INCOGNITO - Beynin Gizli Hayati

INCOGNITO - Beynin Gizli Hayati

Fevzi BOZKURT
Biyografi


David M. EAGLEMAN: Üniversite egitimini Ingiliz ve Amerikan Edebiyati üzerinde yaptiktan sonra Nörobilim dalinda doktorasini tamamladi. Teksas Houstondaki Baylor Tip Fakültesinde Algi ve Eylem Laboratuvari’nin basinda olan EAGLEMAN, Nörobilim ve Hukuk Tesebbüsü nün de kurucusu ve yöneticisidir. Bilimsel arastirmalari Science, Nature gibi prestijli yayinlarda yer aldi. Bu eseri 20 dilde yayinlandi.
BEYNIN GIZLI HAYATI
Kafamin Içinde Biri Var Ama O Ben Degilim  
“Kendimizle aramizdaki fark, bir baskasiyla aramizdaki fark kadar büyüktür.
 
Montaigne
 
Kendinize aynaya söyle bir bakin. O çarpici güzel görüntünün altinda, aslinda  aglardan yapili gizli bir düzenek evreni tikir tikir islemektedir. Bu düzenek birbirine kenetli kemiklerden olusmus bir çati, güçlü kaslardan olusmus bir ag, özellesmis durumda epeyce bir sivi ve sizi canli tutmak için gözden uzak çalisip duran bir iç organlar ortakligi içerir. Deri adini verdigimiz, kendi kendini özellestirme özelligine sahip yüksek teknolojili duysal tabaka ise bu düzenegi kusursuz bir biçimde kaplayarak göze hos görünen güzel bir paket çikarir ortaya.
Sonra bir de beynimiz vardir: yaklasik 1,5 kg agirliginda, evrende kesfedilmemis en karmasik malzeme. Bu organ, kafa içindeki zirhli haznede yer alan küçük geçitlerden istihbarat toplayarak bütün operasyonu yöneten bir görev kontrol merkezi konumundadir.
Umutlarimiz, düslerimiz, büyük hedeflerimiz, korkularimiz, gülünç güdülerimiz, yüce fikirlerimiz, mizah anlayisimiz ve arzularimizin tümü bu tuhaf organin çiktilaridir. Bu nedenle düsüncelerin fiziksel temeli olmadigi, rüzgârda uçusan tüylerden pek de farkli sayilmayacaklari sezgisine kapilmak kolay olsa da, düsünceler aslinda bu esrarengiz, bir buçuk kiloluk görev kontrol merkezinin bütünlügüne dogrudan baglidir.
Yaptiklarimizin, düsündüklerimizin, hissettiklerimizin çogu bilincimizin disindadir.
Içsel yasamimizin varligi için beynin isleyisine bagimli oldugumuz halde, beyin kendi gösterisine kendi karar verir; yürüttügü etkinliklerin çogu da bilinçli zihnin güvenlik yetki alani disinda çalismaktadir. Sözünü ettigimiz ben?in bu bölgeye giris hakki yoktur bile.
Bilinciniz, koca bir transatlantik buhar gemisinde yolculuk yapan ama kiyida kösede kalmis bir kaçak yolcudan farksizdir; yolculuktan nasiplenmistir ama derinlerde islemekte olan o heybetli mühendislik gözüne görünmez bile. Bu kitap, iste bu sasilasi olguyla ilgilidir.
Neseyle “Aklima bir sey geldi!” diye böbürlendiginizde beyniniz aslinda muazzam bir is çikarmis ve bu deha aniniza hazirlamistir oysa sizi. Sahne arkasindan çikarip da ortaya sundugunuz bir bilgi, nöral devrelerinizin bu bilgi üzerine saatler, günler, belki de yillar öncesinden basladigi çalismanin, onu pekistirip sürekli olarak denedigi, yeni kombinasyonlarin ürünüdür. Ancak siz, sahne arkasinda gizlenmis bu muazzam düzenegin üzerinde bile durmadan, sonucu rahatlikla kendinize yontarsiniz.
Ama bunun için sizi kim suçlayabilir ki? Beyin islerini gizlilik içinde halleder ve fikirleri müthis bir sinir ürünüymüs gibi sunar size. Bu devasa operasyon sisteminin bilinç ve bilis   tarafindan   esilip   desilmesine   izin   vermez.   Beyin   gösterisini   kilik     degistirerek
 “incognito”-icra eder.
Carl Jung?un ifadesiyle, “her birimizin içinde, tanimadigimiz biri daha vardir.” Pink Floyd?un ifadesiyle de “kafamin içinde biri var, ama o ben degilim.”
Zihinsel yasamimizin içinde olup bitenlerin nerdeyse tamami, bilincimizin kontrolü disinda gerçeklesir ve isin dogrusu, böylesi de çok daha isabetlidir. Bilinciniz kendisine istedigi kadar pay çikarsin, beyninizde tikirdayip giden karar verme süreçlerinin çogunda ikinci planda kalmasi sizin hayrinizadir sonuçta.
Ayrintilara karismaya kalktiginda olan biteni kavrayamadigindan islemlerin verimi düser. Parmaklarinizin piyano klavyesi üzerinde nereye zipladigina kafa yormaya basladiginizda, parçayi çalamaz hale gelirsiniz.
Duyularin Tanikligi: Deneyim Gerçekte Nasil Bir Seydir?
Sezgiler der ki, gözünüzü açtiniz ve iste! Dünya karsinizda. Görüs çaba gerektirmez, önemsiz birkaç ayrinti disinda da keskin ve tamdir. Gözlerinizle yüksek çözünürlüklü bir dijital video kamera arasinda önemli bir fark yok gibidir. Benzer sekilde kulaklariniz dünyadaki sesleri dogru biçimde kaydeden kompakt birer mikrofon, parmak uçlariniz da dis dünyadaki nesnelerin üç boyutlu biçimlerini kesfeden birer algilayicidir sanki. Ama sezgilerin bu söyledikleri tümüyle yanlistir.
Gözleri Açmak:
“Görme” eylemi bize öylesine dogal gelir ki, sürecin altinda yatan muazzam karisikliktaki düzenegi takdir etmek güçtür. Beynini yaklasik üçte birinin görmeye adanmis olmasi bu nedenle sasirtici gelecektir size.
Gözleri belirli bir seye dikmenin onu görmek anlamina gelmedigini ilk kesfedenler nörobilimciler degildi. Sihirbazlar durumun farkina çok önceleri varmis ve bu bilgiyi kullanip gelistirmenin yollarini bulmuslardi.
Görmek bakmaktan fazlasini gerektirir. Görme arastirmacilari, beynin görmeyle ilgili bölgelerinin dis dünyanin üç boyutlu temsilini nasil olusturdugunu uzun yillardan beri anlamaya çalisirken aslinda yanlis ata oynamaktaydilar. Beynin aslinda üç boyutlu model kullanmak yerine, en iyi ihtimalle “iki buçuk boyutlu” bir eskize benzetilebilecek bir yapi kurdugu ancak yavas yavas açiklik kazanabildi.
