Susurluk raporu yillar önce mevcut düzenin üzerine
bir kiliç gibi inmisti. Devlet içerisindeki çarpik iliskileri gözler önüne sererek
yasanilan hayatin aslinda bir düsten öteye
gitmedigini gösterdi. Anlatilanlar, yeralti dünyasinin isleyisinden
anlamayanlarin mantigini
zorluyordu. Ortaya çikan bu çarpik iliskilere bir
anlam verilemiyordu. Halbuki isin içinde Cumhurbaskanligi, Basbakanlik, Genelkurmay
Baskanligi ve de devletin haberalma örgütü gibi
kurumlari yer aliyordu. Bürokratlar,
politikacilar, isadamlari, gazeteciler, generaller,
bankacilar, sanatçilar için çok sey anlatiliyordu bu
raporda.
Onlarin kim olduklari ne olduklari ortaya çikmisti ama onlarin bunu
kabullenmeye hiç niyeti yoktu. Yillar boyu
bu organizasyonda yer alanlarin gücü içten içe tartisildi. Tartisildi ama bu
olay yasanan ilk örnek olmadigi gibi son örnekte olmadi.
Öyle ki Türkiye demokrasisinin gücü onlarin kim oldugunu ortaya çikarmaya da,
onlari cezalandirmaya da yetmedi.
Türkiye Susurluk Cehennemi ile uzun süreli uykusundan uyandi. Büyük bir saskinlik ve bir o
kadar da büyük bir korkuya neden olan bu çarpik iliskiler
zinciri kimine göre devletin içinde 200 kiralik katil var dedirtiyordu, kimine
göre ise sadece fasa fisoydu. Inanmasi güçtü ama bu kisilerden bir
tanesi Cumhurbaskani, digeri ise Basbakandi.
Türkiye bu iliskileri ortaya çikaran kazanin
unutulmayacagini biliyordu ama suçlularin
cezalandirilacagindan yana pek umudu yoktu.
1988 baharinda Italya’nin Peteano
kasabasindan geçen otomobil aranirken
meydana gelen patlama sonrasi sorusturmaya
ancak 2 yil 2 ay sonra baslanabilmisti. Sorusturmayi yürüten savci araçta bulunan
silah ve patlayicilari Italya Gizli servisi SISMI’nin sakladigini anlamisti. SISMI arsivlerine göz atmak
istedi ancak bu istege Italya gizli servisinden uzun süre cevap
gelmedi. 2 yil sonra savci Basbakan ile
yaptigi görüsme
neticesinde arsivlere girmeyi basardi. Yargilama süresince
savci engellenmeye çalisilsa da yilmayarak üç jandarmanin ölümüne neden
olan üç sahsin ömür boyu
cezalandirilmasini sagladi.
Susurluk Kazasinin saniklari 2 yil 2 ay sonra degil, 10 ay
sonra yargiç karsisina çikarildi ancak kimse
Susurluk faillerinin 1970’li yillardan bu yana kirli bir savasin içinde yer
aldigi gerçegini görmek
istemedi. Vatan Millet Sakarya/Çete
Parti Mafya üçlemesini anlamak için olaylari sadece üstünden görmek
yetiyordu. Yargilama birkaç hukuk adaminin
büyük özverisiyle yürüyordu.
Istanbul 6 numarali Devlet Güvenlik
Mahkemesi'nin savci ve yargiçlari verdikleri
kararla yakin tarihin belki en önemli
davasinin altina imzalarini koydular.
Ancak bu basari kisa sürdü. Yüksek yargi, tarihi
karari bozarak "bu vatan için seve seve kursun atan, bu
vatan için seve seve kursun yiyen kahramanlara"
seve seve arka çikar bir görünüme girdi.
Susurluk is Kazasindan kisa süre sonra
umutsuzluga kapilan Türk Milletinin bu süreci kolay
kolay atlatamayacagi kaçinilmazdi çünkü Susurluk is Kazasinin yansitilmasinda baslangiçta olaganüstü duyarlik gösteren Türkiye basini, bir süre sonra çok önemli gelismeleri görmezden
gelmeye basladi.
Vatan
Millet Sakarya/Çete Parti Mafya bileseninin en büyük
bilinmeyeni olan Susurluk Is Kazasinda rol alan aktörlerin çete
iliskilerinin yani sira devletin
iç ve dis güvenliginin
katillere, uyusturucu kaçakçilarina,
kumarhane isletmecilerine birakildigi da dogrulandi. Çünkü Susurluk karanliginin basaktörleri
Abdullah Çatli ve Haluk Kirci yasama, yargi
ve yürütme organlarina, ordu, polis, jandarma, haberalma örgütü, siyasi
parti, üniversite ve basin olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluslarina sizmislardi.
