TARIH FELSEFESI YAZILARI

TARIH FELSEFESI YAZILARI

Fevzi BOZKURT
Politika


Tarihi Yorumlarin Önemi
 
Tarihin öncelikle ne oldugunu anlamaya çalisip tanimini yapmak için biraz çaba göstermeliyiz. Çesitli ülkelerde yetisip dünyaya birçok eser birakan Eliot, Benedetto, Croce, Geote, Napolyon gibi bilim adamlari ve filozoflar bu konu hakkinda ne yorum yapmis bunun bir bir sentezini yaparsak, tarihin gelmis-geçmis hadiselerden ibaret degil, bugünü anlamak ve gelecegi düsünmek oldugu kanisina variriz. Bu tanimi yaptiktan sonra ülkemize dönüp bakacak olursak ülkemizin tarihi birikimlerinden ders almayan bir ülke oldugunu görürüz.  Bunun için tarih ve tarih felsefesi konularina agirlik vermeliyiz. Gelecegimizi temin ederken, tarihimize bakip ibret almali, ayaklarimizi yere saglam basmaliyiz.
Tarihi olaylarin sebeplerini yorumlayarak tarih yazmaya kalkisirsak, tarih degil tarihin felsefesini yapmis oluruz. Türkçeyi bugünkü durumu itibari ile nazara alacak olursak tarihimizin felsefesini anlatmaya kelime hazinesinin yetersiz oldugunu ve buna müsait olmadigini görürüz. Bu yüzden üzülerek söylüyorum ki,  kendi tarih yorumumuzu (felsefemizi) ilk olarak Ingilizce yazmak zorunda kaldik. Su an Türkiye’deki tarih felsefesi yazilarinin geçmisini arastirdigimizda su ana kadar Toynbee ve Spengerler’in bazi eserlerinin tercüme edildigini görürüz. Tarih felsefesinin ders olarak sadece Konya Selçuk Ünivesitesi’nde okutuldugunu düsündügümüzde ülkemizin bu konuya ne kadar yabanci oldugunu anlariz. Türkiye’de tarih felsefesi yazilari çok yeni olmakla birlikte tesvik edilmesi gereken bir alandir. Bu konuya gerekli hassasiyetin gösterilmesi gerekiyor. Yoksa tarihi bilmeden yorumunu yapmaya kalkisip Don Kisot’un ortaçaga mahsus “sövalyelik kültürünü” yeniçaglarda yasamaya çalismasindan daha gülünç duruma düseriz.
Modern Türkiye’de Tarih Düsüncesi ve Egitimi
 
Tarih atalarimizin tecrübesinden ibarettir. Biz geçmisteki aci olaylardan ders almasini bilmeliyiz ki tarihi sadece okumus olmayalim. Türk Milleti olarak tarihimizi kendimiz yazmadigimiz için su an bir Almanin, bir Fransiz’in gözünden geçmisimize bakmaktayiz. Artik millet olarak metodolojik orientation’a muhtaciz, yani kendi tarihimizi kendimiz yazmaliyiz. Bizim geçmisimiz bize öyle bir tanitilmis ki, kendi kendimize gerçekten biz bu muyuz diyoruz? Geçmisi san ile söhret ile dolu bir toplum ne yazik ki bize barbar bir millet olarak tanitiliyor. Biz de bunlara inanmak zorunda kaliyoruz. Tarihe baska milletlerin tarih kitaplarindan ve arsivlerinden bakmak yerine, kendi tarihimizi kendimiz yazmaliyiz.
 
Tarihe Dair Bir Mülakat
 
Her devlet eski bir devletin devami niteligindedir. Geçmisi olmayan bir devlet düsünülemez. Devletin nasil hâsil oldugunu söylemek istersek, kökünün küçük bir asirete dayandigini görürüz. Dünya sahnesinde bulundugumuz yerin neresi oldugunu anlayabilmek için, söyle bir arkamiza bakip durum degerlendirilmesi yapmamiz gerekir. Iste bunun adi tarihtir. Tarihi diger bilimlerden ayiran en önemli özellik genel olmayisidir. Durum tespiti yaparken yasandigi zamanin kosullarina göre degerlendirmesidir. Tarihi  tarih yapan aslinda budur. Her devlet geçmisten bugüne kadar varligini devam ettirirken diger devletlerle etkilesim halinde yasam sürmüstür.  Bizim devletimiz de baska devletlerle ayni sekilde etkilesim içinde bugünlere geldigi için, dogru tarihi yazmak için milli duygulardan arinmak gerekir. Elbette bu milli ve manevi duygulardan arinmak çok zordur. Eger kisi bu milliyetçi duygulardan arinirsa gerçek tarihi yazmis olur fakat; bu zamana kadar da bu pek mümkün olmamistir.
