SUIKASTLAR & PAYLARINA ÖLÜM DÜSEN ADAMLAR

SUIKASTLAR & PAYLARINA ÖLÜM DÜSEN ADAMLAR

Fevzi BOZKURT
Politika


ATILLA AKAR: 1960 yilinda istanbul'da dogdu. Marmara Üniversitesi Basin Yayin Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla iliskiler Bölümünü  1987 yilinda bitiren Akar, gazetecilige 1982 yilinda Hakimiyet gazetesinde basladi. Zorunlu stajini Cumhuriyet gazetesinde tamamladi. Ardindan sirasiyla Hürgün, Yeni Olgu, Tempo, Nokta, Panorama, Sosyal Demokrat Dergi, Aksam, Günaydin, Takvim, Radikal, Kanal E, TVS, Yeni Binyil, Hedef gibi dergi, gazete ve televizyonlarda muhabir, editör, köse yagan, yayin yönetmeni ve koordinatör olarak çesitli görevlerde bulundu. Çok sayida makale, deneme, röportaj ve yazi dizisi muhtelif yayin organlarinda yayinlandi. Akar'in aynca 'Eski Tüfek Sosyalistler' (iletisim Yay. 1989), 'Horzum Labirenti' (BDS Yay. 1990), 'Kimlik Bunalimindan Yenilenme Sikintisina Sosyal Demokrasi' (GSD Yay. 1993), 'Öteki DSP' (Metis Yay. 2002), Derin Dünya Devleti/ Gizli Doktrinin Küresel Efendileri (3. BaskiTimas Yay. 2003), "Komplolarin Yüzyili, Yüzyilin Komplolari" (Timas Yay.' 2003) ve "Kiyamet Komplosu" (3. Baski Timas Yay. 2004) isimli kitaptan mevcuttur.
  Banyo Küvetinde Bekleyen Ölüm/ Jean-Paul Marat  

"Bes yüz ya da alti yüz kellenin uçurulmasi huzurunuzu, özgürlügünüzü ve mutlulugunuzu güvence altina alacaktir.

Sahte bir insancillik elinizi kolunuzu baglamistir; bu yüzden milyonlarca kardesiniz yasamini yitirecektir."

                                                                                                                                - Jean. Paul Marat –

  1789 Fransiz Devrimi topluma karsi bir terör dalgasini bera¬berinde getirecekti. Yeni yönetimin Jakoben devrimcileri, Cumhuriyet'in kurumsallasmasi ve gelecegi için en sert kararlari dahi almaktan çekinmeyeceklerdi. Bu ugurda binlerce aristokrat, yeni rejimin karsiti sayilanlar ve tabii ki Kraliyet aile¬sinin ileri gelenleri "tehlike" kabul edilip giyotine gönderilecekti. Iste bu terör dalgasinin en tepesindeki kisi, yönlendiricisi Jean Paul Marat idi. Marat verdigi kararlarla çogu kisinin ölüm fermanini imzalarken, sonunda o da birilerinin nefretini kazanacakti. Ancak onun katili diger birçok suikastin aksine bir kadindi. Dogrusu, öldürüldügü yer de bir istisnaydi. O ne bir kürsüde, ne bir merasim esnasinda, ne de bir araba içinde öldürüldü. Olura onu bir banyo küvetinde bekliyordu. O aslinda bir Isviçreliydi, 1743 yilinda dogmustu. Gençlik yil¬lari hakkinda çok fazla bilgi yoktur. Uzun bir süre Fransiz Devrimi'ni hazirlayan aydinlar arasinda Marat ismine rastlanmamisti. Ama o, kisa sürede yükselme göstermis ve adi neredeyse Fransiz Devrimi ile özdes hale gelmisti. Marat gerçekte bir hekimdi. He¬kimlik kariyerine Londra'da baslamisti. 1770'lerde bilimsel-felsefi konulara merak saldi. Bu dönemde "Insan Ruhu Üzerine Dene¬me", "Insan Üzerine Felsefi bir Deneme" ve "Kölelik Zincirleri"ni yayinladi. 1777'de Fransa'ya döndü ve Kraliyet ailesinin özel mu¬hafiz birliginin hekimligi görevine getirildi. Ancak onun asil ama¬ci bir bilim adami olabilmekti. Isik, ates ve elektrik üzerine çalis¬malar yapti. Bu çalismalarindan dolayi 1783'te Rouen Kraliyet Akademisi ödülünü aldi. Sonra hukuk üzerine bir eser olan "Ceza Yasalari Plani"ni yazdi. Ancak kitabi "yikici" oldugu gerekçesiyle yasaklandi. Montesquieu ve Jean-Jacques Rousseau'nun fikirlerin¬den etkilendi. Bu arada Benjamin Franklin'le de yazismaktaydi. Ancak Fransiz Bilimler Akademisi'ne kabul edilmemesi onun düzene karsi olan nefretini daha da kamçiladi. Kendisinin engellenmek istedigi gibi bir düsünceye kapildi. Bunun üzerine kurulu rejimi devirmek isteyen çevrelere katildi. Bu amaçla "Ül¬kemize Öneri" baslikli brosürünü yayinladi. Önceleri monarsiye karsi açiktan cephe almasa bile kisa sürede monarsinin yikilma¬sini istemeye basladi. Bu arada L' Ami du Peuple (Halk Dostu) isimli bir gazete çikarmaya basladi ve aristokratlara karsi saldiri¬larina hiz verdi. Bu gazete 1789'un hemen ertesinde en radikal çevrelerin sözcüsü durumuna geldi. En sert önlemleri savundu. Sonunda hedefleri arasina ilimli devrimciler de girmeye basladi. Marat, Jakoben fikirlere her karsi çikisi bir karsi-devrim belirtisi saydi ve en sert sekilde ezilmesini sagladi. Süreç içinde Konvan-siyon'un (Kurucu Meclis) en etkili üyesi haline geldi. Birçok ko¬nudaki tavir, onun tutumuna bakilarak karara baglanir oldu. Bir ara Jirondenler tarafindan "Devrim Mahkemesi"ne çikarildiysa da aklandi ve bu durum Marat'in ününe ün katti. Ölümü Getiren Ölümler "Dul Capet" (Dul Kadin)3 araliksiz çalisiyordu, idam edilecek sahislar her gün beser, onar kisinin dolduruldugu arabalarla Pa¬ris sokaklarindan geçirilerek infazin yapilacagi meydana getirilir¬di. Kendini bir kan sarhosluguna kaptirmis halkin çilgin tezahü¬ratlari arasinda "Halk Düsmanlari" infaz edilirdi. Ve bu kararla¬rin çogunun altinda Marat'in imzasi ya da etkisi vardi. Idamlar arttikça hem devrimciler arasindaki ihtilaflar açiga çikiyor hem de Marat'a olan öfke büyüyordu. Nitekim bu öfkenin faturasini ödeyecegi gün gelecekti. Günlerden 13 Temmuz 1793'tu. Marat, uzun süredir evinden disari çikmiyor, Meclis'e bile gitmiyor, onun yerine yazili tali¬matlarini yollamayi yegliyordu. Vaktinin çogunu evindeki ban¬yoda geçiriyordu. Çünkü Marat'in egzama benzeri bir cilt rahat¬sizligi vardi ve vücudunun belli bölgelerini kaplamisti. Bu yüz¬den yazilarini ilaçli su ile doldurdugu küvetinde yazardi. Derisin¬deki yanmayi ancak bu ilaçli su ile hafifletebiliyordu. O gün de ayni sekilde küvetinde, basina bir havlu sarili vaziyette, elinde tüylü kalemi ve önündeki mürekkep hokkasi ile yerini almisti. Suikastçisi Bir Kadin Biraz sonra Bayan Simone "Normandiya'dan gelen ve Jiron-denler hakkinda bilgi vermek isteyen genç bir hanim sizi görmek istiyor" diyerek yanina geldi. Önceleri rahatini kaçiran bu du¬rum karsisinda meraki agir basti ve "îçeri gelsin" talimatini ver¬di. Az sonra soylu görünümlü, genç ve hayli güzel bir kadin Ma¬rat'in yanindaydi. Kadin fazla kalmayacagini belirterek kendisi¬ni tanitti; "Adim Anne-Marie Charlotte Corday d'Armont..." Marat, "Soylulardansiniz demek" diye karsilik verdi, kadinin ce¬vabi kisa oldu; "Evet." Ve ardindan ani bir hareketle gögsünden çikardigi bir biçagi Marat'in gögsüne dogru savurdu. Biçak tam hedefini bulmustu. Kan, küvetin içindeki suya karismaya basla¬misti bile.4 Kadin biçagi yere atti ve gerisin geri dönerek çikma¬ya çalisti. Bu arada durumdan süphelenen ve bazi sesler isiten Bayan Simone odanin kapisini açmisti. Oysa Marat'in kalem tu¬tan eli çoktan yana düsmüs, rengini dahi kaybetmisti. Anne-Marie Charlotte Corday d'Armont ise bir süre sonra yakalandi. Kendisi ihtilalde ilimli bir yön tutmus olan Jironden-lerden yanaydi. Normandiya'nin Saint Saturnindes-Ligneries köyünde dogmustu. Sonradan yoksul düsmüs soylu bir aileden geliyordu. Ailesini daha küçük bir kizken kaybetmisti. Akraba¬lari onu yatili bir okula gönderdiler. Devrim sonrasi kiliseye ait mallar kamulastirildigi için manastir da kapaninca bir akrabasi¬nin yanma sigindi. Anne-Marie Charlotte Corday d'Armont, yasitlarinin aksine politik ve felsefi konulara merakli bir kizdi. Ji-rondenlere yaklasti. Aralarinda Marat'in da bulundugu Montag-nardlari (Daglilar) en büyük tehlike olarak görüyor, Marat'a ve devrimin asiriliklarina karsi öfke duyuyordu. Kendi açiklamasi¬na göre bu yüzden Marat'i öldürmeye karar vermisti. Onu döne¬min en ünlü avukatlarindan Cheuveau Lagarde savundu ama Anne-Marie Charlotte Corday d'Armont giyotine gitmekten kurtarilamadi. Abraham Lincoln: Güneyli Katili Tarafindan  Tiyatroda Vurulan Kuzeyli Baskan AMERÎKA Birlesik Devletleri'nin 16. Baskani Abra-ham Lincoln (Abe) Amerikan iç savasi esnasinda görev yapmistir. Adi köleligin kaldirilip, birligin kurulmasiyla özdes sayilan Lincoln hitabet sanatindaki ustaligiyla da bilinirdi. 12 Subat 1809 Kentucky dogumlu olan Lincoln bir çiftçi ailesinin çocuguydu. Zor sartlar altinda kendini yetistiren ve Illinois eyaletinde Springfield'e yerlesen Lincoln, sonunda hukuk egitimi görüp avukat olacakti. Genellikle gezici mahkemelerde düsük ücretler karsiliginda avukatlik meslegini icra etti. Zamanla daha büyük davalar alarak ününü pekistirdi ve Eyalet Meclisi'ne seçildi. Bu esnada Mary Todd ile tanisip 1842 yilinda evlendi. Dört er¬kek evlatlari oldu. Çocuklarindan üçü öldü, yalnizca en büyük og¬lu Robert hayatta kaldi. Zamanla karisi ile arasi açildi.6 Kocasinin evden uzakta günler geçirmesine kizan ve kiskançlik krizlerine tu¬tulan Mary, sonunda depresyona girdi. Dinsel ve mistik konulara özel bir ilgisi olan Lincoln rüyalarindan ve gizemli simgelerden gelecege dair anlamlar çikarirdi.7 Eski Ahit'e, Shakespeare'e ve iskoç sair William Knox'a karsi özel bir düskünlügü vardi. Lincoln'ün siyasete girisi Andrew Jackson'in bakanligi esna-sindadir. Önceleri Whig Partisi'nden politikaya atilan Lincoln, 1856'da Cumhuriyetçi Parti saflarina katildi. Giderek parti için¬de yükseldi ve 6 Kasim 1860'da ABD Baskani seçildi. Ancak Lincoln'ün Baskan seçilmesiyle birlikte basta Güney Carolina olmak üzere 6 eyalet "Birlik"ten çekildiklerini ve bir "Konfede¬rasyon" kurduklarini açikladilar. Mart 1861'de Sumter Kalesi kusatmasindan dolayi aralarindaki savas derinlesti. Virginia'daki üç eyalet de konfederasyona katilinca durum giderek yaygin bir hal aldi. Bu durum karsisinda önceleri bocalayan Lincoln, Gene¬ral S. Grant'i ordu komutanligina getirdikten sonra rahatladi. Önceleri köleligin kaldirilmasini gündemine almayan Lincoln, zamanla bunun siyasal bir gerçeklik oldugunu gördü. Bunun so¬nucunda 1862 tarihli "Özgürlük Bildirisi" yazildi. 1864 seçimle¬rinde % 55 oyla yeniden Baskan seçildi. 15 Nisan 1865'teki ölü¬müne kadar önce iç savasi bitirdi sonra da ülkenin yeniden insa¬si ve yasal düzenlemeleri için gayret gösterdi. Lincoln demokra¬siyle bagliligiyla taninmistir. Oyuncu Katilin Son Oyunu Lincoln'ün katili John Wilkes Booth ayni zamanda bir tiyatro oyuncusuydu. Booth, Amerika'ya Ingiltere'den göç eden taninmis bir aktör ailesinin çocuguydu. Babasi Junis Brutus Booth'un8 ak¬sine basarisiz bir sanatçiydi. Oysa kardesi Edwin Thomas Booth ülkenin en iyi Hamlet oyuncusu sayiliyordu. John Wilkes Booth ise daha ziyade romantik rollerde oynamasiyla taninmisti. Ama oynadigi son rol belki de "hayatinin rolü"ydü. Ve bu rol hiç de "romantik" sayilmazdi. Zaten Lincoln'ü bir tiyatroda vuracak olan Booth, bu rolü sonrasi belki alkis almadi ama Lincoln'ü vu¬rus biçimi, vurma sonrasi attigi slogan ve bulundugu mekân ile her sey yeterince teatraldi. 14 Nisan 1865 aksami Washington Ford Tiyatrosu'ndaki her¬kes "Amerikali Kuzen" oyununu seyretmek üzere toplanmisti. Amerikan iç savasi bitmisti. Baskan Lincoln daha 5 gün önce Güney Ordulari'nin teslim olmasinin verdigi rahatligi yasiyordu. Kendisine ayrilmis özel locada oyunu izlemeye hazirlaniyordu. Birden Booth ortaya çikti, bir elinde tabanca, bir elinde de bi¬çak tutuyordu. Tabancasiyla Baskan'in kafasini nisan aldi. Çikan kursun Baskan'i çoktan yere sermisti. Herkes panik içinde kaç¬maya veya ne oldugunu anlamaya çalisirken, o çok iyi bildigi ti¬yatronun labirentleri arasinda kaybolmayi tercih etmedi. Booth bu gösteri firsatini kaçiramazdi. En önemli oyununu oynamisti ve simdi de gösteri zamaniydi! Önce kendini yakalamaya çalisan su¬bayi biçakladi. Sonra locanin balkonundan seri bir hareketle sah¬neye atlamak istedi. Ancak ayagindaki çizmenin mahmuzu, asili duran bayraga takildigi için düstü. (Ayagi kirilmisti ama bu sart¬lar altinda ayaginin acisini düsünemezdi.) Yerden dogruldu ve kendisini yakalamaya çalisan birkaç kisinin çabasina ragmen kaçmayi basardi. Bu arada sahnede son repligini de atmayi unut¬madi: "Sic semper tyrannis/ Zalimler böyle ölsün!"10 Booth 11 gün sonra Virginia Bowling Green'de bir çiftlik evinde kistirildi. Teslim olmayi reddedince bir görevli tarafin¬dan öldürüldü. Ancak bu olayda da bazi gariplikler söz konusuy¬du. O da tipki Kennedy'nin katili olarak ilan edilen Lee Harvey Oswald gibi öldürülecekti. Lincoln'ün katili Booth ve yardimci¬si Herold, birlikte saklandiklari kulübede uyuyorlardi. Ancak uykulari fazla sürmedi ve kendilerine dogru yaklasan atli birligin sesiyle uyandilar. Söz konusu birligin basinda Tegmen E.P. Do-rethy bulunmaktaydi. Genç Tegmen Dorethy, Booth ve Herold'a teslim olmalari, yoksa samanligi atese verecegi uyarisinda bu¬lundu. Booth, alevler samanligi iyice sarana kadar bekledi. Alevlerin arasindan silueti göründügü anda ise bir çavus, kendi¬sini sag olarak yakalayip mahkeme önüne getirmeleri yönünde¬ki emre ragmen ates etti. Booth, agir yara almisti ve vurulduk¬tan üç saat sonra öldü. Aslinda Hükümet Darbesi Nedense tarihe dönüp bakanlar Lincoln suikastini bütün her seyden soyutlayip, tek basina bir "çilgin"in isledigi bir suikast gi¬bi görmeye ve göstermeye devam ediyorlar. Onlara kalirsa John Wilkes Booth, tipki Kennedy suikastmdaki Lee Harvey Osvvald gibi tek basinaydi ve "delice" olarak hareket etmisti. Oysa Lin¬coln suikasti ne tek basina Lincoln'e karsi yapilmisti ne de plan¬siz bir hareketti. Lincoln suikasti aslinda bir "hükümet darbe¬sinin en önemli ayagiydi, o kadar. Ardindan gelisen diger su¬ikast girisimleri ve ortaya çikarilan baglantilariyla bizim "Lin¬coln Suikasti" diye bildigimiz olay aslinda ve tümüyle bir darbe girisiminin ön hazirligi idi. Lincoln sadece "Bir Güneyli'nin in¬tikam duygulari" neticesinde öldürülmemisti, arkasinda çok da¬ha büyük bir planin oldugu ortaya çikmisti. Tabii bu gibi durumlarda her zaman oldugu gibi Boooth'un da "deli" oldugu öne sürülecekti. Ama çok geçmeden Booth'un bu iste yalniz olmadigi anlasilacakti. Daha dogrusu, iki suikast¬çi ve iki suikast girisimi daha oldugu ortaya çikinca üç delinin birden ortalarda gezinmesi ihtimal hesaplarina ters düsecekti! Olayin arkasinda organize olmus bir ekip oldugu saptanacakti. Bu suikastlar zinciri aslinda hükümete karsi bir komplo oldugu¬na isaret ediyordu.   Ikinci Hedef Tek hedef Lincoln degildi. Booth, Lincoln'ü vurmadan az ön¬ce bir kisiyle daha görüsmüs ve ona bir paket teslim etmisti. Bu bulusma esnasinda iki adam saatlerini ayarladilar. Biri tiyatroya dogru hareket ederken digeri kabinede Lincoln'den sonra en önemli kisi olarak bilinen Disisleri Bakani William H. Seward'in evine dogru yöneldi. Bir üçüncü suikastçi daha vardi. Onun da görevi Baskan Yardimcisi Johnson'i vurmakti. Bu amaçla John-son'in evinin önünde dolasip durdu. Ancak içeri girmeye bir tür¬lü cesaret edemedi. Bu kisi daha sonra asilacak olan Alman asil¬li George Atzeroth'du. Diger adamin adiysa Lewis Thomton Powell'di. Güneylilerin ordusunda savasmisti. "Payne" takma adini kullaniyordu. Plan dogrultusunda Boooth tarafindan egitilmisti. Powell, Disisleri Bakani William H. Seward'm evine vardiginda Seward henüz yatmisti. Birkaç gün önce geçirdigi bir araba kazasinda kolu ve çenesi kirilmisti. Powell bunu biliyordu ve planini bunun üzeri¬ne kurdu. Evin kapisini çalip usaga elindeki paketi gösterdi ve paketin doktor tarafindan gönderildigini, içinde ilaç oldugunu söyledi. Usagin paketi kendisine birakmasini istemesi üzerine Powell aldigi emre göre "ilaci bizzat teslim etmesi gerektigini" söyledi. Sonra da usagin cevabini beklemeden içeri dalip merdi¬venleri çikmaya basladi, tabii ki usak da pesinden gidip onu en¬gellemeye çalisiyordu. Bakanin ayni zamanda bir hükümet gö¬revlisi de olan oglu Frederick W. Sevvard, Powell'in önünü kesti ve paketi babasina kendisinin götürecegini söyledi. Bunun üze¬rine Powell tabancasini çekti ve ates etmeye çalisti. Ama silah tutukluk yapmisti. Dövüsmeye basladilar. Sonunda Bakanin og¬lu kafasina aldigi bir kabza darbesi ile bayildi. Powell, Bakan Seward'in yattigi odaya hizla girdi. Odada Ba¬kanin kizi ve ordu mensubu bir sihhiyeci vardi. Powell, saldirip ikisini birden yana savurdu. Sihhiyeci, aldigi biçak darbesi ile çoktan yere düsmüstü. Önünde bir engel kalmayan Powell, hirsla Bakani biçaklamaya basladi. Bakan üç derin yara almisti. O es¬nada yerinden dogrulan yarali hastabakici, Powell ile bogusma¬ya basladi. Bu girisim, hastabakicinin iki biçak darbesi daha al¬masina sebep oldu. Bu arada Bakan Seward'm albay olan diger oglu Augustus kiz kardesinin çigliklarina yetisti. Iki adam bogus¬maya basladilar ama ogul Augustus da yaralandi. Powell ise yar¬dima yetisen usaklardan birini daha alt etti ve kendisi hiçbir ya¬ra almadan, kapida biraktigi ata atlayarak kaçti. Bundan sonra bir süre ormanda gizlenerek izini kaybettirmeye çalisacakti. Ne var ki, Booth ile bulusmasi gerekiyordu. Bu amaçla iki gün sonra Maryland'e bagli Surratsville kasabasina gelecekti. Bu esnada polis de suikastçilarin iliskide oldugundan süphelendigi meyhane sahibini sorguya çekiyordu. Söz konusu meyhanenin sahibi Mary E. Surratt isimli dul bir kadindi. Bu kadin Surrats¬ville kasabasinin eski ailelerinden birine mensuptu. Aile serve¬tini kaybedince o da meyhanecilige baslamisti. Bu arada Powell da meyhaneye gelmis ve yakalanmisti. Kadin Powell'i tanimadi¬gina dair yemin etse de polisler bu beyana inanmadilar ve biraz sikistirinca aradaki iliskinin çok daha baska oldugu ortaya çikti. Sorusturma derinlestirilince hepsinin Booth'un suç ortaklari ol¬dugu anlasilmis oldu. Üstelik meyhaneci Surratt suikastçilari ba¬rindirmakla kalmamis, bizzat suikastin hazirlanmasina da katil¬misti. Booth'a silahi saglayan da o idi. 7 Temmuz 1865'te, askeri mahkeme yargilama sürecini sona erdirdiginde Povvell ve Surratsvilleli bayanla birlikte iki kisi da¬ha asildi. Bunlardan ilki David F. Herold'di. Herold bir eczane¬de tezgahtardi. Görevi Boooth'un kaçisina yardim etmekti. Ona yiyecek ve barinacak yer sagliyor, Booth uyudugunda nöbet tu¬tuyordu. Asilan diger komplocu ise Alman asilli bir güneyli olan George Atzeroth'du. Onun görevi ise Baskan Yardimcisi And-rew Johnson'i öldürmekti. Gerçi Atzeroth bunu basaramamisti ama yine de asilmaktan kurtulamadi. Üç kisi ise suikastçilara yar¬dim etmekten dolayi ömür boyu hapis cezasina mahkum edildi. Ford tiyatrosunun sahne degistiricilerinden biri de 6 yil hapis ce¬zasi aldi. Mary E. Surratt'in yardimcisi olan meyhaneci ise poli¬se yardim ettigi ve komplocularin yakalanmasina yardimci oldu¬gu için ceza almaktan kurtuldu. Komploda önemli rol oynayanlardan biri de meyhaneci kadi¬nin oglu John H. Surratt idi. O da siniri geçip solugu Kanada'da alacak ve bir süre manastirda gizlenecekti. Sonunda Avrupa'ya gitti ve Papa'nin koruma birliginde görev aldi. 1867'de ABD'ye döndügünde olay yatismisti, mahkeme sonucu beraat etti. Komplonun Çapi Büyük Aslinda suikast komplosunun basi, Güney Konfederasyonu Cumhurbaskani Jefferson Davis'den baskasi degildi.11 Hedefte sadece Abraham Lincoln degil, yardimcisi Andrew Johnson, Di¬sisleri Bakani William H. Seward ve Kuzey Ordulari Komutani Ulysses S. Grand da vardi. Böylelikle Kuzeylilerin en önemli 4 adami öldürüldügünde Güneyliler, savasi kaybetseler bile doga¬cak karisikliktan istifade ederek bir tür hükümet darbesi ile yö¬netimi ele geçirebileceklerdi. Plan buydu ama basarili olamadi. Dolayisiyla ortada "Lincoln'ü sevmeyen ve öç alma duygula¬riyla hareket eden Güneyli bir çilginin bireysel eylemi" yoktu. Düpedüz planli ve arkasinda bir organizasyon bulunan bir hare¬ketti bu. Üstelik plan bir yil öncesinden hazirlanmisti.12 Eylem bir "bireysel terörist" davranis olmayip askeri harekâtin bir par¬çasiydi. Hatta planin ilk seklinde Lincoln'ü öldürmek degil, Lin¬coln'ü kaçirmak vardi. Booth bu amaçla Kanada'ya gitmis ve orada Güneyli temsilci Jacob Thompson ile görüsmüstü. Bu amaçla Booth hesabina Ontorio Bankasi'na para yatirildi.13 Bu¬nun üzerine Booth, tekrar Amerika'ya dönerek eylem için gerek¬li adamlari toplamaya ve hazirliklari yapmaya basladi. Çok para harciyordu ve çevresine bu parayi petrol hisselerinden kazandigi yalanini söylüyordu. Olayin sonunda ancak komploya katilanlarin alt basamakla-rindaki kisiler ceza aldilar. Asil sorumlular -ki en basta Jefferson Davis olmak üzere digerleri- ceza almadi. Davis, Kuzeylilerin elinden kaçmak için kadin kiligina girmisti ve öyle yakalandi. Suikasttan dolayi hakkinda kovusturma bile açilmadi. Çünkü Booth öldürülmüstü. Olan biteni kesin olarak ispatlayabilecek tek tanik, suçun failiydi aslinda. Davis, daha sonra iç savastan dolayi yargilandi. Fakat aftan yararlandi. Lincoln olayi bize daha sonraki suikastlarda da sik sik tekrar¬lanacak "deli" kuraminin ne kadar eski bir tarihsel kökü oldugu¬nu göstermektedir. Ikincisi, aslinda hiçbir suikastta basit "öç al¬ma", "çilginca girisim", "bireysel davranis" gibi durumlarin söz konusu olmadigina bir arka plan sunmaktadir. Her suikast kap¬samli bir komplonun bir ayagidir. Burada gizli veya açik darbeler, politik hesaplar ve hedefler vardir. Ve o günden bugüne bu ku¬ral pek degismise benzememektedir. Lincoln belki de savasi ka¬zanmanin rehavetine fazla kapilmisti. Ama belli ki karsi taraf, son kozlarini oynamadan savasi kaybettigini düsünmüyordu. Güneyliler askeri yenilgilerini, tertipleyecekleri suikastla siyasi bir zafere dönüstürebileceklerini ümit ettiler ama öyle olmadi. Lincoln ise ölümünden sonra bile rahat birakilmayacakti. Lincoln'ün Cesedi Çalinmaya Kalkisiliyor Abraham Lincoln'ün talihsizligi sadece ölümünde degil, ölü¬münden sonra da sürmüstür. Cesedi ABD hükümetinden bir grup kalpazan çetesi tarafindan fidye ve santaj amaçli olarak ka¬çirilmaya çalisilmis ve bu yolla para koparilmak istenmistir. Uzun süredir polisi peslerinden kosturmalarina ragmen bir türlü yakalanamayan bir kalpazan çetesi vardi. "Koca J im" laka¬biyla anilan Jim Kinealy'nin önderligindeki bu grup piyasaya binlerce sahte dolar sürmüs ve bu yolla bir servet edinmisti. Çe¬te üyeleri 1876 baharinda bir krize girdi. Bastiklari tüm parayi el¬lerinden çikarmis, stoklarini eritmislerdi, yeni para basma im¬kânlari da bir süre için de olsa ortadan kalkmisti. Taklit paralan yapan uzmanlar yakalanmis ve böylelikle çetenin yeni para bas¬ma imkâni kalmamisti. Ben Boyd isimli bu uzman kalpazan, so¬nunda cezaevini boylamis ve 10 yil agir hapisle Illinois Ceza-evi'ne tikilmisti. Jim Kinealy ve adamlari, Ben Boyd olmadan hiçbir sey yapa¬mazlardi. Bunun üzerine kafa kafaya verip yeni bir çikis yolu aramaya basladilar. Ayrica ne yapip edip Ben Boyd'u cezaevin¬den kurtarmanin bir yolunu bulmaliydilar. Bunun için kimsenin aklina gelmeyecek bir plan gelistirdiler. Planlarina göre çete Abraham Lincoln'ün cesedini çalacak, bir çuvala koyup bir at ara¬basiyla Kuzey Indiana'ya götürecek ve orada Michigan gölünün issiz kumsalinda tekrar gömeceklerdi. Daha sonra da hükümet yetkilileriyle pazarliga oturacaklar ve Lincoln'ün cesedini bil¬dirme karsiliginda Amerikan hükümetinden 200 bin dolar iste¬yeceklerdi. Paranin yani sira arkadaslari Ben Boyd'un serbest bi¬rakilmasini da talep edeceklerdi. Üstelik yasalar da bu kurnaz kalpazanlardan yanaydi. Çünkü Illinois kanunlarinda ceset çal¬mak diye bir suç yoktu. Onlar da zaten ise kalkisirlarken bu ya¬sal boslugu gözetmislerdi. Sonunda Koca Jim ve çetesi planlarini uygulamaya karar ver¬diler. 1876 yilinin 6 Kasim günü Sikago trenine binerek, Lin¬coln'ün mezarinin bulundugu Illinois Springfield sehrine dogru yola çiktilar. Çete Sikago'dan ayrilmadan önce bir Londa gazetesi aldi ve bir parçasini Sikago'daki bir barda bulunan Lincoln heykelinin içine sakladi. Cesedi mezardan çikardiklarinda gazetenin geri kalan parçasini bos mezarda birakacaklar ve böylelikle hüküme¬te ve polise mesaj ileteceklerdi. Tam bu esnada Illinois valisi ile pazarliga girisecekler ve istediklerini aldiktan sonra cesedi iade edeceklerdi. Birakilan gazete parçalari bunun' içindi. Valinin ce¬sedi onlarin çaldigina kanaat getirmesi için gazetenin kalan par¬çasini da valiye gösterecekler ve pazarliga oturacaklardi. Çetenin Springfield'e geldigi gün bir seçim günüydü. Herkes seçim telasi içindeydi. Kaybedenler sonuçlari protesto ederken kazananlar fener alaylari ile zaferlerini kutluyorlardi. Kimsenin baska bir sey düsündügü yoktu; güvenlik güçleri ile yerel yetkili¬ler seçime odaklandiklari için kimse kente yeni gelen bu yaban¬cilarla ilgilenmezdi bile. Nitekim öyle de oldu. Lincoln'ün meza¬ri sehre iki mil uzaklikta bir ormanlik alandaydi. Bu sartlar altinda mezara giden çete üyeleri Lincoln'ün meza¬rinin kapisini açtilar, mermer kapagi kaldirdilar ve tahta tabutu çikarmaya hazirlandilar. Ancak içlerinden en genç olani, Sweg-les isimli delikanli, atlari getirmesi gerektigini söyleyerek gruptan ayrildi. Aslinda bu kisi, çetenin içine sizmis bir hükümet ajani idi. Az ilerideki bir grup polis detektifi Swegles'in isaretini bek¬lemekteydi. Swegles daha önceden kararlastirdiklari üzere siga¬rasini yakar gibi yaparak detektiflere "Harekete geçin" talimati¬ni verdi. Ses çikarmamak için çizmelerini bile çikaran 8 detektif sessizce mezara dogru yaklasti ve haydutlara "Teslim olun" çagri¬sinda bulundu. Detektifler o an fark ettiler ki, tabut yari yariya mezardan çikarilmisti ama ceset hirsizlari ortada yoktu. Hirsizlar Swegles gelmeden cesedi çikarmak istememisler ve az ileride pu¬suya yatmislardi. Detektiflerin geldigini gördüklerinde ise atlari¬na binerek derhal oradan uzaklasmislardi. Çete üyeleri 10 gün sonra Sikago'da yakalanip Springfield ce¬zaevine konuldu. Lincoln'ün büyük oglunun haydutlarin ceza¬landirilmasi için dava açmak istemesine ragmen Springfield ka¬nunlarinda ceset çalmak diye bir suç kodlastirilmadigi için hay¬dutlar ceza almadilar. Bu öykünün sonu da böyle gelmisti..14 Ordusu Tarafindan Hunharca Katledilen Sirp Krali ve Kraliçesi
  1. yüzyila henüz girilmisti. Yil 1903'tu ve Balkanlar kaynamaya devam ediyordu. Bölge bir dizi etnik ve si¬yasi çatismanin merkezi durumundaydi adeta. Büyük öl¬çüde Osmanli împaratorlugu'nun eski nüfuz alanina giren bu ül¬keler ve oralarda yasayan milletler iç çalkantilardan bir türlü kurtulamiyordu. Bölgedeki bu çatisma ve karisikliklar giderek o kadar önemli bir noktaya gelecekti ki, çok degil 10 yil sonra, I. Dünya Savasi'nin fitili buradan ateslenecekti. Nitekim söz ko¬nusu cografya XX. yüzyilin ilk ordu darbesine ve siyasi katliami¬na da sahne olacakti.
  2. yüzyilin basinda Sirp Kralligi minyatür hükümdarliklar¬dan birisiydi. Ancak cüssesi ile ölçülemeyecek bir öneme de sa¬hipti. Evvelce bir Osmanli eyaleti olan Sirbistan 400 yil boyun¬ca Osmanli egemenliginde kalmisti. Osmanli împaratorlugu'nun bu topraklardan çekilmesi üzerinden henüz çeyrek yüzyil geçme¬misti. Ancak Osmanli otoritesinin çekilmesi ülkeye kendi ayak¬lan üzerinde durma gücünü getirmemis, tam tersine dogan bos¬luk giderek bir iç çatismaya dogru evrilmisti. Bunun en önemli nedenleri Kral'in çok genç olmasi ve taht üzerinde iki ailenin birden hak iddia etmesiydi. Bu rekabet ise bir cinayetle sonuçla¬nan entrika kazanlarinin kaynamasini getirecekti.
Çatismanin kökeni Sirplarin 1804 yilinda Osmanli'ya isyan etmesine kadar gidiyordu. Bu isyan hareketinin basini çeken ki¬si Kara Yorgi isimli bir çeteci idi. Kara Yorgi kaba saba, cahil, ba¬basini kursuna dizdirmis, kardesini astirmis ve sayisiz esiri katlet¬mis bir adam olmasina ragmen halkin gözünde bir "kahraman" haline gelmisti. Nitekim Sirbistan Kralligi kurulur kurulmaz Krallik için hemen onun ismi telaffuz edilir olmustu. Ancak Kara Yorgiyeviç 1817'de kendi subaylarindan Tegmen Milos Obrenoviç tarafindan öldürüldü. Bunun üzerine Tegmen Obrenoviç Sirp Krali ilan edildi. Fakat bu, zamanla bir kan da¬vasina dönecek ve iki ailenin yillar süren sürtüsmesine neden olacakti. Yorgiyeviç ile Obrenoviçler arasindaki mücadele Sirp tarihinin bundan sonraki mücadelesini belirleyecekti. Aradan geçen 86 yillik süre içinde Sirp tahti iki aile arasinda gidip gel¬di. O süre zarfinda her iki aileden tahta geçen yedi kraldan üçü tahtindan feragat etmek zorunda kalirken biri tahtindan indiri¬lecek, diger ikisi ise öldürülecekti. Bu sartlar altinda 1889 yili gelmisti. Kral Milan Obrenoviç tahttan feragat edince yerine henüz 13 yasindaki oglu Aleksandr Obrenoviç geçti. Sirp halki önceleri çocuk yastaki Kral Aleksandr Obrenoviç'i bagrina basti ve onun "Büyük Sirbistan" hayalini ger¬çeklestirecek olan beklenen "kurtarici" olduguna inandi. O günkü kosullarda Sirp halkinin psikolojisinde "Büyük Sir¬bistan" hayali çok önemli bir yer tutuyordu. Toplumun tüm ke¬simleri bu hayalin pesindeydi. Özellikle askerler neredeyse bu hayal ile yatip kalkiyorlardi. Planlanan imparatorlugun baskenti Belgrad olacak, imparatorluk bütün güney Slavlarmi, yani Sirp¬lari, Hirvatlari, Bosnalilari, Herseklileri, Karadaglilari ve hatta Bulgarlari içine alacakti. Onlara göre önlerindeki tek eksik; bü¬tün bu kavimleri bir araya getirebilecek güçlü bir yönetici idi. Genç Kral'a baglanan umutlar da kisa sürede sönünce içten içe yeni arayislar baslamisti. Kral Aleksandr'm düsmanlari giderek artiyordu. Sonunda Kral Aleksandr, l Nisan 1893 aksami bütün naiple¬rini sarayinda bir aksam yemegine davet etti ve hazir tümü ora¬da iken hepsini birden tutuklatti. Artik ayak baglarindan kurtul¬mustu; tek basina egemenligini ilan etti. Ancak bu hareketi ida¬ri düzeye yansimadi, durumu kendi lehine yeni bir idari anlayis¬la pekistiremedi. Üstelik Kral'in bu ani çikisi gizli muhaliflerini ürkütmüs ve onlari daha sinsi hesaplar yapmaya yöneltmisti.   Sorun Olan Evlilik Bu arada Kral Aleksandr, Çek asilli bir makine mühendisinin dul karisi olan metresi Draga Masin'le evlenme karari alacakti. Ancak bu, saray çevresinde istenmeyen bir evlilikti. Kral Alek¬sandr, sevdigi kadinla bir araya gelebilmek için çesitli manevra¬lara basvurmak zorunda kaldi. Örnegin nisanini Basbakan Vlada Dyoreviç'in Fransa'da, ihtiyar Kral Milan'm da tedavide oldugu bir esnada açikladi. Yine de evlilik karan büyük tepki gördü. KraPm kendi sekreteri bile bu nisani protesto etmek için istifa etti. Bakanlar, Meclis üyeleri ve Belgrad Metropoliti, Kral'i     kararindan vazgeçirmek için epey ugrastilar. Hatta Kral'i sevdigi kadindan koparabilmek için çevresine genç ve güzel Sirp kizla¬rini sokmaya dahi kalkistilar. Ancak hiçbiri ise yaramadi ve Kral'in gözü esinden baska kimseyi görmedi. Bu evliligi önceleri sadece Rusya olumlu karsilamisti. Çar II. Nikolai Sirp Krali Aleksandr'in evliligini alisilmamis bir iyi ni¬yet gösterisiyle destekledi. Hatta dügünde Kral'in sahitligini bi¬le üstlendi. Çar böylelikle Sirbistan'daki Rus etkisini saglama al¬mak istiyordu. Ancak Kral'in Ruslara fazla yakinlasmamasi üzeri¬ne politika degisecek hatta Rus Çariçesi, Kraliçe Draga'yi Saint Petersburg'daki saraya kabul etmeyecekti. Ruslarla arasi açilan Kral Aleksandr, bunun üzerine Avustur¬ya'ya yanasti. Bu tavir "Büyük Sirbistan" hayaliyle yanip tutusan Sirp radikallerini müthis öfkelendirdi. Çünkü onlar Sirplarin birlesme projesinin önündeki en büyük engel olarak gördükleri Avusturya-Macaristan Imparatorlugu'ndan nefret ediyorlardi. Sirp radikal milliyetçileri Kral'i, Sirbistan'i Avusturya'nin bir eyaleti haline getirmekle suçladilar. Bunlarin üzerine bir de bastan beri sorun olan Kraliçe Dra-ga'*iin bebek bekledigi haberleri de bos çikinca Kral'a karsi iyi¬den iyiye cephe alindi ve halkin baglilik hisleri iyice zayifladi. Kral'insa bu tepkilere karsi basvurdugu tek yol baski politikalari¬na yüklenmekti.   Suikast Planlari Çok geçmeden beklenen oldu ve Kral'a yönelik suikast plan¬lari ortaya çikmaya basladi. Bunlardan ilki Alavantitiç isimli bir maceraperestin girisimiydi. Bu kisi general üniformasi ile siniri geçmisti ki yakalanarak öldürüldü. Onun hemen ardindan Kral'a, bir konser çikisi esnasinda düzenlenmesi planlanan suikast son anda engellendi. Bir diger tesebbüste ise bir katedralden ayril¬makta olan Kral'a ates etmek üzere hazir bekleyen suikastçilar yakalandi. Gelismeler Kral için tehlike çanlarinin çalmaya bas¬ladigini gösteriyordu. Bunun üzerine Kral Aleksandr 1903 yili¬nin 7 Nisan'inda Anayasa'yi kaldirdigini ve Konsey'i iptal etti¬gini bildirdi. Senato'yu da dagitti. Eski kurumlarin yerine, için¬de radikallerin olmadigi yeni bir Meclis ihdas edildi.   Darbeciler Bulusuyor Yeni siyasi sartlar, Kral karsitlarini da harekete geçirecekti. 10 Haziran 1903 günü çogunlugu Sirp ordusuna mensup subay¬lardan olusan bir grup Belgrad'a yakin bir semtteki "Sirbistan Taci" isimli otelin birinci katinda toplandi. Gelenler parolayi söyledikten sonra içeri aliniyorlardi. O aksamki parolalar "Sver"15 ve "Zatibor"16 du. Toplantiya katilan 30 kisinin çogu içkili gençlerden olusuyordu. Gündemleri ise tek maddelikti: Kral Aleksandr'i tahttan indirmek. Içlerinden bazilarini darbeyi gerçeklestirecek "Baskin Birlik-leri"ne seçtiler. Ve planlarini hemen uygulamaya karar verdiler. Zafer için yemin ettiler. Otelden ayrildiktan sonra dogruca sara¬ya yöneldiler. Onlari sarayin nöbetçisi Tegmen Aleko Guriç kar¬siladi. Aleko Guriç de darbecilere dahildi. Nitekim görevi KraPi ve sarayi korumak oldugu halde hem plani, hem de bir saat ön¬ce 6. Piyade Alayi mensuplarinin anormal bir sekilde sarayin önünden geçtiklerini kimseye haber vermemisti. Baskin birlikle¬ri sarayin karsisindaki agaçligin içine saklanmislardi. Kendileri¬ne verilecek isareti bekliyorlardi. Emri verecek olan ise KraPin yaverlerinden Yüzbasi Kostiç'ti. Çok geçmeden o da geldi ve pe¬sine taktigi 20 kadar subayla saraya girdi. Sarayi korumakla görevli müfrezenin sadece iki subayi komp¬loya dahil degildi. Bunlardan Yüzbasi Panayotoviç, elini tabanca¬sina atacak oldu ama çoktan vurulmustu. Esir edilen diger subay da öldürülecek ve muhafizlarin bir kismi da yaralanacakti. Dogru¬su her sey darbecilerin umdugundan da kolay, olmustu. Artik kar¬silarinda ciddi bir güç yoktu. Bu arada diger isyanci birlik, Yüzba¬si Naumoviç'in komutasinda, sarayin Prens Misel Sokagi'na ba¬kan kismina varmis ama kapiyi kilitli bulmustu. Bunun üzerine Yüzbasi Naumoviç kapiyi el bombasi ile açmak istedi fakat patla¬yan bomba yüzünden amacina nail olamadan hayatini kaybetti. Cesedin üzerinden atlayan darbeciler artik saraydaydilar. Ancak saray zifiri karanliga gömülmüstü. Bir süre bekleyen darbeciler çözümü evlerinden mum getirtmekte buldular. Tekrar yukari katlara yönelen darbeciler biraz sonra merdivenlerde Ge¬neral Lazar Petroviç ve genç subay Milkoviç ile karsilastilar. Ge¬neral Petroviç, KraPin en sadik komutanlari arasindaydi. Zaten Kral, o ana kadar iktidarini ve hayatini koruyabilmesini bu ada¬ma borçluydu. General hiç istifini bozmadan ve otoriter bir üs¬lupla isyancilara "Ne var beyler, ne istiyorsunuz?" diye sordu. Isyancilar bir an duraklar gibi oldularsa da kisa sürede kendilerini toparladilar. General artik darbecileri engelleyemeyecegini anla¬mis, hatta hamle yapmak isteyen genç subay Milkoviç'i, kolunu tutarak engellemisti. Darbeciler onlari da yanlarina alarak Kral'in dairesine girdi¬ler. Her yeri aradilar; yatak altlarini, dolaplari ama Kral ve Kra¬liçe yoktu. Generalse tüm umudunu Kral'in bulunamamasina baglamisti. Eger darbeciler Kral'i bulamazlarsa darbe amacina ulasamaz ve o zamana kadar da yardimci birlikler yetisebilirdi. Zaten isiklari da General kapattirmis, bunu bir yardim parolasi gibi düsünmüs ve emrindeki görevlilerden birini yardim getirme¬si için Kral taraftari birliklere göndermisti. Gizli Odadaki Kral ve Kraliçe Zaman geçiyordu ama Kral ve Kraliçe halen ortada yoktu. Is¬yanci birlikleri bir telas kaplamisti. Eger Kral ve Kraliçe buluna¬mazsa kislalarina dönmek zorunda kalacaklardi ve sonrasinda ya tutuklanacaklardi ya da iç savas yasanacakti. General Petroviç'i zorlamanin ise bir anlami yoktu çünkü onun ne yaparlarsa yap¬sinlar Kral'i ele verecek karakterde biri olmadigini biliyorlardi. Bunun üzerine Yüzbasi Milkoviç'i zorladilar fakat o da konusma¬di. Isyancilar çildirmis gibiydiler, Yüzbasi Milkoviç'i vurdular. Sarayin her yanini en kuytu köselere kadar aradilar. Binanin al¬tini üstüne getirdiler. Ne var ne yoksa kirip döktüler. Ama Kral ve Kraliçe'ye bir türlü ulasamiyorlardi. Bunun üzerine tekrar yatak odasina döndüler. Saraydan kim¬senin çikmadigindan emindiler. O zaman Kral ve Kraliçe oralarda bir yerlerde olmaliydi. En yakin ihtimal yatak odasina yakin bir yerde olmalariydi. Duvarlarda gizli bir geçit aramak üzere duvar kâgitlarini parçaladilar. Isyancilarin tahminleri dogruydu aslin¬da. Gerçekten de gizli bir geçit ve oda vardi. Gizli oda yillar ön¬ce baska bir Kral tarafindan yaptirilmis ve çok iyi gizlenmisti. General de bunu biliyordu, hatta yapiminda bizzat bulunmustu. Bu çok özel biçimde insa edilmis odanin girisini bulmak nere¬deyse imkânsiz gibiydi. General buna güveniyordu.   Vahsice Linç Ediliyorlar Ancak çok geçmeden General'in güveni bosa çikti.18 Daha dogrusu Kral ve Kraliçe'nin gizli odaya siginirken yaptiklari bir ha¬ta onlara pahaliya mal oldu. Kral Aleksandr, saklanma telasi için¬de girdikleri gizli kapiyi tamamen kapamayi unutmustu. Bu gözle görülemeyecek kadar ince aralik, duvar elle yoklandiginda bir çi¬kinti olarak hissediliyordu. Nitekim isyanci subaylardan biri bunu fark etti. Araliktan kilicini soktu ve içeri dogru itince kapi bir an¬da açiliverdi. Kapinin ardinda, çatidaki odaya çikan bir merdiven vardi. Kral ve Kraliçe üzerlerinde geceliklerle oradaydilar. Isyanci subaylar Kral ve Kraliçe'yi adeta sürüklercesine yatak odasina getirdiler. Kral Aleksandr ve Kraliçe Draga dehset için¬deydi. Isyanci subaylara tahttan feragat edeceklerini ve ordu ne isterse yapacaklarini söylediler. "Yeter ki hayatlarimizi bagisla¬yin" diye yalvarmaya basladilar. Bu onlar için hayli alçaltici bir durumdu. Tam bu esnada subaylardan biri öne çikti. Kraliçe'yi fahiselikle suçlayarak kilicini korku içindeki kadina dogru salla¬di ve Kraliçe'nin bacagini boydan boya parçaladi. Bu hareketle birlikte odada bulunan diger subaylar da çilgin bir ruh hali içinde Kral ve Kraliçe'ye vurmaya, kiliç sallamaya ya da etrafa kursun savurmaya basladilar. Kendi Krallarini ilkel barbarlara özgü bir ruh haliyle linç ediyorlardi. Kral'in cesedinde 19 kur¬sun ve 5 kiliç yarasi vardi. Kraliçe'nin cesedi ise tam anlamiyla ta¬ninmayacak haldeydi. Cesette 36 kursun ve 40 kiliç yarasi vardi. Ayrica sonradan fark edildi ki Kral'in sadece bir elinin bas parma¬gi hariç diger parmaklari kopartilmisti. Kraliçe'nin parmaklari da ayni sekilde yoktu. Ihtimal ki, Kral ve Kraliçe üzerlerine inen ki¬liç darbelerinden korunmak amaciyla gayri ihtiyari olarak ellerini kendilerine siper etmisler ve bu esnada parmaklari kopmustu. Gözü dönmüs saldirganlar içinse nereye vurduklarinin hiçbir önemi yoktu zaten.19 Hepsi de ortak suçlarinin törensel trans ha¬li içinde bu cinayeti islemislerdi. Bu kadar vahsice davranmala¬rinda bir diger etkense çogunun içkili olmasi ve Kral ile Krali¬çe'nin saklanmasi sonucu isyancilarin duydugu kizginligin daha da artmasi olabilir. Ama ne olursa olsun o andan itibaren hepsi, aslinda fiilen esirleri durumunda olan Kral ve Kraliçe'ye bu de¬rece vahsi davranarak bir anlamda askerlik onurlarini da çigne¬misler ve adi bir eskiya konumuna düsmüslerdir. Gene de darbe¬yi basarmislardi ve onlar için önemli olan bu idi.20 Bütün bunlar yetmezmis gibi bir de Kral ve Kraliçe'nin par¬çalanmis cesetlerini, pencereden sarayin yagmurdan islanmis çimlerinin üzerine firlatacaklardi. Amaçlan dosta düsmana me¬saj vermekti. Nitekim sarayin hemen karsisindaki Rus elçiligin¬de Maslahatgüzar Çarikov olanlari görecek ve isyancilar çekip gittikten sonra usaklarini gönderip cesetlerin üzerini beyaz ör¬tüyle örttürecekti. Katliam Sürüyor Ne var ki is Kral ve Kraliçe'nin öldürülmesiyle bitmeyecekti. Isyanci gruplar da tek parça degildi. En basta katliami gerçekles¬tiren isyanci subaylar vardi. Sarayin çevresini emniyete alan 6. Piyade Alayi'nin diger mensuplari ile General Gagoviç'in ein rindeki birlikler vardi. Bir baska grup ise sehrin kilit mevzilerini tutan birlik ile katliama katilmayan subaylardan olusuyordu. Bunlar egilim olarak homojen sayilmazdi. Eylemci subaylar infazlarina yenilerini eklemekte kararli gö¬rünüyorlardi. Nitekim Kraliçe Draga'nm iki kardesi Nikodye ve Nikola da yakalanip kursuna dizildi. Basbakan ve Sirp Ordulari Baskomutani General Çinzer Milkoviç de yakalanip öldürülen¬ler arasindaydi. Basbakanin kayinbiraderi Jovan Milkoviç de evine baskin yapilarak öldürüldü. Disisleri Bakanligi Sekreteri Boskoviç ve eski Bakanlardan Deniç, Amerikan Elçiligi'ne; Sa¬ray Maresali Nikolayaviç ise Avusturya Elçiligi'ne siginarak ölümden kurtuldular. Ertesi gün; yani 11 Haziran sabahi atli subaylar "Müstebitler devrildi" seklinde bagirarak Bf Igrad sokaklarinda dolasti. Herke¬sin evine bayraklar çekerek darbeyi bir bayram havasi içinde kutlamasi istendi. Halkin bu durumu sevinçle karsiladigi görülü¬yordu. 'Kral ve Kraliçe'nin cesetleri ise safak söker sökmez Aziz Marko Kilisesi'ne götürüldü, kisa süren bir dini törenden sonra alelacele kazilan çukurlara gömüldü. Askerlerin apolet ve sapka-lanndaki Krallik armalari da çikarilmisti.   Yeni Kral Peter Karayorgiyeviç Krallik armalari çikarilmisti çikarilmasina ama çok geçme¬den yeni Kral'm kim oldugu da meydana çikti. Daha dogrusu on yillardir Obrenoviçler ile Karayorgiyeviçler arasindaki mücadeleye sahit olan Sirp tahtina bu kez de bir Karayorgiyeviç otur¬mustu. Peter Karayorgiyeviç 58 yasinda ama dinç bir adamdi. Insanlara "vatanseverlik", "milli dava" gibi sunulan sey; as¬linda iki ailenin yillardir süren kan davasi ve intikam hirsindan baska bir sey degildi.21 Prens Peter'in ilk beyanlarindan birisi Kral ve Kraliçe'nin ölümüne üzüldügü ve olayin arkasinda olma¬digi yönündeydi. Ancak 15 Haziran'da toplanan Senato hem Peter Karayorgiyeviç'in kralligini onayladi hem de darbeye kati¬lanlarin suçsuz olduklarini ilan etti. Yeni Kral'in tahta çikis tö¬reninde en ön siralarda isyanci-katil subaylar oturuyordu. Yeni Kral için dua edense Belgrad Metropoliti idi. O metropolit ki, katledilen Kral'in vaftiz, tahta çikis ve evlenme törenlerini yö¬netmisti. O günse orduya ve yeni Kral'a hayir dualarini sunuyor¬du. Nitekim darbenin elebaslan bu hizmetlerinin karsiligini he¬men gördüler. Saray muhafizlarinin kapisina yüklenen Yüzbasi Kostiç kumandanliga, saray nöbetçisi olup isyancilari içeri alan Tegmen Guriç yüzbasiliga terfi etmisti. Darbe hazirliklarini bir mektupla eski Kral'a bildiren Albay Zivanoviç ise bu mektubun darbecilerin eline geçtigini ögrenir ögrenmez tabancasini agzina dayamis ve intihar etmisti. Bir baskasi, Yüzbasi Yuvanoviç ise is¬yancilarin darbeyi kendisine bildirmemelerini onur sorunu yap¬mis ve o yüzden intihar etmisti.   Yeni Kral da Darbecilere Güvenmiyor Ancak yeni Kral Peter Karayorgiyeviç bir seyin farkindaydi. Darbe, onu hazirlayan subaylari hem simartmis hem de oldukla¬rindan fazla güçlü göstermisti.22 Yarin öbür gün ayni seyi kendi¬sine yapmayacaklarinin hiçbir garantisi yoktu. Üstelik içlerinde bu yönde ihtiraslar tasiyanlar da vardi. O nedenle kendini gü¬vende hissedemezdi. Artik Sirplara bu konuda güvenemezdi. O yüzden isviçre'den profesyonel saray muhafizlari getirtti. Muha¬fiz çemberini iki-üç misli genisletti ve baslarina güvendigi komu¬tanlari atadi. Dogrusu yeni Kral oldukça kurnazdi. Darbeci subaylari poh¬pohlamayi da ihmal etmiyordu. Onlara çok özel altindan Malta Haçi biçiminde madalyalar yaptirip takiyor, kendilerine maddi, manevi ödüller veriyordu. Ancak bütün bunlari yaparken onlari devlet idaresinin kilit noktalarindan yavasça uzaklastirma yolu¬na da gidiyordu. Ancak bunlar da yetmeyecekti. Sirp milliyetçi¬ligi gemi aziya almis yükseliyordu. Milliyetçiligin yükselisinde ihtilalci subaylarin etkisi büyüktü. Nitekim bunun siyasi sonuç¬lari yapilan ilk seçimde ortaya çikti. Parlamentoya 78 radikal, 65 asiri radikal, 15 liberal ve 2 sosyalist mebus girmisti. Bu radikal¬lerin ezici üstünlügü demekti. Öte yandan dis sartlar da haneda¬nin aleyhine gelisiyordu. Avusturya ile savasin esigine gelinmis¬ti. Kral Karayorgiyeviç'in oglu Prens Yorgi'nin asiri tavirlari da Kral'i zor durumda birakiyordu. Prens bir öfke krizi esnasinda usagini agir sekilde yaralamis ve veliahtlik hakkindan mahrum olmustu. Onun yerine küçük kardesi Prens Aleksandr geçecekti. Bu olay üzerine bir kisi yeniden sahneye çikti. Bu kisi, katliamin önderi Albay Dragutin Dimitriyeviç idi.   "Kara El" Kuruluyor Albay Dragutin Dimitriyeviç öyle bir adamdi ki, bir anlamda dönemin Sirbistan "Derin Devleti" sayilabilecek "Kara El" (Na-rodna Obdrana) örgütünü kuracakti. Bu örgüt Sirp milliyetçili¬ginin komitaci bir biçimiydi. Albay Dragutin Dimitriyeviç'in hareket içindeki lakabi "Kizil Öküz" idi. Kara El'in slogani "Ya Birlik Ya Ölüm" idi. "Gizli Onlar Komitesi" tarafindan yönetili¬yordu. Hedefi Sirplarin ilhak edilmis topraklarini yabanci dev¬letlerden koparip Slav irkini bir çati altinda toplamakti. Çiplak terörü temel yöntem olarak benimsemisti. Giderek güçlenen ör¬güt uzun yillar Sirp politikasinin arkasindaki gerçek güç olacak, Kral bile onlara boyun egmek zorunda kalacakti. Nitekim 1913'te Dragutin Dimitriyeviç Sirp Genelkurmayi istihbarat Sefligine gelerek ülkedeki asil gücün kimde oldugunu açikça gösterdi.23 Panslavizm resmi ideoloji haline geldi. 1914'te Avus¬turya Veliahdina yapilan suikasti hazirlayan ve L Dünya Sava-si'ni baslatan da bu örgüt olacakti.24   Balkanlar Karisiyor Belki de darbenin en önemli sonucu darbeden çok sonra or¬taya çikacakti. Çünkü 1903 Darbesi ve Kral ile Kraliçe'nin öldü¬rülmesiyle birlikte Balkanlar'daki durumu daha da gerecek olan Sirp milliyetçiligi yükselecekti. Kara El dogacak ve Sirp milliyet¬çiligi militan bir hüviyet kazanacakti. Eger bu darbe olmasaydi ve Kral ile Kraliçe öldürülmeseydi siyasi hava daha ilimli bir yol izleyebilirdi. Darbe çok küçük ve ihtilalci bir grupla basarilirken tüm toplumun, hatta bölgenin ve dünyanin kaderi de "istenme¬yen kisiler"in eline geçmis bulunuyordu. Kisacasi, basit gibi gö¬rünen bir siyasi cinayet ve darbeden uzun vadede bir dünya sa¬vasi çikmisti. Birinci Dünya Savasi'na Yol Açan Saraybosna Suikasti: Arsidük Franz Ferdinand'in Öldürülmesi

"Gavrilo Princip, prensip müjdecisi demekti. Bu genç acaba dünyaya hangi prensibi müjdeliyordu? Evet, bu genç dünyaya 10 milyon kisinin hayattna, 15 milyonu' nün sakatligina ve bir o kadarinin da öksüz kalmasina, binlerce sehrin harap olmasina ve uygarligimizin birkaç yüzyil geri gitmesine sebep olan bir felaketi, korkunç bir çatismayi müjdeliyordu. Eger bunun müjdelenecek bir yani var idiyse!..."

-Tarihçi Emil Ludwig-

  1900'lerin basinda herkes dünyadaki gerilimin tirmandigi¬nin farkindaydi. Büyük emperyal güçler birbirlerinin duru¬munu yoklar ve ittifak yapabilecekleri güçler ararken bir yandan da el altindan savas hazirliklari yapiyorlardi. Ancak ge¬ne de kimse savasin ne zaman, nerede ve nasil patlayacagini bi¬lemiyordu. Her savasin bir nedene ihtiyaci vardi ama bu neden nasil bulunacakti?   Habsburglar'a Nefret ve Kara El Iste aranan o neden, çok geçmeden Bosna'da patlayan suikast¬çi kursunlarinda ifadesini bulacakti. Böylelikle tarihe "I. Dünya Savasi" olarak geçecek savasin fitili de ateslenmis olacakti. Avus-turya-Macaristan Imparatorlugu'nca o günlerde sürdürülen ve bu günlere bile tasindigini söyleyebilecegimiz siyaset özellikle Sirplar arasinda derin huzursuzluklarin kaynagi olmustu. Sirplar Habs-burglar'in izledigi siyasetten nefret ediyordu. Neticede daha o yil¬lardan baslayan koyu bir Sirp milliyetçiligi dogmus oldu. Bosna-Hersek'in isgali bu milliyetçiligin patlama noktasiydi. Bu amaçla Sirplar çeteler ve gizli örgütler kurdular. Bunlarin en basinda "Kara El" diye bilinen örgüt geliyordu. Amaçlari Avusturya-Macaristan'i def etmek ve bütün Slav milletlerini bir çati altinda toplamakti. Belgrad Askeri Akademisi bu olusumla¬rin ana kaynagiydi. Birçok askeri ögrenci bu fikirlerle yetisti ve gizli örgütlerin kadrolarini olusturdu. Bunlardan birisi de koyu bir Sirp milliyetçisi olan Dragutin Dimitriyeviç idi. Dragutin Dimitriyeviç kendi etrafinda bir grup olusturdu ve ona "Kara El" (Narodna Odbrana) adini verdi. Kara El birçok saldiri, suikast ve sabotajin örgütleyicisi durumundaydi. Kral I. Aleksandr'i ve Kraliçe Draga'yi bir saray darbesi ile tasfiye eden ve vahsice öldüren örgüt, süreç içinde Sirp Istihbarat Servisi'ne dönüstü. Nitekim Veliaht Ferdinand'a düzenlenen suikastin ar¬kasinda da bu örgüt olacakti. "Albay Apis" adiyla bilinen Dragu¬tin Dimitriyeviç tarafindan bir grup Sirp genci bu amaçla egitil¬di.25 Aralarinda Gavrilo Princip'in de bulundugu grup ayni gruptu. Belgrad'ta bir parkta kendilerine silah ve bomba egitimi verilmisti.   Askeri Manevra ile Dogan Gerilim Aslinda her sey bir askeri manevra ile baslamisti. Avusturya-Macaristan ordularinin 1914 Haziran'inda Bosna-Hersek yakin¬larinda baslattiklari manevrayi Veliaht Arsidük Franz Ferdinand ve esi Hohenberg Düsesi Sofia da izlemekteydi. Aslinda bu bir "gözdagi" manevrasiydi ve Arsidük de burada o sebeple bulun¬maktaydi. Arsidük orada bulunarak Avusturya-Macaristan Im-paratorlugu'nun düsmanlarina bir mesaj vermek istiyordu. 70 bin kisilik ordusu ile oradaydi. Arsidük Ferdinand, hakimiyet imajini pekistirmek amaciyla 28 Haziran 1914 günü Saraybosna'yi ziyarete karar verdi. Bu zi¬yaret karari Bosna-Hersek'te yasayan Sirp halk arasinda büyük bir nefretle karsilanacakti. Ancak olayi bu kadar gerginlestiren bir sey daha vardi; o da günün tarihi idi. 28 Haziran Sirplar için önemli bir gündü. 28 Haziran 1389 yilinda Sirplar Osmanli or¬dusuna yenilerek bagimsizliklarini yitirmisler ve Krallari Lazar'i kaybetmislerdi. Buna karsilik Milos Kabloviç isimli bir Sirp soy¬lusu da Osmanli Padisahi I. Murat'i zehirli bir hançerle öldür¬müstü. O günden beri Sirplar bugünü "Aziz Vitus Günü" adi al¬tinda kutlamaktaydilar. Dolayisiyla Sirp milliyetçileri için o gün hem esaret hem de direnis simgesi bir gündü. Iste Sirplarin hafi¬zasindaki 28 Haziran tarihi Arsidük'ün ziyaretiyle çakisinca on¬lara çok daha baska seyleri hatirlatmisti.   Franz Ferdinand Saraybosna'da Arsidük Franz Ferdinand 27 Haziran'da sehrin disinda, istas¬yona yakin bir otelde konaklayacakti. Ertesi gün, yani 28 Hazi¬ran sabahi saat 10 civarinda bir kafileyle birlikte yola koyuldu. Sehirde olaganüstü bir kalabalik vardi. Ancak ne gariptir ki, bu kalabaliga ragmen ciddi bir güvenlik tedbiri neredeyse yok dene¬cek kadar düsük seviyede idi. Arsidük ve esi Saraybosna sokak¬larinda üstü açik bir araba ile ilerlerken suikastçilar, arabanin ge¬çecegi yola mevzilenmislerdi bile. Yedi ayri noktada tam yedi ay¬ri suikastçi vardi. Yani Arsidük birini atlatsa bile digerine hedef olacakti kesinlikle. Bu suikastçilar oldukça gençtiler ve hepsi de Bosna-Hersek'i Sirp Kralligi'na baglamak için savasan ve Avus¬turya-Macaristan egemenligine son vermek isteyen "Kara El" ör¬gütüne mensuptu. Arsidük Ferdinand'mki de dahil tam 6 otomobil Saraybosna sokaklarinda agir agir ilerlerken sözüm ona güvenligi saglamakla görevli polisler saskin saskin ortalarda dolasmaktaydi. Hiçbir cid¬di önlem alinmamisti. O kadar ki, suikastçilardan Nedeljko Çab-rinoviç yanindaki polise yaklasarak Arsidük'ün hangi arabada ol¬dugunu soracak kadar rahatti. Daha da garibi polisin bu sorudan dolayi hiçbir süpheye düsmemesi ve büyük bir saflikla Çabrino-viç'e Veliaht'in hangi arabada oldugunu isaret etmesiydi. Kendi¬siyle alay edercesine polise tesekkür eden suikastçi birkaç saniye sonra ileri firlayacak ve elindeki bombayi firlatacakti. Ancak bomba arabanin çamurluguna çarpacak ve arkadan gelen yaverle¬rin otomobilinin önünde patlayacakti. Daha ilk anda yol kenarinda bekleyenlerden 17, konvoydan da 3 kisi yaralandi. Yaralananlardan biri Ferdinand'in emir suba¬yi Üstegmen Merizzi idi. Arsidük Ferdinand'a bir sey olmamisti ama bundan sonra her sey çok amatörce cereyan edecekti. San¬ki hedef kendisi degilmisçesine arabadan inen, gereksiz bir cesa¬ret ve soyluluk gösteren Ferdinand, emir subayinin yanina gide¬cek ve hastaneye gidene kadar onun yani basinda bekleyecekti. Oysa tehlike halen geçmis degildi. Arsidük'ün güvenliginden so¬rumlu makamlar ise tam bir aymazlik içindeydiler. Örnegin seh¬rin askeri valisi General Potiorek, Arsidük Ferdinand'a "Ekse¬lans, yolunuza gönül rahatligi ile devam edebilirsiniz. Sorumlu¬lugunuzu ben yükleniyorum" diyebiliyordu. Bu durumda Arsi¬dük'ün bir koruma çemberi içinde derhal olay yerinden uzaklas¬tirilmasi ve ziyaretin iptal edilmesi gerekirken bunun aksi yapil¬misti. Bu hata çok pahaliya mal olacakti.   Gavrilo Princip Neyin "Müjdeci"si? Bunun üzerine Arsidük ve beraberindekiler, Belediye Sara-yi'na dogru yöneldiler. Sehrin ileri gelenleri ise Belediye önünde Arsldük'ü bekliyorlar ve onuruna verilecek ziyafetin hazirliklany-la ugrasiyorlardi. Nihayet Arsidük Ferdinand buraya gelecekti. Ama çok tedirgin görünüyordu ve özellikle de emir subayinin sagligini merak ediyordu. En sonunda General Potiorek'e Teg¬men Merizzi'yi ziyaret etmek istedigini söyledi. Vali itiraz edecek gibi olsa da direnmedi. Bu ikinci büyük hata idi. Üçüncü hata ise esinin de kocasiyla birlikte hastaneye gitmek istemesinde israr etmesiydi. Kafile tekrar hastaneye dogru yola koyuldu. Veliaht Ferdinand, esi ve General Potiorek ayni arabadaydi¬lar. Saatler 11.30'u gösteriyordu. Bir kavsaga geldiklerinde Çek asilli soför ani bir hareketle direksiyonu sola kirdi ve bir dükkâ¬nin önünde durdu. Soför satin alinmisti. Suikastçilarin ikincisi olan Gavrilo Princip de iki kadin militanla birlikte orada bekli¬yordu. Genç militan Princip, arabanin durdugunu görür görmez atildi ve tabancasiyla üç el Veliaht Ferdinand'a, iki el Hohen-berg Düsesi Sofia'ya ve bir el de askeri vali Potiorek'in üzerine ates etti. Böylelikle görevine iyi hazirlanan suikastçinin bütün kursunlari hedefini bulmus, üstelik kursunlar kurbanlarin en can alici yerlerine isabet etmisti. Ilk ölen Hohenberg Düsesi idi. Fer¬dinand biraz sonra ölecekti. Kursunlar boynundaki toplardamari parçalamisti. Vali ise önemsiz bir yara almisti. Sirp militan Gavrilo Princip 19 yasinda bir Sirp milliyetçisiy¬di. Ögrenciydi. Hemen yakalandi. Yasi küçük oldugu için idam cezasi almadi, 20 yil agir hapis cezasina çarptirildi. Havasiz bir hücrede ölüme terk edildi. Yakalanan diger tetikçilerse idam edildiler. Bazilari "Albay Apis"in adini verdiler. Ama onun Di-mitriyeviç oldugu anlasilamadi Fakat sikilan bu kursunlar çok geçmeden milyonlarca kursun, bomba ve sarapnele dönüsecekti. Bir ay sonra, yani 28 Temmuz 1914 günü Avusturya-Macaristan Imparatorlugu Sirbistan'a res¬men savas açti. Önce iki devlet arasinda baslayan bu savas kisa za¬manda büyüklerin de katilmasiyla büyük bir dünya kiyimina dönüstü. Aslinda biraz dikkat ve ciddi bir koruma ile önlenebilecek bir suikast artik önlenemez gelismelerin tetikleyicisi olmustu.   Mujik Papaz Rasputin'in  "Zor Ölüm"ü

"Rasputin kara gibi bir gölge gibi Rusya tahtinin üzerinde belirdigi zaman, bütün Rusya buna isyan etmisti. Kilise¬nin ve memleketin en büyük sahsiyetleri yersiz yurtsuz bir maceracinin, soysuz bir adamin böyle bir mevkie yüksel¬mesini hiçbir zaman istememislerdir. Çar ailesinin yakin¬lari, hem Çariçe'ye hem de Çar'a bu adami uzaklastir¬malari için yalvarmislardir. Fakat çok iyi biliyorum ki her sey neticesiz kalmisti."

