar zor hareket eder, arada sirada düserdi. Düsüsü dikeyle yatay arasi, çapraz bir düsüs olurdu, ne olursa olsun misir koçanini kurtarmaya ka­ rarli görünürdü; görülmemis bir uçanliga ve tuhafliga sahip bir hayvandi. Ve böylece misir koçaniyla bera­ ber yasadigi yere giderdi, belki de iki yüz -  iki  yüz  elli metre kadar uzaktaki bir çam agacinin tepesine ta­ sirdi. Koçanin parçalarini daha sonra ormancia çesitli yerlerde dagilmis olarak bulurdum.

Sonunda kulak tirmalayan çigliklari uzaktan du­ yulan alakargalar bir milin sekizde biri kadar uzak­ tan temkinli, sinsice ve gizli bir sekilde agaçtan agaca uçup her seferinde daha yaklasarak ve sineapiarin dü­ sürdügü misir tanelerini toplayarak geldi. Sonra çirali çarnin büyük dalina oturarak bogazlari için çok büyük olan ve onlari bogan misir tanesini alelacele yutma-

ya girisider ve büyük çabalardan sonra kusarlardi. Ve onu kirmak için tekrar tekrar gagalayarak bir saat harcarlardi. Alakargalar apaçik hirsizdilar ve onlara pek saygi durmuyordum; ama sincaplar, baslangiçta utangaç olsalar da, sanki kendilerinin olani alir gibi çalisiyorlardi.

Bu sirada, sineapiarin düsürdügü kirintilari topla­ yan bastankaralar da sürü halinde geliyordu, en yakin dala uçarken pençelerinde kirintilari tutuyor, küçük gagalariyla sanki agaç kabugundaki bir böcekle ug­ rasir gibi, ince bogazlarindan geçmesi için kirintiyi yeterince küçültünceye kadar azimle ugrasiyorlardi. Bu bastankaraiardan olusan küçük bir sürü her gün odun yiginimdan ya da kapiinin önünden kirintilari toplamaya gelirdi; çImenlerdeki buz saçaklarinin çin­ layan sesine benzeyen boguk ve peltek bir ses çikarir ya da neseli bir sekilde day day day diye ötederdi veya nadiren bahar havasina benzeyen günlerde ormandan yazi hatirlatan fe-be sesleri gelirdi.Bana o kadar alis­ inisiardi ki sonunda biri tasidigim kucak dolusu odu­ nun üstüne konmus ve korkusuzca tahta parçalarini gagalamisti.Bir defasinda bahçeyi çapalarken bir serçe birkaç dakikaligina omzuma konmustu ve o an kendi­ mi hiç bir apoletin hissettirmedigi kadar degerli his­ setmistim. Ayrica sincaplar sonunda bana epey asina olmuslardi ve bazen en kestirme yol buysa ayagirnin üstünden geçmekten çekinmiyorlardi.

Topragin üzeri henüz tam olarak örtülmemisken ve yine kisin sonuna dogru güney yamacindaki kar­ lar eridiginde, sabah ve aksamlari ormandan keklik­ ler yemlenmek için odun yiginimin oraya gelirlerdi. Ormanda ne tarafa yürürseniz yürüyün bir keklik

319

320

kanatlari pir pir ederek aniden ortaya çikar, karlari kuru yapraklarin ve dallarin üstünden uçurur, yere düserken de günes isigi altin tozu gibi serpelenirdi; bu cesur kus kistan korkmazdi. Çogunlukla kar yigin­ tilariyla örtünürdü ve "Bazen uçarken içinde bir iki gün saklandigi yumusak karin içine dalar." denirdi. Onlari aksamüstleri vahsi elma agaçlarinin tomur­ cuklarini yemek için ormandan çiktiklari açik arazide korkuturdum. Her aksam düzenli olarak belli agaçla­ ra, kurnaz bir avcinin kendilerine pusu kurdugu yere gelecekler ve ormanin yakinindaki uzak bostanlar da farkli olmayacakti. Ne pahasina olursa olsun keklikler beslenebildigi için mutluydum. Tomurcuk ve suyla ya­ sayan bu hayvan doga'nin kusudur.

Bazen karanlik kis sabahlari veya kisa aksamüst­ lerinde sesleri ve havlamalariyla tüm ormani çinlatan, kovalamacanin içgüdüsel çekiciligine karsi koyama­ yan bir tazi sürüsünü duyardim; aralikli olarak gelen av borusu sesleri insanlarin da tazilari takip ettigini duyururdu. Orman tekrar çinlar, fakat yine de bir til­ ki ne gölün açik seviyesine çikabilir ne de Acteon'la­ rini izlemek üzere sürüyü takip edebilirdi. Eger bir tilki donmus topragin bagrinda kalabilir veya hiçbir tazinin ona erisemeyecegi dümdüz bir hatta kosarsa güvende kalabilir; ancak takipçiler geride kaldiginda dinlenmek için durup onlar gelene kadar dinlemeye kalkar ve kostugunda eski ugradigi, avcilarin onu bek­ ledigi yerlerin etrafinda dönüp durur, derler.

Bazen yine de bir duvarin üstünde metrelerce kosacak ve bir yanindan uzaklara adayacak ve suyun kokusunu muhafaza etmedigini bildigi ortaya çikacak. Bir avci bir keresinde bana tazilar tarafindan kova-

!anarak, buz küçük gölcüklerle kapliyken Walden'a gelen bir tilki gördügünü söylemisti; karsiya kadar geçmis ve yine ayni kenara geri dönmüs. Çok geçme­ den tazilar gelmis, fakat kokuyu kaybetmisler. Bazen kapiinin önünden kendi basina avianan bir sürü geçer ve evimin etrafinda daireler çizerek, deliligin bir tü­ rüne yakalandiklari için aviarini kovalamaktan onlari hiç bir sey alikoyamayacakmis gibi, benden bagimsiz sekilde ulur ve kesik kesik havlarlardi. Böylece tilki­ nin en yeni izini bulana kadar daireler çizer, çünkü akilli bir tazi bunun için diger her seyi oldugu gibi birakacaktir. Bir gün kulübeme Lexington'dan bir adam bir haftadir kendi basina avlanmakta olan ve ar­

-kasinda büyük bir iz birakmis olan köpegini sormaya geldi. Fakat korkarim ona söylediklerimi aniayabile­ cek kadar akilli degildi; çünkü ne zaman sorularini yanitlamaya kalksam "Burada ne yapiyorsun ?" diye­ rek sözümü kesiyordu. Bir köpek kaybetmis, fakat bir adam bulmustu.

Agiz kurulugu olan ihtiyar bir avci yilda bir kez, suyun en sicak oldugu zamanda Walden'da yikanma­ ya gclirdi. Böyle bir zamanda bana bakip yillar önce bir ögleden sonra silahini alip Walden Ormaninda ge­ zintiye çiktigini, Wayland Yolu'nda yürürken yaklas­ makta olan tazilarinin baginsiarini duydugunu, kisa bir süre sonra bir tilkinin yola atladigini, düsünce ka­ dar hizli bir sekilde yolun diger duvarinin üstünden siçrayip kaçtigini, hizli mermisinin ona dokunamadi­ gini anlatmisti.

Biraz sonra tamamen takibe odaklanmis, kendi hesaplarina avianan ihtiyar bir tazi ve üç yavrusu çi­ kagelmis ve tekrar arinanin içinde kaybolmus. Ögle-

321

322

den sonranin geç saatlerinde, Walden'in güneyindeki sik ormancia dinienirken hala tilkiyi takip eden tazi­ larin Fair Haven tarafindan gelen seslerini duymus; bulundugu yere dogru geliyorlarinis, kovalayan ses­ leri yakinlardaki tüm ormanlarda çinliyormus ve hep daha yakindan, öne Well-Meadow'dan sonra Baker Çiftligi'nden geliyormus.

Uzun bir süre orada hareketsizce durmus ve ta­ zilarin bir avcinin kulagina çok tatli gelen seslerini dinlemis, tilki aniden ortaya çikmis. Görkemli kori­ dorlarda yavasça adim atiyormus. Ayak sesleri yap­ raklarin hisirtilariyla gizleniyormus, süratli ve süku­ netli bir sekilde yoluna devam ediyor ve izleyicilerini geride birakiyormus. Agaçlarin ortasindaki bir kaya­ nin üstüne siçramis, arkasini avciya dönüp dikilmis ve dinlemeye baslamis.Bir an için merhamet avcinin elini kolunu baglamis, fakat bu kisa süren bir ruh haliymis ve bir düsüncenin digerini izledigi hizla silahini dog­ rultmus ve bam ! Tilki ölü bir sekilde kayadan yere düsmüs. Avci oldugu yerde dikilmeye devam edip ta­ zilari dinlemis. Hala yaklasmaya devam ediyorlarmis, yakinlardaki ormanlarin bütün koridorlari tazilarin seytani bagirislariyla doluymus. Sonunda, ihtiyar tazi burnu yerde görüs alanina girmis, sanki içine cin gir­ mis gibi havayi isirmaya çalisiyormus, dogrudan ka­ yaya dogru kosmus; fakat ölü tilkiyi görür görmez, sanki saskinlikla vurulmus gibi iz sürmesine bir son vermis, sessizce tilkinin etrafinda yürümüs, yavrulari birer birer çikagelmis ve gördükleri gizem karsisindan anneleri gibi suskunluga gömülmüsler. Sonra avci öne çikmis, aralarinda dikilmis ve gizem böylece çözül­ müs. Avci tilkinin derisini yüzerken sessizce beklemis-

ler, bir süre avciyi izledikten sonra sonunda ormana geri dönmüsler. O aksam Westonlu bir arazi sahibi Concord'a, avcinin kulübesine gelip bir haftadir Wes­ ton ormaninda kendi baslarina avianan razilarini sor­ mus. Concordlu avci ona bildiklerini anlatip tilkinin postunu vermeyi önermis, fakat digeri bunu reddet­ mis ve ayrilmis. O aksam razilarini bulamamis, fakat sonraki gün razilarin irmagi geçtigini, gece bir çiftlik evinde durakladiklarini, orada güzelce beslendikten sonra sabah erkenden oradan ayrildiklarini ögrenmis. Bana bu öyküyü anlatan avci, eskiden Fair Haven civadarinda ayi aviayip Concord'da romla ayi deri­ lerini takas eden, orada bir geyik görmüs oldugunu bile söyleyen Sam Nutting adinda birini hatirliyordu. Nutting'in Burgoyne adinda ünlü bir zagari varmis, Nutting köpegin adini Bugine seklinde telaffuz edi­ yormus, avci da ayni telaffuzu kullaniyordu. Ayni za­ manda kasabanin sefi, sicil memuru ve temsilcisi olan eski bir tüccarin günlügünde söyle bir kayit buldum: 18 Ocak 1 742-3 , "John Melven Cr. 1 Gri Tilkiyle 0-2-3 " , artik buralarda gri tilki bulunmuyor. 7  Su­ bat 1743 gününde ise hesap defterine sunlari yazmis: Hezekiah Stratton'a "yarim kedi postuyla 0-1-4 1/2 puan". Tabii ki bu vahsi bir kediydi, çünkü Stratton Fransiz Savasinda savasmis bir çavustu ve daha az asil bir av için puan alamazdi. Geyik derileri için de puan veriliyordu ve bu deriler her gün satiliyordu. Bu civar­ da avianmis olan son geyigin boynuzlarini hala sakla­ yan biri vardi, bir digeri ise amcasinin katilmis oldugu bu avin detaylarini bana anlatmisti. Eskiden buradaki avcilar daha fazlaydi ve mutluydular. Zayif ve usta bir avci hatirliyorum; yol kenarindaki bir yapragi alir ve

323

324

o yaprakla, eger hafizam beni yaniltmiyorsa, tüm avci borularindan daha vahsi ve melodili bir ses çikarirdi. Ayin oldugu gecelerde, bazen ormancia gezinen tazilar yoluma çikardi; sanki korkmus gibi önümden kaçar, ben geçene kadar çalilarin arasinda sessizce du­

rurlardi.

Sincaplar ve yabani fareler findik stogum için kavga ederlerdi. Evimin etrafinda, çapi bir ila dört inç arasinda degisen çirali çarnlar vardi, geçen kis fare­ ler tarafindan kemirilmislerdi; bu, onlar için tam bir Norveç kisi gibi geçmisti, kar kalin bir tabaka halinde birikmisti ve yiyeceklerine büyük ölçüde çam kabugu katmak zorunda kalmislardi. Bu agaçlar canliydi ve yaz ortasinda çiçek açardi; birçogu tamamen kemerli bir sekilde de olsa bir ayak kadar büyümüstü, fakat böyle bir kistan sonra istisnasiz hepsi ölmüstü. Tek bir farenin aksam yemegi olarak bütün bir çam agacina sahip olmasi gerçekten inanilmazdi; fare agaci yuka­ ridan asagiya degil, etrafinda dolanarak  kemiriyor­ du; belki de sik bir sekilde yetismeye egilimli olan bu agaçlarin böylelikle inceltilmesi gerekiyordu.

Tavsanlar (Lepus Americanus) çok cana yakindi. Bir tanesi tüm kis boyunca evimin altinda yuva yap­ misti; aramizda yalnizca zemin vardi, her sabah kimil­ damaya basladigimda telasli kosusuyla beni irkiltirdi, acele içinde kafasini zemin tahtalarma vururdu, bum bum bum. Sabah alacakaranliginda kapima gelir, di­ sari attigim patates kabuklarini kemirirlerdi; renkleri zeminin rengine o kadar çok benzerdi ki hareketsiz durduklarinda fark edilmeleri çok zordu. Bazen ala­ cakaranlikta, penceremin altinda hareketsizce oturan bir tavsam bir görür bir kaybederdim. Aksamlari ka-

pimi açtigimda, ciyaklayarak ve ziplayarak kaçisir­ lardi. Yakinima geldiklerinde onlara sadece acirdim. Bir aksam bir tanesi iki adim ötemde, kapiinin orada oturmustu, ilk basta korkuyla titriyordu fakat hareket etmeye isteksizdi; zavalli ufak sey, ciliz ve kemikliydi, yirtik kulaklari ve keskin bir burnu, kisa bir kuyrugu ve çelimsiz pençeleri vardi. Sanki doga artik asil kanli çocuklar yetistirmiyor, son kozlarini oynuyordu. Bü­ yük gözleri genç ve sagliksiz, neredeyse su toplamis gibi görünüyordu. Bir adim attim ve bakin; elastik bir siçrayisla aniden kar tabakasinin üstünden atladi, vü­ cudunu ve organlarini zarifçe esnetti ve kisa bir süre sonra aramizda koca orman vardi; canliligini ve do­ ganin onurunu kanitlayan yabani ve özgür hayvan . Zayifligi nedensiz degildi. Demek ki dogasi böyleydi. (Lepus, levipes, kimileri bu ismin hizli ayaktan geldi­ gini düsünür.)

Tavsanlar ve keklikler olmayan bir kir ne ise yarar

ki? En basit ve yerli hayvanlar arasindadirlar; antik çagdan günümüze kadar bilinen kadim ve saygideger ailelerdir. Dogayla ayni tona ve öze sahiptirler, ka­ natli ya da ayakli, yapraklara ve yere ve birbirlerine en yakin olan varliklardir. Bir tavsanin ya da kekligin kosusunu gördügünde vahsi bir hayvan degil, hisirda­ yan yapraklar kadar dogal bir canli görmüs olursun. Nasil bir devrim meydana gelirse gelsin, keklik ve tavsan, tipki topragin gerçek yerlileri gibi, serpilmeye devam edecektir. Ormandaki agaçlar kesilse bile yeti­ secek olan filizler ve çalilar onlari gizleyecek, böyle­ ce sayilari eskisinden daha fazla olacaktir. Bir tavsan bile besleyemeyen bir kir gerçekten yoksul olmalidir. Ormanlarimiz iki  türle  de dolup tasar,  her batakligin

325

çevresinde bir kekligin yahut tavsanin yürüdügü görü­ lebilir; incecik çitlerle ve sigirtmaçlarin kurmus oldu­ gu at kilindan kapanlada çevrilidirler..

