![TARIH FELSEFESI YAZILARI](/dist/img/no-photo.png)
![](https://kitapozeti.de/wp-content/uploads/2017/10/Tarih-Fel.-Ön-Kapak-193x300.jpg)
Tarihi Yorumlarin Önemi
Tarihin öncelikle ne oldugunu anlamaya çalisip tanimini yapmak için biraz çaba göstermeliyiz.
Çesitli ülkelerde yetisip dünyaya birçok eser birakan Eliot, Benedetto, Croce,
Geote, Napolyon gibi bilim adamlari ve filozoflar bu konu hakkinda ne yorum
yapmis bunun bir bir sentezini yaparsak, tarihin gelmis-geçmis hadiselerden
ibaret degil, bugünü anlamak ve gelecegi düsünmek oldugu kanisina variriz. Bu
tanimi yaptiktan sonra ülkemize dönüp bakacak olursak ülkemizin tarihi
birikimlerinden ders almayan bir ülke oldugunu görürüz. Bunun için tarih ve tarih felsefesi
konularina agirlik vermeliyiz. Gelecegimizi temin ederken, tarihimize bakip
ibret almali, ayaklarimizi yere saglam basmaliyiz.
Tarihi olaylarin sebeplerini yorumlayarak tarih yazmaya kalkisirsak, tarih degil tarihin felsefesini
yapmis oluruz. Türkçeyi bugünkü durumu itibari ile nazara alacak olursak
tarihimizin felsefesini anlatmaya kelime hazinesinin yetersiz oldugunu ve buna
müsait olmadigini görürüz. Bu yüzden üzülerek söylüyorum ki, kendi tarih yorumumuzu (felsefemizi) ilk
olarak Ingilizce yazmak zorunda kaldik. Su an Türkiye’deki tarih felsefesi
yazilarinin geçmisini arastirdigimizda su ana kadar Toynbee ve Spengerler’in bazi
eserlerinin tercüme edildigini görürüz. Tarih felsefesinin ders olarak sadece
Konya Selçuk Ünivesitesi’nde okutuldugunu düsündügümüzde ülkemizin bu konuya ne
kadar yabanci oldugunu anlariz. Türkiye’de tarih felsefesi yazilari çok yeni
olmakla birlikte tesvik edilmesi gereken bir alandir. Bu konuya gerekli
hassasiyetin gösterilmesi gerekiyor. Yoksa tarihi bilmeden yorumunu yapmaya
kalkisip Don Kisot’un ortaçaga mahsus “sövalyelik kültürünü” yeniçaglarda
yasamaya çalismasindan daha gülünç duruma düseriz.
Modern Türkiye’de Tarih Düsüncesi ve Egitimi
Tarih
atalarimizin tecrübesinden ibarettir. Biz geçmisteki aci olaylardan ders
almasini bilmeliyiz ki tarihi sadece okumus olmayalim. Türk Milleti olarak
tarihimizi kendimiz yazmadigimiz için su an bir Almanin, bir Fransiz’in gözünden
geçmisimize bakmaktayiz. Artik millet olarak metodolojik orientation’a muhtaciz,
yani kendi tarihimizi kendimiz yazmaliyiz. Bizim geçmisimiz bize öyle bir tanitilmis
ki, kendi kendimize gerçekten biz bu muyuz diyoruz? Geçmisi san ile söhret ile
dolu bir toplum ne yazik ki bize barbar bir millet olarak tanitiliyor. Biz de
bunlara inanmak zorunda kaliyoruz. Tarihe baska milletlerin tarih kitaplarindan
ve arsivlerinden bakmak yerine, kendi tarihimizi kendimiz yazmaliyiz.