-Rasputin'in katillerinden Prens Yusupov'un Hatiralari'ndan-

  RUSYA'da bunalim yillariydi. Falcilar, astrologlar, kahin¬ler gibi üstün vasiflari olduguna inanilan kisilerin Çar _ ve Çariçe üzerindeki etkisi giderek artmaktaydi. Ancak bunlarin arasinda biri vardi ki onun etkisi digerleriyle kiyaslana-maz ölçüdeydi. Bu kisi Rus sarayina ayricalikli bir sekilde yerle¬sen, mujik kökenli bir papaz olan Gregori Efimoviç Rasputin'di. Rasputin'in Çar II. Nikola ve esi Çariçe Aleksandra Feodorov-na üzerindeki etkisi o kadar büyüktü ki Çar ve Çariçe'nin birçok önemli karari ve devlet islerini ilgilendiren atamalari ona sorma¬dan yapmadiklari iddia edilecekti. Ancak zamanla bu durum ve Rasputin'in saray çevresindeki kadinlara olan tutkusu onun so¬nunu hazirlayacak, böylesi bir "köylü"nün asillerden üstün tutul¬masini sindiremeyen kesimler harekete geçecek ve onu öldüre¬ceklerdi. Suikasti doguran nedenlerden birisi de Rasputin'in "Alman Ajani" samlmasiydi.   Rasputin Kimdi? Gregori Efimoviç Rasputin 1864 yilinda Sibirya-Tobolsk seh¬rinin Porvosky köyünde dogmustu. Fakir bir mujik27 ailesine mensuptu. Rasputin'in köydeki lakabi da "Varnak"ti.28 Daha genç yaslarda serkesligi ve kavgaciligi ile dikkat çekti.29 Köyde sik sik kavgalara karisir, "ahlaka aykiri" hareketleriyle dikkat çe¬ker ve bu yüzden köyün ileri gelenlerinden öldürülesiye dayak yerdi. Fakat çok kuvvetli bir bünyesi vardi ve her seferinde san¬ki hiçbir sey olmamis gibi davranirdi. Derken Abalasky manastirinda bir papazla karsilasti ve onun telkinleriyle ruhani hayatla tanisti. Artik dini törenlere katili¬yordu ve davranislarinda belirgin bir düzelme gözleniyordu. Za¬manla Hz. Meryem'in kendisine göründügünü ve "çok önemli bir görev" verdigini iddia etmeye basladi. Önce yakin köylere, sonra da tüm Rusya'ya giderek kirik dökük bilgileriyle vaazlar vermeye basladi. Bir süre Kiev ve Moskova'daki Troitza ve Potçayevsky ma¬nastirlarinda kesis hayati yasadi. Artik yemeden, içmeden, uyuma¬dan yasiyor ve muskalar yazarak talep edenlere dagitiyordu.30   Sehvet Ayinleriyle Ünlü "Tarikat" Ancak bu siralarda yeniden bir dönüsüm yasayacak ve özel¬likle sehvet ayinleriyle taninan "Khlisti Tarikati" ile tanisacak¬ti. Seksin günah olmadigini savunan bu tarikat üyeleri belirli za¬manlarda bir araya gelerek bir tür toplu seks partileri düzenler¬di. Rasputin de onlara katilmisti. Tarikata göre "günahlardan arinmak için" bunu yapmak sartti. O yillarda yayinlanan Golos Moskovy gazetesi Rasputin'in söz konusu tarikata üye oldugunu açiklayacakti: "Bu tarikata bagli olanlar cinsel duygularini uyandirmak ve Tanri'ya ulasmak için kendilerini kirbaçlatirlar-di. Khilistler, topluluklar halinde banyo âlemleri yaparlar, bu 'vaftiz' sirasinda günahlarindan arinacaklarina inanirlardi. Khi-listi tarikatinin bu kurali cahil Rus köylülerine çekici geldigin¬den taraftarlari her geçen gün biraz daha artiyordu."31 Nitekim Rasputin de daha sonraki yillarda agina düsürdügü kadinlara "günahlarindan arinmalari karsiliginda kendisiyle birlikte olma-lari"m önerecekti. Bununla birlikte Rasputin'de garip bir seyler de vardi. Gözle¬rinde müthis bir "hipnotize" gücü oldugu söyleniyordu. Bir baki¬siyla histeri krizlerini iyilestiriyor, bir hastanin vücudundaki ag¬riyi ayni bakislarla hissedilmez hale getirebiliyordu. Bu yüzden çevresi onda "Tanrisal bir güç" olduguna inanmaya baslamisti. Hatta onu "Aziz" mertebesinde gören din adamlari bile vardi. Bu "mucizeler adami" her ne kadar küp gibi sarhos olana kadar içki içiyor, kadinlarin pesinde kosuyor idiyse de hayranlari ve ünü gi¬derek artiyordu. Yil 1903 oldugunda Rasputin, St. Petersburg'a, yani Çarlik Rusya'sinin baskentine gelir. Orada "sifaci" olarak hasta ve düs¬künlere yardim etmeye baslar. Adi o kadar yayilir ki, sonunda St. Petersburg Ilahiyat Akademisi Müdürü Piskopos Teophane'in dikkatini çekmeyi basarir. Müdür onu akademiye davet eder ve "içine kötü ruhlarin girdigi" bir kizi tedavi etmesini ister. Kiz his¬teri krizi geçirmektedir ve Rasputin'in bakislari ve dualari onu iyilestirmeye yetecektir. Piskopos Rasputin'i hayretle izler ve so¬nuçtan memnun kalir. Bu olay Rasputin için dönüm noktasi olur ve piskoposun referanslari sayesinde Rus aristokrasisinin ileri ge¬lenleriyle tanisir. Özellikle de Çar'in muhafiz alayi kumandani Büyük Prens Nikolai Nikolayeviç ve kardesi ile Karadag Kra-li'nin kizlari, Rasputin'le tanisir tanismaz ona hayran kalirlar. Kisa sürede Rasputin'in bu yetenegi Çar ve Çariçe'nin kulagina kadar gider. Özellikle Çariçe Aleksandra Feodorovna bu "müthis adami" çok merak etmektedir. Saraya çagrilmasini ister. Ancak önce gene de Piskopos Teophane'dan Rasputin hakkinda bilgi almayi uygun görür. Piskopos, Çariçe'ye aynen su cevabi verir: "Gregori Efimoviç basit bir köylüdür, ancak majestelerinin onunla görüsmeleri yararli olur, çünkü onun sesi Rus ulusunun sesidir. Ona yüklenen suçlari biliyorum. Bazi davranislari gerçek¬ten kötü, hatta igrençtir. Fakat o kadar pisman oluyor ve Tan-ri'nin onu bagislayacagina o kadar inaniyor ki, ruhunun kurtulu¬sa erecegine güvencem var."   Veliaht Aleksi'nin Hastaligi Bu durum Rasputin'e sarayin kapilarini açacakti. Ancak Ras¬putin'in Çar ailesinin yakin çevresine girmesinin asil nedeni müstakbel Rus Çari Veliaht Aleksi'nin hastaligi idi. Veliaht Aleksi hemofili -kanin pihtilasmamasi- hastasi idi. Bu yüzden parmagi bile kanasa ciddi ölüm riskiyle karsi karsiya kalabiliyor¬du.33 Üstelik Rasputin'in saraya kabul edildigi esnada yasanan bir mucize Çar ve Çariçe'nin Rasputin'e olan güvenini arttira¬cak ve ona minnet duymalarina sebep olacakti. Sahitler olayi söyle aktarmislardi: "Papazin Livadya Sara-yi'nda huzura kabulü de pek mucizevi olmus, Çar ile Çariçe bu adamin kuvveti önünde donakalmislardi. Papazin girdigi salo¬nun tavaninda muhtesem bir kristal avize vardi. Veliaht bunun altinda duruyordu. Nasil bir hissin tesiriyle olduysa, Rasputin, veliahdi: 'Tehlike var, burada durulamaz' diyerek kucagina aldi ve avizenin altindan uzaklastirdiktan 2-3 dakika sonra avize bütün ihtisamiyla yere düserek parça parça oldu. Bu olay her¬kesi dehset ve hayret içinde birakmisti. Bu mucize, bu gaipten haber veris, Rasputin'i daha baska hiçbir sekilde takdime lü¬zum göstermeden Çar ile Çariçe'nin minnettarligina eristir-misti. Artik papaza toz kondurulmuyor, 'O ermistir, o evliya¬dir' diye methediliyordu." Bir ara Rasputiri köyüne dönmüs ve evvelce dostu olan bir kadindan kiskançlik yüzünden bir biçak darbesi yemisti, az kalsin ölecekti. Fakat Çariçe, papazin saraya dönmesine mu¬halif olan Çar'a yalvarmaya baslamis ve kocasina söyle demis¬ti: "Niki, Rasputin'i Sibirya'dan saraya getir. Çünkü o Alek-si'nin kurtaricisidir." Zaten Çariçe Aleksandra Feodorovna dogaüstü güçlere, hurafelere ve mucizevi kisiliklere inanan bi¬riydi. Rasputin'in durumu tam da Çariçe'nin halet-i ruhiyesi-ne uyuyordu. Böylelikle Rasputin Çar ve Çariçe'nin en yakin çevresine girmis ve soylular arasinda iliskileri giderek yayginlasmisti. Aristokratlar onu evlerine davet edebilmek, onunla yan yana bir fotograf çektirebilmek, sofralarini paylasabilmek için bir¬birleriyle adeta yarisiyorlardi. Rasputin'e yönelik ilgi söyley¬di: "Sosyetede ona tapan kadinlar arasinda daha az utanmaya ve kendini idareye çalisti. Lokantalarin hususi odalarinda ya¬hut kendi evinde hakiki çehresini gösteriyordu. Onun karak¬terinde müthis içkiye düskünlük ve rezilane bir sekilde ka¬dinlarla eglenmek hastaligi vardi. Zaten Petersburg'un yük¬sek sosyetesinde bilhassa kadinlar âleminde spiritüalizme, manyetik konulara, morfin kullanmaya ve sehevi iptilalara büyük bir heves, sonsuz bir arzu hakimdi, iste çabucak bun¬lardan faydalandi. Etraf onu büyük bir kâhin, emsalsiz bir sa¬natkâr olarak kabul etmisti. Herkesi kolay fethediyor yalniz Sibirya'da mensup oldugu tarikati saklamak istiyordu. Raspu¬tin evden eve çagriliyor, hemen hiç bos vakti kalmiyordu. Bazilari merakla, bazdan kutsal bir insan oldugu için yaklasmak istiyordu. Herkes onu pahali saraplarla, nefis yemeklerle sarhos etmeye bayiliyordu. Özellikle Çariçe üzerinde inanilmaz bir etkiye sahipti.35 Bu sayede sarayin kapilari kendisine ardina kadar açiliyor ve Roma-noflarin yanma teklifsiz girebiliyordu. Üstelik zamanla Raspu-tin'in saraydaki siyasi nüfuzu da artmis, yüksek dereceli memur¬larin atanmasina kadar karisir olmustu. Bu nedenle Rasputin'e rüsvet verme dalgasi ortaligi kaplamisti. Kimileri para, kimileri de degerli esya ve mücevherat yollayarak ondan "rica"da bulu¬nuyorlardi! Rasputin ayrica saraydaki kadinlara dini telkinlerde bulunma bahanesiyle onlari cinsi arzularina alet ediyordu. Söy¬lentiler giderek artarken bu gösterilerden bikan ve Rasputin bü¬yüsüne bulasmamis onurlu soylular rahatsizliklarini günden güne daha fazla belli ediyorlardi. Olayin diger boyutunda kiskançlikla at basi giden sinifsal bir rahatsizlik da vardi. Çünkü "asagi taba-ka"dan biri Çar'in en yakin çevresine girerken, birçok soylu Çar'dan bekledikleri randevuyu almakta bile zorlaniyordu. Bu dedikodu ve sikâyetler Çar'in kulagina kadar gitmis ama onun cevabi söyle olmustu: "Yalnizca iyi yürekli ve dinine bagli bir Rus o. Basim derde girdiginde, yüregim karardiginda ne zaman onunla dertlessem rahatliyorum."   Prens Yusupov Harekete Geçiyor Ancak, soylularin Rasputin'e karsi nefreti günden güne kaba-riyordu. Rusya bir yandan I. Dünya Savasi'nm agirligi, altinda ezilirken diger yandan da içten içe kabaran ihtilâl dalgasini karsilamaya hazirlaniyordu. Bir kisim aristokrata göre ülke bu zor kosullar altinda iken, Rusya'yi ilgilendiren kararlari Rasputin'in vermesi hiç hos degildi. Onun devlet islerine burnunu sokmasi ve Çar'i etkilemesi bu kesimlerin tepkisini çekiyordu.37 Yani si¬ra birçok soylu Rasputin'in, eslerine asilmasindan fazlasiyla ra¬hatsizdi. Bütün bunlar bazilarinin Rasputin'den nefret etmesi için yeterli sebep teskil ediyordu. Bunlarin en basinda ise Prens Yusupov geliyordu. Yusupov, "Rusya'nin kurtulmasi için Rasputin'in muhakkak öldürülmesi gerektigine" karar vermis ve çevresine Çar'in yegeni Grandük Dimitri Pavloviç, Milletvekili Pruskeviç ve Doktor Lazovert'ten olusan bir ekip toplamisti. Söz konusu ekip ilk toplantisini bir Kizilhaç vagonunda yapacak ve Rasputin'i öldürme planinin ay¬rintilari burada sekillenecekti. Plan kabaca suydu: Rasputin bir gece Yusupov'un Moiko irmagi kiyisindaki malikânesine davet edilecek ve orada zehirlenerek öldürülecekti. Bunun için de ön¬ce Yusupov'un Rasputin'le dostlugunu gelistirmesi gerekecekti. Yusupov çok geçmeden bu firsati yakaladi. Kendisine telefon eden ve Rasputin'le hayli siki fiki olan bir hanim ve kizi, Prens Yusupov'u ve Rasputin'i birlikte yemege davet edeceklerdi. Bu Yusupov'un aradigi firsatti. Prens "Anilar"inda bu karsilasma anini söyle aktariyordu: "Ertesi günü beni çagirdiklari saatte on¬lara gittim. Rasputin henüz gelmemisti. Anne ve kizi, beni Ras¬putin'le çok iyi arkadas yapmak istiyorlardi. Biraz sonra kapi ça¬lindi ve Rasputin içeri girdi. Görmeyeli çok degismisti, o saglam vücut yapisi sefahat ve rezalet âlemlerine dalali hayli sarsilmisti. Uykusuzluktan yüzü gözü sismis, gözleri çukura kaçmis, yüzünde çizgiler hasil olmustu. Giyimi de bir hayli farkli idi. Üstünde ma¬vi ipek gömlek, bacaklarinda kirmizi kadife salvar ve onun üstünde ayni renkten bir de kusak vardi. Bu görünüse son derece artan simariklik ve laubaliligi ilave edilirse, insana telkin ettigi sey sadece nefretti. Beni görür görmez gözlerini uykuya dalar gi¬bi küçülterek ve genis muhteris agzini yayarak süratle yanima gelmesi bir olmustu. Birdenbire beni kucaklayip yanaklarimdan sapur supur öptü. Neye ugradigimi bilemedim. Fakat bende bi¬raktigi his, yilana elimi degdirmis kadar tiksindirici idi. Ev sahi¬belerine karsi durumu degismis, daha da laubali olmustu. Ben¬den sonra kucaklanmak ve öpülmek sirasi evvela anaya, sonra da kiza gelmisti, hele bu genç ve güzel kiza sarilisi bambaska idi." Bu satirlar, Prens Yusupov'un Rasputin'e karsi nasil bir nefret duydugunun somut bir göstergesiydi. Buna ragmen Prens, bozun¬tuya vermeden rolünü sürdürmüs ve Rasputin'le dostlugu ilerlet¬misti. Ona bazi sikâyetleri oldugunu söylemis, Rasputin'den yar¬dim bile istemisti. Oltaya gelen Rasputin ise Romanov sülalesin¬den bir prensle ahbap olmanin keyfini yasiyordu. Yusupov Raspu¬tin'le bu bulusmalari birkaç kez daha sürdürecek, onunla sefahat âlemlerine bile katilmayi göze alacak ve kendi ifadesine göre Çar ve Rusya hakkindaki fikirlerini ögrendikçe Rasputin'in yok edil¬mesi gereken biri olduguna bir kere daha kanaat getirecekti. Ay¬rica onun "Alman Ajani" olmasindan da süpheleniyordu.   Bardagi Tasiran Damla Bu arada Prens Yusupov'un Rasputin'e duydugu kizginlikta bir de sahsi nedeni olmustu, iddialara göre, Rasputin bir gün Yu-supov'a telefon etmis ve ona "Karinin güzelligini anlata anlata bitiremiyorlar, tamstirirsan memnun olurum" demisti. Raspu-tin'i öldürmeyi kafaya koyan Yusupov hiç renk vermemis, hatta "Memnuniyetle aziz peder, sizi gece yarisi beklerim. Bilirsiniz ya, usak milletinin agzi durmaz, bütün sehirde dedikodu konusu olmak istemem"39 diyerek, Rasputin'i tuzaga çekmenin yolunu bulmustu. Yusupov esi Kirim'daki sarayda oldugu halde onu ev¬de imis gibi göstererek Rasputin'i malikânesine davet edecekti. Anilarinda bu rahatsiz edici ikilemi söyle ifade ediyordu: "Bu seytani, bu mel'unu avlamak için baska çare yoktu. Burnunun kadin kokusu aldigi her yere, hem de kosarak giderdi." Bu haberi hemen diger suikastçi arkadaslarina bildiren Yusu¬pov derhal hazirliklara giristi. Malikânede suikastçi ekipten ve usaklardan baska kimse yoktu. Plan açikti. Prens Yusupov'un Moika irmagi kiyilarindaki sarayinda Grandük Dimitri Pavloviç, Tegmen Skotin, Milletvekili Pruskeviç ve Doktor Lazovert hazir bekleyeceklerdi. Rasputin için nefis bir masa donatilmisti. Dok¬tor Lazovert, Rasputin'i öldürecekleri zehri yiyeceklere koymak¬la mesguldü. Önce alti adet pastaya zehir kondu. Yanlisligi önle¬mek için yalnizca pembe renkli pastalara zehir konmustu. Dok¬tor Lazovert potasyum siyanürü itina ile toz haline getirip pem¬be pastalara serpmisti. Ayrica Rasputin'in kadehine konmak üze¬re bir miktar siyanür eritildi. Her sey hazir görünüyordu. Bu ka¬dar zehri kim yutsa hemen oracikta oluverirdi. Yusupov ve Doktor Lazovert Rasputin'i Gorokovaya Sokagi 64 numaradaki evinden almaya gidecekler, digerleri ise üst katta eglence var havasi verebilmek için gramofon çalip bekleyecek¬lerdi. Rasputin her zamankinden farkli olarak o gece için olduk¬ça sik ve temiz giyinmisti. Bu sekilde arabaya binip, Yusupov'un malikânesine dogru yola koyuldular. Malikâneye geldiklerinde Rasputin evdeki ihtisami övmüs ve yukaridan gelen seslerin nedenini sormustu. Yusupov "Karimin arkadaslari. Az sonra gidecekler" seklinde cevap vererek alt sa¬londa çay içmeyi önermis ancak Rasputin çay içmeyi ve pasta yemeyi reddetmis, bu ise suikasti hazirlayanlari endiseye sevk et¬misti. Üstelik birdenbire sanki olacaklari sezmis gibi kendisini sevmeyenlerden bahsetmeye ve "Ama ben onlardan korkmam, çünkü ellerinden bir sey gelmez. Birkaç kere öldürmeye kalkti¬lar. Tanri beni her seferinde korudu. Bana el kaldiranlarin alin yazilari kötü olacaktir"41 seklinde konusmaya baslamisti. Fakat ardindan sakinlesti ve çay içip pasta yemeye razi oldu. Bir parça pastayi yedikten sonra büyük bir istahla birkaç parça daha götür¬müstü. Yusupov heyecan içinde bu inanilmaz olayi seyrediyordu. Bir bogayi bile öldürecek miktardaki zehir Rasputin'e etki etmi¬yordu. Rasputin zehirli saraptan da içmis ve üstelik "Sarabi seve¬rim, biraz daha ver" diye talepte bile bulunmustu. Birkaç sikinti¬li yüz ifadesinden baska bir rahatsizlik gözlenmiyordu. Saat gece iki buçuk sulari olmustu.   Zehir Ise Yaramayinca Tabanca Yusupov telas içinde yukari çikti ve arkadaslarina Rasputin'in pastalari yedigini ve sarabi içtigini ama halen kendisine hiçbir sey olmadigini belirtti. Herkes saskinlik içindeydi, ne yapacaklarini bi¬lemiyorlardi. Bu kosullar altinda Yusupov tekrar inisiyatifi ele ala¬cak ve Rasputin'i tabanca ile vurarak öldürme kararina varacakti. Bunun için Grandük Dimitri Pavloviç'ten aldigi tabanca ile tekrar asagi kata indi ve Rasputin'in karsisina geçti. Silahi arka¬sinda tutuyordu. Bu ani Yusupov söyle aktariyordu: "Allah'im, sen bana yardim et, dedim. Dikkatli bir jestle arkamdan taban¬cayi aldim. Rasputin önümde duruyordu. Çarmiga gerilmis Isa'ya bakiyordu. Onu ne taraftan vurmali idim? Sakagindan mi, yoksa kalbinden mi? Birdenbire gözüm karardi, sanki bana bir yildirim çarpmisti. Birden tabancanin tetigini çektim, bosaltmaga basla¬dim. Bu menfur papaz, birdenbire vahsi bir hayvan gibi bagirmaya basladi. Ayaginin altindaki beyaz ayi postunun üstüne yikildi. Arkadaslar yukaridaki odadan kosarak geldiler ve içeri girdiler. Ben oldugum yerde mihlanmistim. Hepsi Rasputin'in üstüne üsüstüler. Papazin yüzü ara sira geriliyordu. Elleri yumruk halin¬de sikilmisti. Beyaz ipek gömleginin üstünde al bir çizgi vardi. Yara büyük degildi, fakat belli ki, müteaddit isabetler almisti. Simdi yüzükoyun yerde yatiyordu." Herkes Rasputin'in öldügünü düsünüyordu. Iste sonunda on¬dan kurtulmuslardi. Simdi sira, planin ikinci asamasina; yani ce¬sedi yok etmeye gelmisti. Gene plan geregince Lazovert, sanki Rasputin malikâneden çikiyormus gibi onun elbiselerini giyerek oradan ayrilacakti. Kalanlar ise cesedi alip nehre atacaklardi.   Rasputin Hemen Ölmüyor Onlar bu planlari yapadursunlar Yusupov, Rasputin'in cesedi¬nin bulundugu yere dogru gittiginde öldügünü sandigi adamin yüzünde kimildanmalar oldugunu fark etti. Sonra Rasputin, göz kapaklarini açti ve bakislari öfke dolu olarak Yusupov'a ilk adiy¬la bagirmaya basladi: Feliks! Feliks!.. Derken birden dogruldu, sendeleyerek Yusupov'un yakasina yapisti ve tekrar "Feliks, Fe¬liks" diye bagirmaya basladi. Prens kendini bu cendere gibi kol¬lar arasinda boguluyormus gibi hissetti. Az önce çok miktarda ze¬hir içirdigi ve tabancasindaki kursunlari bosalttigi Rasputin ayaktaydi ve üstelik ondan hesap soruyordu. Yusupov'un beti benzi atmisti. Bir kâbus görüyor olmaliydi. Can havliyle yukaridakilere "Yetisin, Rasputin hâlâ yasiyor" di¬ye bagirdi. Bu arada kargasadan faydalanan Rasputin, sürüne sü¬rüne her tarafa kan izleri birakarak evden çikmaya çalisiyordu. Sonunda kapiya ulasti ve gecenin karanliginda avluya çikti. O anki manzara söyle idi: "Pruskeviç arkasindan kosuyordu. Canli ceset sendeleyerek demir parmaklikli sokak kapisina varmak üzereydi. Sokaga çikti mi herkes onu korumaya kalkacak, üstelik suikasti kimlerin düzenledigi anlasilacakti. Pruskeviç, tabancasi¬ni çekti, elinin titremesini önlemek için parmaklarini isirdi, dik¬katle nisan aldiktan sonra tetigi çekti. Rasputin sarsildi. Silah yeniden patladi ve adam karlarin üzerine yuvarlandi; hemen ye¬tisen Pruskeviç, can çekisen Rasputin'in kafasini tekmelemeye baslamisti.'" Suikastçilar çilgina dönmüslerdi. Artik mantiklariyla degil, nefretleriyle hareket ediyorlardi. Yusupov eline geçirdigi bir cop¬la Rasputin'in bedenine vuruyordu. Adeta çildirmis gibiydi. Usaklar ise bu sahne karsisinda tas kesilmislerdi. Ancak bu esnada bir polis belirecek ve o da hayretle olanla¬ri izlemeye koyulacakti. Sonunda sakinlestiler. Pruskeviç, polise yanasarak kendisinin milletvekili, diger kisinin ise Çar ailesin¬den Prens Yusupov oldugunu belirterek "Rusya'nin düsmanlarin¬dan birini öldürdüklerini" ve "gördüklerini unutmasini" söyledi. Sasiran polis "Ben sesimi çikarmam ama bana yemin ettirirlerse dogruyu söylerim" diye sart kostu. Sonra onlari selamlayarak di¬sari çikti. Polis isi hallolmus gibiydi. Bunun üzerine suikastçilar delilleri ve cesedi yok etme isle¬mine geçtiler. Rasputin'i büyükçe bir beze sararak otomobile yüklediler. Otomobili Grandük Dimitri kullaniyordu. Yusupov hariç digerleri de otomobile bindiler. Otomobil dogruca nehir kiyisina yöneldi. Rasputin'in cesedini buz tutmus nehrin üzerin¬deki deliklerden birinin içine attilar. Onlarin hesabina göre ne¬hirdeki buzlar ilkbahardan önce çözülmezdi. Ortada ceset olma¬yinca da kimse bir sey ispatlayamazdi. O zamana kadar da olay unutulur giderdi. Ama evdeki hesap çarsiya uymadi, olaydan birkaç gün sonra polis Rasputin'in cesedini irmagin köprülerinden birinin ayaklarina takili halde buldu. Daha da ilginci; yapi¬lan otopsi neticesinde Rasputin'in buzlu sulara atildigi anda bi¬le yasadigi anlasilmisti. Artik olay çoktan duyulmus ve Yusupov Emniyet Müdürlü-gü'ne çagrilmisti. Yusupov oradaki ifadesinde o aksam dostlariy¬la içki içtigini, içkiyi fazla kaçiran arkadaslarindan birinin av kö¬pegini vurdugunu, silah sesinin o nedenle çiktigini, gelen polise de bu yönde izahat verdigini söyledi. Bu beyana kimse inanma¬misti tabii. Ama o bir Romanof'tu; yani Çar'in dogrudan emri ve onayi olmadan tutuklanamazdi. Yine de bu olaydan dolayi Gran-dük Nikola Mihailoviç tevkif edilecek, Prens Yusupov ise zorun¬lu ikamete mecbur edilecekti. Böylelikle soylu aristokratlar belki baslarindaki Rasputin be¬lasindan kurtulacaklar ama çok geçmeden Rasputin'den daha beter bir belaya çatacaklardi: Rus Devrimi! Devrim; Çarligin sonuna, Çar ve ailesininse yok olmasina yol açacakti. Aristok¬ratlar Rasputin yerine ülkenin içinde bulundugu durumla ilgi-lenselerdi durum daha farkli mi olurdu bilinmez. Ama Raspu¬tin'in laneti sanki Rusya'nin üzerine çökmüstü bile. Rasputin'e suikast düzenleyenler "Rasputin'i öldürmenin Rusya'yi kurtara¬cagina" dair safça bir inanç tasiyorlardi. Böyle olmadi. Zaten bu kurnaz ve akilli mujik, birilerinin gözünde büyüttügü kadar da önemli biri degildi. Gene de Rasputin suikasti bugün bile konu¬sulmaya ve suikastin üzerine filmler yapilmaya, kitaplar yazilma¬ya devam ediliyor.

Bir Toplu Suikast: Çar II. Nikolai Romanov ve Ailesinin  Bolseviklerce Katli

"Önce Çar öldürüldü. Daha sonra silahli adamlar odaya girdiler. Ve o anda birden düzensiz silah atislari basladi. Bir süre sonra Aleksandra'nin, Demidova'nin ve Alek-si'nin hayatta olduklari anlasildi. Saniyorum, korkudan bayilmislardi. Sonra katliami bitirmeye giristik. Aleksi oldugu yerde tas kesilmisti. Onu ben öldürdüm. Digerleri kizlara dogru yeniden ates açtilar. Ama öldüremediler. Sonunda baslarina birer kursun sikarak öldürdüler."

-Çar ve ailesini katleden Bolsevik infaz Mangast'mn basindaki Yakov Yurovski'nin Amlari'ndan-

  SUlKAST gerçekte bireysel bir öldürme eylemini ifade k eder. Genellikle hedefte bir kisi vardir ve onun yok edil¬mesi amaçlanmistir. Ancak bunun istisnalari da olabilir. Bazen suikast eylemi, o an için engel teskil ettikleri düsünülen birden fazla kisiye de yönelebilir. Yer ve zamanlamada farklilik¬lar olsa da amaç açisindan bakildiginda onlar aslinda tek bir su¬ikastin kurbanlaridirlar. Bu açidan bakildiginda tarihin belki de en acimasiz suikastlarindan biri son Rus Çari II. Nikolai Roma¬nov ve ailesine karsi uygulanandir. Yapilisi itibariyle bir toplu katliami ya da idami andirsa da, siyasi hedefleri açisindan bu, as¬linda bir suikasttir. Tüm hanedanin aniden yok edilmesiyle bel¬li bir iktidar biçiminin -yani monarsinin- kan bagina dayali bü¬tün sürekliligi de yok edilmek istenmisti. Öyle de oldu... Üç yüz senedir Rusya tahtinda oturan bir hanedanin son temsilcileriydiler onlar. "Korkunç Ivan" diye bilinen IV. Ivan'in yegeni Mihail Romanov'un 1613'te iktidara gelisiyle birlikte Romanov hanedanligi da baslamis oluyordu. Son Romanov II. Nikolai'a gelene kadar Romanovlar Rusya'ya hakim olmayi ba¬sardilar. Ancak son Çar öyle bir dönemde (1894) tahta çikmisti ki kendisini çok zor kosullar bekliyordu. Çar II. Nikolai bu ko¬sullar altinda kendisini ve ailesini ölüme götürecek süreci de baslatmis oluyordu. Hanedanin çöküs süreciydi bu. Hiç süphesiz kendinden önceki çarlar da suikast olgusuyla karsi karsiya kalmislar, hatta bir kismi bu suikastlarda hayatini kaybetmisti. Örnegin Çar II. Nikolai'in dedesi Çar II. Alek-sandr, l Mart 1881 günü atilan bombalarla kaybetmisti hayatini. Onun yerine ogul III. Aleksandr geçmis, o da bir suikasttan sag kurtulmustu. Erken yasta ölen III. Aleksandr'dan sonra tahta çi¬kan Çar II. Nikolai da suikast tehdidi altinda yasamisti. Hatta bir keresinde 14 Eylül 1911 gecesi Kiev Devlet Tiyatrosu'ndaki locasinda Çariçe ile birlikte konser izlerlerken ihtilalci militan¬lardan Bograf, bitisik locadaki Meclis Baskani Stalugu'yu Çar'in gözleri önünde vurmustu. Herkes Çar vuruldu sanmisti ama du¬rum öyle degildi.   Çar'in Son Günleri Rusya 1905 Rus-Japon savasinin çöküntüsünü henüz üzerin¬den atamamisti ki, kendini I. Dünya Savasi'nin içinde buldu. Ülke zaten uzun süredir huzursuzluk ve karisiklik içinde iken Çarlik monarsisini hedefleyen siyasal muhalefet de artiyordu. Üstelik olaylar alttan alta ihtilalci bir boyut aliyordu. Subat 1917'nin ilk günlerinden beri grevler her yani kaplamisti. As¬kerler olaylari bastirmak bir yana silahlariyla birlikte ihtilalcile¬rin yanina geçiyorlardi. Eylemleri bastiracak kuvvet sikintisi çe¬kiliyordu. Çarlik otoritesi iyice zayiflamisti. Sonunda, Mart 1917'de, beklenen oldu ve ülke bir kargasanin içine sürükleni verdi. Olaylar o derece ivme kazandi ki takvimler 15 Mart'i gös¬terdiginde Çar II. Nikolai tahtindan feragat ettigini bildirir bir beyanname yayimlamak zorunda kaldi. Bu, zaten siyasi intihar anlamina geliyordu. Çar direnme ve çözüm üretme yerine pasif kalmayi tercih etmisti. 21 Mart'a gelindiginde ihtilalci hükümet Çar'in tutuklan¬masini emredecekti. Tutuklamayi yapan General Komilof'tu. Petrograd'daki Çarskoseleo Selo Sarayi'ndaydilar ve muhafizlik¬larina Albay Kabilensky verilmisti. O esnada ihtilâlci hüküme¬tin basinda Menseviklerin44 lideri Kerensky bulunmaktaydi. Kerensky'ye kalirsa tutuklama karari, Çar'in korunmasi için alinmis bir tedbirden baska bir sey degildi. Oysa o günden son¬ra Çar ve ailesi için zor günler basliyordu. Ilk sinirlamalar gelmeye baslamisti bile. Çar ailesi hiçbir se¬kilde ve hiçbir mazeretle sokaga çikamayacaklardi ve saray için¬de gezerken bile yanlarinda muhafiz bulunacakti. Sadece saray kilisesindeki dini ayinlere katilabilecek, hükümetin izni olma¬dan kimseyle görüsemeyecek ve ziyaretçi kabul edemeyecekler, bütün mektuplari önce muhafiz kumandani tarafindan kontrol edilecekti. Anlasilan oydu ki Çar ve ailesi uzunca bir süre sert kosullar altinda yasayacakti.   Çar ve Ailesi Sürgüne Gönderiliyor Fakat Agustos ayinin sonu geldiginde durumda bir degisiklik oldu. Çar ve ailesi Sibirya'da Tobolsk sehrine sürgüne gönderili¬yordu. 14 Agustos 1917'de, sabaha karsi bir kafile halinde yola çiktilar. Çar ve Çariçe bir otomobile, çocuklari ise baska bir oto¬mobile bindirilmisti. Çar'in maiyetindekiler de diger arabalarla geliyorlardi. Ayrica onlara, kamyonlara bindirilmis 100 kadar as¬ker ve motosikletli koruma da refakat ediyordu. Yanlarinda Prens Dalgorokov, General Tatiçev, Prens Gof Marsal, Profesör Botkin ve çocuklarin isviçreli ögretmeni Jilar bulunuyordu. Bas¬bakan Kerensky kafileyi yolcu etmeye bizzat gelmisti. Kafile üç gün sonra Tobolsk'tan önceki istasyon olan Tümen sehrine vardi. Burada yandan çarkli bir gemiye aktarma yapildi. Sonunda toplam 5 günlük bir yolculuktan sonra 19 Agustos ak¬sami Tobolsk'a ulasildi. Tobolsk'taki vali konagi Çar ve ailesine tahsis edilmisti. Çar'in maiyeti ise bir sarap evine nakledildi, ilk günler oldukça normal geçmisti. Muhafizlarin komutani Albay Kobilensky, Çar ve ailesine karsi oldukça saygiliydi. Gerekme¬dikçe onlarin davranislarini sinirlayacak hareketler içine girmi¬yordu. Fakat kis gelip de isi birdenbire -37 dereceye düsünce Çar ve ailesi sadece bir tane sobali oda oldugu için o odaya sikismak zorunda kaldi. Hatta Çar, bizzat odun kirip tasiyarak sobanin sü¬rekli yanik kalmasini sagliyordu. 22 Nisan 1918'de durum tamamen degisti ve dogrudan Bol¬seviklerin emri ile Moskova'dan Tobolsk'a gelen Halk Komiseri Yakoriev, Albay Kobilenski'nin görevini devraldi. Çar ve ailesi artik dogrudan Kizil muhafizlarin gözetimindeydi. Ayni günlerde hastalanan Veliaht Aleksi'nin kani bir türlü durdurulamiyordu. Çar bu telasi yasarken odaya giren Halk Komiseri Yakoriev, Çar'a buradan da ayrilmak zorunda oldugu haberini getirdi. Üs¬telik bu kez Çar yalniz gidiyordu. Ailesi burada kalacakti. Fakat direnen ve esiyle birlikte olma istegini belirten Çariçe bu istegi¬ni kabul ettirmeyi basardi. En küçük kizlari Maria hariç diger ço-cuklarsa geride kalacakti.   Ölüme Son Adim: Yekaterinburg Istikamet Yekaterinburg idi. 2 Mayis 1918 günü Yekaterin-burg'da idiler. Çar ve Çariçe'yi tren garinda karsilayan kisinin kimligi aslinda olacaklarin habercisi gibiydi. Bu kisi "Kursuna Dizme Birligi"nin komutani Parfen Titof Samokarov'du. Onlar için Voznesenski Sokagi'nda bir ev ayarlanmisti. Evin kapisinda Komiser Goloçkin konuklari karsilayacak ve alayci bir ifadeyle Çar'a "Romanof Yoldas, içeri girebilirsiniz" diyecekti. Burada onlari daha da kötü sartlar bekliyordu. Çevre nöbetçilerle doluy¬du, bahçeye günde sadece bir defa ve 20 dakika çikmalarina izin veriliyordu. Sartlar o kadar kötü idi ki, bazen yemeklerini yiye¬cekleri kasik bile tam olarak verilmiyordu. Bütün bunlar aslinda Çar ve ailesine eziyet olsun diye yapilmaktaydi. Çar'i ve ailesini bu gergin günlerde belki de tek mutlu eden sey Tobolsk'ta kalan çocuklarinin da yanlarina katilmasi olmustu. Öte yandan baska gelismeler de oluyordu. Amiral Kolçak ko¬mutasindaki Beyaz Rus birlikleri Kizil Ordu ile savasa savasa Ye-katerinburg'a dogru ilerliyordu. Bu, Çar ve ailesinin kurtulusu demekti. O yüzden muhafiz sayisi arttirilmis, eskiler uzaklastiril¬mis ve yeni muhafizlarin basina Yakob Yurovski45 getirilmisti. Bu yeni atama aslinda Çar ve ailesi için bir seyler planlandiginin göstergesiydi.   Katliam Basliyor Yurovski 16 Temmuz 1918 günü, aksam saat yedi civarinda nöbetçilerin Nagant tipi tabancalarini toplatti. Tabancalari ma¬sasinin üzerine yigan Yurovski, yardimcisi Medviedev'e dönerek: "Bu gece bunlara ihtiyacimiz olacak, hepsini öldürecegiz. Nöbet¬çilere haber ver, silah sesi duyarlarsa telaslanmasinlar" dedi.46 Nitekim gece yarisi Çar'in yattigi odanin kapisi vuruldu ve "ka¬risiklik çikmasindan endise edildigi, güvenlikleri için Çar ailesi¬nin evin bodrumuna inmesi gerektigi" söylendi. Çar ve ailesi topluca evin bodrum katina indirildiler. Çar'in özel asçisi, dok¬toru ve usaklar disarida bir bölüme alindilar. Odanin disinda ise el¬leri tabancali Bolsevik idam mangasi bekliyordu. Yurovski, birden kapiyi açarak 11 adamiyla birlikte odaya girdi ve elinde tuttugu bir kâgidi alelacele okumaya basladi: "Nikolai Aleksandroviç, taraftarlariniz sizi kaçirma çabasina giristiler. Bu yüzden hepinizi kursuna dizmek zorundayiz." Çar sok içinde kalmisti, itiraz edecek oldu ama Yurovski, ta¬bancasina davranarak önce Çar'i yere serdi.48 Hemen ardindan digerleri de ates kusmaya basladilar. Çariçe yavrularini korumak için gayri ihtiyari bir hamle yapacak oldu ama o da kursunlari çoktan yemisti bile. Çocuklar korku içinde bagrisiyorlar ve aci dolu çigliklar atiyorlardi. Küçük veliaht bir türlü ölmek bilmi¬yordu, katiller tabancalarini ona yönelttiler. Olay tam bir vahset boyutunu almisti. O kadar ki, katillerden Madviedev -sonradan anlattiklarina göre- bu sahneye dayanamamis ve kendini disari atarak küsmüstü. Daha sonra Yekaterinburg'un "4 Kardesler Madeni" diye bili¬nen bölgesine götürülen cesetler, orada üzerlerine benzin döküle¬rek yakilacakti. Tarihte kral ve kraliçelerin öldürülmelerinin bir¬çok örnegi olmakla birlikte, bu olayda suçsuz çocuklarin da vah¬sice öldürülmesi çok trajik bir örnek olarak kayitlara geçmistir. Olay 16 Temmuz'u 17 Temmuz'a (1918) baglayan gece cere¬yan etmisti. Beyaz Rus ordusu 25 Temmuz'da Yekaterinburg'a vardi. Ama artik çok geçti. Çar ve ailesi katliam gibi bir toplu suikast ile çoktan öldürülmüslerdi bile. Ölenler arasinda Çar II. Nikolai, Çariçe Aleksandra, ogullari veliaht Aleksi, kizlari Olga, Maria, Tatiana ve Anastasia vardi. Nitekim bu bölgede 1991'de yapilan kazilarda 9 ceset ortaya çikarilmistir. Ancak cesetlerin sadece besinde Çar ailesiyle genetik baglanti kurulabilmistir. Nitekim tam bu noktada Veliaht Aleksi'nin ölmedigi iddia edilecektir. Gerçekten de bu olayin sirri halen sürmektedir. Fo-cus dergisi bu haberi söyle vermistir: "Ve bu olay sirrini koruyor. Bir süre önce Yekaterinburg'da bu¬lunan cesetler de olayi tam olarak çözümleyemedi. Çünkü DNA testlerine ve arastirmalarina göre cesetlerden sadece 5 tanesi Çar'a, Çariçe'ye ve üç kizlarina aitti. Yekaterinburg'da bulunan cesetlerin açikliga kavusturamadigi bir baska konu da, Çar'in tek oglu Aleksi'nin durumuydu. Çünkü bulunan cesetler içinde onunki yoktu. Aleksi'nin kaderi konusundaki efsane ise tam anla¬miyla bir film senaryosunu animsatiyor, iddia edildigine göre aile topluca kursuna dizildiginde, Aleksi de vurulmus ama diger vücut¬larin altinda kaldigi için ölmemisti. Daha sonra herkesin öldügü¬ne inanan Bolsevikler tüm cesetleri almislar ve kamyonla kazilan çukura tasimislardi. Ancak bu sirada bazi köylüler Aleksi'yi ona çok benzeyen Zarevich isimli çocukla degistirmislerdi." Ayni sekilde olaydan sonra Anastasia'nin da ölmedigi ve ya¬rali olarak kurtuldugu iddiasi ortaya atilacak ve 1920'li yillarda Berlin'de ortaya çikan Anna Anderson isimli kiz Anastasia ol¬dugunu öne sürecekti. Anastasia'nin kaderi filmlere de konu olacakti. Olay daha sonra Bolsevik Merkez Komitesi tarafindan "Yeka-terinburg'daki Komünist Parti yetkililerin kendi inisiyatifleriyle alinmis bir karar" olarak açiklansa da, bu çapta bir eyleme Yeka-terinburg'daki parti komiserlerinin tek basina karar verebilmele¬ri düsünülemezdi bile.  

Basi Buz Çekici ile Kirilan Devrimci: Leon Troçki

"Kisinin kendisini süresiz olarak ölüme karsi savunmasi imkânsizdir. Yoksa yasamin degeri kalmaz'."

-Leon Troçki-

  HER devrim önce kendi evlatlarini yer, sözü belki de en çok 1917 Sovyet Devrimi için geçerlidir. Romanov süla¬lesinin Rusya'daki yüzlerce yillik iktidarina son veren 1917 Devrimi süreç içinde Bolseviklerin öncülügünde sosyalist bir sistem kurma iddiasiyla bir yol çizdi kendine. Önce halk iktidar or¬ganlari olarak tanimlanan Sovyetler, zamanla partinin (SBKP) ege¬menligine, daha sonra da parti içinde tek kisinin egemenligine dö¬nüserek devrimin bütün demokratik ideallerini budadi. Bu zaman zarfinda devrime ve SBKP'ye önderlik etmis birçok devrimci önder birer birer tasfiye edildi, öldürüldü, düzmece mahkemelerle "hain", "karsi-devrimci" ilan edildi. Özellikle 21 Ocak 1924'te Lenin'in öl¬mesinden sonra parti içinde ortaya çikan iktidar kapismalari za¬manla sert biçimler alarak muhaliflerin yok edilmesine kadar vardi. Devrimciler "devrimin yasamasi için" devrimcileri öldürmüstü! Ancak bu isimlerin içinde bir tanesi vardi ki, hem karizmatik kisiligiyle hem de Stalin'e karsi yurtdisindan da olsa yürüttügü muhalefet ile digerlerinden farkli biri olarak göze çarpacakti. Bu ki¬si, Sovyet Devrimi'nin en renkli simalarindan Leon Troçki idi.   Troçki'nin Hayati 1879'da Ukrayna'da Lev Davidoviç Bronstayn olarak dünya¬ya gelen Troçki, bir çiftçi ailesinin çocuguydu. Sekiz yasindan itibaren, liberal bir aydin olan teyzesinin yaninda yetisti. 1896'da egitim amaciyla gittigi Nikolayev'de rejim karsiti sosya¬list çevrelerle tanisti. Odessa Universitesi'ne devam etti ve "Gü¬ney Rusya isçi Birligi" isimli bir gizli örgütün kurucusu oldu. Ocak 1898'de devrimci faaliyetleri nedeniyle tutuklanarak Si¬birya'ya gönderildi. 4,5 yil sürgün ve hapis hayati yasadi. Orada dava arkadasi Aleksandra Sokolovskaya ile evlendi, iki kizlari oldu. Ancak bir daha görüsemediler. 1902'de sahte pasaportla yurtdisina çikti ve bu pasaportta kullandigi sahte isim "Troçki" adiyla tanindi. Londra'ya gitti ve burada Vladimir Ilyiç Ulyanov (Lenin) ile birlikte Iskra (Kivil¬cim) isimli illegal devrimci gazeteyi çikardi. Bu çevre daha son¬ra "Rusya Sosyal Demokrat Isçi Partisi" (RSDÎP) adiyla illegal olarak örgütlendi.52 1903'te parti içinde Mensevikler ve Bolse¬vikler olarak iki kanat ortaya çikti. Troçki, Menseviklerden ya¬na tavir koydu. Ayni yil Paris'te Natalya Sedova ile ikinci evli¬ligini yapti, iki oglu oldu. 1905 Devrimi esnasinda Rusya'ya döndü. Petersburg Sovye-ti'nin önde gelenlerinden biri oldu. 1906'da hapse atildi ve "Sü¬rekli Devrim" kuramini gelistirdi. 1907'de Sibirya'dan kaçip Vi-yana'ya yerlesti. 1912-1913 Balkan Savaslari esnasinda muha¬birlik yapti. I. Dünya Savasi süresince savas karsiti propaganda yürüttü ve kitleleri Çar'a karsi ayaklandirmaya çalisti. Bir ara Pa¬ris'e gitti ama savas karsiti tutumundan dolayi Fransa'dan ve sonra da ispanya'dan sinirdisi edildi. Ocak 1917'de New York'a gitti. Burada Bolsevik Ihtilali'nin diger bir önde gelen ismi Bu-harin ile birlikte Rusça "Novi Mir" gazetesini çikardi. Ancak bu arada siyasi kosullar yine degismisti. 1917 Subat Devrimi ile birlikte Bolseviklerin önü açildi. Mayis ayinda Petrog-rad'a ulasan Troçki, Menseviklerin sol kanadina katildi. Temmuz ayaklanmasinin bastirilmasindan sonra Kerensky Hükümeti tara¬findan bir süreligine tutuklandi. Hapiste Bolsevik Partisi'ne katil¬di ve Merkez Komite üyeligine seçildi. EylüPde Petrograd Isçi-Köy-lü-Asker Sovyetleri'nin basina getirildi. Ortalik Kasim'da tekrar karisinca kuvvetlerini Kerensky Hükûmeti'nin kuvvetlerine karsi örgütledi ve yeraltindan çikan Lenin'in çevresinde yer aldi.   Sovyet Disisleri Komiseri Troçki Sovyet yönetimi kurulunca Troçki "Disisleri Komiseri" (Di¬sisleri Bakani) olarak görev aldi. Bolseviklerin baris programini uygulamaya giristi. Ateskes çagrisina Almanya ve müttefikleri olumlu cevap verince Brest Litovsk baris görüsmelerini yürüten heyetin basina geçti. Ancak anlasma saglanamayinca Troçki bu görüsmeleri dünyaya yönelik bir propaganda araci olarak kullan¬di. Bu da karsi tarafin tepkisini çekti. Ocak 1918'de baris görüs¬meleri iyice çikmaza girdi. Almanlarin toprak talebini reddeden Troçki ülkesine geri döndü. Bu konuda Lenin'le aralarinda tar¬tisma çikti. Çünkü Lenin bir an önce baris yapilmasindan yanay¬di. Almanlarin yeniden saldirmasi durumunda devrimin tehlike¬ye girecegini düsünen Lenin sonunda Almanlarin istedigi kosul¬lari kabul etti. Troçki Merkez Komitesi oylamasinda çekimser kalarak bir anlamda "Ne Savas Ne Baris" taktigini sürdürdü. Bu olaydan sonra Disisleri Komiserligi görevinden istifa etmek zorunda kalan Troçki, Savas Komiseri olarak Kizil Ordu'nun ku¬rulmasina ön ayak oldu. Bu konuda Çarlik dönemi subaylarindan yararlanmak istemesi üzerine hem sol kanadin hem de Stalin'in tepkisini çekti. Ancak 1918 ve 1919'da Kizil Ordu'nun Beyaz Or¬du saldirilarini püskürtmesi Troçki'ye yöneltilen elestirileri hafif¬letti, iç savasin bitiminden sonra Troçki tüm dikkatini ekonomi¬nin reorganizasyonuna verdi. Bir ara sinirli bir piyasa ekonomisine izin verilmesinden yana görünse de kisa sürede askeri disipline benzer bir sosyalist ekonominin savunuculuguna geçti. Bu arada parti içindeki konumu da hizla yükselen Troçki SBKP Politbürosu'nun ilk bes üyesi arasina girdi. 1919'da III. Enternasyonal'in kurulusuna ön ayak oldu ve ilk bildirgesini ka¬leme aldi. Bu gibi faaliyetleri kisa zamanda Troçki'yi Lenin'den sonra "ikinci Adam" konumuna yükseltecekti. 1920-21 yillarina gelindiginde gerek ülkedeki kosullar gerekse de parti içindeki tartismalar yogunlasmisti. "Savas Komünizmi" uygulamalari karsisinda ciddi bir hosnutsuzluk belirirken sendika¬larin gelecekteki rolü üzerinde de bir tartisma kopacakti. "Ütopya-ci" diye anilan sol kanat sanayi atilimlarina sendikalarin yön ver¬mesini istiyordu. Oysa Lenin sendikalarin rolünün sadece çalisma kosullarinin denetlenmesiyle sinirli kalmasindan yanaydi. Troçki ise merkezi yönetim ile sendikalar arasinda bir "orta yol" arayisin¬da idi. Ancak parti içinde artan demokrasi talepleri ve Kronstad donanmasinda çikan isyan -ki Troçki tarafindan bastirilmistir- kar¬sisinda Troçki, yeniden Lenin'in yaninda yer aldi. Yeni Ekonomik Politika (NEP)'nin gerçekçi yönelimleri karsisinda idealist ekono¬mik politikalardan da vazgeçecekti. Fakat bu zikzakli politikalar neticesinde parti içinde belli bir itibar kaybina ugrayacakti.   Lenin'in Sagligi Tehlikeye Girince Lenin parti içinde büyük bir otoriteye sahipti. Partide farkli sesler, hatta düsman kutuplasmalar olsa bile bunlar Lenin'in sag¬liginda açiktan cephe alamiyorlar, alsalar da sonunda Lenin'in tavri belirleyici oluyordu. Mayis 1922'de Lenin ilk beyin kana¬masini geçirince ondan sonra ne olacagi sorusu ayni bir önem ka¬zanmaya basladi. Parti içinde bastirilmis çatismalar yavas yavas su yüzüne çikmaya basladi. Troçki birçoklarinin gözünde halen "Lenin'in halefi" olsa da, digerleri de dogacak boslugu kapatmak üzere harekete geçmislerdi. Özellikle ilk anda Politbüro üyeleri ona karsi Stalin-Zinovyev-Kamenev üçlüsünü destekler yönde davrandilar. Daha sonraki iddialara göreyse Lenin vasiyetinde Troçki'yi isaret etmisti.53 1923'te kismen iyilesen Lenin bu çatis¬malari bir süreligine dondurdu. Lenin'in dis ticaret, ulusal azin¬liklar ve bürokratik reformlar konusunda Troçki'den yardim iste¬mesi, onun kendisinin yerine Troçki'nin geçmesini istedigi sek¬linde yorumlandi. Bunun üzerine parti içindeki ayak oyunlari ve manevralar artti. Özellikle Mart 1923'te Lenin'in geçirdigi kriz¬den sonra Stalin, Nisan'daki 12. Parti Kongresi'nde gücünü hizla pekistirmeye basladi. Yönetimde Stalin'in etkisi giderek daha be¬lirgin bir biçimde hissedilmeye baslanmisti.   Tasfiyeler Basliyor Diger yandan parti üyeleri üzerindeki gizli polis baskisi da artma¬ya baslamisti. Bunun üzerine Troçki, Merkez Komite'ye karsi hare¬kete geçme karari aldi. Ekim ayinda Merkez Komite'ye sundugu kapsamli raporda parti içi demokrasiye uyulmadigini ve ekonomik planlamanin yetersizligini vurguladi. Verilen reform sözü üzerine de yapilmasi gerekenleri açiklayan bir mektup yayinladi. Ancak bu davranisi hemen rakipleri tarafindan "hizipçilik" adiyla kinandi ve aleyhine kullanildi. Bu arada Troçki'nin atesli bir hastaliga yaka¬lanmasi da Stalin taraftarlarina karsi yeterince "ideolojik mücade¬le" verememesi sonucunu getirdi. Bunun üzerine Stalin örgüt için¬de kesin bir denetim kurdu ve parti liderligini ilan etmis oldu. 1924 yilindaki 13. Parti Kongresi'nde "Troçkist Muhalefet" hem "yasadisi" ilan edildi hem de bir "sapma" olarak adlandirildi. Bu artik Troçki'nin ve düsüncelerinin parti içinden resmen uzak¬lastirilmasi anlamina geliyordu. Bir hafta sonra 21 Ocak 1924'te Lenin'in ölümü ile birlikte Troçki iyice yalnizliga itilmis oluyordu. Lenin'in cenazesine bile katilamadi.54 Artik sahnede Stalin vardi.   Troçki "Hain" ilan Ediliyor Bundan sonra Troçki'ye karsi saldirilar araliksiz olarak sürdü. Özellikle de "parti disiplinine uymadigi" yolundaki iddialar en revaçta olaniydi. Troçki'nin 1925'te yazdigi kitabi "Ekim Dersle¬rinde Zinovyev ve Kamanev'i agir bir sekilde elestirmesi ile sahsina karsi yeni bir saldiri dalgasi daha baslamis oldu. Artik Troçkizm Leninizme karsi bir akim olarak tanimlaniyordu. Troç¬ki'nin devrimde fazla bir rolünün olmadigi ve Troçkizmin Men¬sevik sapmanin bir uzantisi oldugu ileri sürülüyordu. Troçki Ocak 1925'te savas komiserliginden resmen azledildi. Ancak 1925'teki 14. Kongre sonrasinda ve 1926'da yeni saf¬lasmalar olustu. Kendilerinin de tasfiye edilecegini hisseden Zi¬novyev ve Kamanev gibi eski karsitlari Troçki'yle birlestiler. Bu muhalefet 1,5 yil boyunca Stalin'e karsi elestiriler getirecekti. Stalin'i parti içi demokrasiye önem vermemek, dogru bir ekono¬mik planlamaya gitmemek ve "burjuva ögelere ödün vermek'le suçluyorlardi. Ayrica Stalin'in "Tek ülkede sosyalizm" tezini "Dünya devrimine ihanet" olarak tanimliyorlardi. Bunun üzeri¬ne Troçki 1926'da önce Politbüro'dan, sonra da Zinovyev ile bir¬likte Merkez Komite'den çikarildi. 1927'de, yani devrimin 10. yildönümünde ise partiden ihraç edildi. Bundan sonra Troçki adi Sovyetler'de yalnizca küfür maksadiyla anilacakti, ismi Sovyet devrim tarihinden çikarilacak, devrimi yansitan tablolardan ve belgesel filmlerden silinecek, hatta sarki ve marslarda bile adina artik rastlanmayacakti. Bunun ardindansa sürgün karan geldi. Troçki 1928'de Alma Ata'ya gönderildi. Ocak 1929'da da ülke sinirlari disina çikaril¬masi kararlastirildi.   istanbul'da Bir Sürgün Troçki'nin sürgün sonrasi ilk duragi istanbul olacakti. Avru¬pa devletleri ve özellikle Almanya tarafindan kabul edilmeyen55 Troçki, sonunda SSCB ve Türkiye hükümetleri arasinda uzun süren karsilikli görüsmelerden sonra Istanbul'a gelme hakkina kavusacakti.56 Beyaz Ruslarin kendisine suikast düzenleyecegi57 endisesi ile Istanbul'a gelmek istemeyen Troçki yurtdisina adeta zorla çikarilmisti. 12 Subat 1929'da Troçki Istanbul'daydi. Türkiye'de 2 yil ka¬dar kalacak, çogunlukla Büyükada'da olmak üzere Istanbul'un çesitli yerlerinde ikamet edecekti.58 14 Kasim 1932'de sehri terk edecek olan Troçki'nin Istanbul yillarina yerli ve yabanci basin yogun ilgi gösterecekti.59 Troçki, "Hayatim" ve "Rus Devrim Ta¬rihi" isimli eserlerini istanbul'da kaleme aldi. Ona göre Rus Dev¬rimi parti bürokrasisi tarafindan yozlastirilmis bir devrimdi. Bir süre sonra Hitler'in iktidara gelmesiyle birlikte Troçki Ko-mintern'de mücadele yürütme umutlarini da yitirdi. Bunun üzerine kendi partilerini olusturmak üzere 4. Enternasyonal'! kurdu. 1938'de Fransa'da toplanan örgüt fazla etkili olamadi. Troçki önce Norveç'e, sonra da Stalin'in baskisi sebebiyle Meksika'ya gitti. Bu arada ünlü "Moskova durusmalari" da (1936-38) baslamisti. Eski Bolsevik ön¬derlerin çogu "devlete ihanet" suçundan yargilanip öldürüldüler. Troçki bu davalarda "bas hain" olarak giyaben yargilandi.   Katil Devsiriliyor: "Jacques Mornard" Troçki'nin yurtdisinda olmasi bile Stalin'in tedirginligini yok edememisti. Çünkü Troçki diger Rus devrimcilerine hiç benze¬miyordu. Öncelikle Stalin'e muhalefet etmekte kararli görünü¬yordu. Ülke ve parti içinde bir etkisi kalmasa bile uluslararasi komünist hareket üzerinde etkili olabilirdi hâlâ. Ve her seyden önce Troçki bir entelektüel, bir teorisyendi. Yarattigi imajla çok¬tan Sovyet Devrimi'nin liderleri arasina girmisti. Üstelik yurtdi¬sinda verdigi beyanlarla Stalin'in uygulamalarina karsi çikmaya da devam ediyordu. Bu yüzden ortadan kaldirilmaliydi. Bu isle özel olarak Beria ve NKVD'nin karsi-casusluk bürosu seflerinden Sudoplatof ve Leonid Eitington (takma adi "Ko-tov"du) ilgileniyordu. Troçki'yi öldürecek suikastçilari o buldu ve hazirladi. Bunun için önce ispanyol Cumhuriyetçileri tarafin¬dan Meksika'ya gönderilen Bayan Mercader ile iliski kurdu. Bu kadin Frankocu-Fasist birliklere karsi Barselona savunmasina katilmisti. Oglu Ramon ise tegmen rütbesiyle Aragon cephesin¬deki 27. tümende siyasi komiserdi. Takma adi "Jackson" olan Ramon tarihe "Jacques Momard" adiyla geçecekti.60 Ramon'un annesi Mercader, Sovyet casusu Eitington ile karsilasip ona âsik oldu. Eitington ile oglu Ramon'u tanistiran da o oldu. Ramon bu plana dahil edilince önce Moskova'ya gitti. Oradan gerekli talimatlari alarak Meksika'ya dogru yola çikti. Ancak bir sorun vardi. Troçki'nin yanina nasil yanasacakti? Bu amaçla Troç^-ki'nin yakin çevresinden ve Troçkist militanlardan Paris'te Sor-bonne Üniversitesi'ne devam eden Sylvia Agelof ile iliski kurdu. Onu kendisine âsik etti. Senaryonun birinci bölümü hazirdi. Belçi¬kali bir diplomatin oglu rolünü oynayan Ramon Mercader, Paris'te Jacques Momard kimligiyle ortaya çikti. Yakisikliligini kullanip ki¬zinin gönlünü kazanacakti. Ufak tefek, fazla güzel olmayan genç militan Sylvia bu yakisikli gencin ilgisine kolay kapilacak ve Mek¬sika'ya gittiginde Mornard'i da kendisiyle gelmesi için davet ede¬cekti. Ramon bu kez de "Jackson" ismiyle Kanadali bir mülteci pa¬saportuna sahip olmustu. Gerekli lojistik destegi ise Stalinci Mek¬sika Komünist Partisi üyesi ve ressam Alfaro Sigueiros'tan almisti.   Ilk Saldiri Basarisiz Troçki Meksika'da, Morelos Caddesi'nde kale gibi bir evde ikamet ediyordu. Daha önce alçak olan bahçe duvarlari yüksel¬tilmis, kapiya kursun islemez bir zirh giydirilmis ve her yana alarm zilleri ile gece için büyük isildaklar yerlestirilmisti. Ev seh¬rin biraz uzagindaydi. Troçki'nin çevresinde kendisine inanmis militanlardan olusan bir koruma zinciri vardi. Buna ragmen ev ilk olarak 25 Mayis 1940'da bir gece yarisi saldiriya ugrayacak ve makineli tüfeklerle taranacakti. Bu da yetmiyormus gibi bomba¬lar ve yangin çikartici maddeler de atilacakti. Bu ilk saldiri idi ve basarisiz olmustu. Açiktan saldiri tutmamisti.   Katil, Troçki'nin Yanina Buz Çekici ile Sokuluyor Ilk saldiri basarisizdi. Fakat suikastçilar vazgeçmis degillerdi. Bu kez baska bir senaryo gündeme gelecek ve basarili olacakti. Takvimler 20 Agustos 1940'i gösteriyordu. Oldukça sicak ve gü¬nesli bir gündü. Troçki çalisma odasina geçmek üzereydi. Karisi Natalia kursun geçirmez yelegini giymesini istedi. Ancak o, ye¬legin kendisini savunmakla görevli korumaya verilmesini daha uygun gördü. Uzun süre odasinda çalisti, bir ara bahçeye çikti ve tavsanlari besledi. Daha sonra "Jackson" gelip Troçki'nin yanina sokuldu. Hava açik oldugu halde Jackson'in kolunda bir yagmur¬luk ve basinda da sapka vardi. Troçki'den, yaninda getirdigi bir yaziya göz atmasini rica etti. Birlikte çalisma odasina girdiler. Bir süre sonra odadan canhiras çiglik sesleri yükseldi. Troçki zorlukla ayakta duruyordu, yüzü kan içindeydi. Gözlüksüzdü ve mavi gözleri dehset içindeydi. Kâgitlar, dosyalar yere saçilmisti. Aralarinda bir bogusma geçtigi anlasiliyordu. Jackson firsattan istifade ederek bas basa kaldiklarinda Troçki'nin kafasina, yanin¬da getirdigi dagcilara özgü buz çekicini saplamisti. Öfke içindeki korumalar Jackson'i yakalamislar ve tabanca kabzalariyla kafasi¬na vuruyorlardi. Ancak Troçki "Öldürmeyin onu!" diye bagiri¬yordu. Mercader'e direnen ve hemen ölmeyen Troçki hastaneye kaldirildi fakat yapilan müdahalelere ragmen kurtarilamadi. Ka¬til, Meksika yasalarina göre 20 yil hapis cezasi aldi ve tahliyesin¬den sonra Sovyetler Birligi'ne yerlesti. Rus ihtilalinin en renkli ve ilginç simalarindan Troçki, Rus¬ya'dan binlerce kilometre uzakta bile olsa, Stalin'in hismindan kurtulamamisti.   Dokuz Canli Kedi: Adolf Hitler  

"Tarih boyunca siyasa! cinayetlerin yüzde doksan ya ulastigini çok iyi anliyorum. Bir devlet adaminin ken¬di güvenligi için alabilecegi tek etkili tedbir, düzensiz ha¬reketleri aliskanlik haline getirmesidir. Fanatiklere ve ide¬alistlere karsi korunabilmek mümkün degildir. Eger yarin bir fanatik beni öldürmeye kalkisirsa ya da bir bomba at-maya tesebbüs ederse, otururken ya da ayakta dururken buna mutlaka hedef olacagim demektir."