326

16.     GÖLDE KIS

Durgun bir kis gecesinden sonra, uykumda bile bos yere cevabini bulmaya çalistigim ne - nasil - ne zaman - nerede? sorulari yüzünden kapildigim bir iz­ lenimle uyandim. Ama burada yeni dogmakta olan, tüm varliklarin yasadigi, engin pencereterime dingin ve hosnut bir ifadeyle bakan ve dudaktannda hiçbir sorusu olmayan doga vardi. Cevaplanmis bir soruya, dogaya ve gün isigina uyandim. Genç çam agaçlariyla beneklenen topragin üzerini ve evimin oldugu tepe­ ye giden yokusu kaplayan kar, "I leri !" diyor gibiydi. Doga, biz ölümlüterin soru veya cevaplarina hiçbir sekilde karsilik vermez. O kararini çok önceden ver­ misti. "Ey Prens, gözlerimiz hayranlikla seni izliyor ve kainatin en degisik ve olaganüstü görüntüsünü ru­ humuza naklediyor. Gece, süphesiz bu ihtisamli yara­ tilisin bir parçasi olarak örtünüyordu, ama gün bize bu mükemmel isi göstermek üzere topraktan lokman ruhu ovalarina uzanarak doguyor."

Sonra sabah islerime  döndüm.  Önce,  eger rüya

degilse, bir balta ve kova alip su arayisina geçtim. Soguk ve  karli bir geceden sonra,  su  bulabilmek için

327

bir su arama çubugu gerekiyordu. Kislari alinan her nefese karsi asiri hassas olan ve tüm isik ve gölgeleri yansitan gölün sivi ve titrek olan yüzeyi en agir ekip­ leri tasiyacak sekilde bir veya bir buçuk fit derinligine kadar donarak katilasir veya bir ihtimal kar da esit ka­ linlikta donmus yüzeyi kaplar ve etrafindaki yerlerle esit seviyede gözükürdü. Etrafimizi çevreleyen tepe­ lerdeki dag siçanlari gibi, göz kapaklarini kapatir ve uykusuna üç ay daha devam ederdi. Tepelerin ortasin­ daki bir otlak misali karla kapli yüzey üzerinde durur­ ken, yolumu önce karlarin dibini kazarak, sonra bu­ zun dibini kazarak açtim ve su içmek için egildigIrnde ayaklarimin altinda bir de pencere açtim. Adeta buzlu camli bir pencereden geliyormus gibi yumusak bir isik ve baliklarla dolu, ayni yazin oldugu gibi parlak kum­ lu bir yüzeyi olan sessiz bir salon gördüm; sakin ve oradaki canlilarin huyuna benzeyen, alacakaranliktaki bir kehribar tasindaki gibi sürekli dalgasiz bir berrak­ lik hakimdi. Cennet basimizin üzerinde oldugu kadar ayaklarimizin da altindaydi.

Her seyin soguktan çitirdadigi sabahin erken  sa­

atlerinde insanlar altalarinin makaralari ve hafif ögle yemekleriyle turna baligi ve tatli su levregi avlamak için karli arazide arkalarinda ince çizgiler birakarak, içgüdüsel olarak diger yöntemleri deneyen ve kendi kasabalilardan baska erbaplara güvenen, gelis gidis­ leri olmasa parça parça bir araya gelen kasabalarin birbirinden ayrilmasina neden olacak yabani insanlar gelirlerdi. Ögle yemeklerini kalin kabanlari içinde, sahildeki kuru mese yapraklari üzerinde, sehiriiierin yapaylikta bilge oldugu gibi dogaya iliskin bilgelikleri­ ni sergiteyerek yerlerdi. Hiçbir zaman kitaplara danis-

329

330

mazlardi ve kitaplar kadar çok sey bilip konusurlardi. Ugrastiklari  seylerin  henüz  bilinmedIgI  söylenirdi. I ste turna baligi avlamak için tatli su levreginden yem yapan bir tanesi. Yazin bir göle bakarken hissedilen merakla kovasina bakardiniz, sanki yaz mevsimini kilitleyip evde saklar veya nerede yeniden islendigini bilirdi. Tanrim, bunlari kisin ortasinda nereden bul­ du? Ah, yer dondugu için solucanlari çürümüs kütük­ lerden çikardi ve böylelikle onlari  yakaladi.  Hayati bir doga bilimcinin çalisma konusu olmasi sebebiyle, onun çalismalarindan daha fazla doga ile bütünlesik geçerdi. Sonra yosun ve agaç kabugunu böcek aramak için nazikçe kaldirirdi, öncesinde ise kütüklerin içini merkezinç kadar balta ile açarak yosun ve agaç ka­ bugunun iyice açilmasini saglardi. Hayatini agaç ka­ buklarini soyarak kazanirdi. Böyle bir  insanin  elbet­ te balik tutmaya hakki vardir; ben de onun içindeki dogayi görmekten büyük keyif alirim. Tatli su levregi kurtçugu yutar, turna baligi tatli su levregini yutar ve balikçi da turna baligini yutar, böylelikle varolus zin­ cirinin tüm halkalari tamamlanmis olur.

Sisli havalarda gölün etrafinda dolastigimda,

bazen birtakim hasin balikçilarin sahip oldugu ilkel tutumdan eglenmisimdir. Belki de kizilagaç, dallarini buzun bir ayak ya da daha fazla  üzerinde, aralarin­ da 20-25 metrelik mesafeler bulunan ve kiyidan esit uzaklikta olan ufak delikierin üzerine koymus ve olta­ daki ipin ucunu bir sapaya baglayarak sürüklenmesini engellemis, gevsek ipi de ince bir kizilagaç dalindan geçirmistir. Gölün etrafinda bir süre yürüdükten son­ ra, sisin içinden belirli araliklarda kizilagaçlar gözü­ kürdü.

Ah, Walden'in turna baligi! Onlari buzun üze­ rinde uzanmis veya balikçilarin suyu içeri almak için buzda açtiklari kuyularda gördükçe inanilmaz balik­ larmisçasina hep onlarin naclide güzelligine hayran kalirim, onlar sokaklara çok yabancidirlar, ormanlara da, Arabistan'in Concord'daki hayata yabanci oldugu kadar. Onlari sokaklarimizda ilan editireesine solgun morina baligi ve mezgitten ayiran oldukça büyüteyi­ ci ve üstün bir güzellik sergilerler. Agaçlar gibi yesil, taslar gibi gri ya da gökyüzü gibi mavi degildir; ama en azindan benim gözüme gözüktügü kadar, böyle bir sey mümkünse, daha ender bulunan renklere sahiptir; tipki çiçekler ve degerli taslar gibi, onlar da Walden sularinin hayvan kiligina bürünmüs çekirdegi ya da kristalleri, incileriymis gibi. Tabii ki her yönden ve ta­ mamen Walden'i yansitiyorlardi; kendileri hayvanlar aleminde birer küçük Walden'di, Waldengiller. Bura­ da yakalanabiliyor olmalari sasirticiydi, bu derinlikte ve bu büyük su kaynaginda vizir vizir sürülerin ve ko­ valamalarin ve Walden yolundan tingirdayarak geçen

kizaklarin çok derinlerinde. Bu türü ?iç bir markette

görme firsatim olmadi, bütün gözlerin ilgi odagi olur­ du. Birkaç sarsici gariplikle, zamanindan önce cen­ nete yükselmis bir ölümlü gibi islak hayaletlerinden rahatlikla vazgeçerlerdi.

Walden Gölü'nün uzun süredir görünmeyen di­ bini kesfetmek için can atarken, '46 yilinin baslarinda buz kirilmadan önce, bir yandan da ölçüm kordonu ve bir pusulayla dikkatle arastirdim. Gölün dibiyle veya dibi degil de kendisiyle ilgili anlatilan birçok hi­ kaye varken bunlarin kesinlikle bir dayanagi yoktu. Insanlarin, gölün derinligini ölçme zahmetine gir-

331

332

meden, dipsiz oldugunu düsünmesi gerçekten garip. Bir seferinde bu çevredeki yürüyüsüro esnasinda iki tane Dipsiz Göl kesfetmistim. Çogu insan Walden'in neredeyse dünyanin öbür tarafina kadar ulastigina inanirdi. Buzun üzerinde epey bir süre uzanan, hayali bir araçla, belki de gördükleri kelepirle sulanan göz­ leriyle asagi bakan ve gögüslerini üsütme korkusuyla acele kararlara varan bazilari içine bir araba dolusu saman kayabilecekleri büyük delikler görmüslerdir; tabii bunu yapacak birileri bulunursa... Bu delikler, kuskusuz, Styx nehrinin kaynagi ve Cehennem'in giri­ sidir. Digerleri ise "elli alti poundluk bir agirlikla" ve bir inç kalinliginda bir araba dolusu iple göle gitmis, fakat gölün dibini bulamamislardir; çünkü bu arada agirlik yolda takilmis ve onlar da olaganüstülükleri­ nin ölçülemez kapasitesini bos yere ölçmeye çalisarak ipi sarkitip durmuslardir. Faka ben okuyucularima Walden'in akil almaz degil makul bir derinlikte, epey sizdirmaz bir dibi oldugunu garanti edebilirim. Bir ip ve yaklasik bir buçuk pound agirliginda bir tas saye­ sinde rahatlikla ölçtükten sonra tasi yukari çekerken, suyun altina girip bana çekmem için yardimci oldugu ana kadar, epey zorlandigiini söyleyebilirim. Bu muh­ tesem derinlik tam tarnma yüz iki ayakti ve belki o za­ mandan beri bes ayak da yükseldigini hesaba katarsak yüz yedi ayak eder. Bu kadar küçük bir alan için bu fevkalade bir derinlikti ama bir inçi bile hayal gücüy­ le harcanamazdi. Ya tüm göller sig olsaydi ? Bu insan zihnini harekete geçirmez miydi ? Bu göl bir sembol olarak derin ve saf yaratil digi için mütesekkirim. I n­ sanlar sonsuza inanirken, bazi göllerin dipsiz oldugu da düsünülecektir.

Sayfa 328 'deki harita.

Walden Gölü Küçültülmüs plan 1846

Ölçek: 1/1920 ya da 1 inçe 200 metre

61 akre 51 O metrelik alan Çevre: 1.7 mil.

En uzun yer: 880 metre En derin yer: 102 ayak.

A-B hatti üzerindeki bir kesitin profili C-D bölümü

Ormanli Zirve Çiplak Zirve Ev

Concord ve Fitchburg'a giden demiryolu Gerçek meridyen

Bir fabrika sahibi ölçtügüm derinligi duydugun­ da, barajiara olan asinaligi ve alta attiginda çarptigi kurnun yalan söylemeyecegini hesaba katarak, bunun gerçek olamayacagini düsündü. Ama en derin göller çogunlukla kapladiklari alana oranla olmasi gerekti­ gi kadar derin degilken, kuruduklarinda da fevkalade bir vadi birakmazlar. Onlar tepelerin arasinda olusan çanak gibi degillerdir, alanina oranla olagandisi bir derinlige sahip olan bu gölün merkezinden dikey bir kesit alinirsa düz bir tabaktan daha derin olmadigi gö­ rülür. Çogu göl bosaldiginda bizim normalde gördü­ gümüzden daha derin olmayan bir yesillik birakacak-

333

tir. Kir manzaralari konusunda genellikle çok gerçekçi ve hayranlik uyandirici olan William Gilpin, "altimis ya da yetmis kulaç derinliginde, dört mil genisliginde, tuzlu suyun körfezi" olarak tanimladigi Iskoçya'da­ ki Loch Fyne'in basinda durur ve neredeyse elli mil uzunlugunda, daglarla çevrili gölü gözlemlerdi. "Onu tufandan veya doganin onu yarattigi sarsilmadan he­ men sonra, içinden sular fiskirmadan görebilseydik, ne kadar korkunç bir gedik olarak görünürdü !"

Uzar heybetli tepeler yükseklere ve derinlere. Iabanlari asagi çöker, derin ve genis,

Sularin ferah yataklari.

334

Ancak, Loch Fyne'in en kisa çapini baz  alir da  bu ölçüleri, gördügümüz gibi, Walden'a uyarlarsak Walden sadece dikey bir kisimda sig bir levha gibi, dört kat daha sig gibi gözükecektir. Loch Fyne bosal­ diginda, gölün derinliklerinde ve oyuklarinda yatan korkunç seylerin sonuna ulasmis oluyoruz. Hiç süphe yok ki üzerinde uzanan tarlalari ile gülümseyen bir vadi, sular çekildiginde korku verici oyuklara da ev sahipligi yapar. Ne var ki vadinin hiçbir seyden haberi olmayan sakinleri, bu hususta ikna olmak için bir yer­ bilimcinin öngörüsüne ve ileri görüslülügüne ihtiyaç duyarlar. Genellikle dikkatli bir göz, tepelerin alçak ufuklarinda, ilkel bir gölün kalintilarini fark edebilir. Bu kalintilarin tarihini gizlemek için herhangi bir yük­ seltI farki gerekmez. Yine de, otoyollarda çalisanla­ rin da bildigi üzere, su birikintilerindeki bu oyuklari bulmanin en kolay yolu yagmurdan sonra bakmaktir. Hayal gücümüz, kendisine imkan tanidigimiz ölçüde,

doga'nin ta kendisinden daha derinlere cialabilir ve daha yükseklere çikabilir. Dolayisiyla okyanusun de­ rinligi, genisligine kiyasla önemsiz kalacaktir.

Suyun derinligini buz kanaliyla kontrol ettigim için, dibin seklini limanlari arastirinakla mümkün olandan daha kesin bir sekilde belirleyebildim çün­ kü bu sekilde üstü buz tutmuyordu ve genel intizami karsisinda saskina döndüm. En derin kisimda, günes, rüzgar ve sabanla açiga çikan, neredeyse bütün arazi­ lerde oldugundan çok daha fazla akrelik alan vardi. Bir seferinde, gelisigüzel seçilmis bir hat üzerinde de­ rinlik, 1/450 oranindan daha fazla degismiyordu ve genellikle orta kismin kenarinda, her yüz ayak için bunun önündeki herhangi bir yöne giden üç ya da dört inçlik degisimi hesaplayabiliyordum. Bazilari, bunun gibi oldukça kumlu göllerde bile, derinlikten ve tehlikeli çukurlardan bahsetmeye aliskindi, ama suyun bu sartlar altindaki etkisi bütün düzensizlikleri hizaya getirmektir. Dibin intizami ve kiyiya ve komsu tepelere olan uzakligi o kadar mükemmeldi ki uzak bir burunda, göl üzerinde epeyce derinlik ölçümü yapmak kendine ihanet etmek olurdu ve yönü karsi kiyilarin gözlemlenmesiyle bulunabilirdi. Burun ince bir çizgi ve düz bir siglik haline gelir, bir vadi ve derin sulari tikayan bir kanal.

Gölün 1/20 ölçekli haritasini çikarip toplamda yüzden fazla olan Iskandilleri göle sarkittigimda su dikkat çekici tesadüfü gözlemledim; en derin yeri isa­ ret eden sayinin açikça haritanin ortasinda oldugunu fark edip metreyi haritanin üstüne önce uzunlama­ sina, sonra enlemesine yerlestirdim, en uzun yerden çizgi tam olarak en derin olan noktayla kesisiyordu.

335

336

Bununla birlikte, gölün ortasi neredeyse düz, çevresi ise muntazam olmaktan çok uzakti; en büyük uzunluk ve genislik koylarda ölçülmüstü; kendi kendime, kim bilir belki de bu sadece göller ya da su birikintileri için degil, okyanuslar için de geçerlidir. Bu kural, vadile­ rin tam zitti olan daglarin yüksekligi için de geçerli degil midir? Bir tepenin en dar yerinin en yüksek yeri olmadigini biliyoruz.

Bes koydan üçünün ya da derinligi ölçülen koyla­ rin hepsinin hemen agizlarinin karsisinda bir set oldu­ gu ve içeride kalan suyun daha derin oldugu gözlem­ lenmistir. Böylelikle koy yalnizca dikey olarak degil, yatay olarak da suyun bir uzantisidir ve bir havza ya da bagimsiz bir göl olusturur; iki burnun yönü setin konumunu gösterir. Deniz kiyisindaki her limanin gi­ risinde bir set bulunur. Koyun girisinin uzunluguna kiyasla genis oldugu ölçüde, setin ötesindeki su da havzadaki suya kiyasla derindi. Yani koyun uzunlugu, genisligi ve çevredeki kiyinin karakteri bilindiginde, tüm durumlar için bir formül çikaracak bilgiye sahip olunabilirdi.