Yukarida her bir devletin aslinda baska bir devletin devami oldugunu söyledik. Eger bu konuyu biraz daha açmak istersek büyük üstat Ibn-i Haldun’un söyledigi söze varmis oluruz: “Devlet tagallübe kurulmus ve tagallübe devam etmektedir.” Bu söz ile de devletlerin birbirinin devami oldugu düsüncemizi kuvvetlendirmis oluruz. Ancak bu sekilde tarih yazmanin hala günümüzde bile indüksiyon oldugunu iddia edenler vardir. Indüksiyon yöntemiyle de tarih yazmak isteyen zihniyetler maalesef hala mevcuttur. Indüksiyonun tarih açisindan geçerli olan tek bir özelligi vardir, o da genelleme yapmamadan isini devam ettirmesidir. indüksiyon ile tarih yazmaya çalisanlar sunu bilmedirler ki indüksiyon günümüzde geçerliligini yitirmistir. Bunu yüce dinimizden de örnek vererek açiklayabiliriz. Indüksiyon geçmisteki iki veya daha çok olayin karsilastirmasini yaparak gelecege dair bilgi vermeye çalisiyor. Oysaki gelecegi görmek -Rabbim isterse- sadece ama sadece (oda tamamen degil bir yere kadar) Peygamberlerin mazhar oldugu bir durumdur. Yani indüksiyon bizlere gaybi bildirmeye çalisan aciz bir tekniktir. Tarih yazarken nasil bir teknik kullanilirsa gerçek tarih yazilir diye bana soracak olursaniz; öncelikle bu is yapilirken yasandigi zamanin kosullari göz önüne alinarak degerlendirme yapilmali ve anlasilir bir dil kullanilmalidir. Temel budur.
Tarihte kullanilan teknikleri bir kenara birakalim ve diger özelliklerine bakalim. Mesela tarihin diger bilimlerle arasi nasildir? Tarih onlarin içinde de yer alir mi? Almaz mi? Ne sekilde baska bilimlere yardimci olur ve o bilimlerden nasil faydalanir. Tabiat ilimleri objektiftir; sayilabilir, kiyas yapilabilir ancak bu özellik tarihte mümkün degildir. Kullanilan sayma ve ölçme mekân ilimlerine mahsustur. Tarihte bir zaman ilmi oldugu için tarihte sezgi önemlidir. Sezgi ise her zaman dogruyu vermez, bizleri yaniltabilir. Bu yüzden tarihi okuyarak hiç bir zaman tam ve dogru bilgiye ulasamayiz. En dogru bilgi ise tarihe sahitlik edebilecek en yakin bilgidir. En yakin bilginin ise hangisi oldugunu bilmek güçtür hatta imkânsizdir. Çünkü artik o zamani tekrar geriye getirip bir film sahnesi gibi tekrar tekrar izlemek mümkün degildir. Geçmis, geçmiste kalmis artik bitmistir. Dedik ki tarihte hiçbir zaman gerçek bilgiye ulasamayiz. Nasil bu kadar emin konusuyorsunuz diyecek olursaniz size su mukayeseyi yapmak isterim. Diyelim ki tüm devletlerin arsivleri elimizde, hatta tüm devletlerin degil geçmiste tarih yaziciligi yapmis iki devletin arsivini düsünüp 1.000-1.400’lü yillara bakalim. Basta da söylemistik, hiçbir zaman tarih yazilirken milli duygulardan arinilamaz. Hiçbir devlet kendi tarihini yazarken biz su katliami yaptik ve on binlerce insana kiydik demis midir? Evet, öldürdügünü yazar ama her zaman hakli bir gerekçesi vardir ve katliam kelimesini asla kullanmaz. Diger devletin arsiv kayitlarina baktigimizda ayni olay bir katliamdir insanlik tarihine kara bir leke olarak sürülmüstür Biz simdi hangisine inanacagiz? Hangi devlet yazdigi tarihin dogrulugunu bize ispat edebilir? Iki devlet de ispat edemez; çünkü olaylar yasanmis ve bitmistir. Buna günümüzden bir örnek verecek olursak, tutturmuslar bir Ermeni soykirimi sürüp gidiyor. Biz Türk’üz, hiç bir zaman bunu kabul etmedik, etmeyecegiz de. Çünkü biz bunun böyle olmadigini biliyoruz ama hiçbir zaman bir Ermeni’ye bunun bir katliam olmadigini kabul ettiremeyiz. Ona da her zaman bunun bir soykirim, bir katliam oldugu ögretilmis. Iste milli duygular burada devrede.