Tarihe Dair Bir Mülakat
Her
devlet eski bir devletin devami niteligindedir. Geçmisi olmayan bir devlet
düsünülemez. Devletin nasil hâsil oldugunu söylemek istersek, kökünün küçük bir
asirete dayandigini görürüz. Dünya sahnesinde bulundugumuz yerin neresi
oldugunu anlayabilmek için, söyle bir arkamiza bakip durum degerlendirilmesi yapmamiz
gerekir. Iste bunun adi tarihtir. Tarihi diger bilimlerden ayiran en önemli özellik
genel olmayisidir. Durum tespiti yaparken yasandigi zamanin kosullarina göre
degerlendirmesidir. Tarihi tarih yapan
aslinda budur. Her devlet geçmisten bugüne kadar varligini devam ettirirken
diger devletlerle etkilesim halinde yasam sürmüstür. Bizim devletimiz de baska devletlerle ayni
sekilde etkilesim içinde bugünlere geldigi için, dogru tarihi yazmak için milli
duygulardan arinmak gerekir. Elbette bu milli ve manevi duygulardan arinmak çok
zordur. Eger kisi bu milliyetçi duygulardan arinirsa gerçek tarihi yazmis olur
fakat; bu zamana kadar da bu pek mümkün olmamistir.
Yukarida
her bir devletin aslinda baska bir devletin devami oldugunu söyledik. Eger bu
konuyu biraz daha açmak istersek büyük üstat Ibn-i Haldun’un söyledigi söze
varmis oluruz: “Devlet tagallübe kurulmus ve tagallübe devam etmektedir.” Bu
söz ile de devletlerin birbirinin devami oldugu düsüncemizi kuvvetlendirmis oluruz.
Ancak bu sekilde tarih yazmanin hala günümüzde bile indüksiyon oldugunu iddia
edenler vardir. Indüksiyon yöntemiyle de tarih yazmak isteyen zihniyetler maalesef
hala mevcuttur. Indüksiyonun tarih açisindan geçerli olan tek bir özelligi
vardir, o da genelleme yapmamadan isini devam ettirmesidir. indüksiyon ile
tarih yazmaya çalisanlar sunu bilmedirler ki indüksiyon günümüzde geçerliligini
yitirmistir. Bunu yüce dinimizden de örnek vererek açiklayabiliriz. Indüksiyon
geçmisteki iki veya daha çok olayin karsilastirmasini yaparak gelecege dair
bilgi vermeye çalisiyor. Oysaki gelecegi görmek -Rabbim isterse- sadece ama
sadece (oda tamamen degil bir yere kadar) Peygamberlerin mazhar oldugu bir
durumdur. Yani indüksiyon bizlere gaybi bildirmeye çalisan aciz bir tekniktir.
Tarih yazarken nasil bir teknik kullanilirsa gerçek tarih yazilir diye bana
soracak olursaniz; öncelikle bu is yapilirken yasandigi zamanin kosullari göz
önüne alinarak degerlendirme yapilmali ve anlasilir bir dil kullanilmalidir.
Temel budur.
Tarihte
kullanilan teknikleri bir kenara birakalim ve diger özelliklerine bakalim. Mesela
tarihin diger bilimlerle arasi nasildir? Tarih onlarin içinde de yer alir mi?
Almaz mi? Ne sekilde baska bilimlere yardimci olur ve o bilimlerden nasil
faydalanir. Tabiat ilimleri objektiftir; sayilabilir, kiyas yapilabilir ancak
bu özellik tarihte mümkün degildir. Kullanilan sayma ve ölçme mekân ilimlerine
mahsustur. Tarihte bir zaman ilmi oldugu için tarihte sezgi önemlidir. Sezgi
ise her zaman dogruyu vermez, bizleri yaniltabilir. Bu yüzden tarihi okuyarak
hiç bir zaman tam ve dogru bilgiye ulasamayiz. En dogru bilgi ise tarihe
sahitlik edebilecek en yakin bilgidir. En yakin bilginin ise hangisi oldugunu
bilmek güçtür hatta imkânsizdir. Çünkü artik o zamani tekrar geriye getirip bir
film sahnesi gibi tekrar tekrar izlemek mümkün degildir. Geçmis, geçmiste
kalmis artik bitmistir. Dedik ki tarihte hiçbir zaman gerçek bilgiye ulasamayiz.