Bu tecrübeyle, gölün en derin kisminda, yalnizca göl yüzeyinin ana hatlarini ve kiyilarinin karakterleri­ ni gözlemleyerek ne kadar yakin bir tahmin yapabile­ cegimi görmek için, kirk bir akrelik bir alani kaplayan Beyaz Göl'ün bir planini çikardim. Walden gibi bu gölde de ne bir ada ne de görülebilir bir su girisi ya da çikisi vardi; en genis yerin üzerinden geçen çizgi, iki karsi burnun birbirine yaklastigi ve iki karsi koyun geri çekilmis oldugu en dar yerin üzerinden geçen çiz­ ginin çok yakinindan geçiyordu. En dar yerden geçen çizginin biraz uzagina, fakat hala en uzun yerden ge-

çen çizginin üstünde bir yere en derin yeri belirten bir nokta koydum. Gölün en derin yeri bu noktanin yüz ayak kadar civarindaydi ve benim yöneldigim alanin uzaginda kaliyordu. Yalnizca bir ayak kadar daha de­ rindi, yani altmis ayak derinligindeydi. Tabii ki gölün içinden akan bir akinti ya da gölde bir ada olsaydi, bu sorun çok daha karmasik bir hal alirdi.

Eger doganin tüm kanunlarini bilseydik, o nokta­ daki tüm tikel sonuçlari çikarmak için yalnizca bir ger­ çege ya da bir olgunun tanirnma ihtiyacimiz olurdu. Su anda yalnizca bir kanun biliyoruz ve elde ettigimiz sonuçlar net degil. Bunun nedeni tabii ki dogadaki bir karisiklik ya da düzensizlik degil, hesaplamadaki asil unsurlara iliskin cehaletimizdir. Kanun ve uyumluluga dair tüm fikirlerimiz tespit ettigimiz örneklerle sinir­ li ; fakat daha tespit edemedigimiz, görünüste çelisen fakat aslinda birbirini dogrulayan birçok kanunun so­ nucu olarak ortaya çikan uyum çok daha olaganüstü­ dür. Yolcu için dagin hatlari her adimda degisir, dagin sonsuz sayida görünüsü vardir; fakat gerçekte dag de­ gismeyen tek bir biçime sahiptir. Iste tikel kanunlar da bizim bakis açilarimizdir. Bastan basa yarilsa ya da delinse de, bu kanunlarin bütünlügü anlasilamaz.

Gölle ilgili yaptigim gözlemler, etik alaninda da ayni derecede dogrudur. Bu ortalama kanunudur. Iki çapin ölçümüyle ilgili bu kural bizi yalnizca uzaydaki günese degil, insanin kalbine de ulastirir. Bir insanin koylarina ve körfezlerine dogru, günlük davranislari ve hayat dalgalarinin toplaminin uzunlugu ve genisli­ gi boyunca çizgiler çizin; bu çizgilerin kesistigi yerde karakterinin yüksekligi ve derinligini bulursunuz. Bel­ ki de derinligini ve gizlenmis dibini bulabilmek için

337

338

yalnizca kiyilarinin egimini, komsu ülkelerini ya da içinde bulundugu sartlari bilmemiz gerekmektedir. Etrafinin zirvelerinin gögsünü gölgeledigi ve gögsüne yansidigi daglarla, Akhilleus kiyilariyla çevrili olmasi insanda da ayni ölçüde bir derinlik oldugunu göste­ rir. Fakat alçak ve düzgün bir kiyi ise kisinin o açidan çok sig oldugunu göstermektedir. Bedenlerimiz açisin­ dan, belirgin ve yukari kalkik kaslar derin düsünce­ lere tekabül eder.Ayni zamanda her bir koyumuzun girisinde bir set ya da belli bir egim vardir; her biri dönemlik olarak kullandigimiz birer limandir, orada karaya çikariz.Bu egimler genelde gelisigüzel degildir; biçimleri, boyutlari ve yönleri, kiyinin çikintilari, ka­ dim yükselti eksenleri tarafindan belirlenir.Bu set fir­ tinalar, dalgalar ya da akintilar tarafindan yavas yavas yükseltildiginde ya da sularin çöküsüyle su yüzeyine yaklastiginda ilk basta bir düsüncenin demir atmis oldugu bir kiyi egimiyken, okyanusla baglantisi ke­ silmis, bagimsiz bir göl haline gelir. Düsünce burada kendini güvene alir, belki tuzlu sudan tatli suya, bir ölü denize ya da barakliga dönüsür. Her bir kisinin bu hayata baslamasiyla bir yerlerde böyle bir setin su yü­ züne yükseldigini düsünemez miyiz ? Dogru, o kadar kötü denizeileriz ki düsüncelerimiz çogu zaman lima­ ni olmayan bir kiyida bekler ve oradan denize açilir, yalnizca siirin körfezlerine asinadir ya da herkese açik limanlara yönelir; bilimin kuru !imanlarina girer, ora­ da yeniden bu dünyaya açilmak için onarilirlar, onlari bireysellestirecek hiçbir dogal akinti yoktur.

Walden'in  giris   ve  çikis  yerini  sorarsaniz, ben

öyle bir yerle karsilasmadim, yagmurdan, kardan ve buharlasmadan baska, yine de belki, bir termometre

ve pusulayla suyun göle aktigi ve muhtemelen yazin en soguk, kisin en ilik yeri olacak birtakim yerler bu­ lunabilir. Buz kiricilar 1846-1847 yillarinda burada çalisirken, bir gün kiyiya gönderilmis olan buz taba­ kalari bu tabakalari istif eden kisiler tarafindan redde­ dilmisti; digerleriyle yan yana konulacak kadar kalin olmadiklari söylenmisti. Buz kiricilar küçük bir yerin üstündeki buzun, diger yerlerdeki buzdan iki ya da üç inç kadar daha ince oldugunu kesfetmisti;  orada bir su girisi oldugunu düsünmüslerdi. Ayrica baska bir yerde bulunan ve bir "filtre deligi" oldugunu düsün­ dükleri yeri göstermislerdi. Göl bu noktadan komsu bir çayirdaki tepenin altina siziyordu, burayi göster­ mek için beni buzun üstüne çikardilar. On ayak de­ rinligindeki suyun altinda bulunan bir çukurdu, fakat bundan daha kötü bir sizinti bulunana kadar gölün le­ himlenmesine gerek olmadigini düsünüyordum. Biri böyle bir "filtre deligi" bulundugunda çayida baglan­ tisi olup olmadiginin delige dökülecek renkli tozla ya da talasla ortaya çikarilabilecegini söyledi ; böylece çayirdaki pinara koyulacak olan bir süzgeç akintiyla tasinan tanecikleri toplayacakti.

Arastirma yaparken on alti inç kalinligindaki buz, hafif bir rüzgarin altinda su gibi kivrilip bükülürdü. Buz üzerinde bir su terazisinin kullanilamayacagi her­ kes tarafindan bilinir. Kiyidan bir rod19 uzaklikta, buzdaki dereceli bir çubuga karadan yönlendirilmis bir su terazisi araciyla gözlem yapildiginda, buz kiyi­ ya simsiki bagli gibi görünse de, en muazzam dalga­ lanma 3/4 inçti. Bu, muhtemelen orta kisimda daha

  1. 5,029 metreye karsilik gelen bir ölçü

339

340

çok olurdu. Kim bilirdi ki aletlerimizin yer kürenin kabugundaki dalgalanmalari saptayabilecek kadar hassas oldugunu? Su terazimin iki ayagi kiyida ve üçüncüsü buz üzerindeyken ve görüs alanlari sonun­ cusunun üzerine yönlendirilmisken, buzun son derece küçük miktarlarda bile olsa yükselip alçalmasi gölün karsisindaki agaca bir kaç ayak mesafe fark yaratirdi. Derinlik ölçümü için delikler yapmaya basladigimda derin bir karin altindaki buzun üzerinde üç ya da dört inçlik su bulunmaktaydi ki buz bu yüzden bu kadar derine batmisti, ama su hizlica bu delikierin içine gir­ meye basladi ve buza sikica tutunan ve aslinda ona yardim eden su, temel olarak olmasa da, gölün yüze­ yini kurutmak için, derin akintilarla iki gün boyunca bunu yapmaya devam etti; su dalmaya devam ettigi için yükseldi ve buzu yüzdürdü. Bu tipki, suyu disari çikarmak için bir geminin tabaninda bir delik açmak gibiydi.. Bu delikler dondugunda ve arkasina bir yag­ mur geldiginde ve sonunda yeni bir donma her yeri taze, pürüzsüz bir buzla sekillendirdiginde çok güzel, koyu renkli figürlerle içeriden alacali olan, adeta bir örümcek agina benzeyen, buz gülcükleri diye adlandi­ rabileceginiz, her kenardan bir merkeze hareket eden su damarlari tarafindan olusturulan bir sekil ortaya çikardi. Ve bazen buz sig bir su tabakasiyla kaplandi­ ginda kendi gölgemi çifte görürdüm; biri buzcia olan digerinin basinda durur, digeriyse bir agaç veya yama­ cm üzerinde.

Ocak'ta hava halen soguk, kar halen kalin ve sert

iken temkinli bir ev sahibi, yazin içecegi içkileri sogut­ mak için buz toplamaya gelirdi. Temmuz'un getirecegi sicakligi ve susuzlugu, kalin bir ceket ve eldivenler es-

liginde, ta Ocak'tan ön görebilmek etkileyici ve hatta zavalli bir sekilde bilgeceydi. Özellikle de pek çok seyi yokken. Belki de sonraki yasaminda yaz içeceklerini sogutacak servetini bu dünyada hiç biriktirmemistir. Donmus gölün yüzeyini kesip açar, baliklarin evinin çatisini söker ve onlarin biricik elementini ve havasini birbirine bagli odunlara benzeyen zincirler ve çubuk­ lada çeker, buzlari buz gibi kis havasindan, yaz bo­ yunca bekleyecekleri soguk kilere tasirdi. Bu buzlar, cadde boyunca sürüklenirken dondurulmus okyanus­ lara benzerlerdi. Buz kesiciler nese ve sakalada dolu, mutlu bir irkti. Onlarin yanina gittigimde - benim buzun altinda kalacagim sekilde !- beni buz kesmeye davet etme yönünde bir istekleri olurdu.

1846- 18 47 kisinda, Hyperborean soyundan yüz adam gölörnüze baskin yapti, beraberlerinde arabalar dolusu kaba saha çiftlik gereçleri, kaziklar,  sabanlar, el arabalari, çim biçaklari, kürekler, testereler, tirmik­ lar getirmislerdi. Her adamin elinde New-England Farmer ya da Cultivator kitaplarinda bahsedilmeyen, iki uçlu demir hastonlar vardi. Kis çavdarini mi yok­ sa Izlanda'dan yeni gelmis baska bir tahili mi topla­ maya geldiler, bilmiyordum. Gübre görmedigim için topragin verimli tabakasini alacaklarini sandim, yete­ rince nadasa birakilmis oldugunu düsünerek ben de öyle yapmistim. Arka planda kalmayi isteyen bir çiftçi beyefendinin servetini ikiye katlamayi istedigini söy­ ledi, anladigim kadariyla zaten simdiden yarim mil­ yon dolari vardi. Her bir dolarin üzerine bir baskasini koymak için, sert kisin ortasinda Walden Gölü'nün tek ceketini, yani derisini soymak istiyormus. Hemen ise basladilar, sabaniayip tirmiklayarak, yuvarlanip

341

342

çizerek, insani hayran birakan bir düzenle, sanki bu­ rayi örnek bir çiftlik haline getirmek amaciyla çalisi­ yorlardi; fakat ne tür bir tohum ektiklerini görmek için dikkatle baktigimda yanimdaki bir grup adamin bir çengelle taze küfü aldigini gördüm, kumu, daha dogrusu suyu, temizlediler, - çünkü bu, oldukça can­ li bir toprakti - hatta oradaki tüm terra firmayi aldi­ lar, kizaklara koydular, o zaman batakliktan kömür topladiklarini düsündüm. Böylece her gün lokomo­ tifin tuhaf çigligiyla gelip gittiler; Kuzey Kutbu'ndan gelen kar kuslarina benziyorlardi. Fakat bazen Kizil­ derili kadin Walden intikam alirdi; grubun arkasin­ da yürüyen adamlardan biri yerdeki bir çatlaktan ta Tartarus'a kadar düserdi; bu cesur adamdan geriye dokuzda biri kalirdi, neredeyse hayvansal isisi söner­ di. Evime memnuniyetle siginir ve ocagin faydali ol­ dugunu kabul ederdi. Bazense donmus toprak sahanin demir parçasini kapar ya da saban bir yariga takilirdi, kesilip çikarilmasi gerekirdi.

Her gün,  Cambridge'den abartisiz yüz Irlandali,

baslarinda Amerikali denetleyicilerle buz almaya ge­ lirdi. Buzu, aniatmama gerek kalmayacak kadar iyi bilinen yöntemlerle kaliplar halinde keserlerdi; bu kaliplar kizakla kiyiya tasinir, hizlica buzdan bir plat­ form haline getirilir, demir çengeller ve makaralada yükseltilir, atlarin yardimiyla un fiçilari kadar düzenli bir sekilde yan yana, sira sira istiflenir, sanki bulutlari parçalamayi tasarlayan bir dikili tasin saglam kaide­ si gibi görünürlerdi. Bana iyi bir günde, binlerce ton buz çikarabileceklerini söylediler ki bu rakam yakla­ sik bir akrenin hasilatiydi. Buzda, yeryüzünde oldugu gibi, kizaklarin ayni izin üzerinden geçmesiyle derin

oluklar ve "kizak delikleri" olusurdu ve atlar, oya gibi oyulmus buz parçalarindan durmaksizin yulaflarini yerlerdi. Buz parçalarini açik havada otuz bes ayak yükseklikte, alti yedi rod kare'lik bir alana yayilacak sekilde düzenli olarak yigarlardi. Disarida kalan buz katmanlarinin arasina havanin girmesini önleyecek sekilde ot koyarlardi. Rüzgar, çok soguk esmese bile, kendine bir geçit buldugunda büyük oyuklar olus­ turur, sadece orada burada hafif girinti ve çikintilar meydana getirir ve sonunda buzu devirirdi. I lk basta uçsuz bucaksiz mavi bir hisar veya Valhalla gibi göü­ rünürdü ; ancak çatlaklara isleninemis çayir samanlari doldurmaya basladiklarinda kiragilar ve buz sarkitlari ile kaplandiginda kutsal, yosun kapli ve yasli bir ha­ rabeye benzerneye baslardi, okyanus renkli mermerle kapli, kisin ta kendisinin evi, takvimde kis abidesi ola­ rak gördügümüz o yasli adamin yazi bizimle geçire­ cekmis gibi insa ettigi kulübeye benzerdi. Bu yiginin yüzde yirmi besinin hedefine ulasamayacagini ve yüz­ de ikisinin veya üçünün de vagonlarda heba olacagi­ ni hesapladilar. Lakin, bu yiginin yine de büyük olan bir kismi amaçlanandan farkli bir kaderle karsi karsi­ ya kalip, pazara ulasamamisti zira ya buz normalden daha fazla hava tutup beklenenden daha az dayaninis­ ti ya da ortada baska bir sebep vardi. 18 46-1 847'nin kisinda yapilan bu yigin tahminen on bin ton agirli­ gindaydi ve nihayet saman ve keresteyle örtülmüstü. Sonraki Temmuz'da çatisi kaldirilmis olmasina ve bir kismi tasinmis olmasina ragmen, geri kalan kismi gü­ nesin altinda sonraki yaz ve kis aylari boyunca kaldi ve Eylül 1848'e kadar erimedi. Böylelikle göl, suyu­ nun büyük bölümünü geri kazandi.