 
Tarihi Kronolojik Siraya Ayirmak Dogru mudur?
 
Öncelikle günümüzde tarihin kaba bir hesapla nasil bir kronolojik zamana ayrilmis onu hatirlatmakta yarar görüyorum: Tarih, Ilk Çag – Orta Çag – Yeni Çag –Yakin Çag sonra ki gelecek zamanda Aydinlik Çag olarak nitelendiriyor. Diyelim su an Yakin Çagda yasiyoruz etrafimizdaki devletlere bir göz atalim.  Bir yanda dünyanin süper gücü olarak gösterilen ABD bir yanda Pakistan, Filistin… vb. ülkeler. Simdi Amerika’nin yasadigi Yakin Çag ile Pakistan’in yasadigi Yakin Çag bir midir? Amerika su an birçok seyi asmis, müthis bir teknoloji ile önümüzdeki yüzyilin nasil olacagini, kendilerini buna nasil hazirlamalari gerektigini hesap ederken; Pakistan’daki insanlar, degil yüzyili hesap etmek yarinindan süphe ediyor. Bugün karinlarini doyururlarsa ona sükrediyorlar. Bu örnekten yola çikarak aslinda en basta söyledigimiz sözlere tekrar dönüyoruz, yani tarihe genelleme yapiliyor. Genellemenin yanlis oldugunu söyledik ve söyledigimiz sözün somut bir örnegini vererek de burada ispatini yapmis olduk. En bastan beri tarihte genelleme yapmanin yanlis oldugundan bahsettik. Pekiyi tarihe bakis açimiz nasil olmali? Bunun tek bir cevabi var. Eger dogruya en yakin tarihi yazmak veya bulmak istiyorsak, tarihi bir bütün olarak geçmisten bugüne kadar oldugu gibi tetkik etmek zorundayiz. Bu sekilde de tarih yazmanin ne kadar zor oldugunun hatta imkânsiz oldugunun farkindayim. O zaman tarihi illaki zaman dilimlerine ayirarak degerlendirmeye çalisacaksak, su sekilde ayirmaliyiz:  Toplayicilik devri, Avcilik devri, Ziraat devri ve Sanayi devri. Böyle bir zaman ayrimi yapmanin daha dogru olacagi kanaatindeyim.
Alienation (Yabancilasma)
Alienation ; Bir aksiyon veya aksiyonun sonucudur ki, bu suretle bir sey veya kimse, bir baska seye-kimseye yabanci olur yani yabancilasir. Geçmisten günümüze kadar birçok filozof ve düsünürün bu konu hakkinda görüsleri vardir. Mesela Hegel , “Tabiat, mutlak zihin alienationa ugramis bir formudur.” derken, Marx , “Insan ekonomik faaliyetlerinin para, sermaye, emtia vb. seklinde kendisine yabancilastirir ve böylece insanin kendisini kendi öz faaliyetlerine yabancilastirir ve koparir atar.” der. Gwyn Nettler, “Alienationa ugramis bir kisi kendi cemiyetine, o cemiyetin sahip oldugu kültüre yabancilasmis ve ondan hoslanmayan birisidir” diyerek yabancilasmanin tarifini yaparlar. Ben de kendi açimizdan durumun ciddiyetini mülahaza etmek isteyip, konumuz olan tarih ile bagdastirma yoluna gidersem su sekilde bunun tarifini yapmanin dogru olacagi düsüncesindeyim. Bir toplum kendi kültüründen, kendi öz benliginden, kendi tarihinden ne kadar uzak ve kopuk yasarsa o kadar çok devrilmeye, dünya sahnesinden silinmeye, yok olmaya mahkûmdur. Örnegin alti asir dünyaya hükmetmis Osmanli Devleti’ni düsünelim. Bu cihan devleti nasil olur da bir anda bu kadar kötü duruma düser, parçalanir. Bunun sebebi nedir diye düsünürsek esas konumuza deginmis oluruz. Yani Alienation gerçeginin gözler önüne serilmis en somut örnegi ile karsilasiriz. Osmanli devleti ne zaman dininden, kültüründen uzaklasmis; ne zaman zevk-ü sefaya dalmis, iste o zaman alienation erozyonuna ugramis, kendi öz benligini yitirmis ve çöküsünü kendi elleriyle hazirlamistir.