Nasil bu kadar emin konusuyorsunuz diyecek olursaniz size su mukayeseyi yapmak
isterim. Diyelim ki tüm devletlerin arsivleri elimizde, hatta tüm devletlerin
degil geçmiste tarih yaziciligi yapmis iki devletin arsivini düsünüp 1.000-1.400’lü
yillara bakalim. Basta da söylemistik, hiçbir zaman tarih yazilirken milli
duygulardan arinilamaz. Hiçbir devlet kendi tarihini yazarken biz su katliami
yaptik ve on binlerce insana kiydik demis midir? Evet, öldürdügünü yazar ama
her zaman hakli bir gerekçesi vardir ve katliam kelimesini asla kullanmaz. Diger
devletin arsiv kayitlarina baktigimizda ayni olay bir katliamdir insanlik
tarihine kara bir leke olarak sürülmüstür Biz simdi hangisine inanacagiz? Hangi
devlet yazdigi tarihin dogrulugunu bize ispat edebilir? Iki devlet de ispat edemez;
çünkü olaylar yasanmis ve bitmistir. Buna günümüzden bir örnek verecek olursak,
tutturmuslar bir Ermeni soykirimi sürüp gidiyor. Biz Türk’üz, hiç bir zaman
bunu kabul etmedik, etmeyecegiz de. Çünkü biz bunun böyle olmadigini biliyoruz
ama hiçbir zaman bir Ermeni’ye bunun bir katliam olmadigini kabul ettiremeyiz.
Ona da her zaman bunun bir soykirim, bir katliam oldugu ögretilmis. Iste milli
duygular burada devrede.
Tarihi Kronolojik Siraya Ayirmak Dogru mudur?
Öncelikle günümüzde
tarihin kaba bir hesapla nasil bir kronolojik zamana ayrilmis onu hatirlatmakta
yarar görüyorum: Tarih, Ilk Çag – Orta Çag – Yeni Çag –Yakin Çag sonra ki
gelecek zamanda Aydinlik Çag olarak nitelendiriyor. Diyelim su an Yakin Çagda
yasiyoruz etrafimizdaki devletlere bir göz atalim. Bir yanda dünyanin süper gücü olarak
gösterilen ABD bir yanda Pakistan, Filistin… vb. ülkeler. Simdi Amerika’nin
yasadigi Yakin Çag ile Pakistan’in yasadigi Yakin Çag bir midir? Amerika su an
birçok seyi asmis, müthis bir teknoloji ile önümüzdeki yüzyilin nasil olacagini,
kendilerini buna nasil hazirlamalari gerektigini hesap ederken; Pakistan’daki
insanlar, degil yüzyili hesap etmek yarinindan süphe ediyor. Bugün karinlarini doyururlarsa
ona sükrediyorlar. Bu örnekten yola çikarak aslinda en basta söyledigimiz
sözlere tekrar dönüyoruz, yani tarihe genelleme yapiliyor. Genellemenin yanlis
oldugunu söyledik ve söyledigimiz sözün somut bir örnegini vererek de burada
ispatini yapmis olduk. En bastan beri tarihte genelleme yapmanin yanlis
oldugundan bahsettik. Pekiyi tarihe bakis açimiz nasil olmali? Bunun tek bir
cevabi var. Eger dogruya en yakin tarihi yazmak veya bulmak istiyorsak, tarihi
bir bütün olarak geçmisten bugüne kadar oldugu gibi tetkik etmek zorundayiz. Bu
sekilde de tarih yazmanin ne kadar zor oldugunun hatta imkânsiz oldugunun
farkindayim. O zaman tarihi illaki zaman dilimlerine ayirarak degerlendirmeye
çalisacaksak, su sekilde ayirmaliyiz: Toplayicilik
devri, Avcilik devri, Ziraat devri ve Sanayi devri. Böyle bir zaman ayrimi
yapmanin daha dogru olacagi kanaatindeyim.