343

344

Walden'in suyu gibi, buzu da yakindan yesile ça­ larken belli bir mesafeden hos bir mavi gibi görünür ve onu nehrin üstüne olusan veya bazi göllerdeki zar zor yesile benzeyen buzdan çeyrek mil uzaktan bile rahatça ayirt edebilirdiniz. Bazen bu harika buz parça­ larindan biri buz kiricinin kizagindan sokaga düser ve orada bir hafta boyunca harika bir zümrüt gibi dura­ rak geçenlerin ilgi odagi olurdu. Walden'in yesil olan bir kisminin dondugu zaman, ayni yerden bakildigin­ da mavi göründügünü fark etmistim. Böylece bu gö­ lün civarindaki oyuklar kisin bazen kendisi gibi yesile çalan bir suyla dolarken sonraki gün buz mavisi olur­ du. Belki suyun ve buzun mavi rengini içindeki isik ve hava sagliyordur ve en berrak olani en mavi alanidir. Buz, üzerine derin düsüncelere dalmak için ilginç bir konu. Bana Fresh Pond'daki buz evlerinde bes yildir saklanan buzlar oldugunu söylediler, ilk günkü kadar iyi durumdaymis. Neden bir kova su hemen çürüyüp kokarken donmus hali sonsuza kadar taze kalir ? Bu­ nun duygulada akil arasindaki farkla ayni oldugu söy­ lenir.

Böylelikle, penceremden on alti  gün boyunca isi

basindan askin çiftçiler gibi çalisan yüz adam gördüm. Ekipleri, atlari ve çiftçilik için gereken tüm araçlariyla almanagin ilk sayfasinda görülen bir resme benziyor­ lardi; sik sik disari baktigimda tarlakusu ve orakçinin masalini ya da ekicinin hikayesini hatirliyordum. Ve sonra hepsi gitmisti, neredeyse otuz gün daha ayni pencereden bulutlari ve agaçlari yansitan, yalniz ba­ sina buharlarini gökyüzüne gönderen saf deniz yesili rengindeki Walden'a bakacaktim, orada bir insanin bulunmus olduguna dair hiçbir iz olmayacakti.  Belki

de yalniz bir dalgiç kusunun suya dalarken ve tüyleri­ ni düzeltirken attigi kahkahasim duyacak ya da yüzen bir yapraga benzeyen kayiginda balik tutan yalniz bir balikçi görecektim. Biraz önce yüz adamin çalismis ol­ dugu dalgalarda balikçinin yansimasi görülecekti

Görünüse bakilirsa Charleston ve New Orleans'in, Madras ve Bombay ve Calcutta'nin sicaktan bunalmis ahalisi benim kuyumdan su içiyordu. Sabahlari zihni­ mi Bhagvat Geeta'nin muazzam ve evrenin kökenine yönelik olan felsefesiyle yikardim. Tanrilar tarafindan yazilmasinin üzerinden yillar geçmisti, modern dün­ yamiz ve modern edebiyatimiz onla karsilastirildigin­ da ehemmiyetsiz ve degersiz kaliyordu. Bu felsefenin yüceligi kavrayisimizin o kadar üstündedir ki eski bir varolus durumuna hitap ettiginden süphelenirdim. Kitabi birakip su içmek için kuyuma gittigIrnde ne göreyim! Brahma, Vishnu ve Indra'nin rahibi olan, hala Ganj'daki tapinaginda Vedalari  okuyan  ya  da bir agacin tepesinde su testisi ve ekmek kabugu ile oturan Brahma rabibinin usagiyla karsilastim. Efen­ disi için su çekmeye gelen bu usakla kovalarimiz ayni kuyuda birbirine çarparak tingirdiyordu. Walden'in saf suyu, Ganj Nehri'nin kutsal suyu ile karsilasti. Sansli rüzgarlarin da yardimiyla,  görkemli  Atlantis ve Hesperides adalarinin yanindan sürüklenerek geç­ ti, Hanna'nun çevresinde dolandi, Fars Körfezi'nin agzindaki Ternate ve Tidore'a dogru sürüklendi ve Iskender'in sadece ismini duydugu limanlara vardi.

345

17.     ILKBAHAR

346

Genis buz kaliplarinin buz kesicileri tarafindan açilmasi, rüzgarla dalgalanan su, soguk havada bile, etrafindaki buzu asindirdigi için, genellikle bir gölün daha erken çözülmesine yol açar. Ama o sene, yakin zamanda eskisinin yerini alan kalin bir örtüye sahip oldugundan, Walden üzerinde bu tür bir etki yoktu. Bu göl, daha derin oldugundan ve buzu eritecek veya asindiracak bir akintiya sahip ol?adi gindan asla bu civardaki diger göller gibi erkenden çözülmez. Göller için sert bir tecrübe olan '52-53 kisi da dahil olmak üzere, onun kis zamaninda açildigini hiç görmedim. Genellikle Nisan'in birinde Flints' Gölü ve Fair­ Haven'dan bir hafta- on gün sonra açilir, cianmanin basladigi sig kisimlardan ve kuzey tarafindan erimeye baslar. Kisa süreli sicaklik degisikliklerinden en az et­ kileneni olarak, mevsimin mutlak gelisimini bu civar­ lardaki herhangi bir su birikintisinden daha iyi gös­ terir. Walden'in sicakligi neredeyse kesintisiz olarak artarken, Mart ayinda birkaç gün süren siddetli bir soguk öteki göllerin açilisini çok fazla geciktirebilir. 6 Mart 1847 günü Walden'in ortasina hatirilan bir ter-

mometre, 32 Fahrenhayti veya donma noktasini, kiyi yakininda ise 33 dereceyi gösterir. Ayni gün, Flints' Gölü'nün ortasinda ise 32 buçuk dereceyi;  kiyidan bir düzine rod uzaklikta, derin suda, buzun bir ayak altinda, 36 dereceyi. I kinci göletteki derin su ve  sig su arasindaki bu üç buçuk derecelik sicaklik farki ve büyük bir kisminin daha sig olmasi neden Walden'dan çok daha erken çözöldügünü göstermektedir. En sig kisimdaki buz, bu zamanda ortadakinden birkaç inç daha inceydi. Kis ortasinda orta kisim, en sicak ve bu­ zun en ince oldugu yerdi. Dolayisiyla, ayni zamanda, yaz mevsiminde bir gölün kiyisindan geçen herkes ki­ yiya yakin olan suyun yalnizca üç ya da dört inç de­ rinlikteki, kiyidan biraz daha uzak olan sudan derin kisimlardan, yüzeydeki suyun ise dip taraflarindaki sudan ne kadar sicak oldugunu kestirmis olmali. I lk­ baharda günes etkisini yalnizca hava ve suyun artan sicakligi üzerinden göstermez; ayni zamanda yaydigi isi bir ayak veya daha fazla kalinliktaki buzun için­ den geçer ve derin suda dipten yansir, böylece suyu isitir ve buzun alt tarafini eritir. Ayni zamanda üst­ ten de dogrudan erittiginden buzu düzensiz bir hale getirir ve bünyesinde kendisini yukari ve asagi genis­ leten hava baloncuklarina yol açar, buz tamamen gö­ zenekli hale gelene ve nihayet bir bahar yagmurunda birdenbire ortadan kaybolana kadar. Buzun da odun gibi kendi damarlari vardir ve bir levha bozulmaya veya ayrilmaya basladiginda, bir bal peteginin görü­ nümünü alir, konumu nasil olursa olsun, hava hüc­ releri suyun yüzeyi ile dogru açidadir. Bir kaya veya kütügün yükseldigi yüzeye yakin yerlerde buz daha incedir ve siklikla bu yansitilmis isi tarafindan çözü-

347

348

lür; bu bana Cambridge'de, sig ve agaçtan yapilmis bir havuzda suyu dondurma deneyinde anlatilmisti, soguk havanin alt kisimda dalasmasina ve dolayisiyla iki tarafa da erisimi olmasina ragmen, günesin dipten yansimasi agir basmisti. Kisin ortasinda ilik bir yag­ mur Walden'daki kar-buzu eritip ortada sert, koyu veya saydam bir buz biraktiginda, bu yansitilmis isiyla olusan, kiyilarda bir rod veya daha fazla genislikte, çürümüs ama daha kalin beyaz bir buz seridi olurdu. Ayni zamanda, söylemis oldugum gibi, buzun içindeki baloncuklar da, alttaki buzu eriten yakici mercekler gibi islerdi.

Yilin olayi bir gölde her gün küçük ölçekte ger­ çeklesir. Her sabah genel anlamda; sig su sonunda çok sicak olmasa da derin suya göre daha hizli bir sekilde isinir, her aksam ise sabaha kadar daha hizli bir se­ kilde sogur. Gün, yilin ta kendisidir. Gece kis mevsi­ midir; sabah ve aksam, ilkbahar ve sonbahar; öglen ise yaz mevsimi. Buzun çatiarnasi ve gümbürtüsü bir sicaklik degisikligini gösterir. 24 Subat 1850 günü so­ guk bir geceden sonraki hos bir sabah, günü geçirmek üzere Flints' Gölüne gitmisken baltarnin basiyla buza vurdugumda bir gonga veya gergin bir davul derisine vurmusuru gibi bir sesin metrelerce etrafima yayildigi­ ni sasirarak fark ettim. Göl gündogumundan bir saat sonra, tepelerin ardindan kendisine dogru yönelen Günes isinlarinin etkisini hissettiginde gürnlemeye basladi; üç dört saat boyunca devam eden ve kademelI bir sekilde artan bir heyecanla, uyanan bir adam gibi gerindi ve esnedi. Öglen kisa bir bir siesta yapti ve ge­ ceye dogru, günes etkisini geri çekerken, bir kere daha gümledi. Uygun hava sartlarinda bir göl, aksam silahi-

ni müthis bir düzenlilik ile atesler. Ama gün ortasinda, göl çatlaklada dolu ve hava da daha az elastik iken titresimini tamamen kaybederdi ve büyük olasilikla baliklar ve misk siçanlarini sersemletecek bir gürültü olmazdi. Balikçilar "gölün gürleyisi" nin baliklari kor­ kuttugunu ve isirmalarini önledigini söyler. Göl her gece gürlemiyor ve ne zaman gürlemesini beklemek gerektigi konusunda kesin konusamam; ama yine de, ben havada hiçbir degisiklik hissetmesem de, gürlerdi. Böylesine büyük, soguk ve kalin derili bir seyin bu ka­ dar hassas olacagini kim tahmin ederdi ? Ancak tipki tomurcuklarin ilkbaharda açilmasi gibi, gölün de gür­ leyerek boyun egmek zorunda oldugu kanunlar var­ dir. Yeryüzü tamamen canli ve papille kapli. En büyük göl bile, atmosferdeki degisikliklere karsi tüpteki civa damlacigi kadar hassastir.

Yasamak için ormana  gelmenin  bir  çekici  yani da baharin gelisini görmek için zamanim ve firsatim olmasiydi. Göldeki buz en sonunda gözeneklenmeye basliyor ve yürürken topugumu buza bastirabiliyor­ dum. Sisler, yagmurlar ve daha sicak günesler gitgi­ de kari eritir, günler makul bir sekilde uzar ve artik büyük atesler gerekmediginden yakacak odunlarima ekleme yapmadan nasil kisi atlatacagimi düsünmeme gerek kalmazdi. I lkbaharin ilk isaretleri için gelen kuslarin sans notasini ya da stoklari simdilerde tüken­ mis olmasi gereken çizgili sineabm civiltisini duymak veya dag siçanini kislagindan dikkatlice çikarken gör­ mek için tetikteydim.13 Mart günü mavi kusu, bülbü­ lü ve kizil ardici duyduktan sonra bile buz hala hemen hemen bir ayak kalinligindaydi. Hava isindikça ne makul bir biçimde suyla asiniyordu, ne de nehirlerde

349

350

oldugu gibi çözülüp akintiya karisiyordu; fakat kiyida yarim rod genisliginde bir kisminin tamamen erimis olmasina ragmen orta kisim ancak gözeneklenmis ve suyla koyulasmisti, böylece ayaginizi alti inç kalinlik­ tayken buzun içinden geçirebiliyordunuz. Ama ertesi günün aksami, belki de sisin izledigi ilik bir yagmur­ dan sonra, tamamiyla kaybolacakti, hepsi sisle birlikte gidecek, yok olacakti. Bir yil, orta kisimdan, tamamen yok olmadan yalnizca bes gün önce geçtim.

1845 yilinda Walden tamamen ilk defa 1 Nisan günü çözüldü; '46'da, 25 Mart'da; '47'de, 8 Nisan' da; '5 1 'de, 28 Mart'ta; '52'de, 18 Nisan'da; '53 'te, 23 Mart'ta; '54'te ise 7 Nisan'da.

Her olay nehirlerin ve göllerin çözülmesine bag­ liydi ve havanin yatismasi biz asiri iklimlerde yasayan­ lar için özellikle ilginç olurdu. Daha sicak günler gel­ diginde, nehrin kenarinda yasayanlar gece buzun top atisi kadar gürültülü, ürkütücü, sanki buzlu prangalar bastan basa yirtilmis gibi bir haykirma ile çatladigini duyarlar ve birkaç gün içinde buzun hizlica eriyip git­ tigini görürler. Böylece timsah topragin titremeleriyle çamurdan çikar. Dogayi yakindan gözlemlemis ihti­ yar bir adam vardi, tüm doga olaylarinda uzmanmis gibi görünüyordu; sanki o daha çocukken dogayi bir gemi gibi kizaga çekmisler, o da omurgasinin insasi­ na yardim etmis gibiydi. Artik yetiskin biri olmustu; Metuselah'in yasina kadar yasayacak olsa bile doga hakkinda daha fazlasini ögrenemezdi. Doga olaylarini hayretle karsilamasi beni oldukça sasirtmisti; çünkü aralarinda hiç sir olmadigini saniyordum. Bana bir ilkbahar günü silahini ve kayigini alip biraz ördek av­ lamaya gittigini anlatti. Otlaklarda hala buz varmis,

fakat nehirde hiç kalmamis ve adam yasadigi yer olan Sudbury'den herhangi bir engelle karsilasmadan, bek­ lenmedik bir sekilde, sert bir buz tarlasiyla kaplanmis buldugu Fair-Haven Gölü'ne inmis. Sicak bir günmüs ve büyük bir buz kütlesinin kaldigini görünce sasirmis. Hiç ördek görmedigi için kayigini kuzeye veya gölet­ teki bir adanin arka tarafina gizlemis, sonra beklemek için, güney taraftaki çaliliklarin içine saklanmis. Buz kiyidan itibaren üç ya da dört rod kadar erimis ve içinde, tipki ördeklerin sevdigi gibi, çamurlu dipli, pü­ rüzsüz ve ilik, çarsaf gibi bir su varmis, bu yüzden çok geçmeden birkaç ördegin gelecegini düsünmüs. Ora­ da bir saat kadar uzandiktan sonra, alçak ve uzaktan gelen ama garip bir biçimde yüce ve etkileyici, daha önce duydugu hiçbir seye benzemeyen, sanki evrensel ve unutulmaz bir sekilde sonlanacakmis gibi giderek kabaran ve yükselen öfke dolu bir akin ve kükreme, sanki oraya yerlesmeye gelen büyük bir kus sürüsü gibi gelen bir ses duymus ve silahini kaparak, acele ve heyecan ile firlamis ama megerse, tüm buz kütlesinin o orada yatarken harekete geçtigini, kiyiya sürüklen­ digini ve duydugu sesin kiyida asinan kenarinin sesi oldugunu anlamis, buz önce nazikçe dökülmüs, ama sonradan istikrarli bir hale gelene kadar parçalarini ada boyunca epey kaldirmis ve dagitmis.