Adolf Hitler

-3 Mayis 1942/ Nazi ileri gelenleriyle yaptigi sohbetten-

 
  1. Dünya Savasi'nin sonuna dogru gelindiginde ihtisamli III. Reich için isler kötüye gitmekteydi. Savasin ilk yil-larinda önüne çikan her seyi ezip geçen Alman ordula¬ri gitmis; onun yerine yenilgiler alan, agir kayiplar veren ve çogu stratejik noktadan geri çekilmek zorunda kalan bir Almanya belir¬meye baslamisti. Maresal Rommel, El Alameyn'de ingiliz birlikle¬ri karsisinda geri çekilirken Rus cephesinde de isler sarpa sarmaya baslamisti. Müttefiklerin Kazablanka Konferansi ise hepten moral bozucuydu. Özellikle de 6 Haziran 1944'deki Normandiya çikart¬masi artik savasin kimin lehine sonuçlanacaginin isareti gibiydi.
Hitler yine de Alman bilim adamlarinin gelistirmekte oldugu yeni silahlara güveniyordu -ki bunlarin arasinda atom bombasi da vardi ama yeni projeler geciktikçe gecikiyordu.61 Buna ragmen Hitler ve Nazi Partisi'nin ileri gelenlerinin çogu "Almanya'nin zaferi"ne halen inaniyorlardi fakat Alman ordusu ve yönetim kademeleri içinde za¬ferden umudu kesenlerin sayisi hizla artmaktaydi. Ülkenin giderek bir felakete dogru sürüklenmekte oldugunu gören kesimler, bir an önce Müttefiklerle baris yapilmasini istiyorlar ve "Zararin neresin¬den dönülse kârdir" diye düsünüyorlardi. Ancak o günün sartlan içinde bunu normal yollardan yapmalari mümkün görünmüyordu. Bu düsüncede olanlara göre önlerinde tek engel vardi: Adolf Hitler! Eger Hitler'i bertaraf edebilirlerse, ani bir darbe ile yöne¬timi ele geçirebilirler ve baris masasina oturabilirlerdi.62 Alman ordusundan ve sivil kesimden bazilari bu niyetle harekete geç¬mislerdi bile. Hedeflerinde Hitler'i öldürmek vardi ve bunu ha¬yatlari pahasina bile olsa birçok kez deneyeceklerdi. Ancak her seferinde Hitler kendisine karsi girisilen suikastlardan ya kurtu¬lacak ya da bunlari ufak tefek siyriklarla atlatacakti. Suikastçilar için karsilarinda tam bir "dokuz canli kedi" vakasi vardi aslinda. Girisimlerden her defasinda sag kurtulan Hitler, "Ilahi güçler ta¬rafindan korunduguna" bir kez daha inanacakti. Hatta kendi' sini bir tür "Mesih" olarak gördügü bile söylenebilirdi. Öte yandan suikastlar basarili olsaydi II. Dünya Savasi çok daha kisa sü¬recek, daha az kayip verilecek ve geride daha az yanmis, yikilmis bir Almanya kalacakti. Dahasi, savas bir yil erken bitebilirdi.   Kreisau Çevresi Aslinda Almanya'nin giderek yikima dogru sürüklendigini gören herkes, Hitler'den ve Nazi rejiminden kurtulmanin yolla¬rini ariyordu. Bunlarin arasinda muhtelif rütbelerden subaylar, aristokratlar, bürokratlar ve aydinlar vardi. Her biri el yordamiy¬la birbiriyle iletisim kurmaya çalisiyor, bir "Direnis Cephesi" ör¬gütlemenin yollarini ariyordu. Kaybedecek fazla zaman yoktu ve isler günden güne daha kötüye gidiyordu. Çok geçmeden bu ara¬yislar sonuç vermeye baslayacakti. Bu tarz gruplarin en önemlilerinden biri "Kreisau Çevresi" di¬ye bilinen bir olusumdu. Kreisau Çevresi mensuplari 22 Ocak 1943'te Kont Peter York von Wartenburg'un64 Berlin'deki evinde General Beck'in liderliginde bir araya geldiler.65 Yeniden topar¬lanma çabasi içine girmis direnme örgütü sefleri de bu toplanti¬daydi. Aralarinda Büyükelçi von Hassel, General Beck, Leipzig eski Belediye Baskani Cari Goeldeler ve Kont Helmut James von Molke vardi. Zaten olusum, adini Kont Molke'nin Silezya'daki malikânesi "Kreisau"dan aliyordu.66 Bu toplanti Alman muhalif hareketi için bir dönüm noktasi olacakti. Söz konusu çevrenin geçmisi bir yil öncesine kadar gidiyor¬du. Içlerinde çesitli egilimlerden kisiler bulunuyordu. Normal zamanda toplanmalari güç kisiler, konu Hitler'den kurtulmak olunca bir araya gelebiliyorlardi. Daha ziyade entelektüel-aris-tokrat bir karakterleri vardi. Sert yöntemlerden uzaktilar: "Kreisau Çevresi'ne bagli üyelerin birçogu siddete basvurulmasi¬na karsi idi. Özellikle Kont von Molke, Führer'in öldürülmesi görüsünü kabul etmiyordu. Oysa en atesli arkadaslarindan birka¬çi bunun tersini düsünüyordu."68 Ayrica Hitler'in yerine geçecek hükümetin yapisi üzerine de anlasamiyorlardi. Yani sira gruptaki gençlerle yaslilar arasinda da anlayis farki vardi. Yaslilar daha temkinli ve ilimli gidilmesini tavsiye ederken genç üyeler daha atesli ve^fadikaldiler. Ancak Kreisau Çevresi'nin baska baglantilari da vardi. Hit-ler'e karsi suikast esas olarak içerideki "Yurtsever Alman Subay-lari"run bir girisimi olarak görünse de arkalarinda ingiliz ve Amerikan .gizli servislerinin rolü oldugu açikti. (Örnegin bom¬balar Ingiliz gizli servisinin Avrupa'daki direnisçilere gönderdigi bombalardandi ve bu kanallarla temin edilmisti. Ayni sekilde daha sonra CIA Baskani olacak ve o zamanki OSS'nin Isviç¬re'deki sefi olan Ailen Dulles'la von Trott Zu'nun gizli görüsme¬ler yaptigi biliniyor. Kreisau Çevresi'nin komünist ve sol unsur¬lari ise Stalin'in ajanlariyla temastaydilar.) Bu anlamda bakis açisina göre ortada bir "ihanet" oldugu bile söylenebilirdi. Bu iliskilerde "karanlik" yönler olmakla birlikte esas olarak Hitler karsitlari sunu merak ediyorlardi: Hitler'i devreden çikar¬malari durumunda Müttefikler savasi bitirmeye ve Almanya'yla "onurlu bir baris" görüsmesine yanasacaklar miydi? Özellikle sag unsurlar Sovyet tehdidi dolayisiyla Almanya'nin "komünizmin kucagina düsmesi"nden korkuyorlar ve böylesi bir konjonktürde Müttefiklerin nasil davranacagini merak ediyorlardi.70 Hitler sonrasini tasarlamaya çalisanlar uluslararasi etkileri de hesaba katmak zorunda hissediyorlardi kendilerini. Aksi taktirde Al¬manya hiç istemedikleri yerlere sürüklenebilirdi. Bütün bunlari tartmak için görüsmeler aslinda çok önce bas¬lamisti. Daha "Kreisau Çevresf'nin toplantisi yapilmadan yurtdi¬si baglantilari kullaniyorlar ve Müttefiklerden "kesin baris" ko¬nusundaki görüslerini almak istiyorlardi: "Goerdeler sik sik isveç baskentine gidiyor, Marcus ve Jacop Wallenberg adindaki ban¬kerlerle görüsüyordu. Eski bir dostlugu vardi bu adamlarla. Onla¬rin da Londra'da gizli isleri ve özel iliskileri vardi. Goerdeler, 1942 Nisani'nda Jacop Wallenberg ile yaptigi görüsme sirasinda kendisinden Churchill'le görüsmesini rica etti. Komplocularin Hitler'i tutuklamalari ve Nazi rejimini devirmeleri halinde Müt¬tefiklerin Almanya ile baris yapacaklarini, ingiliz Disisleri Baka¬ni pesin pesin kabul etmeliydi. Wallenberg, ingiliz hükümetinin, bildigi kadariyla, böyle bir teminat veremeyecegini söyledi." Bu ziyaretleri Alman Evanjelik Kilisesi Dis Iliskiler Bürosu üyelerinden Dr. Hans Schoenfeld ve Papaz Dietrich Bonhoeffer yürütüyordu. Ingiliz Kilisesi Baspiskoposu Dr. George Bell ile gö¬rüstüler. Onlarin da derdi ayni idi. Hitler'in devrilmesi sonrasi Ingilizler ne yapacaklardi? Ancak bu iki "amatör casus" bir de ha¬ta yaptilar. Ingilizleri daha çok inandirmak için komploya dahil isimlerin bir listesini verdiler. Bu liste sonradan çok kisinin basi¬ni yakacakti. Gerçi Piskopos bu bilgi ve listeyi Ingiliz Disisleri Bakani Anthony Eden'e iletti ama Eden, daha önce de bu gibi pazarliklarla gelen çok kisi oldugunu ama hiçbirinin bir is çevi-remedigini bildigi için teklifi fazla önemsemedi.   Himmler Komploculari Izliyor Bu arada daha da garip seyler olmaktaydi. Aslinda Gestapo söz konusu çevrenin toplantilarini muntazaman izlemekteydi. Ancak Gestapo Sefi Himmler, bu bilgilerin çogunu kendisine saklamayi yegledi. Çünkü Himmler de gidisatin kötüye dogru ol¬dugunu görüyor ve olaylari bilmek istiyordu. Hatta Hitler'den sonra kendisinin "Dogal Varis" oldugunu düsünmekteydi. Bu ne¬denle gerektiginde müdahale edebilmek için bu çevrenin neler tasarlamakta oldugunu izlemesinde yarar vardi. Himmler'in komploculari izleme gerekçesi onlari yakalamak degildi, istesey¬di bunu her an yapabilirdi. Himmler'in tam olarak ne yapmaya çalistigi bugün bile meçhuldür. Himmler acaba direnis örgütleri¬ni bir araya toplamis ve Stockholm'de ÖSS ajani Bruce Hopper ile görüsen Langbehn'i kullanmis miydi? Himmler ikili mi oyna¬misti yoksa tümüyle bir istihbarat operasyonunu mu yönetiyor¬du? Sonuca baktigimizda Himler'in komploculari kontrol altin¬da tuttugunu söyleyebiliriz. Diger yandan komplocu grup da Himmler'le yakinlasmanin, mümkünse ona çengel atmanin yollarini ariyordu: "Öte yandan komploculardan bazilari, Hitler'i ortadan kaldirmanin en güve¬nilir yolunun Himmler'i entrikalara sokmak oldugunu düsün¬meye baslamislardi. Bu egilimi Prusya eski Maliye Bakani olan Profesör Johannes Popitz temsil ediyordu. Popitz, Himmler'le iliski kurabilmek için komplocular arasindan Doktor Cari Lang-behn adinda Berlinli bir avukati seçti. Garip bir adamdi bu Langbehn. Bir yandan Reichstag yangini davasi saniklarindan komünist Tergler gibi Nazi rejiminin düsmani olan bazi kisilerin avukati, bir yandan da Himmler'in yakin arkadasi olan bu ada¬min siyasal görevi konusunda kesin bir bilgi edinebilme olanagi 20 Temmuz'daki idamlar yüzünden ortadan kalkmistir. Himmler genis bir temizlik harekâtina geçmek için 20 Temmuz'u firsat bil¬mis, Langbehn'in de infaz edilmesiyle birlikte tüm sirlar mezara gömülmüstür." Sonunda kartlar nispeten açik oynanacakti. 28 Agustos 1943'te Johannes Popitz, içisleri Bakanligi binasinda Himm-ler'le uzun bir görüsme yapacak, her ikisi de temkinli bir sekilde, manali dokundurmalarla birbirlerini tartacak ve "Hitler'in yeri¬ne gelecek kisinin sorumluluklarinin ne olacagi" üzerine fikir jimnastigi yürüteceklerdi! Bu görüsmeden çikan tek somut so¬nuç; Ingiliz ve Amerikalilarla ayri ayri baris yapma geregiydi. So¬nunda Himmler'in adami ve bir SS görevlisi olan Hohenlohe Prensi Max Egon o siralar "Mr. Bull" takma adini kullanan Ai¬len Dulles'la bir "nabiz yoklama" görüsmesi yapacakti. Dulles Egon'a yüksek dereceli Nazi görevlilerini satin alabilmek için yüksek miktarda meblaglar önerdi. Bu aslinda Himmler'e atilmis bir yemdi. Yoksa Müttefiklerin resmi tavri belli idi: Almanya'nin kayitsiz sartsiz teslim olmasi...   Suikast Girisimleri Hep Gündemde idi Aslinda Hitler'e karsi suikast planlan ve girisimlerinin geç¬misi 1941 yilina kadar gidiyordu.73 Uygulanamayan ilk girisim 4 Agustos 1941 tarihi için planlanmisti. Borisov'daki Merkez Gru-bu'na bagli ordunun komutasi Feldmaresal von Bock'ta idi.74 Bu ordunun karargâhi, Hitler'i tutuklayip mahkeme önüne çikar¬mayi planlayan subaylarin karargâhi gibiydi. Bunlarin basinda General von Treckow'la yardimcisi Tegmen von Schlabrendorff vardi. Ancak Hitler'in karargâha geldigi gün, planlarini uygula¬malari gereken suikastçilarin korkudan dilleri tutulmustu nere¬deyse. Hitler'in yaninda kalabalik bir koruma ordusu ve kendine bagli subaylar bulunuyordu. Dolayisiyla Hitler karsiti komplocu¬lar planlarini uygulayacak cesareti kendilerinde bulamadilar. Hitler'e karsi planlanan ikinci suikast girisimi ise Stalingrad yenilgisine paraleldi ve 13 Mart 1943 tarihini tasiyordu. Mer¬kez Grubu ordusu o esnada Smolensk'te bulunmaktaydi. Ko¬mutan von Bock görevden alinmis ve yerine Feldmaresal von Kluge getirilmisti. Suikastçilar von Bock'a yaptiklari teklifin aynisini ona da yaptilar ve o da sayet suikast basariya ulasirsa yardima hazir oldugunu belirtti. Hitler karsiti subaylar bir tür¬lü Feldmaresallerden bekledikleri tam destegi bulamiyorlardi. Garip olan Feldmaresallerin kendilerine katilmasalar dahi on¬lari ele de vermemesiydi. Simdilik is Hitler'in karargâhi ziyare¬tine kalmis görünüyordu.   Kod Adi "Flash Operasyonu" Canaris ve suikast tertipçisi diger subaylar, Smolensk'e plas¬tik bombalar ve atesleyici kapsüller getirmislerdi. Hitler karargâ¬ha geldiginde suikastçilar harekete geçeceklerdi. Plan kabaca suydu: General von Treckow ve Tegmen von Schlabrendorff bombalari iki konyak sisesine yerlestirecekler, bu siseler Hit¬ler'in maiyetinden Albay Brandt'a, Rastenburg'daki bir arkadas¬larina verilmesi bahanesiyle teslim edilecek ve Hitler uçagina binip havalandiktan sonra bombalar patlayacakti.75 Plan mükem¬mel görünüyordu. Nitekim Berlin'deki suikastçilar ellerinde kro¬nometreyle bombanin patlamasini bekliyorlardi. Ancak evdeki hesap çarsiya uymayacakti. Uçagin Rastenburg'a indigini ve Hitler'in uçaktan sag salim çiktigini ögrenen suikastçilar gerçek¬ten çok sasiracaklardi. Simdi geriye kalan is, konyak siselerini kimseye fark ettirme¬den geri almakti. Bu görev de Schlabrendorff 'a düsmüstü. Çok özel olarak hazirlanmis bu bombalarin76 bulunmasi durumunda tüm ekip hayatindan olabilirdi. Tegmen von Schlabrendorff bir bahane yaratarak Hitler'in karargâhina gitti ve kimseye hisset¬tirmeden bombalari gerçek konyak siseleriyle degistirdi.77 Su¬ikasti tertipleyenlerse hâlâ bombanin neden patlamadigini anla¬makla mesguldüler. Fabian von Schlabrendorff o günkü sartlar¬da bu durumu söyle izah edecekti: "Tertibat bütünüyle avaraya alinmisti. Sise kirilmis; asindirici sivi, teli iyice kemirmisti; mil patlama kapsülüne vurmustu. Buna ragmen alet çalismamisti. Ostef'le Dohnanyi'ye korkunç bir talihsizligin umutlarimizi yer¬le bir ettigini göstermek için patlama kapsülünü bir delil belgesi olarak alip götürdüm. Oster açiklamami büyük bir sogukkanli¬likla dinledi. Bana hiçbir sitemde bulunmadi."78 Eger bu "talih¬sizlik" söz konusu olmasaydi Hitler'in kurtulmasi mümkün olma¬yacakti. Kisacasi, kod adi "Flash Operasyonu" olan bu eylem de basarisizla sonuçlanacakti. Ancak suikastçilar yilmayacakti. Nitekim 21 Mart 1943'te Hitler'e yönelik dördüncü suikast girisimini uygulamaya koya¬caklardi. Orgeneral von Treckow uygun firsati kollamaya devam edecekti. Bu kez suikast için Führer'in Heldengedenktag'taki "Kahramanlari Anma Günü" törenine katilmasi beklenecekti. Hitler'in yaninda Himmler ve Goering de olacakti. Plan suydu: Albay von Gresdorff, askeri kaputunun ceplerine iki bomba yer¬lestirecek ve binanin içinde bekleyecekti. Hitler geldiginde ce¬bindeki bombalan çikarip Hitler'in üzerine dogru atarak patlata¬cakti. Hitler geldi ama çok kisa bir süre kaldi ve hemen binadan ayrildi. Albay von Gresdorff eyleme geçecek uygun sartlari bir türlü bulamamisti. Bir suikast plani daha suya düsmüstü. Suikastçilar basarisizliklardan bikmislardi. Sonunda Hit¬ler'in genel karargâhini tümüyle havaya uçurmaya karar verdi¬ler ve bu amaçla bol miktarda patlayici madde depoladilar. An¬cak bu patlayici maddeler ele geçirildi. Hitler derhal olayin so¬rusturmasini emretse de, olayi inceleme görevi bizzat isin tertip-çisi Abwehr'e verilince hiçbir sey ortaya çikmayacakti tabii ki. Hemen ardindan suikastçi ekip bu kez Hitler'i tabanca ile vur¬maya karar verecekti. Fakat Berchtesgaden'de beklemeye koyu¬lan gönüllü genç subay bir türlü Hitler'in yanina yaklasma im¬kâni bulamayacakti. SS Muhafizlari o gün Hitler'in yanina kimseyi yaklastirmamislardi. 1943 yilinin Kasim ayi geldiginde komplocular altinci suikast girisimi için harekete geçeceklerdi. Bekledikleri firsat çikmisti karsilarina. Hitler Rus cephesindeki askerler için yeni kaput mo¬dellerini bizzat seçecek ve bu amaçla bir askeri defile izleyecek¬ti. Üstelik Hitler'le birlikte hayatini kaybedecek idealist-yurtse-ver suikastçi bir genç subay bile bulunmustu. Axel von Dem Bussche isimli genç subay, yeni kaputlardan birini giyecek ve manken gibi Hitler'in karsisina çikacakti. Kaputun ceplerinde birer bomba bulunacak, genç subay Hitler'e sarilarak kendisi ile birlikte ayni anda Hitler'i de havaya uçuracakti. Ancak kaput seçme isi sürekli erteleniyordu. Sonunda 30 Kasim günü Hit¬ler'in kesin olarak kaput modelini seçmeye gelecegi bildirildi. Suikastçilar bu kez çok ümitliydiler. Ne var ki, kaputlari üreten fabrika 29 Kasim gecesi Müttefikler tarafindan bombalanacak ve kaput seçmeye gerek kalmayacakti. Sans bir kez daha Hitler'e yardim etmisti.   Soylu, Romantik, Kör ve Bombaci! Ancak suikastçi ekip de israrla Hitler'in izini sürmeye devam ediyordu. Üstelik bu kez hedeflerine çok yaklasmislardi. Suikas¬tin basrolünde Albay Kont Claus Schenk von Stauffenberg var¬di.79 Baslangiçta Nazileri destekleyen Albay von Stauffen-berg'in, 7 Nisan 1942'de Kuzey Afrika'da bir mayin tarlasinda agir yaralanmasi, aristokrat kökenden gelen bu Alman subayinin hayata ve Hitler'e bakisini tümden degistirecekti. Patlama neti¬cesi sag kolu ile sol kolunun iki parmagi kopmus, sol gözü ise tü¬müyle kör olmustu. Bu yüzden gözünde bir korsan bandi ile do¬lasirdi daima. Uzun süre hastanede yatan bu yarali subaya, tam da Almanya'nin geleceginden ümidini kestigi bir esnada suikast¬çi ekip tarafindan çengel atilmis ve sonunda komplocular Stauf-fenberg'i aralarina dahil etmeyi basarmislardi. Dogrusu Albay von Stauffenberg ideal bir suikastçi idi. Al¬manya için ellerini ve gözünü feda etmis albay rütbesindeki bir subaydan kimse kolay kolay süphelenmezdi. Stauffenberg, Ihti¬yat Ordulari Kumandani General Fromm tarafindan bu göreve atanmis ve Hitler'in de bulundugu bu "çok gizli" kurmay toplan¬tilarina katilma olanagi bulmustu. Yedinci ve son suikast girisi¬mi için her sey hazir görünüyordu artik. Stauffenberg'in ilk girisimi 11 Temmuz 1944'te olacakti. Al¬bay, Hitler'in de bulunacagi bir toplantiya katilmak amaciyla Obersalzberg'e gidecekti. Çantasinda patlamaya hazir bir bomba vardi. Fakat o günkü toplanti, 15 Temmuz'a ertelendi. 15 Tem-muz'da Albay von Stauffenberg gene oradaydi. Bombayi tam çalistiracagi esnada Hitler odadan acil olarak disari çagrilacak ve bir daha geri dönmeyecekti.80 Sanssizlik bir türlü suikastçilarin yakasini birakmiyordu.   "Kurt lnI"nde O Gün... 20 Temmuz 1944'e gelindiginde suikastçilar artik uygun bir konjonktür bulduklarindan emindiler. Hitler bu kez "Kurt îni"nde olacakti. Üstelik o günkü toplantida Albay von Stauf-fenberg'in bizzat Hitler'in karsisinda bir rapor okumasi gereki-yordu. Bundan güzel firsat olamazdi. Ancak gene de bir aksilik vardi. Saat 13.00'te yapilmasi planlanan toplanti Mussolini'nin ziyareti dolayisiyla 12.30'a çekilmisti. Dahasi, görüsmelerin yapi¬lacagi yer "Misafirler Pavyonu" denilen kisma alinmisti. Bu du¬rum can sikiciydi. Çünkü Misafirler Pavyonu denen yerde du¬varlar inceydi ve salon agirlikla tahta bir yapida oldugu için bombanin tesiri azalabilirdi.81 Ancak bunlari düsünecek vakit yoktu ve plan uygulanmaliydi. Albay von Stauffenberg sakin bir sekilde barakaya yaklasti, içeri girerken çantadaki bombanin mekanizmasini, kalan üç par¬magi ve bir pens yardimiyla çalistirdi.82 Salonda 20 kadar kur¬may subay vardi ve hepsi de önlerindeki haritada bir seylere ba¬kiyorlardi. Hitler konusulanlari dikkatle izliyordu. Tam bu esnada Feldmaresal Keitel, Stauffenberg'in kulagina egilerek "Rapor okuma sirasi size geliyor, onun için Führer'imi-zin yaninda bulunun" dedi. Bunun üzerine Stauffenberg, içinde bomba olan çantayi masanin altindaki agir tahta destegin Hit-ler'den yana olan tarafina dayadi. Hitler özellikle "Ihtiyat Birlik-leri"nin Rus saldirisini önleyip önleyemeyecegini ögrenmek isti¬yordu. Stauffenberg'in hazirladigi rapor bu konu üzerineydi ve Hitler bu mevzuu özellikle merak etmekteydi. Stauffenberg, çantayi Hitler'in yanina biraktiktan sonra ko¬nusma sirasi kendisine gelene kadar "Berlin'le acil bir telefon gö¬rüsmesi yapmasi gerektigi" bahanesiyle General Keitel'den izin alarak disari çikti. O esnada General Heusinger Dogu Cephesi hakkindaki raporunu tamamlamak üzereydi. Tam bu sirada Al¬bay Brant masanin altindaki çantayi gördü ve Hitler'i rahatsiz etmemesi için çantayi bulundugu yerden alip destegin öteki ucu¬na koydu.83 "Böylelikle çanta Hitler'den uzaklasmisti.   Hitler Ufak Tefek Yaralarla Kurtuluyor Konusma sirasi Stauffenberg'e gelmisti ve herkes onu ara¬maktaydi. Oysa Stauffenberg çoktan toplanti salonunu terk et¬mis ve emniyetli bir uzakliktan olacaklari seyretmeye koyulmus¬tu. Saat tam 12.42'de bomba büyük bir gürültüyle patladi. Bina¬nin çatisi çökmüs, camlar tuzla buz olmustu. Etrafi siyah bir bu¬lut kaplamisti. Yardim ekipleri acilen pavyona kosusturmuslardi. Sedyeler gelip gidiyordu. Stauffenberg, Hitler'in öldügünden emindi. Çünkü çantayi Hitler'in tam ayaklarinin dibine birak¬misti ve kendisi o odadan çiktiktan sonra çantanin Hitler'den uzaklastirildigindan haberi yoktu. Bu bir degerlendirme hatasiy-di. Biraz da olayin verdigi heyecanla, çikarilan sedyelerden birini Hitler'e benzetti ve yanindaki Tegmen Haeften'e "Hitler'in cese¬dini çikardilar, çabuk uzaklasalim" diye talimat verdi. Simdi kamptan dikkat çekmeden ayrilmak kaliyordu geriye. Kamptan çikana kadar üç kontrol noktasindan da onay almalari gerekiyor¬du.84 Üstelik çoktan alarm verilmis olmaliydi. Buna ragmen so¬gukkanliliklarini korumaya karar verdiler. Ilk nöbet noktasina iki dakika sonra vardilar ve Stauffenberg burada tam anlamiyla rol yapti. Sanki telefonda nöbetçi amiriyle konusuyormus gibi yapip kapidaki tegmeni kendilerine geçis izni verildigine inandirdi. Ikinci geçis noktasini da buradan aradilar ve geçmelerine izin ve¬rildigi bildirdiler. Geriye üçüncü ve son nokta kaliyordu. Ancak bu kez karsilarinda inatçi bir basçavus vardi. Ayni numarayi ona da yaptilar ama basçavus yutmadi. Basçavus yüzbasiyi kendisi ara¬mak istiyordu. Bu kez de sanslari yaver gitmis, yüzbasi "Geçsin¬ler" demisti. Havaalanina vardiklarinda daha alarm verilmemis¬ti. Uçagin motorlari çalisir vaziyetteydi ve hemen havalandilar. Uçakta uzun mesafeli telsiz olmadigindan Berlin'le temas kur¬ma olanaklari yoktu. Saat 03.45'te Berlin'e indiler. Stauffenberg, Hitler'in öldügünden o kadar emindi ki, darbeci arkadaslarina Hitler'in öldügü "müjde"sini vermekte acele etmisti. Milli Savun¬ma Bakanligi'nda General Olbricht'in odasinda 20 kadar subay toplanmis heyecan içinde suikastin sonucunu bekliyorlardi. Bu arada Stauffenberg, havaalanindan Olbricht'i aradi ve "Hitler öl¬dü" mesajini verdi. Oysa patlamadan dolayi saçlari kavrulup, ba¬caklari yansa ve sag kolunda hafif bir felç etkisi dogsa da Hitler sa¬pasaglamdi. Ilk anda sersemlemis fakat basina gelen olayi soguk¬kanlilikla karsilamayi bilmis ve sicagi sicagina General Keiter'e durumla dalga geçer su sözleri sarf etmisti: "Yanan pantolonum pek de güzeldi. Bana bir üniforma getirsinler!" Hitler olay sonrasinda Mussolini'yi karsilayacak ve ona hava¬ya uçan binayi gösterecekti. Führer bastan beri tam bir kadere teslimiyet düsüncesine inandirmisti kendini. Nitekim katliamin hemen ertesinde bu inancini Mussolini ile söyle paylasacakti: "Surada duruyordum. Bomba ayagimin dibinde patladi. Artik ba¬na bir sey olmayacagini açikça anliyorum; yoluma devam etmek ve görevimi tamamlamak benim alin yazim, kesinlikle... Bugün burada olan sey artik olaylarin en yüksek noktasi! Simdi ölümden kurtulmus bulunuyorum. Hizmet ettigim büyük davanin bugün¬kü tehlikeleri atlatacagina ve her seyin sonunda iyi olarak bite¬cegine bugün artik eskisinden daha çok inaniyorum" Suikastçilarsa bu haberi alinca hemen olayi bir "yönetim dar¬besine çevirmek üzere kollarini sivadilar. General Olbricht, ale¬lacele General Fromm'u aradi ve beklenen haberi verdi. Ancak General Fromm ihtiyatli biriydi ve haberi bir de kaynagindan ögrenmek istedi. Hemen Hitler'in karargâhini aradi ve karsisina çikan Feldmaresal Keitel, Hitler'e suikast yapildigini dogruladi ama "Hitler'in sag oldugunu ve Mussolini ile görüstügünü" de ekledi. Bu haber komplocularin tüm planlarinin yattigi ve ha¬yatlarinin tehlikeye girdigi anlamina geliyordu.   Suya Düsen Plan: Walkyrie Harekâti Oysa, Milli Savunma Bakanligi'na gelen Albay Stauffenberg "Hitler'in öldügünü gözüyle gördügünde" israr ediyordu. Stauf-fenberg'e inanan komplocular, Hitler'e bagli subaylarin, inisiya¬tifi tekrar ellerine geçirene kadar ölümü saklama karari almis olabilecekleri kanaatine vararak derhal harekete geçmeye karar verdiler. Almanya'nin muhtelif yerlerindeki birliklerde kendile¬rine bagli bulunan komutanlara mesajlar çekerek daha önceden hazirlanan plani uygulamaya koymalarini istediler. Operasyonun kod adi "Walkyrie Harekâti" idi.87 Ama çoktan suya düsmüstü. Bu büyük bir hataydi ve askeri mantiga uymuyordu. Çünkü Hitler'in ölümü kesin olarak teyit edilmemisti. General Fromm disinda herkes Stauffenberg'e inanmisti. Onlar olmasini istedik-leriyle gerçekte olani birbirine karistirmislardi. Bu heyecan için¬de harekete geçen darbeciler 5 saat boyunca Berlin'i ellerinde tuttular. Suikastçi ekibin Paris kolu bile harekete geçmisti. Ha¬rekâtin tek basarili kolu burasiydi zaten. Onlar da tüm Hitlerci subaylari, SS ve Gestapo seflerini tutuklamislar ve hapishanele¬re doldurmuslardi. Tutuklananlarin sayisi 1200'ü bulmustu. Hat¬ta Fransa'da bulunan Alman birliklerindeki isyancilar Berlin'de¬ki darbenin basarisiz oldugunu ögrendikleri anda bile isyani sür¬dürüp sürdürmemeyi tartistilar. Ancak Bati Ordulari Bas Komu¬tani Feldmaresal von Kluge her seyin bitmis oldugunu ve bunu herkesin kabul etmesini isteyecekti. Üstelik General Kluge de Hitler'den nefret ediyordu ama gerçegi darbecilerden daha önce kavramisti. Onlarin isteklerine su cevabi verdi: "Domuz ölmüs olsaydi bunu yapardim."88 Böylelikle gerçek, kendini bir kez da¬ha dayatmisti. Hitler ölmemisti! Üstelik Hitler'in ölmedigi ögre¬nilince ayaklanmaya katilma sözü veren birçok subay destegini geri çekmis ve karsi safta yer almisti. Darbeciler yalniz kalmisti... Aksam Hitler'in sesi radyodan duyuldugunda artik son kalan direnis egilimleri de sönecek, bir kivilcim bekleyen "tarafsiz" su¬baylar derhal Nazilerden yana dönecek ve darbeciler her seyin bittiginden iyice pmin olacaklardi. Hitler Alman halkina seslen¬digi konusmasinda darbecilerden "küçük bir subay kligi" diye söz ediyor ve sunlari söylüyordu: "Alman Arkadaslarim! Eger bugün sizlere sesleniyorsam bunun nedeni her seyden önce benim sesi¬mi duymaniz ve benim yarali olmadigima, durumumun iyi oldu¬guna inanmaniz, sonra da Alman tarihinde bir esi daha olmayan bir ihanetin islendigini bilmeniz içindir. Ihtirasli, sorumsuz, ayni zamanda akilsiz ve budala küçücük bir subay kligi beni ve be¬nimle birlikte Wehrmacht'in89 yüksek komuta heyetini ortadan kaldirmaya tesebbüs etmistir. Albay Kont Stauffenberg'in koy¬dugu bomba iki metre sagimda patladi. Bomba bana bagli iyi yar¬dimcilarimdan birçogunu agir yaraladi, birini de öldürdü. Bana ise hiçbir sey olmadi. Yalniz ufak tefek çizikler, siyriklar ve yanik¬lar aldim. Bunu Tanri'nin bana verdigi görevin bir kaniti sayiyo¬rum. Bu zorbalarin çevresi çok küçüktür ve Alman Wehr-macht'imn ve -hepsinin de üstünde- Alman halkinin ruhuyla hiçbir ortak yani yoktur. Bunlar birtakim unsurlardan olusmus bir çetedir ve merhametsizce imha edileceklerdir. Bundan ötürü, hiçbir askeri otoritenin bu zorbalar ekibine itaat etmemesi için emir vermis bulunuyorum. Sonra da bu gibi emirler veren ya da bu gibi emirlerle ugrasanlarin tutuklanmalarinin ya da direnme¬leri halinde öldürülmelerinin herkesin görevi olmasini emredi¬yorum. Bu sefer onlarla Nasyonal Sosyalistlerin alistiklari sekil¬de hesaplasacagiz." Bu konusma zaten daginik halde ve birçok stratejik hata içinde olan suikastçi-darbeci ekibin son moral dayanaklarini da kiracakti. Diger yandan Hitlerciler de harekete geçmis bu¬lunuyorlardi.91 Örnegin plan geregi Propaganda Bakanligi'na gidip Goebbels'i tutuklamasi istenen Yarbay Remer o esnada Goebbels'den telefonla bir karsi-emir aliyordu: "Derhal emrime giriniz. Führer'in emridir." Yarbay bunun üzerine duraksayacakti ve aralarinda söyle bir olay geçecekti: "Yarbayin duraksadigi gören Goebbels, elinde tuttugu telefon ahizesini Kemer'e uzatti: 'Beni tanidiniz mi Yarbay Remer?', 'Evet Führerim tanidim', 'Yarbay Remer, simdi emirlerimi iyi dinleyin. Su andan itibaren Berlin'de duruma siz hakim olacak¬siniz. Tam yetkilisiniz. Generallere, maresallere bile emir verebi¬lirsiniz. Karsi duranlari acimadan temizleyiniz. Dogrudan dogru¬ya Führer adina hareket edeceksiniz.'" Yarbay Remer, Hitler'le aralarinda geçen bu konusma üzeri¬ne, islerin tersine döndügünü anlayacak ve Goebbels'i tutukla¬mak için geldigi bakanliktan bu kez kendi arkadaslarini tutukla¬ma göreviyle ayrilacakti. Ayrica hükümet yanlilari toparlanacak ve kendilerine bagli birliklerle temas kurup onlari darbecilere karsi sevk edeceklerdi. Sirf bu olay bile darbecilerin ne yapacak¬larina dair somut bir planlarinin ve olaya inanmis kadrolarinin olmadigini gösteriyordu. Nitekim Goebbels onlarla adeta alay edercesine daha sonra sunlari söyleyecekti: "Bu ihtilâlcilerin, te¬lefon tellerini kesecek kadar bile akillari yoktu. Bunu benim kü¬çük kizim bile düsünebilirdi."   Darbeci-Suikastçilar Nerede Hata Yapti? Gerçekten de darbeciler -hayatlari söz konusu oldugu halde-isi fazla hafife almislardi. Öncelikle is Albay Stauffenberg gibi birtakim cesur subaylarin bireysel kahramanligina birakilmisti. Dahasi herkes planlarini Hitler'in ölmesi üzerine kurdugu için, Hitler'in ölmemesi durumunda ne yapacaklarina dair net bir planlari yoktu. Oysa Hitler ölmese bile ordudaki memnuniyet¬sizlikten faydalanarak olayi dogru bir liderlikle bir yönetim dar¬besine çevirebilirlerdi. Aslina bakilirsa bu kadar daginiklik, or¬ganizasyon hatasi ve inisiyatif gelistirmedeki yetersizlikleriyle Hitler karsiti darbecilerin isi buraya kadar getirebilmeleri bile bir mucizeydi. Öncelikle bombanin patlamasi ile Nazilerin topar¬lanmasi arasinda 3 saatlik bir zaman dilimi olmasina ragmen Berlin'deki kurmaylar harekete geçmek için anlasilmaz bir bek¬leme sürecine girmislerdi. Oysa derhal harekete geçip kilit nok¬talari ele geçirmeleri, ülkenin muhtelif yerlerinde onlardan emir bekleyen yandaslarina haber vermeleri ve eylemi genel bir ayak¬lanmaya çevirmeleri gerekiyordu. Bu yapilmamisti. Kendi içle¬rindeki emir-komuta zinciri çok zayif ve daginikti. Oysa birçok subay üstlerinden emir almadan hareket etmeyi düsünmezdi bi¬le. Bunun olmamasi darbecilere sempati besleyebilecek subaylar¬da güvensizlik yaratmisti. Tam anlamiyla saskinca davraniyorlar¬di. O an akillarina geleni yapiyorlar ve ne yapacaklarina dair bir perspektif gelistiremiyorlardi. Sadece komplocularin Fransa ko¬lu tam anlamiyla basarili bir operasyon yürütmüstü. Ellerinde güç oldugu halde Nazilerin radyodan yaptiklari çag¬rilari engellemediler. Bu konuda o kadar gevsek davrandilar ki, Gestapo'nun tutukladigi arkadaslarini kurtarmak için bile Ges-tapo karargâhina baskin düzenlemediler. Oysa birkaç manga as¬kerle bunu basarabilirlerdi. Dahasi, içeri tiktiklari ve kendilerini mahvedecek olan General Fromm'u bile hapiste tutmayi basara¬madilar. Goebbels ve Himmler'i tutuklanmamalari da bir hataydi. (Goebbels'i tutuklamaya, Remer gibi taraf degistirebilecek, yap¬tigi iste sebat göstermeyen birini yollamalari ayrica bir hataydi.) Ayrica kendilerine komuta edeceklerine güvendikleri birçok su¬bay kaypak davranmis ve son anda yan çizmisti. Geri kalan dar¬beciler belki cesur ve onurlu insanlardi. Ama Nazilerin gücünü hafife almislar, dahasi olayi bir rejim sorunu olarak degil, Hitler sorunu olarak algilayarak kendi sonlarini da hazirlamislardi. Ama galiba asil olarak önlerinde iki psikolojik engel vardi. Bunlardan birincisi darbeyi basaracaklarina iliskin inançlarini yitirmeleri ve kendilerini olaylarin akisina birakmalari idi. Ikin¬cisi ise Alman halkinin ve ordunun büyük bölümünün halen Hitler'e sadik ve ona güveniyor olusuydu.   Darbeciler Bir Bir Yakalaniyor Bakanlikta direnen darbeciler ancak aksam saat sekizde yaka¬landi. Bu esnada yasanan çatismada ilk vurulan Albay Stauffen-berg oldu. Sirtindan bir kursun yemisti. Bu arada hapsedilen Ge¬neral Fromm da hapsedildigi odadan çikmis ve kumandayi yeni¬den ele almisti. Oracikta alelacele bir "Harp Divani" kuruldu. Komplocularin çogu yakalanmisti. Bu arada General Beck, ta¬bancasini Fromm'dan isteyecek , o da "Isinizi kendiniz bitirecek-seniz buyurun, ama lütfen çabuk olun" diyecekti. General von Beck'in beynine dogru tuttugu tabanca kayacak ve Beck yarala¬nacakti. Ikinci tesebbüs de basarisiz olunca Hitlerciler devreye girdiler ve onun "intiharina" yardimci oldular! Kalan subaylar ise bir otomobilin farlari altinda alelacele kurulan infaz mangasinin önünde duvara yaslanip kursuna dizildiler. Hiç süphesiz General Fromm bu hareketiyle Hitler'in gözüne girmek ve darbecileri bas¬langiçta destekledigini unutturmak istiyordu. Aylardan beri komployu biliyordu ve Hitler'e haber vermemisti. Son hareketiy¬le affedilecegini sandi ama yanildi. Fromm da diger komplocular¬la birlikte idam edilecekti. Ancak Hitler onun bu yardimseverli¬gini unutmadi ve onu digerleri gibi kasap çengeline asarak degil, 19 Mart 1945'te kursuna dizdirerek öldürmekle ödüllendirdi! Tutuklamalar tutuklamalari izliyordu. Olay sonrasinda Gesta-po kayitlarina göre 7000 kisi tutuklanmisti. Bunlarin çogu öldü¬rüldü. Görüldü ki, Hitler'e suikast planina dahil olanlar küçük bir çevre degildi, Alman ordusunun en önemli isimlerinden olu¬suyordu. Suikastin lideri konumundaki Heinrich von Stulpnagel de olaydan sonra Verdun yakininda, Sedan yolu üzerinde intihari deneyecek ama kursunun yanlis yerden girmesi üzerine gözlerini kaybedecekti. Heinrich von Stulpnagel, sonunda asilarak öldü¬rüldü. Maresal Erwin von Witzleben ise bir kasap çengeline çi¬rilçiplak olarak asildi.94 General Hans Oster de95 9 Nisan 1945'te Flossenburg Toplama Kampi'nda Amiral Canaris ile bir¬likte idam edildi. General Fredrich Olbricht ise olay aksami Al¬bay von Quirheim, Tegmen von Hafeten ve Claus Stauffenberg ile birlikte ilk ölenler arasinda yer aldi. Berlin Emniyet Müdürü Kont Heldorff ve yardimcisi da isin içindeydiler. Onlar da idam edildiler. Alman ordusu, bürokrasisi ve aristokrasisinin en gözü pek unsurlari kiyima ugramisti.   Rommel'in Uyarilari Fayda Vermiyor Hiç süphesiz bütün bu isimler içinde bir isim daha vardi ki, popülarite bakimindan herhalde o günün Almanyasi'nda Hit-ler'den sonra gelen tek isimdi. Bu kisi Feldmaresal Rommel'di. O da 1944 baslarindan itibaren aktif bir sekilde komploculara ka¬tilmis bulunuyordu. Bu destek o kadar gizli tutulmustu ki, baslarda Stauffenberg'in bile haberi yoktu. Bununla birlikte komplocular bu ismi ihtiyatla karsilayacaklardi. Çünkü Rommel ordu içinde bir "oportünist" olarak biliniyordu. Hitler'e alttan alta dis biliyordu. Sonunda savasin kaybedilmekte oldugunu fark edince ona açikça tavir almaya cesaret eden en yüksek rütbeli komutan olacakti. Rommel'i komplocu gruba katilmaya ikna edenler Belçika ve Ku¬zey Fransa Askeri Valisi General Alexander von Falkenhausen ile Fransa Askeri Genel Valisi General Kari Heinrich von Stuelpna-gel oldular. Rommel'in eski arkadaslarindan Stuttgard Belediye Baskani Dr. Kari Stroelin de onlara yardim etmisti. Dr. Kari Stroelin ile Rommel 1944 Subat'min sonlarina dog¬ru MaresaPin Ulm yakinlarinda bulunan Herlinge'deki evinde bulustular. Dr. Kari Stroelin'in daha sonra anlattiklarina göre o gün söyle bir konusma geçmisti: "Dogudaki orduda bulunan ki¬mi yüksek subaylarin Hitler'i esir etmeyi ve radyoda, çekildigini ilan etmeye zorlamayi düsündüklerini anlattim. Rommel bu fik¬ri dogru buldu. Kendisinin en büyük ve en çok sevilen general¬lerden biri oldugunu, dis ülkelerde kendisine saygi gösterildigini söyledim. 'Almanya'da bir iç savasi önleyebilecek gücü olan tek insan sizsiniz. Harekete adinizi vermelisiniz' dedim."96 Bunun üzerine Rommel duraksayacak ve Stroelin'e "Almanya'nin yar¬dimina kosmak görevimdir saniyorum" diyecekti. Ancak Rommel, Hitler'in öldürülmesinden yana degildi. O, Hitler'in bir ordu harekâtiyla tutuklanmasini ve yargilanmasi¬ni istiyordu. Bu amaçla 15 Mayis 1944'te Rommel, Stuelpnagel ve kurmay baskanlari Paris yakinlarinda bir evde bulusacaklar¬di. Toplantinin tek gündemi vardi: Savasi bitirmek ve Nazi re¬jiminin sonunu getirecek önlemleri almak. Plana göre, Hitler yönetimden uzaklastirildiktan sonra Rommel, Silahli Kuvvet¬ler Baskomutani ve geçici devlet baskani olacakti. Ayrica Müt¬tefiklerin de, saygi duyduklari Rommel ismine sicak yaklasa¬caklarini ve Almanya ile barisi yokusa sürmeyeceklerini ümit ediyorlardi, iste büyük Feldmaresal Rommel de bütün bu plan¬larin içindeydi. Rommel de Hitler'e karsi darbecilerle kader birligi etmisti... Ancak yine de Rommel, Hitler'i son bir kez uyarmayi uygun görmüstü. Bu zaten ondan baska kimsenin Hitler'in yüzüne açik¬ça söylemeye cesaret edemeyecegi bir seydi. 6 Haziran 1944'teki Normandiya çikartmasi sonrasinda Alman Genelkurmayi 17 Haziran'da Hitler'in özel karargâhinda bir araya geldi. Hitler Müttefiklerin ilerleyisinden dolayi komutanlari suçlarken, bir¬den Rommel öne çikti ve Speidel'in anlattigina göre "Müttefik¬lerin havada, karada, denizde üstünlügü ile savasin imkânsiz ol¬dugunu"97 Hitler'in yüzüne söyledi. Ona göre bu sartlar altinda savasi sürdürmeyi istemek anlamsiz ve saçma bir seydi. Oysa Hitler bir adim bile çekilmekten yana degildi ve artik tavrini askeri durum degerlendirmelerine göre degil kisisel hirs¬larina göre saptamaktaydi. Toplanti boyunca Hitler Müttefikleri geriletmek için hazirladigi sürpriz silahlardan bahsetmeye devam etti. Bu esnada Rommel sözü tekrar alarak "'Normandiya'daki Alman cephesinin çökecegini, Müttefiklerin Almanya'ya sizma¬sinin önlenemeyecegini' söyledi. Rus cephesinin de tutulacagin¬dan süpheliydi. 'Almanya'nin tamamiyla tecrit edilmis durumda oldugunu' belirtti ve savasin bir an önce bitirilmesi istegiyle söz¬lerine son verdi."98 Hitler sanki bu sözleri hiç duymamis gibi yapti ve Rommel'e dönüp; "Siz savasin gelecegini düsünmeyin, kendi çikarma cephenize bakin" dedi. Rommel 15 Temmuz'da da uzun bir mektup yazip ordu telek-siyle Hitler'e gönderecekti: "Askerler her yanda kahramanca sa¬vasiyorlar ama esit olmayan savasin sonu yaklasiyor... Gerekli so¬nuçlari vakit geçirmeden çikarmanizi rica ediyorum. Grubunu¬zun Baskomutani olarak bunu size açikça söylemeyi görevim say¬maktayim." Ancak bütün bunlarin hiçbiri gerçeklesmedi ve Almanya son sürat yenilgiye dogru kosmaya basladi, içlerinde Rommel'in de ol¬dugu subaylarin son bir hamleyle durumu lehlerine çevirecek dar¬be girisimi de basarisiz olunca Almanya'nin ufuktaki yikimi daha da netlesmisti. Bu durum Rommel'in de sonunu hazirlayacakti.   Maresal Rommel: Ya Intihar Ya Idam! Walkyrie Harekâti'nin sorusturmasi derinlestirildikçe Rom-mePin ismi de ortaya çikacakti. Rommel'i, Berlin Gestapo zin-danlarmdaki iskencede çözülen Albay von Hofacker ele vermis¬ti. Böylelikle Alman ordusunun efsanevi askerlerinden "Çöl Til¬kisi" Maresal Envin Rommel'in de suikast planinin içinde oldu¬gu ögrenilmisti. Rommel'in kendisi ise daha yeni ölümden dön¬müstü.100-l 7 Temmuz'da Fransa cephesindeyken otomobiline bir Ingiliz uçagi ates açmis ve Rommel agir yaralanmisti. Henüz iyi¬lesiyordu ki 13 Ekim 1944 günü Feldmaresal KeitePden bir mek¬tup aldi. Mektupta hakkindaki suçlamalar özetleniyor ve "Füh-rer'in kendisinden serefli bir insanin davranmasi gerektigi gibi bir davranis bekledigi" bildiriliyordu. Maresal Rommel'in popülari¬tesi o kadar yüksekti ki, ona digerlerine reva gördükleri hareketi yapamadilar. Mektubu getiren General Burgdoff, Rommel'e: "Sa¬yin Maresalim, gelirken bir kutu zehir getirdim. Ampul halinde... Bunlari kullanmak isterseniz, Führer'in, cenazenizin askerlik geç¬misinize yarasir ulusal bir tören olarak yapilacagina dair mesajini size ulastirmakla görevliyim" diyecekti. Bunun üzerine Rommel, karisi ve çocuklariyla vedalasacak ve Maresal üniformasi giymis. General Burgdoff ve General Maisel'le birlikte arabaya binerek malikânesinin yakinlarindaki koruluga gidecekti. Maresal Rommel'i otomobilde yalniz birak¬tilar. Geri döndüklerindeyse can çekisirken buldular. Rommel hastaneye götürülürken yolda öldü. Rommel'in ölümüne iliskin olarak Nazi makamlarinin yapti¬gi resmi açiklama "17 Temmuz'da aldigi yaralardan ötürü öldü¬gü" seklindeydi. Infaza benzer intihar kamuoyundan, hatta Nazi ileri gelenlerinden uzun süre saklandi. Dahasi Rommel için par¬lak bir cenaze töreni bile düzenlendi. Führer adina konusan Ma¬resal Rundstedt,103 Rommel'i "Alman kumandanlarinin en bü¬yüklerinden biri" olarak tanimladi. Hitler ise Maresal Rommel'in esine bir telgraf çekerek taziye¬lerini bildirdi: "Kocanizin ölümüyle ugradiginiz büyük felaket karsisinda duydugum içten yakinligi lütfen kabul ediniz. Feldmaresal Rommel'in adi Kuzey Afrika'daki kahramanca sa¬vaslardan hiçbir zaman ayrilmayacaktir." Hitler'e yönelen suikastlar zinciri böylelikle son buluyordu....   Bir Tasla Üç Kus Vurmak: Churchill, Roosevelt, Stalin...  

"Düsmanlarinin kalbine kursun sikmaya cesaret edeme¬yen adam asla bir milleti yönetmeye muktedir olamaz-"

-6 Mart 1929, Hitler'in Münih Konusmasi'ndan-

ALMANYA'da yaklasan yenilginin ayak seslerini hisse¬den ordu içindeki Anti-Hitler klik, Hitler'e suikast tertipleyerek savasa son vermeyi planliyordu. Ayni se¬kilde Hitler de giderek kötülesen durumu lehine çevirebilecek planlar pesindeydi. Aslinda Hitler karsitlarinin ve Hitler'in bir¬birlerini yok etmek için gerekçeleri ayniydi. ^ Anti-Hitler su¬ikastçilar Hitler'i yok ederek Almanya'yi yenilginin getirecegi yikimdan kurtarmak isterlerken, Hitler de karsitlarinin ileri ge¬lenlerini yok ederek büyük bir psikolojik üstünlük kazanma pe¬sindeydi. Üstelik bu durum, savasin gidisatini degistirebilirdi. 1943 yili savasin izleyecegi seyir açisindan kritik bir yildi. Ce¬zayir çikartmasi gerçeklesmis, Maresal Rommel El-Alameyn'de yenilgiye ugramisti. O güne dek yenilgi bilmeyen Alman ordulari savasin ilk kayiplarini tatmaya baslamis ve özellikle ordu içinde "Neler oluyor?" sorusu yüksek sesle olmasa da fisiltiyla söylenir olmustu. Bu sartlar altinda öyle bir sey yapilmaliydi ki, basta Müttefikler olmak üzere bütün dünya Nazi Almanyasi'nin nele¬re muktedir oldugunu görmeliydi. Üstelik kaybedilme sürecine çoktan giren savas, buradan alinan cesaretle yeni bir atilima geç¬sin ve rakiplerin tüm direnme azmi kirilsin isteniyordu, istedigi sonucu askeri zaferlerle saglayamayacagini fark eden Nazi yöne¬timi tarihin o güne kadar esini benzerini görmedigi, dehsetengiz bir suikast planini devreye soktu: Churchill, Roosevelt ve Sta-lin'in öldürülmesi. Hiç süphesiz eger bu plan gerçeklesseydi II. Dünya Savasi'nm akibeti farkli bir seyir izleyebilirdi. Ama surasi kesindi ki eger plan basarili olsaydi bugün XX. yüzyilin en büyük suikasti olarak "Kennedy Suikasti"ni degil "Churchill-Roosevelt-Stalin Suikas-ti"ni hatirliyor olacaktik. Hiç süphesiz Hitler, bu plani sadece intikam amaciyla günde¬me getirmemisti. O tarihte liderlerin etkin rolüne inanan biri olarak liderlerini yok etmesi durumunda Müttefiklerin direnis azmini kiracagini, psikolojik inisiyatifi yeniden ele alacagini he¬sapliyordu. Hitler'e göre milletleri liderler yönetirdi ve liderlerin ortadan kaldirilmasi durumunda milletler afallardi. Dolayisiyla söz konusu olan stratejik bir karardi onun için. Özellikle ingilte¬re'nin yenilmesi veya bir sekilde teslim olmasi Hitler'i oldukça rahatlatacakti. Bunun için baska planlari da mevcuttu. ^ Aslin¬da Nazilerin Churchill, Roosevelt ve Stalin'i öldürmek için çok önceden beri bazi planlan vardi. Ancak bunlar, gerekirse hedeflerin her birine karsi ayri ayri düzenlenecek suikastlar seklin¬deydi. Bu kez planlanansa tam anlamiyla "dünyayi sarsacak" tür¬den bir eylemdi. Sepetteki bütün yumurtalar kirilacakti!   Parapsikolojik Yollarla Aranan Hedefler Nazizmi sadece ve sadece bir "çilgin"m hayallerinden türemis ölçüsüz iktidar hirsinin bir eseri gibi gören bakislar yanilmakta¬dir. Nazizm, gerçekte kendine özgü bir felsefesi ve arka plani olan bir ideolojiydi. Gerçekte Naziler tipki hasimlari olan Ma¬sonlar ve benzeri gizli örgütler gibi arkalarina ezoterik-okült yön¬tem ve hedefleri almislardi. Hitler'i iktidara tasiyan ve Nazizmi bir ideoloji olarak sekillendiren de aslinda bu gizli okült-ezoterik örgütlerdi.107 Bu yüzden Hitler gerek özel yasantisinda gerekse de siyasi olaylari ele alisinda ezoterik-okült bilgileri özellikle dik¬kate alirdi. Hitler bu açidan parapsikolojik yöntemlere, telepatik yoldan elde edilen bilgilere inanir ve hayatinda bunlara büyük yer verirdi. Nitekim bu sefer de öyle oldu ve dünyanin belki de gelmis geçmis en önemli harekâti telepati uzmanlarindan gele¬cek bu türden bilgilere kalmisti. Nazi ideolojisi bu anlamda oldukça karisik bir ideolojiydi, içinde eski Pagan-Cermen efsanelerinden alinmis mitolojik fi¬gürler, folklorik ögeler, kahramanlik hikâyeleri ve mucizeler var¬di. Bu anlamda Naziler kitlelere karsi Hristiyan degerleri savunur görünseler de aslinda Hristiyanligi da benimsemiyorlardi. Bütün bunlar koyu milliyetçi bir söylem içinde eritilerek ve modern propaganda araçlari da kullanilarak kitlelerin arkaik bilinçaltla-rina sesleniyordu. Kamuya karsi sihir, astroloji gibi seyleri redde¬derken, kendi gizli tören ve inanislarinda bütün bunlardan me¬det uman bir akim gelistirmislerdi. Bir yandan da Alman istihbarati; Churchill, Roosevelt ve Sta-lin'i izliyordu. Ancak bir türlü liderlerin tam olarak nerede, ne za¬man ve hangi yolla bulusacaklarini saptayamiyorlardi. Bu yönde gelen bilgilerse çogu kez ya yaniltici oluyor108 ya da islerine yara¬miyordu.109 Oysa Almanlarin Müttefik liderlerin tam olarak nere¬de olacaklarina dair kesin bilgilere ihtiyaci vardi. Iste tam bu nok¬tada akillarina gelen bir çareyi uygulamaya koyacaklardi.   Gaipten Haber Veren Kisiler Araniyor! Agustos 1943 geldiginde toplama kamplarinda Almanca, Fran¬sizca ve Rusça olarak garip bir duyuru yapilacakti. Söz konusu du¬yuruda aynen sunlar söyleniyordu: "SS Reichführer'i ve Alman po¬lis sefi, Reich'in güvenligini saglamak üzere, çok önemli bir gizli görev için gaipten haber veren, el falina bakan, radiestezi uzman¬lari aramaktadir." Bu iste gönüllü olanlara para, iyi yasama sartlari ve basari halinde ise özgürlüklerine kavusacaklari vaat ediliyordu. Yüzlerce basvuru oldu, bu sayi önce 80'e sonra da 40'a indirildi. Aslinda bu islerden gerçekten anlayanlar kendilerini gizle¬misler, öldürüleceklerinden korkmuslardi. Basvuranlarin çogu ise bu kötü sartlar altinda bir parça rahat etmek için "Denemek¬ten zarar gelmez" diye düsünen tiplerden olusuyordu. Seçilen 40 kisi SS genel karargâhi olan Wannsee'de gerçekten iyi donatil¬mis lojmanlara yerlestirilecekti. Berbat durumdaki "medyum adaylari" rahat yataklara yerlestirildiler, kendilerine kaliteli ye¬mekler sunuldu ve bitlerden arindilar bu sayede. Kisa sürede Al¬manlarin niyetinin ciddi oldugunu anlayan tutsaklar bu kez ken¬dilerini pahaliya satmaya karar verdiler. SS görevlilerinden pa¬hali sarap ve sigara bile istemeye basladilar.   Medyumlar Himmler'le Yüz Yüze 18 Agustos'ta ise Himmler karargâhi ziyaret ederek durumu bizzat yerinde görecekti. Himmler, sihirbaz ve medyum oldukla¬rini iddia edenleri dogrudan sorguya çekti. Soru gayet basitti! Çok önemli bir kisinin hareketlerini bilmek istiyorlardi. Bunu açiklayacak olan mükâfatlandirilacak, ayrica serbest birakilacak¬ti. Adaylarin çogu belirsiz ya da uydurma cevaplar verdiler. Oy¬sa Himmler Duce'yi yani Mussolini'yi soruyordu. Duce o esnada Maddelena Adasi'ndaydi. Tutsaklar îtalya'daki durumdan haber¬sizdiler. Sadece birkaç kisi italya'dan bahsedebildi. Içlerinden sa¬dece 8 kisi sinavi geçebilmisti. Bunlar ayrica sorguya çekilecek¬ti. Seçilenler arasinda düsünceleri okudugunu söyleyen bir psiki¬yatr, bir hipnotizmaci, bir hayalci ihtiyar, iki Kiptî ve üç de pro¬fesyonel astrolog vardi. Fransiz hipnotizmaci Jean-Jacques Beguin'in anlatmasina gö¬re ona sigara ikram edip çesitli sorular sormuslar ve Himmler ön¬ce Beguin'in verdigi cevaplardan memnun kalmisti. Ancak Be-guin, annesinin Yahudi oldugunu söyleyince SS subaylari görüs¬meyi bitirmek istemisler fakat Himmler onlari durdurup sunlari söylemistir: "Fransiz ve Yahudisiniz. Bir Nasyonal Sosyalist sam¬piyonu olmanizi beklemiyorum. Ama bu defa ne para ne de seref ugruna çalisacaksiniz. Bahis konusu olan sizin hayatiniz ve caninizdir. Bizimle isbirligi yapmayi kabul ederseniz sizi tarafsiz bir ülkeye gönderebiliriz. Bunu yapabilecek güçte oldugumu pe¬kâlâ biliyorsunuz" Hipnotizmaci Jean-Jacques Beguin, Himmler'e sarlatan ol¬madigini söylemis ve söz konusu kisinin Mussolini oldugunu bi¬lerek Nazi sefini etkilemeyi basarmisti. Aslinda bu bir yem so¬ruydu. Mussolini'nin yerini zaten onlar da biliyorlardi. Himmler çok daha baska kisilerin pesindeydi. Sonunda agzindan baklayi çikardi: "Bazi kimseler yakinda bulusmak üzereler. Bana bunun ne zaman, nerede olacagini söyleyiniz." Jean-Jacques Beguin verecegi cevabin hayatina bile mal ola¬bileceginin farkindaydi. O yüzden üzerinde iyice düsündü, dü¬sünceleri kafasinda tartti ve bir mantik yürüterek bulunmasi is¬tenen kisilerin ancak düsman olabilecegine karar verdi. Aslinda yaptigi isin gaipten haber vermekle hiçbir iliskisi yoktu. Sadece tahmin yürütmüstü. Ama rolünü sürdürmek zorundaydi. Agzin¬dan birden "De Gaulle" ismi çikivermisti. Nazilerin asil aradik¬lari o degildi ama yine de De Gaulle, hareketlerini bilmek iste¬dikleri kisiler arasindaydi. Subaylardan biri "Ne de olsa bir Fransiz" diye itiraz edecek ol¬du. Beguin, böylelikle digerlerinin Fransiz olmadigini anlamisti. Sözlerine devam etti ve "Churchill" dedi. Himmler'in ürperdigi her halinden belli oluyordu. Ardindan beklemeden "Roosevelt" dedi. Himmler soru dolu bakislarla Beguin'i süzerken o, en son ve Himmler'i en çok sarsacak ismi söyleyiverecekti: "Stalin". Bu isimden sonra Himmler'den güçlü bir "Bravo" sesi isitildi. Jean-Jacques Beguin bütün bu isimleri medyumlugundan de¬gil tamamen günün siyasi kosullarini analiz ederek çikarmisti. Ama simdi sinavin ikinci kismi vardi ki, en zoru oydu. Bu isim¬lerin nerede bulusacagini bilmesi. Bu ise ilki kadar kolay degildi. Bu arada SS'ler onu tekrar rahat bir hücreye koymuslar ve baki¬mina özen göstermeye baslamislardi. Bir süre sonra Beguin, oradan sivisma vaktinin geldigine ka¬rar verecek ve medyumluk degil ama hipnotizma yetenegini kul¬lanarak nöbetçileri hipnotize edecek, onlarin üniformalarini gi¬yerek Isviçre sinirindan geçip direnis örgütüyle bulusacakti. Bir hafta sonra ise ingiliz istihbaratinin önüne ilginç bir uyari bilgi¬si gelecekti: "Almanlar Churchill, Roosevelt ve Stalin'in bulus¬masina çok büyük önem veriyorlar." Bundan sonra Naziler bu yöntemle bulusma yeri ve tarihini ögrenemeyeceklerini anladilar ve klasik yönteme yani karsi-ca-susluga tekrar agirlik verdiler. Bir yandan da olasi eylemin altya¬pisini hazirlamaya çalisiyorlardi.   Bulusma Noktasi Sikintisi Bu arada Churchill, Roosevelt ve Stalin de bir araya gelme¬nin ve bulusacaklari yeri saptamanin sikintisi içindeydiler. Bu tarihi bulusma o günün sartlarinda oldukça zor ve güvensizdi. Üstelik her lider sadece güvenlik açisindan degil, böylesi bir bu¬lusmaya önderlik edebilmek için de kendi tespit ettikleri yerde bulusulsun istiyorlardi. Örnegin Ruslar'dan gelen mesaj bu yerin "Moskova" olmasi yönündeydi. Tabii bu Churchill ve Roosevelt açisindan kabul edilebilir bir sey degildi. -Gerçi Roosevelt bu teklife sicak bakar görünmüstü- Çünkü bu, yarin öbür gün dün¬ya dengeleri yeniden kurulmaya baslandiginda Sovyetler Birli-gi'nin "Hitler'den kurtulusa" önderlik ettigi imajini getirebilir ve bu da "Özgür Dünya" açisindan hiç iyi olmazdi. Öte yandan bulusma yerinin Washington olmasi da düsünül¬dü. Fakat o da "uzakligi" bahane gösterilerek reddedildi. Bulus¬manin "tarafsiz" ve Müttefiklerin kontrol edebilecegi bir ülkede olmasi sartti. Birçok yerin adi geçiyordu. Örnegin bunlardan biri Misir ve baskenti Kahire idi. Bu arada Iran ve baskenti Tahran'in da adi geçiyordu. Bunun üzerine Churchill devreye girdi ve bizzat Stalin'e "Toplantinin Kahire'de yapilacagi haberini yaymayi ama gerçekte Tahran'da toplanmayi" önerdi. Toplantiya "Kahire 3" adi takildi, özel olarak da "Eureka" kodu kullanilacakti. Bu mesajlar için çok özel sifreleme yöntemlerine basvuruldu. Ayni esnada Almanlar da olasi toplanti yerini tahmin etme¬ye çalisiyorlardi. Muhtemel bulusma yerlerinin bir listesini çi¬karmislardi. O gününün dünyasinda zaten fazla seçenek yoktu. Amiral Canaris "Üç büyüklerin Tahran'da toplanma ihtima-li"nden bahsetmisti. Bunun için daginik durumdaki operasyon birliklerinin toplanmasi ve uygulayici özel bir kadronun hazir¬lanmasi gerekiyordu. Bir yandan da güvenilir, cesur ve kabiliyet¬li komandolardan olusan -aralarinda iranlilar da vardi- bir birlik Quenz gölü civarinda bir kampta özel bir egitime tâbi tutulmak¬taydi. Bunlar en iyi egitilmis sabotör ve suikastçilardan olusan seçkin bir birlikti. Ayrica bu is için Oberg isimli bir SD subayini çalismalari kontrol etmekle görevlendirdiler.   "Fil Operasyonu" Bu isle ilgili profesyonel katillerden biri belli olmustu: Lothar Schoellhom. Bu kisi gerçekten ilginç bir tipti. Amiral Canaris ta¬rafindan bir restoranda yemek yerken kesfedilmisti. Az önce bir¬likte oldugu güzel ve esrarengiz bir kadinla ilgileniyordu.110 Tam bir profesyonel katildi. Eski bir boksördü ancak son derece zarif bir beyefendi rolüne bürünmüstü. Kimse onun bir suikastçi oldugunu tahmin bile edemezdi. Bu gibi islerinden artakalan zamanlarinda vaktini yüksek sosyete kadinlari arasinda geçiriyor; lüks hayat, müzik, edebiyat ve plak koleksiyonlari ile ilgileniyordu. Alman yüksek sosyetesinin karsilastigi ani ölümlerin bas aktö¬rüydü. Daha ziyade isin ucunda büyük bir sigorta miktari olan tür¬den ölümlerdi bunlar. Amiral Canaris bunlari ögrendi. Onun ara¬digi ideal adamdi Lothar Schoellhom. Üstelik askeri hiyerarsinin tüm rütbe ve kurallarindan bagimsizdi. Onun da operasyonla ilgi¬li bildikleri son derece sinirliydi. Sadece düsman topraklarinda, iyi korunan birkaç adamin öldürülecegini ve bu sehrin muhteme¬len Tahran olacagini biliyordu. Komanda seviyesindeki bu göreve "Fil Operasyonu" adi verildi. Içlerinde anti-komünist Rus esirle¬rin de oldugu bir birlik parasütle Iran topraklarina indirilecek ve görevlerinden ancak son anda haberdar edileceklerdi. Operasyon¬da Ruslarin kullanilmasinin nedeni onlara Kizil Ordu üniformasi giydirilip Sovyet birliklerinin arasina sizmalarini saglamakti. Bu isi iyi Rusça bilmeyen Alman subaylari yapamazdi. Bu arada iran'da siyasi durum da karismisti. 200 kadar subay ve politikaci Nazi egilimli oldugu için tutuklanmis ve neticede Sah, kâgit üzerinde de olsa "Alman ajanlarinin ülkedeki düs¬manca faaliyetleri nedeniyle Almanya'ya savas ilan etmek" zo¬runda kalmisti. Oysa Iran zaten iki yildir fiili isgal altindaydi. Ruslar, ingilizler ve Amerikalilar bütün kilit noktalara el koy¬muslardi. Alman ajanlari veya onlara yataklik edenler siki bir ta¬kip altindaydi. Buna ragmen Almanlar, Iran'in Kum bölgesine komando pa¬rasütçüler indirmeyi basarmislardi. Bu, operasyonun henüz ilk asamasiydi. Iran'daki Alman görevliler, komandolari karsilamis, temas edecekleri kisiler bulunmustu. Ayrica Alman ajanlarina yardim edecek Tahranlilarin uzun bir listesi de mevcuttu. Ancak bazi aksilikler olmus, bazilari siginacaklari kisilerle temasi kay¬betmisler ve belli yerlerde birikmeler olmustu. Ayrica bazi evler de baskina ugramis ve tutuklamalar yapilmisti. Gene de olayin planlayicilari ele geçmemis, gelenlerin de ne için orada oldukla¬rini bilememeleri sebebiyle fazla bilgi sizmamisti.   Koruma Telasi Öte yandan üç büyüklerin devlet baskanlarini Tahran'da ko¬ruyabilmek için olaganüstü bir hareketlilik baslamisti. Iran'da zaten bulunan güvenlik servislerinin disinda her devlet kendi lideri için özel koruma takviyesi getirmeyi planlamisti. Örnegin Churchill'e onu gölgesi gibi izleyen W.H. Thompson ve ekibi re¬fakat edecekti. Roosevelt'e ise en azindan 15 korumanin eslik et¬mesi kararlastirilmisti, isi en fazla abartanlarsa Sovyetlerdi. Giz¬li Polis Sefi Beria 3000 kisilik bir koruma öngörmüstü. Sonunda Stalin'in her zamanki korumasi Kroulev'in emrine 1000 kisi ve¬rilecekti. General Avramov ise bunlari bizzat denetleyecekti. Sovyetler bunun disinda "önleyici istihbarat"a da ayrica önem vermislerdi. Bunlar arasinda Tahran'daki Alman koloni¬sinden belli kisilerin hiçbir iz birakmadan birer birer ortadan kaybolmasi, Tahran Havaalani yolunda bulunan iki SS subayina ait cesetler gibi gariplikler vardi. Gizli servisler bu gibi istihba¬rattan hem merkezlerini hem de gerekli gördüklerinde üç büyük¬lerin diger sorumlularini haberdar ediyorlardi. Öte yandan suikastta kullanilacak silahlarin Tahran'a getiril¬mesi önemliydi. Bu silahlarla gerçekte bir ufak ordu donatilabi¬lirdi. Söz konusu silahlar da tipki parasütçüler gibi Kum kenti ci¬varina parasütle birakilacakti. Ancak asil sorun bu silahlarin Tahran'a güvenli biçimde getirilmesi ve saklanabilmesiydi. Bu¬nun için Iranli subaylarin satin alinmasi ve silahlarin Iran ordu¬suna ait araçlarla sehre getirilmesinin en uygun çözüm oldugunu düsündüler. Bu silahlar arasinda Mann ve Lüger tabancalar, G-41 ve Siminov tüfekler, Sten ve MP 43 makineli tüfekler ve bol sayida el bombasi vardi. Plastik bombalarin atasi olan Gamon bombalari suikast için en elverisli olandi. Çünkü herhangi bir yere yapistirilabiliyor ve saatli olarak da kullanilabiliyordu. An¬cak bu silahlarin bir kismi ele geçecek ve Ingilizler onlari ele ge¬çirdiklerinde hayret içinde kalacaklardi.   Bulusmaya Geri Sayim 1943 Kasim'indaki toplanti yaklassa da her iki taraf açisindan henüz birçok sey muglak görünüyordu. Siyasi ve askeri gelisme¬ler toplantiyi iptal ettirebilir, tarihini erteletebilir ya da yerini degistirebilirdi. Sizan bilgiler bu toplantinin Kahire'de gerçekle¬secegi yönündeydi ve herkes oraya odaklanmis görünüyordu. Öte yandan üç büyükler arasindaki pazarliklar halen sürüyordu. Hatta bir ara Roosevelt'in gelmemesi bile söz konusu oldu. Churchill ise Stalin'le pazarlik masasina oturmadan önce ABD Baskani ile görüsmenin yararli olacagini düsünüyordu. Hitler ve Almanlar düsmanlariydi ama Stalin ve Ruslar da pek dostlari sayilamazdi! Stalin karsisinda gösterilecek bir zaaf yarin öbür gün "Hür Dünya"nin basina çok isler açabilirdi. Ayrica Tah-ran'dan önce Kahire'de Çan Kay Sek'le de bulusmalari gereki¬yordu. Roosevelt ise Stalin'den bagimsiz böylesi bir bulusma yapmanin Stalin üzerinde güven zedeleyici sonuçlara sebep ola¬bilecegini düsünüyordu. Churchill, sonunda Sovyet Disisleri Ba¬kani Molotov'un da Kahire'ye çagrilmasiyla bu sorunun çözüle¬bilecegini düsünmüstü. Yola Çikis Içlerinde bu açidan en tedbirsiz denebilecek kadar gözü kara olan, ChurchilPdi. Çünkü Ingiltere'nin gelecegi bu bulusmalarin gerçeklesmesine bagliydi. Savasta en zor durumda olan Ingilizler-di. Nitekim Churchill 12 Kasim 1963 ögleden sonra gemiyle Plymouth Limani'ndan ayrildi. Cezayir'de birkaç saatlik moladan sonra rotasini Maltti Adasi'na çevirdi. 16 Kasim'da adadaydi. Adada olaganüstü güvenlik önlemleri göze çarpiyordu. Aksa¬ma dogru karaya çikan Churchill'i Malta Valisi Lord Gord kar¬siladi, birlikte onun ikametgâhina gittiler. 18 Kasim'a kadar ora¬da kalan Churchill'i bir gün özel doktoru Lord Moran ziyarete geldi. Çünkü Churchill tam bir öfke krizine girmisti. Bunun se¬bebi siyasi bir durum ya da islerin yolunda gitmemesi degildi. Odasi Malta'mn en hareketli caddesine bakiyordu. Öylesine gü¬rültülü bir ortam vardi ki Churchill uyuyamiyordu. Lord Moran anilarinda Churchill'in artik gürültüye tahammül edemez hale geldigini ve pencereye çikip, Maltalilara avazi çiktigi kadar ba¬girip küfrettigini yazar, ingiliz Basbakanin gürültü nefreti o kadar ileri seviyede idi ki, güvenlik önlemleri ile gizlilik kurallarini bi¬le hiçe saymisti. Tabii Churchill'in adada oldugunu böylelikle herkes ögrenmis oluyordu. Roosevelt ise baska bir engelle karsilasmisti. Bu tamamiyla bir denizci batil inanisindan kaynaklaniyordu. Roosevelt 12 Ka¬sim Cuma günü Iowa zirhlisiyla yola çikacakti. Ama cuma günü yolculuk için ugursuz gün sayiliyordu. Ertesi gün ise ayin 13'üy-dü. O da ugursuz bir rakamdi. Karar Roosevelt'e birakildi. Bu yüzden gemi gece yarisini l dakika geçe limandan demir alabil¬di. Iowa'ya çok sayida refakat gemisi eslik ediyordu. Alman de¬nizaltilar! her an bir torpil atabilirlerdi. Üstelik gemide Ameri¬kan Genelkurmay Baskani ve Donanma Kurmay Baskani da var¬di. Hitler bunu bilseydi onlarca U-Boat'unu kurt sürüsü gibi ora¬ya gönderirdi herhalde. Nitekim tesadüfen orada bulunan bir Alman denizaltisi Iowa'ya bir torpil firlatip kaçti. Iowa ise bir manevra ile kurtuldu. Sonunda gemi 20 Kasim'da Cezayir'in Oran limani sularina girecekti. Hatta Cezayir sularinda demirli H.S. Sheffield gemisi kuskulandigi bu gemiye "Kimsiniz?" diye soracak ve "Kim oldugumuzu çok iyi biliyorsunuz. Isaret verme¬yi kesiniz" cevabini alacakti. lovva'yi Baskanin muhafiz grubu se¬fi Michael F. Reilly orada bekliyordu. Bir aydan beri oradaydi ve "Büyük Patron"u korumak için emir almisti. Bir sonraki adim Kahire idi ve Kahire güvenlik açisindan oldukça riskli bulunu¬yordu. Churchill ise Kahire'nin gayet rahat ve güvenli oldugunu temin ediyordu.11^ Churchill'in 21 Ekim tarihli sifreli mesaji da ilginçti: "Eski denizciden Baskan Roosevelt'e. Çok acele. Zata mahsus. Çok gizli. Saint Jean'a bakiniz. Bölüm 14. Pasaj 1-4." Kahire bulusmasi 22 Kasim'da Roosevelt, Churchill ve Çan Kay Sek arasinda gerçeklesti. Almanlar da gelismeleri izlemek¬teydiler. Iran için gerekli talimatlar verildi ve Kahire toplantisi biter bitmez Iran'a dogru havadan yola çikildi. General Patrick S. Hurley ise güvenlik tedbirlerini yerinde incelemek amaciyla Tahran'a önceden gitmisti.   Ikamet Sorun Oluyor Özellikle Roosevelt'in nerede kalacagi meselesi hallolmus görünmüyordu. Churchill ve Stalin için durum kolaydi. Çünkü Britanya ve SSCB elçilikleri birbirine komsuydu. Oysa ABD el¬çiligi bir hayli uzaktaydi. Liderlerin bu binalar arasinda gidis ge¬lisleri sorun yaratabilirdi. Ruslar ve ingilizler Roosevelt'i kendi elçiliklerinde kalmaya davet ettiler. Roosevelt, ingiliz elçiligin¬de kalmayi bastan reddetti. Çünkü Stalin; Roosevelt ile Churc-hill'in kafa kafaya verip bir dümen çevirdikleri zannina kapilabi¬lirdi. Stalin'in davetini kabul etmesi ise daha baska problemler demekti. Sonunda Roosevelt bazi riskleri göze almak pahasina bu teklifleri nazikçe reddedecek ve kendi elçiliginde kalmayi ter¬cih ettigini bildirecekti. Öte yandan iranli yetkililerin de bu bulusmadan haberdar edilmesi gerekiyordu. 1J4 Bu görev de Sovyet maslahatgüzari Maximov'a düsecekti. Maximov, Iran Basbakani ile görüserek onu durumdan haberdar etti. Iranlilar da kendi çaplarinda alar¬ma geçtiler. Ancak asil koruma yükü onlarin omuzlarinda degildi. Üstelik Alman parasütçülerin Kum civarina parasütle indiril¬diginden de haberdardilar. Onlari da ayri bir panik kaplamisti. Eger üç büyük devlet adaminin basina Iran topraklarinda bir sey gelirse Iran da zan altinda kalacakti. O yüzden Iranlilarin tek derdi bu toplantiyi bir an önce kazasiz belasiz baslarindan sav¬makti. Nitekim Iran Bakanlar Kurulu toplanti öncesinde baska ülkelerle telefon, telgraf, posta ulasimini ve zorunlu yiyecek maddelerinin nakli disinda bütün kara trafigini durduracakti. Müttefiklerin resmi personelini tasiyan askeri uçaklar haricinde hava ulasimi da yapilamayacakti. Kasim'in 22'sinden 27'sine kadar 6 Alman parasütçü birligi daha Kum civarina inecekti. Diger kalan 8 grup ise Kazvin civa¬rina. Bu sonuncular Rus üniformasi tasiyorlardi. 60 kisi kadardi¬lar ve içlerinde savas esirleri kampindan devsirilmis komünistler vardi. Bunlarin Rus askerleri arasina sizmasi planlanmisti. Ama içlerinde halen partiye ve SSCB'ye bagliliklarini koruyanlar da vardi. Nitekim aralarindan Rus birliklerine ulasanlar, komünist yetkilileri derhal durumdan haberdar ettiler. Rus gizli polisi bu kisileri birer birer topladi. O kadar ki sonunda Sovyet üniforma¬si tasiyan herkese "suikastçi" gözüyle bakilir olmustu, hatta bu yüzden birbirlerini tutuklayanlar bile çikti aralarinda. Ancak yine de 40 kadar Nazi, Tahran'a ulasmis ve önceden belli "güvenli" evlere yerlesmislerdi. Digerleriyle temas kurmayi basaramayan 6 parasütçü ise Iran topraklarinda kaybolmustu. Sonunda her ne olursa olsun bu is için egitilmis silahli Alman¬lar Tahran'daydilar ve sonunda bir kisi bile kalsa bu, tehlike de¬mekti. Nitekim Almanlar prensip olarak üç lideri birden hedef¬lemislerdi ama bu basarilamazsa bir tanesini bile yok etmek, gö¬revin kismen de olsa basarilmasi anlamina gelecekti.   Beklenen Misafirler Geliyor Bu arada beklenen misafirler de gelmeye baslamisti. Stalin ilk gelendi. 26 Kasim'da Tahran'daydi. Churchill ise 27 Kasim'da Amerabad Havaalani'na inmisti. Roosevelt de 28 Kasim'da Tah-ran'daydi. Ancak o, Sovyetlerin askeri havaalani olarak kullan¬diklari Gale Morghe'a indi. General Connolly tarafindan karsi¬landi ve derhal ABD delegasyonuna dogru yola çikarildi. Gelir gelmez Stalin'i yemege davet ettiyse de Stalin tarafindan kabul görmedi. Tersine Stalin, onun Sovyet elçiliginde kalmasi için is¬rar ediyordu. Gidis gelislerde baslarina bir "kaza gelmemesi için en emin yolun bu oldugu"nu öne sürüyordu. Sonunda Roosevelt, Sovyet delegasyonunun bulundugu binaya gitmek durumunda kaldi. Stalin de nezaket göstererek ana binadan ayrilip bir baska binaya geçti. Ana bina tümüyle Roosevelt'e ayril¬misti. Bu, iyi niyet göstergesi bir jestti. Ancak Ruslar terk ettik¬leri binanin odalarina bol sayida dinleme mikrofonu yerlestirme¬yi de ihmal etmemislerdi. Bunlari ayiklamak epey vakit alacak¬ti. Öyle veya böyle sonunda toplanti gerçeklesecekti. Ancak ilk sorun delegasyonlarda çikti, ingiliz ve Amerikalilar tam kadro halinde geldikleri halde Stalin askeri müsavirlerini ge¬tirmemis, yanina sadece Disisleri Komiseri'ni ve Maresal Vorosilof ile tercümanini almisti. Belli ki önce Müttefiklerin hazirliklarini ögrenmek istiyordu. Churchill küplere binerken, Roosevelt bun¬dan sonra kendi toplantilarinda bir Sovyet temsilcisi bulundurarak sorunu çözmeyi önerdi. Anglo Saksonlar Sovyet askeri kurmayinin yoklugunu konferans esnasinda daha iyi anladilar. Sovyet elçiligi generalden geçilmiyordu ama onlar general üniformasi giymis giz¬li servis mensuplarindan baskasi degillerdi. Ayrica her yeri usaklar, hizmetçiler ve cam silicileri kaplamisti. Ancak bunlarin hepsinin belinde Luger tabancalar vardi. Iste sonunda dünyanin üç büyügü karsi karsiya idiler, ilk top¬lanti saat 4'te baslamisti. Roosevelt herkese "Hosgeldiniz" dedi, Churchill "Zafere ulasma sansimiz var" türünden kisa bir konus¬ma yapti. Isbirligi içindeki üç lider savasi kazanacaklarindan o kadar emindiler ki, konustuklari ilk konu savasi kazandiktan sonra Almanya'nin durumunun ne olacagi idi. Hepsi, Almanya'nin eski gücüne bir daha kavusmamasindan yanaydi. Çünkü güçlenmis bir Almanya'nin ileride yine baslarina sorun yarataca¬gini düsünüyorlardi, ilk toplanti bu eksende geçti.   Karsi Tarafin Hazirliklari Onlar elçilikte konusadursunlar, diger yandan Alman suikast¬çilarin altisi sehre sizmisti bile. Onlara bir Iranli da yardimci olu¬yordu. Bu kisi Goresi isimli biriydi. Asiri sag görüse sahipti ve Almanlardan yanaydi. Onlara hem istihbarat, hem de kalacak yer sagliyordu. Komando seflerinin elinde bir siginilacak evler listesi vardi ama Goresi bunu güvenli bulmamisti. Çünkü evler izleniyor olabilirdi. Almanlarin basinda Holten-Pflug isimli biri vardi. Digerle¬riyle tüm irtibati kesikti ve 6 adamla nasil suikast tertipleyecegi¬ni düsünüp duruyordu. Goresi ona bu açigi kapamayi teklif etti. Eger eylem kalabalik bir grup gerektiriyorsa bunu bulabilirdi. Ancak bulunacak adamlar idealistlerden degil, çogu para ile tu¬tulmus güresçilerden olusacakti. Eksik buradan tamamlanabilir¬di. Bunun için Misbah Ebtehai isimli bir Iranli ile iliskiye geçti¬ler. Bu kisi cahil ve kurnaz bir güresçiydi. Almanlarin kazanaca¬gina ise hiç inanmiyordu. Ayrica yakalanmasi durumunda Ingi¬lizlerin ya da Ruslarin kendisini asmasini hiç istemezdi. Kisacasi hiç de idealist biri sayilmazdi Misbah Ebtehai! Ancak teklife "Hayir" da demeyecekti. Artik kafasindaki tek soru Almanlari kime satacagiydi. Misbah Ebtehai sonunda Amerikali casus Ferguson'la tema¬sa geçti. Ferguson o güne kadar bos bos oturup, muhbirlerden para karsiligi aldigi basit bilgileri istihbarat diye servise kakala¬maktan bikmisti. Nihayet olaylar bu uyusuk ve tekdüze ritim¬den uzaklasiyordu. Ferguson 6 Almani haklamak hiç de zor ol¬masa gerek diye düsündü. O yüzden üstlerine haber vermeden isi halletmek ve basariyi tek basina kutlamak hevesine kapildi. Geriye Almanlarin sakli oldugu adresi bulmak kaliyordu. Ya da parayi bastirip Misbah Ebtehai'nin agzindan adresi almak. Ama bunu yapamazdi, geriye onu konusturmak kaliyordu. Sonunda parayi bulmak için birkaç güne ihtiyaci oldugunu söyleyerek za¬man kazanmaya çalisti.   Konferans Devam Ediyor 29 Kasim 1943, konferansin ikinci günüydü. Bu kez Roosevelt ChurchilFin ögle yemegi davetini reddetmisti. Sovyetlere Batili¬larin kendilerine karsi bir is çevirdikleri imaji vermek istemiyordu. Roosevelt-Stalin randevusu 14.45'te idi. 15.30'da ise Churchill geldi ve Stalin'e ingiliz Krali'mn hediye kilicini sundu.115 Sonra tekrar konferansa döndüler. Baslica konu Avrupa'ya yapilacak çi¬kartma idi. Churchill Balkanlar'da bir operasyon yapilmasindan yanaydi. Sonunda Roosevelt ve Stalin önemli olanin, Fransa'ya yapilacak çikartma oldugunu belirtip Churchill'in tezini reddetti¬ler. Özellikle de bu iki lider gelecekteki parçalanmis Avrupa'nin temellerini bu görüsmelerde atmis oluyorlardi. Daha sonralari "Demir Perde" diye anilacak olan Sovyet etkisindeki ülkeler bu konferansta masa basinda paylasilmis oluyordu. Toplanti arasinda yemege geçildi. Dogrusu Sovyetler onlari iyi agirliyorlardi. Mos¬kova'dan tonlarca havyar, içkiler, yiyecekler getirilmisti. 11(> Bun¬larin bir kismi konuklara hediye olarak verildi.   Churchill'i Kizdiran Sakalasma Bu arada konu tekrar Almanya'nin savas sonrasi durumuna gelmisti. Stalin lafa girerek Almanya'nin topyekûn yenilmesi ve hezimete ugratilmasi gerektiginden söz etti. Bunun için de önce subaylarin ortadan kaldirilmasi teklifini öne sürdü ve 50 ile 100 bin kadar Alman subayinin kursuna dizilmesi gerektigini belirtti. Churchill bu sözlere son derece öfkelendi ve Stalin'e dönüp "Böyle bir düsünceye mutabakatimi bildirmektense, elçiligini¬zin bahçesinde derhal kursuna dizilmeyi tercih ederim. Britanya halki hiçbir cinayeti tasvip etmeyecektir. Savas suçlulari ve sah¬sen barbarlik eylemlerine girisenler cezalandirilmalidirlar ama bu, hukukun sinirlari içinde ve durusmalar yapildiktan sonra ol¬malidir" dedi. Roosevelt ise kendince espri yaparcasina "Bir an¬lasmada mutabik kalalim. 50 bin Alman yerine 49 binini kursu¬na dizelim!" diyerek araya girdi. Neyse ki sonunda Stalin bu söz¬lerinin sadece bir sakadan ibaret oldugunu belirtip Churchill'i yatistiracakti. Alman ajanlari ise halen daginik ve irtibatsizdi. Bir eve siki¬sip kalmislardi. 29 Kasim'a kadar üç büyüklerin Tahran'a geldik¬lerinden ve toplantiya basladiklarindan bile haberleri yoktu. So¬rumlulari Oberg, Berlin'den aldigi mesajda islerin nasil gittigi¬nin sorulmakta oldugunu görecekti. Ama buna verebilecekleri somut bir cevap yoktu. Aralarinda tartistilar ve diger sorumlu Ernst Mayer üç büyüklerin Tahran'a geldigi haberinin yalan ola¬bilecegi üzerinde durdu. Bu haberi dogrulatmak için sehre inme¬ye karar verdiler. Bu arada güresçi Ebtehai, Amerikali Ajan Ferguson'un evine gidip parayi ayarlayamadigmi söyledi. 30 Kasim gecesi parayi kendisine vermesi, onun da kendisini Almanlarin saklandigi eve götürmesinde anlastilar. Ferguson'un tek sarti vardi: Ebtehai'nin adamlari evden uzaklasmis ve Almanlar baglanmis olmaliydi. Bu "paketleme" sonrasi nakil Ferguson'un isiydi. Bu arada Ebte-hai'den evin yerini, hiç degilse semtini ögrenmek istedi ama Eb¬tehai'nin agzi çok sikiydi. Sonunda parayi Merser'den istemeye karar verdi, ingiliz Merser isin böylesine romantik kahramanlik¬larla çözülmek istenmesinden rahatsiz olmustu. Ancak Fergu¬son'un "irtibatim kesilebilir ve çok geç olabilir" demesi üzerine kabul etmek zorunda kaldi. Yine de baskin esnasinda onlari ya¬kindan takip etmeyi planladilar. Sonunda para temin edildi ve bulusma noktasina getirildi. Merser, Ferguson'a muhbirlik yapanin Ebtehai oldugunu ögre¬nince sinirlendi çünkü bu kisi ona da muhbirlik yapmaktaydi. Eger önce kendisine gelseydi isi Amerikali'dan daha kolay hal¬ledebilirdi. Sonunda Ebtehai'nin kuzenleri ve kardesleri de dahil 16 kisi Tahran'in güney mahallelerinden Abbasi Sokagi'na gel¬diler. Dogrusu Alman komandolar hazirliksiz yakalanmislardi. Çünkü gelen Iranlilari dost sanmislardi. Derhal elleri kollan baglanarak yere yatirildilar. Amerikalilar önde, ingilizler arkada, paketlenmis Almanlari almak üzere harekete geçtiler. Ancak hiç hesapta olmayan bir sey olacakti. Bu arada eve ge¬len ve durumu fark eden Goresi Almanlarin basindaki iki muha¬fizi öldürecek ve Almanlari serbest birakacakti. Evden ayrilirken bomba ve silahlarini alacak kadar vakit de kalmisti. Müttefikler eve vardiklarinda çoktan is isten geçmisti. Tehlike sürüyordu. Bu nedenle o gece Tahran'da tam bir insan avi yasanacakti. Belli evler bir bir basiliyordu. Bir Alman öldürülmüs, ikisi ise yarali yakalanmisti. Goresi ile birlikte hareket edenler kurtulmustu. Onlar para karsiligi bir iranli polis komiserinin evinde saklan¬mislardi. Üstelik komiser onlara üç büyüklerin nerede olduklari, hangi saatlerde çalistiklari, yer degistirme ve korunmalari ile il¬gili bütün bilgileri de vermisti.   Alelacele Suikast Plani Kalan birkaç Alman ve Goresi alelacele bazi planlar yapma¬ya basladilar. Baslarina ne gelirse gelsin ölmek pahasina bile ol¬sa görev, yerine getirilmeliydi. Eger iyi bir plan yapabilirlerse bel¬ki sanslari olabilirdi. Önce toplantiya giden yiyeceklerin arasina zehir ve bomba koymayi düsündüler. Ancak yiyeceklerin siki kontrolden geçtigini düsünüp vazgeçtiler. En sonunda tek olanakli planin, üç devlet adamini Tah-ran'dan ayrilacaklari zaman havaalanina giderken yolda birlikte öldürmek olduguna karar verdiler. Ancak bu planin da bir zaafi vardi; devlet adamlarinin ayri ayri gitmeleri durumunda -ki öyle oldu- üçüne birden üç suikasti nasil tertipleyeceklerini düsünme¬ye basladilar. Sonunda birini yok etmenin bile basari sayilacagin¬da karar kildilar. Yanlarinda kaldiklari polis komiseri Muvakkar da üç büyüklerin ne zaman Tahran'dan ayrilacaklarini ve hangi yoldan gideceklerini ögrenebilecegini garanti etti. Churchill, Sta-lin ve Roosevelt'in l Aralik'ta son toplantilarini yapip 2 Ara-lik'ta sehri terk edeceklerini ögrendiler. Bunun üzerine ikiser ki¬silik 3 gruba ayrilmaya karar verdiler. Yol üzerine dagilacaklardi. Yanlarinda tabanca ve gamon bombalari bulunuyordu. Bu artik bir intihar eylemi olacakti. Gerekirse üç büyüklerden birinin üzerine bu bombalarla atlayacaklar ve öleceklerdi. Ilk iki grup evden çikmisti bile. Ancak sivil giyimli askeri po¬lisler daha arabaya biner binmez suikastçilari yakaladilar. Geriye Holten ve Pflug isimli iki Alman kalmisti. Öte yandan üç bü¬yükler konferansi bitirmisler, dünyayi aralarinda paylasmislar ve ortak bildiriyi imzalamislardi. Sonunda geriye kalan Almanlarin ve Goresi'nin de izi bulu¬nacakti. Bu olayda da Ebtehai'nin yardimini almislardi. Fergu-son gene is basindaydi. Onlari evin mahzeninde sikistirdilar. Si¬lahlar patladi ve Goresi vuruldu. Ardindan büyük bir patlama sesi isitildi. Sorun halledilmisti. Tüm macera boyunca Tah-ran'daki tek patlama bu olmustu. Almanlar planlarini gerçekles-tiremeden ya yakalanmislar ya da yok edilmislerdi. Sonunda üç büyükler güven içinde Tahran'dan ayrildilar. Dünya uzun süre böylesi bir planin varligindan bile haber¬dar olmadi. Ta ki birileri yazana kadar.   "Pasif Direnis" Sembolü Mahatma Gandhi Fanatizmin Kurbani Oluyor