Alienation (Yabancilasma)
Alienation ; Bir aksiyon veya aksiyonun sonucudur ki,
bu suretle bir sey veya kimse, bir baska seye-kimseye yabanci olur yani
yabancilasir. Geçmisten günümüze kadar birçok filozof ve düsünürün bu konu
hakkinda görüsleri vardir. Mesela Hegel , “Tabiat, mutlak zihin alienationa
ugramis bir formudur.” derken, Marx , “Insan ekonomik faaliyetlerinin para,
sermaye, emtia vb. seklinde kendisine yabancilastirir ve böylece insanin
kendisini kendi öz faaliyetlerine yabancilastirir ve koparir atar.” der. Gwyn
Nettler, “Alienationa ugramis bir kisi kendi cemiyetine, o cemiyetin sahip
oldugu kültüre yabancilasmis ve ondan hoslanmayan birisidir” diyerek
yabancilasmanin tarifini yaparlar. Ben de kendi açimizdan durumun ciddiyetini
mülahaza etmek isteyip, konumuz olan tarih ile bagdastirma yoluna gidersem su
sekilde bunun tarifini yapmanin dogru olacagi düsüncesindeyim. Bir toplum kendi
kültüründen, kendi öz benliginden, kendi tarihinden ne kadar uzak ve kopuk
yasarsa o kadar çok devrilmeye, dünya sahnesinden silinmeye, yok olmaya
mahkûmdur. Örnegin alti asir dünyaya hükmetmis Osmanli Devleti’ni düsünelim. Bu
cihan devleti nasil olur da bir anda bu kadar kötü duruma düser, parçalanir.
Bunun sebebi nedir diye düsünürsek esas konumuza deginmis oluruz. Yani
Alienation gerçeginin gözler önüne serilmis en somut örnegi ile karsilasiriz.
Osmanli devleti ne zaman dininden, kültüründen uzaklasmis; ne zaman zevk-ü
sefaya dalmis, iste o zaman alienation erozyonuna ugramis, kendi öz benligini
yitirmis ve çöküsünü kendi elleriyle hazirlamistir.
Gençlik ve Alienation (Yabancilasma) Iliskisi
Gençligin
yabancilasmasindan çok daha genis anlami olan alienation mefhumu açisindan bu
soruna bakildiginda sorunun sadece gençligin sorunu olmadigini, tüm toplumun
sorunu oldugunu görürüz. Unutmamaliyiz ki bugünün gençleri, çocuklari yarin bu
ülkenin gelecegi olacak. Biz gençlerimizi bu alienation illetinden nasil kurtarabiliriz,
onun yollarini aramaliyiz. Toplum olarak bizim maalesef bir nasihat verme
huyumuz var. Evet, nasihat vermek güzel ama verdigimiz bu nasihatleri hayatimizda
uygulamiyorsak, bunun onlar üzerinde ne kadar etkili olacagini varin siz
düsünün. Bu duruma bir örnek verecek olursak sigara içen bir babanin ogluna “Sigara
içme, sagliga zararli.” demesini gösterebiliriz. Aslinda demek istenen su: Bir
problem varsa ortada, bu sorunun bir sorun oldugunu dile getirmekten çok, o
sorun üzerine beraberce çözüm yollari ararsak çocugumuzu alienationdan
kurtarmak için bir adim atmis oluruz.
Son zamanlarda sehirlesme
oraninin artmasi alienation gerçegini tetiklemektedir. Insanlar sehirlerde
yasayip medenilestikçe kültüründen uzaklasmis, toplum bir takim olumsuzluklarla
karsi karsiya kalmis, bundan en çok etkilenenler de gençler olmustur. alienationun
hiç mi faydasi yoktur? Vardir elbette. Mesela insanlar diger medeniyetlerle
etkilesime girdikçe yeni seyler ögrenmis, bu sayede de teknoloji hizla
ilerlemistir. Teknoloji de yabancilasmayi tetiklemis ve bu kisir döngü içerisinde
hayat devam edip gitmektedir. Bu alienationdan en az etkilenmek için acil bir
önlem almazsak gençligin yok olusunu seyretmek zorunda kaliriz.