Gençlik ve Alienation (Yabancilasma) Iliskisi
Gençligin yabancilasmasindan çok daha genis anlami olan alienation mefhumu açisindan bu soruna bakildiginda sorunun sadece gençligin sorunu olmadigini, tüm toplumun sorunu oldugunu görürüz. Unutmamaliyiz ki bugünün gençleri, çocuklari yarin bu ülkenin gelecegi olacak. Biz gençlerimizi bu alienation illetinden nasil kurtarabiliriz, onun yollarini aramaliyiz. Toplum olarak bizim maalesef bir nasihat verme huyumuz var. Evet, nasihat vermek güzel ama verdigimiz bu nasihatleri hayatimizda uygulamiyorsak, bunun onlar üzerinde ne kadar etkili olacagini varin siz düsünün. Bu duruma bir örnek verecek olursak sigara içen bir babanin ogluna “Sigara içme, sagliga zararli.” demesini gösterebiliriz. Aslinda demek istenen su: Bir problem varsa ortada, bu sorunun bir sorun oldugunu dile getirmekten çok, o sorun üzerine beraberce çözüm yollari ararsak çocugumuzu alienationdan kurtarmak için bir adim atmis oluruz.
Son zamanlarda sehirlesme oraninin artmasi alienation gerçegini tetiklemektedir. Insanlar sehirlerde yasayip medenilestikçe kültüründen uzaklasmis, toplum bir takim olumsuzluklarla karsi karsiya kalmis, bundan en çok etkilenenler de gençler olmustur. alienationun hiç mi faydasi yoktur? Vardir elbette. Mesela insanlar diger medeniyetlerle etkilesime girdikçe yeni seyler ögrenmis, bu sayede de teknoloji hizla ilerlemistir. Teknoloji de yabancilasmayi tetiklemis ve bu kisir döngü içerisinde hayat devam edip gitmektedir. Bu alienationdan en az etkilenmek için acil bir önlem almazsak gençligin yok olusunu seyretmek zorunda kaliriz.
Dünyamizin Meseleleri
Her insanin mutlaka kendine göre bir derdi ve sorunu vardir. Herkes önce kendi derdi ile ilgilenir fakat; sorun bir ülkenin veya dünyanin meselesi ise bu sorun tüm insanligin sorunu haline gelir. Düsünün su an ülkemizde yasanan terör olaylarini. Bu sadece Türkiye’nin sorunu’mudur? Elbette hayir. Dünyayi ilgilendiren bir problemdir. Insanlar eger bir problemi çözmek istiyorsa bunu hep beraber yapabileceginin idrakine varmalidir. Peki, varabilir mi? Bu sorunun cevabini bulabilmek için reorospective (geriye bakis), yani tarihi sorgulamak gerekmez mi? Bakalim simdi, tarih bize bu sorunun cevabini nasil verecek? Insanligin varolusundan bu zamana kadar devletler kendi çikarlari olmadan bir sorun çözmek için bir araya gelmis mi? Bunun tek cevabi var oda hayir. Su an dünyanin en büyük meselesi insan haklaridir. Hukuksuzlugun hukuk kabul edildigi su ortamda barisi saglamak mümkün olmadigi için,  bu insan haklari hep bir sorun olarak kalacaktir. Vesselam
Aydinlanma Çagi ve Fransiz Ihtilali
Günümüzde zaman tipki Fransiz ihtilalinin yasandigi zaman gibi büyük bir hizla degisim içerisinde akip gitmekte. Öncelikle Fransiz Ihtilali diyoruz ama ne demek istiyoruz ondan bahsedelim. Zamaninda yapilan kültür ihtilalinin adidir Fransiz Ihtilali. Burada bizim konumuz ihtilalin dogrulugu veya yanlisligi degildir. Ihtilalin bizim konumuzu ilgilendiren noktasi, ihtilal arkasinda gizli olanin ne oldugudur. Yani bu bir kültür ihtilali mi yoksa daha baska bir sey mi? Peki, neden kültür ihtilali dedik; çünkü eskiden beri süregelmis aliskanliklarin-tabularin yikildigi, yönetim anlayisinin degistigi, feodaliteye karsi bu zamana kadar ciddi bir anlamda baskaldirinin olmadigi, esitlik, özgürlük, adalet diye bir haykirisin krallar ve asiller karsisina dikildigi bir zamanda gerçeklestigi için kültür ihtilali diye tabir ediyoruz. Nesiller hep birbirinin devami niteliginde degil midir? Ihtilalden sonra öyle bir nesil geliyor ki kendi atalarinin yasadiklarinin hiçbirini yasamiyorlar. Bundan dolayi insanlar kendi kültürlerinden tamamen kopuk bir hayat idame ettirecek ve kültür ihtilalini yasayacaklar. Bu durum sadece Fransizlara da özgü degil. Durumu daha bir genis kapsamda mülahaza edecek olursak, Fransiz Ihtilalinin dünya kültürünün ihtilali oldugunu görürüz. Zaten Fransiz Ihtilalinin dünya tarihi açisindan en mühim olaylardan biri olmasinin altindaki etken de dünyanin her bir kösesinde bir kültür ihtilali yaptirmis olmasidir.