Görme öylesine zahmetsiz bir is gibidir ki, suyu anlamaya zorlanan baliklardan farkimiz yoktur bizim de: Baliklar baska hiçbir sey deneyimlemedikleri için suyu görüp kavramalari neredeyse olanaksizdir.
Birkaç dakika boyunca bir selaleye bakin. Bakislarinizin yönünü degistirdiginizde, yakininizdaki kayalar gibi aslinda hareketsiz duran nesneler, size yukari tirmaniyormus gibi gelir. Bu örnekte hareket algilayicilarinin dengesiz etkinlikleri (normalde yukariyi isaret eden nöronlar, asagiyi isaret eden nöronlarla bir it-çek dengesi içindedir) dis dünyada tanik olunmasi imkânsiz bir durumu görmenize olanak tanir: yer degisimi olmaksizin hareket. “Hareket artetkisi” ya da selale yanilsamasi” olarak bilinen bu aldanma, Aristo zamanindan beri epeyce çalismaya konu olmustur. Bu yanilsama, görmenin farkli modüllerin bir ürünü oldugunu gösterir.
Görmeyi Ögrenmek:
Mike May üç yasindayken bir kimyasal patlama tümüyle kör kalmasina neden olmus, ama bu durum onu dünyanin en iyi Alp disiplini inis kayakçisi, yani sira iyi bir is adami ve aile babasi olmaktan alikoyamamisti. Patlamanin görme yetisini elinden almasinin üzerinden geçen kirk üç yilin sonunda, bu yetiyi yeniden ona kazandirabilecek yeni bir cerrahi yönteminin gelistirildigini duydu. Yasaminda kör bir insan olarak az buz basari elde  etmemisti belki, ama yine de ameliyati deneyecekti.
Ameliyattan sonra gözündeki bandajlar çikarildi ve Mike, bir fotografçinin da esliginde oturup beklerken iki çocugu içeri alindi. Büyük an gelmisti. Ama ortada bir sorun vardi. Gözleri artik kusursuz biçimde çalisiyor olsa da Mike önündeki nesnelere tam bir saskinlikla bakmaktaydi. Beyni böyle bir girdi bombardimani karsisinda ne yapacagini bilmiyordu. Gözleriyle deneyimledigi, sey ogullarinin yüzlerinin görüntüsü degil, yorumlanamaz bir kenarlar, renkler ve isiklar karmasasiydi. Gözleri islev görüyor, ama görmeyi basaramiyordu.
Bütün bunlarin nedeni, beynin görmeyi ögrenmek zorunda olmasidir.
Beyniniz, kafatasinin içindeki siginaginda mutlak bir karanlikla çevrelenmistir. Hiçbir sey görmez. Tek bildigi, bu küçücük sinyallerden ibarettir. Ama siz buna ragmen dünyayi isik ve rengin bütün farkli dereceleriyle ve tonlariyla algilarsiniz. Beyniniz karanliktadir, ama zihniniz isigi kurgulayabilir.
Ister gözlerden, ister kulaklardan, ister bambaska yerlerden olsun, uyarilarin nereden geldigi, beyni hiç mi hiç ilgilendirmez.
Kaya tirmanicisi Eric Weihenmayer, kendisini 13 yasinda kör birakan ve retinosizis  adi verilen ender bir göz hastaligiyla dünyaya gelmisti. Bu durumun dagci olma düsünü yikmasina izin vermeyerek 2001 yilinda Everest Dagi?na tirmanan ilk görme engelli dagci oldu. Artik tirmanislarini 600 ufacik elektrot içeren ve BrainPort olarak bilinen küçük bir levha parçasini agzinda tasiyarak gerçeklestiriyor. Bu, onun tirmanirken dili araciligiyla görmesini sagliyor. Dil, normalde bir tat alma organi oldugu halde, tasidigi nem ve yarattigi kimyasal ortam, yüzeyine karincalanma duygusu veren bir elektrot levhasi yerlestirildiginde onu kusursuz bir beyin-makine arayüzü haline getirir. Levha, video girdisini bir elektriksel uyari örüntüsüne çevirerek dilin normalde görme duygusuna atfedilen özellikleri (uzaklik, biçim, hareket dogrultusu ve boyut gibi) algilanmasini saglar. Bu düzenek, bize  gözümüzden çok beynimizle gördügümüzü hatirlatir niteliktedir.
Baslangiçta Eric gibi görme engellilere yardimci olmak üzere gelistirilen teknigin yeni uygulamalarinda dil levhasina kizilötesi ve sonar girdileri de verilmekte ve böylece  dalgiçlarin bulanik sularda görmesi, askerlerin de karanlikta 360 derecelik görüse sahip  olmasi saglanmaktadir.
Geçmisin Ne Kadar Gerisinde Yasiyorsunuz?
Beynin kurgulari görme ve isitmeyle sinirli degildir; zaman algisi da bu tür bir kurgudur.
Parmaklarinizi saklattiginizda gözleriniz ve kulaklarinizin bu hareketle ilgili olarak kaydettigi bilgi daha sonra beyin tarafindan islenir. Ancak sinyallerin beyinde ilerleme hizi oldukça yavastir; bakir bir tel boyunca sinyal tasiyan elektronlarin hizindan milyonlarca kez daha yavas. Bu nedenle bu saklatma hareketinin sinirsel olarak islenmesi biraz zaman alir. Siz algiladiginiz anda eylem çoktan olup bitmistir bile. Algi dünyamiz her zaman gerçek dünyamizin gerisinde kalir.
Öyleyse duyularimiza güvenmek konusunda alacagimiz ilk ders sudur: Siz siz olun duyulariniza güvenmeyin. Bir seyin dogru olduguna inanmaniz ya da dogru oldugunu bilmeniz, onun gerçekten dogru oldugu anlamina gelmez.
Savas  pilotlarinin  akildan  çikarmamaya  çalistigi  en   önemli  ders     “ cihazlariniza güvenin”dir. Çünkü duyulariniz size en alçakça yalani söyleyebilir ve siz kokpit kadranlari yerine bunlara güvenmeyi yeglerseniz, yere çakilirsiniz. Sonuç olarak, biri size bir daha “Kime inaniyorsun, bana mi, yoksa gözünün gördügüne mi?” sorusunu sordugu zaman, yanit vermeden önce iyice sünün.
Ne de olsa “oralarda” olan bitenin çok azinin farkindayiz. Beyin, zaman ve kaynaktan tasarruf saglayan varsayimlarda bulunarak, dünyayi yalnizca ihtiyaci oldugu kadariyla görmeye çalisir.
Aradaki Bosluk: ZIHIN
Beyninizin dalmis oldugu islerin büyük çogunlugunun bilincinde degilsinizdir, olmak da istemezsiniz dogrusu; çünkü bunu yapabilseydiniz, beynin tikir tikir isleyip giden süreçlerine müdahale etmis olurdunuz.