Susurluk gerçegi ülkeyi kaçinilmaz olarak
uluslar arasi arenaya sürüklüyordu. Tipki Latin Amerika
ülkesi gibi iskenceden hesap sormayan, iskenceyi savunan, uyusturucu tacirleri, karapara
aklayicilari, katiller,
soyguncular ve vurguncularla, çigrindan çikmis insanlarla
Türkiye bu olayi çözmeye çalisiyordu.
Elbette çok zor bir isti. Devletin hemen hemen her kurumunda yer alan bu
kisilerden Susurluk olayinin
bilinmeyenlerinin aydinlatilmasi
isteniyordu. Aydinlatmaya çalisan kisilerin önlerine akil almaz
engeller konuluyordu. Medya artik yayinladigi haberlerle
dikkat çekmekten kaçiniyordu.
Yazarlar, aydinlar, düsünürler düsüncelerini
ifade etmekten korkuyorlardi.
Ikinci Dünya Savasina katilmayan Türkiye, savasa katilan ülkeler gibi
ABD’ nin 60 yil önce çikarmis oldugu ‘Ödünç Verme ve
Kiralama Yasasinda’ adi geçtigi için savas yardimi alacakti. Bu basari Türkiye
ile ABD arasinda imzalanan ikili yardim anlasmasiyla pekistirilecekti.
Ancak Türkiye’nin ABD yakinlasmasindan hosnut olmayan
SSCB ‘Dostluk ve Saldirmazlik Anlasmasi’nin günün kosullarina
uydurulmasini isteyerek Türkiye’den dolayli olarak
toprak talebinde bulunacakti.
Bugüne kadar uzanan bu süreçte Türkiye bagimsizligindan biraz
daha vazgeçiyordu. Türkiye artik bir soguk savas ülkesiydi.
Bu denklemi
çözmek için en büyük olanak 1990 yilinda yakalandi. Italya'da
ortaya çikan örgüt, devletin yeralti örgütüydü. Soguk savas döneminde
ABD'nin SSCB yayilmaciligini önlemek için Avrupa ülkelerinde çesitli
adlarla kurdugu bir örgüttü.
Susurlukta adi geçen bu kisiler
devletin gücünü kullaniyor,
devletten aldigi yetkilerle cinayet isliyor, haraç topluyor,
uyusturucu isine bulasiyordu ve bütün bunlari devlet adina yaptiklarini söylüyorlardi. Ayrica bu kisiler
iktidardaki bazi siyasilerden de destek görüyordu.
Susurluk Is Kazasinin hayatta
kalan son temsilcisi Sedat Bucak'i televizyonda izleyenler
“demokratik rejimin" nasil tutsak edildigini, yeniden yapilanma tuzagina nasil düsürüldügünü kolayca
anladilar.
Bu
vatani sevmek için tek yolun ölmek ya da
öldürmek oldugunu ögrendiler, "Serefin, haysiyetin, vatanseverligin" ancak
silahla olabilecegine inandilar.
Yillardir kendi çocuklarinin ölümünü kaniksayan, her gün biraz daha
yoksullasan, ekonomik bunalimin yükünü tasimaktan,
yorulan, gelecek korkusundan kurtulamayan, güçsüzlügünün acisini yasayan halkin;
televizyonda izledigi bu "yalan saldiri" karsisinda yapacagi hiçbir sey yoktu. Bir
dönemin eli kanli katillerine verilen siyasi güç ilk kez bu kadar açik ve seçik
gözler önüne seriliyordu.
Dünyanin en zengin generalini (Tahsin Sahinkaya)
yaratan 12 Eylül darbesi, ülke yönetimini
elbette yeralti dünyasiyla otel odalarinda
pazarlik eden bir basbakana
(Turgut Özal) teslim edecek, bu sekilde siyasete
biraz uyusturucu, silah, biraz fuhus, kumar karistirilacak, az miktarda
vatanseverlik eklenecek ve mafya ile birlestirilecekti.
Bu dogrultu da siyaset yapiliyormus gibi gösterilerek halkin gözleri kapatilacakti. Örnegin bazilari yalani ve harami önlemek için seriatçi islamla
yola çikacakti ama büyük bir siddetle
yalan söyleyecek. Aslinda onunkiler öteden beri cennet
pazarlayan, yalana-dolana tapan kisilerdi. Örnegin bazilari özgürlük ve esitlik saglamak için
"liberal demokratik patentle" ortalikta dolasacak ama
büyük bir askla siddeti seven kisilerdi. Aslinda onunkiler uyusturucu,
silah, fuhus, kumar pazarinda kelle avciligi yapan kisilerdi. Kisaca
onlar yalansiz, yasaksiz ve düsmansiz yasayamayan
kisilerdi.