Özetle Fransiz Ihtilali’nin Kronolojisi
1789 Fransiz Ihtilali Fransa’daki üç eyaletin kendilerini Milli Meclis ilan etmesi ve bir anayasa yapilasiya kadar dagilmamaya karar vermesi ile baslar. Bu üç eyaletin birlesmesiyle ciddi bir hareket baslar. Sonrasinda Fransiz kralcilari baska ülkelere göç etmeye baslar. 1790’da 16. Louis Anayasasi kabul edilir ve direnisin safhalari yerlesmeye baslar. 1791’de Fransiz Milli Meclisi dagilir. 1792’de ihtilalci komün kurulur. Meclisin tesri faaliyeti durdurulur. Kraliyet ailesi hapse atilir. 22 Eylül 1792’de Fransiz Cumhuriyeti ilan edilir. Devrim takvimi gündeme gelir ve Jakobenler Danton liderliginde iktidar ele geçirilince basta insanlara kolay ölüm sekli getiren ilk giyotinler Paris’te baslamis olur. 1793’te Louis idam edilir. Roma Katolikligi Fransa’da yasak hale getirilir. Roma Imparatorlugu (Papalik) Fransa’ya karsi savas ilan eder. 1794 yilinda sayisiz idamlar meydana gelir.1795’te ekmek isyanlari baslar ve bunu “Beyaz Terör” takip eder. Bu kisa zaman zarfinda öyle devrimler olmus, öyle kargasalar çikmistir ki hak, adalet, esitlik diyenler en basta ülkeyi kendi dogrularina göre yönetmeye kalkmistir. 1976 sosyalistlerin 1973 anayasasini tekrar getirmek için baslatmis olduklari isyan fiyasko ile neticelenir. Ihtilalin nasil meydana gelip ilerleyen süreçlerde zuhur edisinin net çizgileri bunlardir. Bu sancili dönemi özetleyecek olursak eskiden beri birikip gelen öfke ve ezilmislik duygularinin patladigi bu zaman diliminde gücü eline geçiren kendi istedigi bir anayasal düzen ile ülkeyi yönetmek istemis; dine, kiliseye, Tanri’ya karsi beslenen kin kendisini tamamen bu degerlerden soyutlamak için yapilan tüm yollarin mesru gösterilmesine yol açmistir. Hatta öyle boyutlara ulasmistir ki Insanlara kötülük yapmanin adi merhamet, onlari affedenin adi ise barbar olmustur. Adalet kavrami manasindan öyle bir sapmistir ki görünen yüzü adalet, görünmeyen yüzü onun ideolojiden baska bir sey olmadigini göstermistir. Ihtilal ile esas darbe Kilise ’ye vurulmus, Tanri yasalari yerini doga yasalarina birakmistir. Hiristiyan müesseseler yerini laik müesseselere bikarmis, bunun disinda ise hemen hemen her sey eskisi gibi devam etmistir. Artik insanlar körü körüne Kilise’ye bagliligi terk edince otomatikman demokrasi, laiklik, milliyetçilik gibi akimlar kendini göstermis, Tanri kurallari reddedilmis, yasam için yeni laik olan kurallar ortaya konmustur.