Çaldiginiz piyano parçasini berbat etmek istiyorsaniz, parmaklariniza konsantre olun yeter; soluksuz kalmak istiyorsaniz, soluk alma verme isini düsünün; golf topunu kaçirmak istiyorsaniz da vurusunuzu analiz edin. Çocuklar için bile asikâr olan bu dersin Saskin Kirkayak” gibi siirlerde ölümsüzlestigine tanik oluyoruz.
Yasayip gidiyordu kirkayak, oldukça mutlu,
Ta ki bir kurbaga gelip de eglencesine sorana dek ona su soruyu: “Hangi ayagin, hangisini izliyor, yalvaririm söyle.”
Akli öyle karisti ki kirkayagin Kalakaldi hendekte, pek bir dalgin
Bilmedi nasil kosacagini, kipirdayamadi saskin.
Örtülü bellek beyninizin, zihninizin açik biçimde erisemedigi bir bilgiyi sakladigina isaret eden bir kavramdir. Bisiklete binmek, ayakkabi baglamak, klavye ile yazmak ya da bir yandan cep telefonu ile konusurken bir yandan arabayi park etmek buna verilebilecek örneklerdir. Bu isleri kolaylikla yapar, ancak nasil yaptigimizin ayrintilarini bilmezsiniz.
Dünyanin en iyi tavuk seksörleri1 Japonlardir. Civcivler yumurtadan çiktiginda genellikle büyük ticari kuluçkahanelerde hizla erkek-disi diye ayrilir. Burada tavuk seksörlerinin isi her bir civcivi eline alip, konulacagi bölgeyi belirlemek üzere hizla  cinsiyetini saptamaktir. Ancak bu is olaganüstü zordur, çünkü erkek ve disi civcivler birbirinden farksiz görünürler. Japonlarin icadi olan ve civcivin arka kismindaki açikligin özelliklerine bakarak cinsiyetini tayin eden uzman tavuk seksörleri, bir günlük civcivlerin cinsiyetini hizla belirleyebiliyorlardi.
1930?lu yillardan baslayarak dünyanin dört bir yanindaki kümes hayvani üreticileri, teknigi ögrenmek için Japonya?daki Zen-Nippon Civciv Cinsiyet Tayini Okulu?na seyahat eder olmustu. Profesyonellerin ögrencileri egitme yönteminde, usta çiragin yani basinda dikilir ve onu seyrederdi. Ögrenci ise eline bir civciv alir, hayvanin gerisini inceler ve bölmeden birine ativerirdi. Ustanin tek yaptigi geri bildirimde bulunmakti: Evet ya da Hayir diyerek. Bu etkinlikte geçen haftalar sonra ögrencinin beyni de ustasininkinin düzeyine erisirdi; tabii bilinçsizce.
Nasil Severim Seni? Ver Isminin Harflerini
Kendinize es olarak kimi seçtiginizde bilinçdisinin örtülü düzeneginin parmaginin oldugunu söyleyemeyiz elbette. Yoksa söyleyebilir miyiz?
2004?te psikolog John Jones ve meslektaslari, Georgia?nin Walker, Florida?nin da Liberty bölgesinden on bes bin evlilige iliskin kayitlari incelediler. Bulgularina göre, isimleri, kendi isimlerinin bas harfiyle baslayan kisilerle evlenmeyi yegleyenlerin sayisi, gerçekten de sansa atfedilebilecek bir oranin üzerindeydi.
Peki, ama neden? Mesele aslinda bütünüyle harflerde yatmaz; isin asli, bu tür durumlarda seçilen esin, kisiye kendisini hatirlatmasidir. Insanlar kendi yansimalarini baskalarinda bulmayi severler. Psikologlar bu durumu bilinçdisi bir özsevgi olarak, bir baska deyisle yakin ve asina gelen seyler karsisinda duyulan bir rahatlik düzeyi olarak yorumlar   ve  örtülü benlikçilik (implicit egotism) olarak tanimlarlar.
Örtülü benlikçilik, seçeceginiz meslegi de etkileyebilir. Çesitli üyelik kayitlarini inceleyen Pelham ve çalisma arkadaslari, Denise ya da Dennis gibi isimlere sahip kisilerin dis hekimi (Ing. “dentist”), ismi Laura ya da Lawrence olanlarin avukat (Ing. “Lawyer”) , George ya da Georgina olanlarinsa jeolog (Ing. “geologist”) olma olasiliginin yüksek oldugunu buldular.
Seksör: Hayvanlarda cinsiyet tayini yapan kisi.
Belirli bir ürüne ya da yüze tekrar tekrar maruz kaldiginizda, onu giderek daha fazla tercih eder hale gelirsiniz. Sürekli göz önündeki sahsiyetlerin, beklenenin tersine olumsuz basindan her zaman rahatsiz olmamalarinin nedeni de bu etkidir. Ünlülerin siklikla söyledigi gibi “tek kötü reklam, reklam olmamasidir” ya da “gazetelerin hakkimda ne yazdigi umurumda bile degil, yeter ki adimi dogru yazsinlar.
Örtülü bellegin bir baska disavurum biçimi de dogruluk yanilsamasi etkisi olarak bilinir: Dogru olsun olmasin, eger daha önce duyduysaniz, bir ifadenin dogru olduguna inanmaniz olasiligi görece yüksektir.
Hisler ve Önseziler
Beynin, özellikle de insan beyninin en etkileyici yönlerinden biri, önüne gelen neredeyse bütün isleri ögrenme esnekligine sahip olusudur. Ögrenmedeki bu esneklik, insan zekâsi olarak tanimladigimiz seyin büyük bölümünden sorumludur. Birçok hayvan hakli biçimde zeki olarak nitelendirilse de insanlar, zekâlarinin esnekligi ve nöral devrelerini eldeki ise uyarlayabilme becerileriyle onlardan ayrilirlar. Iste bu nedenledir ki, gezegenin her  yerinde yerlesebiliyor, dogdugumuz topraklarda konusulan dili ögrenebiliyor ve keman  çalma, yüksek atlama, uzay mekigi kullanma gibi birbirinden bunca farkli iste ustalasabiliyoruz.
Sporcular hata yaptiklarinda antrenörleri genelde “Biraz kafani kullan!” diye bagirir. Buradaki ironi, profesyonel sporcularin hedefinin aslinda sünmemek olmasidir. Binlerce saatlik çalisma ve egitim yatiriminin amaci, mücadele alevlendigi sirada dogru manevralarin otomatik biçimde, bilincin katkisi olmaksizin yapilabilmesidir. Ilgili becerilerin, oyuncunun devrelerine kazinmak üzere zorlanmasi gerekmektedir. Sporcular “sahaya çiktiginda” ipleri ele alan, oyunu hiz ve verimle sürükleyen, sahip olduklari iyi egitimli bilinçdisi düzenektir.