En sonunda günes isinlari uygun açiyi alir, ilik

rüzgarlar sisi dagitir ve kar yiginlarini eritirdi. Sisi dagitan günes kizil-kahverengi ve beyaz ekoseli, yol­ cularin adaciktan adaciga giden yolu zar zor seçebil­ mesine neden olan tütsülü dumanlada kapli manzara­ ya gülümserdi; damarlari zor sartlarina dayanmakta olduklari kisin kaniyla dolmus binlerce dere ve çayin

351

352

çinlayan müzigiyle neselenirdi. Az sayida olay bana çözülen kurnun ve kilin kasahaya giderken geçtigim demiryolundaki derin bir  kesigin iki tarafindan asa­ gi akarken aldigi sekilleri izlemekten daha fazla zevk verirdi; bu dogru malzemeden olusmus, yeni ortaya çikmis yiginlar demiryollari icat edildiginden beri faz­ lasiyla artmis olmasina ragmen, bu kadar büyük bir ölçekte görülmesi çok da yaygin olmayan bir olaydi. Bu malzeme, her incelik derecesinden ve her çesit zen­ gin renkten, genellikle biraz kille karistirilmis kum­ du. Don ilkbaharda ortaya çiktiginda, kisin buzlarin çözüldügü bir günde bile, kum bazen karin içinden fiskirarak ve daha kurnun görülmedigi yerlere tasa­ rak lav gibi hayirlardan asagi akinaya baslardi. Sayisiz küçük akinti, biraz akinti, biraz da bitki örtüsü gibi davranan bir tür melez ürün ortaya koyarak birbiriyle çakisir ve birbirine karisirdi. Akarken yas yapraklarin veya asmalarin biçimini alir, bir ayak ya da daha faz­ la derinlikte yumusak serpinti yiginlari yapar ve yere bakildiginda bazi yosunlarin saçakli yuvarlak uçlu ve üst üste binmis gövdelerini andirirdi veya mercani, le­ oparlarin pençelerini veya kuslarin ayaklarini, beyin veya ciger veya bagirsaklari ve her türden pisligi ha­ tirlatirdi. Bu sekillerinin ve renginin bronz taklitleri­ ni gördügümüz, ayi yoncasi, hindiba, sarmasik, asma veya herhangi bir bitki yapragindan daha eski ve tipik bir tür mimari süsleme olan grotesk bir bitki örtüsü­ dür; kaderinde, bazi sartlar altinda, gelecek jeologlar için bir bulmacaya dönüsrnek vardir.

Bu  yariklar  isikta uzanan  sarkitlariyla,  bende bir

magara izlenimi birakmisti. Kurnun çesitli tonlari tu­ haf bir  biçimde  zengin  ve  hos,  farkli  demir renkle-

rini; kahverengi, gri, sarimsi ve kirmizimsi renkleri kucakliyordu. Suda yüzen kütle yükseltinin etegInde­ ki kanala ulasinca yari silindirik seklini kaybeden ve giderek düzlesip kalinlasan, daha nemli olunca kumu neredeyse düz bir hale getirene kadar birlikte seyre­ den, yine de farkli ve güzelce gölgelenmis ama içinde bitki örtüsünün orijinal formlarinin izini bulabilece­ giniz koliara ayriliyordu, ta ki sonunda, suyun içinde nehir agizlarinda sekilleri bozulanlara benzeyen yük­ seltIler olusturana ve bitki örtüsünün biçimleri dipteki kirisik izierde kaybolana kadar.

Yirmi ila kirk ayak yükseklikte olan tüm kiyi, ba­ zen bir taraftan ya da iki tarafta birden, çeyrek mil boyunca bu tür bir yesillik kütlesiyle ya da kumlu bir çatlak ile kaplanirdi, bu bahar gününün ürünüydü. Bu kum örtüsünü dikkat çekici yapan birden ortaya çi­ kiyor olmasiydi. Bir yanda dingin kiyiyi, günes önce bir tarafi etkiledigi için, öbür tarafta  bir saatte  or­ taya çikan bu bereketli yesilligi görünce sanki dün­ yayi ve beni yaratan Sanatçi'nin laboratuvarinda du­ ruyormusum gibi, hala çalismakta oldugu, bu kiyida eglenip enerji fazlasiyla yeni tasarimlarini yaymakta oldugu yere gelmisim gibi tuhaf bir hisse kapiliyor­ dum. Sanki gezegenin hayati organlarina daha yakin­ misim gibi hissediyordum, bu kumlu taskinlar hayvan vücudunun hayati organlarina benzeyen yapraksi bir kütleydi. Böylelikle, adeta kumlarin üstünde yaprak görmeyi umardiniz. Topragin kendisini disa dogru yapraklarda ifade etmesine sasirmamak lazim, kendi içinde düsünceyle o kadar çok ugrasiyor ki ! Atomlar bu kanunu çoktan ögrenmisler, bu kanuna gebeler. Yukarida asili duran yaprak, burada kendi prototipini

353

354

görüyor. Dünyada olsun, hayvan vücudunda olsun bu içsel olarak nemli kalin bir yaprak parçasidir; bu keli­ me özellikle karacigere, cigerlere ya da yag katinania­ rina uygundur; ( [lebo] , labor, lapsus, asagi akmak ya da kaymak, [lobos], lobus, lobe, globe, dünya; ayrica lap, kucak, flap, kanat çirpmak ve diger birçok söz­ cük,) distan kuru v.e zayif bir yaprak, hatta f ve v gibi bastirilmis ve kurumuStur. Lobe'un kökü lb'dir, b'nin yumusak kütlesinin (tek yuvarlak ya da B, çift yuvar­ lak) ardindan sivi bir l bastirir. Globe sözcügündeki lb girtlaktan gelir ve girtlak kapasitesini de anlama ekler. Kuslarin kanatlari ve tüyleri daha da kuru ve ince yap­ raklardir. Böylece topraktaki hantal tirtildan havada uçan kelebege geçersiniz. Dünya daimi bir sekilde kendini asar ve dönüstürür, yörüngesinde kanatlanir. Buz bile önce narin  kristal  yapraklada  baslar;  sanki su bitkilerinin yapraklarinin sudaki aynaya yansittigi kaliplara dolmus gibidir. Agacin tamami bir yapraktan baska bir sey degildir; irmaklar ise özü topraga kari­ san daha büyük yaprakliir gibidir, kasaba ve sehirler ise dal ile birlesen kisimdaki böcek yumurtalaridir.

Günes  çekilirken  kum  akinayi  keserdi,  ama sa­

bahleyin akimilar bir kere daha baslayacakti ; dallana­ cak ve dallanacak ve tekrar on binlerce baska akintiya dönüsecekti. Kan damarlarinin nasil sekillendigini muhtemelen burada anlayabilirdiniz. Yakindan ba­ karsaniz, yumusamis kurnun önce eriyen kütlelerin ucundan damla gibi geldigini, yolunu parmak uçlari gibi asagiya dogru yavasça ve körlemesine buldugu­ nu, sonunda günes daha da yükseldiginde artan isi ve nemle en akici kismin, en kati kisimlarin bile teslim oldugu kanuna uymaya çalisarak daha kati olan kum-

dan ayrildigini ve kendisine kivrimli bir kanal ya da damar açtigini görürdünüz. Bu damarin içinde gümü­ si bir dere yildirim gibi pariayarak edi yapraklar ya da dallardan bir digerine akar ya da kum tarafindan yutulurdu. Kurnun akarken kendisini bu kadar hizli ve mükemmel bir sekilde organize etmesi, kanalinin keskin kenarlarini biçimlendirmek için kütlesinin sagladigi en iyi malzemeyi kullanmasi olaganüstüydü. irmaklarin kaynaklari iste bunlardi. Suyun bosalttigi silisyumlu malzernede belki de kemik sistemi vardi ve daha ince olan toprakta ve organik maddede ise dolgun lifler veya hücre dokulari. I nsan çözülen bir kil kütlesinden baska nedir ki ? Insanin parmak ucu donmus bir damladir. El ve ayak parmaklari ç9zülen insan vücudunun uzantilaridir. I nsan vücudunun neye dönüsecegini ve daha hayat dolu bir cennetin altinda neye akacagini kim bilir ? El, çikintilari ve damarlari ile, açilan palmiye yapraklari degil midir? Kulak, bi­ raz hayal gücüyle, basin yaninda kulak memesi ya da damlasiyla birlikte bir yosun,umbilicaria olarak görü­ lebilir. Dudak (labium,l abor'dan gelir (?)) magaraya benzeyen agzin iki yanini örter. Burun donmus bir damla veya sarkittir. Çene ise daha büyük, yüzle birle­ sen bir damladir. Yanaklar, kaslardan yüzün vadisine elmacik kemikleri tarafindan çikarilip yayilmis bir ke­ mer gibidir. Bitki yapraginin her bir yuvarlak kismi da kalin ve artik sallanan bir damladir, daha büyük veya daha küçük; yuvarlak kisimlar yapragin parmaklaridir ve ne kadar fazla yuvarlak parçasi olursa, o kadar çok yöne akinaya meyleder ve daha fazla isi veya diger yumusak etkiler onun daha da ileriye akmasina neden olur.

355

356

Bu tepe yamaci, doganin tüm isleyislerinin birer örnegini veriyormus gibi görünüyordu. Bu dünyayi yaratan bir yapragi örnek almistir. Bizim için bu hi­ yeroglifi yorumlayacak bir Champollion var midir ki biz de sonunda yeni bir sayfa açabilelim? Bu olay beni üzüm baglarinin bereketinden ve gürlügünden daha çok neselendirir. Dogru, bu bir sekilde kendi içinde biraz pistir ve cigerlerin ve bagirsak yiginlarinin bir sonu gelmez, sanki yerkürenin içi disina çikarilmis gibidir. Ama bu en azindan doganin bagirsaklari ol­ dugunu gösterir bize ve iste doga yeniden insanligin anasidir. Bu topraktan çikan dondur; Ilkbahar 'dir. Tipki mitolojinin siirden önce gelmesi gibi, bu da yesil ve çiçekli bahardan önce gelir. Kis dumanlarindan ve hazimsizliklardan daha arindirici bir sey bilmiyorum. Beni, Dünya'nin hala kundak bezleri içinde oldugu­ na ve her tarafa bebek parmaklarini uzattigina ikna ediyor. En çiplak yamaçlardan kivircik saçlar çikiyor. Organik olmayan hiçbir sey yok. Bu yapraksi yiginlar doganin kendi içinde tam faaliyette oldugunu göste­ rerek, kiyi boyunca bir ocaktaki cüruf gibi uzaniyor­ lar. Yeryüzü bir kitabin sayfalari gibi katman katman, en çok jeologlar ve antika meraklilarinin üzerinde çalisacagi, ölü tarihin bir parçasi degildir; bir agacin yapraklari gibi yasayan bir  siirdir,  çiçek ve  meyvele­ ri müjdeler. Fosil degil, yasayan bir yeryüzü; büyük merkezi hayatiyla karsilastirildiginda tüm hayvan ve bitkilerin hayati asalak gibi kalir. Sancilari cansiz de­ rilerimizi mezarlarindan kaldiracaktir. Madenierinizi eritebilir ve onlari yapabildiginiz en güzel kaliplara dökebilirsiniz, onlar beni asla erimis topragin akarak olusturdugu bu sekiller kadar heyecanlandirmayacak-

lar. Ve yalnizca bu degil, dünyada var olan tüm ku­ rumlar da çömlekçinin elindeki kil gibi biçimlenebilir bir haldedir.

Çok geçmeden, yalnizca bu kiyilarda degil, her bir tepede, ovada ve her delikte don, ininden çikan uyusuk bir dört ayakli gibi topraktan çikar, müzik es­ liginde denizi arar veya bulutlarla baska diyarlara göç eder. Nazik itikadiyla Erime, çekiçli Thor'dan daha güçlüdür. Biri erir, digeri parçalara ayirir.

Zemin kismen karsizken ve birkaç sicak gün yü­ zeyi biraz kurutmusken, kisa karsi koymus soluk bitki örtüsünün anitsal güzelligi ile yeni yilin henüz yeseren ilk taze isaretlerini karsilastirmak pek hostu. Ölmez otlari, altin basaklar, pinweedler ve hos yabani otlar, sanki güzellikleri o zamana kadar olgunlasmamis gibi, yaz mevsiminde olduklarindan bile daha belirgin ve ilgi çekiciydiler; pamuk otu, uzun zambaklar, burun­ ca otlari, kandil çiçekleri,  hardhackleri su  rezenele­ ri ve diger güçlü sapli bitkiler, ilk kuslari eglendiren bu tükenmez tahil ambarlari ve dul kalmis doganin giydigi güzel yabani otlardir. Yün otunun kemerli ve demetimsi tepesinden özellikle etkileniyordum; kis batiralaniniza yazi geri getiriyorlardi ve sanatin taklit etmeyi sevdigi biçimler arasindaydilar. Bitki kralligin­ da insanoglunun zihninde sekillerle astronominin ara­ sinda bulunan iliskiye benzer bir iliski vardi. Bu, Yu­ nan veya Misir'dan daha eski, antik bir tarzdir. Kisin gerçeklesen çogu olay, anlatilamaz bir hassasiyet ve kirilgan bir inceligin imasini tasir. Biz bu kralin kaba ve gürültücü bir zorba olarak anlatilinasini duymaya alistik, ama diger yandan bir asigin nezaketi ile Yaz'in buklelerini de süsler.

357

358

Bahar yaklasirken kirmizi sincaplar evimin altina girdiler, bir seferde iki tanesi, oturup okur veya ya­ zarken dogruca ayagirnin altina girerierdi ve duydu­ gum en acayip kikirdamalari ve civiltilari çikartirlardi. Ayagiini yere vurdugumda ise yalnizca daha yüksek sesle civildarlardi, saçma oyunlarinda tüm korku saygiyi yenmis gibi görünüyorlardi, insanlarin gelip onlari durdurmasi için meydan okuyorlardi. Hayir, yapamazsin dereesine civildarlardi. Savlarima karsi tamamen sagirlardi veya söylediklerimin ne anlama geldigini kavrayamiyorlardi ve kendilerini tutarnayip hakaretler ediyorlardi.

I lkbaharin ilk bülbülü! Her zamankinden daha genç umutla baslayan yil ! Kismen çiplak ve nemli alanlarda duyulan mavi kusun, bülbülün, kizil ardicin belirsiz gümüsi sakimalari, sanki kisin son kar taneleri düserken tingirdiyar gibi ! Böyle bir zamanda tarihle­ rin, kronolojilerin, geleneklerin ve yazili vahiylerin ne anlami vardi ? Dereler baliara ilahiler ve sarkilar söy­ lüyorlardi. Ovanin üzerinde alçaktan seyreden batak­ lik sahini simdiden uyanan ilk zayif caniiyi ariyordu. Eriyen karin alçalan sesi bütün vadilerde duyuluyor ve buz göllerde hizla çözülüyordu. Otlar, tepe yamaç­ larinda bir bahar atesi gibi alevleniyor, -"et primitus oritur herba imbribus primoribus evocata"- sanki top­ rak geri dönen günesi selamlamak için içe dogru içten içe bir sicaklik gönderiyordu; atesinin rengi sari degil, yesildi; daimi gençligin simgesi çimen sapi, uzun yesil bir serit gibi topraktan yaz mevsimine dogru akiyor, donla engellenmis ama hemen ardindan yeniden ye­ sermis, alttan gelen taze hayatla geçen yilin otundan yapilmis mizragini kaldiriyordu. Topraktan sizan bir

dere gibi istikrarla büyüyordu. Aslinda çimenin bü­ yümesi, derenin sizmasiyla hemen hemen aynidir. Haziran'in ilerleyen günlerinde, derelerin kuru oldu­ gu zamanda ot saplari kanal görevi görür ve yildan yila sürüler bu zamana meydan okuyan yesil akarsu­ dan içerler. Biçici de kis ihtiyacini temin ederken bu otlardan yararlanir. Ve bizim "insan hayati"miz kökle­ rine dogru solarken otlar yesil biçaklarini sonsuzluga dogru uzatir.

Walden süratle eriyordu. Kuzey ve bati kisimlari boyunca uzanan, iki rod genisliginde bir kanal vardi, dogu ucunda ise daha da genisliyordu. Büyük bir buz levhasi çatiayarak ana gövdeden ayrilmisti. Bir bülbü­ lün kiyidaki sazliklardan sakimasini duyuyordum,"­ olit, olit olit, çip, çip çip, çe çar, çe vis, vis, vis".O da buzun çatlamasina yardim ediyordu. Buzun kenarin­ daki büyük, coskulu kivrimlar ne kadar hostu, kiyida­ kil?re benziyorlardi, ama daha düzenliydiler! Siddetli ve geçici soguklar yüzünden alisilmadik sekilde sertti ve bir saray zemini gibi suyla kapli ve dalgaliydi. Ama rüzgar, yasayan yüzeye ulasana kadar gölün mat yü­ zeyi üzerinden bosu bosuna doguya dogru esiyordu. Güneste parildayan bu su seridini, gölün nese ve genç­ likle dolu çiplak, sanki içindeki baliklarin ve kiyism­ daki kumlarin nesesini anlatan yüzünü seyretmek ola­ ganüstüydü ; bir kefalin pullarina benzer gümüsi bir piriltisi vardi, sanki bütün göl canli bir balik gibiydi. Iste kis ve bahar arasindaki zitlik böyleydi. Walden ölüydü ve simdi tekrar canlandi. Ama söyledigim gibi bu bahar biraz daha istikrarli bir sekilde çözüldü.