Tarihi Arastirma Metotlari
Tarihi yazma ve arastirmanin maalesef ülkemizde bulunan üniversitelerde bile belirli bir statüko ve anlayisin ötesine geçemedigini görüyoruz. Ne acidir ki, geçmiste tarih yazilarken ve arastirilirken yasanan hatalar hala yapilmakta, yapilan bu yanlislardan da vazgeçilmemektedir. Öncelikle tarih yazarken kendimize bir yol haritasi çizmeliyiz ki tarihle neden ugrastigimizi, ne amaç ile tarih muhasebesi yaptigimizi bilmemiz için bize rehber olsun. Dünyada Türkiye’nin rolü nedir? Zaman ile yarisabiyor muyuz yoksa gerisinde mi kaliyoruz? Iste bu sorularin cevabini bulmak için tarih ögreniyoruz. Tarih ne kadar dogru arastirilirsa gelecegimize o kadar genis açi ile bakar, zamanin getirdikleri zorluklar karsisinda ayakta durabiliriz. Günümüze kadar gelmis geçmis birçok filozof tarih arastirma metodu bulabilmek için ugrasmis ancak ne yazik ki kayda deger bir yol bulamamistir. Iste bu yüzden tarih felsefesi yapmak zorundayiz. Tarih felsefesi yaparken öncelikle kisi kendi metodolojisini gelistirmeli ve bunu uyguluyor olmalidir ki yaptigi felsefe saglam ve ayaklari yere basan bir felsefe olsun. Iste ülkemizde tarih felsefesi yazilarinin gelismemesinin sebebi budur. Aydinlarimiz kendine özgü bir metot gelistirmedigi, hep kolaya kaçtigi için bugüne kadar Platon’un, Hegel’in, Marks’in…vb.  söyledikleriyle yapilan tarih felsefenin ötesine gidilememistir.
Yeni Dünya Düzeni
Eski dünya düzeni ile yeni dünya düzeni arasinda ki fark nedir? Eskiden ismi sömürgecilik olan fiilin adi degisip kapitalizm oldu. Mantik ayni mantik, kisiler ayni kisiler. Fransiz ihtilalinden önce yapilan adaletsizlik modernlestirilmeye çalisildi ve hala da bunun için ugrasiliyor. Dünya jandarmaligina soyunan ABD Birlesmis Milletler ’inde destegini alarak düsmanlarini yerle bir ediyor. Uygulanmaya çalisilan yeni dünya düzeni içerik olarak bu aslinda; ancak biraz daha açmakta fayda oldugunu düsünüyorum.
Kapitalizmin karsisina iki farkli düsünce konmustur. Birisi bugün de çok rahatça maglup oldugunu söyleyebilecegimiz Marksizm, digeri ise Amerikali Henry George’nin sunmus oldugu “tek vergili iktisadi” sistemdir. Bu sistem ise hiç uygulanmaya ortam bile bulunamadan komünist ihtilal yapilmis, yok olmustur. Bu bahsetmis oldugumuz küçük çapli uygulamalar disinda yeni fikirler ortaya çiksa da sadece fikir asamasinda kalmistir. Peki ne yapilmali? Eskiye mi dönüs yapalim? Markssit-Leninist düzen mi kurmaya çalisalim? Bu sistemin kaybettigini Sovsetler Birliginin çökmesi ile teyit edip bizzat yasadik tekrarlamanin bir anlami yoktur. Yani isin özü mülkiyet kavrami var oldukça emek yabancilasmaya devam edecektir. Sömürgeciligin yok olmasi için üstte bahsettigimiz tek vergili iktisadi sistemin gündeme getirilip uygulanmasi bir çare olabilir. Fakat su an bu sistemi çikip kamuoyuna sunmak, su ortamda intihardan farksiz olmasa gerek. Günümüzde dünyanin zengin ülkeleri ekonomilerini zayif ülkelerin kanlarini emerek ayakta tutmaktadir. Bu kan emiciligi yapan en iyi ülkeler Avrupa ülkeleri ve ABD’dir. Kendileri bile inanmadiklari halde yeni dünya düzeni diyerek kapitalizmi dünyaya yutturmaya çalisma sahtekârligindan bir türlü vazgeçememislerdir. ABD’nin dünya üzerinde kurmaya çalistigi sistem karsisina asi bir devlet çikar da karsi gelmek isterse, Amerika hemen Birlesmis Milletleri toplayarak kendi politikasini onlarinda destegini alarak mesruymus gibi göstermektedir. Buna geçmisten bir örnek vermek istersek Irak’ta bulunan Müslüman halki öldürmek, oranin petrol yataklarina sahip olmak için Saddam’i öne sürerek cephe gerisinde ki binlerce Müslüman’i öldürüp geride kalanlari ise açliga, sefalete terk eden kararlar almistir. Dünya’ya Sözde adalet dagitan Birlesmis Milletler Teskilati’nin ve diger dünya ülkelerinin bu katliama nasil ikna edildigi ise merak konusudur. Hos bu teskilatin zaten nasil çalistigi belli. Dünyaya yeni düzeni kurup barisi saglayacagi sözlerini veren; ancak yalnizca harp ve isgal kararlari alan bu teskilatin sözüne ne kadar sadik kalmadigini da Körfez Savaslarinda bizzat yasadik. Aslinda ABD bu türlü savaslar ile diger dünya devletlerine de göz dagi vererek eger sizde benim politikalarima karsi gelirseniz sonunuz böyle olur diye mesaj vermektedir. Kisaca özetlemek gerekirse sadece yapilan fiillerin adi degisti. Klasik köleligin yerini, modern kölelik aldi.