Böylece anliyoruz ki, isler otomatiklestikçe, eylemlerimizin özüne bilinç düzeyinde erisme olanagimiz da o ölçüde azaliyor.
sünülebilir Düsünceler
‘’Insan, düsünce barindiran bir bitkidir; tipki bir gül agacinin gül, elma agacinin da elma barindirdigi gibi.” Antonine Fabre D’Oliver
Insanlar insanlara, kurbagalar da kurbagalara çekici gelir. Arzu ne kadar dogal görünürse görünsün, dikkat edilecek ilk sey, yalnizca türe uygun bir arzuya “ayarli” olusumuzdur. Bu durum basit, ancak önemli bir noktanin altini çizer: Beynin devreleri, hayatta kalmamiz için uygun davranislari üretecek sekilde düzenlenmistir. Elma, yumurta ya da patatesin tadini begenmemizin nedeni, içerdikleri moleküllerin harikulade biçimleri degil, bunlarin kusursuz birer seker ve protein paketi, bir baska deyisle bankanizda saklayacaginiz enerji dolarlari olmasidir. Yararli olduklari için bizler de bu yiyeceklerin tadini begenecek sekilde programlanmisizdir. Buna karsilik diskinin zararli mikrop içerigi, bizi onu yemekten alikoyan bir tiksinti gelistirmemizi saglamistir.
Hiçbir sey “dogal” olarak lezzetli ya da tiksindirici degildir; tadin niteligi, sizin gereksinmelerinize baglidir. Lezzet, basitçe bir yararlilik göstergesidir.
Her birey, kendi seçtigi yolun gerçeklik olduguna inanir. Bunu daha iyi, anlamak için magenta renkli salilar, biçimi olan tatlar ve dalgali yesil senfoniler içeren bir dünya düsleyin. Diger bütün yönleriyle normal olan her yüz kisiden biri, sinestezi (“birlesik duyumlar” anlamina gelir) adi verilen duyumdan ötürü dünyayi iste böyle algilar. Sinestezik kisilerde belirli bir duyunun uyarilmasi, olaganin disinda bir duyusal deneyimi tetikler: Renkler isitilebilir,  biçimler  tat  kazanir  ya  da  sistematik  olarak  baska  duyusal  karisimlar yasanir.
Sözgelimi, bir ses ya da müzik kesiti yalnizca isitilmekle kalmaz, ayni zamanda görülebilir, tadilabilir ya da dokunabilir olur.
Sinestezi, farkli duyusal algilarin birlesmesi durumudur. Zimpara kâgidina dokundugunuzda fa diyez sesi alir, önünüzdeki tavugu tattiginizda parmak uçlarinizda karincalanma hissedebilir ya da bir senfoniyi maviler ve altin renkleri esliginde dinlersiniz.
Sinestezik kisiler bu etkilere öylesine alismislardir ki, baskalarinin da ayni deneyimleri yasamadigini anladiklarinda genellikle sasirirlar. Bu tür deneyimler, hiçbir anlamda patolojik birer anormallik degildir; sadece istatiksel açidan sira disidir.
Peki, neden bazi insanlar dünyayi böyle görür? Sinestezi, beynin duyu bölgeleri arasinda artmis olan karsilikli konusmanin bir sonucudur. Bunu, beyin haritasinda yer alan ve aralarindaki sinirlarda bosluklar bulunan komsu ülkeler olarak düsünün. Hatlarin bu sekilde karismasinin nedeni, aileler içinde bireyden bireye geçen küçücük genetik degisikliklerdir.
Bebekleri düsünün. Yeni dogmus bebekler birer “bos levha” degildir; bir yigin  problem çözme gerecini kalitsal yolla almis ve elde hazir çözümlerle ise baslamislardir. Bu nedenle çocuklar çevrelerindeki varliklari (anne, baba, ev hayvanlari, televizyon gibi) taklit etme yoluyla ögrendikleri halde bos bir levha degildir. Bebeklerin çikardiklari tipik sesleri düsünün. Sagir bebekler, isitebilen bebeklerle ayni sesleri çikarir; farkli ülkede yasayan bebeklerin çikardiklari sesler ise, birbirinden çok farkli dillere maruz kalsalar da benzerdir. Buradan, bu ilk bebek „konusmalarinin?, insanlarda önceden programlanmis bir özellik olarak kalitildigini anliyoruz.
Leda Cosmides ve John Tooby isimli psikologlarin söyledigi gibi “Kalp atimi evrenseldir çünkü onu üreten organ her yerde aynidir. Bu, biraz sinirli biçimde de olsa, toplumsal etkilesimin evrenselligi için de geçerli bir açiklamadir.” Bir baska deyisle, tipki kalp gibi beyin de, toplumsal davranisin ifadesinde belirli bir kültürün varligina gerek duymaz. Bu program temel donanimla birlikte, önceden paketlenmis halde sunulur bize.
Evrimlesen Beynin Düsturu: Gerçekten iyi olan programlari iyice derinlere, DNA’ya kazi.
 Içgüdüler, ögrenilmesi zorunlu olmayan karmasik ve dogustan gelen davranislardir. Deneyimden bagimsiz sayilabilecek, ayri bir pakette sunulmuslardir bize. Evrimsel baskinin bir sonucu olarak biçimlenen içgüdü programlari davranislarimiza düzen vererek bilissel yönümüze de saglam biçimde kilavuzluk eder.
Geleneksel olarak, içgüdülerin akil yürütme ve ögrenmenin tersi oldugu düsünülür. Eger siz de çogu insan gibiyseniz, köpeginizin büyük ölçüde içgüdülerle, insanlarin ise bundan farkli bir seyle, daha çok mantik benzeri bir süreçle yönlendirildigini düsünüyor olmalisiniz.
Içgüdülerin otomatiklesmis davranislarimizdan (daktiloda yazi yazmak, bisiklete binmek gibi) farki, bunlari yasam süremiz içinde ögrenmek zorunda kalmayip kalitimla elde etmis olmamizdir.
GüzellikBütün evren onu sevmek için yaratildi!
Insanlara neden karsi cinsin yaslilari degil de gençleri çekici gelir?
Sarisinlar gerçekten daha fazla mi eglenirler?
Neden adamakilli baktigimiz birini degil de, bir anligina gördügümüz kisileri daha çekici buluruz?
Bu noktada, güzellik algimizin da beynin derinlerine kazinmis oldugunu ve bunun biyolojik yönden yararli bir amaca hizmet ettigini duymak, size sasirtici gelmese gerek.
Insanlarin güzel olarak niteledikleri seyler, özünde hormonal degisimlerden kaynaklanan dogurganlik isaretlerini yansitir. Kizlarla erkeklerin yüz ve vücut özellikleri, ergenlige kadar birbirine benzer.