Dünyamizin Meseleleri
Her insanin mutlaka
kendine göre bir derdi ve sorunu vardir. Herkes önce kendi derdi ile ilgilenir
fakat; sorun bir ülkenin veya dünyanin meselesi ise bu sorun tüm insanligin
sorunu haline gelir. Düsünün su an ülkemizde yasanan terör olaylarini. Bu sadece
Türkiye’nin sorunu’mudur? Elbette hayir. Dünyayi ilgilendiren bir problemdir.
Insanlar eger bir problemi çözmek istiyorsa bunu hep beraber yapabileceginin
idrakine varmalidir. Peki, varabilir mi? Bu sorunun cevabini bulabilmek için
reorospective (geriye bakis), yani tarihi sorgulamak gerekmez mi? Bakalim simdi,
tarih bize bu sorunun cevabini nasil verecek? Insanligin varolusundan bu zamana
kadar devletler kendi çikarlari olmadan bir sorun çözmek için bir araya gelmis
mi? Bunun tek cevabi var oda hayir. Su an dünyanin en büyük meselesi insan haklaridir.
Hukuksuzlugun hukuk kabul edildigi su ortamda barisi saglamak mümkün olmadigi
için, bu insan haklari hep bir sorun
olarak kalacaktir. Vesselam
Aydinlanma Çagi ve Fransiz Ihtilali
Günümüzde zaman tipki
Fransiz ihtilalinin yasandigi zaman gibi büyük bir hizla degisim içerisinde
akip gitmekte. Öncelikle Fransiz Ihtilali diyoruz ama ne demek istiyoruz ondan
bahsedelim. Zamaninda yapilan kültür ihtilalinin adidir Fransiz Ihtilali.
Burada bizim konumuz ihtilalin dogrulugu veya yanlisligi degildir. Ihtilalin bizim
konumuzu ilgilendiren noktasi, ihtilal arkasinda gizli olanin ne oldugudur. Yani
bu bir kültür ihtilali mi yoksa daha baska bir sey mi? Peki, neden kültür
ihtilali dedik; çünkü eskiden beri süregelmis aliskanliklarin-tabularin
yikildigi, yönetim anlayisinin degistigi, feodaliteye karsi bu zamana kadar
ciddi bir anlamda baskaldirinin olmadigi, esitlik, özgürlük, adalet diye bir
haykirisin krallar ve asiller karsisina dikildigi bir zamanda gerçeklestigi
için kültür ihtilali diye tabir ediyoruz. Nesiller hep birbirinin devami
niteliginde degil midir? Ihtilalden sonra öyle bir nesil geliyor ki kendi
atalarinin yasadiklarinin hiçbirini yasamiyorlar. Bundan dolayi insanlar kendi
kültürlerinden tamamen kopuk bir hayat idame ettirecek ve kültür ihtilalini
yasayacaklar. Bu durum sadece Fransizlara da özgü degil. Durumu daha bir genis
kapsamda mülahaza edecek olursak, Fransiz Ihtilalinin dünya kültürünün ihtilali
oldugunu görürüz. Zaten Fransiz Ihtilalinin dünya tarihi açisindan en mühim
olaylardan biri olmasinin altindaki etken de dünyanin her bir kösesinde bir
kültür ihtilali yaptirmis olmasidir.