Dünya Sahnesinde ki Türkiye
Ben de bu bölümü özetlemeye Türkiye’nin gidisatini anlatmak için kitabimizin yazari olan Prof. Dr. Sahin UÇAR’ in verdigi bir metamorfoz ile giris yapmak ihtiyaci duydum. “Adamin biri kozasindan çikmak için çaba gösteren bir kelebek görmüs. Ancak hayvan kozayi delip çikmak için bir hayli zorlaniyormus, adamcagiz da kelebege acimis ve yardimci olmak maksadiyla eline bir makas almis. Kozayi kelebegin içinden rahatça çikabilecegi sekilde delmis, kelebek de hiç zorlanmadan kozadan çikivermis ama ne yazik ki uçamamis; çünkü kozadan çikmak için ugrasirken kanatlarina kan gitmesi ve bu sayede kanatlarinin onu uçuracak kadar güçlenmesi gerekiyormus. Tirtil metamorfozu geçirmis, sekil degistirmis ama ortaya çikan kelebek de yine tirtil gibi sürünerek yasamaya mahkûm olmus. Türkiye Tazminat ve Cumhuriyet döneminden bu yana Batilasma çabasi içine girmis. Bunu da günümüze kadar devam ettirmis, hala da geçmisinden kopuk Avrupa Birligi hayali pesinde kosarak sekli batililasmaya devam etmekte. Dünya sahnesinde Türkiye’nin ben de varim demesi için körü körüne batiya mi baglanmasi gerekirdi. Elbette hayir! Ancak maalesef bunu yapti ve hiçbir zaman çagdas bir medeniyet seviyesine ulasamadi. Bu, su demek degildir. Batinin iyi islerini de örnek almasin. Alsin fakat biz ayni kelebek misali batinin sadece sekil yönünü aliyoruz. Kelebek gibi görünen fakat bir türlü istedigimiz yere uçamayan bir tirtil olarak kalmayi kabul ediyoruz.
 
Ülke olarak biz batililasma hevesi ile geçmisimizi reddettik. En az iki yüz yildir bati kültürüne adapte olmaya çalisarak kendi kültürüne sirt çeviren bir devlet olduk. Bu yüzden de hep “batililasma” ve “çagdaslasma” çabasi içinde bocalayip durmadik mi ? Batinin sadece giyimini-kusamini örnek aldik. Aldikça da yozlasmaya basladik. Hiç görmek istemedik onlarin askeri üstünlügünü, sanayisini, ilmi ve teknolojik basarilarini. Bu konuda beni en çok üzen hala bu yanlislara devam ederek taklit yoluyla batililasmaya çalisiyor; battikça, batiyor; dünyaya at gözlügü ile bakmaya devam ediyoruz. Türkiye Gazi Mustafa Kemal’in söylemis oldugu muasir medeniyetler seviyesine ulasmak istiyorsa önce kendi tarihini, kültürünü anlamak için çaba sarf etmelidir. Kültür ise babadan ogula miras gibi kalan bir servet degil, her neslin kendi ögrenmesi gereken bir seydir. Ey, Türkiye titre ve Tarihine dön!
 
 
Tarih Felsefesi Yazilari
Prof. Dr. Sahin UÇAR
Sule Yayinlari
2012

Benzer Kitaplar