Ergenlik döneminde kizlarda görülen östrojen artisi onlara daha dolgun dudaklar kazandirirken, erkeklerde artan testosteron da çenenin daha geliskin hale gelmesine, burnun büyümesine neden olur. Östrojen meme ve kalçalarin büyümesini, testosteron ise kas gelisimini saglayarak omuzlarin genislemesini tetikler. Sonuçta kadinlarda dolgun dudaklar, dolgun kalçalar ve ince bel, açik bir mesaj iletmektedir: Östrojenle doluyum ve dogurganim.
Kadin yüzlerini güzellik ölçeginde derecelendirmeleri istenen erkekler, gözbebekleri büyümüs kadinlari daha çekici bulmuslardi çünkü genis gözbebekleri cinsel ilgiye dair mesaj vermektedir.
Yapilan arastirmalarda, kadinlarin en güzel oldugu dönemin, adet döngüsü içinde en dogurgan olduklari döneme, kanamadan yaklasik on gün kadar öncesine karsilik  geldigi ortaya çikmistir.
Güzellikle ilgili olarak verilen hükümler yalnizca görsel sistemin etkisiyle biçim kazanmayip, kokudan da etkilenir. Bern Üniversitesi?nde yapilan bir çalismada kiz ve erkek ögrencilerde MHC (temel doku uygunluk kompleksi-major histocompatibility complex) ölçümleri yapildiktan sonra erkeklere ter emici pamuklu tisörtler dagitildi. Daha sonra laboratuvara dönen kiz ögrenciler, burunlarini tisörtlerinin koltukalti bölgesine daldirarak hangi vücut kokusunu yeglediklerini belirttiler. Sonuç: onlar da tipki fareler gibi MHC?leri kendininkilere benzemeyen erkekleri tercih etmislerdi. Açik ki, burnumuz da tercihlerimizi etkilemekte ve yine üreme görevini bilincin radarina yakalanmaksizin yerine getirmektedir.
Sadakatsizlik Genlerimizde mi Var?
Bazi erkekler tek bir esle yasayip ona bagli kalmaya genetik bakimdan yatkinken digerleri böyle olmayabilir. Yakin gelecekte, bilimsel literatürün yakin takipçisi  genç kadinlar, erkek arkadaslarinin sadik birer koca olma olasiligini anlamak için onlardan genetik test yaptirmalarini isterlerse sasmamak gerekir.
Yakin geçmiste bakislarini ask ve bosanma konularina çeviren evrimsel psikoloji uzmanlarinin, birbirine âsik olan iki insanin, üç yila varan bir süre boyunca heyecan ve zirvede dolastigi bir dönem yasadigini fark etmeleri uzun sürmedi. Bu dönem boyunca vücut ve  beyindeki  iç  sinyaller  sözcügün  tam  anlamiyla  birer  ask  iksiridir.  Sonra  inise geçilir.
Evrimsel  bakis  açisindan,  bir  çocuk  yetistirmek  için  gereken  süreyi  astiktan   sonra  (ortalama dört yil), seçtigimiz ese duydugumuz ilginin azalmasina programlanmisizdir. Psikolog Helen Fisher, tipki tilkiler gibi programlandigimiz görüsündedir. Tilkiler üreme mevsiminde es bagi kurar, yavrular biraz olgunlasana kadar birlikte kalir sonra da yollarini ayirirlar. Neredeyse altmis ülkede bosanma olgusunu arastiran Fisher, bosanma girisimlerinin, varsayimiyla tutarli biçimde evliligin yaklasik dördüncü yilinda zirveye ulastigini fark etmistir.
Bir Rakipler Takimi Olarak BEYIN
Eski Yunanlilarin yasamla ilgili olarak yaptiklari bir benzetme vardi: Bir arabacisiniz ve iki tekerlekli at arabaniz güçlü kuvvetli iki at tarafindan çekiliyor. Beyaz at aklin, siyah at tutkunun temsilcisi. Beyaz at sürekli olarak yolun bir tarafina, siyah at da diger tarafina çekmeye çalisiyor. Sizin isiniz dizginleri sikip ikisini de kontrol altinda tutmak; çünkü yolun ortasindan ilerlemeye devam etmenizin tek yolu bu.
Duygusal ve akilci aglar yalnizca anlik ahlaki kararlar alinirken degil, bildik baska durumda daha birbiriyle mücadele ederler: zaman ölçeginde nasil davrandigimiz.
Seytan neden size söhreti simdi satar da ruhunuzu daha sonra ister?
Birkaç yil önce iki psikolog (D. Kahneman ve A. Tversky) insanin içine kurt  düsürecek ölçüde basit bir soru attilar ortaya: Size su anda 100 dolar verme ya da bir hafta sonra 110 dolar verme seçeneklerini sunsam, hangisini seçerdiniz?
Çogu kisi seçimini o anda alabilecegi 100 dolar yönünde yapmayi yeglemisti. Bir on dolar fazlasi için koca bir hafta daha beklemeye degmezdi.
Arastirmacilar, daha sonra soruda küçük bir degisiklik yaptilar: Size bundan 52 hafta sonra 100 dolar ya da 53 hafta sonra 110 dolar vermeyi teklif etsem, hangisini seçerdiniz? Katilimcilarin çogu bu sefer seçimlerini 53 haftalik bekleme süresi lehine degistirdi. Burada dikkat edilecek nokta her iki senaryoda da fazladan bir haftalik bekleme süresinin fazladan bir 10 dolar kazandiriyor olmasi. Öyleyse seçimlerin tersine dönerek önce bir tanesinde, sonra digerinde yogunlasmasinin nedeni ne olabilir?
Bunun nedeni, insanlarin gelecegi “indirime” tabi tutmasidir: Simdiki zamana göre yakin olan ödüllere, gelecekteki ödüllere kiyasla daha büyük deger biçilir hep. Ödülle gelecek hazzi ertelemek güçtür. Ve hemen simdi, her zaman en büyük degerin kendisine verilmesi bakimindan çok özel bir konumdadir.
Beyin Demokrasisinde Iç Savaslar
Psikologlar, bir sey okurken bir yandan da bir kalemi disleriniz arasinda tutarsaniz okudugunuz seyi daha komik buldugunuzu kesfetmislerdir. Bunun nedeni, beynin yorumunun yüzünüzdeki gülümsemeden etkilenmesidir. Kambur durmak yerine dik oturursaniz, kendinizi daha mutlu hissedersiniz. Beyniniz agiz ve omurganizin yaptigi bu hareketlerin, sizin nesenizden kaynaklandigini varsayar.
Zihin, örüntü arar ve bilim yazari Michael Sherner?in ortaya attigi bir terimle ifade edecek olursak, “örüntüsellige-patternicity” yönelir; yani anlamsiz verilerde belirli bir yapi kesfetmeye çalisir. Evrimin bu örüntü arayisini destekleme nedeniyse, çesitli bilinmeyenleri nöral devrelerdeki hizli ve verimli programlara indirgeme olanagini tanimasidir.