"Gandhi'nin düsünen insanlar üzerinde biraktigi ahlaki etki, kaba gücün gözde çok büyütüldügü günümüzde gö¬ründügünden çok daha kalici olacaga benzer. Kaderin, gelecek kusaklara yol gösteren, böylesine parlak görüslü bir insani bize bagislamasini bir talih saymali ve sükran duymaliyiz"

-Albert Einstein-

Hindistan, Asya'nin göbegindeki en büyük ve en önemli ül¬kelerden biri olmasina ragmen uzun yillar Ingiliz egemenliginde kaldi. Ancak Büyük Britanya Imparatorlugu'nun ülkeden kovul¬masi her sömürgeci güç gibi hiç kolay olmadi. Ingilizlere karsi di¬renis bazen gizli bazen açik olarak hep sürdü. 20. yüzyilin ortala¬rina kadar devam eden bu macera efsanevi Ingiliz Imparatorlu¬gu'nun da çökmesiyle bitecekti. Artik Ingiltere denizasiri bir güç degildi, Hindistan da Ingilizlere bagimli bir ülke degildi. Ancak bu noktaya gelinmesinde bir isim vardi ki, onun ismi Ingilizlere karsi yürütülen mücadele ile özdes hale gelecekti. Söz konusu isim Mahatma Gandhi idi. Gandhi,119 tamamen kisiliginde sembollesen "pasif direnis" yöntemiyle apayri bir mücadele önderi görüntüsü çizecekti. Onun bu çizgisi o kadar benimsenmis ve saygi görmüstür ki, bugün dünyadaki birçok barisçi gösteri ve sivil itaatsizlik hareketinde halen onun adi anilmaktadir. Ayrica bu mücadele yöntemi kendisine uluslararasi bir sayginlik getirmistir. Ne var ki, her zaman oldugu gibi barisçi tavir alislar nefret ve siddet dolu radikallerin tepkisini çekecek ve bu, Gandhi'nin hayatina mal olacakti.   Gandhi'nin Yasami Gandhi 1869 yilinda Porbandar'da dogdu. Visnucu dini gelene¬gin etkisinde yetisti. Basit bir egitim gördü, 13 yasinda iken evlen¬dirildi. Bazi seylere olan tepkisini Visnuculugun temel inançlarina uymayarak (tanritanimazlik, hirsizlik ve et yeme gibi) gösterdi. Içe kapali bir ruh hali sergiledi. Ancak zamanla tekrar dinin özüne ve Hint mitoloji ve kültürüne uygun yasama biçimine yöneldi. 1887'de Bombay Üniversitesi giris sinavlarini kazandi fakat Samaldas Collega'a yazildi. Derslerinde pek basarili olamayinca hekim olma isteginden vazgeçti ve Ingiltere'ye hukuk egitimine gitmeye karar verdi. Ancak babasi ölmüstü ve aile o siralar ge¬çim sikintisi çekiyordu. Ayrica ogullarinin orada "kötü aliskan¬liklar" edinmesinden de çekmiyorlardi. Nitekim aile meclisi Gandhi'nin Ingiltere'ye gitmemesi yönünde bir karar aldi fakat Gandhi buna uymayacakti. Egitimi için gerekli para kardeslerin¬den biri tarafindan saglandi. Mahatma da bunun karsiliginda "içkiye, kadinlara ve ete" el sürmeyecegine dair yemin ederek annesinin gönlünü aldi. Eylül 1888'de Ingiltere'deydi. Burada hukuk tahsiline basladi. Diger yandan da sosyal faaliyetlere katiliyor, içinde bulundugu yeni kültürü ve toplumu tanimaya çalisiyordu. Her ne kadar bir In¬giliz sömürgesinden gelse de Ingiltere ona yabanci bir ülkeydi. Kendini Ingilizce ve Latincesini gelistirmeye verdi. "Londra Etye¬mezler Dernegi"nin yürütme komitesinin etkin bir üyesi oldu. Di¬ni arastirmalara yöneldi. Kitab-i Mukaddes'! ve Hinduist felsefenin bas yapiti Bhagavad-Gita'yi okudu, inceledi. Ingiliz entelektüelle-riyle tanisti ve aralarinda George Bernard Shaw gibi taninmis isimlerin de bulundugu bir çevreye girdi. Sosyalist ve teosofist gö¬rüslerden etkilendi. Kapitalizmin çatisfna yaratan toplumundan, sanayinin bozucu etkilerinden arinmis bir ütopyaya yöneldi.   Güney Afrika Yillari Sonunda hukuk egitimini tamamlayip 1891'de Hindistan'a ge¬ri döndü. Ancak girdigi ilk davada basarisiz olunca bir lisede ög¬retmenlige basvurdu. Basvurusu reddedildi. Bunun üzerine geçi¬mini dava dilekçeleri yazarak kazanmaya basladi. Ancak çok geç¬meden bir ingiliz yöneticisinin tepkisini çekti ve isinden oldu. 1893'te bir sirketle sözlesme imzalayip Güney Afrika'ya gitti. Gandhi bu ülkede irkçiligin daha yeni ve sert biçimleriyle tanis¬ti. Burada Hintliler de tipki siyahi Afrikalilar gibi asagilaniyordu. Pretoria'da kaldigi süre zarfinda irk ayrimciligiyla mücadele etti ve Hintlilerin haklarini savunmak için gayret gösterdi. 1894'de Natal Yasama Meclisi'nin Hintlilerin oy kullanmamasi yönündeki yasasi¬na karsi kampanya baslatti. Yasanin çikmasi engellenemedi ama ge¬nis bir Hintli kitleyi arkasina aldi. Buradaki Hintlilerin sözcülügü¬nü üstlendi. Avukatlik yapti ve Natal Hint Kongresi'ni kurdu. 1896 yilinda, destek bulmak ve karisi ile çocuklarini yanina almak için Hindistan'a geri döndü. Dönüsünde gemiden iner in¬mez bir grup beyazin saldirisina ugradi. Ama onlardan sikâyetçi olmadi. 1899'da Güney Afrika Savasi patlak verince Ingilizlerin yaninda bir gönüllü saglik birligi kurdu. Fakat savas sonrasinda Hintlilerin konumlarinda gene bir degisiklik olmadi. Hatta isler daha da kötüye gitti. Irkçi yönetim Hintlilerin özel bir kimlik ta¬simasini istiyordu, Hintliler de buna karsi "satyagraha eylemleri¬ne"120 basladi, isin basinda gene Gandhi vardi. Bunun sonucun¬da Güney Afrika hükümeti Gandhi ile oturup konusmak zorun¬da kalacakti. Bu görüsmelerden kalici bir çözüm çikmadi ama Gandhi daha sonra çok sik kullanacagi pasif direnis metodunu bu eylemler sirasinda ögrendi ve bu yönde kendini egitti. Öte yandan Gandhi bütün bu davranislarina manevi bir temel de ariyordu. Ayni yillar içinde Hristiyanligi kabul etmesi yönünde¬ki telkinlere direndi. Tolstoy'dan müthis etkilenmisti. Kur'an oku¬du ve Hindu felsefesi metinlerini daha derinlemesine inceleme olanagi buldu. Bütün dinlerin özünün bir olduguna kanaat getirdi. Ancak manevi yol gösterici olarak genç düsünür Racçandra'nin etkisine girdi. Bundan sonra duygularini denetlemeye, asiri davra¬nislardan kaçinmaya ve maddi degerlere heves etmemeye yöneldi. Kendi benligini siki bir disiplin altina almaya basladi. Bu felsefesini her davranisinda, gündelik olaylarda da uygula¬maya koyuldu. Örnegin aldigi davalarda önce taraflari uzlastir¬maya çalisti. Avukatliktan elde ettigi geliri siyasal çalismalari için harcadi. 1904'te John Ruskin'in kapitalizm karsiti yapiti "Sonuna Kadar"i okudu ve çok etkilendi. Bunun üzerine sadece kendi emegi ile geçinmek ve dostlariyla bir arada olabilmek için Durban yakinlarinda bir çiftlik kurdu. 1910'da Johannesburg ya¬kinlarinda yeni bir Hint kolonisi olusturdu ve buraya mektuplas¬tigi Tolstoy'un adini verdi.   Bagimsizlik Hareketi Önderi Gandhi Gandhi artik mücadeleler içinde olgunlasmisti. Buna ragmen 1918'e kadar siyasal akimlardan uzak durdu, ingilizlerin baskici tavirlari ve milliyetçi muhalefeti sindirmeye yönelik hareketleri karsisinda tepki gösterdi. 1919'da Ingiliz yönetimine karsi açik¬ça tavir aldi ve mücadele baslatti. Ayni yilin ilkbahar aylarinda direnis artik ülkenin dört bir tarafina yayilmisti. Bu durum ingi¬lizlerin sert önlemler almasina yol açti. Pencap'taki gösterilerde ingiliz askerleri halkin üzerine ates açtilar ve bir katliam yasan¬di. Gandhi daha fazla kan dökülmemesi için direnisi durdurdu. Ancak o bütün Hintlilerin gözünde bir önderdi artik. Bütün direnis hareketlerini örgütleyen, hareketin arkasinda¬ki asil güçse Hindistan Kongre Partisi idi. Bu parti de Gand-hi'nin ilkelerine göre kendine bir çeki düzen verdi, Ingilizlerin Hindistan'daki bütün yasama, yürütme, yargi kurumlari ile okul ve devlet daireleri üzerindeki egemenliklerini boykot hareketi gündeme getirildi, ingilizlerin egemenligindeki her sey barisçi bir biçimde reddediliyor, muhatap alinmiyor ve itaat edilmiyor¬du, ingiliz yasalarina uymamaktan dolayi binlerce kisi tutuklan¬di. 1922 Subat'inda hareket zirveye çikti ve siddet olaylari pat¬lak verdi. Gandhi tutuklandi ve 6 yil hapse mahkum edildi. An¬cak 2 yil sonra, 1924 yilinda serbest birakildi. Bu arada, Gandhi'nin yoklugunda Kongre Partisi ikiye bölün¬müstü. Bölünmenin nedeni Ingilizlerin kurdugu yasama meclisine katilip katilmama konusuydu. Çitta Kancan Das ve Nehru'nun babasi Cavaharlal Nehru var olan kurumlarda temsil edilmeyi sa¬vunurken, Ç. Racagopalaçari ile V.C. Patel'in temsil ettigi diger kanat buna karsi çikiyordu. Bu bölünme Ingilizlere karsi muhale¬feti bir süreligine zayiflatacakti. Öte yandan tek sorun bu degildi. O güne kadar Ingilizlere karsi birlikte mücadele eden Müslüman ve Hindular arasindaki isbirligi de parçalanmisti. Gandhi hareke¬ti yeniden toparlamak ve bir hedefe yöneltmek amaciyla üç haf¬talik açlik grevine giristi. Ancak bundan bir sonuç alamadi. Bu¬nun üzerine kendisini etkin siyasetten bir süreligine geri çekti. Fakat bu fazla uzun sürmedi. 1928 Aralik ayinda Kongre Par-tisi'nin Kalküta Kongresi'nde partinin basina geçti ve Hindis¬tan'a bir yilligina "dominyon" statüsü verilmesi önerisinde bu¬lundu. Öte yandan toplumdaki kaynama sürüyordu. Bunun en açik göstergelerinden biri Ingilizlere ödenen "tuz vergisi" idi. Gandhi buna karsi bir kampanya baslatti. Kampanya dolayisiyla 60 bin kisi tutuklandi. Gandhi bir yandan da hareketi "bagim¬sizlik" talebine çekmeye çalisiyordu. Bir uzlasmaya varabilmek için ertesi yil Londra'da bir "Yuvarlak Masa Konferansi"na ka¬tildi. Ingilizler Gandhi'nin temel taleplerinden hiçbirini kabul etmediler. Konferans, Gandhi için tam bir hayal kirikligi oldu. Londra'dan döndügünde Ingilizlerin, Kongre Partisi'ne karsi tam bir sindirme hareketi baslatmis olduklarini gördü. Ikinci kez tutuklandi. 1934'te Kongre Partisi liderliginden ayrildi. Dogrudan toplu¬ma, özellikle de köylülere yaslandi. Kast ayrimini ortadan kaldir¬maya yönelik girisimleri gündeme getirdi. Is olanaklari ve egitim üzerine odaklandi. Kendisi ise Sevagram isimli bir köye yerlesti ve burada bir tür kolektif yasam kurarak köylülere önderlik etti. Kafasindaki toplumun bir prototipini olusturmaya çalisti. Ancak dünyada kosullar degismis ve II. Dünya Savasi patlak vermisti. Bu durum bagimsizlik taleplerinin bir süreligine askiya alinmasi demekti. Kongre Partisi, Hindistan'a özyönetim veril¬mesi karsiliginda savasta Müttefiklerin yaninda yer almayi karar¬lastirdi. Ancak Gandhi 1942'de "Ingilizlerin Hindistan'dan he¬men geri çekilmesi" talebini ortaya atti. Ona göre Ingilizler ken¬dilerini oyaliyorlardi ve savas sonrasi ne olacagi da belli degildi. Savasin kritik bir döneminde ortaya atilan bu talep Ingilizleri çok tedirgin etti. Kongre Partisi'nin bütün önderleri tutuklandi, par¬ti dagitilmaya çalisildi. 1945 yili geldiginde hem savas bitmis, hem de ingiltere'de Isçi Partisi iktidara gelmisti. Üstelik Ingiliz¬ler savasi kazanan taraftaydi. Ingiltere ile gerilen iliskiler yeniden yumusadi. Ingilizlerle görüsmeler baslayacakti. Görüsmelere Kongre Partisi ve Müslümanlar adina da Muhammed Ali Cinnah önderlik edecekti. "Mountbatten Plani" uyarinca Hindistan ve Pakistan olarak iki dominyon kurulmasina karar verildi.   Dinsel Çatismanin Ortasinda Fakat bu, Gandhi'nin düsledigi sey degildi. Gandhi'ye göre Hindistan bu süreçten bölünerek çikmisti. Hindistan'in 15 Agustos 1947'de bagimsizligini kazanmasi da bir ise yaramamis¬ti. Çünkü gelismeler Hindu ve Müslüman toplumu arasinda ça¬tismalarin dogmasina neden olmustu ve ülke yeniden bir ka¬osun içine yuvarlanma tehlikesi ile karsilasmisti. "Hosgörü" ve "Güven" çagrilarina bir sonuç alamayan Gandhi, toplum içinde giderek gelisen kinleri yok etmeye yönelik bir tutum içine gire¬cekti. Karisikliklar sürüp gidiyordu. Gandhi bu amaçla dinsel çatismalarin dogurdugu düsmanliklari hafifletmek için Bengal ve Bihar'i dolasmaya ve taraflara sakin olmalari uyarisinda bu¬lunmaya basladi. Eylül 1947'de Kalküta'daki çatismalara son vermeyi basardi. Ocak 1948'de Delhi'de ateskesi sagladi. Ancak bu durum, fanatik kesimlerin tepkisini çekiyordu. Gandhi'nin "barisçi" tutumu artik kendisine dönmeye baslamis¬ti. Hindu fanatikler Gandhi'yi "davaya ihaiiet"le suçlamaya bas¬ladilar. Nitekim 30 Ocak 1948'de Gandhi yanindakilerle birlik¬te aksam duasi etmeye giderken karsisina Nathuram Godse isim¬li fanatik bir Hindu genci çikti. Bu genç aniden silahini atesledi ve Gandhi'yi öldürdü. Böylelikle fanatik duygular bir kez daha barisa galebe çalmis¬ti. Hindistan'in bagimsizligina kavusmasini saglayan ve Ingiliz Imparatorlugu'nun dagilmasina yol açan ünlü lider onca yil ug¬runa savastigi, kin ve nefret duygularinin yok edilmesine yöne¬lik çabalarina ragmen bu duygulari tasiyan kisilerden kurtulama¬di. Dünyada ve ülkesinde çok küçük bir azinlik disinda herkes onu sevgiyle andi. Ne var ki, bugün bile halen Hint toplumun¬da bu anlayistan hiç nasibini almamis kisiler çikabilmektedir.121 Gandhi, sömürgecilige, irkçiliga ve siddete karsi mücadelenin simgesi haline geldi. O ayni zamanda modem toplumun reddi üzerine kurulu bir anlayisi da temsil etti. Dervisane yasami ile bi¬reysel iradenin örneklerini verdi. Acilara katlandi. Dünyada bir¬çok hareket onun ölümünden sonra Gandhi'nin "pasif direnis" anlayisini kendine metot olarak seçti. Kisaca Gandhi, ilginç kisiligi, mücadelesi ve felsefesi ile tari¬hin en farkli simalarindan biri olarak karsimizda duruyor....   Yüzyilin Suikasti: John Fitzgerald Kennedy

"Yönetici seçkinler... Dünyayi -ona sahip olmak adina-güvenlikli kilmak için hazirladiklari büyük gündeme engel teskil ettigini sezdikleri an, kendi aralarindan birini öldür' mek dahil akla gelebilecek bütün savas hilelerinden yarar' lanirlar."

Michael Parenti/ Kirli Gerçekler

  TARlHTE bazi olaylar vardir. Onlar insanligin hafizasina kazinir ve üzerinden yillar geçse de unutulmaz. Dahasi bu gibi olaylar üzerindeki esrar perdesi, aralanmaya ça¬lisildikça daha da gizemli bir hal alir. Toplum olayin ilk sersem¬ligini attiginda daha sogukkanli düsünmeye baslar ama eylemi yapanlar çoktan amaçlarina ermislerdir bile. iste bu yüzden John Fitzgerald Kennedy'nin öldürülmesi, sadece bir insanin öldürül¬mesi anlamina gelmiyordu.122 Bu ölüm ayni zamanda Amerikan tarihinin en demokrat Baskani'nin karanlik eller tarafindan planli ve taammüden yok edildigi siyasi bir "kirilma noktasi"na denk gelmekteydi. Kendisinden önce de suikasta ugramis ABD Baskanlari olsa bile hiçbiri Kennedy suikasti kadar tüm yapiyi sarsici etkide olmamistir. Surasi bir gerçek ki, Kennedy suikastindan bu yana ABD'ye hakim derin güçler daha da pervasizlasmislardir. Suna inaniyo¬rum; eger Kennedy suikasti olmasaydi Amerika'ya egemen güç¬ler, nüfuzlarini asla bu kadar katlayamazlardi ve bugün yasadigi¬miz olaylara yol açilamazdi. Kennedy suikasti sonrasi ABD yöne¬tim anlayisi adeta kimlik degistirmis ve tümüyle gözü dönmüs bir kligin eline geçmistir.124 Kennedy, kurulu düzenin bekçilerini rahatsiz eden, onlarin tekerlerine çomak sokan bir Baskan ol¬mustu. Bunun normal sonucu olarak onu ortadan kaldirmaya ka¬rar verdiler. Basardilar da! Hatta daha sonraki senatör Robert Kennedy suikasti da göz önüne alinirsa Kennedy ailesi üzerinde garip bir "kader"in (EK) rol oynadigini bile düsünebiliriz. Bu anlamda bizim "Kennedy Suikasti" olarak bildigimiz olay aslinda bir "Hükümet Darbesi" idi. Ancak bu hükümet darbesi tankla topla gerçeklesmemis; bir avuç tetikçi-organizatörün, sa¬dece birkaç mermi yakarak gerçeklestirdigi bir darbe seklinde ol¬mustur. Görünürde giden sadece Kennedy'dir. Ama onunla bir¬likte giden baska seyler de vardir. Nitekim belli kesimlerin iste¬digi politikalar, yerine geçen Johnson tarafindan neredeyse har¬fiyen uygulanmistir. Asil degisiklik, politikalar düzeyinde olmus¬tur ve buna bir "Hükümet Darbesi" denmez de ne denir?   Suikasta Adim Adim Kennedy o ugursuz Dallas ziyaretini tam 5 ay önceden125 plan¬lamis ve o güne degin "Cumhuriyetçilerin Kalesi" olarak bilinen bu sehre, popülaritesinden faydalanip durumu Demokratlar lehine çevirebilmek amaciyla gelmisti.126 22 Kasim 1963 ve Dallas isim¬leri dünya tarihine XX. yüzyilin en büyük suikastinin yapilacagi yer ve tarih olarak geçecekti. Havanin açik oldugu bir günde, Houston ve Elm caddelerinin kesistigi noktada agir agir ilerleyen Lincoln arabada JF Kennedy ve esi Jackie Kennedy halki selamla¬makla mesguldüler. Az ileride demiryolu geçidi ve hemen saginda Dallas okul kitaplari deposu görülüyordu. Ortalik sakindi... Ancak herkesin Baskan ve esine odaklandigi ve saatlerin tam 12:31'i gösterdigi bir anda Kennedy'nin öne dogru sarsildigi göz¬lendi. Ne olduysa o sirada oldu. Bir anda korumalar Kennedy'nin üzerine kapandilar ama çok geçti. ABD'nin 35. Baskani John F Kennedy vurulmustu. Onunla birlikte Teksas Valisi Connoly de yara almisti.127 îlk panik geçince Kennedy, Dallas Parland-Me-morial Hastanesi'ne kaldirildi fakat burada yapilan müdahaleler fayda etmedi ve saatler 13:00 oldugunda Baskan'm kaybedildigi haberi geldi. Bu arada bir baska kosusturma daha yasanmaktaydi. Kenndey'ye ates edilen ve "Dallas Okul Kitaplari Deposu" olarak kullanilan bina kordon altina alinmakta ve yüzlerce polis oraya dogru yigil¬maktaydi. Fakat daha ne oldugu bile anlasilmadan bir anda olayin "faili" tespit edilecektir. Bu kisi, ilgili büroya daha yeni "depo me¬muru" olarak girmis Lee Harvey Oswald'tir. Ancak ortada yoktur, çoktan depodan çikip gitmistir. O andan itibaren tüm sehir "ka-tiP'in arandigi bir av sahasina dönüsecektir. Bütün bu kovalamaca içinde Oswald'in, evinden çiktiktan sonra Patton Bulvari üze¬rinde polis memuru JD Tippit'i vurdugu söylenecektir. Ardindan kaçtigi bir sinema salonunda yakalanacak ve bugün bile ayrintisi bilinmeyen sorgudan çikartilip,128 mahkemeye giderken "Bayan Kennedy'nin dul kalmasina kafasinin bozuldugunu" söyleyen Jack Ruby tarafindan 24 Kasim'da, yani olaydan iki gün sonra tabanca ile vurularak öldürülecektir.   "Tek Basina Hareket Eden Deli" Kurami Olay görünürde böyle olmustu. Resmi agizlardan açiklanan "aktörler" de belliydi. Warren Komisyonu'nün yaptigi sözüm ona arastirmanin sonuçlari da "tek basina hareket eden deli, tek kur¬sun ve tek nisanci" kuramini destekliyor, Amerikan halki med¬ya tarafindan bu teze yönlendiriliyor, sözüm ona farkli yaklasim¬lar gelistirmesi gereken aydinlar da suskunluga bürününce tersi durumlarin da olabilecegini düsünen kimse pek kalmiyordu. Ortalik resmi palavralardan geçilmiyordu. Zaten Warren Komis-yonu'nun misyonu "gerçegi arastirmak" degil, olayin bir an önce üstünü örtmek ve "Oswald vurdu" tezine gerekçe bulmakti. Ak¬si kanitlari incelemedi bile. Tüm varlik gerekçesi, bastan beri belli resmi tezi bir kere daha teyit etmekten öteye bir sey degildi. Aralarinda daha sonra ABD Baskani olacak Gerald Ford'un da131 bulundugu komisyon "oybirligi" ile bu müthis gerçegi ka¬muoyuna ciltler dolusu sayfayla açiklayacakti! Üstelik bu "tek basina hareket eden deli" kuraminin Amerikan politik sistemi içinde özel bir yeri vardi. O güne kadar ve sonrasin¬da yapilan bütün suikastlarda bu "deli" kurami bas köseye oturmus¬tu. California Üniversitesi Ögretim Görevlisi Richard H Popkin, bu kurami hicvederek çok güzel bir izahta bulunmustu: " 'Tek basina hareket eden bir deli' kuraminin Amerikan po¬litik düsüncesinde garip bir yeri var gibi. Bu kuram önemli kisi¬ler tarafindan karsi gelinmez bir gerçek olarak ortaya kondu ve son yillarda ne zaman böyle bir vahsi olay meydana gelse hemen ardindan, daha bu görüsü dogrulayacak hiçbir kanit elde yokken, ilgililer bu kuram dogrultusunda konustular... Neden kanitlar bir yana birakilarak bu kurama böylesine inaniliyor? Bize söylendi¬gine ve ögretildigine göre, Amerika'da herhangi bir kisi bir ter¬tip sonucu öldürülebildigi halde, politikacilar ancak ve ancak münzevi psikopatlar tarafindan öldürülüyorlar." Ayni durum Oswald için de geçerliydi. Gerek bu çapta bir eyle¬min yapisi, gerekse de olaydaki birçok mantiki çeliski ve kanitlar Oswald'tn asla tek basina olmadigini, hele hele "deli" hiç olma¬digini ortaya koysa da134 senaryo geregi ona böylesi bir rol biçi¬lecek ve o da itildigi bu rolü oynayacakti. Ancak böyle bir kana¬atin yerlesmesi komplocularin çok isine yariyordu. Böylelikle kendilerini perdeleyip göz önünden çekebiliyorlar ve toplumdan gelebilecek aksi itirazlarin önünü daha baslamadan kesebiliyor¬lardi. Siradan insan düz bir mantikla söyle düsünüyordu; "Biri¬nin böyle bir seyi yapabilmesi için zaten 'deli' olmasi gerekir. O halde Oswald esittir deli!" Bu yaklasim komplo planlayicilari için çok uygun bir psikolojik atmosfer yaratmaktadir. Bugüne degin Kennedy suikasti üzerine en tutarli açiklamala¬ri getiren kitabin yazari Thomas G. Buchanan ise "Oswald'm ar¬kasinda komünistler var" iddiasi tutmayinca agirligin "deli" iddi¬asina verildigini belirterek sunlari söylüyordu: "Bu sorunun tek çözümü vardi. O da katilin deli olmasi. Bundan sonra gün geçtik¬çe açiklamalarda baski bu yöne dogru kaymaya basladi: Oswald, aklindan zoru olan bir fanatikti. Ve bir mucize gibi Ruby'nin de deli oldugu iddia edildi. Ama onunki geçici bir delilikti elbette. Mahkemede suçsuzlugu ilan edilir edilmez aklinin, onu nasil bir an içinde terk etmisse, gene bir an içinde geri dönecegi hesapla¬niyordu. Ruby'nin avukatlari onun Oswald'a kursun sikmadan he¬men önceki yurtseverce coskunlugunun -kisa süreli bir akil hasta¬ligindan- simdi kesin olarak hatirlayamadigi üzücü bir olaydan baska bir sey olmadigini söylediler. Böylece çifte cinayetin ikinci açiklamasi her iki katilin de akla uygun güdüyle hareket etmis ol¬mamalariydi. Cumhurbaskani'nin dul esinin intikamini almak için yurtsever bir vatandas bir komünist katili öldürmemisti; bir deli bir baska deliyi vurmustu. Jack Ruby'nin uydurdugu yalana inanacak kadar saf olan vatandaslara, resimli romanlari okumaya devam et¬melerini ögütlerim, çünkü tarih okumak böylelerini sikacaktir. Ama bizim burada basvurmamiz gereken kaynak tarihtir, çünkü Oswald'in deli oldugunu sananlar tarihi bir iddiayi benimsemis oluyorlar. Bundan önce Amerika Birlesik Devletleri'nde bu çesit¬ten bütün cinayetlerde Cumhurbaskani'nin katilinin deli oldugu ileri sürülmüstür."135 Peki Kennedy suikasti gerçekte kimler tarafindan tertiplen¬mis olabilirdi? Bize sunulan isimlerin disinda sakli gerçegi nere¬de aramamiz gerekiyordu? Neyi hedeflemislerdi? Olayin gerçek¬lesme biçimindeki tuhaflik ve çeliskiler nelerdi? Bu gibi sorula¬rin cevaplarini resmi agizlarin açiklamalarinda bulmak mümkün degildi. Bu sorularin cevaplarina galiba "nelerin, nasil oldu-gu"ndan ziyade "nelerin, nasil olmadigi" sorusundan hareketle varilabilirdi. Sorulari tersten sormak gerekecekti.   Otopsi Asamasinda Baslayan Gariplikler Normalde böylesine önemli bir suikastin tüm delillerinin dikkatle toplanmasi ve inceden inceye belgelenmesi gerekirdi. Ancak öyle olmadi. Tam tersine sanki gizlenmesi gereken bir gerçek varmis gibi her sey apar topar ve büyük bir gizlilik içinde yapildi. Böyle olacaginin ilk belirtileri daha olayin sicagi sicagi¬na, hastahanede otopsi esnasinda yasandi. Kennedy'nin cesedi Dallas Parkland Memorial Hastanesi'nden adeta kaçirilircasma götürülürken is üstünkörü bir otopsi ile geçistirilecekti. Ancak asil sorun burada degildi. Asil sofun Dallas Parkland Memorial Hastanesi'ndeki bulgularla Washington'daki bulgula¬rin bazi açilardan birbirini tutmamasindaydi. Örnegin bulgular merminin giris ve çikis noktalari konusunda uyusmuyordu. Dal¬las doktorlari merminin boyun açisindan vücuda girdigine deginirken, Washington'dakiler bunun merminin çikis noktasi oldu¬gunu söylemekteydi. Üstelik tek fark burada degildi. Biri mermi¬nin yüksek bir noktadan geldigini iddia ederken digeri daha al¬çak bir noktadan atildigini belirtiyordu. Ve belki de en önemli ayrim su noktadaydi; biri birden fazla mermi atildigini söylerken digeri tek mermi teorisinde israr ediyordu. Bu farklilik birilerinin doktorlara müdahalesiyle açiklanabilirdi. Ayrica otopsi raporlari imha edilmis, otopsinin filmleri ortaya çikmamis ve fotograflari kilitli kasadan çalinmisti. Bu arada sözüm ona suikasti aydinlatmak üzere eski Baskan Yardimcisi ve yeni Baskan Lyndon B. Johnson tarafindan bir ko¬misyon kurulacakti. "Warren Komisyonu" olarak da bilinen ko¬misyon, onlarca tanik ve delili inceledi. Ancak vardigi sonuçlar hayal kirici idi. Rapor sonucuna göre Lee Harvey Oswald suikasti "tek basina" ve "komünist idealler" ugruna islemisti. Warren Ko¬misyonu da "akilli kursun" teorisine saplanip kalmisti. (Katil "de¬li" olabilirdi ama kursunu pek akilli çikmisti yani!) Bu öyle bir kursundu ki, Oswald'in tüfeginden çikarak, ayni anda iki kiside birden -digeri Vali Connoly idi- tami tamina 7 yara açabilmisti. Bütün kriminoloji kurallari alt üst edilmisti. Bu ise hemen akla birden fazla suikastçi oldugu ihtimalini getiriyordu. En az iki yön¬den birden ates edilmis olmaliydi. Bir yön kitap deposu ise, digeri tam karsisi; yani demiryolu köprüsünün bulundugu noktaydi. Za¬ten olayi fark eden birçok tanik köprü yönünden de ates edildigin¬de israr etmisti.137 Ayrica olay aninda çekilen fotograflarda köprü yönünden barut dumanini andiran bir görüntü tespit edilmisti. Tabii bu "taniklar" hikâyesi de ayrica bir muamma idi. Ken-nedy suikastina bir sekilde "tanik" olmus, bilgisi veya süphesi bu¬lunan herkes süreç içinde bir bir ortadan kaldirilacakti. Durum öyle bir hal almisti ki, bütün "tesadüf ihtimallerini matematik¬sel olarak imkânsiz kiliyordu.   Zapruder Filmi Dikkate Alinmadi Bütün iddialari dogrulayan çok önemli bir maddi kanit vardi. Ne var ki Warren Komisyonu'nda o da dikkate alinmayacakti.138 Bu bir filmdi ve çekilis öyküsü tamamen bir tesadüftü. Olay günü Dallasli konfeksiyoncu Abraham Zapruder, Kennedy'yi izlemek için gelmis ve yaninda da film makinesini getirmisti. Tam Ken-nedy'nin vuruldugu açida bir noktaya kamerasini kuran Zapruder, yaklasmakta olan konvoyu görüntülemeye çalisirken yüzyilin en önemli suikastinin filmini çekecegini bilemezdi. Söz konusu film Kennedy'nin arabasinin görünmesiyle basli¬yordu. Ancak kisa bir süre sonra, arabanin arka koltugundaki Kennedy'nin birden kafasini arkaya dogru attigi görülüyordu. Kursunun gelisi ve kafatasina saplanisi o kadar barizdi ki, atis ya¬pilan yerin ancak ön tarafta bir yerlerde oldugu rahatlikla anla¬silabilirdi. Bunun kabul edilmesi demek "tek nisanci" teorisinin yerle bir olmasi demekti. Zapruder ise bu sasirtici sahne karsisinda panige kapilmamis ve büyük bir sükunet içinde filmi çekmeye devam etmisti. Arabanin bir agacin arkasina girerek kaybolmasina ragmen Zapruder, kame¬rasinin start dügmesine basmaya devam ediyordu. Ancak Zapru¬der çogu insanin yapacaginin aksine gazetelere gitmiyor,139 hiçbir sey olmamis gibi evine dönüyor ve kamerasi ile filmini sakliyordu. Fakat zamanla olay duyuluyor ve gizli servis tarafindan filmin ori¬jinaline el konuluyordu.140 Tabii Zapruder'in kendisi de bu davra¬nisindan dolayi ayrica sorusturmaya ugradi.141 Filmde ayrica dikkat çeken bir husus ise sonradan üzerinde çok konusulacak olan "semsiydi adamin" da görüntüye girmesiydi. Bilindigi üzere bu esrarengiz adamin, yaklasan arabayi suikastçilara isaret etmek için semsiyeyi açip kapadigi iddia edilecekti. Yoksa günesli bir havada kimse semsiyesini yaninda tasimazdi. Öyle veya böyle Zapruder filmi, Kennedy suikastina dair en önemli belge olma özelligini bugün de koruyor. Ve bütün kriminal bilimcilerin bu film üzerine bir kanaati varsa o da Kennedy'ye atilan ilk kursu¬nun arkadan; yani kitap deposundan degil, önden yani muhte-melen köprü veya agaçlik yönünden geldigi idi.   Garip Ölümler Kennedy suikastina sahit olmus kisiler, takip eden yillarda bir bir öleceklerdi. Bu sayi çok geçmeden 47 kisiye ulasacakti. Ki, bunlarin içinde FBI ajanlari da vardi. Bu kadar tesadüfün bir ara¬ya gelmesi ve sanki ölümün özellikle bu kisileri kovalamasi man¬tiki açiklamalarla izah edilemezdi! Sanik Lee Harvey Oswald'in, mahkemeye çikartilirken Jack Ruby tarafindan öldürülmesini, J.P. Tlppit'in Oswald'i yakalamaya çalisirken ölmesini ve sanigi öldüren Jack Ruby'nin de hapishanede birden bire "kanser" ol¬masini "normal" sayip bir yana biraksak bile, iste bu "garip ölüm¬ler"142 den bazilari: >• Polis memuru Tippit'in öldürülüsünü gören ve katilin kaçtigi arabayi bir süre izleyen, eski araba alim satimi ile ugrasan Reynold isimli kisi olaydan iki gün sonra dükkâninda vurula¬rak can verdi. Reynold, "Polisi öldüreni gördügünü ve yeni¬den karsilasirsa taniyabilecegini" söylemisti. >- Reynold'in Jack Ruby'nin barinda çalisan sevgilisi Nancy, Reynold'in "kendisine bir seyler anlattigini" söyleyince bir ge¬ce "barda olay çikardigi" gerekçesiyle tutuklandi. Ertesi gün hücresinde ölü bulundu. Polise göre Nancy "intihar" etmisti! >- Kennedy suikasti üzerine arastirma yapan, dönemin taninmis gazetecilerinden Jim Koethe, çevresine bazi ipuçlarina ulasti¬gini söylüyordu. Bir gün evinin banyosunda boynu kesilmis olarak bulundu. Katili tabii ki bulunamadi. >• Gazeteci Bili Hunter da Kennedy suikasti üzerine arastirma yapiyordu. Kendisini görmeye gelen iki polis tarafindan öldü¬rüldü, ifadelerine göre polisler, gazeteci ile sakalasmislar, bir ara tabancasini çeken polisin tabancasi yere düsüp kaza ile patlamis ve çikan kursun Bili Hunter'i vurmustu. >• Osvvald'm öldürülmesinden bir gece önce Jack Ruby'nin evindeki toplantiya katilan savci Tom Howard, ani kalp dur¬masi neticesinde öldü. Savci otopsi bile yapilmadan apar to¬par gömüldü. >• Lee H. Osvvald'in kaldigi pansiyonun sahibesi Mrs. Earline Roberts da birdenbire kalp krizi geçiriverdi. Mrs. Roberts, Oswald'i Kennedy'nin ölümünden az sonra otobüse binerken gördügünü ve Oswald ile Tippit'in ayni yöne gitmediklerini israrla iddia ediyordu. >• Wanda ismindeki esi, Jack Ruby'nin barinda çalisan boyaci Hank Killam'in bir arkadasi da Oswald'la ayni pansiyonda kaliyordu. Kulam da polis tarafindan sorguya çekilmisti. So¬nunda Dallas'tan ayrilma geregini hissetti. Ancak yerlestigi Pensacola kentinde basi boynundan kesilmis olarak bir cad¬de üzerinde bulundu. Resmi raporda Killam'in "üzerine düsen pencere cami nedeniyle kaza sonucu öldügü" yaziyordu. >• Jack Ruby ile hücresinde bas basa kalma sansi bulan -sanssiz¬ligi mi desek yoksa?- gazeteci Dorothy Kigallen, hiçbir soru¬nu olmadigi halde birdenbire "çok sayida uyku hapi yutarak" intihar etmeye karar vermisti. >• Jack Ruby'nin barinda çalisan ve olaya iliskin bir seyler bildi¬gini söyleyen striptizci kiz Karen Carlin de bir trafik kazasin¬da ölecekti! >• Ayni sekilde suikastin sahidi konumundaki bir demiryolu kontrolörü de trafik kazasinda ölecekti!. >- Oswald'i otobüsüne alip Berkley'ye götürdügünü iddia eden William Whaley'in beyanatina göre Oswald'in otobüse bin¬me saati ile suikast saati birbirine uymuyordu. Soför, suikast aninda Oswald'in otobüste ve yaninda oldugunu ileri sürü¬yordu. Ancak bir gün otobüsünün frenleri patladi ve bir dire¬ge bindirerek öldü. 35 yillik soförlük hayatinda bir kez bile kaza yapmayan Whaley, kaza neticesi oluvermisti! >• Tanik durumundaki Lee Bovvers, Kennedy'ye kitap deposun¬dan degil, yolun diger yakasindan iki kisinin ates ettigini öne sürüyordu. Taniklik yaptiktan kisa bir süre sonra oluverdi. Ölüm nedeni bilinmiyor. >- Polis Tippit'in öldürülüsüne sahit olan bir baska tanik Edward Benarides idi. Kisa süre sonra aniden öldü. Nedeni bilinmiyor. >• Bu listede bir ölüm daha vardir ki, izleri garip bir isme ve adre¬se çikmaktadir. Bu izin sonucunda ulasilan isim, Kurukafa-Ke-mikçi eski CIA ve ABD Baskani ve simdiki Baskan George W. Bush'un babasi George Herbert Bush'tur. Bush, aslinda CIA'in bir paravan sirketi olan ve CIA'in örtülü operasyonlari için kurdurulmus bulunan "Zapata Petrol" eliyle Domuzlar Körfezi harekâtini organize edenler arasindadir. Bu sirket, Kübali göç¬menlerin devsirilmesi ve egitilmesinde kullanilmistir. Bilindi¬gi üzere Bush, daha sonra da CIA Baskanligi yapacaktir. Bush ve Kennedy suikasti arasindaki dikkat çekici ölüm olayi ise su¬dur: Kennedy'yi vurdugu iddia edilen Lee Harvey Oswald ile Dallasli bir Rus göçmeni olan George de Mohrenschildt ara¬sinda bir iliski oldugu tespit edilmistir. Warren Komisyonu bu iliskiyi de arastirir. Ancak komisyon Mohrenschildt ile görüs¬meden az önce, söz konusu kisi Florida Palm Beach'de ölü bu¬lunur. Resmi açiklama "intihar" seklindedir. Ancak karisi "in¬tihar'.' açiklamasini reddeder ve Mohrenschildt'in zihninin çesitli ilaçlarla kontrol altina alindigini iddia eder. Ancak bu olayda daha da ilginç bir sey vardir. Mohrenschildt'in üzerin¬den çikan adres defterinde su ibare göze çarpmaktadir: "Geor-ge H.W. (Popy) 1412 W. Ohio Also Zapata Petrolium Mid¬land." Mohrenschildt'in "Oswald'i yönlendiren ajan" oldugu düsünülmektedir. Peki ama Mohrenschildt'i kimler yönlendir¬mektedir ve Bush'un adresi Mohrenschildt'in üzerinde ne ara¬maktadir? Alin size bir ilginç soru daha...   Suikastin Bas Aktörü Oswald Birden bire yüzyilin suikastinin bas aktörü durumuna gelen Oswald kimdi? Nasil olmustu da Kennedy'nin öldürülmesinin merkezindeki isim olmustu? Dahasi Oswald'in bu olaydaki rolü neydi? Herkese ilan edildigi gibi Kennedy'nin "katili" miydi yok¬sa "masum" muydu? Veya bilmedigimiz baska bir rolle mi orada bulunuyordu? Oswald'in komünizmle iliskisi ne idi? Simdi Os-wald'in hayat çizgisine bir göz atalim.. Lee Harvey Oswald, 18 Ekim 1939 tarihinde New Orleans'ta dogdu. Babasini çok küçükken kaybeden Osvvald'in annesi yeni¬den evlenmis ama bosanmisti. Bir süre yetimhanede kalan Os-wald, daha sonra annesi ile birlikte 17 yasina kadar sehir sehir dolasti. 24 Ekim 1956'da ABD Deniz Kuvvetleri'ne yazildi. Bir süre Floride-Jacksonville Deniz Hava Üssü'ndeki Havacilik Esaslari Okulu'na devam etti. Burada radar, harita okuma ve ha¬va trafigini kontrol gibi bilgiler edindi. (Uzmanlik alanlarinin içinde "nisancilik" yok!) Kendisine yüksek düzeyde "gizlilik" de¬recesi olan güvenlik belgesi verildi. Bu arada Rusça derslerine devam etmeye basladi.144 Deniz istihbaratinda görev aldi. Daha sonra da CIA'in hizmetine girdigi saniliyor. 11 Nisan 1958'de yasadisi silah tasimak suçundan 6 ay hapis cezasi aldi. 27 Hazi-ran'da bir subayin basindan asagi içki bosalttigi için 17 gün hap¬se mahkum edildi. Daha sonra 4 Eylül 1959'da aniden pasaport basvurusunda bu¬lundu. 20 EylüPde New Orleans'tan yola çikan Oswald, 8 Ekim'de Fransa'ya, oradan da uçakla Helsinki'ye geldi. 15 Ekim'de Sovyetler Birligi'ne giris yapacakti, 16 Ekim'de Mosko¬va'ya ulasti, yaninda sadece 203 dolari vardi. Fakat Rus yetkililer Oswald'tan en geç 21 Ekim saat 8'e kadar ülkeyi terk etmesini is¬tediler. Ayni gün bileklerini kesen Oswald, Botkinskaya Hasta-nesi'ne yatirildi. 4 Ocak 1960'da bir yil SSCB'de kalma izni alan Oswald, bu iznini 1961'de bir yil daha uzatti. 5 Ocak 1960 tari¬hinde 5 bin ruble karsiliginda Minsk'deki Belorussian Radyo-TV fabrikasinda teknisyen olarak göreve alindi. 30 Nisan 1961'de, o esnada 19 yasinda olan Rus Marina Nikolaevna ile evlendi. 15 Subat 1962'de bir kiz çocuklari oldu. Çocuga Juna Lee Oswald is¬mi verildi. *45 Ancak Oswald, daha sonra SSCB'den sikildigini öne sürerek tekrar Amerika'ya dönmek için ABD Elçiligi'ne bas¬vurdu. 13 Haziran 1962'de SSCB'den ayrildi. Onu karsilayanlar tabii ki FBI ajanlari oldu. Ama sorgulamak için degil, "gümrük is¬lemlerinde yardimci olmak" içindi bu. Bundan sonra Oswald'in davranislari daha da karmasik bir hal aliyor ve onu suikast gününe getiren olaylar zincirinde bir halka teskil ediyordu. Örnegin Ocak 1963'te posta yoluyla bir tabanca ve bir de tüfek almisti. Ayrica 10 Nisan 1963'te asiri sag¬ci görüsleriyle taninan General Dealey'e ates etmis ama vurama-misti. (Bu ya kurmaca bir saldiriydi ya da Oswald'in aslinda "kö¬tü bir nisanci" oldugunu gösteriyordu.) Daha sonra New Orleans'a geçerek "Küba'ya Adalet Komite¬si" sorumlusu rolünü oynadi. Castro yanlisi brosürler dagitti. Eylül 1963'te Meksika'ya gitti ve Küba için vize almaya çalisti, oradan da SSCB'ye geri dönmeye çalisti ama basaramadi. Ekim'de Dal¬las'a dönerek "Okul Kitaplari Deposu"nda "sabikali bir komünist" olarak ise basladi. Suikast oldugunda bu isyerinde daha bir ayini bile doldurmamisti. Sonrasini biliyoruz. Bize anlatilan hikâyeye göre Oswald, Kennedy'ye bu depodan ates etmis, onu öldürmüs, sonra elini kolunu sallayarak disari çikmis, üstelik bir de polis me¬muru Tippit'i vurup yakalanmis ve en sonunda da mahkemeye çi¬karilmak üzere iken Jack Ruby tarafindan vurulmustu. Gizli servislerin adam kullanma ve harcama metodlari açisin¬dan bakildiginda Oswald "ideal bir suikastçi" adayi idi. Agresif ve sorunlu bir kisiliginin olmasi,146 "komünist geçmisi" ve SSCB'de yasayip bir Rus kiziyla evlenmesi onu "ideal bir suikastçi" kiliyor¬du. Amaçlanan açisindan bakildiginda Oswald'tan iyisini bul¬mak neredeyse imkânsizdi. Ama bütün bunlar onu bir "suikastçi katil" yapmaya yeter miydi? Elbette hayir! Ama kimilerinin san¬digi gibi "masum" yapmaya da yetmezdi. Olaylarin gelisiminden öyle anlasiliyor ki, Oswald sadece bir "piyon"du ve ne için kulla¬nildigini anladigi anda artik kendisi için çok geçti. Bu anlamda Oswald'in komplo ile bir ilgisi bulunmadigi ve tümüyle "masum" oldugu yönündeki tüm teoriler geçersizdi. O günkü kosullarda ka¬muoyu ya siyah ya beyaz seklinde düsündügünden (ya da öyle yönlendirildiginden) aradaki gri tonlar es geçilmise benziyor. Os-wald'i bu olayda bir "tetikçi"den ziyade yönlendirilmis bir "yem" olarak düsünmek için çok fazla geçerli sebebimiz vardir.   Muhtemel Senaryo Peki gerçek durum ne idi? Verilerle de desteklenen muh¬temel senaryo söyle olmaliydi: >• Oswald önce deniz  istihbarati adina çalismis ama sonra FBI'ya, oradan da CIA'e geçmis bir ajandi. >• Oswald'in Sovyetler'e gönderilmesi bir tür istihbarat faaliye¬tiydi. >• Oswald'm komünistligi hikâyedir. Hiçbir zaman Amerikan sol-sosyalist-komünist çevrelerinde yer almamis, bu yöndeki hiçbir kurulusa üye olmamistir. Sadece Amerikan Komünist Partisi'ne bir mektup yazarak tanitim brosürü istemistir. Za¬ten komünist olan birisinin Parti'den basit propaganda bro¬sürleri istemesi daha bastan saçmadir. >• Osvrald'in "Castro yanlisi komite" üyeligi tümüyle uydurma¬dir ve bu bir CIA görevidir. Oswald'm dagittigi bildirileri al¬digi adres 544 Camp Street'teki bina ayni zamanda Castro karsiti ve CIA tarafindan finanse edilen bir gruba aitti. >• Oswald kendine biçilen rol dogrultusunda seçilen imaji ta¬mamlayici faaliyetler içine sokulmustur. >• Bu arada hakkinda uydurma deliller hazirlanmistir. (Castro yanlisi imaji, radyoda konusturulmasi, silah tamircisine onun adina ve ona benzeyen bir kisi tarafindan tamir için tüfek bi¬rakilmasi vb.) >• Yine Oswald'a Dallas'a gitmesi söylenmis ve kendisine orada¬ki devlet kitap deposunda bir is bulunmustur. Yoksa adi ko¬müniste çikmis bir kisinin o yillarin Amerika'sinda, Dallas gi¬bi fanatik anti-komünist bir kentte, hem de bir devlet daire¬sinde ise girmesi imkânsizdir. >• ihtimal ki Oswald orada bir "lojistik eleman" olarak bulunu¬yordu. Silahi sokma, suikastçilari kollama gibi. Eylemin ken¬di üzerine yikilacagindan habersizdi. >• Tetikçiler yukaridaki depoda kizarmis tavuk yeyip, gazoz ve sigara içip Kennedy'nin otomobilini beklediler. (Rastlanti eseri suikasttan 10 dk. önce çekilen bir fotografta depoda iki kisi oldugu görülüyordu.) >• Suikast sonrasi silahta Osvvald'in parmak izleri bulunamadi. Olay yerinde bol sayida sigara izmaritine rastlandi. Oysa Os-vvald'm sigara içmedigi biliniyor. >• O kargasa içinde tetikçiler yanlarinda getirdikleri polis üni¬formalarini giyip polislerin arasina girerek kayboldular. >• Oswald'in çembere alinmis binadan kolay kolay çikmasi im¬kânsizdi. Ama çikabildi. Tabii ki pesinde polisten biri ya da birileri olarak. >• Oswald'in "katil" olarak öldürülebilmesi için oradan uzaklas¬tirilmasi gerekiyordu. >• Daha orada kimin çalistigi bile bilinmeden birdenbire Os-vrald'm katil ilan edilmesi Oswald'in asil rolünün simdi bas¬ladiginin bir göstergesiydi. >• Oswald'in nerede oldugunun dakika dakika saptanmasi an¬cak pesindeki polis detektiflerinin varligi ile açiklanabilirdi. >• Oswald komplodaki gerçek rolünü hissettigi anda is isten geç¬misti. Oswald'in aranan biri olarak evine gidip silahini almasi, komplocu arkadaslarindan korunma geregini fark etmis olma¬sindan dolayiydi. Evinden panik içinde çikmasi bu yüzdendi. 5=- Polis memuru J.D. Tippit'le karsilasmalari tesadüf degildi. Tippit onu bekliyordu. Kendi mintikasi disinda sözüm ona tek basina devriye gezen Tippit, senaryoya göre Oswald'i Dal¬las sinirlari disina çikartacak kisiydi. Ama orada bulunus ne¬deni artik "Kennedy'nin katili"ni vurmakti. O da Dallas çe¬tesine dahildi ve Jack Ruby'nin arkadasiydi.147 Kendisine "Kennedy'nin katilini vuran polis" söhreti getirecek ve terfi ettirecek bu eylemi gönüllü üslenmisti. Ayrica Oswald'la da tanisiyorlardi. Ancak Oswald, Tippit'in niyetini sezdigi an ondan önce davranip Tippit'i vuracakti. >• Oswald, daha önceden kararlastirildigi üzere suikast koordina-törüyle bulusmak üzere Teksas sinemasina gitti ama siradan po¬lislerle karsilasti. Yakalandi. Bu, komplocularin hiç istemedigi seydi. Çünkü Oswald, her seyi itiraf edebilir, tüm suikast çetesini ele verebilirdi. (Belki de verdi. Bilemiyoruz. Çünkü bu sor¬gunun tutanaklari ve Oswald'in polis ifadesi ortada yok!) ihti¬mal ki onu sorguya çekenler de çetenin polisteki üyeleriydi. >• îs yarim kalmisti ve bu görev de Jack Ruby'ye düsüyordu. Dal¬las çetesinin mafyadaki ayagi Ruby, kollari sivayacak ve Os-vvald'i kameralar önünde vuracakti. >• Figüran bir baska figüran tarafindan ortadan kaldirilmisti. Ve ikinci figüran da daha sonra ortadan kaldirilacakti. isaret Edilenler Olayin gerçeklesme biçimi muhtemelen yukaridaki gibiydi. Ancak olayin arkasinda hangi güç veya güçler oldugu sorusu ce¬vaba muhtaç görünüyordu. Daha dogrusu Kennedy'ye suikast için derinlerde kimler start vermisti? Kennedy'nin baskanliktan uzaklastirilmasi kimlerin isine yaramisti? Hiç süphesiz bu konu¬da o günden bugüne muhtelif iddialar ortaya atildi. Bu kesimle¬rin kimler olduguna dair yaklasimlara geçmeden bir nokta üze¬rinde durmakta yarar var. Kennedy'nin ölümüne karar verenlerin Kennedy'den kork¬malari için bazi öncelikli nedenleri vardi. Kennedy'yi "sistemi tehdit edecek bir unsur", "sistem içinde bir çiban basi" olarak görmelerini düsündüren nedenler sunlardi: >• Kennedy ailesinin politikada etkin olmasini istemiyorlardi. Böyle giderse Kennedy'nin bir dahaki seçimleri almasi da ga¬ranti gözüküyordu. Bu ise kendi politikalarinin bir süre daha Beyaz Saray tarafindan destek bulamayacagi anlamina geliyor¬du. Dahasi, ardindan ikinci kusak Kennedy'ler (Robert ve Ed-ward) gelebilir ve Amerikan sisteminde bir "Kennedy Hane¬danligi Dönemi" açilabilirdi. Çünkü Amerikan politik yasa¬minda (Daha sonraki Baba-Ogul Bush dönemini saymazsak) hiçbir aile böylesine büyük bir politik gücü avucuna almamis¬ti. Üstelik bu güç, derinlerdekilerle çatisan bir güçtü. Onlarin gelecek projeksiyonlarinda 25 yillik bir Kennedy'ler dönemi pekala mümkündü. Bunu demokratik yollardan engellemek mümkün görünmüyordu. Onun için suikast karari aldilar. Söz konusu güçler bu konuda öylesine kararliydilar ki, Kennedy ai¬lesinden bir can daha alacaklardi: Senatör Robert Kennedy. >• O güne kadar ABD Baskanlarinin hiçbiri CIA, FBI ve Pen-tagon'la ters düsmemis, genel politikalarinda hep uyumlu davranmislardi. Oysa Kennedy bu yapilarla uyumlu davran¬mak bir yana sürekli çatismis, iliskileri hep kopuk ve düsman¬ca olmustu. Dahasi, Kennedy ilk firsatta bu teskilatlari devre¬den çikarmayi, onlara çeki düzen vermeyi ve reorganize et¬meyi planliyordu. >• Kennedy ayrica ve belki de en önemlisi askeri harcamalarda kisintiya gitmeyi, birçok eyaletteki ve denizasiri yerlerdeki toplam 77 üssü kapatmayi düsünüyordu. Ayrica Vietnam'da¬ki "danisman"larin kademeli olarak geri çekilecegini planla¬misti. ABD'nin emperyal davranisini frenlemek istiyor ve ül¬keyi 1898 öncesi çizgisine çekmek istiyordu. >- Ayrica anti-tekel yasalara dayanarak birçok sirket birlesmesi¬ni engellemis, Teksas petrolcülerinin vergi indiriminden ya¬rarlanmasinin önünü kesmisti. >- Yani sira Kennedy'nin zenci haklarini desteklemesi, özellikle güney eyaletlerinde ve WASP unsurlarda Kennedy'ye duyu¬lan nefreti kamçiliyordu. >• En önemlisi SSCB ile anlamsizca didismeyi birakip, herkesin yönetim ve rejimine saygili, nükleer silahlan sinirlanmis ve üretimi durdurulmus yeni bir dünya dengesi hayal ediyordu. >- En yakin hedefinde ise Vietnam'dan çekilmek vardi. Buna uygun formül ariyordu. >• Ayrica Küba'yi isgal planlarindan vazgeçilmesini istemisti. Bu amaçla Kübali unsurlardan olusan yeni bir kontr-gerilla ha¬zirligini dagitmisti. Richard H. Popkin bu durumu söyle ifade ediyordu: "Kurduk¬lari plan, bu gruplarin ortak çikarlarinin, gerçek bir Kennedy devri baslamadan Amerikan politikasini degistirmek oldugunu gösteren dogal bir motifle ise koyulmasindan aliyor gücünü. Kennedy'nin 1963 yilinda yaptigi konusmalarin yorumu, onun Amerika'nin dünyada oynadigi rolde oldukça büyük bir yenilik yapmak istedigini ve iktidari kimin yürütebilecegi ile ilgili te¬melden bir degisiklik aradigini gösteriyor. Belli basli hakim grup¬lari tehdit ediyordu böylece." Bütün bunlar birilerinin gözünde Kennedy'yi "basdüsman" ve "komünist" yapmaya yetmisti. Simdi "kimler" sorusuna ve üreti¬len yaklasimlarin mantiga ve verilere uygunluguna bir göz atalim: Castro Yanlisi veya Karsiti Unsurlar: Bu yaklasima göre Fi-del Castro, ABD'nin Küba'ya yaptiklarinin intikamini almak ve buna boyun egmeyeceklerini göstermek için Kennedy'yi vurdur-mustu. Ancak gerçekler tam tersiydi. Domuzlar Körfezi Çikar¬masi Kennedy zamaninda gerçeklesse de planlanmasi Kennedy dönemine ait degildi. Üstelik Kennedy'nin iktidarinin ilk za¬manlarina denk gelmisti. Kennedy'nin bu girisimi yokusa sürme¬ye çalistigi ve daha sonra gözü dönmüs Pentagon generalleri ile CIA'cileri nasil ekarte ettigi biliniyor.148 Nedense "ABD'nin bumu dibinde var olma savasi veren küçücük Küba niçin bu ise kalkissin?" diye soran yoktu. Bu tezin "Kennedy'den nefret eden Kübalilar" versiyonuna gelince, suikastin organizasyonunda Kü¬bali tetikçiler yer alsa da bunlar tümüyle CIA denetimindeki un¬surlardi. Dolayisiyla kafasi bozuk birkaç Kübalinin bu isi kendi baslarina yapmalarinin imkân ve ihtimali yoktu. Sovyetler Birligi: 1960'larin kosullarinda dünya keskin bir sekilde iki kutba bölünmüstü. Bir yanda liderligini ABD'nin yaptigi kapitalist "Bati". Diger yanda ise liderligini Sovyet Sos¬yalist Cumhuriyetler Birligi (SSCB)'nin yaptigi sosyalist sistem "Dogu" Bloku. Tabii Oswald, "komünistligi"nden ve bir dönem SSCB'de yasamis olmasindan dolayi (ki, zaten bu yüzden Os-wald "yem" olarak seçilmisti) hemen sagin ihtimalleri arasinda bas köseye koyuldu. Oysa ayni dönemde SSCB de Oswald'in "Amerikan ajani" olmasindan süphelenmis ve onu basindan de¬fetmenin yollarini aramisti. O günkü kosullarda ABD'nin basin¬da Kennedy gibi yumusama yanlisi bir liderin bulunmasi bir sansti. Kennedy'nin iktidarda bulunmasi SSCB'nin de isine ge¬liyordu. Ünlü füze krizinde oldugu gibi Kennedy ve Krusehev so¬runu rahatlikla halletmislerdi. Amerikan Komünistleri: Kimilerine göre de, Oswald bir "komünist" olduguna göre bu suikast, ülkeyi anarsiye sürükle¬mek isteyen komünist güçlerin bir tertibi olmaliydi. Oysa ne Os-wald komünistti ne de arkasinda komünistler vardi. ABD Ko¬münist Partisi son derece küçük ve sürekli takip altinda bir par¬tiydi. Dahasi Amerikan komünistleri Kennedy'nin politikalari¬na karsi çikmamislardi. Kennedy'yi vurmalari için en ufak bir nedenleri yoktu. Nitekim onca arastirmaya ragmen en küçük bir bag bile bulunamamistir. Bu tez o kadar saçma idi ki, zaten kisa sürede gündemden düstü ve "Oswald'in deliligi" ön plana çikti. Ama gene de asiri sag tarafindan sik sik kullanildi. Amerikan Asiri Sagi: Amerikan asiri sagi Kennedy'nin "ko¬münist politikalar" izlemesinden rahatsizdi. Bunun üzerine Ken¬nedy'yi yok etmeye karar verdiler. Kennedy'yi demokratik yol¬lardan veya basit komplolarla devirmek mümkün görünmüyor¬du. Ancak bu tez de tek basina ele alindiginda havada kaliyordu. Gerçi Kennedy suikastina askeri-sinai kompleks içindeki asiri sag unsurlar karar vermisti ama bu bir sagci grup isi degildi. Ayrica Soguk Savas kosullarinda CIA'den, FBI'dan ve benzeri yapilar¬dan bagimsiz bir "sag" ne ABD'de olmustu ne de dünyanin bas¬ka bir yerinde. Silah Sanayinin Devleri: En mümkün teoriler arasinda gö¬rülmekteydi. Kennedy'nin saldirgan olmayan tavrindan musta¬riptiler. Özellikle Vietnam'a yönelik yaklasimlarinda bu net ola¬rak görülüyordu. Bu anlamda gelecegini savasa baglamis silah sa¬nayicileri gözünde Kennedy "hain" statüsündeydi. Kennedy'nin uzaklastirilmasinin onlarin isine gelecegi açikti. Nitekim Ken¬nedy'nin ölümünden sonra Amerika'nin Vietnam'la ilgili politi¬kasi sertlesmis, Johnson ise hem Vietnam'a yeni birlikler gön¬dermis, hem de ek fonlar saglayarak silah sanayinin durumunu dikkate almisti. Mafya ve Derin Devlet Isbirligi: Kennedy'ler mafyanin tep¬kisini de çekmisti. Özellikle Adalet Bakanligi mafyayi siki taki¬be almis, soluk aldirmaz duruma getirmisti. O güne kadar mafya ile içli disli olan kimi devlet organlari giderek mafyayla aralari¬na mesafe koymaya baslamislardi. Devletin o güne kadarki, "Görmezden gel" ve "Kirli islerini mafyaya havale et" politikasi asiniyordu. !49 Göze çarpan bir baska olgu ise Oswald'i öldüren Jack Ruby'nin de bir mafya üyesi oldugu idi.150 Mafya ayrica Vi¬etnam Savasi'nin bitmesini de istemiyordu. Ordudaki bazi subay ve pilotlarin isbirliginde Uzak-Asya'dan tonlarca uyusturucu ta¬siyorlardi. Mafya da aslinda tipki Amerikan sagi gibi devletten bagimsiz bir olgu olmamisti hiçbir zaman. Devletin dogrudan ya¬pamadigi isler (adam öldürme, grev kiriciligi, para aklama vb) gene devlet birimlerince mafyaya ihale ediliyor ve mafya da isi üstleniyordu. Belli ki, Kennedy cinayetinde de mafya unsurlari lojistik ve taseron olarak kullanilmisti. Yoksa bir ABD Baskani¬ni öldürmek, mafya bile olsa kimsenin tek basina ve devlet için¬den destek almadan yapabilecegi is degildi. CIA ve Pentagon içinde Bir Klik: Duruma en uygun adres olarak gösterilen seçenek buydu. Bu yaklasima göre, Pentagon ve CIA'deki sertlik yanlilari Kennedy'nin "ilimli" yaklasimlarindan rahatsizdi. Domuzlar Körfezi olayinda Kennedy'nin isteksizligi, Füze Krizi'ndeki yumusak tavri bu kesimleri tedirgin etmisti. CIA, Küba'daki Castro rejimini devirmeyi temel mesele haline getirmisken, Baskan bunu pek önemser gibi davranmiyordu. Da¬hasi CIA içindeki Sahinlerin ikinci ve yeni bir hareketinin önü¬nü kesmisti. CIA denetimindeki kontgerilla kamplarina baskin yaptirarak hepsini darmadagin etti. Bir adim daha atarak CIA Baskani Ailen Dulles'i görevden aldi. Bütün bunlar CIA-Penta-gon içindeki "Sahinler" için yeterli bir suikast gerekçesiydi. FBI Baskani Edgar Hoover: FBI Baskani Hoover, Kennedy kardeslerden özellikle nefret ediyordu ve Kennedy'nin ölümün¬den çikari olabileceklerin basinda geliyordu. Kennedy'nin öldü¬rülmesi planina katilip katilmadigi kesin olarak bilinmiyor. Ama bazi seylere göz yumdugu kesin. Mafya santaj yaparak bu iste Hoover'i kullanmisti.151 (Ilginçtir Hoover da daha sonra evinin banyosunda ölü olarak bulunacakti.) Bununla birlikte Kennedy'ye yapilan komplonun Hoover'm evinde planlandigi da iddia edilmistir. O günkü toplantida Teksasli petrolcü çetesi¬nin de oldugu ileri sürülmüstür. Baskan Yardimcisi Lyndon B. Johnson: Bu isten görünürde bir kisi kârli çikmisti: Baskan Yardimcisi Lyndon B. Johnson. As¬linda Kennedy aradan çikarilmasa hiçbir zaman ABD Baskani olamayacak bu klasik politikaci, ne Kennedy'nin karizmasina sa¬hipti ne de sayginligina. Üstelik Kennedy ile Johnson hem kisi¬lik hem de yürütülen politikalar konusunda birbirleriyle anlasa-miyorlardi. Suikast Johnson'i otomatik olarak Baskanlik koltu¬guna oturtacakti. Bu arada Kennedy'nin Johnson'i bir "ayakba-gi" gibi gördügü ve ilk firsatta ondan kurtulmayi kafasina koydu¬gu da biliniyordu. 1964 seçimleri yaklasiyordu ve Kennedy'nin onu tekrar yaninda görmek istemeyecegi asikârdi. Johnson suikastin gerçek baglantilarinin ortaya çikmamasi için elinden geleni yapti. Baskanligi ele geçirdikten sonra Ken¬nedy'nin politikalarindan 180° derecelik bir sapma yaptigi da bi¬liniyor. Kisaca Kennedy suikasti denen olay aslinda bir bakima "Johnson'm gizli darbesi" gibi duruyordu. Nitekim son zamanlarda yazilan bir kitaba göre Baskan John¬son suikasttan dogrudan sorumluydu ve planlamasini bizzat ken¬disi yapmisti. Iddianin sahibi, ayni dönemde Johnson'm yakin çevresinde bulunan kisilerden Billie Sol Estes idi. Estes'in anlat¬tiklarini kitaplastiran ise iki Fransiz gazeteci; William Reymond ve Bernard Nicolas idi. Tam 5,5 yil süren bir arastirmanin ürünü olan kitap "Son Tanik" ismini tasiyor. Teksasli bir pamuk islet¬mecisi olan Estes, Johnson'm en önemli mali destekçileri arasin¬da sayiliyor. Estes'in naklettiklerine göre 1960'li yillarda ipleri ele geçirmek isteyen güçlü bir klan vardi. Teksas petrolcülerinin çikarlarini korumak için örgütlenen bu klan ayni zamanda Beyaz Saray'dan dagitilan ihaleleri de kapmak istiyordu. Bu kesimlerin Baskanlik koltugunda görmek istedikleri kisi ise Kennedy degil, Johnson'di. Estes'le bu amaçla dogrudan iliski kuran kisi, John¬son'm politika danismani Cliff Carter'di. Estes'in naklettigine göre Carter, 1971'de ölmeden 36 saat evvel kendisine her seyi itiraf etmis, planlayicilar arasinda kendisinin de yer aldigini ve tetigin çekilmesi emrini ise bizzat Lyndon Johnson'in verdigini nakletmistik2 Estes'in isaret ettigi bir diger nokta da agabeyi gibi suikasta kurban giden Bob Kennedy'in de Teksasli is adamlari çevresiyle kiyasiya bir mücadele sürdürdügü idi. Bob Kennedy, Lyndon Johnson ve çevresindeki çikar çemberini açiklamasi için Estes'e baski yapmisti. Estes "Baskiya boyun egmedim, hiç konusmadim. Konussaydim eger aninda öldürülürdüm. Simdi elimdeki Cliff Carter kasedi, can güvenligim!" demekteydi. Ancak Estes'in bir uyarisi vardi ki, 11 Eylül'den bu yana ya¬sananlari açiklamakta anahtar olabilirdi: "1963 yilindan önce var olan sebeke günümüzde de mevcut. Taslari yerine koyun, ne dedigimi anlarsiniz." Aslina bakilirsa Kennedy ile Johnson çoktandir sürtüsüyorlar¬di. Johnson, Kennedy'nin birçok kararina katilmadigini belli edi¬yor, karsi çikamadiklarini ise dolayli yollardan engellemeye çalisi¬yordu. 22 Kasim 1963 sabahi birlikte, aralarinda Jackie Kennedy oldugu halde kahvalti ederlerken çekilmis o fotograftaki gülüm¬seyisler tümüyle sahte idi. Üstelik Kennedy'yi Dallas'a gitmesi için ikna eden de Johnson'di, olaydan sonra apar topar Baskanlik yemini ederek tüm ipleri eline alan da.155 Suikastin sorusturma¬sina daha ilk andan müdahale eden ve sanki suikasti ortaya çikar¬mak için degil de örtbas etmek için ihdas edilmis gibi davranan "Warren Komisyonu"nu kurduran da oydu. Ve tabii Kennedy'nin ardindan "Baskanin üzgün mesai arkadasi" rolünü oynayan da oydu. Suikast sonrasi iktidari ele geçiren Johnson'in, Baskanin dul esine karsi saygili davranmadigi da söylenmekteydi.156 Evet, bugün gelinen noktada ilginç iddialar ortaya atiliyor ve Estes'in anlattiklarindan yola çikarak kitap su yargiyi pekistiri¬yor: "Billie Estes'e göre, John ve Robert Kennedy kardesler, Johnson'in mafya baglantilarindan ve Teksas'taki yasadisi uygu¬lamalarindan kusku duyuyorlardi. Ancak parti politikasi yüzün¬den Baskan yardimcisiyla iyi geçinmek zorundaydilar. Özellikle Robert Kennedy, Johnson'a hiç güvenmiyordu. Lyndon Johnson suikasti sadece Baskan olabilmek için degil, ayni zamanda Tek-sas'ta adamlariyla birlikte çevirdigi oyunlarin ortaya çikarilmasi¬na ramak kaldigini anladigi için planlamisti. Johnson'in Dal¬las'taki adamlari mükemmel bir suikast senaryosu hazirlamislar¬di ve her sey planlandigi gibi yürümüstü." Israil ve Mossad: Bu yaklasimi savunanlara göre Ken-nedy'nin israil'le arasi açikti. Bu ise ABD'deki Yahudi lobisi ve sermayesini karsisina almasi demekti. Zaten Kennedy lobinin destegi olmadan Baskan seçilmisti. Üstelik Kennedy'nin Yahu¬di lobisiyle çatismasi Baskan seçilmesinden öncelere kadar git¬mektedir. Yahudi lobisi "Israil'e destek vermesi" karsiliginda Kennedy'ye kampanyasi için yüklü miktarda yardim yapmayi teklif etmisti. Kennedy bu uygunsuz teklifi reddetmis ve "Ken¬dimi hakarete ugramis gibi hissettim" demisti. Ancak Kennedy'ye tavir almalarinin asil nedeni bu degildi. Kennedy ile israil arasindaki asil çatisma israil'in nükleer programi dolayisiyla patlak vermisti. O zamanki israil Basbakani Ben-Gu-rion ülkesini bir nükleer güç yapmak istiyordu. Kennedy ise dün¬yadaki nükleer yarisi durdurma amaci dogrultusunda israil'i bu girisiminden caydirmaya çalisiyordu. Ayrica Kennedy Araplara karsi tutumunda da oldukça esit¬likçiydi. Üstüne üstlük bir de Cezayir'i desteklemesi, bardagi ta¬siran son damla oldu. Kennedy Misir'la da olumlu iliskiler kur¬ma pesindeydi. Bu teze göre Kennedy'nin günden güne güçlen¬digini ve yeni bir seçimi de kazanacak durumda oldugunu gören Israil ve Yahudiler kendileri için ayak bagi olan bu tehlikeyi ber¬taraf etme karari aldilar. Bunun üzerine kendilerine yakin duran Baskan Yardimcisi Johnson üzerine oynamaya karar verdiler. Lo¬bi, önlerindeki sorunu çözecek ideal Baskanin Johnson oldugu¬na karar verdi. Üstelik Kennedy'nin ortadan kaldirilmasi duru¬munda, Johnson seçim riskine girmeden kolayca Kennedy'nin koltuguna oturacakti. Bu nedenle Mossad, ABD içindeki yan-daslariyla birlikte oldukça sofistike bir suikast olarak Kennedy'yi öldürme planini devreye soktu. Nitekim suikast uygulandiktan ve Johnson Baskan olduktan sonra ABD'nin Israil politikasi tümden degismis -daha dogrusu eski rayina oturmus diyebiliriz-ve Johnson en Israil yanlisi Baskanlardan biri haline gelmistir. Kisacasi, bu bakis açisini savunanlar için Kennedy suikasti bir Mossad projesidir ve Mossad'in ABD ve CIA içindeki uzantila¬ri tarafindan gerçeklestirilmistir.   "Kim Yapti"nin Tek Cevabi Yok! Bu anlamda suikastin arkasinda yukarida sayilan güçlerden hangisinin parmagi oldugunun tek ve hazir bir cevabi yoktur. Yukarida sayilan kesim ve güçlerin bazilari bunu gerçeklestirebi¬lecek profile oturmaktadir ve geçerli nedenlere sahiptir. Ve öyle görünüyor ki, Kennedy suikasti bütün bu profillerin bileskesinde bir ittifak ve koalisyonla ortaya çikmis çok özel bir olaydir. Küba¬li Anti-Castro Kontralar, Amerikan Asiri Sagi, Silah Sanayinin Devleri, Teksasli Petrolcüler, Mafya, Derin Devlet, CIA ve Pen¬tagon içindeki Klik, FBI Baskani Edgar Hoover, Baskan Yardim¬cisi Lyndon B. Johnson, Israil, Mossad vb... Hepsinin de bu ola¬yi yapmak için gerekçeleri var görünmektedir ve suikast bu güç veya kisilerin bir sekilde isine yaramistir. Ama buradan yola çikarak "iste bunlar" diyebilecegimiz tek adrese varmanin mümkün olmadigini düsünüyorum. Eger bir ad¬res varsa bunlardan en az birkaçinin o adresin içinde oldugunu söyleyebiliriz. Kisaca birileri Kennedy'yi kendileri için bir tehdit olarak gör¬müs ve geregini yapmisa benzemektedir. "Karar vericiler" böylelik¬le ülkede kimin "gerçek iktidar" oldugunu dostlarina ve düsman¬larina göstermek istemislerdir. "Çizmeyi asan" ABD Baskani bile olsa, ona dahi "Dur!" diyeceklerini göstermislerdir. Böylelikle ile¬ride Kennedy'nin izini sürmek üzere ortaya çikabilecek kisilere de buna izin vermeyeceklerini göstererek bir gözdagi vermislerdir. Di¬ger yandan da ellerindeki kamuoyu olusturma araçlarini ve psiko¬lojik harp taktiklerini kullanarak Amerikan halkini da aptal yeri¬ne koymuslardir. Çünkü onlar halkin istenilen yere çekilebilecek bir "sürü" olduguna inaniyorlardi. Dogrusu, Amerikan halkinin da bu olayda onlari çok fazla yanilttigini söyleyemeyecegiz. Oswald'in bu olaydaki rolü bir "yem"den, bir "piyon"dan öte degildir. Ancak belli ki, o da bir sekilde isin içindedir. Ama sa¬nilanin aksine "tetikçi" olarak degil, kendinin bile ancak son an¬da farkina varabildigi bir "figüran" olarak. Herhalde bir figüra¬nin "bas aktör" gibi sunuldugu tek senaryo bu olsa gerek! Bunun böyle oldugunun en güzel kaniti gene onlarin uygulamalaridir. Eger suikasti Oswald gerçeklestirmisse, bunca örtbas çabasina ne gerek vardi? Eger fail Oswald ise Kennedy sorusturma dosyalari¬na 75 yillik yayin yasagini niye koymuslardi? Eger Oswald yap¬mis olsa idi, o zaman "Iste kanitlar bunlar, buyrun bakin, top¬lumdan gizlimiz saklimiz yok, iste belgeler" demeleri gerekmez miydi? Bunu yapamazlardi, çünkü öyle degildi...   (EK) Kennedy ve Lincoln'ün Ilginç "Kader" Ortakligi Bu çalismanin asil amaci Kennedy'yi basbayagi "dünyevi güç-ler"in öldürdügünü ortaya koymak olsa da olayda gözümüze çar¬pan ilginç ve "metafizik" bir noktaya deginmeden edemedik. Bu konu Kennedy ile eski ABD Baskani Abraham Lincoln'ün "ka¬der çizgilerindeki ilginç paralelliktir. Her iki olay arasinda öyle¬sine ilginç paralellikler vardir ki, insan ister istemez sasirmakta¬dir. Aklin ve bilimin bildigimiz kriterleriyle izah edilemeyecek bir "rastlantilar zinciri" her iki Baskanin da sonlari üzerinde il¬ginç bir etki yaratmisa benziyor.158 Dogrusu bütün bunlar en azindan durup düsündürtecek cinsten seyler.... Tartismasi halen süren Kennedy suikasti "resmi sir" niteligini koruyor. Bugüne dek olaya iliskin birçok senaryo ve "komplo te¬orisi" üretildi ve bunlarin çogunun akla yatkin gerekçeleri var. Ancak olayin bir baska boyutu var ki, Kennedy, ipuçlari ayan be¬yan ortada bir "4cader"in "magdur"u gibi duruyor ortada. Üstelik kendisi gibi eski ABD Baskanlarindan Abraham Lincoln ile benzer süreçleri paylasarak. Ikisi de bilim adamlarinin kafa pat¬lattigi, modern fizikte zaman-boyut iliskisinin tartismasina giren bir dizi paralel çakismanin figürani gibiydi. Metafizik olarak bak¬tigimizda adina kolaylikla "kader" diyebilecegimiz ama bir baska açidan sirrina tam vakif olamadigimiz bir durumdu bu. "Yüzyilin Suikasti" olarak kabul edilen bu olay hakkinda çok sey söylendi bugüne kadar. Biz de dilimiz döndügünce bu senar¬yolari özetlemeye çalistik. Bütün bu varsayimlar dogru da çikabi¬lir, yanlis da. En makul gelenleri aktardigimizi zannediyorum. Bununla birlikte ana yazimizin amacini asan bir baska nokta da¬ha vardi ki, tam da "madalyonun öteki yüzü" gibi duruyordu. Çünkü Kennedy suikastina bugüne dek pek bakilmamis bir nok¬tadan baktigimizda, isin içine tuhaf ve bir o kadar "anlamli rastlantilar" giriyor. En kati "olmaz"cilari bile hayrete düsüren bir "kader örgüsü"nün ipuçlarini bulmak mümkün. Adina ne derse¬niz deyin, bu sasirtici baglantilar zincirinin kisa bir süre öncesi¬ne dönelim isterseniz.   Madalyonun Öteki Yüzü 1963 Kasim'mm 22'sinde sik giyimli üç bayan Washington'da-ki Myflower Oteli'nin restoraninda oturmus ögle yemegi yiyorlar¬di. Bunlardan esmer olani endiseli görünüyordu. Digerleri ona bu¬nun nedenini sordugunda o, "Yiyemiyorum, aklim karmakarisik. Bugün Baskanin basina korkunç bir sey gelecek" diye cevap ver¬di. Soruyu soran Bayan Kaufman'a dönen Bayan Kope, "Bayan Dixon, Kennedy için kötü bir olay seziyor. Önceki aksam bana bundan bahsetti" dedi. Bu konusmadan birkaç dakika sonra or¬kestra sustu ve salonda "Baskana suikast yapildigi" haberi dolasti. Arkadaslari Baskanin yasadigini ve halen hastanede oldugunu söylediklerinde ise Dixon, "Radyo yaniliyor. Baskan öldü. Bunun önüne geçmeye çalistim, fakat kimse beni dinlemedi. Artik çok geç" demekteydi. Bu öngörüde bulunan ve adi "yüzyilin en büyük kâhinesi"ne çikan kisi, Jeanne Dixon'dan baskasi degildi. Üstelik Bayan Dixon, yillar önce girdigi bir trans esnasinda, tarifi Kennedy'ye tipa tip uyan bir Baskanin öldürülecegini gör¬müs ve bu gördüklerini 13 Mayis 1956 tarihli "Magazin Parade" dergisinde "Demokrat Partili Baskan Öldürülecek" basligiyla ya¬yinlamisti. Bayan Dixon, bu uyariyla da yetinmemis, suikasttan üç ay önce, Beyaz Saray'da Baskanin yakin çevresinden Bayan Kay Halle'in kapisina kadar giderek, "Kendisinin Kennedy'lere yak¬lasmasinin mümkün olmadigini, Baskanin önümüzdeki günlerde güneye gitmemesi gerektigini, gittigi takdirde ölecegini, Baska¬nin acilen uyarilmasini" istemisti. Bayan Halle'in ona "Baskanin kaderinde böyle bir felaket varsa bir sey yapamayiz" demesi üzeri¬ne Dixon, "Bazen terazinin kefesini bir yana egmeye ve yönünü baska bir tarafa çevirmeye neden olan, çabucak degisen kritik bir an vardir. Bu önlenebilir. Baskani uyarin" diye israr etmisti. Fa¬kat Bayan Hail, "Baskanin gülüp geçecegi" endisesi ile uyariyi Baskana iletmemisti. Ne var ki, olay sonrasi bu kez FBI konuyu ciddiye almis ve Bayan Dixon'i "Nereden biliyordun?" diye sor¬guya çekmistir. Ama artik çok geçti, olan olmustu!   Çakisan Olaylar Zinciri Simdi yaklasik 100 yil geriye gidelim. Tarih ve olaylar bazen iki insanin hayatinda garip ama bir o kadar anlamli "tesadüf-ler"le dolu oyunlar oynar. Bu iki insanin ayni zaman ve mekân¬da olmalari da gerekmez üstelik. Aradaki baglantiyi görebilmek için, görünenin ötesine, eszamanliligin kendi iç yasasina bakmak gerekir, iste bu durum belki de en çok iki ABD Baskani Abra-ham Lincoln ve J.F. Kennedy için geçerlidir. Simdi gene biraz ge¬riye gidelim. 25 Mart 1865 aksami Abraham Lincoln, bazi dostlarini Beyaz Saray'a davet etmisti. Lincoln, birdenbire yemegin tam ortasinda dostlarina dönerek, "Korkunç bir rüya gördüm. Etkisinden siyrila-miyorum" dedi. Davetlilerin merakli bakislari arasinda konusma¬sini söyle sürdürdü: "iki gün önce müthis bir yorgunlukla yataga girdim ve hemen uykuya daldim. Sanki bir mezarda imisim gibi çevrem derin bir sessizlik içinde idi. Bu sessizligi sadece hiçkirik¬lar bozuyordu. Bunun üzerine Beyaz Saray'in oturma salonuna dogru gittim. Ayni hiçkiriklar burada da vardi ama kimse görün¬müyordu. Sonra perdeleri doguya bakan bir odaya geldim. Odada basinda askerin nöbet tuttugu bir tabut vardi. 'Beyaz Saray'da kim öldü?' diye sordum. Biri 'Baskani öldürdüler' cevabini verdi. O an kan ter içinde uyandim." Misafirler "Bu sadece bir rüya sayin Bas¬kan" deseler de, Lincoln pek yatismis gibi görünmüyordu. 14 Nisan 1865 günü gelip çattiginda Kuzey ordulari Güneye karsin galipti, dolayisiyla Baskanin keyfi yerindeydi. O gün Lin¬coln ve esi Mary Todd Lincoln, Washington Ford Tiyatrosu'nda "Amerikali Kuzen" oyununu izlemeye gittiler. Oyun basladigin¬da isiklar söndü ve az sonra salonda bir patlama sesi yankilandi. Baskan, locasinda yigilip kalmisti. Katil güneyli bir gizli örgütün üyesi John Wilkey Broth idi. Bir sonraki gün, Baskanin tabutu Beyaz Saray'in Dogu salonundaydi ve çevresinde tipki rüyasinda gördügü gibi aglayan bir kalabalik vardi.   Kaderin Anlamli Sifreleri Simdi gelelim, her iki Baskanin da "kader çakismasi"ndaki an¬lamli olay ve rakamlar zincirine. Sanki her sey çok önceden kod¬lanmis bir planin kriptolari gibi ortada duruyordu. Asagidaki sa¬sirtici paralellikler listesini yorumlamayi ise sizlere birakiyoruz... >• Abraham Lincoln'ün Kongre'ye seçildigi yil 1847 >• John F. Kennedy'nin Kongre'ye seçildigi yil 1947 >• Abraham Lincoln'ün ABD Baskani oldugu yil 1860 >• John F. Kennedy'nin ABD Baskani oldugu yil 1960 >• Her iki Baskan da esleri yanlarinda iken bir cuma günü suikast¬ta kurban gitti. >• Her iki Baskan da baslarina isabet eden kursunla öldü. >• Her iki Baskanin esleri de hamileydi ve suikasttan bir hafta önce bebeklerini kaybettiler. >• Kennedy'nin sekreterinin soyadi Lincoln idi. >• Lincoln  ve  Kennedy  Güneyliler  tarafindan  öldürüldü. Lincoln ve Kennedy'nin koltuguna Güneyliler oturdu.. >• Yerlerine gelen Baskanlarin soyadlari Johnson'di. >• Lincoln'den sonra Baskan olan Andrew Johnson'm dogum yili 1808'di. >• Kennedy'den sonra Baskan olan Lyndon Johnson'm dogum yili 1908'di. >• Lincoln'ü vuran John Wilkes Booth'un dogum yili 1839'du. >• Kennedy'yi vuran Lee Harvey Oswald'in dogum yili 1939'du. >• iki suikastçinin da üç ismi vardi. >*• Kennedy, "Lincoln" model bir otomobilde vuruldu. >• Lincoln'ü vuran kisi, tiyatrodan kaçti, bir depoda yakalandi. Kennedy'yi vuran kisi, depodan kaçti, bir sinemada yakalandi. >• Her iki katil zanlisi da davalari baslamadan öldürüldü. >• Lincoln ölmeden bir hafta önce Maryland Monroe'daydi. Kennedy ölmeden bir hafta önce Marilyn Monroe'ylaydi. >• Lincoln ve Kennedy isimlerinin harf sayisi 7 idi. >• Katillerin isimlerindeki harf sayisi 15 idi.   Rastlantinin Ötesinde Bu kisa ve yorumsuz siralama bile arada bazi "garip rastlanti¬lar" oldugunu yeterince gösteriyor. Zaman periyotlari, isimler, rakamlar ve diger benzerlikler matematikteki "rastlanti" hesap¬larini alt üst ediyor adeta, ilk anda fark edilmeyen bu dizilis ör¬güleri, insanlarin kaderlerindeki paralelligin sifrelerini tasiyabi¬liyor. Zamanin labirentlerindeki "kozmik saat'Hn oyunlari bitmi¬yor! Kim bilir gene ayni kozmik saat, belli periyodunu tamamla¬diginda, benzer bir olay tekrar meydana gelebilir. Rastlantilar ya¬ni eszamanlilik titresimleri art arda dizildiginde benzes bir kapi açilabilir.159 Lincoln ve Kennedy suikastlari bunlardan sadece ikisidir. Gerisi kötü ve kaderî bir saka gibi...   Kendi Örgütü Tarafindan Öldürülen  Siyahi Lider: Malcolm-X  