Özetle Fransiz Ihtilali’nin Kronolojisi
1789 Fransiz Ihtilali
Fransa’daki üç eyaletin kendilerini Milli Meclis ilan etmesi ve bir anayasa
yapilasiya kadar dagilmamaya karar vermesi ile baslar. Bu üç eyaletin
birlesmesiyle ciddi bir hareket baslar. Sonrasinda Fransiz kralcilari baska
ülkelere göç etmeye baslar. 1790’da 16. Louis Anayasasi kabul edilir ve
direnisin safhalari yerlesmeye baslar. 1791’de Fransiz Milli Meclisi dagilir. 1792’de
ihtilalci komün kurulur. Meclisin tesri faaliyeti durdurulur. Kraliyet ailesi
hapse atilir. 22 Eylül 1792’de Fransiz Cumhuriyeti ilan edilir. Devrim takvimi
gündeme gelir ve Jakobenler Danton liderliginde iktidar ele geçirilince basta
insanlara kolay ölüm sekli getiren ilk giyotinler Paris’te baslamis olur.
1793’te Louis idam edilir. Roma Katolikligi Fransa’da yasak hale getirilir. Roma
Imparatorlugu (Papalik) Fransa’ya karsi savas ilan eder. 1794 yilinda sayisiz
idamlar meydana gelir.1795’te ekmek isyanlari baslar ve bunu “Beyaz Terör”
takip eder. Bu kisa zaman zarfinda öyle devrimler olmus, öyle kargasalar
çikmistir ki hak, adalet, esitlik diyenler en basta ülkeyi kendi dogrularina
göre yönetmeye kalkmistir. 1976 sosyalistlerin 1973 anayasasini tekrar getirmek
için baslatmis olduklari isyan fiyasko ile neticelenir. Ihtilalin nasil meydana
gelip ilerleyen süreçlerde zuhur edisinin net çizgileri bunlardir. Bu sancili
dönemi özetleyecek olursak eskiden beri birikip gelen öfke ve ezilmislik
duygularinin patladigi bu zaman diliminde gücü eline geçiren kendi istedigi bir
anayasal düzen ile ülkeyi yönetmek istemis; dine, kiliseye, Tanri’ya karsi
beslenen kin kendisini tamamen bu degerlerden soyutlamak için yapilan tüm
yollarin mesru gösterilmesine yol açmistir. Hatta öyle boyutlara ulasmistir ki
Insanlara kötülük yapmanin adi merhamet, onlari affedenin adi ise barbar
olmustur. Adalet kavrami manasindan öyle bir sapmistir ki görünen yüzü adalet,
görünmeyen yüzü onun ideolojiden baska bir sey olmadigini göstermistir. Ihtilal
ile esas darbe Kilise ’ye vurulmus, Tanri yasalari yerini doga yasalarina
birakmistir. Hiristiyan müesseseler yerini laik müesseselere bikarmis, bunun
disinda ise hemen hemen her sey eskisi gibi devam etmistir. Artik insanlar körü
körüne Kilise’ye bagliligi terk edince otomatikman demokrasi, laiklik,
milliyetçilik gibi akimlar kendini göstermis, Tanri kurallari reddedilmis,
yasam için yeni laik olan kurallar ortaya konmustur.
Tarihi Arastirma Metotlari
Tarihi yazma ve
arastirmanin maalesef ülkemizde bulunan üniversitelerde bile belirli bir
statüko ve anlayisin ötesine geçemedigini görüyoruz. Ne acidir ki, geçmiste
tarih yazilarken ve arastirilirken yasanan hatalar hala yapilmakta, yapilan bu
yanlislardan da vazgeçilmemektedir. Öncelikle tarih yazarken kendimize bir yol
haritasi çizmeliyiz ki tarihle neden ugrastigimizi, ne amaç ile tarih
muhasebesi yaptigimizi bilmemiz için bize rehber olsun. Dünyada Türkiye’nin
rolü nedir? Zaman ile yarisabiyor muyuz yoksa gerisinde mi kaliyoruz? Iste bu sorularin
cevabini bulmak için tarih ögreniyoruz. Tarih ne kadar dogru arastirilirsa
gelecegimize o kadar genis açi ile bakar, zamanin getirdikleri zorluklar
karsisinda ayakta durabiliriz. Günümüze kadar gelmis geçmis birçok filozof
tarih arastirma metodu bulabilmek için ugrasmis ancak ne yazik ki kayda deger
bir yol bulamamistir. Iste bu yüzden tarih felsefesi yapmak zorundayiz. Tarih
felsefesi yaparken öncelikle kisi kendi metodolojisini gelistirmeli ve bunu
uyguluyor olmalidir ki yaptigi felsefe saglam ve ayaklari yere basan bir
felsefe olsun. Iste ülkemizde tarih felsefesi yazilarinin gelismemesinin sebebi
budur. Aydinlarimiz kendine özgü bir metot gelistirmedigi, hep kolaya kaçtigi
için bugüne kadar Platon’un, Hegel’in, Marks’in…vb. söyledikleriyle yapilan tarih felsefenin
ötesine gidilememistir.