Akil karistirici veriler karsisinda öyküye siginma olgusuna bir örnek olarak rüyalari  ele alalim. Rüyalar da beyinde geceleri kopan elektriksel firtinalar için kurgulanan yorumsal bir üst katman olarak düsünülebilir. Nörobilim literatüründeki popüler bir görüse göre rüyalardaki olay olgusu, aslinda gelisigüzel elektriksel etkinliklerin (orta beyindeki sinir hücresi topluluklarinin elektriksel desarji) etkisiyle bir araya getirilmis parçalardan olusan bir bütündür. Bu sinyaller alisveris merkezindeki bir görüntünün, sevilen birinin yüzünün, düsme duygusunun ya da bir aydinlanma aninin simülasyonunu ortaya çikarir. Tüm bu anlar bir öykü olusturmak üzere birbirine örülür; siz de gelisigüzel elektriksel etkinliklerle geçen bir geceden sonra iste bu nedenle esinize dogru dönüp ona anlatacak tuhaf ve saçma bir öykünüz  oldugunu söylersiniz.
Bir rüyada yeni bir fikra ögrendigim çok olmustur ve bu da beni çok etkilemistir. Saskinligimin nedeni fikrayi günün ayiltici isiginda çok komik bulmam degil (çünkü komik degildir gerçekten de), kendimin üretebilecegimi asla düsünemeyecegim bir fikra olmasidir. Ama yine de, en azindan tahminen, bu ilginç olaylar dizisini kurgulayan, bir baskasinin degil, benim beynimdir.
Bilinç Neden Var?
Çevrenizdeki seylerin bilinçli biçimde farkinda oldugunuzu saniyorsaniz, bir daha düsünün. Isinize arabayla ilk gidisinizde çevrenizdeki her seye dikkat edersiniz. Yol uzun  gelir size. Ama ayni yolu defalarca kullandiktan sonra, bilinçli bir düsünme sürecine fazla ihtiyaç duymadan isyerine varabilirsiniz. Artik baska seyleri düsünmek için özgürsünüzdür; sanki evden çikmis ve göz açip kapayincaya kadar isinize ulasmisinizdir.
Ögrenmenin ilk asamasinda yardimina basvurulan bilinç, ögretiler sistemin derinliklerine isledikten sonra devreden çikarilir.
Sir kavramini ele alalim. Sirlarla ilgili olarak bilinen temel seylerden biri, sir tutmanin beyne zarar verebildigi gerçegidir.
Sir, beyinde rekabete tutusmus taraflar arasindaki mücadelenin bir ürünüdür. Beynin bir bölümü bir durumu açiga vurmak isterken, digeri istemez. Beyinde rakip taraflarin oylarinin birbirine karsilik gelmesi, sirri tanimlar. Iki taraf da sirri söylememekten yanaysa elimizde yalnizca sikici bir gerçek, iki taraf da sirri söylemekten yanaysa da yalnizca iyi bir öykü var demektir. Rekabetin çizdigi çerçeve olmadan, sirri tanimlamamiz da mümkün olmayacaktir.
Sirri açiga vurmanin ana nedeni, bunun olasi uzun dönemli sonuçlarina iliskin duyulan endisedir. Bir dostunuz sizin hakkinizda kötü düsünebilir, sevgiliniz kirilabilir, toplumdan dislanabilirsiniz. Insanlarin sirlarini daha çok yabancilara açmasi, yasanacak sonuca dair duyduklari endisenin kanitidir. Nöral çatisma, böylece herhangi bir bedel ödemeksizin atlatilmis olur.
Uçakta karsilastiginiz yabancilarin durup durukken kendilerini size yakin hissedip evlilik sorunlarini bütün ayrintilariyla anlatmalarinin, günah çikarma kabinlerinin dünyanin en büyük dinlerinden birinde yerini hala koruyor olmasinin nedeni budur. Bu olgu, benzer sekilde dua etmenin cazibesini de açiklayabilir; özellikle de tanrilarin son derece kisisel oldugu ve kullarini sonsuz bir sevgiyle, pür dikkat dinledigi dinlerde…
Nereden Geldik, Nereye Gidiyoruz?
Çogumuz bütün yetiskinlerin saglikli seçimler yapma konusunda ayni beceriye sahip olduguna inaniriz. Bu düsünce kulaga hos gelse de yanlistir.
Insan beyni, yalnizca genetik nedenlerle degil, yetisme ortamina da bagli olarak birbirinden büyük farkliliklar gösterebilir ve gerek kimyasal gerek davranissal birçok “hastalik yapici” (“patojen”), nasil biri haline geldiginizde etkili olabilir.
Anne adayinin hamilelik sirasinda madde kullanimi, annelik stresi ve düsük dogum agirligi bunlarin arasinda sayilabilir. Çocuk büyüdükçe ihmal, fiziksel taciz ve kafa hasarlari da zihinsel gelisimde aksakliklara neden olur.
Kendinizi bir suçlunun yerine koyup “Ben böyle yapmazdim” demek düsündügünüz kadar kolay olmayabilir; çünkü siz de onun gibi ana rahminde kokaine, kursun zehirlenmesine ya da fiziksel tacize maruz kalmadiysaniz, durumunuz onunkiyle dogrudan karsilastirilamaz. Beyinleriniz farklidir; bu yüzden de kendinizi onun yerine koyamazsiniz.
Nasil bir olacaginizla ilgili ihtimaller bile çocuklugunuzdan çok öncesine, varolus aniniza dayanir. Insan davranislarinda genlerin önemli olmadigi görüsündeyseniz, su inanilmasi güç gerçegi bir düsünün: Eger belirli bir gen grubuna sahipseniz, bir siddet suçu isleme olasiligyüzde sekiz yüz seksen iki oraninda artar.
Davranis teknemizi süren, kendimiz degiliz; en azindan sandigimiz ölçüde.
Kim oldugumuz, bilinçli erisim yüzeyinin çok derinlerinde belirlenmistir. Ayrintilar zamanda geriye, dogumumuzdan öncesine, spermle yumurtanin birlestigi ana kadar gider. Bu birlesme bizi bazi özelliklerle donatmis, digerlerini dislamistir.
Kim olacagimiz ise moleküler sablonlarimizla, yani asitlerden olusan, gözle görülmeyecek kadar küçük, bir dizi yabanci kodla baslar; üstelik de biz daha sahneye bile çikmadan. Bizler aslinda erisilmez mikroskobik tarihimizin birer ürünüyüzdür.
Genlerle çevrenin karmasik etkilesimi, toplumdaki her bir kisinin farkli bakis açisina, farkli kisilige ve karar verme konusunda da farkli becerilere sahip olmasi sonucunu getirir beraberinde.
Bunlar insanlarin özgür iradeyle yaptiklari seçimler degil, yalnizca oyunda önlerine düsen kartlardir.