Firtina ve kistan sakin ve  ilik havaya, karanlik ve

miskin saatlerden parlak ve  esnek  olanlara geçis  her

359

360

seyde belli olan, unutulmaz bir dönüm noktasidir. Görünürde anlik bir olaydir. Gecenin yakin olmasina, kisin bulutlarinin hala asili olmasina ve saçaklardan karla karisik yagmur damlamasina ragmen, birdenbi­ re, bir isik akini evimi doldurmustu. Pencereden disa­ ri baktim ve iste ! Dün soguk gri buzun oldugu yerde sanki bir yaz aksamindaki gibi sakin ve umut dolu göl duruyordu ; yukarida yaz aksamiarina özgü bir gökyü­ zü göremeseniz de gölün bagrinda böyle bir gökyüzü yansiyordu, sanki uzak ufuklari gören bir zekasi var­ di. Uzakta bir nar bülbülünün sesini duydum, binler­ ce yildir duydugum ilk bülbülü sesi gibi geliyordu ve sanirim bir bin yil daha da bu sesi, eskisi kadar tatli ve güçlü bu sarkiyi unutamayacagim. Ah aksam nar bül­ bülü, bir New England yaz gününün bitisinde l Onun üzerine oturdugu dali bir bulabilseydim! O bülbülü, o dali... Bu en azindan bir "Turdus migratorius" de­ gildi. Evimin yakinindaki, uzun süredir sarkmis olan çirali çarnlar ve bodur meseler birden çesitli karak­ terlerini geri kazanmislardi; daha parlak, daha yesil, daha dik ve canli görünüyorlardi, sanki yagmuda iyi­ ce temizlenmis ve yenilenmis gibi. Daha fazla yagmur yagmayacagini biliyordum. Ormandaki herhangi bir dala, hatta yakacak odun yiginimza bakarak kisin ge­ çip geçmedigini anlayabilirdiniz. Hava kararirken or­ manin üzerinde alçaktan uçan ve güney göllerinden geç saatte gelen ve sonunda sinirsiz sikayet ve karsi­ likli avuntuya boyun egen hitap yolculara benzeyen kazlarin sesleriyle ürkmüstüm. Kapimda dururken kanatlarindaki aceleyi duyabiliyordum; evime dogru yaklasirken, birdenbire isigiini fark ettiler ve sakin bir patirti ile çark edip göle indiler. Içeri girdim, kapiyi

kapattim ve ormandaki ilk bahar geeemi geçirdim.

Sabah kapidan, sisin içinden kazlari seyrettim, gölün ortasinda elli rod uzakta, süzülüyorlardi; öyle genis ve düzensizdi yüzüyariardi ki Walden onlarin eglenceleri için doldurulmus yapay bir gölet gibi gö­ rünüyordu. Ama kiyiya geldigimde liderlerinin isa­ retiyle hep beraber müthis bir sekilde kanat çirparak ayaklandilar, yirmi dokuz tanesi daireler çizerek ba­ simin üstünde siralandilar ve sonra Kanada'ya  dog­ ru yöneldiler, liderleri araliklarla düzenli bir sekilde öterek oruçlarini daha çamurlu havuzlarda açmalarini söylüyordu. Ayni anda bir ördek kümesi yükseldi ve daha gürültücü kuzenlerinin yolunda kuzeye dogru yön aldilar.

Bir hafta boyunca birkaç yalniz kazin sisli sabah­ larda daireler çizerken çikardiklari sesleri duydum; hala arkadaslarini ariyor ve olduklarindan daha ka­ labaliklarmis gibi ormancia dolasiyorlardi. Nisan'da küçük sürüler halinde süratle uçan güvercinler görün­ dü ve zamani gelince kirlangiçlari evimin önündeki açiklikta civildarken duydum, kasahada bana yetecek kadar kirlangiç varmis gibi görünmüyordu, onlarin beyaz adam gelmeden önce agaç kovuklarinda yasa­ yan eski bir irk oldugunu hayal ettim. Hemen hemen tüm iklimlerde kaplumbaga ve kurbagalar bu mevsi­ min öncüleri ve müjdecileri arasindadir. Kutuplarin bu hafif dalgalanmasini düzeltmek ve doganin denge­ sini korumak için kuslar pariltili tüyleri ve sarkilariy­ la uçar, bitkiler filizlenir ve tomurcuklanir ve rüzgar eser.

361

Nasil her mevsim, zamani geldiginde, gözümüze

güzel  görünürse,  baharin gelisi de evrenin, Kaos'tan

yaratilmasina ve Altin Çag'in gerçeklesmesine benzer.

sit,

"Eurus  ad Auroram,  Nabathaeaque  regna reces-

Persidaque, et radiis juga subdita matutinis." "Dogu  Rüzgari,  Safaga  ve  Nabathaea kralligina

çekildi

Ve Pers I mparatorlugunda tepeler sabah isiklari­ nin altina yerlestirildi."

362

"Insan dogmustu. Ya Seylerin Sanatçisi,

Daha iyi bir dünyanin kökeni, onu ilahi bir to­ humdan yaratmisti;

Ya da kisa bir süre önce Eter'den ayrilmis olan yeryüzü

Gökyüzüyle soydas tohumlari muhafaza etmisti.

Yalnizca yumusak bir yagmurla çimen birkaç ton daha yesil hale gelir. Ayni sekilde, beklentilerimiz de daha iyi düsüncelerin akisiyla parlar. Eger hep simdi­ ki zamanda yasasaydik ve basimiza gelen her kazadan fayda saglasaydik kutsanmis olurduk, tipki üzerine düsen en ufak çig tanesinin etkisini kabullenen çimen gibi ve zamanimizi, "görevimizi yapmak" dedigimiz, geçmis firsatlarin ihmalini telafi etmeye harcama­ saydik. Bahar çoktan gelmisken kista oyalaniyoruz. Güzel bir bahar sabahinda tüm insanlarin günahlari bagislanir. Böylesi bir günde kötülükle yapilan savasa ara verilir. Böylesi bir günes yaninayi sürdürürken en alçak günahkar bile yolundan dönebilir. Geri kazandi­ gimiz masumiyetimizle, komsularimizin masumiyetini kavrariz. Komsunu dün bir hirsiz, bir ayyas veya bir

zevk düskünü olarak bilebilir, ona sadece acimis veya onu hor görmüs ve dünyadan umudunu kesmis ola­ bilirsin. Ama günes bu ilk bahar sabahinda isil isil ve sicak parliyor, dünyayi yeniden yaratiyor ve huzurlu bir iste onunla karsilasirsin; onun tükenmis ve ahlak­ siz damarlarinin sakin bir nese ile açildigini ve yeni günü kutsadigini, baharin etkisini çocuklugun masu­ miyetiyle hissettigini ve tüm günahlarinin unutuldu­ gunu görürsün. Onda yalnizca bir iyi niyet havasi de­ gil, ayni zamanda bir bebek içgüdüsü gibi körlemesine ve belki de beceriksizce disari çikmaya çalialayan bir kutsallik rayihasi da vardir ve kisa süreligine güney tepe yamaçlari hiçbir kabaligi yansitmaz. Onun egri bügrü kabugundan patlamaya hazirlanan ve bir yil daha yasamaya çabalayan, genç bir bitki gibi hassas ve taze birkaç masum filiz görürsün. O Tanri'nin nesesini yasamaya baslamistir. Neden gardiyan kodesin kapila­ rini açik birakmaz, neden yargiç davasini reddetmez, neden vaiz cemaatini azletmez? Çünkü Tanri'nin ken­ dilerine verdigi isarete boyun egmezler, herkese karsi­ liksizca sundugu bagislamayi kabul etmezler.

"Her gün sabahin sessiz ve cömert nefesinde mey­

dana gelen iyilige dönüs ile, erdeme duyulan sevgi ve kötülüge duyulan nefret açisindan insanin ilkel doga­ sina biraz daha yaklasilir, ormanin devriimis filizleri gibi... Ayni sekilde, bir gün boyunca yapilan kötülük de erdemin tekrar yetismeye baslamis olan tohumlari­ nin gelismesini engeller ve onlari yok eder."

"Erdemin tohumlarinin gelismesi defalarca böy­ le engellendikten sonra, gecenin cömert  nefesi  onla­ ri korumaya yetmez. Gecenin nefesi onlari korumak için yeterli olmadiginda ise insan dogasinin hayvan

363

dogasindan pek bir farki kalmaz. Bu adamin hayvanI dogasini gören insanlaraklin dogustan gelen becerile­ rine hiçbir zaman sahip olmamis oldugunu düsünür. I nsanin hakiki ve dogal hisleri bunlar midir?"

364

''Altin Çag ilk yaratilmisti, intikam alan olmadan Kanun olmadan sadakat ve dürüstlük kendiligin­

den yeserdi.

Ne ceza ve korku vardi; ne de tehdit edici sözler okunuyordu

Yükseklere asilmis levhalarda, ne de yalvaran ka­ labalik korkoyordu

Yargiçlarinin sözlerinden; intikam alan olmadan her sey güvendeydi.

Daglarda kesilen çarnlar daha düsmeden

Yabanci bir dünyayi görebilmek için dalgali sulara Ve ölümlüler kendilerinkinden baska bir kiyi bil-

miyordu."

"Ebedi bahar vardi ve durgun meltemler, sicak Esintilerle tohumsuz dogmus çiçekleri yatistiri­

yordu."

29 Nisan günü, Nine-Acre Köprüsü'nün yaninda­ ki nehrin kiyisinda balik tutarken, misk siçanlarinin pusuda bekledigi titrek çImenler ve sögüt köklerinin üzerinde dikiliyordum; küçük çocuklarin parmakla­ rinda aynattigi çubuk seslerine benzer garip tikirtilar duydum. Yukari baktigimda çok narin ve zarif bir sa­ hin gördüm, bir gece sahinine benziyordu; bes - on metre yukarida bir hare gibi yükselip taklalar atiyor, günesin altinda saten bir kurdele gibi ya da bir midye­ nin içindeki inci gibi parildayan kanatlarinin alt kis-

mini göz önüne seriyordu. Bu görüntü bana sahinle avianinayi ve bu sporun ne denli siirsel ve asil oldu­ gunu hatirlatti. Bana adi Merlin'mis gibi geldi, fakat umursadigim sey onun adi degildi. Bu, sahit oldugum en ruhani uçustu. Ne bir kelebek gibi basitçe kanat çirpiyordu, ne de kocaman bir sahin gibi hizla uçuyor­ du, fakat o tuhaf, sessiz ve sakin kikirdamasiyla birlik­ te havada gurur ve güvenle hareket ediyordu. O özgür ve muhtesem inisini tekrar tekrar, bir uçurtma gibi dönerek yineledi ve sonra sanki topraga daha önce hiç ayak basmamis gibi o azamedi taklalarini topar­ ladi. Sanki bu evrende hiçbir yoldasi yokmus gibiydi, orada öylece tek basina, birlikte oyun oynadigi  eter ve gündüzden baska hiçbir seye ihtiyaci yokmus gibi. Aslinda yalniz degildi ama altinda kalan tüm yeryüzü yapayalniz gibi görünüyordu. Onu kuluçkaya yatiran ebeveyni, kardesleri ve cennetteki babasineredeydi? Gökyüzünün sakini, sanki yeryüzüyle tek alakasi bir kayaligin çatiagina birakilmis olan yumurtasiydi. Yok­ sa bulut manzarali bir yerde, gökkusaginin süsleri ve günbatimiyla dokunmus, dünyadan koparilmis yu­ musak bir yaz ortasi pusuyla kaplanmis yuvasi miydi ? Simdi yuvasi sarp bir buluttu.

Ayrica,  altin,  gümüs  ve  parlak  bakir  renkli bir

dizi mücevher gibi görünen birçok nadir balik da yakalardim. Ah ! Birçok bahar sabahinda bu çayirla­ ra dalardim, vahsi irmak vadisi ve orman kimilerinin düsündügü gibi mezarlarinda uyukluyorlarsa, ölüleri uyandirabilecek kadar saf ve parlak bir isikla yikanir­ ken tümsekten tümsege, sögüt kökünden sögüt kökü­ ne ziplardim. Orada ölümsüzlük için daha güçlü bir kanita ihtiyaç  olmazdi.  Her sey böyle bir isik içinde

365

366

yasamali. Ah ölüm, ignen neredeydi ? Ah mezar, o za­ man zaferin neredeydi ?

Eger çevresindeki kesfedilmemis ormanlar ve çayirlar olmasaydi, kasaba yasami tikanirdi. Bakir doganin uyarici etkisine ihtiyacimiz var; bazen bala­ hankusu ve çayir tavuklarinin saklandigi batakliklara saldirmaya ve batakçullugunun gürlemesini duymaya, sadece yalniz yasayan yabani kuslarin yuva yaptigi ve vizonun karniyla yere yakin süründügü yerlerde hisir­ dayan sazlarin kokusunu almaya... Kesfetmek ve tüm seyleri ögrenmek için hevesliyiz, fakat ayni zamanda tüm seylerin gizemli ve kesfedilemez olmasina ihti­ yacimiz var; topragin ve denizin alabildigince vahsi, kesfedilmemis ve ölçülemeyecegi için ölçülemez ol­ masina. .. Dogaya asla doyamayiz. Bitmez tükenmez canliligi, engin ve muazzam özellikleri, enkazlariyla deniz kiyisini, canli ve çürümekte olan agaçlariyla, üç hafta süren simsek ve yagmurlariyla yabani görmeli ve yenilenmeliyiz. Kendi sinirlarimizin asilmasina ve hiç dolasmadigimiz yerlerde özgürce otlayan hayata taniklik etmeliyiz. Bizi igrendiren ve ümidimizi kiran, lesle beslenen ve bu yemekle saglik ve güç kazanan akbabayi gördügümüzde neseleniriz. Evime giden yoldaki kovukta ölü bir at vardi, özellikle de havanin agir oldugu gecelerde bazen beni yolumu degistirme­ ye zorlardi, ama doganin güçlü arzusuna ve bozula­ maz dirligine dair bana verdigi güvence bu rahatsizligi telafi ediyordu. Doganin sayisiz canlinin feda edilisini ve birbirlerine av olusunu göze alabilecek kadar ya­ samla dolu olmasini seviyordum; bu hassas organiz­ malar posa gibi hayattan silinebiliyordu, balikçillarin silip süpürdügü iribaslar, yollarda ezilen kaplumbaga

ve kurbagalar ve bazen gökten et ve kan yagardi. Bu kazalarin sorumlulugunu alan kimse yoktu neredeyse. Bilge bir adamda, evrensel bir masumiyet izlenimi do­ guyordu. Ne de olsa, ne zehir zehirlidir ne de yaralar ölümcüldür. Sefkat, çok çürük bir zemindir. Eli çabuk davranmalidir, yakarisiari basmakalip olamaz.

Mayis ayi basinda, gölün etrafindaki çam agaçla­ rinin arasindan henüz çikan meseler, cevizler, akça­ agaçlar ve diger agaçlar, özellikle bulutlu günlerde, sanki günes pusu yarip geçiyormus ve tepelerin sirtla­ rinda orada burada hafifçe parliyormus gibi, manzara­ ya günisigina benzer bir parlaklik katiyordu. Mayisin üçünde ya da dördünde gölde bir dalgiçkusu gördüm ve ayin ilk haftasi boyunca çobanaldatanin, kahveren­ gi ardiçkusunun ve diger kuslarin seslerini dinledim. Ardiç kusunu çok önceden duymustum. Sinek yutan daha önceden bir kez gelip evim ona uygun bir maga­ raya benziyor mu diye görmek için kapimdan ve pen­ ceremden içeri bakmisti; etrafa göz gezdirirken sanki havada duruyormus gibi pençeli kanadariyla kendini tasiyordu. Çirali çarnin kükürte benzeyen polenleri kisa süre içinde gölü, taslari ve kiyi boyunca çürü­ müs agaçlari kaplamisti, bir fiçi dolusu polen topla­ yabilirdiniz. Kükürt banyosu denilen sey buydu iste. Calidas'in Sacontala'sinda bile "nilüferin altin tozuyla sariya boyanmis dereleri" görürdük. Ve üzerinde do­ landigimiz çimenler giderek büyürken mevsimler de böyle geçip gitti ve yaz geldi.