"Hayatimiz boyunca bize hep asagilik oldugumuz ögretil' di. Küçükken, beyaz ve zenci çocuklar birlikte kovboycu-luk oynarken kim Tom Mix, Buck ]ones ya da Lone Ranger oluyordu? Beyazlar... Biz kimdik? Tonto, onun usagi... Robinsonculuk oynadigimizda kim Robinson Cruseo oluyordu? Beyazlar... Ya Cuma kim oluyordu? Tahmin, edin kim oluyordu?"

  AMERlKA'da irk ayriminin kökeni kitadaki kolonilesme dönemine kadar gitse de, modern manada siyah Ameri¬kalilarin kendilerini ifade edebilmelerinin geçmisi çok fazla degildir. Hele de "Siyahi-Müslüman" diye tabir edilen ve bu¬gün milyonlari bulan hareket kendini esas olarak 1960'h yillarda ortaya koyabilmistir. Bu hareketin en ilginç ve en önemli liderle¬rinden biri Malcolm-X olmustur. Gerçek adi Malcolm Little olan Malcolm X, 19 Mayis 1925'te dogdu. Siyahi Amerikalilara yönelik yeni bir baski ve irk ayrimi dalgasinin yükseldigi bir dönemde yasadi. Bu duygusal ve fiili terörün en somut izlerini Malcolm X'in hayatinda görmek mümkündü. 1929 yilinda, daha 4 yasinda bir çocukken evlerinin irkçi Klu Klux Klan'cilar tarafindan kundaklanarak yakildigina sahit olmustu. Yillar sonra yasadigi duygulari söyle ifade edecek¬ti: "Itfaiye geldi. Fakat yanan evimizi kurtarmak için hiçbir yar¬dimda bulunmadi. Yangina bir damla su sikmadi. Baba evimizi yakan ates, hâlâ ayni siddette yüregimi yakmaktadir."   Irk Ayrimiyla Çocuk Yaslarda Tanisma Babasi siyahlar arasinda sevilen bir Baptist Hristiyan vaizdi. Siyah Amerikalilarin hiçbir zaman özgür olamayacaklarina ve bu nedenle anayurtlari Afrika'ya geri dönmeleri gerektigine inani-yordu. Bu yüzden birçok tehdit almis ve sonunda o da yasanan kolektif vahset sonucu katledilmisti. Aldigi tehditlerden sonra küçük bir dükkân açan babasinin cesedi bir gün kafatasi tanin-mayacak sekilde ezilmis, kemikleri kirilmis olarak bir tramvayin altinda bulundu. Küçük Malcolm'in babasini kaybetmesi yedigi ikinci ve en önemli darbe oldu. Bu bosluk üzerine bir de yoksul¬lugun eklenmesi Malcolm'in tüm yasadiklarina tuz biber ekecek¬ti. Sigortadan aldiklari 500 dolar kadar para da bitince 8 karde¬siyle birlikte sefil bir hayata mahkum oldular. Annesi Louis'in so¬nu ise Kalamazo'daki bir timarhaneye kapatilmakti ne yazik ki. Aile bu olaydan sonra iyice dagildi. Çocuklarin bir kismi ço¬cuk esirgeme kurumlarina, birkaçi da durumu iyi olan ailelerin yanina verildi. Malcolm da bunlardan biriydi. Ancak yasadikla¬rinin etkisiyle olsa gerek, daha çocuk yastayken isyankâr tavirlar gelistirmeye basladi. Okulda kavgaci ve uymsuz hareketler sergi¬liyordu. Ögretmenini görünce sapkasini çikarmamasi ve ögret¬menin iskemlesine raptiye koymasi nedeniyle islahevini boyladi. Ancak burada davranislari degisti ve yeniden okula dönüp çalis¬kan bir ögrenci olmayi seçti. Islahevinin beyaz müdiresinin ken¬disini beyaz çocuklardan koruyan sicak tavirlari onu etkilemisti. Malcolm'in ideali avukat olmakti. Ancak ögretmeninin sirf "zenci" oldugu için avukat olamayacagini ve bunun bir "hayal" oldugunu söylemesi ona içinde bulundugu gerçegi bir kez daha hatirlatti. Onun da payina binlerce zenci gibi garson, bulasikçi, demirci, marangoz, ayakkabi boyacisi, otobüs biletçisi, dansçi, müzisyen, isçi ve tabii ki sokak serserisi olmak düsüyordu. Nitekim Malcolm da Boston'daki üvey kardesinin yanina gi¬dip bir müzikalde ayakkabi boyacisi oldu. Beyaz sanatçilarin ayakkabilarini parlatmakla övünen, saçlari briyantine bulanmis ve beyaz kizlarla çikabilmeyi beceri sayan ortalama bir siyahi ol¬du. Oradan demiryollarina kapagi atti ve sehir sehir dolasma ar¬zusu agir basti. Ama bu dönem fazla uzun sürmedi. Malcolm Harlem'de bir gece kulübünde garsonluk yapmaya basladi. Harlem siyah kültürünün kurtarilmis bölgesiydi. Orada yasadi¬si hayatin her türüyle tanisti. Sadece güçlü olanin ayakta kaldigi, kendine özgü bir dayanisma ve yasam tarzi olan bir yerdi Harlem. Kadin saticilarindan, uyusturucu saticilarina ve kumara kadar her tür pis isin merkezi gibiydi. Suç gündelik yasaminin bir parçasiy¬di. Diger yandan Malcolm da uyusturucu kullaniyor ve silah tasi¬yordu. Bölgedeki çeteler arasindaki lakabi "Koca KiziP'di. Sonun¬da bir gün yakalandi. Artik bir sabikaliydi. Malcolm bu ortami bi¬raz da ironik olarak söyle anlatacakti: "En iyi müsterilerim papaz¬lar, güvenlik mensuplari, toplumsal yardim islerinde çalisanlar ve baskalarinin hayatini yönetmekte rolü olan kisilerdi."
  1. Dünya Savasi'nin basladigi günlerde Malcolm deli rolü ya¬parak askerlikten kurtuldu. Tekrar kendisi gibi sokaklarda yasa¬yan arkadaslarinin arasina döndü. Soygun çetesine dahil oldu. Kendini ispat etmek için "Rus Ruleti" bile oynadi! Ancak çik¬tiklari ilk iste ele geçirdikleri bozuk bir saati tamire götürmeye kalktiginda yakayi ele verdi. Hakkinda 10 yil hapis istendi ve so¬nunda cezaevine düstü. Burada gardiyanlar vasitasiyla uyusturu¬cu temin edip kullaniyor, sürekli kavga çikariyor ve asi davranis¬lariyla çevresine caka satiyordu. Böyle giderse sonu hiç iyi gö¬rünmüyordu.
Ancak cezaevinde tanistigi bir kisi onun bütün hayatini de¬gistirecekti. Bimbi isimli bu kisi sürekli onu dogru yola çagiriyor ve kendisini mahvetmemesini ögütlüyordu. Malcolm onun saye¬sinde asiri davranislarini frenledi, artik küfür etmiyordu. Daha sonra kardesi Reginald ile mektuplasmaya basladi. Reginald "Seytanin beyazlar arasindan çiktigini" söylüyor ve ona henüz hiç bilmedigi bir "din"i vaaz ediyordu.   "islam Cemaati"nin îslami Olmayan Fikirleri Bu yeni fikirler Malcolm'in ilgisini çekiyordu. Içinde bulundu¬gu yozlasmis ortamdan çikis yolunu burada bulabilirdi. Önüne ge¬len bu seçenegi arastirmak için kütüphaneden çikmaz oldu. Bu yüzden gözleri bile bozulacakti. Öncelikle "Islam Cemaati" isimli kurulusu arastiriyordu. Bu grubun iddiasina göre "Tanri 4 Temmuz 1930'da Wallage D. Ford olarak görünmeye baslamisti." Bu kisi zenci bölgesinde ipek halilar satmaktaydi. Bir misyon vaizi gibi davraniyordu ve kisa sürede halk tarafindan sevilip sayilmisti. Bir¬takim kerametler gösterdigi ileri sürülüyordu. Yavas yavas ona ina¬nanlar artiyor ve kendi ibadet yerlerini kurmaya basliyorlardi. Ardindan Wallace D. Ford, cemaate Elijah Poole isimli birini "elçi" olarak seçtigini duyurdu. Poole "Ford'un Tanri oldugunu" ve Amerika'ya gelip Afrikalilara gerçek dinlerini ögrettigini ve "Be¬yaz seytan"a karsi zafer vaat ettigini ileri sürüyordu. Elijah Poole o günden sonra adini Elijah Muhammed olarak degistirmisti. Bu inanisin gerçekte Islam'la hiçbir ilgisi yoktu. Amerikan-Protes-tan gezici vaiz gelenegi, Mesihcilik, Afrika mitolojisi ve pagan motiflerden olusan bir karisimdi. Özü itibariyla beyaz kültüre ve baskiya karsi bir tepki hareketiydi. Söylem olarak ise siyah irkçi¬ligina dayaniyordu. Siyahin diger hiçbir renge benzemeyen temel renk, beyazin ise bozulmus bir renk oldugunu ileri sürüyordu. Konuya dair hiçbir bilgisi olmayan Malcolm bu düsünceler¬den etkilendi. Ilk defa biri ona, o güne kadar kendisini asagila¬mis olan beyazlar karsisinda siyahin üstün oldugunu söylüyordu. Malcom, bu "Islam" görünümlü irkçi yaklasimi Müslümanlik zannetti. O, artik zenci olmasindan dolayi utanç degil, gurur du¬yuyordu. Kararini verdi, o da bu gruba katilacakti. Zaten içerdey¬ken Elijah Muhammed'le mektuplasir olmustu. Elijah Muham¬med ona gönderdigi mektuplarin arasina bir miktar para koyma¬yi da ihmal etmiyordu. Malcolm 1952 yilinda tahliye oldu. Detroit'teki kardesinin ya¬nina yerlesti ve "Islam Cemaati"nin toplanma yerlerine gitmeye basladi. Cemaatin sayica kalabalik olmadigini görünce üzüldü. Özellikle gençlerin kendilerini dans, uyusturucu, içki gibi alis¬kanliklara kaptirmalari Malcolm'i üzüyordu. Ayni yil büyük bir sevkle Chicago'daki Elijah Muhammed'i görmeye gitti. Eiijah Muhammed, bu genç inaniri kürsüye çikarip cemaatle tanistirdi. Bu davranis Malcolm'i çok onurlandirmisti. Artik Elijah Mu-hammed'in yakin çevresine katilmisti. O andan itibaren ismini de degistirmeye karar verdi. Sanki geçmis tüm hayatina çarpi çizmek istercesine o artik Malcolm-X'ti. Artik o da bir vaizdi ve ilk konusmasini "Hristiyanlik ve Kö¬lelik" üzerine yapacakti. Ona göre Hristiyanlik "Beyaz adamin dini" idi. Bununla "Siyah adamin beynini yikiyor"du. Malcolm-X bütün vaktini "Islam Cemaati" ve Elijah Muhammed için har¬ciyordu. Elijah Muhammed "Siyah kardeslerini" uyarmak için onu önce Boston'a, sonra da yillarini bir sokak serserisi olarak geçirdigi Harlem'e yollamisti. Malcolm'in artik bir misyonu var¬di ve insanlara "uyarici" olarak gönderilmisti. Bu amaçla brosür¬ler bastirdi ve Harlem sokaklarinda dagitmaya basladi. Diger yandan Amerika'da irk ayrimi kizismaya baslamisti. Mississippi'de beyaz bir kadina laf atan 14 yasindaki Emmet Till çok geçmeden ölü olarak bulunacakti. Diger yandan bir beledi¬ye otobüsünde beyazlara ayrilan yere oturan ve kalkmayan bir si¬yahin hareketi günlerce süren protestolara yol açmisti. Siyahlar olayi boykot etmisler ve basarili olmuslardi. Siyah ve beyaz ög¬rencilerin ayri okullarda ders görmesi oldukça rahatsiz edici bir konuydu. Bu kosullar altinda Malcolm'in zaten çok duyarli olan siyahi toplumu etkilemesi çok kolaylasmisti. Malcolm-X radyo ve televizyonlarda konusuyor, popülaritesini giderek arttiriyor-du. Bu arada "islam Cemaati"nin ibadet yerlerinde hemsirelik egitimi veren Betty ile evlenmisti. Artik sadece bir inanci degil, bir ailesi de vardi. Söz konusu dönem içinde bir olay daha patlak vermisti. Siya¬hi kökenli bir Amerikali olan James Meredith'in Mississippi Üniversitesi'ne tayini çikmisti. Ancak beyazlarin egemenligin¬deki Mississippi Üniversitesi'nde bir siyahin bulunmasi mümkün görünmüyordu. Siyah haklarina önem veren ve irk ayrimciligina karsi çikan Baskan John F. Kennedy sonunda olaya el koydu ve okula özel korumalar gönderdi. Ancak bu nedenle çatisma çikti, çatismada 2 kisi öldü. Malcolm-X bu olay üzerine ilk tavir ko¬yanlar arasindaydi. Ancak esas olarak Malcolm X'in kendisi de o dönem irkçi fi¬kirlerin etkisindeydi. Gerçek bir "irk esitligi"ni degil, kendi irki¬nin üstünlügünü savunuyor, hatta buna dayali yeni bir devletin kurulmasini istiyordu. Barisçi ve esitlikçi siyahi hareketin lideri Martin Luther King ile anlasamamalarinin nedeni de buydu. Hatta onun hakkinda sert demeçler verdigi bile oluyordu. Yine ayni nedenle Washington'da düzenlenen "Siyah halkin vatan¬daslik haklari yürüyüsü"nü de küçümsüyordu. Malcolm'in olduk¬ça sekter bir tavri vardi.   Elijah Muhammed ile Aralari Açiliyor Malcolm-X'in popülaritesinin ve etkisinin giderek artmasi "îs-lam Cemaati" içinde tartismalara yol açmaktaydi. Kimse açiktan dile getirmeye cesaret etmese de, dedikodular almis yürümüstü. Birçok kisi onun Elijah Muhammed'in yerini alacagini düsünme-ye baslamisti. Önceleri Elijah Muhammed bu söylentilere kulak tikadi ve Malcolm-X ile iliskisini eskisi gibi korudu. Fakat söylen¬tiler iyice artinca Malcolm-X'in kendi liderligini tehlikeye atabi¬lecegi endisesine kapilan Elijah Muhammed Malcolm'a karsi ta¬vir degisikligi yapma ihtiyaci hissetmeye baslamisti. Diger yandan Malcolm-X de Elijah'in bazi hareketlerinden rahatsiz oluyordu. Iddialar "Tanrinin elçisi" olarak tanidiklari ki¬sinin sekreterleriyle birtakim özel iliskilerde bulundugu, hatta bu iliskilerden çocuklarinin da oldugu yönündeydi. Malcolm önce¬leri buna inanmak istemedi. Olayin aslini ögrenmek amaciyla sekreterlerle görüsünce iddialarin dogru oldugunu ögrendi. Bü¬yük hayal kirkligina ugramisti. Taraflar arasindaki anlasmazlik had safhaya varmisti. Üstelik bazilari, bu söylentileri Malcolm-X'in uydurdugunu söylüyorlardi. Aslinda içten içe bir liderlik mücadelesi uç vermeye basla¬misti. Bütün sikinti buradan kaynaklaniyordu. Malcolm-X, Eli-jah Muhammed'in bazi tavirlarindan rahatsizken, Elijah Mu-hammed de Malcolm'in hareket içinde kendine alternatif bir isim olarak öne çikmasindan rahatsizlik duymaya baslamisti. Aralarinda her an daha sert bir kavga patlak verebilir ve ipler iyice kopabilirdi. Bu ise hareketin en azindan bölünmesi anlami¬na gelirdi. Nitekim çok geçmeden beklenen çatisma basladi. Baskan Kennedy'nin 1963 Kasim'inda vurulmasi hareket içindeki çelis¬kiyi de su yüzüne çikardi. "Islam Cemaati"nin kararina göre kim¬se bu suikast hakkinda cemaat adina konusma yapmayacakti. Ancak Malcolm-X, Harlem'deki bir konusmasinda bu olayla il¬gili gereksiz bir açiklamada bulundu. Sonradan bu açiklamasin¬dan dolayi kendisi de pisman oldu olmasina ama is isten geçmis¬ti. Onu Elijah Muhammed'in talimatlarina uymamakla suçlu¬yorlardi. Kapilarin yüzüne kapandigi bu dönemde yaninda tek bir dost kalmisti; Müslüman boksör sampiyon Muhammed Ali. Bu arada Elijah Muhammed ve taraftarlari çoktan bir karara varmislardi: Malcolm-X'i hareket disinda tutmak ve etkisini en aza indirmek. Malcolm-X, Elijah Muhammed'e ve "islam Cemaati"ne halen bagli oldugunu ilan etse de aslinda o da islerin eskisi gibi ol¬mayacagini hissediyordu. 12 Mart 1964'te Park Sheraton'da yapti¬gi toplanti sonrasi ipler iyice gerildi. New York'ta bir mescit kur¬ma planlarindan bahsetmesi onun ayri bir örgütlenme çabasi içi¬ne girecegi seklinde algilandi. Bu toplantinin hemen ardindan, Malcolm-X'ten oturdugu evi "islam Birligi"ne iade etmesi isten¬di. Çünkü ev cemaatin maliydi. Malcolm-X tecrit edildigini hissetmeye baslamisti.   Malcolm X, El- Hacc Malik El- Sahbaz Oluyor Bunun üzerine manevi bir yenilenme ve Müslümanligi dog¬dugu topraklarda tanimak amaciyla Mekke'ye hac ziyaretine git¬me karan aldi. Bu seyahat onun bilincinde yeni ufuklar açacak¬ti. Dünyanin her yanindan, her irk ve milletten insanin bir ara¬ya gelmesi onu sasirtmis ve bilincini asmisti. Önemli olanin inanç ve insanlara yaklasim tarzi oldugunu anlamaya baslamisti. Irkçi nefretin, insanligin önündeki en büyük engel oldugunu fark etmisti. Müslümanligin hiçbir zaman insanlarin derisinin rengine bakmak demek olmadigini anlamisti. Döndügünde o ar¬tik bambaska bir insandi, inancina yeniden ve farkli bir gözle ba¬kiyordu. Daha önce "Malcolm-X" olarak degistirdigi adini bu kez "El-Hacc Malik El-Sahbaz" olarak yeniden degistirecekti. Artik El-Hacc Malik El-Sahbaz olan Malcolm-X, Hac ziyare¬tinden geri döndükten sonra mücadelesine farkli bir yaklasimla devam edecekti. O artik siyahlarin, bilinçlerinde bir dönüsüm yasamalari gerektigine inaniyordu. Ama tüm geçmisini ve gele¬cegini siyah irkçiligi üzerine oturtan "islam Cemaati" ileri gelen¬leri ondan ve söylemlerinden giderek daha fazla rahatsiz olmaya baslamislardi. Bu durum onun "islam Cemaati" ile zaten tatsiz olan iliskilerini iyice gerginlestirmisti. Malcolm, cemaatin "de¬dikodu" diye reddettigi olaylarin üzerine gidiyor ve cemaata yön verenlerin tutarsizliklarini desifre ediyordu. Bir gün Malcolm'm arabasina uyari amaciyla ates açildi. Taciz amaci tasiyan takipler de yapiliyordu. Aslinda FBI, New York, Los Angeles ve Chicago polisleri Malcolm'm hayatinin risk altinda oldugunu biliyorlardi. Çünkü onlar da Malcolm'm pesindeydi. Gelismeler Malcolm'm hayatinin tehlikede oldugunu gösteriyor¬du. Çünkü ayri düstügü grup üyeleri Malcolm'm varliginin kendi¬leri için bir tehdit olusturdugunu biliyorlardi. Nitekim tehlikenin yaklasmakta oldugunun en somut sinyali Malcolm'm evinin kun¬daklanarak yakilmasiydi. Artik tehdit altinda olan sadece kendisi degildi, ayni zamanda ailesi de tehlikedeydi. Bu olay çocuklugunda yasadigi yangini bir kez daha hatirlatmisti ona. ("islam Cemaati" ise Malcolm'in evini kendi kendine yaktigini ve suçu üzerlerine attigini iddia ediyordu.) is çigrindan çikmaktaydi. O, artik haya¬tinin tehlikede oldugunu biliyordu.   Ve Malcolm Öldürülüyor Yine de 21 Subat 1965'te yaptigi son konusmaya ailesini de yanina alarak gitmisti. Bütün risklere ragmen Audubon Balo sa¬lonunda yapacagi konusmasini dinlemeye gelenlere üst aramasi yapilmasina razi olmadi. Önce alkislar arasinda kürsüye çikti ve bir süre salona sessizce bakti. Alkislarin bitmesini bekledi. Sa¬londa sessizlik saglandiginda "Esselamünaleyküm" diye basladigi konusma onun son sözleri oldu. Çok geçmeden ortalik karisti. Bagrisma ve atismalar arasinda kürsüden "Sakin olun" uyarisi yapmaya çalisan Malcolm-X'in üzerine tam 16 adet kursun sikil¬misti. Boylu boyunca yere uzanan Malcolm-X alelacele hastane¬ye kaldirildiysa da çoktan hayata gözlerini yummustu bile. Bu arada tetigi çeken kisiler polis tarafindan yakalandi. Bun¬lardan ilki Hayer isimli biriydi. Hayer, tetikçi oldugunu kabul eden tek sahisti. Diger tutuklananlar da "Islam Cemaati"ndendi. Hayer çok sonra "Islam Cemaati" adina çalistigini, eylemini Eli-jah Muhammed'e yapilan iftiralara karsi gerçeklestirdigini söyle¬yecekti. New York eyaleti, davanin bu yönde tekrar ele alinma¬sini reddetti. "Islam Cemaati" ise Malcolm-X'in ölümünden so¬rumlu oldugunu hiçbir zaman kabullenmedi. Ama surasi da bir gerçekti ki, Malcolm-X'in öldürülmesiyle birlikte "Islam Cema¬ati" büyük bir tehlikeden kurtulmustu. Ve zenci mahallerinde süren dedikodularda bu isi onlarin yaptirdigi konusuluyordu. Malcolm'in öldürülmesine iliskin daha birçok iddia ortaya atilacak, bu olayda gizli güçlerinin etkisinin oldugu ileri sürüle¬cekti. Malcolm'in Fransa'ya kabul edilmeyisi ve salonda polis ko¬rumasinin bulunmayisi buna yoruluyordu. FBI'in Chicago Bürosu ajanlarinin Malcolm ile "Islam Cemaati"nin arasinin açilmasi için gayret sarf ettigi de biliniyordu. Diger yandan Malcolm-X'in ölümünde uyusturucu mafyalarinin da rolü oldugu öne sürülmüs¬tür. Çünkü Malcolm-X, gençleri bir zamanlar kendisinin de için¬de oldugu uyusturucu pisliginden kurtarmak için çabaliyordu. Aslinda bu iste öyle çok fazla "gizli güç" aramaya gerek yoktu. Belli ki kendi grup içi bütünlüklerini ve otoritelerini tehlikede gören Elijah Muhammed ve ekibi bu sorunu halletmeye karar vermis ve isi Harlem usulüyle çözmenin hiç de zor olmayacagini hesaplamislardi. Malcolm-X, kimligini arayan ve bu kimligi Müslümanlikta bulan bir siyah idi. Ancak o bu arayisini irkçi temellerden uzak¬lastirip, inanç temeline kaydirdiginda -basta eski çevresi olmak üzere- belli ki birileri bundan çok rahatsiz olmustu. Çünkü ko¬nuyu bir kez ucuz, hazir ve kolay irkçiliktan çikarip inanç teme¬line kaydirdiginizda karsinizdakilerin varlik sebebini de yok edi¬yordunuz. Malcolm'in bütün "suçu" gerçekte buydu...   Barisçi Siyahi Lider Martin Luther King'in Öldürülmesi

"Çagimizda, ve günümüzde temel sorun, siddet ile baris-çi yollar arasinda bir seçim yapmak degildir. Çünkü ya barisçi yollan seçeriz ya da hep birlikte yok oluruz-"

-Martin Luther King'in öldürülmeden önce yaptigi son konusmasindan-

  1968 yili sadece Amerika'da degil tüm dünyada baris ve öz¬gürlük taleplerinin yükseldigi ve pesi sira yeni bir kültür arayisinin gündeme geldigi bir yildi. Amerika'da Vietnam Savasi'mn dogurdugu tepkiler, Fransa ve Almanya'daki ögrenci hareketleri, çalkantilarla dolu bir dönemden geçildigini gösteri¬yordu. Bu sartlar altinda Amerika'daki siyahlarin hareketi, ken¬di taleplerini dile getirirken kendi içinde de ayrismalara ugra¬misti. Baslangiçta oldukça agresif görünen siyahi hareket, köke¬ni çok eskiye dayanan irkçiliga, baskiya ve siddete karsi mücade¬lesinde bir tür karsi-irkçilik ve karsi-siddet anlayisi gelistirmisti. Etki-tepki yasasi islemis ve Amerika'nin bazi bölgelerinde olay¬lar siyah-beyaz çatismasina varan boyutlara ulasmisti. Siyahi hare¬ket içinden çikan ve zenci sokak çetesi gelenegi üzerine oturan po¬litik biçimli "Kara Panterler" gibi yerel siyahi örgütler ortaligi kap¬lamisti. Bunlarin bir kismi beyazlara yönelik soygun, hirsizlik, darp, adam öldürme, tecavüz vb gibi serserice eylemleri bile "devrimci bir eylem" olarak tanimlayacak kadar ileri gitmislerdi. Oysa gerek genis siyah kesim içinde gerekse de beyaz kesim içinde asil çogun¬luk sadece ve sadece insanca yasamak istiyordu. Beyazlar içinde de siyahlara yapilanlari paylasmayan ve bu ayrimci tutuma karsi çikan genis bir kitle vardi. Ancak bu tepkileri bulusturabilecek bir örgüt¬lenme ve liderlik uzun süre ortada görünmedi. Ta ki, Martin Lut-her King isimli bir siyahi lider ortaya çikana kadar. Martin Luther siyahi hareket içindeki aklin sesi idi ve o ses kisa sürede genis bir taraftar kitlesi buldu. King'i siyahi liderlik içinde geleneksel isimlerden ayiran bir özellik ise onun iyi bir entelektüel alt yapisinin olmasi,160 kanun ve yasalari bilmesi ve bunu "sivil haklar" esprisi içinde birlestirebilmesiydi. King bu anlamda "sokaktan gelen" bir siyahi lider degildi. Egitimli, ay¬din, çagin sorunlarina vakif, donanimli bir lider profili çiziyordu.   King'in Hayati Martin Luther King 15 Ocak 1929'da Atlanta-Georgia'da dogdu. Din adamlari yetistiren güneyli, siyah bir aileye mensup¬tu. Dedeleri de Baptist rahibiydi. Annesi Alberta, babasi ise William King'di. 15 yasinda yetenekli çocuklara göre hazirlan¬mis özel bir egitim programina katildi. King, daha çok tip ve hu¬kuka ilgi duyuyordu ama babasinin istegi üzerine aile gelenegini sürdürdü ve din adami olmaya karar verdi. Pennsylvania'daki Ilahiyat Okulu'na devam etti. 1951'de okulu bitirdi. Ardindan Boston Üniversitesi'nde doktorasini tamamladi. Tanri kavrami üzerine karsilastirmali bir çalisma yapti. Bu esnada New England Konservatuarinda okuyan Coretta Scott'la tanisti. 1953'te ev¬lendiler. Coretta, King'e 4 çocuk verdi. King bu dönemde Bap-tist Kilisesi'nde vaiz olarak görevini sürdürüyordu. l Aralik 1955'te meydana gelen bir olay tüm ülke için oldu¬gu kadar King için de bir dönüm noktasi oldu. Alabama-Mont-gomery'de otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddeden Rosa Parks, kentin irk ayrimci yasasini ihlal ettigi için tutuklanmisti. King bu olayi ve ayrimci sistemi protesto etmek amaciyla kuru¬lan demege baskan seçildi. Bu, King'in sivil haklar savunuculu-gundaki ilk kariyeri olacak ve bu alanda mücadele etmenin hiç de kolay olmayacagini kendisine gösterecekti. Evi bombalanan ve ailesi tehdit altina giren King yine de yilmadi. Uzun mücade¬leler sonrasi otobüslerdeki ayrimci uygulama kaldirildi. Bu adim onun için önemli bir deneyim oldu. Artik çitayi bi¬raz daha yükseltmenin vaktiydi. Bu konuda genis bir kitle hare¬keti olusturulmaliydi. Güney Hristiyan Önderligi Konferansi (SCLC)'ni kuran King, hem güneyde hem de ulusal ölçekte bir örgütlenmeye gitti. Bu amaçla hem ülke içinde hem de ülke di¬sinda konferanslar verdi. 1960'ta dogum yeri olan Atlanta'ya gitti. Orada hem vaizlik yapti, hem de yurttas haklari mücadelesini sürdürdü. Ayni yilin Ekim ayinda bir kafeteryada irk ayrimciligini protesto ederken 33 gençle birlikte tutuklandi. Suçsuz bulundu ama yerel yöneti¬ciler daha önce isledigi bir trafik suçunu bahane ederek onu eya¬let hapishanesine gönderdiler. Bu esnada henüz Baskan adayi olan ve her zaman siyah haklarini destekleyen John F. Kennedy araya girdi ve King'in serbest kalmasini sagladi. Kennedy, Baskan seçildikten sonra da King'in barisçi eylemine hep sicak ba¬kacak ve onu destekleyecekti. 1963 ilkbaharinda yeni bir olay dalgasi ile daha karsilasila¬cakti. Alabama-Birmingham'da King'in irk ayrimciligina karsi açtigi kampanya esnasinda göstericiler üzerine polis köpekleri sürülmüs, basinçli su sikilmis ve siddet uygulanmisti. Bu durum ülke çapinda gerginliklere neden olacak ve King de dahil birçok gösterici hapse atilacakti. King Birmingham Cezaevi'ndeyken ünlü mektubunu kaleme aldi. Bu mektupta "Aci deneyimleri¬mizden biliyoruz ki ezenler özgürlügü asla gönüllü olarak vermez¬ler; ezilenlerin özgürlügü istemesi gerekir" diyecekti.   Bir Düsüm Var! Artik ülke genelinde daha kitlesel çapli gösteriler düzenleme¬nin vakti gelmisti. Diger medeni haklar örgütleriyle isbirligi ya¬pilmaliydi. King bu amaçla ünlü Washington Yürüyüsü'nü ör-gütledi. 200 bin kadar siyah ve beyazin Lincoln Aniti'mn altin¬da toplandigi meydanda yasa önünde tüm yurttaslara esitlik ta¬lep etti. King burada halen hafizalarda kalan ünlü "Bir Düsüm Var" diye baslayan konusmasini yapti. Bu hareketin giderek ya¬yilmasi sonucunda 1964'te "Medeni Haklar Yasasi" kabul edildi. King, bu girisiminden ötürü Oslo'da Nobel Baris Ödülü'ne layik görüldü. Ayni yil Time dergisi ilk defa bir siyahi, yani King'i "Yi¬lin Adami" seçti.   Sorunlar Basliyor Ancak her hareket gibi bu olusumda da zamanla sorunlar or¬taya çikmaya basladi. Ilk isaretler Mart 1965'te federal seçmen yasasi nedeniyle Selma'dan Montgomery'ye yapilan yürüyüs do¬layisiyla çikti. King bu yürüyüsün basina geçmek istememisti. Eyalet polisi bu gösteriyi coplar ve gözyasi bombalariyla durdur¬du. Bunun üzerine ikinci bir yürüyüs daha tertiplendi. Bu kez King'in öncülügündeki 1500 kisilik bir grup Selma disindaki Pettus Köprüsü'nden yürüyüse geçecekti. Ancak gene polisin kurdugu barikatla karsilasildi. Göstericiler yola devam etmeye çok istekli oldugu halde King, polisle çatismak yerine herkesin yola çökerek dua etmesini istedi. Ardindan da beklentilerin aksine toplulugu geri döndürdü. King'in bu hareketi özellikle topluluk içindeki genç ve radikal unsurlarca çok sorgulandi. Onu yetkili makamlarla uzlasmakla suçladilar. King bu iddiayi siddetle reddetti. Üstelik böyle de ol¬sa sonuçta seçmen haklari yasasi kabul edilecekti. Bununla birlikte siyahi hareket içindeki sabirsizlik da artiyordu. Ülke çapinda siyahlar arasinda kavgaci ve siddete yatkin egilimler uç vermeye baslamisti. Bunlar King'in yöntem ve felsefesini çok teslimiyetçi buluyorlardi. Bu egilimi 1965'te Los Angeles'ta patlak veren olaylar da kamçilayacakti. Bunun üzerine King konut ay¬rimciligina karsi bir kampanya baslatma karari aldi. Ancak kam¬panya basarisiz oldu. Özellikle büyük sehirlerin kenar zenci ma¬hallelerinde King'in hareket üzerindeki otoritesi sorgulanir ol¬mustu. Özellikle Illinois ve Mississippi'deki genç siyah militan¬lar artik açiktan açiga King'i elestiriyorlardi. King, bunun üzerine strateji degistirme yoluna gitti. Artik sa¬dece siyahlarin degil; ezilen, yoksul, her türlü haktan yoksun, is¬siz, sefil durumdaki beyazlarin da haklarini savunur olmustu. Söyleminde sol vurgular öne çikmaya baslamisti. Bunun yani si¬ra savas karsitligini da gündeme alacakti. Nitekim 14 -15 Nisan 1967'de New York kentinde düzenlenen mitinglerde King ilk defa ve açik olarak Vietnam Savasi'na karsi çikti. O, artik bütün toplumun yeni degerler üzerine kurulmasi gerektigini söyleyen radikal bir reformcu görünümü çiziyordu. King'in bu söylem ve strateji degisikligi belli ki devlet içindeki bazi unsurlari rahatsiz edecekti. Birileri siyah haklari ile ilgili bir söylemi bir noktaya kadar kabul edebilirdi ama böylesi "komünist" söylemleri içleri¬ne sindirmeleri zordu.   King Radikallesince! King artik bu yeni çizginin geregi olarak sadece siyahlarin yurt¬taslik haklari sorunlarina degil her yere ve her soruna kosar olmustu. 1968 bahari geldiginde -ki Avrupa radikal taleplerle kavruluyordu-King, "Yoksul Halk Yürüyüsü" tasarisini Tennessee-Memphis'teki temizlik isçilerinin grevine gitmek üzere erteledi. Isçilerin yüzde 95'i siyahti. Solugu burada aldi. Ancak belli ki birileri King'in bu yeni çizgisinden hiç mem¬nun degildi. Onun gibi bir kisinin sosyalizmi çagristiran hareket¬ler içine girmesi kabul edilemezdi. Dün sadece siyahlari ayaga kaldiran bu adam, yarin öbür gün yeni söyleminin tutmasi halinde kim bilir nelere yol açabilirdi! Popülaritesinin zirvesinde iken engellenmeliydi.         Balkondaki Hedef King 4 Nisan 1968 günü ögle sularinda, King'in arkadaslariyla bir¬likte kaldigi Lorraine motelinin karsisindaki pansiyona bir ya¬banci geldi. Bu kisi sivri burunlu, uzun boylu bir beyazdi. Pansi¬yonun resepsiyonuna yönelip Bayan Bessie Brewer'a, bir oda is¬tedigini söyledi. Bir haftalik kira karsiliginda da 8.5 dolar öde¬di. Adini pansiyon defterine John Willard olarak kaydettirdi.163 5 numarali odaya çikti. Buradan Martin Luther King ve arkadaslarinin konakladigi motel, özellikle de King'in kaldigi 306 numarali oda gayet güzel görünüyordu. Yabanci buraya yerlesti, sonra bir süreligine araba¬sina binip disari çikti. Saat bese dogru pansiyona döndügünde elinde mavi bir spor çanta vardi. Ve spor çantanin içinde de dür¬bünlü bir tüfek. King saat altiya dogru moteldeki odasina geldi ve biraz hava almak amaciyla balkona çikti. Yesil parmakliga yaslanarak asagida, motelin park yerinde duran soförü ve arka¬daslariyla konusmaya basladi. King'in yardimcilarindan Rahip Jesse Jackson ise onu gece çalacak olan müzisyen Ben Branch ile tanistirmakla mesguldü. Motelle yabancinin kaldigi pansiyon arasinda sadece 65 metre vardi. Ayni anda esrarengiz suikastçi tüfegini alarak banyoya girmis ve kapiyi kilitlemisti. Tüfegi pencerenin pervazina dayadi ve hedefteki King'e dogru nisan aldi. King, tam dönmek üzereydi ki birden bir patlama oldu. Önceleri kimse tam olarak ne oldugunu fark edeme¬di. King vurulmus ve beton zemin üzerine yuvarlanmisti. Kursun ensesini ve çenesini parçalayip geçmisti. Katil King'i öldürdügün¬den o kadar emindi ki ikinci bir kursun bile atmaya gerek görme¬den silahini sakince çantaya koydu ve pansiyondan ayrildi, içinde tüfek bulunan kutuyu ise kaldirima firlatip atti. Diger yandan etraftan yetisenler ve King'in arkadaslari yara¬lidan akan kanlari durdurmaya çalisiyorlardi. Rahip Ralph Abemathy durumu anladi ve gözleri dolu dolu son duasini etti. Yine de cankurtaran çagrildi ve King apar topar hastaneye kal¬dirildi. Martin Luther King yakinlardaki St. Joseph's Hastane-si'ne getirildiginde saat altiyi on geçiyordu. Kisa bir süre sonra da King'in ölümü resmen açiklanacakti. King'in ölümü bütün ülkede üzüntü yaratti. Diger yandan siddet yanlisi siyahlar da "Beyazlarla baris olmaz, King baris iste¬di ama yine de öldürüldü" diyerek bir dizi siddet eylemini tetik-lediler. Bir zenci önderi olan Stokely Carmichael ise açik açik silahlanma çagrisi yapti. Durum giderek gergin bir hal aliyordu. Tam bu esnada devreye John F. Kennedy'nin kardesi Senatör Robert Kennedy girdi. Olaylari ilk duydugunda Indianapolis'te olan Robert Kennedy sehrin zenci mahallesine giderek su sakin¬lestirici ve anlamli konusmayi yapti: "Size verilecek çok acikli bir haberim var. Martin Luther King bu aksam öldürüldü. Aranizda bulunan siyahlara sesleniyo¬rum. Eger böyle bir davranisin insafsizligi karsisinda içinizde do¬gan nefret ve kizginlikla bütün beyazlari suçlamaya kalkisirsaniz, hatirlayin ki ben de ayni duygularla doluyum. Benim de agabe¬yim öldürülmüstü. Hem de bir beyaz tarafindan..." Ne var ki bu konusmayi yapan Robert Kennedy de Martin Luther King ile ayni kaderi paylasacakti. King'in öldürülmesin¬den 2 ay sonra, 5 Haziran 1968'de Los Angeles Ambassador Otel'de Filistinli bir Arap olan Sirhan Besera Sirhan tarafindan o da öldürülecekti. King'in ölümü ABD derin devleti içinde John F. Kennedy ile baslayan suikastlar zincirinde bir halka olmustu. Belli ki birileri Amerika'da gerçek bir demokrasi ve insan haklarinin gelismesi¬ni istemiyordu. Bunun için de kendilerine karsi koyabilecek her¬kesi, her kim olursa olsun susturmaya hazirdilar...   Italyan Basbakani Aldo Moro "Kizil Tugaylar" Tarafindan Kaçirilip Öldürülüyor

"Elenora, yakinda beni öldürecekler. Arkadaslar beni kurtarabilirlerdi fakat kurtarmadilar."