Özgür Irade Sorunu
Asil soru, bütün eylemlerinizin mi otomatik pilot üzerinden yürütüldügü ve içinizdeki biyolojinin kurallarindan bagimsiz olarak seçme “özgürlügü” bulunan küçücük bir  parça olsun barindirip barindirmadiginizdir. Bu soru hem felsefecilerin hem de bilim insanlarinin vazgeçilmez tartisma konusu olagelmistir.
Beynin her bir parçasi diger beyin parçalarina siki bir biçimde bagli olup onlar tarafindan yönlendirilmektedir. Bu durum ise, hiçbir parçanin bagimsiz, dolaysiyla “özgür” olmadigina isaret eder.
Öyleyse, düzenekte baska parçalarla kurdugu nedensel iliskiyi izlemeyen herhangi bir parça bulamamis olmamizdan hareketle, simdiki bilim anlayisimiz kapsaminda, özgür iradeyi (kendisi nedensiz olan nedeni) araya sikistiracak fiziksel boslugu da bir türlü bulamiyoruz.
Ama yine de, hiç kimse fiziksel olmayan varlik (özgür irade) ile fiziksel varligin  (beyin maddesi) etkilesimi problemini dogru biçimde çözmenin yolunu henüz bulabilmis degildir.
Özgür irade kavramini kurtarmak için baska görüsler de öne sürülmüstür. Sözgelimi, klasik fizik, belirlenimcilige (determinizm) tam tamina uyan (“her sey, öngörülebilir biçimde bir öncekini izler”) bir evren tanimlarken, atomik ölçekleri betimleyen kuantum fizigi de öngörülemezlik ve belirsizligi evrenin özünde var olan birer nitelik olarak tanitir. Kuantum fiziginin babalari, bu yeni bilimin özgür iradeyi kurtarip kurtaramayacagini merak ediyorlardi. Ancak ne yazik ki kurtaramaz.
Insan Esitligi Söylencesi
Beyin isleyisinin davranisla nasil sonuçlandigini anlamak için baska nedenler de vardir. Insanlari hangi eksen üzerinden ölçersek ölçelim ( empati, zeka, yüzme becerisi, saldirganlik ya da dogustan gelen çello çalma veya satranç oynama yetenegi) doganin çok genis bir dagilim ortaya koydugunun farkina variriz.
Insanlar esit dogmazlar. Ve bu degiskenlik, hep hali altina süpürülmesi evla bir konu olarak görülse de, aslinda evrimin motorudur. Evrim her nesille birlikte, mümkün olan bütün boyutlarda üretebildigi kadar çesit üretir; çevresel kosullara en uygun ürünler de üreme hakkini kazanir. Bu yaklasim, son bir milyar yil boyunca inanilmaz ölçüde basarili olmus ve “ilkel çorba” içinde kendi kendini çogaltarak yüzen moleküllerden yola çikarak, roketlerle uzaya açilan insana kadar ulasabilmistir.
Hükümdarliktan Sonra Yasam
Galileo 1610?da kendi yaptigi teleskopla Jüpiter?in aylarini kesfettikten sonra, din çevreleri onun Günes merkezli yeni kuramini, insanin tahtindan indirilisi olarak betimlemis ve ciddi biçimde kinamislardi.
Yüz yil sonra, Iskoçyali çiftçi James Hutton?in tortul katmanlarla ilgili çalismasi, Kilise?nin Dünya?nin yasiyla ilgili tahminlerini altüst ederek gezegeni sekiz yüz bin kez daha yasli kiliyordu.
Kisa süre sonra Darwin insanlari, çesitli canlilarla dolup tasmakta olan hayvanlar aleminin dallarindan biri olmaya indirgeyerek, onlari görkemli konumlarindan etti.
1900?lerin baslarinda kuantum mekanigi, gerçekligin dokusuyla ilgili anlayisimizi geri dönüssüz biçimde degistirdi.
1953?te ise Francis Crick ve James Watson?in DNA?nin yapisini çözmesiyle yasamin gizemli hayaleti, yalnizca dört harften olusan diziler halinde yazilip bilgisayarda depolanabilen bir gerçeklige dönüsstü.
Geride biraktigimiz yüzyilda ise nörobilim, bilinçli zihnin, teknenin kaptani olmadigini gösterdi bize.
Böylece evrenin merkezinden düsüsümüzün üzerinden geçen kisacik bir dört yüz yil sonra, kendi merkezimizden de düsgümüze tanik oluyorduk.
Sonra ögrendik ki, dünyayi görüs biçimimiz, gerçekte var olan seyleri yansitmiyor olabilir: Görüs dedigimiz sey, aslinda beynin bir kurgusudur; tek görevi de kurdugumuz etkilesimler ölçeginde bizim isimize yarayacak bir öykü üretmektir.
Bunca bilimsel ilerlemenin yaninda, birçok kisinin aklinda rahatsiz edici bir soru da belirdi: Tahttan onca kez indirildikten sonra, elimizde ne kaldi? Kimi düsünürlere göre, evrenin büyüklügü daha açik hale geldikçe, insan da önemini o ölçüde yitiriyordu; neredeyse kaybolma noktasina varana dek. Anlasildi ki, uygarliklara atfedilen dönemsel zaman  ölçekleri, gezegendeki çok hücreli yasamin uzun tarihi içinde, yasamin tarihi de gezegenin tarihi içinde ancak bir göz kirpma süresiyle temsil edilebilirdi.
Bundan iki yüz milyon yil sonra ise bu hayat dolu, üretken gezegen, Günes?in genislemesiyle yutulup yok olacaktir.
Felsefeciler, binlerce yildir erdemin ne oldugunu ve nasil güçlendirilecegine iliskin sorular soruyorlar.
Beyinde birbirine rakip unsurlari genellikle motor ve fren benzetmesiyle yorumlariz: Bazi birimler sizi belli bir davranisa yönlendirirken digerleri sizi durdurmaya çalisir. Ilk bakista, erdemin “kötü bir sey yapmayi istememek”ten ibaret oldugunu düsünebilsek de daha incelikli bir çerçeveden baktigimizda, erdemli bir insanin da güçlü ahlak disi dürtülere pekâlâ sahip olabilecegini, ancak bunlari asmak için yeterli fren gücünü de harekete geçirebildigini görürüz. (erdemli kisinin çok sayida “seytani” düsünceye sahip oldugu ve bu nedenle de saglam frenlere ihtiyaç duymadigi durumlar da olabilir. Ama böyle baktigimizda, seytana uymak için daha büyük bir savas veren kisinin, ondan daha erdemli oldugunu söylemek de yanlis olmasa gerek.) Bu türden bir yaklasim, insanlarin tek bir zihne sahip olduguna inandigimizda degil, perde arkasindaki rekabet açikça gördügümüzde mümkün hale gelir.