Yeni Dünya Düzeni
Eski dünya düzeni ile
yeni dünya düzeni arasinda ki fark nedir? Eskiden ismi sömürgecilik olan fiilin
adi degisip kapitalizm oldu. Mantik ayni mantik, kisiler ayni kisiler. Fransiz
ihtilalinden önce yapilan adaletsizlik modernlestirilmeye çalisildi ve hala da bunun
için ugrasiliyor. Dünya jandarmaligina soyunan ABD Birlesmis Milletler ’inde destegini
alarak düsmanlarini yerle bir ediyor. Uygulanmaya çalisilan yeni dünya düzeni
içerik olarak bu aslinda; ancak biraz daha açmakta fayda oldugunu düsünüyorum.
Kapitalizmin
karsisina iki farkli düsünce konmustur. Birisi bugün de çok rahatça maglup
oldugunu söyleyebilecegimiz Marksizm, digeri ise Amerikali Henry George’nin
sunmus oldugu “tek vergili iktisadi” sistemdir. Bu sistem ise hiç uygulanmaya
ortam bile bulunamadan komünist ihtilal yapilmis, yok olmustur. Bu bahsetmis
oldugumuz küçük çapli uygulamalar disinda yeni fikirler ortaya çiksa da sadece
fikir asamasinda kalmistir. Peki ne yapilmali? Eskiye mi dönüs yapalim?
Markssit-Leninist düzen mi kurmaya çalisalim? Bu sistemin kaybettigini Sovsetler
Birliginin çökmesi ile teyit edip bizzat yasadik tekrarlamanin bir anlami
yoktur. Yani isin özü mülkiyet kavrami var oldukça emek yabancilasmaya devam
edecektir. Sömürgeciligin yok olmasi için üstte bahsettigimiz tek vergili
iktisadi sistemin gündeme getirilip uygulanmasi bir çare olabilir. Fakat su an
bu sistemi çikip kamuoyuna sunmak, su ortamda intihardan farksiz olmasa gerek.
Günümüzde dünyanin zengin ülkeleri ekonomilerini zayif ülkelerin kanlarini
emerek ayakta tutmaktadir. Bu kan emiciligi yapan en iyi ülkeler Avrupa
ülkeleri ve ABD’dir. Kendileri bile inanmadiklari halde yeni dünya düzeni
diyerek kapitalizmi dünyaya yutturmaya çalisma sahtekârligindan bir türlü
vazgeçememislerdir. ABD’nin dünya üzerinde kurmaya çalistigi sistem karsisina
asi bir devlet çikar da karsi gelmek isterse, Amerika hemen Birlesmis
Milletleri toplayarak kendi politikasini onlarinda destegini alarak mesruymus
gibi göstermektedir. Buna geçmisten bir örnek vermek istersek Irak’ta bulunan Müslüman
halki öldürmek, oranin petrol yataklarina sahip olmak için Saddam’i öne sürerek
cephe gerisinde ki binlerce Müslüman’i öldürüp geride kalanlari ise açliga,
sefalete terk eden kararlar almistir. Dünya’ya Sözde adalet dagitan Birlesmis Milletler
Teskilati’nin ve diger dünya ülkelerinin bu katliama nasil ikna edildigi ise
merak konusudur. Hos bu teskilatin zaten nasil çalistigi belli. Dünyaya yeni
düzeni kurup barisi saglayacagi sözlerini veren; ancak yalnizca harp ve isgal
kararlari alan bu teskilatin sözüne ne kadar sadik kalmadigini da Körfez Savaslarinda
bizzat yasadik. Aslinda ABD bu türlü savaslar ile diger dünya devletlerine de
göz dagi vererek eger sizde benim politikalarima karsi gelirseniz sonunuz böyle
olur diye mesaj vermektedir. Kisaca özetlemek gerekirse sadece yapilan
fiillerin adi degisti. Klasik köleligin yerini, modern kölelik aldi.