-Moro'nun karisina biraktigi mektuptan-

  7O'li yillarin sonlarina dogru italya, ABD'den görece ba¬gimsiz politikalar izlemeye özen gösteriyordu. O yillarin kalyasi nispeten dengeli bir büyüme gösterirken bunu kendine özgü bir tarzda yapmaya dikkat ediyordu. Ülkedeki siya¬si havada görece ilimli rüzgârlar esiyordu. Diger yandan Avru¬pa'nin en büyük Komünist Partisi Italya'da idi ve oldukça genis bir oy destegine sahipti. Buna ragmen alisildik manada bir sag-sol çatismasi yasanmiyor, parti ve akimlar mücadelelerini de¬mokratik yollardan sürdürmeyi tercih ediyorlardi. Dahasi, Hristiyan Demokratlar ve komünistler özellikle Aldo Moro'nun çabalariyla gerçek bir "Tarihsel Uzlasma"mn esigine gelmislerdi. Ancak bu fikirler birilerinin hiç hosuna gitmiyordu. Bu durumda çatisma ve gerginlik politikasi sahneye konacakti. Tabii planin arkasinda ise "Gladio"164 diye bilinen kontgerilla örgütlenmesi vardi.   Anti'Komünist Konsept Dogrultusunda O yillarda henüz islam "Bas Düsman" olarak tayin edilme¬misti. NATO'nun klasik konsepti dogrultusunda en büyük düs¬man komünizm idi. Bu amaçla tüm dünyada oldugu gibi Ital¬ya'da da bir örgütlenmeye gidilmisti. Bu örgütlenmenin amaci komünizmi her ne sart altinda olursa olsun geriletecek terör ey¬lemleri, sabotajlar, suikast ve ayaklanmalar yaratmakti. Örgütün teskilatlandigi ülkelerde çok gizli silah ve cephane depolari bulunuyordu.165 Esas olarak bir "komünist isgal"e karsi yeralti direnisi örgütlemek için kuruldugu söylense de, bunu çok asan ve ülkelerin iç siyasetine müdahale eden bir yapisi vardi. Örnegin Italya'da Sovyet ordularinin bir komünist isgali yoktu ama onlarin literatüründe solun ve IKP'nin yükselmesi bile bir "tehdit" sayiliyordu.166 Bu nedenle her ne pahasina olursa olsun önü kesilmeli ve bu yükselis durdurulmaliydi. Gladio sagdan sola, siyasi partilerden sendikalara, ögretim üyelerinden basina, askerlere, polise, istihba¬rat teskilatina varincaya degin her yerde yuvalanmisti. Özellikle neo-fasist çevrelerden kendilerine militan kadrolar topluyordu. 1990'lara kadar varligi bile reddedilen örgüt daha sonra seklen feshedilmis ve bazi sirlari birer birer ortaya dökülmüstü. Italyan Gladiosu II. Dünya Savasi'mn bitiminden itibaren ABD yönlendirmesiyle örgütlenmis, birçok "örtülü operasyona" imzasini atmisti. Italyan Gladiosu'nun yuvalandigi merkez, gizli servis SIFRA'nin "R Bölümü" diye bilinen departmaniydi.167 600 kadar militan Sardunya Adasi'nda bu is için açilmis özel kamplarda egitiliyordu. (Gizli servis jargonunda bunlara "Geri Plan Ordulari" deniliyordu.) Her yerde gerektiginde kullanabile¬cekleri gizli silah depolari bulunmaktaydi, ilginçtir, bu örgütlen¬melerin hepsine CIA ve Pentagon'dan kisiler yön verse de aslin¬da köklerinde Nazi kadrolari yatiyordu.
  1. Dünya Savasi sonrasi dagilan Nazi istihbaratinin üyelerin¬den, SS ve SA birlikleri üyelerinden devsirilmis kadrolar bizzat Gladio'nun örgütleyicileri arasinda yer aldi. Bunlarin hepsi degi¬sik kimlikler altinda dün Nazi üniformasiyla isledikleri suçlari artik bati dünyasi adina islemekteydiler. Bir "dokunulmazlik" zir¬hi altinda gizlenen bu yapilar kendilerini ülkelerdeki tüm yasal ve sivil otoritelerin üzerinde görüyordu. Bu amaçla topluma kar¬si uyguladiklari terör olaylari bile onlarin gözünde normal "vatansever" eylemler haline gelebiliyordu.
Nitekim italyan Komünist Partisi'nin yükselisi karsisinda Gladio, "saldiri" karari alacakti, italya'nin birçok bölgesinde patlayan bombalar; gerilimi tirmandirmak, solu kitlelerden tec¬rit etmek ve sagi da sola karsi ilimli tutumundan caydirmak ama¬cini tasiyordu. Amaç italya'da karisiklik yaratarak iKP'nin yük¬selisini durdurmakti. Ancak bütün bu planlarin uygulandigina dair onlarca emare ortada bulunsa da gerçek uzun yillar "örtülü" kalacakti. Ta ki bir olay cereyan edene kadar... Olayin ayrintilari 17 Haziran 1982 günü, Londra Blackfairs Köprüsü'nde bir cesedin asili olarak bulunmasiyla ortaya çika¬cakti. Ceset Banco Ambrosiano'nun patronu Roberto Calvi'ye aitti. Cebinde bir tugla bulunmasi onun Masonik ritüellere göre yargilanip öldürüldügünün bir göstergesi olarak kabul edildi. So¬rusturma derinlestirilince inanilmaz baglantilar ortaya çikmaya basladi. Hatta isin bir ucu para aklama operasyonlari dolayisiyla Vatikan Bankasi'na kadar vardi. Öte yandan Lucio Gelli vasitasiyla da bambaska iliskiler per¬çinleniyordu. Gelli, zamanla kurdugu bu iliskiler sayesinde NA-TO'da henüz askeri bir komutan olan Aleksandr Haig ve Henry Kissinger'in destegini alacakti. Bu ekip, Gladio ve P-2 iliskisi sayesinde italya'da "paralel yapilarin" kurulmasi ve siyasi haya¬tin içten ele geçirilmesi planini uygulamaya basladi. Gelli eski bir fasistti ve II. Dünya Savasi'na katilmisti. Ayni zamanda P-2 Mason locasinin da baskaniydi. Ancak isin bir de finansman boyutu ve onun içinde de CIA paralarinin aklanmasi için bir bankaya ihtiyaç vardi. Bu neden¬de Roberto Calvi devreye girmisti. O da bir P-2 üyesiydi. Ancak bankasi iflas edince l .5 milyar dolara yakin bir para ortadan kay¬bolacakti. (Sonradan bu para Vatikan Bankasi hesaplarinda ortaya çikti.) Böylelikle isler daha da karisacakti. Bütün bu iliskilerin merkezinde ise tabii ki P-2 Mason Loca¬si bulunuyordu. Italya'nin önde gelen siyasetçi, hukukçu, banka¬ci, gazeteci, polis, asker ve gizli servis seflerinin toplandigi bu lo¬ca bünyesinde CIA ile koordineli olarak her tür karanlik is, ka¬ra para aklama, terör organize etme gibi faaliyetler kotarilmak¬taydi. Ayrica ülkenin bütün ileri gelen solcularini ve santaj ya¬pacaklari kisileri fisliyorlardi. Bütün bunlarin yani sira ileride italya'da kurulmasi planlanan fasizan yönetimin -kimi iddialara göre darbenin- kadrolari ve alt yapisi olusturulmaktaydi.168 Bü¬tün bu iliskiler, italya'da çok karanlik ve kirli isler çeviren tehli¬keli ve ciddi bir organizasyonun bulundugunu gösteriyordu. Her sey iç içe geçmisti ve Italyan demokrasisi tehdit altindaydi.   Gladio'nun "Sol Ayagi" mi? Peki bütün bu yapilarin Hristiyan-Demokrat Parti lideri ve Italyan Basbakani Aldo Moro'nun kaçirilis ve öldürülüsüyle ne gibi bir ilgisi olabilirdi? Gladio ve P-2 daha ziyade sag güçler ola¬rak tanimlanirken "Kizil Tugaylar" ismiyle bilinen radikal-sol bir fraksiyonun bu islerle ne gibi bir ilgisi olabilirdi? Gladio'nun sag kesimleri kullandigi ve onlara her türlü destegi verdigi biliniyordu. Böyle olmasi da hiç sasirtici degildi. Bu durumda Kizil Tugaylar söz konusu organizasyonun "sol ayagi" olabilir miydi, bilinmez. Ancak bunu iddia edenler var. Iddia sahiplerine göre bazi seyler bir araya getirildiginde bu baglantinin izi sürülebilirdi. Vaktiyle italyan kamuoyunda bu yönde bir izlenim dogdugu da biliniyor. Kizil Tugaylar'in ve eylemlerinin; darbecilerin istedigi kaotik ortamin yaratilmasina hizmet ettigini iddia eden aydinlar vardi. Adini 70'li yillarin basinda sansasyonel silahli eylemlerle duyu¬ran örgüt, asil ününü 1978 yilinda Basbakan Aldo Moro'nun ka¬çirilmasiyla yapacakti. Kimileri "Böylesi bir örgüt bu kadar bü¬yük çapta bir eylemi nasil yapabildi?" sorusunu sorarak bir yerle¬re varmaya çalisti. Aslinda bunda o kadar garipsenecek bir sey yoktu. Teskilatli, iyi egitilmis ve o kararliliga sahip her yapi bu tip eylemler yapabilirdi. Dünyada bu tip yapilarin birçok örnegi özellikle o yillarda vardi. Burada öne çikarilmasi gereken soru bu degildi. Burada önemli olan, Aldo Moro'nun niçin hedef seçildigi idi. Aldo Moro ilimli bir liderdi ve sola karsi sert çikislariyla tanin¬miyordu. Tam tersine Moro'nun özellikle Italyan komünistleriy-le çok iyi iliskileri vardi. Onlarla tarihsel bir uzlasma yapmayi planliyordu. Ülkede demokrasiyi tehdit eden güçlere ve teröre karsi komünistlerle koalisyon yapma asamasindaydi.169 Bu yüz¬den Moro'yu karsisina alan güçler bambaska güçlerdi. Ve o öldü¬rüldükten sonra bir daha "tarihsel uzlasma"nin lafi dahi edilmez olacakti. Gladio üzerine gelen herkesi ya dogrudan ya da dolayli adresler kullanarak yok ediyordu. Baslatilmis "Temiz Eller Operasyonu" esnasinda Kizil Tugay¬lar içine Gladio elemanlarinin sizdigi tespit edildi. Bunlarin sü¬ratle örgütün üst kademelerine tirmandigi tahmin edilmektedir. Giderek örgüt çizgisi ve eylemlerinde söz sahibi olmaya basla¬mislardi. Kimilerine göre ise Gladio, süreç içinde Kizil Tugaylar örgütünün üst kademesini tümüyle ele geçirmis görünüyordu. (Ancak bunun ispat edilemedigini hatirlatalim.) Bu sizma ve yönlendirme politikasi sonucu Aldo Moro eylemi gerçeklesmis¬ti. Bu teze göre Aldo Moro'yu istemeyen Gladio, masa olarak Ki¬zil Tugaylar'i kullanmisti.   Kissinger'in Tehdit Kokan "Uyari"si Moro'nun Komünist Parti ile yakinlasma politikasi Gla-dio'nun alarm vermesi için yeterliydi. Moro ayrica Hristiyan Demokrat Parti içinde de buna uygun yeni bir reorganizasyon öneriyordu. Muhtemelen partideki asiri sagci ve Gladio bag¬lantili unsurlarin temizlenmesini de hedefliyordu. Bu arada Moro, Washington gezisine çikti ve oradan sert bir tepki ile dön¬dü.171 Henry Kissenger tarafindan üslubunca uyarilmisti. Kissen-ger, kendisine komünistlerle ittifaka yönelmenin "oldukça tehli¬keli ve yanlis" olacagini bildirmisti. Ardindan Moro, ismi halen meçhul olan bir istihbarat yetkilisiyle yaptigi görüsme sonrasin¬da bu politikada israr etmesi durumunda hayatinin tehlikede ol¬dugunu ögrenecekti.172 Tabii ki bu rahatsizligin P-2 ve Gladio tarafindan algilanmasi uzun sürmeyecekti!   Moro Kaçiriliyor ve Öldürülüyor 26 Mart 1978 günü Roma yeni bir güne uyanmisti. Roma'nin en popüler caddelerinden Fani'de ise her sey sakin görünüyordu. Trafik akiyor, insanlar yürüyor, dükkânlar açiliyordu. Kisacasi, olaganüstü hiçbir sey yok gibiydi! Ancak kisa bir süre sonra cad¬dedeki kirmizi trafik lambasi yandiginda ve otomobiller durdu¬gunda birden ortalik karisacakti. Aniden sokak aralarindan fir¬layan yüzleri maskeli ve elleri silahli adamlar resmi plakali bir konvoyu çapraz atese aldilar. Öndeki ve arkadaki iki polis eskor-tu neye ugradiklarini sasirmisti. Karsilik dahi veremediler. Her sey çok kisa süre içinde olup bitmisti. Koruma polislerinin çogu öldü. Bosa giden hiçbir kursun yoktu. Tüm kursunlar inanilmaz bir profesyonellikle hedeflerine varmis, üstelik kurbanlar karsi koymaya firsat bile bulamamislardi.173 Ortadaki araca yaklasan¬lar, arka koltukta yüzü dehsetten beyaza dönmüs adami alip or¬tadan kayboldular. Bu kisi Hristiyan Demokrat Parti ve merkez sagin lideri Basbakan Aldo Moro idi. Çok geçmeden Kizil Tugaylar taleplerini açikladilar. Aldo Moro'nun cani karsiliginda hapisteki arkadaslarinin serbest bira¬kilmasini ve'yayinladiklari bildirinin televizyonlardan okunma¬sini istiyorlardi. Hükümetin kesin tavri ise "Teröristlerle pazarli¬ga oturulmaz" yönündeydi. Bu karsilikli mesajlasma tam 56 gün boyunca sürdü. Militanlar her gün Moro'yu bir sandalye üzerine oturtuyorlar, önüne o günün gazetesini koyup fotografini çekerek yasadiginin ispati olarak gazetelere yolluyorlardi. Diger yandan güvenlik güçlerine kalirsa, polis tüm ülkede Moro'yu ve rehin tutuldugu yeri ariyordu ama bir türlü hedefe ulasilamiyordu.174 56 gün doldugunda artik hiçbir uzlasma umudu kalmamisti. Mo-ro'nun ölüm haberinin eli kulagindaydi. Ve sonunda bir gün beklenen haber geldi. Gazeteleri arayan kimligi belirsiz bir ses "Gesu Kilisesi'nin önünde bir Renault oto¬mobil bulacaksiniz. Aldo Moro onun içinde!" diyordu. Polis ve basin hemen verilen adrese kostu ama karsilastiklari sey Mo-ro'nun cesediydi. Birkaç saat kadar önce "Akrep" model bir si¬lahtan atilmis 11 kursunla öldürülmüstü. Ardindan Kizil Tugay¬lar'a yönelik sert bir operasyon baslatildi. Örgüt çökertildi.175 Li¬derleri Renato Curcio yakalandi. Olay normal bir terör davasi olarak görüldü ve zamanla unutuldu. Bu arada ilginç baglantilar da ortaya çikmaya baslamisti. Ör¬negin Kizil Tugaylar'in en örgütlü oldugu ve militan devsirdigi Hyperion Dil Okulu'nun üç kurucusundan biri olan Carrado Si-mioni CIA baglantili Özgür Avrupa Radyosu elemanlarindan çik¬misti. Kuruculardan bir digeri Duccio Berio, bir dönem Italyan Askeri Istihbarat Servisi'nin muhbirlerindendi.176 Daha da ilgin¬ci Hyperion Dil Okulu Italyan istihbarat raporlarinda "CIA'in Avrupa'daki en kilit uzantilarindan biri" olarak tarif ediliyordu. Ayni günlerde yapilan bir baska kaçirilma olayi sonrasinda çikan çatismada toplanan 90 kadar mermi kovaninin en az yarisinin Gladio'ya ait depolarda bulunan mermilere uydugu saptandi.   Moro'nun Mektuplari Bu arada Kizil Tugaylar Moro'yii ellerinde tutarken onu bir "savas esiri" gibi sorgulamislardi. Bu mektup ve tutanaklarin bir kopyasi daha sonra, 9 Ekim 1978'de Kizil Tugaylar'in Milano-Via Montanevoso'daki evlerinden birine yapilan baskinlar esna¬sinda ele geçirildi. Moro bu mektuplarda ülkede yuvalanmis Gladio benzeri bir yapidan söz ediyordu. Yaklasik iki düzine ka¬dar, ailesine ve politikacilara yazilmis ama gönderilmemis mek¬tup bulunmustu. Mektuplar derhal incelemeye alindi.177 Iddiala¬ra göre Moro mektuplarda, ülkede yasananlardan ve basina ge¬lenlerden Gladio'yu ve partisindeki bazi politikacilar ile devlet görevlilerini sorumlu tutuyordu. Moro'nun yerine Basbakan olan Giulio Andreotti bu mek¬tuplarin açiklanmamasi için özel gayret gösterecek ve "devlet sirri" bahanesinin arkasina siginacakti.178 Andreotti ayrica israr¬la "Gladio isimli bir örgüt varsa bile yetmisli yillarin basinda da¬gitildigini" söylüyordu.179 Ayni Andreotti 1990'da açilan "Sag Terörizmin Aydinlatilmamis Suikastlari" sorusturmasini gecik¬tirmek, saptirmak ve bazi seylerin halen gizli kalmasini saglamak için elinden geleni yapacakti. Gladio ile ilgili 12 sayfalik belge¬yi bizzat istetecek ve bunlari sansürleyerek 10 sayfaya indirecek¬ti. Andreotti bariz bir örtbas çabasi içine girmisti. Sonuçta bütün bunlar birbirine eklendiginde ülkede Mo¬ro'nun öldürülmesini isteyecek ve bundan yarar saglayacak esas gücün ABD destekli Gladio, P-2 Masonlari ve onlarin devlet içindeki uzantilari oldugu ortaya çikiyordu. Moro'nun öldürül¬mesinden akli basinda hiçbir sol çizginin yarari olmayacagi orta¬da idi. Ama Kizil Tugaylar ister Gladio'nun yönlendirmesi ve siz-masiyla bu isi yapsinlar, isterse de tümüyle kendi bagimsiz irade¬leriyle gerçeklestirsinler sonuçta Moro'yu istemeyen malum güç¬lerin ekmegine yag süren bir eylem yapmislardi.   Sosyal Demokratlarin Enternasyonal Kaybi: Olof Palme INSANLARIN, ölümüne kayitsiz sartsiz sekilde üzüldügü kisiler vardir. Bu insanlar hayatlariyla ve olaylar karsisinda¬ki duruslariyla kendilerini kabul ettirmislerdir. Bunlardan biri de kendisi gibi ilimli bir ülkenin, isveç'in Basbakani olan Olof Palme idi. Palme yasam tarzi ve düsünceleriyle gerçek bir barisçi lider, Avrupali bir sosyal demokratti. Bu gibi insanlarin durusu dünyanin her zaman gergin tansi¬yonu karsisinda bir sigorta gibidir adeta. Onlar keskin kisilikle¬riyle degil, uygar kimlikleriyle kendilerine bir yer açmislardir, îs-te bu tip insanlardan birisi de isveç'in eski Basbakani ve Sosya¬list Enternasyonalin Baskani Olof Palme idi. Bugüne kadar or¬taya çikarilamayan bir suikasta kurban gittiginde esiyle birlikte, korumasiz biçimde, siradan bir aile gibi sinemadan çikmislardi. Palme kendine özgü bir alçakgönüllülük ve kararlilik simgesi olarak dünya siyasi tarihinde yerini alacakti. Olof Palme 30 Ocak 1927 dogumluydu. Varlikli bir ailenin ogluydu. ABD Ohio'da ve Stockholm'de hukuk egitimi gördü. 1950'lerden itibaren Sosyal Demokrat Isçi Partisi'nde çalismaya basladi. 1953'te Basbakan Tage Erlander'in özel sekreteri oldu. 1958'de isveç Parlamentosu'na girdi. 1963'te kurulan sosyal de¬mokrat hükümette devlet bakani olarak görev aldi. 1965'te ha¬berlesme, 1967'de egitim ve din isleri bakanliklarina getirildi. 1968'de ise parti baskani ve Basbakan oldu. ABD ile Zitlasan Palme Basbakanlik görevi esnasinda ABD'nin Vietnam'i isgaline sert bir sekilde karsi çikti. Üstelik daha da ileri giderek ABD or¬dusundan kaçan askerlerin Isveç'e siginma taleplerini destekle¬yecegini belirtti. Onun bu çagrisi yüzünden Isveç-ABD iliskileri hayli gergin günler yasadi. 1976'da 44 yildir seçim yenilgisi al¬mayan sosyal demokratlar ilk kez yenilince Basbakanliktan ayril¬di. Parti içinde etkin çalisma yürüttü ve dünya çapinda savas karsiti çizgisini sürdürdü. Bu dönemde Kuzey Ülkeleri Konseyi (1979-80) ile Silahsizlanma ve Güvenlik Bagimsiz Komisyo-nu'nun Baskanligini yapti. Bu görevinde uluslararasi silah tröst¬lerinin tepkisini çekti. Iran-Irak savasinda Birlesmis Milletler özel temsilcisi olarak görev aldi. Çalismalarinda oldukça açik sözlü ve ilkeli tavirlariyla öne çikti. P2 Baglantisi Olaya bu açidan bakildiginda Palme ABD'yi ve CIA'i rahat¬siz etmekteydi. Palme olayi ile ilgili ortaya atilan en ilginç iddi¬alardan birisi de Basbakan Olof Palme'nin CIA ve P2 Mason Locasi isbirligi ile öldürüldügü idi. Söz konusu iddiayi ortaya atan, "Ajan Sifir" kod adli birisiydi. Daha sonra, adinin Dick Breneke oldugu anlasilan bu kisi Palme cinayetinin ayni güçlere isaret ettigini ileri sürüyordu. Palme cinayetinin sorusturmasiyla görevli Isveç polis sefi Hans Oelbebro ise bu ihtimalin Brene-ke'nin Italyan devlet televizyonu RAI'de yaptigi açiklamalardan sonra ortaya çiktigini vurguladi. Ortaligi karistiran iddianin sahi¬bine göre, P2 lideri Licio Gelli, Palme suikastindan üç gün önce dönemin ABD Baskan Yardimcisi George Bush'un danismanina "isveç Agaci Devrilecek" seklinde sifreli bir telgraf çekmisti. Breneke, devlet televizyonunda "Palme mide bulandiran bir si¬nekti, P2 onu temizledi" demekteydi. "Ajan Sifir"a göre P-2 yedigi darbeye ragmen son bulmamis, yeniden toparlanmis ve faaliyetine devam etmisti, iddia sahibi¬ne göre P-2, Gladio'nun Avrupa'daki bir ayagindan baska bir sey degildi. CIA bu örgütlenmeye yillardir para, lojistik destek ve egitim imkâni sagliyordu. Ayrica bir dönem Avrupa'daki yasadi¬si silah ve uyusturucu kaçakçiligi da bu yolla organize ediliyordu. Ayni konuda TV beyanati veren CIA'in eski kontratli ajanla¬rindan ibrahim Razin ise Baba George Bush'un ve P-2 Mason lo¬casinin yakinlarindan Philip Guearino'ya dayanarak Olof Palme suikastinin çok önceden planlandigini ve ABD'nin "Ulusal Gü¬venlik Kurulu"nun durumdan haberdar oldugunu belirtiyordu. Razin'e göre Olof Palme yapilan yasadisi silah sevkiyatina dair çok önemli bilgilere ulasmisti. Ondan da ötede, skandalin ortaya çikmasi durumunda ABD yönetimi çok zor duruma düsecekti. Iran-Kontra Skandali Ayni paralelde, Palme'nin ölümünde önemli soru isaretlerin¬den birinin de "Iran-Kontra Skandali" oldugu ileri sürülecekti. Bu teze göre Palme, Silahsizlanma ve Güvenlik Bagimsiz Komis-yonu'nun Baskani ve Iran-Irak Savasi Birlesmis Milletler Özel Temsilcisi olarak görev yaptigi esnada Kontra Skandali'nin bel¬gelerine ulasmisti. Palme, skandalin arkasinda kimlerin, hangi silah tüccarlarinin, ABD'nin hangi servis yetkililerinin bulun¬dugunu ögrenmisti. Bu ise henüz ortaya çikarilmamis Kontra Skandali'nin tüm planini çikmaza sokacak bir gelismeydi. Üste¬lik Palme bunlari dünya kamuoyuna açiklamak üzereydi. Bu yüz¬den Palme'nin susturulmasi gerekiyordu. Dahasi Palme'nin Birlesmis Milletler Genel Sekreterligi göre¬vine gelmesi ihtimali belirmisti. Bu ise Palme'nin ayni konuda çok daha etkin bir konuma oturmasi demekti. Elindeki arastirma imkânlari daha çok artacakti. Yarbay Oliver North ve CIA Bas¬kani William Casey tehlikedeydi. Isveçli tüccarlar da isin içindey¬di ve silahlar önemli ölçüde Dogu Bloku'ndan geliyordu, isin için¬de CIA ve STASl'nin oldugu söyleniyordu. Eger bu tez dogru ise Palme suikasti bir servisin imzasindan çok birkaç servisin ittifak¬la gerçeklestirdigi bir eylem olarak önümüzde durmaktadir. Olof Palme... 28 Subat 1986'da Stockholm'de, esiyle birlik¬te gittigi sinemadan çikarken ugradigi silahli saldiri sonucu öldü¬rüldü. Katili bugüne kadar bulunamadi. Bu ise olayin arkasinda çok profesyonel bir tetikçinin oldugunu gösteriyordu.180 180 Olayla ilgili olarak Viktor Gunnarsson isimli biri, polis tarafindan süphe üzerine ya¬kalanip sorgulandi ama daha sonra serbest birakildi. Ayni Gunnarsson daha sonra ABD'de bir yol kenarinda, kafasina iki kursun sikilmis vaziyette bulunacakti.   Israil'de "Barisçi Çözüm'ün Sonu: Yitzhak Rabin'in Öldürülmesi

"Rabin bir haindir. Bütün topraklar Yahudi kalmalidir. Araplari Israil'den yollayin!"

-Asin dinci "Kahane Chai" örgütünün slogani—

Ortadogu bin yillardir kaynayan kazan olarak bilinir. Bu top¬raklara her nedense baris gelmek bilmemis, bütün kitabi, kutsal dinlerin dogdugu bu bölgeye bir türlü huzur hakim olamamistir. Ancak 1948'de israil devletinin resmen kurulmasiyla birlikte böl¬ge, tarihteki örneklerini bile asan bir çatisma sürecine sürüklen¬mistir. Bir yanda Eski Ahit'e dayanarak bu topraklarin kendilerine Tanri tarafindan vaat edildigini öne süren Musevi-Yahudiler, diger tarafta o topraklarin kendilerine ait oldugunu bildiren ve burada bir devlet kurmak isteyen Müslüman-Arap-Filistinliler. Bugün ar¬tik iyice bir çikmaz görüntüsü veren bu sorun on yillardir varligini koruyor. Her gün, her iki taraftan da onlarca insan kursunlar, pat¬layan bombalar ve diger saldirilarla hayatini yitiriyor. israil, yerlesim bölgelerini günden güne arttirir ve ülkeye Ya¬hudi göçünü tesvik ederek yayilmasini sürdürürken, diger yan¬dan da isgal ettigi Arap ve Filistin topraklarindan çekilmeme politikasini devam ettiriyor. Bugün Filistin tam bir cehennem görüntüsü arz ediyor. Yaser Arafat adeta hapsedilmis durumda ve Filistin topraklan her gün israil'in operasyonlarina sahne oluyor. Diger yandan kadin, erkek yüzlerce Filistinli genç, kendilerini birer canli bombaya çevirerek Israil topraklarinda hayatlarina ve tabii diger insanlarin da hayatlarina son veriyor. Bu durum yüzlerce masum israilli'nin hayatina mal oluyor. Tek suçu kahvede oturmak, otobüse binmek, yolda yürümek olan onlarca Yahudi bu tarz eylemler sonucu hayatini kaybediyor. Nereden bakarsa¬niz bakin Ortadogu bir cinnet ortamina dönüsüyor. Bütün bun¬lara ragmen halen "baris"tan söz edilmiyor ve ortam giderek da¬ha da gerginlesiyor. Sanki tarihsel olarak da bu tren kaçmis gibi görünüyor. Durumun bu hale gelmesinde Ariel Saron'un irkçi-savasçi tutumu belirleyici görünüyor.   Degisen Rabin Ne var ki, Israil ve Filistin'de barisin kiyisina daha önce yak¬lasilmisti aslinda. 1992 yilinda Yitzhak Rabin liderligindeki Isçi Partisi'nin iktidara gelmesi ile bu firsat yakalanmis görünüyordu. Zaten Rabin'in iktidara gelmesi esas olarak Israil halkina "Arap komsularla baris" vaat etmesinin bir ürünüydü. Artik Filistinli¬ler ve Araplarla didismekten bikan Israil halkinin büyük kesimi Rabin'in barisçi söylemine onay vermisti. Rabin, akilci bir lider¬di ve sartlari zorlamanin faydasizligini görebiliyordu. Modern, la¬ik ve esitlikçi düsüncelere sahip Yahudilere seslenen Isçi Partisi, ideolojik açidan asiri dinci, fanatik ve Kabalaci Yahudilerden kalin çizgilerle ayriliyordu. Aslinda Yitzhak Rabin de geçmiste "Sahin" bir askerdi ve Araplarla az savasmamisti. Onu 1967 Arap-Israil savasinda ülke¬sinin Genelkurmay Baskani olarak tanimistik.181 Rabin'in geçir¬digi bu degisim sasirticiydi. Dahasi, iktidara gelmeden, 1990'da Likud-Isçi Partisi ortak hükümetinin Savunma Bakani idi. Filistin Intifadasi'nin bastirilmasi için en sert yöntemleri kullanmaktan çekinmemisti.182 isgal altindaki Filistin topraklarina Yahudi yer¬lesimcilerin yerlestirilmesi de önemli ölçüde onun eseriydi. Bu yüzden basta Filistinliler olmak üzere birçok kisi onun birdenbi¬re "barisçi" kesilmesini bir türlü anlamlandiramamisti. Oysa Rabin, birçok fanatik Yahudi'nin aksine ve belki de bü¬tün bunlari yasamis biri olarak bu politikalarin artik çikmaza gir¬digini ve israil'e de zarar verdigini ilk görenlerdendi. Bu anlam¬da rasyonel bir karar vererek baris politikasini benimsemisti. Ço¬gu kisi onun bu hareketini "iyi polis" esprisi ile açiklasa da Ra¬bin barisçi politikayi gerçekten benimsemis görünüyordu. Onu bu karara iten bir baska nedense radikal Islami direnisin giderek güç kazanmasi idi. FKÖ ile acilen baris sürecine girmek gereki¬yordu. Baris Filistin kanadinda nasil Hamas gibi örgütlerle ger¬çeklesmezse israil'de de Likud gibi partilerle gerçeklesemezdi. israil devleti için stratejik bir karar aniydi. Ya eski "dini kay¬naklara dayali" Mesihçi-yayilmaci politika bütün bu anlamsiz çatismalara ragmen sürdürülecek ya da var olanla yetinilip Israil devletinin yasamasi ve bölgesel baris garanti altina alinacakti. Ancak Rabin'in hesaba katmadigi bir sey vardi. O da israil dev¬let aygiti içinde asiri sagci kadrolarin etkinligiydi. Bu kadrolar bedeli ne olursa olsun Israil devletinin genislemesinden ve gere¬kirse Araplarin tümünü katletmek pahasina da olsa "vaat edilen topraklar" hayaline kavusmaktan yanaydi. Bunun disindaki her çözümü "ihanet" olarak görüyorlardi. Her ne kadar 1979'daki Camp David'den sonra bile israil verdigi sözleri tutmamis, bu¬nun sadece "taktik" bir geri çekilme oldugunu düsündüren bir¬çok isgal ve katliama girismis olsa bile, Rabin'in bu kez daha ra¬dikal bir sey yapmaya niyetli oldugu, kendisine içten gelen tep¬kilerden belli oluyordu. Belki Rabin de iddia edildiginin aksine çok "barissever" biri degildi ama hayat bunu ona zorluyordu. Bunu fark etmis olmasi bile Mesihçi-yayilmaci-vaatçi politika¬larda bir çatlak olusmasi demekti.   is Ciddiye Binince 1992'deki isçi Partisi iktidarindan sonra baslayan "baris süre¬ci" her iki taraftan kisilerce de kuskuyla karsilanacakti. Filistin¬liler aci deneylerin onlara ögrettigi gibi bu barisin kendilerine kurulmus bir "tuzak" olabileceginden süphelenirken, israil'deki Rabin karsitlari da onu Siyonizm ideallerine ihanet ettigini dü¬sünüyorlardi. Bunlar çesitli yollardan isçi Partisi hükümetini ve Rabin'i etkilemeyi ve neticede barisin sadece "taktik" bir söylem olarak kalmasini isteyen kesimlerdi. Ancak evdeki hesap çarsiya uymadi; isçi Partisi'nin genis bir kesimi barisçi söylemin cazibesine gerçekten kapilmaya basladi. Bunlar Yahudilige irkçi biçimde bakmayan, "Büyük israil" proje¬sinden çok daha "gerçekçi" bir toprak parçasi ile yetinebilecek, modern dünyanin realitelerinin farkinda kesimlerdi. Yahudiligin varolus sorununa dinsel cevaplar getirmiyorlardi. Pragmatik davraniyorlar ve ekonomik çikarlari öne aliyorlardi, israil ve Fi¬listin birlikte varolabilirdi.183 Ama bu bakis israil devletinin de¬rinlerine hakim olan anlayisla çakismiyordu. Kaçinilmaz çatisma sekillenmeye baslamisti. Nitekim isçi Partisi'nin Bati Seria'nin tümünü Filistinlilere vermeye razi olur gibi görünmesi, alarm zillerini çaldiracakti. Bu, israil'deki derin iradenin kabul edebilecegi bir sey degildi. Sagci Li-kud Partisi de bu anlayisin toplumdaki "sivil" uzantisiydi. Rabin'in ortadan kaldirilmasina o an karar verdiler. Gazze Seridi Filistin' verilebilirdi ama Bati Seria asla! Üstelik Gazze'nin FKÖ denetimi¬ne verilmesi bundan sonra Hamas gibi örgütlerle Arafat'in ugrasma¬si anlamina geliyordu. Böylece bir yükten de kurtulmus olurlardi. Ama "Bati Seria"mn verilmesi "Kutsal Kaynaklar"a uygun degildi. Ilk önceleri bu nedenle isçi Partisi hükümetinin imzaladigi Gazze-Eiha barisi, israil devleti içindeki bu kesimleri hiç rahat¬siz etmedi. Ancak isler tersine dönmeye baslayinca Isçi Partisi hükümetinin bu konuda gerçek adimlar atabileceginden kusku duyulmaya baslanacakti. "Baris" bir "taktik", bir "söylem" olabi¬lirdi ama "amaç" olamazdi bu yayilmaci kesimlere göre. Nitekim 1995 yilinin Ekim ayinda Misir'da onaylanan anlasma ile isçi Partisi hükümeti "Bati Seria'daki Arap sehir ve köylerinden he¬men geri çekilme"yi kabul ediyordu. Ardindan Yahudi yerlesim¬cileri de geri çekmekten söz etmeye baslamislardi. Rabin, bir adim daha ileri gitmisti ve kendi sonunu hazirlayacak uygulama¬lar içindeydi. "Siyonist ideallere ihanet eden" bu lider ya yola getirilmeli ya da ortadan kaldirilmaliydi, israil siyasi sisteminin "sol kanadi" geleneksel çizgi ile ters düsmüstü.   Rabin'e Sikilan Kursunlar Bu sartlar altinda 4 Kasim 1995 gecesine gelindi. O gün Tel-Aviv'de Isçi Partisi tarafindan büyük bir "baris mitingi" yapilmak¬taydi. Mitinge çok genis bir baris yanlisi kitle katilmis ve toplan¬ti neseli geçmisti. Böylelikle baris isteginin aslinda Israil'de genis bir toplumsal taban buldugu da ortaya çikmisti. Ne var ki, toplan¬tinin bitiminde Isçi Partisi lideri ve Basbakan Yitzhak Rabin, tam miting alanini terk etmeye hazirlanirken bir suikastçi tarafindan yakin mesafeden vuruldu. Alelacele hastaneye kaldirilan Rabin kurtarilamadi. Israilliler Filistinli saldirganlara alisiktilar ama bu kez yakala¬nan saldirgan bir Filistinli degil, bir Yahudiydi. Adi Yigal Amir'di ve bu emri ona "Tanri'nin verdigini" söylüyordu. Suikastçi Yigal Amir, radikal dinci gruplardan Eyal'in bir üyesiydi. Rabin'i, "Tanri'nin emirlerine karsi gelerek Yahudi topraklarini Araplara verdigi için öldürdügünü" ileri sürüyordu. Bu amaçla daha önce de iki defa Rabin'in yanina kadar sokulmayi basarmis, üçüncü¬sünde aradigi firsati bulabilmisti.   Katil Engellenmedi Belki de suikastin en ilginç yani burasiydi. Böylesi niyetler tasiyan bir katil, belinde silahi ile Rabin'e nasil bu kadar yakla-sabilmisti? Bu bir "koruma zaafi" miydi, yoksa bilinçli olarak bi¬rakilmis bir "bosluk" muydu? Bu gibi konularda dünyanin en ba¬sarili örgütü olarak bilinen Mossad ve onun iç güvenlikten so¬rumlu birimi Shin Beth'in bu derece zaaf göstermesi herkesi sa¬sirtmisti. Olayin soku atlatildiktan sonra bu kez bunun bir "zaaf olmayip "kasit" olabilecegi tezleri dillendirilmeye baslandi. "Mossad'in beceriksizligi" tezi kuskuyla karsilanacakti. Mossad'da "asiri sagci" kadro egemenliginden söz ediliyordu ve bu kesim Rabin'den ve onun yapmak istediklerinden hiç hos¬lanmiyordu. Mossad içinden birileri bu "güvenlik zaafi'Yia yesil isik yakmis olabilirdi! Mossad Israil devletinin en önemli ayagiy¬di ve kendisini "devletin bekasindan" sorumlu görüyordu. Ra¬bin'e sempati ile bakmadigi bilinen1^ Mossad içindeki bir klik pekala suikastçiyi ve arkasindaki dinci örgütü yönlendirmis ola¬bilirdi. Rabin'e duyulan antipatinin ucu buralara kadar varabilir miydi?  Mossad Asiri Sagin Etkisine Giriyor Düsmanlari açisindan Rabin'in o püne degin israil devletine yaptigi hizmetler bir anda önemsizlesmis, her sey FKÖ ile baris masasina oturma istegine endekslenmisti. Mossad'da bir sag kanat etkinliginden söz ediliyordu. Oysa Rabin "solcu" idi. Israil sagi ise su veya bu oranda her zaman "Mesihçi" olmustu ve devletin an¬cak dinsel bir plan dogrultusunda ayakta kalabilecegine inaniyor¬du. Mossad'a bu kesimlerden önemli bir radikal Yahudi yigilmasi olmustu. Rabin'in katlinde bu faktör görmezden gelinemezdi.185 Onlara göre Rabin baris konusunda fazla istekli bir lider olmustu. Filistinlilere Gazze Seridi ve Bati Seria'nin tamamini verme egili¬mi gösterdigi anda ipi çekildi. Basta Likud Partisi olmak üzere asi¬ri sagci gruplari rahatsiz eden de buydu. Onlarin gözünde Rabin artik bir "hain"di! Mossad'a egemen egilimin Rabin'e bu gözle baktigi söyleniyordu. Ve o "hain", israil'in Basbakanlik koltugun¬da oturuyordu. Bu sorun halledilmeliydi!186 Ancak bunun için öncelikle Rabin'in kamuoyunda yipratil-masi gerekiyordu. Nitekim Haham Meir Kahane'nin izini süren "Kahane Chai" (Kahane Yasiyor) örgütünün üyeleri, FKÖ'ye ver¬digi tavizlerin ardindan Rabin'i "hain" olarak tanimlamaya basla¬yacaklardi. Örgüt üyeleri dünyanin çesitli yerlerinde yaptiklari protestolarda Rabin'i "hain" ilan ediyorlar ve Filistinlilere vere¬cek bir karis topraklarinin bile olmadigini, tersine bölgenin Arap¬lardan arindirilmasi gerektigini savunuyorlardi. Bütün bu psikolo¬jik yipratmadan sonra saldiri için dügmeye basilacakti.   ihmalden Öte Ne Var? Normalde Rabin'in olaganüstü korunuyor olmasi gerekirdi. O, uzaktan dürbünlü tüfekle ya da yakinlarinda patlayan bir bomba sonucu ölmemis, yanina kadar yanasan asiri sagci bir Ya¬hudi'nin kursunlarinin hedefi olmustu. Nasil olmustu da Yigal Amir, Basbakanin yanina elini kolunu sallayarak bu kadar yak-lasabilmisti? Hadi sokuldu diyelim, bu is için egitilmis profesyo¬nel korumalar onu nasil fark edememisti? Böylesi kamuya açik bir mitingde Basbakana niçin çelik yelek giydirilmemisti? Olayin daha da vahim yani ise, Rabin'e suikast yapilacagi ih¬barinin daha önceden güvenlik servislerine ulastigi iddiasiydi. Buna göre suikasttan birkaç hafta önce asiri sagci bir Yahudi, Ra¬bin'e karsi bir suikast yapilacagi ihbarinda bulunmustu. O kadar ki, saldirganin eskâli, hangi örgüte bagli oldugu, yasi ve okudu¬gu üniversite bile biliniyordu. israil polisi bu ihbari, Rabin'i korumakla görevli iç güvenlik birimi Shin Beth'e -Mossad'in iç güvenlikle ilgili kolu- bildir¬misti. Bununla birlikte özel bir güvenlik çabasina gerek duyul¬mamisti. Okudugu üniversite ve eskâli belli oldugu halde Yigal Amir'i bulup tutuklama yönünde de bir adim atilmamisti. Hatta iddialara göre Shin Beth sorumlulari, tehdit haberlerini Ra¬bin'in yakin korumalarina da bildirmemislerdi. Eger bu olsaydi Rabin'in yakin korumalari hem daha tetikte olurlar hem de bel¬ki Amir'i teshis edebilirlerdi. Daha da ilginci, Yigal Amir'e silah saglayan kisinin israil ordu¬sunun özel bir birliginde görev yapan Arik Schwartz isimli bir ça¬vus oldugu saptandi. Sorusturma esnasinda bir sey daha dikkat çekti. Yigal Amir suikast gecesi, üzerinde silah oldugu halde son derece rahat bir sekilde ortalarda dolasmisti. VIP otoparkina kadar girmis ve kimse ona "Sen kimsin, ne isin var burada?" diye sorma ya da üzerini arama geregi duymamisti. Suikasttan sonra Shin Beth bu "ihmal"inden dolayi israil TV'sinde bile oldukça agir elestirilecek ve örgütteki asirt sagci etki sorumlu tutulacakti. Sonunda bu tip tartisma ve yayinlara yasak getirilerek sorun halledildi!   Tetikçi Yigal Amir'in Gizli Baglantilari Zaman geçtikçe suikastçinin kimligi ve baglantilari üzerine ilginç bulgular ortaya çikiyordu. Yitzhak Rabin'i vuran Yigal Amir, Haham Meir Kahane'nin izleyicisi "Eyal" isimli radikal dinci grubun üyesiydi.187 Zaten Israil polis yetkilileri de Amir'in "bireysel bir eylemci olmadigi"nin altini çizerek arkasinda bir ör¬güt destegi oldugunu ve bazi hahamlardan "fetva" aldigini açik¬lamislardi. Söz konusu hahamlar, Kahane'nin izinden giden ha¬hamlardi. Kahane öyle biriydi ki, kendisine "Judeo-Nazi" lakabi takil¬misti. Bu fanatik haham, ABD'de Yahudi Savunma Örgütü isim¬li terör örgütünü ve Kach adindaki radikal dinci partiyi kurmus¬tu. Kahane ile israil devlet aygiti arasinda gizli ve derin iliskiler oldugu söyleniyordu. Mossad'in Kahane ile iliskilerini gizli kur¬yelerle sürdürdügü iddia edilmisti. Ve her nasilsa 4 Kasim 1995 gecesi, Mossad'in hoslanmadigi Rabin, "Kahane'nin adamla-ri"ndan birinin eliyle suikasta kurban gitmisti. Ancak çok geçmeden suikastin tetikçisi Yigal Amir'in Israil gizli servisi için çalismis eski bir ajan oldugu ortaya çikti. Iddi¬alara göre Amir, 1992 yilinda üç ay boyunca Litvanya'da Ibrani-ce dersler vermis ve bu süre içinde Shin Beth adina, Yahudileri SSCB'den gizlice kaçirmakla görevli NATIV isimli örgütte faali¬yet göstermisti. Belki de Rabin'e bu kadar yaklasabilmesi, bu gö¬rev sirasinda edindigi kimlik karti sayesinde olmustu. Gene ör taya atilan iddialardan biri de Amir'in üyesi oldugu Eyal grubu¬nun lideri Avishai Raviv'in "Sampanya" kod adiyla Shin Beth direktifinde çalistigi idi.   Ortadogu'nun Kennedy Vakasi Peki, Rabin suikastinin siyasi sonuçlan ne olmustu? Önce ba¬ris yanlilari lehine toplumda bir duygulanma yaratsa da bu hava kisa sürede kayboldu, yerini moralsizlige birakti. Sag kanadin et¬kinligi ise kinlamadi. Baris adina hareket edebilecek ve Ra-bin'den dogacak boslugu doldurabilecek bir liderin olmamasi ba¬ris taraftarlarinin geri adim atmasina sebep oldu. Rabin'in hale¬fi Simon Peres, Rabin çapinda toparlayici bir lider olamadi. O bir denge adamiydi ve Rabin suikasti ülkedeki dengelere kimin yön verdigini yeterince ispatlamisti! Nitekim Rabin sonrasi 1996'daki ilk seçimi isçi Partisi kaybetti. Rabin suikasti ayni zamanda Israil devlet aygiti ve toplumu içinde süren keskin bir çeliskiyi de su yüzüne çikartti. Çogu kisi¬nin sandiginin aksine "Bütün Yahudiler savas yanlisidir" seklin¬deki görüs de Rabin suikasti ile birlikte yara aldi. Bu olay, Israil içinde de barisçi güçler oldugunu, Israil halkinin yasananlardan rahatsizlik duydugunu, herkesin Siyonist-Savasçi alternatifi be¬nimsemedigini, dolayisiyla Israil halkinin da homojen olmadigi¬ni ortaya çikariyordu. Evet, Yitzhak Rabin, Israil'in Kennedy'si olmustu. Her ne ka¬dar kökenleri, geçmisleri, hedefleri farkli olsa da her ikisi de ken¬di devletlerinin derinliklerine hedef olmustu. Iki lider de toplum¬larinin ve bölgelerinin daha fazla atese atilmasini hazmedememis-ti. Kennedy Küba'ya daha fazla müdahale edilmesini engellerken Rabin, Filistinlilere yapilanlari uygun bulmamisti. Ve bence ikisi de bu dünyanin aslinda herkese yetecegini anlamislardi....   Taze Bir Suikast: Isveçli Kadin Bakan Anna Lindh'in Öldürülmesi  

"Siddetin bir kere daha bizi vurmayacagini, demokrasimizi vurmayacagini düsünüyorduk"

-isveç Basbakani Göran Persson-

  AVRUPA'nin küçük ama etkili ülkesi isveç sekiz dokuz ay önce, 10 Eylül 2003 günü bir haberle çalkalandi. Bu ha¬ber Isveç'in sevilen Disisleri Bakani Bayan Anna Lindh'in biçakli bir saldiri sonucu öldürülmesiydi. Söz konusu su¬ikast isveçlileri saskina çevirirken, Avrupa Birligi üyesi ülkelerde de derin kaygi yaratti. Ayrica isveç'in Euro'ya geçip geçmeyeceginin karara baglanacagi referandum öncesinde böylesi bir eylemin ger¬çeklesmesi suikastin üzerine çok daha baska soru isaretleri düsürdü. Bilindigi üzere Lindh, Euro taraftari bir siyasetçiydi, isveç'in 28 Subat 1986'da öldürülen Basbakani Olof Palme'ye benzerligi ile taninan Lindh'in ölümü kafalarda ister istemez Palme suikas¬ti ile paralellikler kurulmasina yol açti. Ayrica Lindh'in öldürül¬mesi isveçli politikacilarin korumasiz gezme aliskanligi konusun¬da yogun elestiri ve tartismalara da neden oldu. 19 Haziran 195 7'de Stockholm'de dogan Anna Lindh, Uppsa-la Üniversitesinde hukuk egitimi görmüstü. 1984-1990 yillari ara¬sinda isveç Sosyal Demokrat Partisi'nin gençlik kollari baskanligi görevini yürüten Lindh, partinin en etkin isimlerinden biriydi. 25 yasindayken isveç parlamentosuna seçildi. (1986'da öldürülen Olof Palme, 'Senin mükemmel bir söylev gücün var, insanlarin bundan yararlanmasi gerekir' diyerek Lindh'e kendisiyle birlikte siyaset yapmasini teklif etti. O günden sonra kendisine, "Palme Flicka" yani "Palme'nin kizi" adi takilacakti.) 1994 yilinda Çevre Bakani oldu. Basbakan Pearson'm yerine geçecegine kesin gözüyle bakilan Anna Lindh, Sosyal Demokrat Parti hükümetinde 1998 yilindan bu yana Disisleri Bakani olarak görev almisti. Eski Içisle¬ri Bakani Bo Holmberg'le evli olan Lindh iki çocuk annesiydi.   Stockholm'de Bir Aksam Üzeri Anna Lindh, 10 Eylül günü baskent Stockholm'de bir aksam üzeri saat 16.00 sularinda parlamento yakinlarindaki Nordiska Kompaniet alisveris merkezinde dolasiyordu. Aniden harekete ge¬çen saldirganin biçak darbeleriyle agir yaralanan Lindh, agir yara¬li olarak Karolinska Hastanesi'ne kaldirildi. Karacigerine ve mi¬desine aldigi yaralardan ötürü iç kanama geçiren Lindh burada ya¬pilan bütün müdahalelere ve 8 saat süren ameliyata ragmen kur¬tarilamadi. Takvimler 11 Eylül'ü gösterdiginde Lindh ölmüstü. (Gene bir 11 Eylül!) Görgü taniklarinin ifadelerine göre Lindh'i bir asansör girisine kistiran katil kurbaninin yere düsmesinden faydalanarak art arda biçagini saptamisti. Saldirganin biçagi atip kaçmasindan sonra Lindh, çevreden yardima gelenlere "Tanrim, biçagi karnima sapladi" demisti.188 Olay sonrasi geride bir askeri mont, sapka ve olayda kullandigi biçagi birakarak kaçan katil, bir süre yakalanamayacak fakat daha sonra ele geçirilecekti. Kaderin garip bir cilvesi gibi Lindh de, Palme'nin öldürüldü¬gü yere birkaç yüz metre yakinliginda bir alanda öldürülmüstü. O da Palme gibi korumasiz geziyordu. Oturdugu evin telefonu ve adresi bile isveç telefon katalogunda kayitliydi. Toplu tasima araçlarini kullaniyor ve daha çok da metroyu tercih ediyordu. Sirf bu davranislari bile onun "sade" ve "halktan biri" gibi yasa- 188 "ikinci Palme Olayi mi?", Milliyet, 12 Eylül 2003 masina örnek teskil ediyordu etmesine ama ayni zamanda haya¬tini da riske atiyordu. Niçin Öldürülmüs Olabilir? Lindh suikasti bir dizi soruyu da beraberinde getirmisti. Suikas¬tin zamanlamasi, yani referandumun hemen öncesine rastlamasi ilk dikkat çekici husustu. Lindh'in AB karsitlarindan tehdit al¬digi söyleniyordu. Ama uzmanlar bir konuya daha dikkat çeki¬yorlardi. Lindh ABD politikalarina israrla karsi çikan bir Avru¬pali idi. Bush yönetiminin Guantanamo'da kurdugu "Taliban Esirleri Kampi"m siddetle elestiriyor ve insan haklarina aykiri buluyordu. Ayrica ve en önemlisi ABD'nin Irak'i isgalini "kabul edilemez" olarak tanimliyordu. Lindh, ABD Baskani George W. Bush'a Irak savasi dolayisiyla "yalniz kovboy" lakabini takmis ve onunla alay etmisti, italyan Basbakani ve Avrupa'daki en Ame¬rikanci politikacilardan olan Berlusconi'ye karsi da sert çikislar¬da bulunmustu. O da tipki "babasi" Palme gibi bir ABD ve savas aleyhtari idi. Olof Palme'yi öldüren gizli eller onu da yok etmeye karar vermis¬lerdi. Zaten katilin bu is için egitimli oldugu söyleniyordu. Biçagi en öldürücü yerlere vururken, hangi yaralarin sonuç getirecegini belli ki biliyordu. Lindh'in parlamentodan çikis ve gezme saatle¬rini bildigi anlasilan saldirgan, onu gözetlemis, takip etmis ve son¬ra da eylemini gerçeklestirmisti. Nitekim biçakli saldiri sonucu hayatini yitiren Anna Lindh, diger ülkelerdeki siyasetçilerin siki sekilde korunmalarini elestiriyordu. Ölümünden birkaç saat son¬ra isveç televizyonu, Lindh'in hayatina mal olan biçakli saldiri¬dan kisa bir süre önce kendisiyle yapilan söylesiyi ekrana getire¬cekti. Bu söyleside "Koruma çemberinden nefret ettigini" belirten Lindh, diger ülkelerdeki siyasetçiler gibi "mavi isik ve sirenler ol¬madan gezdigi için duydugu memnuniyet"ten söz ediyordu. Bu ne¬denle de çok kolay bir "hedef olmustu. "Isa Bana Seslendi!" Ilginçtir, 10 Eylül 2003'te öldürülen Isveç Disisleri Bakani An-na Lindh'in katil zanlisi Mijailo Mijailoviç bir süre sonra suçunu itiraf edecekti. Ancak bu itiraflar arasinda öyle bir söz söyledi ki insani ister istemez "En yeni beyni yikanmis suikastçimiz acaba bu mu?" diye düsündürüyordu.189 Daha önceki bazi suikastçi örnek¬lerinde oldugu gibi o da Anna Lindh'i öldürmesi için kendisine "Isa'nin seslendigini" öne sürüyordu. Iddialar kamuoyuna söyle yansidi: "Eski Isveç Disisleri Bakani Anna Lindh'i öldürdügü id¬diasiyla hakkinda dava açilan Mijailo Mijailoviç'in son sorgusun-daki itiraflari kamuoyuna açiklandi. Sanik Mijailoviç, son ifade¬sinde, bütün olup bitenlerin bir rastlanti sonucu oldugunu iddia etti. Sanik, olaydan birkaç gün önce psikiyatr yardimi ile bir has¬taneye basvurdugunu, ancak kendisi ile ilgilenilmedigini ve olay¬dan önce günlerce uyumadigini söyledi. Mijailo Mijailoviç, olayin meydana geldigi 10 Eylül'de, Stockholm'de önce PUB, daha son¬ra da NK alisveris merkezinde dolastigi sirada birden sesler duydu¬gunu ve kendisine seslenenin Isa oldugunu iddia etti. Sanik, ne yapacagini bilemez halde dolasirken birden Anna Lindh'i gördü¬günü ve duydugu sesleri takip ederek ona saldirdigini anlatti. Lindh'i öldürmesi için siyasi gerekçesi olmadigini iddia ederek 'O gün bir baskasi da olabilirdi' dedi."190 Öyle veya böyle, suikastçi ister beyninin yikanmasi sonucu ister¬se de gayet bilinçli ve planli bir sekilde davranmis olsun, sonuçta Disisleri Bakani Anna Lindh'i öldürmüstür ve Bayan Lindh hiç de tesadüfen seçilmis bir hedef degildir. Suikastçi kendini kurtarmak için "deli" rolü oynasa da, birilerince beyin kontrolü yöntemlerine tabi tutulup Bakan Lindh'in üstüne salinsa da olayin arkasinda böy¬lesi basit gerekçeler olmayacagi asikârdi. Ne diyelim, olay henüz çok yeni. Ileride daha baska iddialar, ipuçlari ortaya çikar belki....   "Keskin Nisanci" Suikastlari Bir Beyin Kontrolü Projesi Ürünü Olabilir mi? (Bir Toplumsal Suikastçi Örnegi)  

"Hedef, insan zihnindeki savasi kazanmaktir. Bu savasin ilk cephesi propaganda, depolitizasyon ve sansür ile kitlesel sindirmedi saglamaktir, ikinci cephe ise bireyin beyninde kazanilacaktir. Hedef; beyin yikamak, ideoloji degistirmek ve gerektiginde birçok Mançurya kobayi yaratabilmektir."