Halbu ki raporda adi geçen bu insanlar devlet için her zaman her seyi yapmislardi. Ama
devlet onlar için simdi hiçbir sey yapmiyordu. Artik
onlar için yok olma zamaniydi. Ihanetin aci yüzüyle karsilasmak ve bu
durumu kabul etmek zorundaydilar.
Trabzon
Valisi Resat Akkaya'nin Fatsa operasyonunda kullanilan
"maskeli muhbirler için" söyledikleri kulaklarda yillarca
yankilandi. Silahli saldirilara, soygunlara katilan, cinayetten aranan ülkücüler,
güvenlik kuvvetlerinin düzenledigi operasyona katildilar,
Yüzlerini gizleyerek Devlet ve millet ugruna kursun atarak muhbirlik yaptilar.
Muhbirlerin, aranan ülkücüler olmasini önemsemeyen
devletin valisi, "savasta hayat kadinlarinin bile kullanilabilecegini" söyleyerek
ilk ihaneti gerçeklestirdi.
Geçte olsa Halk ögrendi. Halki kandirmak artik
kolay olmuyor. Kim ne derse desin halk artik inanmiyor. Sessiz bir izleyici gibi
görünselerde insanlar artik kimin "milli duygu kabarmasi" ile niçin dövüp
öldürdügünü, kimin "dini duygu
tahriki" ile neden yikip yaktigini biliyor.
3 Kasim 1996 saat 19.30. Susurluk is Kazasi artik
ortaya çikmissa suçlu Mehmet'tir, suçsuz Devlet'tir. Susurlukta belirginlesen
enformasyon ile de-zenformasyon arasinda büyük bir oyun
oynanacagi belliydi.
Örnegin 18 yildir aranan
eli kanli katil Abdullah Çatli için haberciler
ve yorumcular tarafindan son derece etkileyici öyküler uydurulmaya baslandi. Onlara göre Çatli
"Bekaa baskinini tek basina düzenleyen"
bir vatanseverdi. ASALA lideri "Agop Agopyan'in alninin tam ortasina kursun" sikan; Ermeni
saldirilarini tek basina durduran bir vatanseverdi.
"Uyusturucu taarruzu" ile Fransa'yi dize getiriyordu.
Hatta o, "Bu devlet için kursun atan bir
kahraman" olarak, duygu yüklü dizeler
yazan vatansever bir sairdi.
Bunlarin hepsi koca bir yalandi. Susurluk olayindan
sonra ortaya çikan gerçekleri saptirmak amaciyla uydurulmus, halkin ilgisini
iliskilere degil de olmayan gerçeklere yönlendirmeyi
hedefleyen bir yalandi. Susurluk is Kazasinin
ortaya çikardigi gerçek, ancak olanlarin daha fazla konusulmasini önleyecek
bir ortamin saglanmasiyla örtülebilirdi.
Simdi bir kez daha geriye dönüp bakmak, dünü ve bugünü ile çeteyi bir
kez daha, ama her zamankinden daha büyük bir
duyarlilikla masaya yatirmak gerekiyor.
Devletin çetelesmesini basaktörü hep onlar
oldu. Siyasetin kanli çözümlerini yasama hep
onlar tasidi. Her katliamda, her kiyimda hep
onlar vardi. Maras'i yiktilar, Sivas'i yaktilar.
70'li yillar boyunca hep kan döktüler. 80'li yillarda askeri yönetime destek
vererek, 90 'li yillarda kiralik katil olarak yasamayi istediler.
Her zaman kullanilmak istediler.
Basbakanlik Teftis Kurulu'nun yürüttügü çete sorusturmasi sonuçlarinin kamuoyuna ne ölçüde yansiyacagi bilinmiyordu. Çünkü sorusturma ilerledikçe ortaya çikan gerçekler
"kutsal devlet" yanlilarini ürkütüyordu.
Mafya adina kursun siktikça, silah ve
uyusturucu kaçakçiligi yaptikça, devlet
adina adam öldürdükçe, namaza durdukça siyasallastilar. Önce RP'nin,
sonra ANAP'in sirtinda parlamentoya tasindilar.
Kullanma sirasi simdi DYP'ye geldi. Kullanma isinin
parayla degil de, sirayla oldugu artik herkes tarafindan anlasildi. Zaman
zaman kullanilmanin öfkesini duyuyor olsalar da her sey devlet için yalanlarinin arkasina siginarak,
kendilerini kuzu kuzu kullandiriyorlardi.
Bir önceki seçimde "katiller" diyen Tansu Çiller, bir sonraki
seçimde "kandirildim" diyerek onlardan destek almaya çalisiyordu.