Dünya Sahnesinde ki Türkiye
Ben de bu bölümü
özetlemeye Türkiye’nin gidisatini anlatmak için kitabimizin yazari olan Prof.
Dr. Sahin UÇAR’ in verdigi bir metamorfoz ile giris yapmak ihtiyaci duydum.
“Adamin biri kozasindan çikmak için çaba gösteren bir kelebek görmüs. Ancak
hayvan kozayi delip çikmak için bir hayli zorlaniyormus, adamcagiz da kelebege
acimis ve yardimci olmak maksadiyla eline bir makas almis. Kozayi kelebegin
içinden rahatça çikabilecegi sekilde delmis, kelebek de hiç zorlanmadan kozadan
çikivermis ama ne yazik ki uçamamis; çünkü kozadan çikmak için ugrasirken
kanatlarina kan gitmesi ve bu sayede kanatlarinin onu uçuracak kadar güçlenmesi
gerekiyormus. Tirtil metamorfozu geçirmis, sekil degistirmis ama ortaya çikan
kelebek de yine tirtil gibi sürünerek yasamaya mahkûm olmus. Türkiye Tazminat
ve Cumhuriyet döneminden bu yana Batilasma çabasi içine girmis. Bunu da
günümüze kadar devam ettirmis, hala da geçmisinden kopuk Avrupa Birligi hayali
pesinde kosarak sekli batililasmaya devam etmekte. Dünya sahnesinde Türkiye’nin
ben de varim demesi için körü körüne batiya mi baglanmasi gerekirdi. Elbette
hayir! Ancak maalesef bunu yapti ve hiçbir zaman çagdas bir medeniyet
seviyesine ulasamadi. Bu, su demek degildir. Batinin iyi islerini de örnek
almasin. Alsin fakat biz ayni kelebek misali batinin sadece sekil yönünü
aliyoruz. Kelebek gibi görünen fakat bir türlü istedigimiz yere uçamayan bir tirtil
olarak kalmayi kabul ediyoruz.
Ülke olarak biz batililasma hevesi ile geçmisimizi reddettik. En az iki yüz yildir bati
kültürüne adapte olmaya çalisarak kendi kültürüne sirt çeviren bir devlet
olduk. Bu yüzden de hep “batililasma” ve “çagdaslasma” çabasi içinde bocalayip
durmadik mi ? Batinin sadece giyimini-kusamini örnek aldik. Aldikça da yozlasmaya
basladik. Hiç görmek istemedik onlarin askeri üstünlügünü, sanayisini, ilmi ve
teknolojik basarilarini. Bu konuda beni en çok üzen hala bu yanlislara devam ederek
taklit yoluyla batililasmaya çalisiyor; battikça, batiyor; dünyaya at gözlügü
ile bakmaya devam ediyoruz. Türkiye Gazi Mustafa Kemal’in söylemis oldugu
muasir medeniyetler seviyesine ulasmak istiyorsa önce kendi tarihini, kültürünü
anlamak için çaba sarf etmelidir. Kültür ise babadan ogula miras gibi kalan bir
servet degil, her neslin kendi ögrenmesi gereken bir seydir. Ey, Türkiye titre
ve Tarihine dön!
Tarih Felsefesi Yazilari
Prof. Dr. Sahin UÇAR
Sule Yayinlari
2012