Böylece ormandaki ilk yilim tamamlandi ve ikin­

ci yil da buna benziyordu. Sonunda 6 Eylül 1847'de Walden'dan ayrildim.

367

18. SONUÇ

368

Doktorlar hastalara bilgece hava ve manzara de­ gisimi tavsiye ederler. Tanri'ya sükür bütün dünya bundan ibaret degil. Atkestanesi New England'da yetismez ve alayci kus sesleri de nadiren duyulur. Yaban kazi ise bizden daha kozmopolittir. Kalivalti­ sini Kanada'da yapar, Ohio'da ögle yemegini yedik­ ten sonra da gece için nehrin güney kolunda tüyle­ rini düzeltir. Bizon bile belli bir nispette mevsimlere ayak uydurur. Calorada'nun çayirlarinda otlanir,  ta ki daha yesil ve tatli otlar Yellowstone'da onu bekle­ yene kadar. Yine de bizler çiftiikierimize demir çitler çekip tas duvarlar örünce hayatianiniza sinir çekildi­ gini ve kaderimizin tayin edildigini düsünürüz. Eger memur olmayi seçmisseniz gerçekten de bu yaz Tierra del Fuego'ya gidemezsiniz ama ebedi atesin ülkesine gidebilirsiniz. Evren bizim onu algilayisimizdan daha genistir.

Buna ragmen gemimizin küpestesinden disari dogru daha sik bakmaliyiz, merakli yolcular gibi. Ka­ lafat ipi toplayan aptal denizciler gibi seyahat etme­ meliyiz. Dünyanin diger tarafi muhatabimizin evidir.

Seyahatimiz yalnizca büyük bir çember içindeki gemi yolculugudur. Ve doktorlar bunu sadece cilt hastalik­ lari için tavsiye ederler. Kisi zürafa pesinden kosmak için bir an önce Güney Mrika'ya ulasmak ister, ama süphesiz asil aradigi bu degildir. Bir kisi ne kadar uzun bir süre zürafa avlayabilir? Çulluklar ve su çulluklari da nadir bir eglence olabilir ama inaniyorum ki kisi­ nin kendini vurmasi çok daha soylu bir av olur.

"Bakislarini içeri yönelt ve bulacaksin Bin diyar içinde zihninin Kesfedilmemis. Gez oralari ve ol

Bir ev-kozmografyasi erbabi."

Mrika neyi, Bati neyi temsil eder? Haritada be­ yaz degil midir iç kesimlerimiz? Ancak kesfedildigin­ de tipki sahil gibi siyah olduklari ortaya çikar. Nil'in, Nijer'in veya Mississippi'nin, yahut bu kitanin etra­ findaki bir Kuzey-Bati Geçidi'nin kaynagini mi bul­ mus oluruz? Bunlar midir insanoglunu en çok ilgilen­ diren konular? Franklin kaybolan tek adam midir ki karisinin onu bulabilmesi için hevesli olmasi gerek­ sin ? Bay Grinnel nerede oldugunu biliyor mu ? Kendi derelerinizin, okyanuslarinizin Mungo Park'i, Lewis ve Clarke ve Frobisher 'i olun; kendi yüksek enlem­ lerinizi kesfedin, gerekirse yardimci olmasi için gemi dolusu konserve etle. Ve bos kutulari isaret olarak göge kadar istifleyin. Acaba konserve sadece et sak­ lamak için mi icat edildi ? Yeni ticaret degil, düsünce yollari açarak içinizdeki yeni kitalarin ve dünyalarin Kolomb'u olun. Herkes yaninda Çar'in dünyevi im­ paratorlugunun önemsiz bir devlet gibi, buzun birak-

369

370

tigi bir tümsek gibi kaldigi bir diyarin efendisidir. Yine de kendine saygisi olmayan bazilari vatansever olup küçük bir sey için çok daha büyügünü feda ederler. Mezarlarini olusturan topragi severler ama hala ya­ pildiklari çamura hayat veren ruha karsi muhabbet beslemezler. Vatanseverlik, onlarin kafalarindaki bir kurtçuktur. Bütün o cafcafi ve geçit töreniyle Güney Denizi Kesif Gezi'sinin anlami neydi; dolayli olarak ahlaki dünyada her insanin berzahi ya da koyu oldugu ama henüz kesfetinedigi kitalar ve denizierin varligi­ nin ancak sogugun, firtinanin, yaroyarnlarin içinden, bir devlet gemisiyle, bes yüz kisilik tayfanin bir kisiye hizmet ettigi binlerce millik yolculugun kisinin kendi özel denizini kisinin yalnizliginin Atlantik ve Pasifik Okyanuslari'ni kesfinden daha kolay oldugunun ka­ bulünden baska?

"Erret, et extremos, alter scrutetur Iberos. Plus habet hic vitae, plus habet ille viae."

Birakin onlar gezinsin ve tuhaf Avustralyalilari incelesinler.

Bende Tanri'dan, onlarda ise yoldan çok var.

Zanzibar'daki kedileri saymak için dünyanin ya­ risinin çevresinden dolasmaya degmez. Ama daha iyi­ sini yapana kadar bunu yapin ve belki böylece içine girilebilecek bir "Symmes Deligi" bulabilirsiniz. I ngil­ tere ve Fransa, Ispanya ve Portekiz, Altin Kiyi ve Köle Kiyisi, hepsi bu özel denizde bir cephe. Ancak bun­ lardan gelen hiçbir agaç kabugu dahi karanin görüs mesafesinden uzaklasmamistir, süphesiz Hindistan'a

dogrudan giden yolun bu olmasina ragmen. Eger bü­ tün milletierin dillerini ögrenip, bütün geleneklerine uyarsaniz, bütün gezginlerden daha uzaga seyahat ederseniz her iklime uyum saglayip Sfenks'in kafasi­ ni bir tasa vurmasina sebep olun ve hatta kadim fi­ lozofun ögretisine uyun ve kendinizi kesfedin. Iste burada göz ve sinir gereklidir. Yalnizca magluplar ve firariler savasa giderler, kaçan korkaklar gönüllü ya­ zilirlar. Simdi Mississippi yahut Pasifik'te durmayan, ya da eskimis Çin veya Japonya'ya ugramayan ve bu küreye, yaza ve kisa, gece ve gündüze, günbatimina, ay batimina ve en sonunda dünya batimina dogrudan teget giden en uzak bati yolundan baslayin.

Söylendigine göre Mirabeau "kisinin kendisini

toplumun en kutsal yasalarina resmen muhalif ola­ rak konumlandirmak için ne derecede bir kararlilik gerektigini ortaya çikarmak için" eskiyaliga baslamis. "Saflarda savasan bir asker bir haydudun yarisi kadar bile cesarete ihtiyaç duymaz."-"S eref ve din, iyi dü­ sünülmüs ve saglam azinin karsisinda asla durama­ mistir. " diye belirtmistir. Bu yigitçedir, ama çaresizce degilse bile gereksizdir. Daha makul bir insan daha kutsal yasalara uyarak ve yoldan çikinayip azinini si­ nayarak kendisini "toplumun en kutsal yasalarina" yeterli miktarda "resmen muhalif " olarak bulurdu. Bir kisinin topluma karsi böyle bir tutumda bulunma­ sina gerek yoktur, gerekli olan kendi varliginin yasa­ larina uyarak buldugu sahsi tutumda devam etmesi­ dir ve bu asla adil bir hükümete muhaliflik anlamina gelmez, tabii öyle bir hükümetle karsilasma talibine sahip olursa...

Ormani tipki oraya gidisiminki gibi iyi bir sebeple

371

372

terk ettim. Belki de bana öyle geldi; yasayacagim bir­ kaç hayat daha vardi ve bu bir tanesi için daha fazla zaman kalmamisti. Kolayca ve farkinda olmadan ken­ dimizi bir rotaya kaptirip onu kendimiz için eskimis bir patikaya çevirmemiz olaganüstü. Ayaklarim ka­ pimdan küçük göle uzanan bir patika olusturdugunda daha orada yasayali bir hafta olmamisti, üstelik ora­ da yürümemin üzerinden bes-alti yil geçmis olmasi­ na ragmen yol hala oldukça belirgin. Gerçi korkarim baskalari da onu bulmus ve patikanin açik kalmasini saglamis olabilir. Topragin yüzeyi yumusaktir ve in­ san ayagiyla ezilebilir ki bu zihnin seyahat ettigi yollar için de geçerlidir. Demek ki dünyanin yollari ne kadar eskimis ve tozlanmistir; gelenegin ve riayetin oluklari ne kadar derindir! Bir kamara yolculugu yapmak iste­ medim . Onun yerine ana diregin önünde, dünyanin güvertesinde gitmek istedim; çünkü ay isigini en güzel daglarin arasinda görebilirdim. Su anda asagiya inmek istemiyorum.

Ögrendim ki, en azindan kendi tecrübemle, eger biri hayallerine dogru kendinden emin adimlar atarsa ve hayal ettigi hayati yasamak için çabalarsa beklen­ medik bir zamanda basariyla karsilasacaktir. Birtakim seyleri geride birakacak, görünmez bir siniri geçecek; yeni, evrensel ve daha liberal yasalar çevresinde ve içinde olusmaya baslayacak ya da eski yasalar genis­ leyecek ve onun yararina liberal bir sekilde yeniden yorumlanacak ve de daha yüksek mertebecieki varlik­ larin seviyesinde yasayacaktir. Hayatini basitlestirdigi nispette evrenin yasalari daha az karmasik gözükecek, yalnizlik yalnizlik olmayacak, fakirlik fakirlik, zayiflik da zayiflik olmayacak. Eger havada kaleler insa ettiy-

seniz eserinizin yok olmasi gerekmez, olmalari gere­ ken yerdeler. Simdi altlarina temellerini döseyin.

Ingiltere ve Amerika'nin senden anlayabilecekleri sekilde konusmam talep etmesi gülünç. Ne insanlar ne de sapkali mantarlar böyle büyür. Sanki bu önem­ liymis ve onlar olmadan anlasilinaya yeterli degilmis gibi. Sanki doga yalnizca tek bir anlam düzenini ayak­ ta tutabilirmis de kuslar ve dörtayaklilari, uçan ve korkunç yaratiklari geçindiremezmis gibi, Bright'in anlayabilecegi ssst ve dur en iyi I ngilizceymis gibi. Sanki sadece aptallikta emniyet varmis gibi. En çok korktugum sey ifademin yeteri kadar abartili olmama­ si, benim günlük tecrübelerimin dar sinirlarindan öte­ ye gidernemesi ve böylece de ikna oldugum gerçege uygun olmamasi. Abarti! Bu nasil çevrelenmis oldu­ gunuza bagli. Farkli bir enlemde yeni çayirlar bulmak için göç eden bufalo, sagilma zamaninda kovayi de­ virip çitlerin üstünden atlayip yavrularinin pesinden kosan inek kadar abartili degildir. Sinirlari  olmayan bir yerde konusmayi arzuluyorum; tipki uyanmakta olan birinin uyanmakta olan baskalarina konusmasi gibi, zira gerçek bir ifadenin temellerini atmaya ye­ tecek kadar bile abartamayacagimdan eminim. Bir müzik parçasi duymus olan hangi kisi, bundan böyle sonsuza kadar abartili konusacagindan korkmus? Ge­ lecegin, yahut mümkün olanin isiginda önce umursa­ mazca ve müphem hayatlar sürmeliyiz, diger yandan da gölgemiz günese dogru buharlasmis terimizi ortaya çikarirken anahatlarimiz los ve puslu olmali. Kelime­ lerimizin degisken gerçegi arta kalan ifadenin yeter­ sizligini ortaya çikarmalidir.

Onlarin gerçegi aninda tercüme edilmistir, yalniz-

3 73

374

ca lafzi aniti kalir. I nancimizi ve Imanimizi ifade eden kelimeler sabit degildir; ancak tütsünün üstün tabiat­ lara oldugu gibi belirgin ve rayihalidir.

Neden en durgun algimizin seviyesine inip bunu akliselim olarak yüceltelim? En akliselim olan insa­ nin uyurkenki aklidir ve bunu horlayarak ifade eder. Bazen bir buçuk akillilada yarim akillilari ayni sinifa sokariz; çünkü akillarinin yalnizca üçte birini anlariz. Bazilari eger yeterince erken kalkabiliderse sabah ki­ zilliginda da kusur bulurlar. "Onlar," diye duyuyorum "Kabir'in misralarinda dört farkli duyu varmis gibi davranirlar; hayal, ruh, zeka ve de Vedalarin ezoterik doktrini." Ama dünyanin bu tarafinda eger bir kisinin yazdiklari birden fazla yoruma açiksa bu sikayet sebe­ bidir. I ngiltere patates çürügü hastaligini tedavi etme­ ye çabalarken kimse çok daha yaygin ve ölümcül olan beyin çürümesini tedavi etmeye çalismayacak mi ?

Anlasilmaz oldugumu zannetmiyorum ama say­

falarimda Walden buzundaki çatlaklardan daha fazla vahim hata bulunmazsa gurur duymaliyim. Güneyli müsteriler, safliginin delili olan mavi rengine sanki çamurluymusçasina itiraz ettiler ve onun yerine ot ta­ dina sahip beyaz Cambrdige buzunu tercih ettiler. In­ sanlarin sevdigi saflik dünyayi sarmalayan pus gibidir, ötesindeki gök mavisi bosluk gibi degil.

Bazilari biz Amerikalilarin ve genel olarak mo­ demlerin, antik ve hatta Elizabeth dönemi insaniarina kiyasla düsünsel cüceler oldugumuzu söyleyip duru­ yorlar. Bunun amaci ne peki? Yasayan bir köpek ölü bir aslandan yegdir. Bir insan, olabilecegi en büyük pigme olmak yerine pigme irkina mensup oldugu için gidip kendisini asmali midir? Birakin herkes kendi isi-

ne baksin ve ne olduguna göre çabalasin.

Neden basarili olmak için çaresiz bir acele içinde olmaliyiz, hem de çaresiz tesebbüslerle? Bir kisi yol­ daslarinin yürüyüs hizina uyum saglayamiyorsa belki de bu farkli bir davulcu duydugu içindir. Ne kadar agir veya uzak olsa da, birakin kendi duydugu müzige uysun. Bir elma agacinin mi yoksa çinarin mi hizinda olgunlasacagi önemli degil. Baharini yaza mi dönüs­ türsün? Olacagimiz sey için gereken sartlar daha ha­ zir degilse bunu degistirebilecegimiz gerçeklik nedir? Beyhuae gerçekler yüzünden tuzla buz olmayacagiz. Kendi üzerimize mavi camdan bir gök mü yükseltece­ giz aciyla, üstelik bittiginde yine de ötesindeki gerçek uhrevi göge bakacaksak digeri hiç yokmus gibi?