-CIA Baskani Ailen Dulles, 1953. Princeton Üniversite-si'nde yaptigi konusmadan-

  SÎZ bir suikast organizatörü olsaydiniz "ideal suikastçi" adayiniz nasil biri olurdu? Zeki, çevik, attigini vuran, aninda ortadan kaybolabilen biri mi? Elbette bütün bun¬lar bir "suikastçi" için gerekli özellikler, fakat yeterli mi? Bütün bunlara ilaveten, olur da yakalanirsa sizi ve planinizi ele verme¬yecek biri olmasini istemez misiniz? Ve sadece insan oldugu için, bu açidan "suikastçiniza hiçbir zaman sonuna kadar güvene¬mezsiniz. Yakalandigi zaman sizi ve planinizi ele vermesi riski, si¬zin gözünüzde onu her zaman "güvenilmez" kilan bir özellik ola¬rak kalacaktir. Suikastçiniz ne kadar "sadik" olursa olsun bu risk her zaman sizi endise içinde tutacaktir. Oysa ne oldugunu, kim oldugunu, bu eylemi niçin yaptigini, hatta orada ne aradigini bilmeyen biri sizin için gerçekten "ide¬al bir suikastçi" olabilir. Diger bir deyisle, daha önceden bir "be-vin kontrolü!' sürecine tabi tutulmus, kimligi ve benligi parçalanmis, zihinsel süreçleri muhtelif psikolojik veya kimyasal (ya da her ikisinin birlikte kullanildigi) yöntemlerle yeniden for-matlanmis biri "güvenilir suikastçi"niz olabilirdi. Ona tam ola¬rak güvenebilirdiniz. Çünkü böylesi biri, muhtemelen öz-savun-ma mekanizmalari da parçalandigi ve hafiza süreçlerinde bir ki¬rilma yasandigi için tipki uzaktan kumandali bir robot gibi yön¬lendirilmeye açiktir. Tabii ki bu süreçler bizim anlatimimizdaki kadar basit olmayacaktir. Hedefin uzun seneler boyunca, hatta belki çocuklugundan beri bir isleme tabi tutulmasi gerekebilir. Bugün daha ziyade "bilim-kurgu" filmlerinde rastlanan bir öykü, aslinda "Kara Bilim Projeleri" kapsaminda gerçeklestirilmis ola¬bilir. Surasi kesin ki, insan zihni üzerinde bir savas sürmektedir. Kendilerinde tanrisal bir güç vehmeden birileri bunu en uç nok¬tasina kadar vardirarak "ideal askerler" yaratabilirler. Daha gelis¬mis yeni bir Sirhan Besara Sirhan191 vakasi olabilir mi dersiniz? Bu anlamda burada iddia edecegim seyin spekülatif oldugunu bastan kabul ederim. Benim öne sürecegim sey sadece bir iddi¬adir. Ama üzerinde ciddi ciddi düsünülmesi gereken bir iddia. Çünkü tasarlanan seyin altyapisini olusturmak için basta CIA olmak üzere gizli kuruluslar ve onlara bagli "bilim adamlari" çok uzun süredir böylesi çalismalar içindedir. Temel soru sudur: Amerika'yi birbirine katan "Esrarengiz Snipper" bir beyin kont¬rolü projesinin aldigi son biçim ya da bir beyin kontrolü "dene¬yi" olabilir miydi?192 Bu, bazi sorular soruldugunda ve bazi kon¬jonktürler dikkate alindiginda (tipki sarbonlu mektuplar olayinda oldugu gibi) pek mümkün görünüyor. Sunu anlamaya ve anlatrrîa-ya çalisiyorum; bütün bu çalismalar insan davranislarinin kontro¬lüne yönelik olarak gerçeklestirilirken bu arada bir "suikastçi" da imal edilmis olabilir mi? Bu anlamda benim ortaya attigim soru ucu açik bir sorudur. Sadece ve sadece tartisma amaçlidir. Bazi sorular hep birlikte düsünelim diye öne çikarilmistir. Ortada bir suikastçi vardi ama bu suikastçi bildigimiz suikast¬çilara hiç benzemiyordu. Normal suikastçilar genellikle bir kisiyi hedef seçer ve bu kisinin belli özellikleri olmasina dikkat eder¬ken, söz konusu suikastçi hedef gözetmiyor, daha ziyade siradan insanlari rastgele seçerek öldürüyordu. Hedefteki kisilerin hiçbi¬ri politikaci ya da toplumca taninan kisiler degildi. Son derece si¬radan, o esnada sokakta yürümekten baska hiçbir özelligi olmayan kisilerdi. Bu haliyle "esrarengiz suikastçi"miz alisilageldik suikastçi tipinden de ayriliyordu. Bu haliyle daha çok bir "seri katiP'i andi¬ran suikastçi bir baska açidan bakildiginda bu tipolojiye de tam oturmuyordu. Öyle olsaydi "Çogunlukla Amerikan kültürüne ait 'seri katil' olgusunun degisik bir örnegi daha" der ve geçerdik. Olayin sonuçlarini analiz etmeden ve buradan belli sonuçlar çi¬karmadan önce olaylarin gelisimini siralayalim önce.   "Esrarengiz Snipper"m Siradisi Davranislari Hatirlanacagi üzere seri suikastçi, eylemlerine 2 Ekim 2002'de yerel saatle 17.20 sularinda Washington'un kuzeyindeki Montgomery banliyösünde tek kursunla bir dükkânin camini delerek baslamisti. Muhtemelen hedefini iskalamis ve kursun, dük¬kânin camina isabet etmisti. Ondan sonraki saldirilar sirasiyla söyle gerçeklesti: 2 Ekim Persembe saat 18.00: Ilk ates edilen yere yaklasik l,5 kilometre mesafedeki bir parkta 55 yasindaki bir adam bakkala giderken basindan vurularak öldürüldü. 3Ekim Persembe saat 07.40: Montgomery'de bir alisveris merkezi yakininda 39 yasindaki bir müteahhit tek kursunla vurularak öldürüldü. Saat 08.10: Müteahhidin öldürüldügü yerin 1,5 kilometre uzagindaki benzin istasyonunda 54 yasindaki bir taksi soförü aracina benzin doldurduktan sonra öldürüldü. Saat:08.40: 34 yasindaki bir kadin, Montgomery'de bir bankta otururken basindan tek kursunla vurularak öldürüldü. Görgü taniklari, beyaz bir kamyonun cinayet bölgesinden hizla uzaklastigini söylediler. Saat 10.00: Montgomery yakinindaki bir benzin istasyonunda 25 yasindaki bir kadin vurularak öldürüldü. Saat 21.20: Washington'da 72 yasindaki bir adam caddede karsidan karsiya geçecegi sirada gögsünden vurularak öldürüldü. Balistik incelemede, daha önce islenen cinayetlerde de ayni kursunlarin kullanildigi belirlendi. 4 Ekim Cuma saat 14.30: Washington'in 80 kilometre güneyinde Virginia'nin Fredericksburg bölgesinde, 43 yasindaki bir kadin alisveris çantalarini arabasina yüklerken sirtindan vuruldu. Hastaneye kaldirilan kadin, saldirilardan sonra yasamayi basaran ilk kisi oldu. 7 Ekim Pazartesi saat 08.10: Maryland'de 13 yasindaki bir ögrenci, teyzesinin arabasindan inip okuluna yürüdügü sirada sirtindan vuruldu. Ameliyatla kurtarilan ögrenciye atilan kursu¬nun daha önce de keskin nisanci tarafindan kullanildigi bildiril¬di. Okul yakinlarindaki agaçlik bölgede bir adet tarot "ölüm" karti bulundu. Kartta "Sevgili polis, ben tanriyim" yaziliydi. 9 Ekim Çarsamba saat 20.20: Washington'in 50 kilometre güneybatisinda Manassas bölgesinde 53 yasindaki bir adam ara¬cina yakit doldurduktan sonra basindan vurularak öldürüldü. Polis, cinayet bölgesinden hizla uzaklastigi bildirilen beyaz bir kamyoneti aramaya basladi. 11 Ekim Cuma saat 09.30: Washington'in 65 kilometre gü¬neyindeki Massaponax bölgesinde kalabalik bir karayolu üzerin¬deki benzin istasyonunda 53 yasindaki Philadelphiali bir kisi keskin nisanci tarafindan öldürüldü. Görgü taniklari, silah sesi¬ni isitmelerinin ardindan beyaz bir kamyonetin benzin istasyo¬nundan hizla uzaklastigini gördüklerini söylediler. 19 Ekim Cumartesi: Keskin nisanci baskentin 145 kilomet¬re güneyindeki Ashland kasabasinda, bir lokantanin önündeki park yerinde duran bir erkegi vurdu. Agir yaralanan 12'nci kur¬ban hemen hastaneye kaldirilarak tedavi altina alindi. , 22 Ekim Sali: Keskin nisanci 13'üncü saldirisini baskent Washington'in 14 kilometre güneyindeki Montgomerv bölge¬sinde gerçeklestirdi. Seri katil, otobüs duraginda bekleyen bir er¬kegi gögsünden vurarak yaraladi. Seri suikastçi tüm bu eylemler¬le o güne kadar 9 kisiyi öldürmüs ve 4 kisiyi de yaralamis bulu¬nuyordu.   Profile Uymuyor ABD'de yasami kâbusa çeviren ve insanlari sokaga çikmak¬tan korkar hale getiren seri nisanci 10 gün içinde 13 kisiye sal¬diri düzenlemisti. Birdenbire ortaya çikan ve pusu kurarak kur¬banlarini öldüren saldirgan bugüne kadarki, "seri katil'lere rah¬met okutacak cinstendi. Tüfek kullanmada oldukça usta oldugu anlasilan saldirgan tüm toplumu adeta esir almisti. 11 Eylül ve sarbonlu mektuplar olayindan bu yana yasanan en büyük sok dalgasi sayilabilecek keskin nisanci saldirilari, toplumu ustalikla "terörize" etmisti. Olaya bu açidan bakildiginda tipik bir seri ka¬til olgusunun söz konusu olamayacagi asikârdi. insanin patolojik davranisinin belki de en ilginç durumla¬rindan birisi "seri katil" olgusudur. Burada söz konusu olan, bir kisinin bilinen öldürme nedenlerinin ötesinde ve birden fazla cinayet islemesidir. Normal cinayetlerindeki gibi anlik öfke, çi¬kar, intikam gibi nedenler seri katiller için geçerli degildir. Uz¬manlar seri katil olgusunu diger "normal" katillerden ayiran be¬lirleyici kriterleri ortaya koymustur. Bunlari su sekilde sinifla¬mak mümkündür: 1- Seri katil cinayetlerinde her cinayet ufak ayrintilar disinda birbirinin tekraridir, islenme biçimi, kullanilan silahin cinsi, zamanlama, mekânlar gibi. 2-Seri katiller genellikle belirli bir cins, yas, meslek grubunu hedefler. Kadinlar, fahiseler, çocuklar gibi. 3-Seri katillerin son derece zeki olduklari saptanmistir. Genellikle bir meslek sahibidirler. Örnegin birçok seri katil doktorlardan çikmistir. 4-Seri katiller isledikleri cinayetlerden belli bir haz almaktadirlar. Gerçeklestirdikleri her cinayet asla son olmayip yeni bir cinayet islemelerinin gerekçesidir, 5- Isledikleri cinayetlerden sonra kesinlikle bir vicdan muhasebesi yasamazlar.   Paylarina Ölüm Düsen Adamlar 6-Çocukluklarinda ya da yasamlarinin belli bir döneminde baslarindan "travmatik" bir durura geçmistir. 7-Seri katiller bir "meydan okuma" halet-i ruhiyesi içindedirler. Polisle "kedi-fare" oynamayi severler. Cinayetleri islerken son derece sogukkanlidirlar. 8-Genellikle kurbanlarini hemen öldürmezler. Onlara aci çektirmekten, iskence etmekten zevk duyarlar. Onlarla "yakin temas" içine girerler. 9-Olaylarda cinsel etki çogu kez belirgindir. 10-Cinayetleri isledikleri yerle cesedi biraktiklari ya da gömdükleri yer genellikle farklidir. Kuraldisi Bir Katil! Ne var ki, ABD'nin yeni "snipper"i bu kistaslarin bir kismi¬na uyuyor gibi gözükse de, davranislarinda birçok farkli yan da göze çarpiyordu. Öncelikle cinayetlerin islenme biçimi, sikligi ve kurban seçimindeki rastgelelik bunu düsündürüyor. Özelikle kurban seçiminde hiçbir ayrim gözetmiyor ve sanki daha çok "topluma korku salmak" amacini hedefliyordu. Diger dikkat çe¬kici bir husus da kurbanlar arasinda hiçbir eleme yapmamasiydi. Her yas, meslek, cins ve irktan hedefleri vardi. Hatta sanki özel¬likle böyle olmasini istiyor gibiydi. Böylelikle toplumun tüm ke¬simlerine "Hiçbiriniz güvende degilsiniz" demeye çalisiyordu. Daha da ilginç bir durum, kurbanlarina aci çektirmekten hos-lanmamasiydi. Tek kursunla islerini bitirmeyi tercih ediyordu. Bir baska dikkat çekici nokta, cinayetlerin islenmesi periyotlari¬nin çok kisa süreli olusuydu. Oysa diger "seri katiller" arada bir¬kaç gün, bir hafta, birkaç ay hatta yila varan süreler birakirlar. Bu seferkinin sanki biraz acelesi var gibiydi! Bir an önce etkisini yaratmak istiyordu! Bu olay özelinde son dikkat çekici bir faktör-se suikastçinin, cinayetlerini 10 milyon dolarlik santaj karsili¬ginda islediginin söylenmesiydi. Oysa bugüne kadar hiçbir seri katil para için cinayet islememistir. Nitekim uzmanlar da ortadaki katilin profilinde bir gariplik oldugunu sezmisler ve bunun altini çizmislerdi: "Insan avcisinin cinayetleri isleme biçimi, sikligi ve kurban seçiminin bugüne ka¬dar görülen hiçbir toplu katliamci ya da seri katil profiline uyma¬digini bildiren uzmanlar, 'Bu kisi ya da kisiler kim ise, ayrim gö¬zetmeden tüm Amerikalilar'da her an ölüm korkusu yaratmak is¬tiyor' diye konusuyorlardi. Boston Northeastem Üniversitesi Kriminoloji Ögretim Üyesi James Alan Fox, kurbanlarin yaslari¬nin 13 ile 72 arasinda degistigine, siyah, beyaz ya da Latin kö¬kenli, kadin ve erkek her insan grubundan kisilerin hedef alin¬digina dikkat çekiyordu ve 'Belli ki bu keskin nisanci, belirli ki¬silere aci çektirmek yerine tüm topluma korku salmak istiyor. Üstelik her kurbana sadece bir el ates açiyor. Demek ki zevk al¬digi sey adam öldürmek degil. Kimi öldürdügünü de umursami¬yor, sadece bunun yarattigi etki ve sonuçla ilgileniyor' seklinde konusmustu." Gene ayni uzmanlarin o günlerde dikkat çektigi diger bir nokta ise "terörizm" ihtimaliydi. Tabii en "Ortadogulu" cinsin¬den: "ABD'de Washington ve çevresindeki eyaletlerde son on gün içinde uzun mesafeden tek el ates ederek düzenledigi on sal¬dirida sekiz kisiyi öldürüp iki kisiyi yaralayan kisi veya kisilerin, hedef olarak saptadiklari insanlara 'aci çektirmekten' çok, tüm Amerikan toplumuna korku salmak istedikleri, bu nedenle de 'ülkenin Ortadogu kökenli bir terör eylemiyle karsi karsiya ola¬bilecegi' tezi ortaya atildi. Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, günlük cinayetlerin, Baskan George W. Bush'un rutin FBI bri¬finglerinin parçasi haline geldigini bildirdi. Fleischer, saldirilarin terörist bir grupla baglantisi olup olmadigi sorusuna da, 'Su anda bunu bilmiyoruz. Ama bunun, olaya karisanlari ve ailelerini açik biçimde terörize ettigi ortada' dedi." 11 Eylül'ün Yan Ürünü Öyle görünüyordu ki, bugüne dek kariyeri parlak birçok "seri katil" yetistiren Amerika'nin basi bu kez feci halde derde girmis¬ti. 11 Eylülle zaten soka girmis Amerikan toplumu, yeni "seri katil"inden dolayi sokaga dahi çikamaz olmustu. Ne var ki, bu seferki diger seri katil örneklerine benzemiyor ve bazi seyler dik¬kate alindiginda "seri katil" olmayabilecegini düsündürüyordu. Dünyada ve Amerika'da birçok insan "11 Eylül'den sonra artik her sey olabilir!" seklinde düsünmeye meyil verse de halen bu olaya "manyak" bir seri katilin yol açtigini düsünmekle yetinen¬ler vardi. Oysa baska ihtimaller de düsünülebilirdi ve bunlar en az "seri manyak" tezi kadar geçerliydi. Ancak bunu çözümleye¬bilmek için 11 EylüPü ve onunla birlikte olusturulmak istenen yeni ortami iyi analiz etmek ve biraz "aykiri" düsünmek gerekir. Seri nisanci olayi da tipki 11 Eylül sonrasinin sarbonlu mek¬tuplari gibi kisa bir süre için ortaligi panige vermisti. Dahasi, olaya egemen olan temel vurgunun; toplumda "panik", "otorite boslugu", "korku ve güvensizlik" yaratmak oldugu oldukça belir¬gindi. 11 Eylül bunun yolunu en dehsetli sekilde zaten açmisti. Ardindan gelisen ve faili halen belirsiz olan "sarbonlu mektup¬lar" olayi da ayni amaca yönelikti. Öyle görünüyor ki, tipik "kontrgerilla" yöntemlerinin çok daha ince bir biçimi devreye sokulmustu. Bugüne kadar yurtdisina kontrgerilla ihraç eden ABD, simdi kendi "global komplocu'lariyla tanismaya baslamis¬ti. Peki neden mi böyle olmustu? Korkunun Egemenligini Kurmak tçin Ülkede ve tüm dünyada artik "demokrasinin ömrünü doldur¬duguna" inanan bazi güç odaklari vardi. Bunlar, gelinen nokta¬da toplumun demokratik yollardan idaresinin artik mümkün ve gerekli olmadigini düsünüyorlardi. Fakat önlerinde ciddi bir so¬run vardi. O da Amerikan geleneginde bulunan, toplumun öz-r gürlüklerinden kolay kolay vazgeçmeyecegi gerçegi idi. Mevcut yasalari tedrici olarak bu yönde degistirmeden önce topluma "güvenlik" duygusunun her seyden önemli oldugunu kabul ettir¬mek gerekiyordu. Ancak bundan sonra, kendini güvende hisset¬meyen toplum devletin birtakim totaliter uygulamalarina destek ve onay verebilirdi. Bunun için de topluma kontrollü olarak ve dozu artan oranda panik ve korku duygusu salmak gerekiyordu. Zaten bu egilim, 11 Eylül'ün bünyesinde vardi ve 11 Eylül'le be¬raber zirveye çikmisti. Gene birilerine göre aslinda Amerika için isler sarpa sarmak¬taydi. Ekonomik, siyasal, sosyal, stratejik göstergeler buna isaret ediyordu. Söz konusu kesimler ülkenin geleneksel demokratik yapisinin, yaklasan felaketi kaldiramayacagini, demokratik yön¬temlerle sorunu çözemeyeceklerini düsünüyorlardi. Büyük dev¬letlerin krizleri de büyük olurdu ve "çözüm getirici" güçlerin planlan da "büyük" olmak zorundaydi. Zaten kendisi de bir tür seçim darbesi ile iktidara getirilen Bush yönetimi, bu kesimlerin siyasal tercihinin bir ürünü degil miydi? 11 Eylül süphelerinin üzerlerinde yogunlastigi askeri-endüstriyel-mali kompleksle is¬birligi halindeki "Sahinler" dünyayi atese vermeye devam et¬mekten yanaydilar. Ama önce kendi kamuoylarini buna hazirla¬mak gerekiyordu. Önce bazi yasalarda "ufak tefek" degisiklere gitmekle ise bas¬ladilar. "Terörist düsman" senaryosu ile atbasi giden süreç, adim adim Amerikan demokratik geleneginin budanmasi üzerine ku¬rulmustu. Örnegin ABD 11 EylüPden sonra yakalanan "terörist¬ler''! yargilamak için bir tür "sikiyönetim mahkemesi" sayilabile¬cek mahkemeler kurmustu. Bunlar o kadar olaganüstü mahke¬melerdi ki, saniklarin temyize, yüksek mahkemeye basvurma haklari bile yoktu. Sadece biri subay üç hakimden olusan özel bir kurula itiraz yapilabilmekteydi. Sanigin avukatlarindan biri as¬ker olmaliydi. Durusmalari da üç ya da yedi kisiden olusan su¬bay yargiçlar kurulu idare edecekti. Kurulun, uygulanabilir idam yetkileri olacakti. Idam kararinda oybirligi, diger cezalarda ise çogunluk sarti aranmaktaydi. Istenirse durusmalar basina kapali olarak da yapilabilecekti. Buna paralel bir baska gelisme ise ABD ordusundaki yapisal de¬gismedir. ABD ordusunu adeta bir iç güvenlik ordusu gibi örgütle¬menin altyapisi olusturulmaya baslanmistir. Kimyasal ve biyolojik saldiri tehdidi gerekçe gösterilerek "anavatan savunmasina yöne¬lik" bir Kuzey Komutanligi kurulmasi planlanmistir. Böylelikle ül¬ke güvenligi söz konusu oldugunda sivil otorite tümüyle devreden çikarilabilecektir, iç savas dönemi hariç ABD'de ilk kez ordunun toplumsal hayata dogrudan müdahalesi söz konusudur. Bu gelismeler, ABD'nin pek övündügü "demokrasisi"nin ted¬ricen ortadan kaldirilmaya baslandigini gösteriyordu. Nitekim en son alinan kararlar da ayni süreci pekistirir yöndeydi. Ameri¬kan Federal Sorusturma Bürosu'nun (FBI) iç istihbarat konusun¬daki yetkisi ve kapsama alani genisletiliyordu. Böylelikle FBI; cami, kilise gibi mabetlerde istihbarat toplayabilecek, internette suçlularin izini sürebilecekti. FBI 1976 yilinda ABD vatandasla¬ri konusunda casusluk yapilmasini sinirlayan kurallarin kabul edilmesinden bu yana en büyük degisimi yasiyordu. Simdiye ka¬dar sadece spesifik bir sorusturma çerçevesinde arama yapabilen FBI bundan böyle sadece "ulusal güvenlik" gerekçesiyle bu yet¬kileri kullanabilecekti. Bir siyasi ya da dini grupla baglantisi bu¬lunan terör süphelisiyle ilgili arastirma yapan FBI ajanlari, sorus¬turma baska güvenlik birimlerinin alanina girmeye baslasa da görevlerine devam edebileceklerdi. FBI, ayrica ticari data ban¬kalarindan faydalanabilecekti. FBI'in yerel bürolarinda görevli özel ajanlar, terör gruplariyla ilgili sorusturmalar için onay vere¬bilecek, sorusturmalarin süresini uzatabilecekti. Eskiden bu tip kararlara merkezin onay vermesi gerekiyordu. Bu arada 90 gün olan ön sorusturma süresi 180 güne çikariliyor, 30 günlük uzat¬ma süresi ise l yila kadar arttinliyordu.19? Giderek artacagi belli olan iç baski egilimi simdilik ucu "te-röristler"den baska kimseye dokunmazmis gibi görünen uygula¬malarla yavas yavas gündeme getiriliyordu. Söz konusu uygula¬malardan bir tanesi de "alisverislerin takip edilmesi"ydi. Ülkede alisveris yapan herkes bir bilgisayar agi tarafindan kontrol edile¬cek ve "süpheli alisverisler" derhal kayit altina alinacakti. ABD, süreç içinde bir "Big Brother" ülkesine dogru gidiyordu. ABD Savunma Bakanligi (Pentagon), 'terörizmle mücadele' gerekçesiyle, ülkede yasayan herkesin yaptigi her alisveris ve pa¬ra isleminin kayitlara geçirilerek izlenmesini öngören bir bilgisa¬yar sistemi üzerinde çalisiyordu. Buna göre sistem, ABD'de yasa¬yan 280 milyon insani kapsayacak bilgileri, genis bir veri taba¬ninda toplayacak sekilde çalisacakti. Sistemde yapilacak incele¬melerle, "terör eylemleri"nin önceden belirlenmesi amaçlani¬yordu. Söz konusu sistemle 'kuskulu tüketici davranislarinin' he¬men belirlenebilecegi ve bunun terörle savasta ise yarayacagi ümit ediliyordu. Yeni sistemde özellikle insanlarin ani ve büyük miktarlarda yapacaklari para havalelerinin; uçak, tren yolculugu ve araç kiralama kayitlarinin; kimyasal madde ve silah alimlari¬nin mercek altina alinacagi belirtiliyordu. Ayrica yabancilarin ABD'deki alisveris ve para islemlerinin de bu sistemde vize ve pasaport bilgilerine kaydedilmesi planlaniyordu.198 Bir diger gelisme ise insana dayali istihbarat idi. Diger bir de¬yisle "muhbir vatandas'lardan yararlanma! Belli ki Sam Amca, artik bütün vatandaslarini potansiyel "terörist" kabul ediyor ve bunlarin bir kismini da kadrolu "muhbir" olarak bünyesine kati¬yordu: Bush Yönetimi'nin hazirladigi, "Terör Istihbarat ve Önle¬me Sistemi" adli plana göre her 24 Amerikalidan biri jurnalci olacakti. Projeye göre Adalet Bakanligi hesabina çalisacak muh¬bir vatandaslar, postaci ve tamirci gibi evlerle yakin temas halin¬de çalisan kisiler arasindan seçilecekti. Kurye, kamyon soförü ve "Alisveris Trafigine Bilgisayarli Takip", Hürriyet, 21 Kasim 2002 tren kondüktörleri de potansiyel jurnalci olarak görülüyordu. Böylelikle ABD'deki jurnalci sayisi, Dogu Almanya'da Stasi he¬sabina çalisan sade vatandaslarin sayisini bile geçecekti. Ayrica 2002 basinda Kongre'ye getirilen 'Yurtseverlik Yasasi' uyarinca, kisilerin evlerinin, kendilerinden habersiz sekilde aranmasi ve hatta eve gizlice dinleme ve gözetleme cihazlari yerlestirilmesi de serbest birakilmisti.   Suikastçilar Müslüman Çikti! Düne kadar "anti-komünist konsept" uyarinca belli katil ve suikastçi tipleri2^ yaratilirken bundan sonra da "anti-Islam kon-septi" uyarinca keskin nisancilarimiz da "Müslüman" çikivere¬cekti aniden! Ayni süreci böylesi bir senaryoyla pekistirmeye ka¬rar veren bu güçler simdi konsepte uygun "nisanci'lar yaratmis¬lardi. Nitekim Maryland'de bir otoyol yakininda "uyurken" ya¬kalanan John Lee Malvo ve J. Ailen Williams'a dair bilgiler çok ilginçti. Bunlardan 42 yasindaki J.Allen Williams sonradan Müslümanligi seçmisti ve çevresinde "Muhammed" olarak bili¬niyordu. Dahasi 42 yasindaki John Ailen Williams'in Körfez Sa-vasi'na katilmis eski bir asker oldugu ve Tacoma'daki Fort Lewis Askeri Üssü'nde görev yaptigi ögreniliyordu. John Lee Mar-wo'nun ise Williams'in "manevi oglu" oldugu söyleniyordu. Ay¬rica gelen haberlerde Williams'in "11 Eylül eylemlerine sempati ile baktigi" söyleniyordu. -WASP ideoloji açisindan zenci olus¬lari da cabasi tabii ki- Ne ilginç degil mi? Bu eylemlerin "Os-wald"lari, "Sirhan Besara Sirhan"lari da bunlar olacak herhalde! Beyin Yikama Faaliyeti Olabilir mi? Sonunda katiller yakalanmisti, içlerinden biri, yani J. Ailen Williams idama mahkum edildi. Digeri, yani genç olan Lee MaUvo ise ömür boyu hapis cezasi aldi. Ancak özellikle onun yargilanma¬sinda dile getirilen bir iddia ilginçti: "ABD'de geçen yil 13 kisiyi öldüren keskin nisancilardan büyügü idam cezasi yedi. Küçügünün avukatlari ise, 'Müvekkilimizin beyni yikanmisti, cezai ehliyeti yok' gerekçesine sigindilar. 18 yasindaki Lee Malwo ve suç ortagi John Muhammed Ailen (42), geçen yil ABD'nin baskenti Was¬hington ve civarinda 13 kisiyi öldürmekle suçlaniyordu. Allen'in geçtigimiz günlerde idam cezasina çarptirilmasinin ardindan bir FBI ajanini öldürmekle suçlanan Malvo'nun yargilanmasi sürüyor. Avukatlari, gencin Allen'in etkisinde kaldigini, beyninin yikandi¬gini, bu nedenle cezai ehliyetinin olmadigini savundu. Avukatlar sanigin hapishanede çizdigi kara kalem resimleri de kanit olarak sundular. 100'e yakin çizimde Malvo, beyaz ile siyahlar arasindaki irkçiligi, cihat gibi konulari isliyor." Kullanildilar mi? Peki bu eylemler bir beyin kontrolü operasyonu ya da deneyi olabilir miydi? Buna kolaylikla "evet" dememiz mümkün görün¬müyor. Ancak gerek 11 Eylül sonrasi yaratilmak istenen psikolojik ortama denk gelmesi, gerekse de keskin nisanci profilinin "Müslü¬man" imajina oturmasi bazi sorulari ister istemez akla getiriyor. Bu açidan bakildiginda suikastçi profilini ve gündeme geldigi kosullari analiz ettigimizde su hususlar dikkat çekiyor. Bütün bun¬lari alt alta topladiginizda suikastçinin bir beyin kontrol projesi¬nin yan ürünü olabilecegine dair ilginç bir profil ortaya çikiyor. 1)        Keskin nisanci birdenbire ve 11 EylüPün korku ikliminde ortaya çikmistir. 2)        Suikastçi, toplumdan rastgele kisileri hedeflemistir. 3)        Suikastçi, toplumda panik ve korku duygusu yaratmistir. 4)        Suikastçi, bir askerdir ve bir askeri üste görevlidir. 5)        Suikastçi, Müslüman olmus bir Amerikalidir. Soguk Savas'in Kara Bütçeleri Önceleri SSCB'nin bu alandaki çalismalarina karsi önlem olarak baslayan arastirmalar süreç içinde derin devlet arastirma¬larinin önemli bir parçasi haline gelmistir.202 Bu kontrol çabasi¬nin tek tek bireyler üzerinde olabilecegi gibi tüm toplumu kont¬rol etmeye uzanan boyutlari da vardi. Silahlarla süren savas yeni bir alana daha kaydirilmis ve zihinlerin kontrolü üzerindeki sa¬vasa dönüstürülmüstü. Ancak daha isin basindaydilar ve bu yön¬deki arastirmalara hiz verilince katlanarak büyüyen bütçeler or¬taya çikti. Bilim artik kara projelerin hizmetine girmisti. ^ Beyin yikama ve zihin kontrolü üzerine faaliyetler diger kara bilim çalismalari yaninda giderek artan bir önem ve dikkat kazanma¬ya baslayacakti. Ilk önceleri Atom Bombasi projesi çerçevesinde Franklin D. Roosevelt'e onaylattirilan bu tip projeler, sonraki Baskanlar ta¬rafindan da bir gelenek olarak benimsendi.205 CIA ve Penta-gon'un, Baskanlarin önüne "ulusal güvenlik" ve "Amerika'yi Ruslarin önüne geçirecek" gerekçeleriyle getirdikleri hemen her proje fazla bir itiraz görmeksizin derhal onay aliyordu. Böylelik¬le bu projeler eliyle ve onlar sayesinde askeri otoritenin sivil oto¬rite üzerindeki agirligi iyice perçinlenmis oluyordu.206 Ancak bunlarin içinde zihin kontrolü projelerinin her zaman özel ve ayri bir yeri oldu. CIA ve Pentagon bastan itibaren bu projelere tam destek verdi. Ancak önceleri bu arastirmalarla in¬san dengesi ve davranislarini sadece kimyasal yöntemlerle degis¬tirmenin yolu araniyordu. Çalismalar hizli, fakat henüz ilkel bir asamada yürütülüyordu. Bunlar, "gerçek serumu" diye bilinen scopaline, peyote, barbiturates, mascaline ve marihuana gibi gevsetici narkotik maddeleri kullanmak gibi çalismalardi.207 Söz konusu çalismalarda özellikle Nazi Almanyasi'ndan devsirilmis bilim adamlari kullaniliyordu. Bunlar tabun ve sarin gibi sinir gazlarini gelistirdiler. MKULTRA Ancak arastirmalarin en önemli asamasi MKULTRA diye bi¬linen proje oldu. Bu çalismanin en önemli özelligi insanlarin dogrudan kobay olarak kullamlmasiydi. Bu projede alt seviyede¬ki ordu mensuplari ile mahkumlar kullanildi. Yani sira hislerde azaltima gidilmesi, dini cemaatler olusturma ve kitlesel telkin, mikrodalga deneyler, psikolojik sartlandirma, psiko-cerrahi, be¬yin nakli gibi arastirmalar da çalismalarin bünyesine katildi.20^ MKULTRA projesinin diger bir özelligi CIA ve Pentagon'un hiçbir zaman bu projeye dogrudan bulasmamasi, kendi teknik ve laboratuar imkânlarini bu projelere tahsis etmemesiydi. Onun yerine dogrudan kendisine bagli ama sivil ve insani amaçli görü¬nümlü vakiflari, arastirma kuruluslarini ve üniversitelerin bazi birimlerini harekete geçirdiler. Sahte sponsorlar, kendini "bili¬min ilerlemesine adamis"(!) bol parali araci kisiler kullanildi. Böylelikle bütün bunlarin aslinda birer devlet projesi oldugunun anlasilmasinin önü daha bastan kesilmis oluyordu. Özellikle radyasyon içeren tipte deneylerde devletin dogrudan suçlanmamasi ve dava konusu olmamasi için bulunmus en ideal kilif buydu.209 MKULTRA projesinin faaliyete baslama taribi resmen Nisan 1953'tü. Teknik olarak ise 1964'te sona ermis görünüyordu.210 1973'te resmen MKULTRA belgelerinin yok edilmesine karar verildi ve proje 1976'da Church Komitesi adi verilen resmi aras¬tirmanin konusu oldu. Arastirma konusu, rizalari alinmaksizin denekler üzerinde sagliga zarar verici deneyler yapilmasi idi.211 Özellikle radyasyonlu deneyler yapilmasi birçok kisinin ölmesi¬ne ve çesitli rahatsizliklar yasamasina sebep oldu.212 Bir Zihin Kontrol Araci Olarak LSD Zihin kontrolü çalismalarinda LSD'li deneyler özel bir öneme sahip oldu.213 LSD'li deneylerde, MKULTRA programi çerçeve¬sinde ABD Ordu Haberalma Dairesi ve Ordu Kimyasal Silahlar Dairesi etkin rol aldi. Arastirmanin merkezi Maryland'deydi. Bas¬langiç tarihi 1957 sonu- 1958 basiydi. Proje kapsaminda tahmi¬nen 30-35 kisilik bir "Ordu Gönüllü Grubu" kullanildi. Gönüllü¬lerin içeceklerine belli miktarlarda LSD karistiriliyordu. Iki asa¬mali deneyin ilk bölümü 195 8'in Agustos ve Kasim aylari arasin¬da, ikincisi ise 1959'un Eylül'ünden 1960'in Mayis aylarina kadar uygulandi. Gönüllülere bir dizi test uygulaniyordu. Örnegin LSD etkisi altinda ne derece yalan söyleyebilecekleri arastiriliyordu. Deneylerin ilk bölümünden tatmin edici sonuçlar alinmisti. Bu LSD deneyleri 1963'e kadar sürdürüldü. Ancak çok ölümcül deney vakalari da vardi. Bunlarda ya para¬li karsiligi "gönüllü" olanlar ya da zekâ özürlü kisiler kullaniliyor¬du. Birçok kisiye klinik kosullarda radyoaktif izotop kokteylleri zerk edildi.2 !4 Örnegin 1954-56 arasinda MiT'e bagli bilim adam¬lari tarafindan 32 zekâ özürlü ögrenciye radyoaktif maddeli süt içi-rildi. Ayrica 1944-1961 yillari arasinda Los Alamos açik arazisinde benzeri deneyler yapildi. 1950'li yillarda New Mexico arazisinde yapilan deneylerin sonucu bugün halen gizli olarak takip edilmek¬tedir.215 Görüldügü üzere bir ülkenin vatandaslari kendi devleti¬nin bir ya da birkaç birimi tarafindan kobay olarak kullanilmakta idi. Sirf bu olaylar bile kara bilimcilerin gözlerinin nasil döndügü¬nün ve ne büyük bir tehdit olusturduklarinin ispatidir. BLUEBIRD Ikinci Dünya Savasi'mn bitisi ve çift kutuplu sisteme geçilme¬si bundan sonraki dönemde savaslarin da biçim degistireceginin ilaniydi. Bu olusumlarin derin organizasyonlar katindaki karsiligi; psikolojik savasti. Ve tabii ki öncelikle casuslar, sabotörler, gizli operasyonel birimler arasindaki savas. Artik savas biçim degistir¬misti. Savas; stratejik sirlarin, gizli biligilerin ele geçirilmesi ve korunmasina yönelikti. Sifreler dünyasi, alinan diger önlemler bir yere kadardi. Sonunda is insanlarin kimliklerinde bitiyordu. Araya insan unsuru girdiginde hiçbir sey mutlak anlamda güvende degildi. Bir casusun yakalanmasi durumunda konusmayacaginin hiçbir garantisi yoktu. Ve her casus da yakalanacagini anladigi an¬da yüzügündeki siyanürü içip intihar edecek kadar idealist ve va¬tansever degildi gerçekte! Ayni sekilde "düsman" güçlerden bilgi almakta da bazi sorunlar yasanabiliyordu. Sonunda bu bir "güven¬lik boslugu" ve tehdidi olarak algilandi. Personellerin özel bir psiklojik sartlandirilmaya tabi tutulmasi gerekiyordu. Bu anlamda II. Dünya Savasi'nin hemen ertesinde gerçekle¬sen Kore Savasi bir dönüm noktasi oldu. Koreli esirlerin sorgu¬lanmasi esnasinda ABD birimleri fark ettiler ki kendileri bu alanda oldukça geriydi. Bu amaçla l Haziran 1951'de Montreal Ritz Carlton OtePde ABD-Kanada-ingiltere isbirliginde bir top¬lanti düzenlendi. Bu toplantidan beklenen; söz konusu faaliyet¬ler için psikolojik zorlama, fikir ve davranis degisikligi, itirafla¬rin saglanmasi veya önlenmesi, insan zihnine müdahale edilme¬si, hafizanin yok edilmesi gibi konularda arastirma yapilmasiy¬di.216 iste bu toplantidan 3 ay sonra BLUEBIRD projesi yeniden tasarlanarak hayata geçirilecekti. Projenin yeni adi ARTICHO-KE'tu. Bu proje sodyum pentotal gibi çözücü kimyasallarin sor¬gulamalarda kullanilmasinin ve yalan makinesi gibi buluslarin baslaticisi oldu. Bu proje kapsaminda deneklere her biri ayri suç teskil eden iskence biçimleri uygulanacakti. Amaç kisiligin tahribati ve ye¬niden sekillendirilmesiydi. Hedef tümüyle hissizlestirilmeydi. Denege 90 gün boyunca tam bir tecrit uygulaniyordu. Gardiyan rolündeki kisilerle konusmak yasakti. Ancak basarili olunursa si¬nirli bir konusma hakki saglaniyordu. Bu arada psikolojik savun¬ma mekanizmalarinin kirilmasi için dehsete sürükleme, asagila¬ma uygulamalari yapiliyordu. Bunlar arasinda sahsin çirilçiplak resimlerinin çekilmesi, tuvalete gitmesine izin verilmemesi, de¬gisik siddet uygulamalari ve cinsel tacizin her çesidi sayilabilirdi. Ayrica yetersiz beslenme, asiri su kaybina ugratma, gündüzle¬ri yüksek isiya geceleri de dondurucu soguga maruz birakma, gü¬rültü ile sinir bozma, uykusuzluk, dokunma, duyma, görme hisle¬rini bozucu etkilerle vücudun fonksiyonlari alt edilmeye çalisili¬yordu. Amaç sahista geçici psikoz veya çildirma durumu olustur¬makti. Ancak deneklerde birçok kalici rahatsizlik olustu ve ba¬zilari gerçekten çildirdi ya da intihar etti. Bütün bu bedeller sirf insan psikolojisinin sinirlari üzerine "bilimsel veri toplamak" için ödeniyordu. CIA Parapsikoloji Çalismalarina El Atiyor CIA insan ruhu ve beyninin isleyisi üzerine hemen her seyi ilgi alanina almisti. Bu amaçla çogu kez bilim çevrelerinde "bi¬lim disi" hatta "sarlatanlik" olarak nitelendirilen parapsikolojik çalismalara, durugörü, telepati gibi deneylerle ilgilenme karari alacakti. Önceleri biraz tereddütle karsilansa da özellikle Sov¬yetler Birligi'nin bu alanda faaliyet göstermesi Amerika'yi da ko¬nunun üzerine egilmeye adeta zorlamisti. Bu alanda Sovyetler Birligi'nden en az 30 yil geri olduklarini düsünen ABD yetkilile¬ri çalismalara hiz vermeyi ve kisa sürede Sovyetler'i geçmeyi ön¬lerine hedef olarak koydular. ilk yapilan laboratuar çalismalarinda deneklerin isabet oran¬lari belli bir yüzdeyi astigi için "tesadüflerin ötesine geçtigi tes¬pitinden hareketle arastirmalara hiz verildi. Ancak gene de kesin kanitlar henüz saglanamamisti. Uzaktan görücülerde geri-dönüm saglanamamasi da bir baska engel teskil ediyordu. Belki de CIA açisindan en önemli yan, deneklerin istihbarat toplamaktaki ba¬sarisizligi idi. Elde edilen birçok bilgi ise bölük pörçük, tutarsiz ve sübjektifti. Uzaktan görüs bir istihbarat yöntemi olarak kullanilamaz ve önerilemezdi. CIA'in vardigi sonuçlar bunlar oldu ama gene de bir yandan çalismalari sürdürmeye devam ettiler. Bu noktada gerçeklestigi iddia edilen ilk basarili çalisma 27 Nisan 1970 tarihli deneydi. Jüpiter'e dogru ilerleyen Pioner-10 gezegenler arasi uzay aracinin veri yollamada yetersiz olmasi üze¬rine durugörücülerden Ingo Swann ve Harold Sherman devreye sokuldu. Bu birbirinden uzaktaki iki durugörücü, gezegene ait bil¬gileri hemen hemen dogru bir sekilde bildiler. En sasirtici olansa gezegenin halkalarinin varligi ancak 1979'da ispatlansa da onla¬rin halkalari tarif etmesiydi. Ingo Swann bu çalismayi bir adim daha ileri götürecekti. 1975/76 arasinda uygulanan testlerde Sov¬yet denizaltilarinin yerlerini görmesini istediler. Bu esnada "çok gizli" olarak nitelenebilecek bazi bilgilere ulasildi. Bu bilgiler ge¬rekli yerlere ulastirildiktan sonra birdenbire para musluklari açil¬di.218 Amerika bu çalismalar için bulabildigi tüm hassas kisi ve telepatlardan yardim istedi. Bunlarin içinde o dönem "metalleri büken adam" olarak ünlenen israilli Uri Geller de vardi. Bütün bu duyu ötesi algilama çalismalari ile casusluk ve kar-si-casusluk alaninda bir "devrim" hedefleniyordu. Herhangi bir araci aygit kullanilmadan sadece telepatik yollarla enformasyon nakli amaçlanmisti. Böylelikle çok hassas kisiler eliyle, gene farkli bir algi boyutu kullanilarak kimsenin ya da çok az sayida kisinin bildigi bilgilere ulasilmasi hedeflenmisti. Bunlar çok giz¬li yürütülen, "X-Files" dizisindeki türden çalismalardi. Bütün bu çalismalar "psisik arastirmalar" adi altinda toplanmisti. Arastir¬macilari endiselendiren bir seyse eger bazilari bu yollarla bilgi edinebiliyorsa artik dünyada -kendi güvenlikleri de dahil- hiçbir güvenli yerin kalmayacagi kaygisiydi. Özellikle hassas bir kisinin harp baslikli füzeleri uzaktan harekete geçirebileceginden endise ediliyordu. Sonuçta durum öyle bir hal aldi ki, hem ABD hem de SSCB sürekli yalanlamalarina ragmen, bu alandaki çalisma¬lara artan ölçüde hiz verdiler. Uzaktan Kumandali Beyinler Söz konusu projeler kapsaminda bir çalisma daha vardi ki, dogrusu biraz bilim-kurgu öykülerinden firlamis gibiydi. Kisinin kafatasinin içine bir uyarici-ahci implantin yerlestirilmesiyle o kisinin kontrol edilmesi hedefleniyordu. (Bu deneyin bir Boga üzerinde yapildigi belirtilmektedir. Kafasina söz konusu düzenek yerlestirilen boga tam karsisindaki kisiye saldirip yere serecek¬ken uzaktan verilen bir komutla aniden durmustu.) Bu yöntem¬den hareketle bir insanin tüm duygu, düsünce ve davranislarinin kontrolü hedefleniyordu. Ayni deney daha farkli boyutta, bir ke¬dinin vücuduna yerlestirilen elektronik düzenekle casusluk ve dinleme amaçli olarak kullanilmisti. Davranis degistirme ve yönlendirme üzerine benzeri deneyler homoseksüeller, yunus ba¬liklan ve maymunlar üzerinde de kullanildi. Bu proje kapsamin¬da daha genis bir agla tüm toplumu kontrol etme amacina yöne¬lik bir yöntem de tasarlandi. Ancak bunun, genis bir uygulama alani bulmasi bugünkü kosullarda mümkün görünmüyordu. Tüm toplum adeta bir "Doktor Moro'nun Adasi" haline getirilmek is¬tenmisti. Böylesi bir toplumda ne "isyan" olabilirdi, ne "anarsist¬ler", ne de "uyumsuzlar"! Beynin Parmak Izleri Bu konudaki kontrol çalismalari baska bir varsayima daha da¬yaniyordu. Her insanin beyninin -tipki parmak izlerinin herkes¬te ayri olmasi gibi- kendine özgü frekanslar yayinladigi düsünül¬mekteydi. Böylelikle her kisinin yaydigi kendine özgü beyin dal¬galarinin onun izlenmesini ve kontrol edilmesini mümkün kildi¬gina inaniliyordu. Bugün sözü edilen kara projelerin uzmanlari artik beyne sokulmus cip veya elektrotlara ihtiyaç duyulmayan bir asamaya gelindigini düsünüyorlar. Bunun için belli merkez¬lerden beyne gönderilen sinyallerin artik yeterli oldugunu iddia ediyorlar. Teknigin esasi ise insan EEG'sinin (elektroencephologram) beynin isleyisi esnasinda yaydigi dalgalarin her insanda farkli olmasi prensibine dayaniyor. Böylelikle farkli beyin dalga¬larina sahip her insanin yaydigi özel frekansin belirlenmesiyle kisinin uydular veya yerel bir ag tarafindan 24 saat takip edilebi¬lecegi düsünülüyor. Hipnoz Yoluyla Kisilik Degistirme Ayni amaci tasiyan bir baska çalisma ise hipnoz metodu kul¬lanilarak yapilan çalismalari kapsamaktadir. CIA 1950'li yillar¬dan beri ve bugün de hipnozu kullanmaktadir. Bundaki amaçlar¬dan biri "suçlu"yu konusturmak ve istemi disinda bazi bilgiler el¬de etmekse diger bir amaç da "katilleri programlamak" olarak ta¬rif edilmektedir.. Hipnozun insan bilinci üzerindeki etkileri çok eskiden beri bilinmekte ve tipta bir yöntem olarak kullanilmaktadir. Baslica üç çesit hipnoz türü oldugu söylenmektedir: 1)        Uykuda hipnoz 2)        Psikiyatrik yardim alan hastalar üzerinde hipnoz 3)        Bireylerin farkinda olmadan hipnoz edilmeleri. Hipnoz, bireyin zihinsel süreçleri üzerinde son derece hassas etkiler doguran bir yöntemdir. Bunun disinda suistimal amaçli kullanimi da mümkündür. Yapilan askeri denemelerde denekle¬re üst rütbedeki kisilere saldirmalari söylenmis veya görevden kaçmalari istenmistir. Bazi kisilerdense çingirakli yilani tutmala¬ri istenmistir. Kimi sivil kisilerin kullanildigi deneylerde de de¬nege, bir yargicin karsisinda cinayet islemesi söylenmistir. Elin¬de plastik biçak tutan kisi, hiç düsünmeden karsisindaki kisiye saldirmistir. Bu deneyler basarili sonuçlar vermistir. Ayni sekilde daha önce kimseye açiklamamak üzere yemin edilen gizli bilgi¬ler de bu yolla elde edilmistir. Bambaska Kimlikler, Bambaska Etkiler Kimyasal ilaçlar, elektromanyetik etkiler ve hipnoz yoluyla in¬sanlara birçok sey yaptirilabilir. (Özellikle narkotik maddelerin etkileri Hashasin fedailerinden beri bilinmektedir.) Bunun sonu¬cunda hipnoza yatkin bireyler muhtelif telkinlerle istenen davra¬nislar içine sürüklenebilir. Böylelikle dürüst bir adami hirsiz-üçkâ-gitçi birine, barisçi bir insani katile çevirmeniz teorik olarak mümkündür. Bunun için muhtelif yöntemlerle beynin elektrofiz-yolojik yapisini ve kimyasini etkilemeniz gerekmektedir. 219 Bu konuda Candy Jones isimli mankenin CIA tarafindan ya¬pilan uzun süreli deneyler sonucu çift kisilikli olarak yasatildigi ortaya çikarilmistir. Söz konusu manken CIA tarafindan uzun süre çesitli operasyonlarda kullanilmistir. Bir diger kurban Cathy O'Brian'dir.220 Monarc Projesi'nde kullanilmistir. Cathy O'Bri-an bir seks kölesi olarak çalistirilmistir. Içinde bolca cinsel taci¬zin oldugu sado-mazohist iskencelerden geçirilmistir. Porno filmleri çekilmis, uyusturucu kuryeliginde kullanilmistir. Ameri' kan gizli elitlerinin çok özel kulübü olan Bohemian Kulübü'nde satanist ritüellere katilmistir. Bu arada ayni proje kapsaminda ünlü artist Marilyn Mon-roe'nun da kullanildigi ileri sürülmüstür. Hayatinin son dönemi¬ni bunalim içinde geçiren Monroe, bilindigi üzere çok sayida hap alarak intihar etmistir. Bugün bile birçok kisi onun intihar etmedigini, bildigi sirlar nedeniyle öldürüldügünü düsünmekte¬dir. Efsanevi Beatles grubunun 1981 yilinda öldürülen beyni John Lennon'in katili Mark David Chapman'in da bir MKULTRA de¬negi oldugu iddia edilmistir. CIA, komünist egilimler tasidigini, baris hareketlerine para yardiminda bulundugunu düsündügü Lennon'i izlemeye almisti. Bu arada "hayran"i Chapman devre¬ye girdi ve görünürde hiçbir neden yokken Lennon'i sokak orta¬sinda vuruverdi. Chapman suikast sonrasinda "Beynimden gelen bir ses Lennon'i vurmami söyledi" seklinde konusmustu. Bunlarin yaninda kitlesel hipnoz vakalari da mevcuttur. Bu¬gün aslinda Amerika'da "kült" olarak tanimlanan, belli bir mis-tik-karizmatik lider etrafinda örgütlenmis tarikatlarin hemen hepsi gerçekte birer CIA projesi olup, her biri bir "zihin kontro¬lü laboratuari" gibi çalismaktadir. Bunlar birer kitlesel hipnoz ve beyin yikama faaliyetidir. Örnegin 1978'de Guyana'da 911 üyesini zehir içirerek ölüme yollayan Jim Jones'un "Halkin Tapinagi" tarikati böylesi bir de¬neyimdir. Tarikat müritleri Jim Jones'un emir ve telkinlerine, hayatlarini feda edebilecek kadar inandirilmislardi. Jim Jones ise daha sonra beynine bir kursun sikilmis olarak bulunacakti. Ayni sekilde 1997'de "Cennetin Kapisi" tarikati mensubu 39 kisi Ha-le-Bopp kuyruklu yildizinin dünyaya yaklastigini bahane ederek ölüme yatmisti. Müritler yildizin arkasinda dev bir uzay gemisi olduguna inandirilmislardi. Ayni sekilde "Tanrinin Çocuklari" mezhebi de bir yandan Isa'ya, barisa inanma brosürleri dagitir¬ken, diger yandan birçok gizli cinayet islemistir. Moon tarikati¬nin da bu eksende bir olusum oldugu ileri sürülmüstür. Bir CIA projesi oldugu kesin olan Moonculuk Yeni Dünya Düzeni dini olmasinin yani sira ayni zamanda genis mürit yiginlarinin beyni¬nin kontrolünde bir laboratuar islevi görmüstür. CIA birçok sa-tanist kültü de bu amaçla piyasaya sürmüs veya desteklemistir. Bundaki amaci insanlari cinayet isleme, toplu kendinden geçis (trans) ve diger suçlara yöneltme hususundaki kapasitesini dene¬mektir. CIA ayni eksende "Kara Büyü", "Wodoo" gibi konularla da ilgilenmistir.   Mikrodalga Suikastlar Söz konusu çalismalarin bir baska boyutu da "istenmeyen ki¬silerin sessizce ve ardinda hiçbir delil birakilmadan yok edilme¬sine yönelikti. Bunun için insanin beynine ve diger hayati or¬ganlarina asiri yüksek frekanstan (UHF) elektromanyetik enerji gönderme çalismalari vardi. Bu enerjinin kalp ritmini hizlandir¬ma veya düsürme yönünde bir islevi oldugu ispatlanmisti. Ayri¬ca elektrik akiminin beyin üzerinde kullanimi, beyin ameliyatla¬ri esnasinda ve epilepsi hastalarinda da denenmisti. 1950'lerden beri süren çalismalarin geldigi nokta ürkütücüydü. Hedeflenen kiside mikrodalga yoluyla belli arazlar çikarilabilirdi. Ayrica mikrodalga etkinin kalabaliklar üzerinde de bir silah olarak kul¬lanilmasinin boyutlari aranacakti. Projenin ana yaklasimi basit bir esasa dayaniyordu. Bedeni-mizdeki her hücre ve sinir sisteminin ve benzeri tüm mikro ya¬pilarin kendi çapinda bir elektrik sistemi oldugu düsünülmektey¬di. Dolayisiyla bu sisteme disaridan yapilacak negatif yönde bir müdahale ve küçük küçük yüklemeler onun temel düzeneklerini bozabilirdi. Her sinirin yari geçirgen bir özelligi oldugu düsünü¬lürse elektriksel etkilere de açik bir yani olacakti. Bu varsayimin en ilkel biçimi hayvanlar üzerinde denendi. Denek hayvanin be¬yin lobunun sagma manyetik bir etki uygulanmasi sonucu denek koma haline sokulabilmisti. Hemen ardindan da süreç tersine çevrildi, bu kez de çesitli kimyasallarla uyutulmus hayvanlarin uyanmasi saglanacakti. Ayrica radyo frekans müdahalelerle, he¬def kisiler üzerinde karincalanma, bas dönmesi, bulanti ve kus¬ma gibi biyolojik etkiler yaratilabiliyordu. Ayrica bu etkilere ma¬ruz kalanlarda -Pandora harekâtinda mikrodalga radyasyon yük¬lemesi yoluyla- asiri yorgunluk, sürekli bas agrisi, sinirlilik, uyku¬suzluk, hafiza güçlükleri, kalp agrilari, nefes darligi, istahsizlik, kalp büyümesi gibi sonuçlar da gözlemlenmisti. Üstelik ABD Devlet Bakanligi raporuna göre uzaktan yönlendirilen bir yansi¬tici ile kiside kalp krizi etkisi yaratmak mümkündü. Nabza endeksli dalga enerjisi bu sonucu sagliyordu. Böylelikle "kalp krizi" yaratma yoluyla, birçok kisiye sessizce ve hiç sorun çikarmadan suikast tertiplenebilirdi. Bu tip yöntemlerden birisi 1960-65 yillari arasinda SSCB ta¬rafindan Moskova'daki Amerikan elçiligi çalisanlarina karsi uy¬gulandi. Elektromanyetik dalga ve radyasyon isinlarinin saldirisi o kadar etkili olmustu ki elçilik personelinin çogunda fiziksel ve zihinsel hastaliklar bas göstermisti. Büyükelçi ise ölmüstü. Elçi¬ligin 35 personeli arasinda tam bir panik baslamisti. Ayrica hep¬sini stres ve asiri yorgunluk kaplamisti. Yani sira süreç içinde ka¬taraktlar, kalp rahatsizliklari, agrilar, dolasim bozukluklari, sinir sisteminde kalici rahatsizliklar ortaya çikmisti. Bu yüzden perso¬nelin çogu islerini yapamaz hale gelmisti. Bu olay tarihe "Mos¬kova Sinyalleri" olarak geçti. Elçilige yönlendirilmis elektro¬manyetik dalgalar kisa "S" ve uzun "L" tayfi içindeydi.221 Benzer bir yöntem de ingiltere'de Amerikan üslerine füze yerlestirilmesini protesto eden "Baris Kadinlari" üzerinde denen¬di. 1980'li yillarin ortalarinda bu hareketin üyeleri, demokratik haklarindan faydalanarak ingiltere'deki Amerikan üslerinin ya¬kinlarindaki kamuya açik alanlarda protesto gösterileri tertip et¬mislerdi. Çok geçmeden bu kadinlardan birçogu çesitli bas agri¬larindan, uykusuzluktan, zamansiz adet kanamalarindan, geçici felç ve hatali konusma nöbetlerinden sikâyet etmeye basladilar. Bes aylik hamile bir kadinsa bebegini düsürmüstü. Bunun üzeri¬ne söz konusu kadinlar bir ihtimal olarak elektromanyetik saldi¬riya maruz kaldiklarini düsünmeye basladilar. Yapilan arastirma¬lar sonucu kampin çevresinde, kadinlarin bulundugu bölgede elektromanyetik sinyal artislari saptandi. Bu yüksek frekansli bir elektromanyetik saldiriydi. Kadinlarin bir kismi çok sonra degi¬sik kanser türlerine yakalanacakti.222 Ayni tür saldiri yöntemlerinden daha geliskini ise I. Körfez Savasi esnasinda "Çöl Firtinasi" harekâtinda kullanildi. Düsman kuvvetler üzerinde psikolojik ve isitsel rahatsizliklar yaratmak amaçlandi. Simdi bu çalismalarin daha geliskin biçimler aldigi, bir bire¬yin ya da bir grubun EEG'sinin kopyalanmasi yoluyla o kisi veya gruba tekrar umutsuzluk, siddet, sikinti, kiskançlik, üzüntü, suç¬luluk, pismanlik, kin, kayitsizlik gibi duygular yüklenmeye çali¬sildigi belirtiliyor. Belli duygu kaliplarinin alçak ses tasiyici fre¬kanslarin içine yerlestirilmesi yoluyla bir baska insan ya da grup¬ta ayni tür duygular yaratilma asamasina gelindigi kaydediliyor. Mançurya Kobayi Simdi soru sudur: Bütün bu çalismalar ekseninde bir "suikast¬çi" yaratilabilir mi? Bu konuda bilinenlerin, bilinmeyenlerin ya¬ninda çok küçük bir parça olusturdugu ve akil sinirlarini zorla¬yan çalismalarin halen sürmekte oldugu düsünülürse bana göre bu sorunun cevabi "evet"tir. Bu konuda bilinen üç yöntemi de kapsayan ya da bunlari da asan yeni bir yöntem gelistirilmis ola¬bilir. Bilinen "Mançurya Kobayi"223 uygulamalarinin çok daha geliskin biçimi denenmis olabilir. Bilindigi üzere bu yöntemlerden biri, kimyasal maddeler yo¬luyla kisinin düsünce, ruh ve duygu dünyasina etki etmektir. Yu¬karida da göstermeye çalistigimiz gibi LSD türü psikokimyasallar bu tür sonuçlar dogurmaktadir. Bu tür kimyasallar kullanan kisi¬ler için ölmek veya öldürmek son derece basit davranislardir. Di¬ger yöntem olan elektronik implantlar kullanilmasi, iddialara gö¬re bugün asilmaktadir. Onun yerini artik kisiye özel biyo-frekan-sa yükleme yapilmasi ve müdahalede bulunulmasi geçmektedir. Üçüncü yöntem ise hipnozdur. Hipnotik telkinle bazi kisilere belli davranislari dayatmak mümkündür.224 Genelde tedavi amaçli kullanilan hipnoz yöntemi negatif yönde de kullanilma¬ya açiktir. Bütün bunlara ilaveten elektromanyetik yükleme ve mikrodalga etkileme yollari da kullanilinca ortaya nasil bir du¬rumun çikacagi anlasilabilir. Muhtelif telkin yöntemleri kullani¬larak bireyi bilinçdisi eylemlere sürüklemek mümkündür. Farkli bilinç halleri yaratma aslinda insan zihnini bir "yeniden prog¬ramlama" durumudur, insanlarin adeta robotlar gibi mekanik davranislara yönlendirilmesi ve onlara normalde onaylamaya¬caklari isler yaptirilmasi kara bilim ve gizil odaklarin öteden be¬ri hayallerini süsleyen bir durumdur. Bilim-Kurgu'nun Ötesinde insan zihninin kontrolü üzerindeki savas, gün geçtikçe daha karmasik biçimler aliyor. Bunu anlamak için söz konusu çalisma¬larin son 50 yilda geçirdigi evrime bir göz atmak yeterli olacak¬tir. Böylelikle bireyi ve toplumu klasik hegemonya yöntemleriy¬le kontrol etmeyi biraktiracak ya da en aza indirecek yeni tip bir diktatörlügün alt yapisinin olusturulmaya çalisildigi daha iyi an¬lasilacaktir. Görülecektir ki ilgililer, bize "uçuk" ya da "hayal mahsulü" gibi gelen fikirlere milyonlarca dolarlik fonlar ayir¬maktan çekinmiyorlar. Her sey insan zihnini ve kisiligini daha garantili, daha kolay ve kesin yollardan kontrol edebilmek için yapiliyor. Onlar biliyorlar ki, dünyayi kontrol etmek artik beyin¬leri kontrol etmekten ve yönlendirmekten geçiyor. Bunun için klasik kontrol çabalarinin artik yetersiz oldugunu görüyorlar. Klasik kontrol yöntemlerinden tümüyle vazgeçmeseler bile ken¬dilerini çok daha rahat hissedecekleri dev bir diktatörlügün an¬cak bu gibi yol ve yöntemlerden geçtigini düsünüyorlar. Bu bel¬ki de teolojik metinlerin söz ettigi "Seytanin insan ruhlarini bir bir ele geçirmesi ve sonunda kendi karanlik kralligini kurmasi¬nin" yegane yolu olarak görünüyor kimilerine. Kisaca Big Brot-her, bes duyu organimizi hedefleyen çalismalarini halen en sinsi yöntemlerle sürdürüyor. Bütün bu bilgiler isiginda "keskin nisanci" suikastlari olgusu¬na baktigimizda yepyeni bir örnekle karsi karsiya olabilecegimiz düsünülebilir. Elbette ki, bu henüz ham bir iddia olarak durmak¬tadir. Ama niçin olmasin? Böylesi bir durumun gerçeklesmesi karsisinda ise suikast ve suikastçi profilimizde önemli degisikler meydana çikacaktir. Ve bana kalirsa bunun ipuçlari "Snipper"imiz-da mevcuttur...   Acikli Bir Peri Masali (Prenses Diana'nin Ölümündeki  Sir Perdesi Aralaniyor mu?) PERI masallari gerçek degildir. Ama bazilari hayati bir pe¬ri masaliymis gibi yasar ve uyandiklari zaman hayatin ka¬ti bir gerçekten ibaret oldugunu görürler. Hatta bazilari uyanmaya bile firsat bulamaz, iste Lady Diana Spencer'in öykü¬sü de böyle oldu. Bas kahramani oldugu bu masal "kötü son"la biterken bize de "bir varmis bir yokmus" misali onun ölümünde-ki esrarengiz yanlari anlatmak kaldi. Geriye Çekimli Düsler! Dügünleri muhtesem olmustu. St. Paul Katedrali'ndeki dügü¬ne davetli olup olmama düpedüz bir statü ve onur meselesi hali¬ne gelmisti. 64 ülkede l milyar insanin canli yayinla izledigi dü¬günde Diana, fildisi rengi muhtesem gelinligiyle medyanin göz¬desiydi. Charles ise amiral üniformasi içindeydi. Her ikisini de tasiyan cam fayton milyonlarca insanin gözleri önünden adeta süzüldü. Diana, masaldaki Sindirella gibiydi. Diana nikâhtan hemen sonra BBC'deki röportajda "Tek amacim mükemmel bir es olmak" dese de Buckingham Sara-yi'nin degil, kendi ölçütlerinin "mükemmel esi" oldu. Sempatik ve mütevazi durusunu hiç yitirmedi. Resmi kurallardan, üzerine çöken sahte davranislardan kaçti. Onun bu tavri kisa sürede halk tarafindan olaganüstü bir sekilde sevilmesine yol açti. ingi¬lizler, kraliyet mensuplarina her zaman ilgi göstermislerdi ama hiçbiri Diana kadar "bizden biri" durumuna gelememisti. O, sa¬rayin degil halkin prensesi olmustu. Ilk baslarda her sey normal gidiyordu. 1982 Temmuz'unda çiftin ilk ogullan William Arthur Philip Louîs dogdu. Bu çocu¬gun dogumu Diana ve Charles arasindaki çeliskileri bir süreligi¬ne bastirdi ve anlasmazliklarin su yüzüne çikmasini geciktirdi. 1984'te Diana'nin ikinci çocugu Harry dünyaya geldi. Ancak bu bebek sorunlarin dondurulmasi için yeterli olmadi. Diana ve Charles'in arasinda artik bir sinir savasi yasaniyordu. Çocuklarin yetistirilme biçimi bile onlar için bir tartisma konusuydu. Ayni süreçte Diana'nin mevcut genetik rahatsizligi; çok ender rastla¬nan bir hastalik olan "Bulumia" nüksetmisti. Diana ne yese aninda çikariyordu. Kisa sürede iyice zayifladi. Takip eden yillar daha da yipratici oldu ve çiftin arasi artik iyice açilmisti. Zorun¬lu protokoller veya ailevi sorunlar disinda yan yana gelmemeye özen gösteriyorlardi. Bu durum tam üç yil sürdü. Bu arada Prens Charles'in, gençlik aski ve kuzeni oldugu id¬dia edilen Camilla Parker Bowles ile iliskisi sürüyordu. Charles, Diana'da bulamadiklarini onda ariyordu. Dedikodulara bakilirsa, Charles balayinda bile çocukluk aski Camilla Parker Bovvles'la görüsmüstü. Dahasi nikâhtan hemen önce ona, üstünde isimle¬rinin kazili oldugu bir bilezik armagan etmisti. Charles'in bu davranislari zaten bunalimdaki Lady Diana'nin krizlerini daha da derinlestirdi. Diana tam üç kez jilet ve limon biçagiyla bilek¬lerini kesmis, iki kez de balkondan atlamaya kalkmisti. Oysa disariya karsi bambaska bir imaj verilmeye çalisiliyordu. Di¬ana, sevecen ve yardimsever bir kraliyet mensubunu oynuyordu. Bir¬çok dernek ve vakfin etkinliklerine katiliyor ve kendine "iyilik me¬legi" misyonunu biçiyordu. Ancak bu imaj fazla uzun sürmeyecekti. Charles'in dis gezilere yalniz çikmayi tercih etmesi, ikili fo¬tograflarda çiftin yüzünün gülmemesi dikkat çekmeye baslamis¬ti. Ilk gerilim 1987'de Diana'nin artik iyice dik basli davranip, isyan bayragini çekmesiyle ortaya çikti. Kocasini birakip banka¬ci Philip Dunne ile yalniz basina kayaga gitmesi sarayda alarm zillerinin çalmasina neden olmustu. Diana'nin çevresinde birçok kavalye adayi türemisti birden. 1989'da bir bulvar gazetesi olan The Sun, Di ile sevgilisi oldugu ileri sürülen James Gilby'nin giz¬lice kaydedilen telefon konusmalarini yayimladiginda kiyamet koptu. Prenses Di, bu konusmada çok mutsuz oldugunu, aldatil¬digini söylüyor ve telefondaki kisinin ask ilanini dinliyordu. Prens'in Mayorka tatilinden yalniz dönmesi ve birlikte gittik¬leri Taç Mahal'de Di'nin kameralar önünde Charles'a yüz verme¬mesi artik bir seylerin daha fazla gizlenemeyeceginin göstergesi oldu. Zaten Diana da ipleri koparmaya çoktan raziydi. O, "Ka¬muoyu ne der?" endisesini çoktan söküp atmisti. Lady Colin CampbelPin özel hayatini anlatan bir kitap yazmasi, James Hewitt ile iliskisini belgeleyen fotograflarin basina sizmasi umurunda bi¬le degildi. Yaklasik 12 yil süren bir hikâyenin birinci perdesi ka¬paniyordu artik. Masalin Kâbusa Dönüstügü An 1992'de yayimlanan Andrew Morton'm Diana'nin Gerçek Öyküsü adli kitabi Buckingham Sarayi'na bomba gibi düstü. Ka¬pali kapilar ardinda dönenler su yüzüne çikiyordu. Kitap kapis kapis satildi, ayrica Sunday Times'da tefrika edildi. Saray hemen resmi bir yalanlama yayimladi. Ne var ki artik kimsenin saraya inanacak hali kalmamisti. Üstelik bilgilerin Diana kaynakli ol¬dugu asikârdi. Diana'nin bu hamlesi karsisinda kraliyet ailesinin eli kolu bagli kalmisti. Aile gelismelerden duydugu rahatsizligi da gizlemiyordu. Artik ayrilma vakti gelmisti. Bunu bildirmek, zamanin ingil¬tere Basbakani John Major'a düstü. Majör 9 Aralik 1992'de parlamentoda kisa bir açiklama yapti: "Yüce Prensimiz ve Prensesi' miz yollarini ayirmaya karar vermislerdir!" Masal bitiyordu. Saray, taç, prenseslik; bütün bunlar gerçek yasama ait degillerdi. Prens Charles da olanlardan bezmis görünüyordu. 1994'te bir televizyon röportajinda açik açik karisini aldattigini ve babasi-nin zoruyla evlendirildigini itiraf etti. Artik geri dönülemez bir yola girilmisti. Kiliçlar çekilmis, düello baslamisti. Kraliyet aile¬si bir anda Lady Diana'ya cephe aldi. Saray yönlendirmeli bulvar basini, sizdirilmis bilgilerle onun ne kadar "hafifmesrep bir kadin" oldugunu yaziyordu. Anna Pasternak, Di'nin eski asker James He-vvitt'le bes yillik askini anlatiyordu! Tabloid gazetelerde her gün bir baska ask hikâyesi yayimlaniyordu onun hakkinda. Diana iyice köseye sikismisti. Psikolojik tedavi görüyordu. Sonunda televizyona çikip "gerçekleri" anlatmaya karar verdi. 1995 yilinda BBC'de Panorama adli programa konuk oldu. 15 milyon izleyici önünde özel hayatini anlatti. "Evlilik üç kisilik bir kurum degildir" diyordu, Charles'in sevgilisi Camilla'ya gön¬derme yaparak. Diana programda "Kraliçe olmam istenmiyor. Içine girdigim yapinin kurallarina uymadigim, aklim yerine kal¬bimle davrandigim için beni disladilar" diye konustu. Saray için bu program, bardagi tasiran son damla olmustu. Kasim 1995'te Kraliçe Elizabeth'ten bir mektup alan Charles, bosanma islemlerine hiz verdi. 