Hükümeti kimin kuracagi artik hiç önemli degildi.
Önemli olan, Erbakan ve Çiller'i elinden tutup ayaga kaldiran gücün kimligiydi.
Çiller'e destek verenlerin dis görünüsünde
iktidar, iç yüzünden ise çete çikiyordu. Protokolün altindaki
üç imzadan biri devlet adina cinayet isleyenleri, öteki devlet adina cinayet
isleyenleri örgütleyenleri, digeri ise eli
kanli, burnu kokainli katilleri siyaseten koruyanlari temsil ediyordu
Çete islerinin içinde yer alan BBP'li Muhsin
Yazicioglu'nun imzasi çete islerine emek veren DYP'li Tansu Çiller'in
imzasiyla birleserek, Erbakan tarafindan Süleyman Demirci'nin
önüne konuluyordu. O dönemin Cumhurbaskani Süleyman
Demirel'in Basbakanlik koltuguna oturan Erbakan'a yazdigi mektuptaki
deyimi ile "devlet emrinde çalisan katillerin" iktidardaki koruyuculari ülke
yönetimini bir kez daha ele geçirmeye çalisiyordu. Çete
üç imzali protokolle Meclis'te güvenoyu ariyordu.
Çete ile Parti arasinda kalan Türkiye'de
politikanin ana ekseni her gün biraz daha netlesiyordu. Anayasa Mahkemesi önünde ter döken Erbakan
ve adamlari, dokunulmazliklar konusundaki tutumlariyla
çeteye kolaylik sagliyordu. "Çiller Örgütü" isim
degistirip "Çiller-Erbakan Örgütü"
oluyordu. Dokunulmazlik oylamasindan sonra
Meclis koridorlarinda kucaklasan "hirsizlarla
katilleri" alkislayanlar, yakin gelecekte
duruma el koyacak politik ittifakin ipuçlarini veriyorlardi.
DYP, RP, BBP, MHP, YDP' nin çete ile organik baglari oldugu tezi yavas yavas
belleklerden siliniyordu. Pislikleri Susurluk'ta ortaya çikan çete, genis bir
ittifaki kontrol ederek partilesiyordu.
Düze çikmanin yolunu üç bes milletvekilinin dokunulmazliginin
"kaldirilmasina",
bir partinin "kapatilmasina" ve
tabu olma özelligini koruyan kisi ve kurumlara
"dokunulmamasina" indirgeyen düsüncenin yanlisligi bir kez
daha kanitlaniyordu.
Düsünün ki bir ülkede,
birbiri ardina vurularak öldürülen gençler, ögretmenler,
isçiler mezar taslariyla birlikte geçmise gömülüyor, hesabi
tutulamayacak kadar çok yolsuzlukla çalkalaniyor, uzun yillar aranan
katilleri, hirsizlari, örgütçüleri
unutuluyor. Böyle bir ülkede ne demokrasiden ne de
kanunun üstünlügünden söz etmek mümkün degildir.
Türkiye artik bu insanlarin kim oldugu sorusu üzerinde
durmak istiyor, kahramanlik hikayeleriyle uyutulmak
yerine, kahraman olarak adlandirilan kisi ya da kisilerin kim
oldugunu ögrenmek istiyor. Türkiye belki
de yüzyillik uykusundan uyaniyor. Türkiye "Kim bunlar?" sorusunun
üstüne üstüne yürüyor. Konusmayan,
duymayan, karismayan Türkiye,
soran, sorusturan, arastiran bir ülke olma
yolunda önemli adimlar atiyor.
Susurluk Olayindan sonra yasananlarin ne oldugunu anlamak
için korkmadan yakin geçmise bakmak
gerekiyor. Yeralti ve yerüstüyle Türkiye'nin,
vurgun ve soygun için soluk alip verdigi o yillari animsamak
gerekiyor. O yillarin Türkiye'sinde
çalmayanin "akilsiz",
soymayanin "beceriksiz" sayildigi unutulmamali.
Susurluk Is Kazasinda isimleri ortaya çikan iliskilerin nasil olustugunu anlamak
gerekiyor.
Susurluk Is Kazasini simdi kimi
insan unutarak, kimi insan animsayarak düsünüyor. Oysa
tarih unutanlardan degil, animsayanlardan yana olmustur hep.
Unutarak umursamayarak düsünenlerin sirtinda tarih agir bir yük olarak
kaliyor. Unutanlar, unutturmaya çalisanlar,
susanlar, susturmaya çalisanlar hem
suça katiliyor, hem bu
utanca ortak oluyor.
Ne olursa olsun tarih, yavas yavas da olsa
izlerini kaybettirmiyor, aksine unutmak istemeyenlerin önünde isigini tutmaya
devam ediyor.