Kouroo sehrinde mükemmeliyet pesinde kosma­ ya egilimli bir sanatçi vardi. Bir gün aklina bir asa yap­ mak geldi. Mükemmel olmayan bir eserde zamanin da bir unsur oldugu düsüncesiyle mükemmel bir esere zamanin karismayacagini düsündü ve kendine söyle dedi : "Hayatim boyunca baska bir sey yapmarnam ge­ rekecek ki bu her açidan mükemmel olabilsin. "Uygun olmayan bir maddeden yapilmamasi gerektigine karar vererek hemen ormana gitti; ancak arayip da buldugu her sopayi reddettikçe yavas yavas bütün arkadaslari onu terk etti, çünkü onlar kendi eserleriyle yaslanip öldüler, o ise bir an bile yaslanmadi. Gaye ve azminin tekilligi ve yükselen ruhaniligi farkinda olmadan ona daimi bir gençlik vermisti. O zamana ödün vermedik­ çe zaman da yolundan çekildi ve onu alt edemedigi için sadece uzaklardan iç geçirdi. Her anlamda uygun bir kütük bulamadan Kouroo sehri eski bir harabeye dönüsmüstü ve o da elindeki sopanin kabuklarini soy-

375

376

mak için yikik sehrin tümsekierinden birine oturdu. Daha en uygun sekli verememisken Kandahar hane­ dani sona ermisti ve asanin ucuyla o halkin sonun­ cusunun ismini kuma yazip isine geri döndü. Asayi düzeltip cilaladigindaysa Kalpa artik kutup yildizi de­ gildi ve degnegi alip tepesini kiymetli taslarla süsleme­ den önce Brahma defalarca uyuyup uyanmisti. Peki ben neden bu seylerden bahsedip duruyorum? Eserine son firça darbesini de vururken birdenbire sanatçinin önünde Brahma'nin yarattigi en güzel seylerden biri olarak genisledi. Asa yaparken yeni bir sistem yarat­ misti; eski sehirlerin ve hanedanlarin yok oldugu ama daha aydinlik ve görkemlilerin yerlerini aldigi bütün ve adil bir dünya. Ve simdi taze talas yigini ayaklarinin dibindeyken geçen zamanin bir yanilsamadan ibaret oldugunu fark etti ve aslinda Brahma'nin beyninden ölümlü birinin beynini alevlendirecek tek bir kivil­ cimin çikmasi için gerekecek zamandan daha fazlasi geçmemisti. Maddesi safti, sanati safti, sonuç olaga­ nüstü disinda baska ne olabilirdi ki ?

Maddeye  verdigimiz hiçbir sekil  bize  gerçek ka­

dar yararli olmayacaktir. Yalnizca bu iyi dayanir. Ço­ gunlukla yanlis bir konumdan baska bir yerde degi­ lizdir. Dogamizin getirdigi bir zafiyetten ötürü bir durumu farz ederiz, kendimizi ona adariz ve içinden çikilinasi güç bir sekilde iki farkli durumun içinde buluruz kendimizi. Makul vakitlerimiz de yalnizca verileri göz önünde bulundurdugumuz durumdur. Söylemekle yükümlü oldugunuzu degil, söylemek is­ tediginizi söyleyin. Herhangi bir gerçek, uydurulmus seylerden daha iyidir. Tamirci Tom Hyde'a daragacin­ dayken söyleyecek bir seyi olup olmadigi sorulmustu.

"Terzilere deyin ki" demisti, "ilk dikislerini atmadan önce ipliklerine dügüm atmayi unutmasinlar. " Yolda­ sinin duasiysa unutuldu.

Hayatiniz ne kadar acimasizca olursa olsun onun­ la yüz yüze gelin ve yasayin, ondan uzak durmayin ve ona kötü isimler vermeyin. Sizin kadar kötü degildir. Siz en zenginken o en fakir görünür. Kusur arayan­ lar cennette bile kusur bulurlar. Ne kadar sefil olursa olsun, hayatinizi sevin. Darülacezede bile hos, heye­ canli, güzel vakitler geçirebilirsiniz. Günbatimi düs­ künler evinin camindan da, zengin birinin konutun­ dan da ayni parlaklikta yansir; kapinin önündeki kar baharin baslarinda erir. Bence sakin bir zihin orada  da bir saraydaymis gibi memnun ve mutlu düsünce­ lerle yasayabilir. Sehrin fakirleri bana çogunlukla en bagimsiz hayatlari yasiyorlarmis gibi gelir. Belki de endise etmeden, alabilecek büyüklüktedirler sadece. Çogu kisi onlarin sehir tarafindan desteklenmelerine gerek olmadigini düsünür, ancak desteklenmedikle­ rinde dürüst olmayan yollarla kendilerini geçindir­ mderinden baska yollari kalmaz ki bu çok daha iti­ barsizlastirici bir durumdur. Fakirligi adaçayi gibi bir bitkiymisçesine ekip biçin. Kiyafet ya da dostlar fark etmez, yeni seyler edinmek için ugrasmayin. Eskiyi döndürün, eskiye dönün. Esya degismez, biz degisi­ riz. Kiyafetlerinizi satin, fikirterinize sarilin. Tanri, toplumu istemediginizi görecektir. Eger bir örümcek gibi tavan arasinin bir kösesine tikilip kalmis olsaydim dünya kendimle ilgili düsünederim nispetinde büyük gelirdi bana. Filozof söyle dedi: "Üç tümenden olusan bir ordudan generalini alabilir ve o orduyu dagitabi­ lirsiniz, fakat en rezil ve adi kisi bile insanin düsün-

377

378

eelerini ondan alamaz. " O kadar hevesli bir sekilde gelismeye çalismaya, kendinizi birçok farkli etkiye açmaya ve kullanilmaya çalismayin; çünkü bu israf­ tir. Tevazu tipki karanlik gibi gökteki isiklari ortaya çikarir. Fakirligin ve acimasizligin gölgeleri etrafimiz­ da toplanir "Ve iste ! Yaratilis bizim ufkumuza dogru genisliyor. " Karun'un zenginligine sahip olsak dahi, amaçlarimizin ve araçlarimizin ayni kalmasi gerektigi bize siklikla hatirlatilir. Eger kendi alaninizda fakir­ likle sinirlandirildiysaniz, mesela kitap ya da gazete alamiyorsaniz, aslinda en önemli ve en hayati tecrübe­ lere zorlanmissinizdir. En çok seker ve nisastayi han­ gi maddenin sagladigiyla ilgilenmek zorundasinizdir. Hayat en çok biçak sirtindayken tatlidir. Avatelikten korunmussunuzdur. Kimse düsük seviyedeyken yük­ sek cömertligini kaybetmez. Lüzumsuz zenginlik yal­ nizca lüzumsuz seyler satin alir. Ruh için gerekli seyi almak için para gerekmez. I çine pirinç alasimi katil­ mis  kursun  bir  duvarin  kösesinde  va?ii;rorum.  Genel­ likle gün ortasinda, dinienirken disandan kulaklarima karmasik bir çan sesi gelir. Bu çagdaslariinin sesidir. Komsularim bana ünlü beyler ve hanimlada yasadik­ lari maceralari, yemekte hangi asilzadelerle tanistik­ larini anlatilar, ama ben Daily Times'in içerigiyle il­ gilendigimden daha fazla ilgilenmem böyle seylerle. I lgilenilen ve konusulan esas sey kiyafet ve görgüdür; ama nasil giydirirseniz giydirin, bir kaz yine de kaz­ dir. Bana Kaliforniya'dan, Teksas'dan, I ngiltere'den, Karayipler'den, Georgia ya da Masssachusetts'den, Saygideger Bay ----'den, (Hepsi de çabuk ve kisa olgu­ lar.) bahsederler, ta ki ben avlularindan bir Memlük beyi gibi siçrayana kadar. Kendi yolumda gitmekten

çok hoslanirim, dikkat çekici bir geçit  törenindeki gibi debdebeli ve ihtisamli degil ama evrenin mima­ riyla yürüyerek. Istedigim bu huzursuz, sinirli, telasli ve önemsiz on dokuzuncu yüzyilda yasamayip, o ge­ çip giderken düsünceler içinde ayakta durmak ya da beklemek. Insanlar neyi kutluyorlar? Hepsi düzenlen­ mis birtakim komitelerdeler ve birilerinden her saat bir konusma bekliyorlar. Günün tek baskani Tanri'dir ve onun konusmacisi da Webster'dir. En güçlü ve en hakli sekilde dikkatimi çeken seyleri tartmayi, onlara uyum saglamayi ve yönelmeyi, tartinin okuna takilip kalmadan ve daha hafiflerineye çalismadan, bir vaka­ yi farz etmeden ama oldugu gibi kabul ederek gide­ bilecegim ve hiçbir gücün bana karsi  kayamayacagi tek yolda seyahat etmeyi seviyorum. Saglam bir te­ melim olmadan bir siçrayisa baslamakbeni tatmin et­ mez.. I nce buzda oynamayalim. Her yerde sert bir dip vardir. Gezginin çocuga batakligin sert bir dibi olup olmadigini sordugunu okuruz. Çocuk oldugunu söy­ lemistir. Ama sonrasinda ati egerine kadar batinca ço­ cuga "Bu batakligin sert bir dibi oldugunu söyledigini saniyordum?" diye sorunca "Öyle zaten." diye cevap verir çocuk ''Ama henüz yarisina kadar bile geleme­ diniz." Toplumun batakliklarinda da durum böyledir, ama bunu bilenler ancak deneyimli kisilerdir. Yalnizca belirli ve nadir bir tesadüf esnasinda düsünülen, söy­ lenen ya da yapilan iyidir. Ben aptalca bir sekilde, si­ radan bir çita ve alçiya çivi çakmam, böylesi bir is beni geceleri uykusuz birakir. Bana bir çekiç verin ve izini hissetmeme izin verin. Macuna güvenmeyin.' Bir çivi çakin, yerlestirip iyice perçinieyin ki gece kalktiginiz­ da yaptiginiz isten tatmin olun, öyle bir is olsun ki sizi

379

380

ilham perisini çagirmaktan utandirmasin. Tanri ancak ve ancak böyle size yardimci olur. Siz ise devam eder­ ken çakilan her bir çivi evren makinesinde bir perçin olmalidir.

Asktan, paradan, söhretten ziyade bana gerçegi verin. Zengin, yemek ve sarabin bolca oldugu, yaltak­ çi bir katilimin oldugu, ama samirniyetIn ve gerçegin olmadigi bir masada oturmustum ve bu soguk yerden aç bir sekilde ayrilmistim. Misafirperverlik buz gibi soguktu . Onlari dondurmak için buza ihtiyaç olmadi­ gini düsündüm. Bana sarabin yilindan, mahsulün söh­ retinden bahsettiler, ama ben onlarin satin alamaya­ cagi daha eski, daha yeni ve daha saf bir sarapla daha muhtesem bir mahsulü düsündüm. Tarz, ev, mülk ve "eglence" bana hiçbir sey ifade etmiyor. Krali aradim ama beni salonda bekletti ve misafirperverlik fukarasi gibi davrandi. Mahallemde bos bir agaç gövdesinde yasayan bir adam vardi. Onun davranislari gerçekten krala yakisirdi. Eger onu arasaydim çok daha iyi etmis olacaktim.

Ne kadar daha sundurmada oturup  herhangi bir

isin yersiz hale getirecegi, yararsiz ve köhne erdemle­ rimizi icra etmeye devam edecegiz? Sanki insan güne cefakar bir sekilde baslayip, patateslerini çapalayacak birini ise alip, ögleden sonra da iyilik planiyla bir Hiris­ tiyan alçakgönüllülügü ve yardimsevedigi yapacakmis gibi! Çin'in gururunu ve insanoglunun tembel kendini begenmisligini düsünün. Bu nesil, biraz geriye yasla­ narak üretken bir soyun son temsilcileri oldugu için kendini tebrik ediyor. Boston'da, Londra'da, Paris'te, Roma'da bu uzun nesiini düsünüp sanat, bilim ve ede­ biyattaki  ilerlemesinden  tatminle  bahsediyor. Felsefi

Topluluklarin Kayitlari ve Büyük Insanlarin Methi­ yeleri mevcut! Iyi Adem'in kendi erdeminin üzerine kafa yormasidir bu. "Evet, çok büyük isler yaptik ve asla dinmeyecek ilahiler söyledik. " biz hatirladigimiz sürece. Asur'un bilge toplumlari ve büyük insanlari, nerede onlar? Ne kadar gençlik dolu ve deneysel filo­ zoflariz bizler! Benim okuyucularim arasinda tam bir insan hayati yasamis bir kisi bile yok. Bunlar bu irkin bahar aylarindan baska bir sey olmayabilir. Eger yedi yillik uyuzumuz olsaydi, Concord'daki on yedi yillik çekirgeyi göremezdik Yasadigimiz yerkürenin yalniz­ ca incecik bir zarina asinayiz. Çogumuz yüzeyin iki metre altini kazmamistir ya da bir o kadar yukariya dogru siçramamistir. Nerede oldugumuzu bilmiyo­ ruz. Ayrica zamanimizin yarisinda da uyuyoruz. Buna ragmen kendimizi bilge addediyoruz ve yüzeyde ku­ rulu bir düzene sahip oluyoruz. Gerçekten de derin düsünüyoruz ve hevesli ruhlariz! Ormanda, yerdeki çam ignelerinin arasindan sürünen ve kendisini görüs alanimdan saklamaya çabalayan böcegin tepesinde dururken, kendime neden böcegin o mütevazi düsün­ celeri besleyecegini ve aslinda onun belki de velini­ meti olabilecek, irkina neseli bilgiler verebilecek olan benden basini sakladigini sorgularken benim, insan böcegin tepesinde duran daha büyük velinimeti ve ze­ kayi hatirliyorum.

Dünyaya sürekli bir yenilik akisi olmasina ragmen

bizler inanilmaz bir durgunluga tahammül edebiliyo­ ruz. Yalnizca, çogu aydinlanmis ülkede, hala ne tür vaazlarin dinlendigini hatirlatinarn gerekiyor. Nese ve keder gibi, öyle kelimeler var ki aslinda bizler sira­ dan ve vasata inanirken onlar yalnizca genizden bir

381

382

tingirtiyla söylenen ilabilerin yükü halindeler. Bizler yalnizca kiyafetlerimizi degistirebilecegimizi saniyo­ ruz. Britanya I mparatorlugu'nun çok büyük ve say­ gideger, Birlesik Devletler'in de birinci sinif bir güç oldugu söyleniyor. Eger zihninde demirlenmis böyle bir düsünce varsa bile bir dalganin gelip  de  Britanya I mparatorlugu'nu bir kirinti gibi yüzdürebilecegine, herkesin gerisinde birakilabilecegine inanmiyoruz. Bundan sonra ne tür bir on yedi yillik çekirgenin top­ raktan çikacagini kim bilebilir? Benim yasadigim dün­ yanin hükümeti, Britanya'ninki gibi sarap esligindeki aksam yemegi sonrasi sohbetlerinde sekillenmedi.

Içimizdeki hayat, nehirdeki suya benzer. Bu yil kimsenin daha önce bilmedigi kadar yüksege tasabilir ve olayli bir yila sebep olabilir, kavrulmus yaylalari bütün misk siçanlarimizi bogan sele bogabilir. Yasadi­ gimiz yer her zaman kurak bir bölge olmamistir. Uzak iç kesimlerde derderin eskiden, daha bilim taskinlari kaydetmeye baslamadan önce, yikadigi nehir kiyilari­ ni görüyorum. New England civarindaki herkes, güçlü ve güzel bir böcegin yillar önce henüz canliyken -yillik katmanlarin sayilmasindan yola çikarak- içine birakil­ mis bir yumurtanin sans eseri kül saklama küpünün sicakligiyla çatlamasi sonucu elma agacindan yapil­ ma, önce Connecticut'ta, sonra  da  Massachusetts'te bir çiftçinin mutfaginda altmis yildir duran ahsap bir masanin kuru yapragindan haftalarca kemirerek çik­ tigi hikayeyi duymustur. Bunu duyan kim inancinin dirildigini ve ölümsüzlügün güçlendigini hissetmez? Asirlardir toplumun ölü ve kuru hayatindaki odun ka­ faliligin esmerkezli sayisiz katmaninin altinda gömül­ müs olan yumurtanin hangi güzel ve kanatli yasami

barindirdigini kim bilebilir? Bu yumurta ilk basta ye­ sil ve canli olan, fakat zaman içinde iyice olgunlasmis mezarina benzeyen bir seylere dönüsen agacin özüne birakilmistir ve belki de disari çikmak için etrafindaki ölü agaci kemirisi, sölen masasi etrafinda oturan sas­ kin insanlar ailesi tarafindan yillardir duyulmaktadir. Kim bilir belki de toplumun en önemsiz ve en çok hediye edilen mobilyasinin içinden ortaya çikacak ve nihayet mükemmel yaz hayatini yasayacaktir?

John veya Jonathan'in bunu aniayacagini söyle­ miyorum, ama yarinin dogasi odur ki yalnizca zama­ nin geçisiyle safaga ulasilamaz. Gözlerimizi kör eden isik bizlere karanliktir. Sadece uyanik oldugumuz o gün, safak atar. Dogacak daha çok gün var. Günes sa­ bah yildizindan baska bir sey degildir.

SON                                                           383

382


Benzer Kitaplar