Kendini Bilmek
Bil öyleyse kendini ve birakma isini Tanri’ya. Insansa üzerinde çalisacagin, bakacagin da yine insandir, unutma.” Alexander Pope
Kendimizi tanimak, içeriden oldugu kadar (iç gözlem yoluyla) disaridan da (bilim yoluyla) çalismayi gerektirir. Bu, iç gözlem konusunda kendimizi gelistiremeyecegimiz anlamina gelmez. Ne de olsa, orada gerçekten ne gördügümüze tipki bir ressam gibi dikkat etmeyi ögrenebilir, iç sinyallerimizle de tipki bir yogi gibi yakindan ilgilenebiliriz.
Ama iç gözlemin de sinirlari vardir. Su kadarini düsünün yeter: Çevresel sinir sisteminiz, bagirsaklarinizda gerçeklesen etkinliklerin denetimi için tam yüz milyon nöronu görevlendirmistir. (buna “enterik 2” sinir sistemi adi verilir). Burada yüz milyon nörondan bahsediyoruz. Ve istediginiz kadar iç gözlemde bulunun, bu isleyisi degistirecek hiçbir sey yapamazsiniz.
________________________________________
2 Enterik-Bagirsak ile ilgili
Fizikçi Niels Bohr, kuantum fiziginin sundugu büyük gizemler karsisinda, atomun yapisini anlamanin tek yolunun, “anlamak” fiilinin tamamini degistirmek oldugunu söylemisti. Artik atomun resmi çizilemiyordu, dogru, ama bunun yerine “davranislarini” on dört ondalik basamaga ulasabilen ayrintiyla açiklayacak deneyler tasarlanabiliyordu. Kaybedilen varsayimlarin yerini çok daha zengin baska seyler almisti artik.
Tipki bunu gibi, insanin kendisini bilmesi de “bilmek” fiilinin tanimini degistirmekten geçiyor olabilir. Kendimizi bilmek, artik bilinçli sizin beynin dev malikânesinde yalnizca küçücük bir odada oturdugu ve sizin için kurulan gerçekligin üzerinde çok az söz hakki  oldugu anlayisini gerektirmektedir. Bu kavram artik yeni yollarla ele alinmak zorundadir.
Maddeci (materyalist) bakis açisi, bize temelde yalnizca fiziksel maddelerden yapili oldugumuzu söyler. Buna göre beyin, isleyisi kimya ve fizik yasalariyla yönlendirilen bir sistemdir; sonuçta da bütün düsünce, duygu ve kararlarimiz, en düsük potansiyel enerji düzeyinde bile yerel yasalara tabi dogal tepkilerin ürünüdür.
Bizler beynimiz ve içerdigi kimyasallarin ta kendisiyizdir ve hangi düzeyde olursa olsun sinir sistemimizin dügmeleriyle oynandiginda kim oldugumuz da degisiklige ugrar.
Maddeciligin karsimiza sik çikan bir versiyonu da indirgemeciliktir (reductionism). Bu kuram da mutluluk, açgözlülük, narsisizm, sefkat, kin, temkinlilik ve hayranlik gibi karmasik fenomenleri anlamamizin yolunun, onlari küçük ölçekli biyolojik parçalarina kademeli biçimde indirgemekten geçtigini ileri sürer.
Biyolojik çorbamizda müdahale edemedigimiz dalgalanmalar nedeniyle kendimizi kimi günler diger günlere göre daha sinirli, esprili, hossohbet, sakin, enerji dolu ya da akilli bulabiliyoruz. Iç yasamimiz ve dis davranislarimiz, ne dogrudan bir tanisikligimiz ne de dogrudan bir erisimimiz olan biyolojik kokteyllerce yönlendiriliyor.
Kisiligi belirleyen nihai etken, ne tek basina biyoloji ne de tek basina çevredir. Is gelip de “genetik mi, çevre mi?” sorusuna dayandiginda, cevap hemen her zaman “her ikisi de” olacaktir.
Dogamizi ve çevremizi kendimiz seçemedigimiz gibi, aralarindaki karmasik etkilesimi de biz seçmeyiz. Bir genetik sablonu miras almis ve bizi biçimlendirecek olan ilk yillarda hiçbir seçim hakkimizin olmadigi bir dünyaya dogmusuzdur. Insanlarin dünyayla ilgili bunca farkli bakis açisina, farkli kisiliklere ve karar verme konusunda da farkli kapasiteler sahip olmasinin nedeni budur. Bunlar seçim degil, elimize gelen kartlardir.
Beyin, dagin zirvesidir; dagin kendisi olmasa da. “Beyin” ve davranistan söz ettigimizde, aslinda çok daha genis bir sosyobiyolojik sistem için kullandigimiz bir kisaltmadan söz etmis oluruz.3 Beyin, zihnin konutundan çok, merkezidir aslinda.
Giderek küçülen ölçeklere dogru ilerleyen tek yönlü bir yol izlemek, indirgemecilerin yaptigi ve bizim de kaçinmak istedigimiz hatadir. “Siz, beyninizsiniz” gibisinden kisaltilmis bir ifadeyle karsilastiginizda, nörobilimin beyne devasa bir atomlar grubu ya da uçsuz bucaksin bir nöron ormani gözüyle baktigini düsünmeyin. Çünkü zihinle ilgili olarak kazanmayi bekledigimiz anlayis, beyin isletim sisteminin en tepesinde yer alan ve hem iç düzenekler hem de çevreyle etkilesimin yönlendirildigi etkinlik örüntülerini çözümlemeye baglidir.
Bilinen deyisi animsarsak: “Eger beyinlerimiz, anlasilabilecek kadar basit olsaydi, bizler onu anlayacak kadar akilli olamazdik.”
___________________________________________
3 “Yasam Çizgileri” adli kitabinda Steven Rose, indirgemecilikle ilgili görüslerini söyle ifade eder: “Indirgemeci bakis açisi biyologlari, anlamaya çalistigimiz olgular üzerinde dogru biçimde düsünmekten alikoyar ve iki önemli toplumsal sonuç dogurur: Olgularin toplumsal kökenleri ve belirleyicilerinin incelenmesindense… toplumsal sorunlarin kaynagi olarak insanin hedef gösterilmesine neden olur; ikinci olarak da, hem dikkati hem de fonlari toplumsal çalismalardan moleküler çalismalara yönlendirir.”
Evren, onu simdiye kadar düslemis oldugumuzdan nasil daha büyükse, bizler de iç gözlem yoluyla hissettigimizden daha büyük birer varligiz.
Ne inanilmaz, ne sasirtici bir saheserdir BEYIN. Ve bizler de ne sansliyiz ki, dikkatimizi ona yogunlastirmamiza olanak saglayan teknoloji ve iradeye sahip bir neslin üyeleriyiz.
Evrende kesfetmemis oldugumuz en harikulade sey bu: BEYNIMIZ yani KENDIMIZ.
BEYINDE &KENDINIZDE KALMANIZ DILEGI ILEEE : 😊

Benzer Kitaplar