1996 Subat'inda bosanma pazarlik¬lari basladi. Haziran'da kosullar açiklaniyordu; çocuklar üzerinde esit hak, 15 milyon pound nafaka, kraliyet unvani "Yüce Cenap-lari"nin iadesi... Agustos 1996'da resmen bosandilar. Prenses ço¬cuklariyla Kensington Sarayi'nda, Prens ise Highgrove'da yasaya¬cakti. Diana, Kraliçe'nin "alti aylik ateskes" ricasi üzerine Ko¬re'ye gitti. Diana gezideyken Charles'in Camilla'yla yaptigi ero¬tik telefon sohbeti ortaya çikti. Skandal sürüyordu. Diana, bütün olanlara aldirmaz görünerek sosyal görevlerine hiz verd' Artik eskisinden daha fazla halkla iç içeydi. Bir gün evsizlerle birlikteydi, bir baska gün Kizilhaç faaliyetlerinde. Herke¬sin dokunmaktan korktugu AIDS'lilerle bulusuyor, onlarin elleri¬ni sikiyor, cerahatli çocuklari kucagina alip seviyordu. Diana, tek basina bir kurum gibi çalisiyordu. Kara mayinlarinin yasaklanma¬sina yönelik kampanyanin adeta simgesi haline gelmisti. Patlama¬larda bacagi, kolu kopanlar arasinda dolasiyordu. Ayni amaçla An¬gola, Güney Afrika ve Hindistan'a gitmisti. Bu durum kara mayinlarini yasaklayan anlasmayi imzalamayan ingiltere'yi de zor durumda birakmisti. Dahasi, Diana artik kraliyet ailesi hakkinda düsündüklerini dobra dobra söylemekten de çekinmiyordu. Bu arada Diana medyayi kullanmayi da ögrenmisti. Amaçla¬rini duyurmak için basinla iliskilerini gelistiriyordu. Basin da "belki özel hayatina dair bir sey ögreniriz" ümidiyle sürekli Di'nin pesindeydi. Basinin Yildiran Ilgisi Diana düzenli olarak gazete yöneticileri ve editörlerle bulusu¬yor, yemege çikiyordu. Vanity Fair dergisi ile yaptigi röportaj olay oldu. Dergi Temmuz sayisinda Diana'nm Yeniden Dogusunu müj¬deledi sevenlerine. Ardindan Le Monde'la bir görüsme yapti. Bu görüsmede basindan gördügü asiri ilginin kendisini bunalttiginin sinyallerini veren Diana "Çocuklarim olmasa ingiltere'yi terk ederdim. Ingiliz gazetecilerden biktim. Diger ülkelerde basin da¬ha saygili" diyordu. Basin hâlâ Diana ile ilgili haberlerin pesindeydi. Prensesle il¬gili bir skandal, bomba haber araniyordu. Nitekim çok geçme¬den Diana'nm gönül iliskilerinin pesindeki basin, James Gilby ve Oliver Hoare'dan sonra Dodi el Fayed'i fark etti birden. Harrods'in sahibi, Arap asilli Baba Fayed'in pesine düsen gazeteciler kisa za¬man sonra, Fayed'in oglu Dodi'nin Diana'yla bir iliskisinin oldugu¬nu anlamislardi.225 Basin çildirmisti. Diana'nm bir kare fotografi magazin piyasasinda 250 milyar gibi bir servet ediyordu. Herkes onun pesindeydi. Diana bu iliskiyi yalanlamadigi halde pesinde bir paparazzi güruhu vardi. O kadar ki, Bosna'yi ziyaret ettiginde mayinlardan bahsedip sakat kalan çocuklara sarilirken 160 kisi¬lik gazeteci ordusu ona sadece Dodi'yi soruyordu. Basin artik Diana'yi rahat birakmaz olmustu. Gazeteciler sü¬rekli pesindeydi. Bu durum onun sonunu getiren çilgin kosustur¬manin zeminini hazirladi. Hayati sarsilmis bir kadin kendine ye¬niden bir hayat kurmaya çalisirken, "kamusal bir idol" haline gelmenin bedelini ödeyecekti. iliskilerini bir yila yakin bir süre basindan saklamayi beceren Diana ve Dodi Akdeniz'de bir yatta çekilen fotograflari yayimlan¬digindan beri iliskilerini gizlemeye gerek duymuyorlardi. Diana artik bildigi gibi yasiyordu. Iddialara göre çift evlilik hazirligin-daydi ve Diana çoktandir aradigi mutlulugu sonunda bulmustu. Derken 31 Agustos 1997 tarihli o mesum geceye gelindi. Do-di'nin sahibi oldugu Paris'teki Ritz Oteli'nde yenilen romantik yemegin ardindan, Seine nehri kiyisindaki lüks villada planla¬nan gece gerçeklesemedi. Arka kapidan kaçma çabasi paparazzi-lerin gözlerinden kaçmazken sürücü koltuguna alkollü oldugu id¬dia edilen soförleri oturmustu. Diana ve Dodi paparazzilerden kaçmak için iyice gaza bastirdilar ve araba saatte 120 kilometre hizla tünele girdi. Peslerinde motosikletli paparazziler vardi. Ve ne oldu ise o anda oldu. Diana'nin da içinde bulundugu araba paparazzilerin sikistirmasi sonucu "kaza" yapti. Diana ve sevgili¬si Dodi ölmüstü. Masal prensesi yoktu artik. Perde kapanmisti... Olayin Sorumlusu Paparazziler mi? Olayin sorumlusu bulunmustu: Paparazziler! Herkes medyaya ates püskürüyordu. Basin her zamanki ikiyüzlülügü ile düne kadar Diana'nin tek kare fotografina milyarlar verecegini açiklarken, simdi kazanin fotograflarini basmayacagini söylüyordu. Sanki biri¬leri, olayin paparazzilerin üzerine yikilmasindan çikar umuyor gibiydi. Olay, önceleri "paparazzilerin kovalamaca çilginligi" ile izah edilirken zamanla öylesine sorular ortaya atildi ki süreç içinde bu-nün Diana'ya kurulmus bir komplo ve bir suikast oldugu kanaati agir basacakti. Paparazziler ve kosusturma sadece isin fonunu olus-turmustu. "Kaza" aslinda çok ince planlanmis bir suikastin görü' nen yüzüydü. Arkasinda Ingiliz Gizli Servisi oldugu söyleniyordu. Kaza 31 Agustos 1997 gece yarisi gerçeklesmisti, iddialara gö¬re paparazziler Diana'nin arabasini kovalamislar, hatta bazilari Di'yi taciz etmisti.226 Olay bir tünelin içinde gerçeklestigi için pek fazla görgü sahidi de yoktu. Paparazzilerce kaza esnasinda çe¬kildigi iddia edilen onlarca227 film de ortadan yok olmustu. Ta¬bii bu da en ilginç noktalardan biriydi. Peslerinde onca paparaz¬zi oldugu söylenmesine ragmen,228 kazaya dair bir kare fotogra¬fin bile ortaya çikmamasi oldukça manidardi.229 Eger bu kadar fotografçi varsa yüzlerce de fotograf olmaliydi. Ve her bir kare fo¬tograf ayni zamanda kazanin nasil olduguna dair bir "delil "degil miydi? Öyleyse bu "deliP'leri kim, niçin yok etmisti? En önemli iddialardan biri, Fransiz polisi kiligina girmis Ingiliz Gizli Servis ajanlarinca filmlere el konmus olmasiydi. Paparazzi Tanik Ölü Bulunuyor! Bu arada ilginç bir gelisme daha yasandi. "Kilit tanik" olarak adlandirilan Fransiz paparazzi James Andenson, güneydeki or¬manlardan birinde ölü bulunmustu. Haziran 2000'de, yani kaza¬dan 3 yil sonra, Paris'teki evinden ayrilan ve bir daha ortada gö¬rünmeyen 54 yasindaki Andenson'in cesedi askerler tarafindan bulundu. Alkollü Soför Iddiasi Daha sonra resmi açiklamalarin temelini de teskil edecek olan "Alkollü Soför" açiklamasi ilk anda birçok kisiye makul gelmisti. Bu senaryo, alkollü soför + çilgin paparazziler birlestiri¬lince ilk anda oldukça ikna ediciydi. Bu olay belki siradan bir in¬sanin basina gelseydi tatmin edici bir açiklama olabilirdi bu. Ama kazada ölen Prenses Diana'ydi ve olayin üzeri bu kadar ko¬lay örtülemezdi. Olaylar ve olgular tek tek ele alindiginda da bambaska bir tablo ortaya çikiyordu zaten. Örnegin alkollü oldugu iddia edilen soförün olaydan az önce Ritz Oteli'nden çikarken güvenlik kameralari tarafindan sapta¬nan görüntüleri bunun tam tersini gösteriyordu. Burada soför asiri alkollü birinden beklenen hiçbir hareketi yapmiyor ve ol¬dukça dengeli görünüyordu. Ayni video görüntülerinin ortaya koydugu bir baska gerçekse arabanin otelden ayrilirken son de¬rece normal bir hizla ilerledigi idi. Fransiz soför Henri Paul'e iliskin tek gariplik bu degildi üste¬lik. Olay sonrasinda Henri Paul'ün kani üzerinde gerçeklestiri¬len analizlerde, Paul'ün kaninda yüksek miktarda karbonmo-noksit bulunmasi ayri bir soru isaretiydi. Bu kadar yüksek mik¬tarda karbonmonoksidin soförün kaninda ne aradigi ilk anda izah edilemiyordu. Edilemiyordu, çünkü bu oranda karbonmo-noksit zehirlenmesine maruz kalan bir kisinin degil otomobil kullanmasi otomobilin kapisina kadar bile yürümesi mümkün degildi. Bu durumsa tek bir ihtimali akla getiriyordu: O da sofö¬rün kan örneginin, karbonmonoksit zehirlenmesinden ölen bir kisinin kaniyla degistirildigi ya da karistigi yönündeydi. Üstelik ailesinin itirazina ragmen soförün kaninda DNA arastirmasi da yapilmadi. Bütün bu çeliskiler ve olayin daha detayli olarak incelenme¬si ise "sansürü bile sansür eden kanun" diye bilinen, Ingilizlerin meshur "Resmi Sirlar Kanunu"na takilacakti. Diana'mn ölümü üzerine tartismaya yasak konmustu. Aslinda bu olay bile olayda¬ki komplo ve suikast izine dair bir ipucuydu. Eger olay söylendi¬gi gibi basit bir kaza ise niçin devlet sirri statüsüne aliniyordu? Yok eger "devlet sirri" ise bilinmesi istenmeyen ne idi? Kraliyetin "Aykiri" Üyesi Diana Aslina bakilirsa Lady Diana, kraliyet ailesine gelin oldugun¬dan ve Prenses unvani tasimaya basladigindan beri hal ve tavir¬lariyla onlarla birçok noktada ters düsmüs, aristokrat kaliplarin disinda siradan bir "halk insani" gibi davranmayi seçmisti. Bu onu halkin gözünde daha popüler ve sevilen biri kilsa da hane¬dan içinde birilerini oldukça rahatsiz ediyordu. Bu rahatsiz edici tavirlarin en basinda geleni ise Bosna gibi savas bölgelerine yap¬tigi ziyaretlerdi. Hele de büyük çogunlugu Ingiliz üretimcilerin elinde olan kara mayinlarinin yasaklanmasi üzerine yürüttügü kampanya bu kesimleri adeta çileden çikariyordu. Diana "krali¬yetin gelini" olarak bu yolla elde ettigi tüm silahlari kraliyetin üzerine çevirmisti. Yasanan bir tür "gizli savas"ti. Bir baska açidan bakildiginda Diana'mn bu kadar sempati toplamasi aileyi geri plana itmisti. Her zaman merkezde olmaya aliskin aile üyeleri, simdi disaridan gelen birselinin öne geçme¬sini hazmedemiyordu. Diana yaptigi çikis ve açiklamalarla kra¬liyet ailesinin "kirli çamasirlarinin ortaya serilmesine, dolayi¬siyla imaj kaybina yol açiyordu. Barissever ve savas karsiti tutu¬mu ile Ingilizlerin meshur emperyal gelenegine de sirt çevirmis¬ti. Dahasi, kontrol edilemez kisiligi ile her an "aykiri" bir seyler ya¬pabilecegi ya da söyleyebilecegi endisesi kraliyet mensuplarinin uykularini kaçiriyordu. Belli ki ingiltere'nin gelecekteki krali olacak çocuklar böylesi bir annenin elinde yetistirilemezdi.230 Nihayet Dodi el Fayed gibi Müslüman ve Suudi kraliyet ailesi ile baglari bulunan biriyle yapacagi muhtemel evlilik, gelecegin krallik varislerini bir anda Müslümanlarla "akraba" bile yapabi¬lirdi. Hele Diana'nin hamilelik iddialari dogru ise muhtemel Arap-Müslüman "yeni kardesler" sorunu ortaya çikacakti. Bun¬lar kraliyet ailesinin ve ingiliz geleneginin kaldirabilecegi tür¬den seyler degildi. Milli Güvenlik Sorununa Dönüsen Evlilik Ihtimali       Bu durumda Diana'nin evliligi, biriyle birlikte olup olmama¬si onun özel yasamina iliskin bir tercih degil, dogrudan ingiliz kraliyet ailesinin ve devletin güvenligini ilgilendiren "milli" bir sorun haline dönüsüyordu. Diana'nin Dodi el Fayed'den bir ço¬cuk bekledigi haberleri ise durumun üzerine tuz biber ekecekti. Monarsik yapinin korunmasi ve gelecegi her seyin üstündeydi. Bu yüzden MI6, attigi her adimi sikica izledigi Diana'nin gide¬rek bir "mili güvenlik" sorununa dönüstügü tespitini yapacak¬ti.231 Zaten öldürülme plani bu tespitin yapilmasiyla birlikte basladi. Artik kaybedilecek bir dakika bile yoktu. Bu evlilik en¬gellenemeyecegine göre evlenmek isteyenler ortadan kaldiril¬maliydi. Ve bugün Diana'nin günlüklerinin de ortaya koydugu gibi o andan itibaren kendisinin öldürülmesi için planlar yapil¬maya baslandi. "Kaza" Süsü Verilmis Suikast Ancak bir de isin teknik planlamasi vardi. Prenses Diana'yi bir siyasetçiyi öldürür gibi herkesin gözü önünde suikastçi kursu¬nu ile öldüremezlerdi. O zaman bu, kendilerini ele vermek olur¬du. Diana'yi öyle öldürmeliydiler ki herkes bunun bir "kaza" ol¬dugunu düsünmeliydi. Nitekim planlarini o yönde yogunlastirdi-lar. Diana'mn pesinde bir sürü paparazzi oldugu biliniyordu. Ara¬basinin zaman zaman onlardan kaçmak için hiz yaptigi asikârdi. Kaldi ki, Diana da paparazzilerden duydugu rahatsizligi daha ön¬ceden de bildirmisti. O halde senaryonun iki ayagi daha simdi¬den hazirdi; hiz yapan araba ve sorumsuz paparazziler. Buna bir de sarhos soför eklenince ideal bir öykü ortaya çikiyordu. Bilindigi üzere kaza 31 Agustos 1997 tarihinde cereyan et¬misti. Diana ve Dodi'nin de içinde bulunduklari Mercedes mar¬ka arabaya tünel içinde bir araç çarpmisti. O anda kontrolünü yitiren soför beton engellere çarpinca araba paramparça oluver¬misti.232 Ilk andaki iddialara göre bu bir zirhli araçti ve içinde MI6 görevlileri vardi. Fransiz polisinden de yardim alan Ingiliz Gizli Servisi kisa sürede acil düzenlemeler yaparak olaya bir ka¬za süsü vermeyi basarmisti. Ancak o günlerde konusulan tek teori bundan ibaret degildi. Kaza sonrasinda birçok ilginç teori ortaya atilacakti. Içlerinde Prenses Diana'nin ve Dodi'nin daha önce öldürüldügü ve araba¬ya kondugu, daha sonra olaya kaza süsü verildigi, arabanin bir TIR'in içine konulup tünele birakildigi, hatta kurbanlarin TIR'a canli canli bindirildikleri, sonra TIR'daki hidrolik press ile sikis-tirildiklari ve oraya birakildiklari, soföre de alkol enjekte edildigi gibi "hayali genis" ama bilinen olgularla pek de uymayan yakla¬simlar da dile getirildi.233 Bunlarin yani sira arabaya daha önceden yerlestirilen plastik bombalarin araba tünele girdikten sonra uzaktan kumanda ile patlatildigi iddiasi da vardir. Nitekim tünelin disindan sesleri duyan bazi taniklar, bunun bomba sesine benzediginde israr ede-çeklerdi.23! Esrarengiz Beyaz Fiat Uno Peki en açiklayici yaklasim ne olabilirdi? Otelin güvenlik ka¬mera kayitlari Diana, Dodi ve soförün arka kapidan birlikte çik¬tiklarini gösteriyordu. (Tabii bugünkü teknoloji ile güvenlik ka¬yitlari ile de oynanabilir.) Daha sonra ise arabanin normal bir hizla tünele dogru gittigi biliniyor.235 Ancak peslerinde beyaz bir Fiat-Uno vardi. Güzergâha daha önceden kaygan bir madde ser¬pilmisti. Bu sebeple araba kayarak yol insaati izlenimi veren ve daha önce komplocular tarafindan yerlestirilen beton bloklara çarpmisti. Oysa bu beyaz Fiat'in Mercedes'i sikistirdigi, hatta sürtünerek çarptigi iddialari da vardi.236   Soför Gerçekten Sarhos muydu? Kazanin kamuoyu nezdinde "akla uygun" görünmesini sagla¬yan önemli bir iddia soförün "sarhos" oldugu idi. Ama acaba bu iddia da tipki digerleri gibi ne kadar dogru idi? Tam bu noktada soför Henri Paul'ün kimligi çok önem kazaniyor. Bir kere soför tesadüfen seçilmis biri degil, el Fayed ailesinin özel korumalarin¬dan biriydi. Dolayisiyla ne yapmasi ve ne yapmamasi gerektigi konusunda ayrica egitimliydi. Diana'nin ve Dodi el Fayed'in ha¬yatini riske atacak bir sey yapamazdi. Uzun süredir onlarla birlik¬te çalisiyordu ve güvenilirligi tamdi. Henri Paul ayrica çok az alkol aldigi bilinen biriydi. Hemen hemen hiç içmez, alkol aldigi zamansa bu, bir kadehi geçmezdi. Dolayisiyla Fransiz makamlarinin gösterdigi ölçüde, limitlerin üç kati kadar alkollü olamazdi. Onu yakindan taniyanlara göre Paul'e "sarhos" etiketi vurmak akla gelebilecek en son seydi. Nitekim otelden ayrilislari esnasindaki kamera görüntüleri de bunu dog¬ruluyordu. Bu durumda iki ihtimal kaliyordu geriye: Paul'ün kan testi ya baska birininkiyle karistirilmisti -ki, ailesi ikinci bir test yapilmasinda israrliydi- ya da kazayi tertipleyenler sicagi sicagi¬na, hemen damarlarina alkol siringa etmislerdi. Eger soför bu ka¬dar alkollü ise nasil olmustu da Diana ve Dodi arabayi onun sür¬mesine izin vermislerdi? Üstelik arabada ayrica bir koruma daha vardi. Onun da itiraz etmesi gerekirdi. Koruma Üzerindeki Soru isaretleri Tam bu noktada arabadaki koruma Trevor Rees Jones üzerin¬de bazi soru isaretleri dogacakti. Olayin hemen ertesinde BBC'ye Fransiz polisi kaynakli bazi bilgiler ulasmisti. Bu bilgi¬ler Trevor Rees Jones'un "Ingiliz Gizli Polis Servisi" üyesi oldu¬gu yönündeydi.237 Jones 29 yasindaydi ve eski bir Körfez Savasi parasütçüsü idi. Emekli olmus ve bu isi bulmustu. (29 yasinda emeklilik biraz tuhaf!) Ayrica Kuzey Irlanda olaylarinda da gö¬rev yapmisti. Kazadan sag kurtulan tek kisi oydu. Sir Çözülüyor mu? Evet, o günden bugüne "kaza"ya iliskin olarak ortaya atilan id¬dialar bunlar. Ancak bugün yeni gelismeler isiginda olayin kazadan ziyade bir suikast oldugu netlesiyor. Zaman çogu kez oldugu gibi bir kez daha "komplo teorisyenleri"nin hakli oldugunu gözler önüne seriyor. Dün "komplo teorisi" diye küçümsenen görüsler simdiler¬de neredeyse iddialarin ana eksenini olusturuyor. Ingiliz halki da zaten 2003 yili içinde yapilan bir arastirmanin da gösterdigi gibi Diana'nin ölümünde kuskulu yanlar bulunduguna inaniyor. "Diana'nin ölümünün üzerinden 6 yil geçmesine ragmen ölüm olayi ile ilgili esrar perdesi halen aralanmis degil. Ingilte¬re'deki NOP Enstitüsü'nün yaptigi bir arastirmaya göre, Ingiliz halkinin % 27'si Prenses'in cinayete kurban gittigine inanirken, % 49'u da olayla ilgili gerçeklerin gizlendigini düsünüyor... NOP Enstitüsü, Diana'nm ölümünün altinci yilinda konuyla ilgili bir arastirma yapti. Arastirmaya göre, Ingilizlerin % 27'si Prenses'in cinayete kurban gittigini düsünüyor, % 51'i ise olayin bir kaza¬dan ibaret olduguna inaniyor. Ayni arastirmaya göre, Ingilizlerin % 49'u olay hakkindaki gerçeklerin gizlendigine inaniyor. Aras¬tirma, halkin % 47'sinin Diana ile ayni kazada ölen sevgilisi Do-di el Fayed'in ölümleriyle ilgili bir arastirma yapilmasindan yana oldugunu ortaya koydu."238 Diana'nin Usagi Paul Burrell'm Kitabi Durum bir kanaat ya da "komplo teorisi" olmaktan çikip ar¬tik üstü örtülemeyecek bir gerçeklige dönüsüyordu. Bunda hiç süphesiz Prenses Diana'nin usagi Paul Burrell'm A Royal Duty adli kitabinin rolü büyüktü. Paul Burrell'in iddialarina göre Pren¬ses Diana öldürülmekten korkuyordu ve kendi el yazisi günlükleri¬ni sadik usagina teslim etmisti. Olaylar BurreFin Diana'nm günlü¬güne dayanarak yazdigi kitaptan sonra iyice karisti. Kitapta ina¬nilmaz iddialar yer almaktaydi: "Prenses Diana'nm usagi Paul Burrell, kaleme aldigi kitapta Prenses'in kendisine ölümünden 10 ay önce biraktigi sok mek¬tuba yer verdi. Bir kitap yazan Diana'nm usagi Paul Burrell, Prenses'in ölümünden 10 ay önce kendisine biraktigi mektupta 'bir trafik kazasi komplosuna kurban gitmekten çok korktugunu' belirttigini öne sürdü. Diana'nm ölümünden 6 yil sonra A Royal Duty (Bir Kraliyet Görevi) adli kitabi yazan usagi Paul Burrell'in iddialari, Ingiltere'de sok yaratti. Kitabin bazi bölümleri, Daily Minör gazetesinde yayimlanmaya baslandi. Kitaptaki ifadelere göre Diana, usagina biraktigi mektubunda, 'Hayatimin en tehli¬keli dönemini yasiyorum' dedi. Diana, kendisine komplo düzen¬lemek isteyen birinin de adini verdi ve özellikle aracin fren kis¬mina müdahale edeceklerini öne sürdü. Daily Minör, yasal ne¬denlerden ötürü, Diana'nm mektubunda bahsettigi kisinin adini sansürlemeyi tercih etti. Diana, kazanin özellikle eski esi Veliaht Prens Charles'm yeniden evlenmesine izin verilmesi için düzen¬lenecegini iddia ediyordu... Burrell'a göre Prenses Diana, telefo¬nunun dinlendiginden emindi ve koruma olarak verilen polisle¬re hiç güvenmiyordu." 239 "Tesekkürler Charles, Beni Böyle Bir Cehennemin Içine Koydugun Için" Bu arada Diana eski esi Prens Charles'a da bol bol serzeniste bulunuyordu. Içinde bulundugu durumdan onu sorumlu tutuyor¬du. Iste bu halet-i ruhiyeyi yansitan haberlerden biri: "Prenses Di¬ana'nm ölümünün üzerinden 6 yil geçti. Bu süre içinde birçok komplo teorisi üretildi. Diana sevgilisi Dodi el Fayed'le birlikte Fransa'nin baskenti Paris'te paparazzilerden kaçarken tünelde geçirdigi trafik kazasinda hayatini kaybetse de; kimileri hamile öldügü için kraliyet ailesi tarafindan, kimileri de uyusturucu kullandigi için gizli servis tarafindan öldürüldügünü öne sürdü. Fransiz makamlari ise kazadan Diana ve Fayed'in içkili soförünü sorumlu tutarak sorusturmayi kapatti. Fakat Diana'nin hayattayken yaninda çalisan usagi Paul Burrel tüm bu komplo teorilerini alt üst eden ve belki de ülkeyi birbirine katacak yeni bir açiklama yapti:'Prenses Diana öldürülecegini biliyordu.' ingiliz Daily Mirror gaztesinde yeni yazdigi kitabin bazi bölümlerinin yayimlanmasina izin veren Burrel, Diana'nin mektubunda öldürülecegini bildigini yazdigini iddia etti. Diana mektupta kimin tarafindan öldürülecegini yazsa da gazete bu bölümleri yasal izni olmadigi için üzeri bantli olarak yayimlamak zorunda kaldi. Iste ölümünden 10 ay önce kendi el yazisiyla kaleme aldigi mektupta Diana, öldürülecegini bildigini söyle anlatiyor: 'Hayatim büyük bir tehlike içinde. (kimin öldürecegini açikliyor) -arabamda bir kaza planliyor, tuzak büyük bir ihtimalle arabamin fren sistemine kurulacak ya da kafama ciddi bir darbe alacagim. Bu komplonun nedeni Charles'i evlenmesinin önünü açabilmek. Ekim ayinin bugününde masamda oturuyorum. Beni kucaklayacak ve basimi omzuna yaslayacagim hiç kimsem yok.'... Burrel A Royal Duty The Former Servant adli kitabinda Diana'nin hayati için iki yil önce endiselenmeye basladigini da iddia ediyor. Kitapta yer alan bir baska iddia ise Prenses Diana'nin 1996 yilinin sonbaharinda Burrel'a yaptigi 'Ben giderek güçleniyorum ve onlar bundan hoslanmiyor. Kendi ayaklarimin üstünde durmami ve Charles'in önüne geçmemi istemiyorlar' seklindeki açiklamasi. Kitapta ve mektupta ölümüyle milyonlari yasa bogan Diana'nin Prens Charles'la olan evliligiyle ilgili yaptigi bazi açiklamalar da var. Her firsatta yalniz oldugunu dile getiren Diana 'Yillarca yipratildim ve ezildim fakat kin duymadim. Asla teslim olmadim, içimde çok güçlüydüm, iste belki de bu, düsmanlarim için problem oldu. Bu aci beni az kalsin öldü¬rüyordu. Herkesin bildiginden çok daha fazla agladim. Tesekkür¬ler Charles. Beni böyle bir cehennemin içine koydugun ve yapti¬gin eziyetlerle bazi seyleri anlamama yardimci oldugun için' sek¬linde anlatiyor o dönem içinde yasadiklarini. Bu arada, haberi ya¬yimlayan Daily Minör gazetesi genel yayin yönetmeni Piers Mor¬gan, yaptiklari yayini savundu ve konuyla ilgili haberin 'tarihi ay¬dinlatma çabalarina destek' amacini tasidigini ileri sürdü. Mor¬gan, Prenses Diana'nin ölümüyle ilgili olarak ingiltere'de hiç so¬rusturma yapilmamis olmasini elestirirken, böyle bir sorusturmanin artik açilmasi gerektigine isaret etti.240 Gizli Servis Dinliyordu Bu arada ingiliz Gizli Servisi Diana'nin attigi her adimi, özel yasamini, ev içindeki ve telefondaki her konusmasini dinliyor¬du. Nitekim durumdan süphelenen Diana bu konuda ufak bir arastirma yaptiracak ve sonunda hakli oldugunu anlayacakti: "Kraliyet mensuplarinin veya hükümet çalisanlarinin izlenmesi rutin bir güvenlik kontrolüydü. Fakat bir keresinde Diana'ya 'Dikkatli ve nazik olmalisin, evinde bile onlar her zaman dinle-medeler' diye bir uyari geldi. Burrell, Diana'nin bu durumdan ra¬hatsiz oldugunu, hatta bir keresinde bunun için istihbarat servi¬sinde çalisan bir arkadasinin yardimina basvurdugunu anlatiyor. Burrel, 'Arkadasi bir hafta sonu dinleme aletlerini bulabilmek için cihazlarla geldi. Her oda kontrol edildi. Hiçbir sey buluna¬madi. Fakat yüksek teknolojik aletler sayesinde 'onlarin' ev di¬sinda bulunan arabalardan da olan bitenleri dinleyebilmesi Prenses'i korkuttu' dedi." 241 Bu gelismeler paralelinde gün geçmiyordu ki olayin bir "ka¬za" degil, tasarlanmis bir cinayet oldugunu ortaya seren bilgi ve bulgular art arda ortaya çikmasin. Bunlarin en önemlisi hiç kuskusuz daha önce belirtilen ama örtbas edilen soför Henri Paul'ün kan örnegindeki garipliklerdi: "The Times gazetesinin haberinde polisin, Fransiz yetkililer tarafindan delil olarak ortaya konan kan örneklerinin soför Henri Paul'e ait olmayabilecegini düsündügü iddia edildi. Gaze¬te, Ingiliz polisinin bu kuskuya, soför Henri Paul'den alindigi öne sürülen kan örneginin Fransiz yetkililer tarafindan DNA testine tabi tutulmamasi nedeniyle kapildigini savundu. Bu du¬rumun, Fransiz otoriteleri tarafindan varilan 'Diana ile Dodi'nin ölümüyle sonuçlanan kazaya soför Henri Paul'ün sarhos olmasi¬nin yol açtigi' seklindeki resmi sonuç üzerinde büyük bir tartis¬ma yarattigini belirten The Times gazetesi, sorusturma sirasinda soför Henri Paul'ün ailesinin bütün baskilarina ragmen Fransiz¬larin soförden aldiklarini iddia ettikleri kan örnegine DNA tes¬ti yapmayi reddettiklerini hatirlatti. Ingiliz polisinde kusku yara¬tan durumun da Fransiz yetkililer tarafindan Henri Paul'ün kani üzerinde gerçeklestirilen analizlerde, kanda yüksek miktarda karbonmonoksit çikmasi oldugunu belirten The Times 'Polis bu kadar yüksek miktarda karbonmonoksidi kaninda barindiran bir kisinin birakin otomobil kullanmayi, yürümeyi bile basarama¬masi gerektigini düsünüyor' diye yazdi. Gazete, Ingiliz polisinin, bu kan örneginin karbonmonoksit zehirlenmesi geçirmis olan bir cesetten alinmis olabileceginden kuskulandigini da duyurur¬ken, su yorumu yapti: 'Bilindigi gibi bu kan örnegi Fransizlar ta¬rafindan yapilan sorusturmanin bütün temelini olusturuyordu ve varilan sonuç bu kan örnegine dayandiriliyordu. Fransiz yargiç¬lar, bu kan örneginden yola çikarak, olayin bir kaza oldugunu ilan ettiler. Bu kan örneginin Paul'e ait oldugu kamtlanamazsa Fransizlar tarafindan yapilan sorusturma çöker."242 Iddialar iddialari kovaliyordu. Nitekim "kaza" sonrasinda ile¬ri sürülen Prenses Diana'nin Dodi el Fayed'in çocugunu tasidigi iddiasi bir kez daha gündeme gelecekti: "Kazayla ilgili sorusturmayi yürüten Fransiz polis yetkilisi, Ingiltere'de yayimlanan The Independent on Sunday gazetesine yaptigi açiklamada, Prenses'in hamileliginin hastane tarafindan hazirlanan raporlarda açikça belirtildigini söyledi. Gazete, adini vermedigi Fransiz polis yetki-lisinin, ölüme 'suikast ya da komplonun' yol açtigina dair delil bulunmadigini belirttigini, bununla birlikte 'bazi seylerin üstü¬nün örtülmeye çalisildigini' kabul ettigini yazdi. Fransiz polis yet¬kilisinin, 'Hamileligin Diana'nin ailesine ve kraliyete utanç ver¬memek için' gizlendigini söyledigini kaydeden gazete, 'Hamileli¬gin ölüm ve ölümü çevreleyen kosullarla dogrudan ilgisinin bu¬lunmadigi düsünülerek bu durum iki yillik sorusturmayi yürüten Fransiz yargiç tarafindan gizli tutuldu' iddiasini ortaya atti."243 Ancak Diana'nin ölümünden sonra kamuoyunda uzun süre tartisilan bu tür iddialarin, basta Prenses'in arkadaslari, Di¬ana'nin otopsisinde hazir bulunan Kraliyet Doktoru John Burton ve hakkinda kitap yazan usagi Paul Burrell olmak üzere yakin çevresi tarafindan yalanlandigini da hatirlatalim. Prens Charles Suçlaniyor Belki de bu tip iddialarin en önemli yani isin ucunun Prens Charles'a kadar dayanmasiydi. O kadar ki belki de onun da sorus¬turmaya dahil olmasi bile gerekebilecekti. "Galler Prensesi Di¬ana'nin ölümünden 10 ay önce yazdigi ve eski usagi Paul Burrell'a biraktigi mektupta, kendisini öldürtmeye çalismakla suçladigi kisi¬nin eski kocasi ve ingiltere tahtinin veliahdi Prens Charles oldu¬gu ortaya çikti. Burrell'in yaklasik 2 ay önce piyasaya çikan kita¬binda yayimlanan mektupta, noktalarla ifade edilerek bos biraki¬lan isim, bugün Daily Mirror gazetesi tarafindan kamuoyuna açik¬landi. Prenses Diana'nin ölümüyle ilgili Büyük Britanya topraklarin¬da açilan ilk sorusturmanin basladigi bugün, bu önemli açiklamayi yapan Daily Mirror gazetesi, Burrell tarafindan yazilan A Royal Duty adli kitapta noktali birakilan yerde, Prens Charles'in adinin bulundugunu yazdi. Kitapta '.... benim otomobilimin bir kaza yap¬masi için planlama içinde. Bu, frenlerin bozulmasi ve önemli bir kazanin meydana gelmesini saglamak seklinde bir sey olabilir' de¬nilmis, bu çok önemli ismin bulundugu yer bos birakilmisti." Diana'nin ölümü üzerindeki kusku perdesi hâlâ aralanmadi. Ingiliz The Times gazetesinin Prenses Di¬ana'nin ölümüyle ilgili olarak açilacak sorusturma kapsaminda Prens Charles ve ingiliz gizli istihbarat teskilatindan üst düzey ki¬silerin de sorgulanabilecegim yazmasinin ardindan, Avustralya gazeteleri dün, Prens'in, persembe aksami Londra'daki malikâne¬sinde Ingiliz polis teskilati Scotland Yard'dan Sir John Stevens'la görüstügünü yazdi. Sorusturma açilacaginin açiklanmasindan 2 gün sonra gerçeklesen görüsme, gazetelere 'Charles gizlice polisle görüstü' basligiyla yansidi. Gazeteler Prens'in su siralar en çok il¬gilendigi konunun ogullarinin bu sorusturmadan etkilenmemesi oldugunu belirterek, 'Prens sorusturmaya tam destek verdigini ve yetkililerle çalistigini göstermek istedi. Olaylardan sonra lekele¬nen ismini temizlemek istiyor' seklinde yorumlandi." Nitekim bütün bu yeni gelismeler oglu Dodi'nin bir kazaya kurban gittigine hiçbir zaman inanmayan ve Ingiliz Gizli Servi-si'ni suçlayan baba Muhammed el Fayed tarafindan da takip edi¬liyordu. El Fayed, zenginliginin de verdigi güçle bir avukat ordu¬su tutarak gelismelere aninda müdahale etmeye hazir görünüyor¬du: "Prenses Diana'nin ölümüyle ilgili dün baslayan sorusturma¬ya ünlü Harrods magazasinin sahibi Muhammed el Fayed de bü¬yük bir avukat ordusuyla katiliyor. Yillardir bu davanin açilma¬sini saglamak için büyük mücadele veren el Fayed'in, Diana ile birlikte kazada ölen oglu Dodi el Fayed'in suikasta kurban gitti¬gi ve buna da Prenses'in' oglundan bir bebek beklemesinin yol açtigi iddialarini kanitlamaya çalisacagi bildiriliyor. El Fayed, 1997 yilindaki kazadan bu yana, oglunun basina gelenlerin tek sorumlusu olarak Ingiliz Gizli Servisi'ni gösteriyordu."247 Isin Ucu Nereye Varacak? Sonunda isin ucu Prens Charles'in yargilanmasina gidebile¬cek bir sorusturmanin açilmasina kadar uzanacakti. Üstelik Prens Charles ile birlikte MI5 ve MI6 yetkililerinin de sorgulan-masi söz konusuydu: "The Times gazetesi, bir baska haberinde Prenses Diana^nin ölümüyle ilgili olarak Ingiliz polisi tarafindan açilan sorusturma sirasinda, Prens Charles ile MI5 ve MI6 yetki¬lilerinin de sorgulanabilecegin! öne sürdü. Prenses Diana'nin ölümünden yaklasik 10 ay önce yazarak, eski usagi Paul Burrell'a biraktigi ve 'eski esinin kendisini öldürtmesinden korktugu' yo¬lundaki kuskular içeren mektubun Prens Charles'm sorgulanma¬sini zorunlu kildigina dikkat çeken gazete, kraliyet savcisi ve po¬lis teskilati yöneticilerinin, Diana'nin ölümüyle ilgili spekülas¬yonlara son noktayi koymak için baska çareleri kalmadigini sa¬vundu. Bilindigi gibi, Prenses Diana'nin öldügü kazada oglu Do-di el Fayed'i kaybeden ünlü Misirli isadami Muhammed el Fa-yed, ingiliz kraliyet ailesi ve gizli servislerini 'cinayet islemekle' suçluyor. El Fayed, 'Ingiliz gizli servisi içindeki seytan ruhlu ve irkçi unsurlarin' cinayetin sorumlusu oldugunu öne sürüyor. " Öyle veya böyle Prenses Diana'nin ölümündeki sir perdesi gün geçtikçe daha da aralanacak gibi. Bu olayin çok daha sasir¬tici gelismelere gebe oldugu daha simdiden belli. Bu "Peri Masa-li"mn acikli sonla noktalanmasi için kimlerin planlar kurdugu bir bir ortaya çikacaga benziyor. Daha simdiden dün reddedilen ve "komplo teorisi" diye küçümsenen konular bir bir sorusturma kapsamina girmeye ve basin tarafindan dillendirilmeye basladi bile. Hele bir de sorusturmanin derinlestirildigini düsünün....   Ortadogu'da Tehlikeli Gelismelerin Habercisi Suikast: Seyh Ahmet Yasin Suikasti 22 Mart sabahi Ortadogu'da çok tehlikeli gelismelere yol açabilecek bir suikast olayi yasandi.249 HAMAS'in "Manevi Lideri" olarak bilinen Seyh Ahmet Yasin250 Gazze bölgesinde sabah namazi kildigi camiden çikarken Israil helikopterinden açilan füze atesi sonucu öldürüldü. Saldiri sonra¬sinda Yasin ile birlikte aralarinda oglu Abdül El Grani'nin de oldu¬gu 8 kisinin daha hayatini kaybettigi ortaya çikti. Roketin dogru¬dan isabet ettigi Seyh Ahmet Yasin'in vücudunun tamamen param¬parça oldugu, gelen bilgiler arasindaydi. Söz konusu suikast kisa sü¬rede duyuldu ve basta Filistin olmak üzere tüm dünyada genis bir yanki yaratti. Bu anlamda zaten bir "kaynayan kazan" olan Ortado¬gu'nun bu suikastla birlikte yeni bir asamaya girdigi söylenebilir. Saron Uzaktan izliyor! Sabaha karsi saat 5'te gerçeklesen suikastin en dikkate deger yanlarindan biri, eylemi israil Basbakani Ariel Saron'un bizzat yönetmesiydi. Bu gibi faaliyetlerinden dolayi sik sik israil polisi tarafindan tutuklandi-ve bir ara 13 yil hapis cezasi aldi. Ancak 11 ay sonra serbest birakildi. Ahmed Yasin 8 Aralik 1987 tarihinde baslayan intifada esnasinda Islami Direnis Hareketi (HAMAS)'nin liderligini yürüttü. Bu örgütün "manevi lideri" konumuna yükseldi. Ahmet Yasin birçok Islami Direnis mensubu ile birlikte 18 Mayis 1989 tarihinde yeniden tutuk¬landi. Ancak intifada bitmedi, bilakis daha da siddetlendi. 16 Ekim 1991 tarihinde israil yönetimi Seyh Ahmed Yasin hakkindaki mahkeme kararini açikladi. Bu karara göre Ahmed Yasin ömür boyu hapis cezasina çarptiril¬di. Mahkeme kararina ek olarak "israil'i yikmaya çalisip yerine islam devleti kur¬maya çalismaktan" 15 yil dahâ(!) agir hapis cezasi verildi. Diger yandan israil yö¬netimi kendisine bazi sartlari kabul ettirmek için bir anlasma teklifi öne sürdü, "is¬rail'i tanidigi ve imzalanan özerklik anlasmasina olumlu baktigini açiklamasi" kar¬siliginda cezasini kaldirma önerisinde bulundu. Ahmed Yasin bu teklifi reddetti, is¬rail zindanlarinda saglik durumunun giderek kötülesmesine ragmen israil yöneti¬miyle uzlasmayi reddetti. Yasin o esnada "Benim için hapiste 100 yil kalmak, karsi¬liginda birtakim tavizler vererek çikmaktan daha iyidir" demekteydi. Seyh Ahmed Yasin bütün bu olaylar arasinda 8.5 yil hapiste kaldi. Sonunda 30 Eylül 1997 günü serbest birakildi. Tedavi amaciyla Ürdün'ün baskenti Amman'a götürüldü. O dö¬nem ortaya atilan iddialara göre Yasin, HAMAS'in elindeki iki MOSSAD ajaniy-la degis tokus edilmisti. Sonunda Gazze'ye geri dönebildi. Bundan sonra da faaliyet¬lerine devam eden Yasin 29 Eylül 2000'de baslayan Aksa Intifadasi'mn "Manevi li¬deri" olarak hatirlanacakti. Diger yandan israil yönetimi tarafindan sürekli takip edilen Yasin daha önce de bir suikast girisiminden kurtulmustu. Ancak bu israil ve Basbakanlari için yeni bir durum degildi. Daha önce de Basba¬kan Yitzhak Rabin'in yönetiminde Filistin Kurtulus Örgütü'nün iki numarali ismi Ebu Cihad'a karsi bir operasyon düzenlenmisti: adim izlemisti. BBC kaynaklarinin belirttigine göre israil kabine¬si sirf bu gündemle toplanmis ve toplantidan Yasin'e karsi suikast yapilmasi karari çikmisti, israil'in bu karari 14 Mart'ta 10 israil¬li'nin öldügü Ashod'daki çifte saldiri üzerine aldigi öne sürülü¬yordu. Nitekim olaya iliskin ilk açiklamayi yapan israil Savun¬ma Bakan Yardimcisi Zeev Boim "HAMAS'in düzenledigi tüm terörist eylemlerden ötürü Seyh Yasin ölümü hak etmisti" sek¬linde konustu ve bu tarz suikastlarin arkasinin gelebilecegini "Hiçbir terörist dokunulmaz degildir" diyerek gösterdi. HAMAS: "Cehennemin Kapilari Aralandi" Suikastin en önemli sonuçlarindan birisi de HAMAS'in mi¬silleme yapacagini açiklamasiydi. "Saron, cehennemin kapilari"Basbakan Izak Rabin, 16 Nisan 1988 günü operasyonun baslamasi emrini verdi. O gece, israil Hava Kuvvetleri'ne bagli çok sayida uçak, Tel Aviv'in güneyindeki bir askeri üsten havalandi. Uçaklardan biri Basbakan Rabin ve yüksek rütbeli askerle¬ri tasiyordu. MOSSAD'm suikast timi Tunus'ta Sidi Said denilen tatil yerindeki vil¬lanin etrafinda çoktan yerini almisti ve telsiz kanalindan Rabin'in uçagiyla temas halindeydi. Havadaki uçaklardan biri, telsiz yayinlan dinlemekte kullanilan cihaz¬larla doluydu, iki uçak ise yakit tanki görevi yapmaktaydi. Bu uçak filosu, asagida¬ki villanin üstünde yükseklerde daireler çizerek uçtu, yerdeki her hareketi izledi. 16 Nisan'i 17 Nisan'a baglayan gece yarisi, Filistin Kurtulus Örgütü'nün iki numarali ismi Ebu Cihad, arabasiyla evine döndü. Daha önce villaya hassas dinleme cihazlari yerlestirildigi için operasyon timi, gözetleme noktasindan onun merdivenleri çi¬karken attigi adimlari duydu. Ebu Cihad yatak odasina girmis, fisiltiyla karisina ses¬lenmis, yandaki odaya geçip uyuyan oglunu öptükten sonra zemin kattaki çalisma odasina inmisti. Bu bilgiler hemen Rabin'i tasiyan elektronik savas uçagina bildi¬rildi. Gece yarisi saat tam 00.17'de Izak Rabin, suikast timine, 'Villaya girin' emri¬ni verdi. Villanin disindaki Mercedes'in içinde uyuyan soför, susturucu takilmis Ba-retta'yla hemen öldürüldü, iki ajan, villanin demir ön kapisinin altina, yeni gelisti¬rilmis sessiz bir patlayici yerlestirdi. Plastik patlayici az bir ses çikardi ve ön demir kapi menteselerden koptu. Holde, Ebu Cihad'in iki korumasi vardi, onlar da hemen susturuculu silahlarla öldürüldüler. Çalisma odasina giren Kiliç kodlu operasyon se¬fi, Ebu Cihad'i, FKÖ ile ilgili bir haberi videodan izlerken buldu. Ebu Cihad ayaga kalkarken, Kiliç iki el ates ederek onu gögsünden vurdu. Yere yigilan Ebu Cihad'in alnina da iki kursun sikti. Tam odadan çikarken Ebu Cihad'in karisiyla karsilasti. Küçük oglunu kucaginda tasiyan kadina Arapça 'Odana git' dedi. Ve ekibiyle bir¬likte hizla villadan çikti. Bütün operasyon yalnizca 13 saniye sürmüstü. Daha önce, bu villaya benzetilen bir evde tatbikat yapmislar ve sonuçta, 'Villaya girip çikmaniz yirmi iki saniye sürecek' emrini almislardi." Nitekim saldiri sonrasi sokaklara dökülen halkin gösterileri es¬nasinda atilan sloganlar da "intikam" istemiyle doluydu ve cami hoparlörlerinden yapilan yayinlarda da ayni tema öne çikiyordu. Zaten Izzeddin el Kassam Tugaylari, açiklamanin devaminda "Seyh Yasin'in öldürülmesine cevap olarak yüzlerce israilli'nin öl¬dürülecegini" bildiriyordu. Bildiride "Seyh Yasin'i öldürme karari alanlar, yüzlerce Siyonistin ölüm hükmünü imzaladi" denilerek intikam saldirilarinin "israil saldirilarina yesil isik yakan ABD he¬deflerine de yöneltilebilecegi" vurgulanmaktaydi. El Aksa Sehit¬leri Tugayi ise basta Savunma Bakani Saul Mofaz olmak üzere bin¬lerce israilli'nin misillemelerde hedef alinacagini belirtiyordu. Yeni Hedef Arafat mi? Ancak israil cephesinden yapilan açiklamalar bölgede gide¬rek artan tansiyonu hafifletmek bir yana durumu daha da gergin bir hale getirmekten baska bir ise yaramadi, israil'in açiklamala¬ri "tehdit" içerikli olmalari bir yana, bölgeyi daha da karistirma¬ya yönelik adimlarin bir göstergesi sayilabilirdi. Nitekim olayin hemen ardindan israil Genelkurmay Baskani Mose Yaalon; Filistin lideri Yaser Arafat ve Hizbullah örgütünün lideri Hasan Nasrallah'in da israil suikastiyla öldürülebilecegini ima etti. Yaalon, israil'in, Hamas örgütünün kurucusu ve ruhani lideri Seyh Ahmed Yasin'i öldürmesinin ardindan siradaki he¬deflerin Arafat ve Nasrallah olup olmayacagi yolundaki soruya, "Dünkü olaya tepkileri -Arafat ve Nasrallah'in tepkilerinden söz ediyor-, kendilerinin bu duruma yakin olduklarini anladiklarini gösterdi diye düsünüyorum" yanitini vermekteydi, israil Genel¬kurmay Baskani, "Bunun, uzun vadede, bizi yaralamayi seçen herkese kendi sonlari olacaginin isareti olacagini umuyorum" di¬ye konusuyordu. Bu arada, Israil Iç Güvenlik Bakani Tahi Ha-negbi, Seyh Yasin'in öldürülmesinden sonra bütün Filistinli mi¬litan liderlerinin kendi hedef alanlari içinde oldugunu söyledi. Yaser Arafat'in yardimcilari da bu riskin üzerinde durarak Fi¬listin liderinin; Israil'in gelecekteki hedefi olabileceginden kay¬gi duyduklarini belirteceklerdi. Arafat'in da ayni endiseyi tasidi¬gi vurgulayan Filistin Iletisim Bakani Azzam Ahmed, "Arafat tehdit edildigini düsünüyor ve biz de tehdit edildigini düsünüyo¬ruz. Çünkü Seyh Yasin'i hedef aldiklarinda Arafat çok uzakta de¬gildi" derken, Filistinli Bakan Saib Erekat da acilen yapilan ka¬bine toplantisinda Arafat'in güvenligini tartistiklarini söyledi. Erekat, Tabii bir endise var. Bu, Arafat'i öldürerek ve Filistin yö¬netimini yikarak, oyunun sonunu getirebilir' dedi"   100 Kisilik Ölüm Listesi Bu açidan bakildiginda durum giderek vahim bir hal aliyor¬du. Israil'in elinde 100 kisilik bir "ölüm listesi"nin bulundugun¬dan ve bu suikastin arkasinin geleceginden söz ediliyordu. Bu ey¬lemler için özel bir ekip hazirlandigi, ekibin Israil kara, deniz kuvvetleri ve parasütçü birliklerinden olustugu ve istihbaratçila¬rin da buna destek verdigi belirtiliyordu. Londra'da yayinlanan Es Sark El Avsat gazetesine göre hedef listedeki isimler arasinda Hamas ve Islami Cihad'in siyasi liderlerinin tümüyle, Filistin li¬deri Yaser Arafat'in El Fetih grubunun politik ve askeri kanat li¬derleri bulunuyor. Bu kisiler arasinda örgütün siyasi lideri konu¬muna gelen 58 yasindaki Abdülaziz El Rantissi,253 HAMAS'in Politbüro sefi Halid Mesai, siyasi kanat sorumlularindan ismail Haniye, HAMAS'in kurucularindan Mahmud El Zahar, izzettin El Kassam Tugayi komutanlarindan Muhammed Deif gibi isim¬ler bulunuyor.254 Suikastin Zamanlamasi, Hedefi ve Muhtemel Sonuçlan Peki Ahmed Yasin'e karsi girisilen bu suikastin amaci neydi? Niçin simdi gündeme getirilmisti ve sonuçlan ne olacakti? isra¬il açisindan bakildiginda, kendilerini tehdit eden bir "terörist" cezalandirilmisti. Ikide bir patlayan canli bombalari üzerlerine gönderenlere karsi bir "misilleme" idi bu. Suikasta karsi çikanla¬ra göre ise "Lübnan Kasabi" Ariel Saron'un "çilginca" hareket¬lerinden biriydi. Saron, bu "akilsizca" hareketiyle gene yapacagi¬ni yapmisti. Peki ama bu görünür nedenlerin disinda olaya daha "derin" ne gibi açiklamalar getirilebilirdi? Olayi basit bir "misilleme" ya da Saron'un "akilsizligi" disinda ne gibi faktörlerle açiklayabilir¬dik? Yoksa olayin kendine göre bir iç mantigi ve hesabi mi var¬di? Suikast kararini alan Saroncu kligin bu suikastin doguracagi etkileri bilmemesi imkânsizdi. O halde olayi baska bir niyetle açiklamak daha yerinde olabilirdi. Peki ama suikastla ne amaç¬lanmisti? Ariel Saron, Ahmed Yasin'i öldürerek Filistin direnisi¬ni kiramayacagini ve HAMAS eylemlerini durduramayacagini, hatta tersine azdiracagini bilmiyor olamazdi. O halde.... Bunu ancak suikastin bazi unsurlarini birbirinden ayirdigi¬mizda ve dünyanin -ve tabii bölgenin- bugün içine girdigi süre¬ci hesaba kattigimizda anlayabiliriz. Öncelikle belirtmeli ki, Ah¬med Yasin suikasti basit bir suikast olmayip, dogrudan stratejik ve siyasi bir tercihin ürünüydü. Bu tercihi ise kisaca bölgede yasanan kaosu daha da derinlestirme ve dünyadaki kaosa baglama olarak tanimlayabiliriz. Belli ki Saron ve Sahin klik bastan beri "Cinayet Sebekesi", Yeni Safak, 24 Mart 2004 izledikleri savasçi tercihlerini daha da sertlestirme karari almis¬lardi. Böylelikle yasanacak karmasadan kârli çikacaklarini düsü¬nüyorlardi. Yoksa böyle bir adim atmazlardi. Yasin'in Kisiliginde Tüm Müslümanlarin Kiskirtilmasi Hedeflenmistir Peki bu karmasanin ayaklari ne olabilirdi? Isterseniz önce, seçi¬len hedefi tanimakla ise baslayalim. Ahmed Yasin Filistin direnisi ve HAMAS içinde çok önemli bir isim olmakla birlikte, aslinda sadece "manevi" manada "sembol" bir isimdi. Yani ne siyasi, ne de askeri kanat sorumlularindan biriydi. Eger askeri ya da siyasi kanat sorumlularindan biri hedef seçilmis olsa idi sorun bu kadar büyük çapli ve hatta "uluslararasi" bir sorun haline gelmeyecekti. Gene bölgeye iliskin "normal" olaylardan ve israil'in her zaman yaptigi saldirgan eylemlerinden biri olarak kabul edilecekti. Ama Seyh Yasin'in hedef seçilmesiyle birlikte olay bir anda Israil-Filistin hat¬ta Arap-Yahudi çatismanin disinda bir anlam kazandi. Yasin'in "manevi" kisiliginde olay bir anlamda "Dinler Sava¬si" boyutuna da çekilmis oldu ister istemez. Ve bir anda tüm dün¬ya Müslümanlarinin sorunu haline geliverdi. Demek ki suikastin birinci amaci; daha yerel ölçekte bir tür "Medeniyetler Çatisma¬si" yaratmakti. Böylelikle Saron, giderek yalnizliga itilen politi¬kasini bir anda global düzeye tasiyiverdi. Basta ABD olmak üze¬re tüm Bati dünyasina "Teröristlerle cansiperane savasan Israil" maskesini takabilecekti. Saron sunu fark etmis olmali ki, gerek Irak'ta aleyhe dönen süreç, gerek içte olusan rahatsizlik ve gerek¬se de ABD'de Sahinlerin gerileyip, Baskan Bush'un seçimleri kaybetme ihtimalinin bulundugu durum, kendisinin aleyhine olacak kosullari da beraberinde getirecekti. -Tam bu noktada Saron'un ABD Neo-Con'lari ile isbirligi içinde hareket ettigini varsayabiliriz- Bir tür "Çivi çiviyi söker" politikasiydi bu ve zaten kaybedecegi fazla bir seyi kalmamisti. Oysa yaratilacak yeni bir ka¬os yeni firsatlar demekti. Yasin suikastiyla HAMAS'i misillemeye kiskirtarak hem kendi halkina hem de dünya kamuoyuna "Bakin, bunlarla anlasmamakta ne kadar hakliymisiz" diyebilecekti. Bu¬nun için bazi bedeller ödemeyi bile kabul edebilirdi. Israil-Filistin Çatismasi Yeni Bir Asamaya Girmistir Bu anlamda Yasin suikasti ile birlikte Israil-Filistin çatismasi artik daha farkli bir boyuta tasinmis görünüyor. Bu suikast ister istemez -Arafat ve FKÖ uzun süredir etkisizlestirildigine göre-HAMAS'i Filistin direnisinin asil sözcüsü durumuna sokacaktir. Radikal söylemin ön planda oldugu bir seçenek, Israil için daha kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü Filistin direnisini gözden düsürebilecek bir propagandayi ancak böylelikle gelistirebilir ve Bati'da bile -özellikle AB ülkelerinde- sempati duyulan Filistin davasini "Müslüman Teröristler" yaygarasinin içine hapsedebi-lirdi. Dahasi, Filistinlilere karsi girisebilecegi yeni katliamlara ancak böylelikle "mesru" bir zemin hazirlayabilirdi. Ve uzun va¬dede böylelikle Filistin halkinin mesru ve hakli mücadelesini izole edebilir, dünya kamuoyu önünde gözden düsürebilirdi. Her ne kadar kendisi israrli ve sistemli bir "devlet terörizmi" politi¬kasinin uygulayicisi olsa bile. Siddetin Katlanarak Artmasi Istenmistir Saron, bu hareketi yaparken karsi-siddetin içerik ve gücünün orantili olarak artacaginin pekala farkindaydi. Ardindan gelise¬cek olaylarin sivil, savunmasiz Israil vatandaslarini da tehlikeye atacaginin bilincindeydi.255 Ancak gelecegini barisa degil sava¬sa baglayan Saroncu klik bunu göze almak zorundaydi. Saron bu hamlesiyle Israil-Filistin barisini sonu belirsiz bir tarihe ertele-mistir. Bu olaydan sonra artik hiç kimse degil baris, bölgede sakin bir gün bile beklememektedir. Böylelikle Filistin'le müzake¬relere dayali bir seçenegin önü tümden kesilmistir. Ardindan ge¬lisebilecek olaylar da göz önüne alindiginda israil içindeki baris yanlisi "çatlak seslerin" de iyice kisilacagini düsünmek yanlis ol¬masa gerek. Ayni sekilde Filistin yönetimi açisindan da baris ara¬yislari belirsiz bir sürece ertelenmis görünüyor. Bütün bunlar Sa-roncu siyasetin arayip da bulamayacagi türden yan getirilerdir. Kaos Politikasina Bel Baglanmistir Belli ki Saron kaosa bel baglamis görünmektedir. Ortaligi iyi¬ce karistirarak duruma kendi inisiyatifinde yeniden bir çeki dü¬zen vermeye çalisarak son derece tehlikeli bir oyun oynamakta¬dir.256 En büyük risk ise bölgesel bir savasin, hatta muhtemel bir dünya savasinin fitilini atesleyebilecek daha büyük çapli eylem¬lere kalkismasidir. (Saron bunun için elindeki nükleer güce gü¬veniyor olabilir.) Buna basta Arafat olmak üzere Filistin liderle¬rinin seri halde öldürülmesi veya HAMAS misillemelerini baha¬ne ederek çok daha genis çapli katliamlara girismesi de dahildir. Daha da vahimi çok çilginca gelse de, "kutsal metinlere dayan¬digi düsünülen Büyük IsraiP'in kurulmasi vaktinin artik geldigi¬ne inaniliyor ve bunun ilk adiminin da bölgedeki bütün Filistin¬lilerin imhasindan veya topluca sürgün edilmesinden geçtigi dü¬sünülüyor olabilir. Saron, HAMAS'i daha genis ve etkisi büyük eylemlere çekerek, kendi katliamlarinin altyapisini hazirlamayi planliyor olabilir. Kisaca "çatismayi ve gerilimi büyüt tut ki, so¬nuçlari da büyük olsun" tavridir bu. Tam bu noktada Seyh Yasin'in öldürülmesinin bir amacinin da HAMAS'i çökertmek, bölmek, iç kavgalarini kizistirmak oldügü yönündeki tezler mantikli gelmiyor bana. Yasin'in ölümüy¬le ne örgüt gücünü kaybetmis ve eylem arayislari son bulmustur, ne de liderleri birbirine düsmüstür. Tersine örgüt eskisinden çok daha büyük bir azim ve kararlilikla "intikam" yeminleri etmek¬tedir. Demek ki bu iddia daha bastan geçersizdir. Kim bilir belki de Saroncu kligin istedigi sonuçlardan birisi de budur! Güç Gösterisi Yapilmistir Bu paralelde, öyle görünüyor ki Saron, suikasti alenilestir-mekten çekinmemistir. Suikastlar genellikle çok özel timler eliy¬le "gizli" yapilir. Herkes adresin ne oldugunu bilse bile "adres" hiçbir zaman bunu kabule yanasmaz. Hele hele devletin hükü¬met organinda konu tartisilip karara baglanmaz. Bir Basbakan dogrudan suikasta komuta etmez ve uzaktan da olsa, sanki bir çay bahçesinde oturur gibi suikasti izlemez. Oysa bu olayda bun¬larin hepsi olmustur. Üstelik eylemde israil ordusuna ait bir he¬likopter kullanilmistir, israil'in hukuk tanimazligi, infazci politi¬kalari öteden beri malum olsa da, Saron bu olay özelinde belli ki durumun aleni olarak bilinmesini istemistir. Böylelikle tüm dün¬yaya, gücü sahsinda topladigini ve Israil'de kendisine ragmen hiçbir seyin yapilamayacagini göstermek istemis gibidir. Saron'un ABD'li Partnerlerine de Mesajidir Tam bu noktada ABD yönetimi de fiili bir durumla karsi kar¬siya kalmistir. Öyle ki bu bir "Ben yaptim, oldu" durumudur. Su¬ikast istese de istemese de ABD ile Israil'in kaderlerinin bir ve ayni oldugunu bir kez daha hatirlatmak amaciyla yapilmistir. Bu yönüyle ABD'ye de bir mesaj verilmektedir. ABD'de durumdan ancak Neo-Concu Sahin klikten birileri¬nin haberdar oldugunu tahmin ediyorum. Nitekim ABD'nin ilk andaki tepkisinin tavirsizliktan çok, saskinlikla açiklanabilece¬gini düsünüyorum. Elbette ki bu, ABD'nin Saroncu kligin güna¬hini paylastigi, onun partneri oldugu gerçegini degistirmiyor. Özellikle de son BM Genel Kurulu'nda "Israil'in kinanmasi" yö¬nündeki karari veto etmesi bu paralellik çizgisinin aynen korun¬dugunu gösteriyor.257 Bütün bu gelismelerin isaret ettigi tek nokta var bana göre: ABD'nin yaptirim ve ikna gücü Saron'a islemiyor. Saron ABD'yi de bir "oldu bitti" durumu ile karsi karsiya birakmistir. Böylelikle ABD içinde süren Sahinler-Güvercinler ayrimini da¬ha da keskinlestirmis ve Sahinlere yeni bir manevra alani açmis¬tir. ABD'nin Irak'tan muhtemel bir çekilme hazirliginin ya da Güvercinlerin ipleri ele geçirmesinin önü de böylelikle kesilmis¬tir. ABD'nin önceki derin suskunlugu ve ardindan israil'i "anlar" ve onaylar yöndeki açiklamalari ama yarim agiz "gene de hos ol¬madi" mirildanmalari, inisiyatifin halen Sahinlerde oldugunu göstermektedir. ABD bundan sonra Ortadogu konusunda Saro-nist politikalar yönünde daha çok müdahil olmak zorunda kala¬caktir. "Içli-dislilik" iyice resmiyet kazanacaktir. Böylelikle Amerikan seçimleri de düsünülerek uzun vadede Bush-Sahin se¬çeneginin tercih edileceginin, Kerry-Demokrat seçenegininse dislanacaginin erken bir ilanidir. Söz konusu olay eger illa ki birilerinin isbirligi neticesi olmus ise bunun israil'deki Saronist-klikle ABD'deki Neo-Con'cu ka¬natin isbirligi sonucu oldugunu varsayabiliriz. 11 Eylül'den bu yana dünyayi atese atmaya çalisan kliklerin kaderi ayni noktada çakismaktadir, israil'de Saron, böyle giderse iç rahatsizliklarin daha da artacagini ve böylelikle iktidardan düsebilecegini; Ame-rika'daki Sahinler ise George W. Bush'un seçimleri kaybetme ih¬timalinin yüksek oldugunu görmüslerdir. Yani sira dünyanin "te-rör"den bikmakta oldugunu ve barisçi hissiyatin güçlenip savasçi alternatifin zayiflamakta oldugunu fark etmislerdir. Bu noktada kilit önemde olan Israil-Filistin sorununu iyice yokus asagi süre¬rek, dünyanin tansiyonunu gerip bu arayislarin önünü kesmek istediler. Böylelikle bölgeyi ve dünyayi atese atmaktan çekinme-yeceklerini de bir kere daha göstermis oldular. Neler Olabilir? Öyle görünüyor ki, bu suikastla birlikte dünya ve bölge çok tehlikeli bir sürece girmistir. Bu hareketin, önü alinamaz dere¬cede korkunç sonuçlari olabilir. Suikastin ne gibi dinamikleri harekete geçirdigi henüz tam belli degildir. Ama bu dinamikle¬rin çok feci kirilmalara yol açabilecegini söylemek kehanet ol¬mayacaktir. Bu paralelde bazi varsayimlar gelistirebiliriz: 1) HAMAS misillemelerinin çapi ve sayisi artacaktir: Suikastin belki de en gözlemlenebilir, dogrudan sonuçlarindan biri bu olacaktir. HAMAS kendi mantigi içerisinde ister istemez bir cevap verilmesini sadece bir "prestij" sorunu olarak degil, ayni zamanda bir "zorunluluk" olarak görecektir. Nitekim örgüt liderliginin açiklamalari bu kanaati dogrular yöndedir. HAMAS misillemelerinin artmasi ise hem durumu daha da gerecek, hem de Saron'a yeni hamleler yapma imkânini verecektir. 2) Suikast politikasini tirmandirabilir: Öyle görünüyor ki Saron darbesini vurmus ve savunmaya çekilmistir. Simdi karsi hamle beklemektedir. Ancak bu ihtimal de yaniltici olabilir. Siyasi ve askeri planlar dogrultusunda karsi hamle beklemeden veya ona paralel olarak zaten ilan ettigi ölüm listesindeki hedefleri bir bir yok etmeye kalkisabilir. Eger Arafat'i hedef seçerse bu gerilimin çapinin daha da büyümesi ve su ana kadar sessiz kalan Arap ülkelerinin de meseleye taraf olmasi sonucu gerçeklesebilir. Böyle bir adiminsa bir dizi felaketi tetikleyecegi asikârdir. Nitekim bu yazi yazilip bitirildikten sonra gerçeklesen Rantissi suikasti bu politika¬nin süreceginin somut bir isareti olmustur. 3) Israil kitle katliamlarina girisebilir: Israil, HAMAS misillemelerini bahane göstererek Filistin halki üzerinde daha yogun bir baski, sindirme ve soykirim politikasina yönelebilir. Bu seçenek, Saron'un geçmiste uyguladigi politikalarla ve kendi siciliyle uyusmaktadir. Dünyanin olanlara bugüne kadar sessiz kalmasi, onu daha da cesaretlendirebilir. 4) Anti-Semitizm Hortlayabilir: Suikastin belki de en kötü sonuçlarindan birisi, dünyada yeni bir antisemitist dalganin kabarmasi olasiligidir. Uzun süredir bu yeni dalga antisemitizmin isaretleri zaten mevcuttur. (AB'de yapilan anketler, "isa'nin Çilesi" filminin getirdigi tartismalar vb.) Suikastin en görünür sonuçlarindan biri bu olacaga benzemektedir. Dünyanin birçok yerinde gerçekte olanlardan sorumlu olmayan Yahudiler ve toplanma mekânlari -sinagoglar, evler, dernekler, sirketler,vb- suikastin sok dalgalari neticesinde hedef haline gelebilir. Ortaçaga ve Nazi Almanyasi'na ait "Yahudi nefreti" hortlayabilir. Daha da kötüsü, bu atmosferi firsat bilen ve dünyada savasan derin güçlerden herhangi biri bu tip eylemleri kasiyabilir. 5)Bölgesel baslayan ama dünyaya yayilan bir savas çikabilir: Suikast veya olasi diger suikastlar önce bölgesel, ardindan dünya savasina dönüsen bir çatisma sürecini tetikleyebilir. Bu ihtimal simdilik zayif gibi görünse de, potansiyel bir tehlike olarak varligini her zaman koruyacaktir. 6) Saron kendi "bans"im dayatabilir: Gelismelere bagli olarak Saron, Filistin yönetimini iyice hirpaladiktan ve zayif düsür¬dükten sonra kendi tayin ettigi kosullarda bir "baris"i Filistin¬lilere dayatabilir. Ancak bu ihtimal de su an için çok zayif gö¬rünmektedir. Dördüncü Dünya Savasi Basladi! Ara basliga bakip "Bu adam dünya savaslarinin sirasini sasir¬di galiba. Daha olmamis III. Dünya Savasi'ni bile olmus gösteri¬yor, iste bu komplo teorisyenleri böyle bol keseden atip tutarlar" demeyin! Tam tersine tanimi gayet bilinçli olarak kullaniyorum. Ve maalesef size kötü bir haberim var; kimse farkinda degil ama aslinda "IV. Dünya Savasi" çoktan basladi!260 Ve bu savas nor¬mal savas kurallarina göre yürümüyor. Bu savasta ordular dizilip, gögüs gögse, süngü süngüye savasmiyor. Onlar gerektikçe arada fon olarak kullaniliyorlar sadece. Bu savasta kurmay heyetler bir masanin basina geçip haritadaki ülkelerin üzerine minik bayrak¬lar dizmiyor, oklar çizmiyor. Bu savasin dengelerini eldeki tank, top, füze, uçak, gemi sayisi da belirlemiyor. Daha dogrusu onlar son asamada devreye girecekler. Bu savas çok daha baska araç¬larla, çok daha sinsi, çok daha acimasiz ve daha namert biçimde yürütülüyor. Bu savasta artik kulelere çarpan yolcu uçaklari, tren yollarina koyulan bombalar, suikastlar, kimyasal ve biyolojik si¬lahlar vb kullaniliyor. Ve bu savasin kurmay noktalarinda gizli servisler, profesyonel katiller, kimin adina savastiginin bile far¬kinda olmayan su veya bu etiket altindaki "militanlar" var. Ve bu savas en çok "terör" ve "terörizm" deyimlerini seviyor!
  1. Dünya Savasi 1900'lerin basinda Saraybosna suikasti sonucu patladi. Milyonlarca insan öldü. Imparatorluklar parçalandi. Normal bir cephe savasiydi, klasik savas araçlari kullanildi.
  1. Dünya Savasi geçtigimiz yüzyilin ortalarina dogru yasandi ve bu savasta ordular ve silahlar belirleyici önemdeydi. Ama savasin sonlarina dogru kullanilan atom bombasi klasik savasin bittiginin de bir isaretiydi.
III. Dünya Savasi "Soguk Savas" adi altinda bloklar arasi rekabet çerçevesinde teknolojik, ideolojik, mali üstünlüklere göre yasandi. Sonunda SSCB cephesi çöktü ve savasi "Bati Bloku" kazandi. Bu savasta kimse açikça savasamadi çünkü atom silahlarinin geldigi seviye bir topyekûn savasa izin vermiyordu. O yüzden biraz kaçak güresti taraflar ve birbirlerinin zayif yönlerine saldirdilar.
  1. Dünya Savasi ise bambaska biçimde yürütülüyor. Savas teknolojisindeki olaganüstü gelismeler ve atom silahinin yaratabilecegi sonuçlar savasan güçlerin ordularini cepheye sürmesini engelliyor. Onlarin yerinde simdilik ön saflarda gizli servisler, kontgerilla müfrezeleri, özel savas timleri, sabotörler, suikastçilar savasiyor. Bu savas derinden ve gizli yöntemlerle, komplolarla yürütülüyor. Artik her sey emperyal satrancin gündelik ihtiyaçlarina, stratejik kararlarina göre yürüyor. Görünürde bir baris yasaniyor ama bu bir "Soguk Baris" oluyor bu sefer. Oysa bu "Soguk Baris" görüntüsü altinda derinlerde çok gizli ve gayri resmi, ilan edilmemis bir savas yasaniyor. Burada ordular degil, çok daha daraltilmis, konsantre komplocu kadrolar savasiyor. Bu anlamda artik kimse masum degil ve belli basli büyük devletlerin hemen hepsi bu isin içinde. Bu açidan en pis savas
  1. Sokakta yürüyen, bombalara maruz kalan insan ne oldugunu bile anlamiyor. Karsilarinda tanimlayabilecekleri bir "düsman'lari bile yok. Onlara savasin sadece "görünen yüzü" gösteriliyor. Bu da ço¬gu kez "terör", "terörist", "El Kaide" vb biçimlerine bürünüyor. Bu noktada savas aslinda beyinlerde veriliyor. Savasan güçlerin en önemli silahi ise medya ve kitle manipülasyon araçlari. Psikolojik savas mekanizmalari azami ölçüde kullaniliyor. Savasanlar savasi göstermek istedikleri biçimde yürütüyor. Beyinlerimizde bir yanilsama yaratiliyor.
Bu savasin bir yerlerdeki gizli kurmaylari savasi tüm insanli¬ga karsi açmislardir. Bu savas bana göre ne petrol, ne toprak, ne de para için veriliyor. Bunlar sadece isin getirileri. Asil savas dünya hakimiyeti ve insanliga kimin yön verecegi, gelecegi ki¬min sekillendirecegi üzerinde dönüyor. Bu savas var olani ger¬çekten degistirme üzerine degil. Bu savas sadece hastalikli bir güç histerisi üzerinde sekilleniyor. Bu savas semboller düzeyinde yürüyen bir kör inancin histerisi için veriliyor. Bana öyle geliyor ki, bu savasin kazanani olmayacak ama kaybedeni simdiden bel¬li: Insanlik. Birileri bu çilginliktan vazgeçmedikçe veya insanlik "Siz ne yapiyorsunuz" diye hesap sormadikça katlanarak büyüyen ve artik geri dönülemez bir noktaya gelinecektir. Sonuç Yerine Artik bu noktadan sonra analiz yapmayi birakiyor ve okurla bugünkü dünyanin durumuna dair hislerimi paylasmak istiyorum. Dünyanin çok kötü, çok rezil bir noktaya dogru çekildiginin far¬kindayiz hepimiz. Bütün bunlar belli bir plan dogrultusunda yapi¬liyor. Patlayan her bombayi, yapilan her suikasti kaniksamamizi istiyorlar. Sirf ait oldugumuz etnik yapiya, dine dahiller veya de¬giller diye bu savasa "Yasasin" ya da "Kahrolsun" diye katiliyorsak bu savasi onayliyoruz demektir. Öldürülen sirf "Yahudi" ya da "Arap" veya "Müslüman" veyahut "Hristiyan" diye "Oh olsun!" diyorsak bu savasi onayliyoruz demektir. Hangi milletten, hangi dinden olursak olalim bu cinayetleri durdurmak için elimizden gelen gayreti sarf etmiyorsak biz de sorumluyuz demektir. Bu va¬him ve çirkin savas acilen durdurulmalidir, insanlik dünyada de¬rinden savasan bu güçlerin kölesi degildir. Bunu anlatabilmek için durabildigimiz kadar dik ve bagirabildigimiz kadar güçlü "siddete, suikastlara, komplolara, teröre hayir!" diyelim. Onlara, yani geleceklerini kaos stratejisine baglamislara da sunu demek isterdim: Dünyanin ve insanligin kaderiyle oynama hakkini kendinizde görebiliyor olabilirsiniz. Bunu sirf paraya, makama, silahli güce, teknolojiye, gizli servislere sahip oldugu¬nuz için kendinizde "hak" görebilirsiniz. Ama bizler, yan' sizin gözünüzde "siradan insanlar" size böyle bir hak vermedik. Dün¬yanin üzerinden kirli ellerinizi hemen çekin. Dünyanin her kösesinde acil baris! Sonsöz Su ana kadar okudugunuz bölümlerin de ortaya koydugu üze¬re suikastlar özellikle XX. yüzyila damgasini vurmus görünüyor. Birçok lider siyasi rakipleri ve derin organizasyonlarin kiralik te¬tikçileri tarafindan ortadan kaldirildi. Gerçeklesen her suikast kendi zaman dilimi içinde ve sonrasinda yansimalariyla bütünsel siyasi sonuçlara yol açmakta. Bazi suikastlar o liderlerde simgele¬nen politikalarin sonu anlamina gelse de, kimi suikast kurbanla¬rinin takipçileri liderde simgelenen politikalarin sürdürülmesini saglamistir. Ama kesin olan bir sey var ki her suikast o liderde simgelenen politikalarda bir kirilma anidir. Söz konusu politika¬lar, liderin ölümüyle birlikte çogunlukla ya son bulmus ya da güç¬ten düsmüstür. Bu anlamda, eger o liderler yasasalardi bugün ül¬kelerinin ve dünyanin panoramasi bambaska olurdu diyebiliriz. Bazi suikastlar ise dogrudan büyük olaylara yol açmis, bölge¬sel savaslarin ya da dünya savaslarinin tetikleyicisi olmustur. Bu¬nun yani sira sadece ülkeler içinde istikrarsizlik veya moral çö¬küntü yaratma amaçli kontrgerilla suikastlari da vardir. Ancak biz kitabimiza daha ziyade tarihte büyük dönemeçler yaratmis veya sonuçlari itibariyla tarihsel akisi-degistirmis suikastlari seç¬meye özen gösterdik. Öyle veya böyle kimileri liderin hiçbir öneminin olmadigini, tarihin kendi mecrasinda aktigini düsünmektedir. Oysa her suikast bunun yalanlanmasidir. Bu gerçegi en iyi suikastçilar bilmekte¬dir ve suikastlari da zaten o yüzden tertiplemektedirler. Onlar bilmektedirler ki önderligi, komuta kurmayi yok ettiniz mi, ge¬nis kitleler bassiz kalir ve ne yapacaklarini bilemez. Bu yüzden tarih ayni zamanda liderlerin de bir ürünüdür. Gene ayni neden¬le her suikast bir bakima "darbe" ve "komplo" özellikleri göste¬rir, iktidari sessizce degistirmeye veya güçlenen bir hareketi en¬gellemeye yöneliktir. Bu anlamda gerçeklesen her suikastta sade¬ce liderin vücudu ortadan kalkmaz. Asil olarak onun temsil etti¬gi fikirler, programlar ve arkasindaki güçler de hedeflenmis olur. Suikastin asil mesaji onlaradir. Böylelikle ona destek veren kadrolar ve kitlelere "buraya ka¬dar" denmis olur. Liderin onlarla kurdugu çok özel baglar kopa¬rilarak, kitlelerin yeni duruma boyun egmesi, olanlari sineye çekmesi saglanir. Nitekim birçok hareket, liderinin ölümünden sonra, politikalari formel olarak varligini koruyor görünse bile ya dagilmis ya da güçten düsmüstür. Suikastlarda ilginç bir nokta da -istisnai acil durumlar hariç-suikastçilann, kurbanin yerine geçirecekleri kisiyi seçmeden ya da hazirlamadan suikasti gerçeklestirmemeleridir. Bu açidan en tipik suikast yüzyilin suikasti olarak andigimiz Kennedy suikastidir. Kennedy'nin yok edilmesiyle Amerika'da derin devletin hakimi¬yet alani iyice genisletilmistir. Zaten dikkatle bakilinca Kennedy suikastindan bu yana Amerikan derin devletinin gemi bu kadar aziya almasinin tesadüf olmadigi görülecektir. Kennedy ile birlik¬te Amerikan sivil geleneginin son kalesi de düsmüs ve onun sah¬sinda simgelenen bir seçenek tasfiye edilmistir. O günden bugüne artik Amerika'ya tümüyle derin güçler yön vermektedir. Tezimiz baglaminda Kennedy karsisinda Baskan Yardimcisi Lyndon Johnson alternatifi bulunmadan, hazirlanmadan su¬ikastin gerçeklestirilmedigini söylemeliyiz. Johnson, Kennedy karsitlarinin savundugu her seyi Baskanligi boyunca uygulamis¬tir. Bu anlamda suikast organizatörleri için Kennedy'nin yeri¬ne gelen "Ideal Baskan" olmustur. Bazi iddialara göre suikastin organizasyonuna Johnson'm kendisi de dahildir. Böylelikle Kennedy'nin ölümü ile birlikte Amerikan politikasinin daha makul sinirlara çekilmesi ihtimali sifirlanmistir. Kennedy suikas¬ti dünyayi 11 EylüPe getiren sürecin siçrama tasidir. Bu suikasti tertipleyen güçlerle bugün dünyayi atese atmak isteyen güçler ayni zihniyet ve politikanin temsilcileridir. Suikast, Kennedy se¬tinin yikilmasiyla birlikte o günden bugüne dünyayi ve Ameri¬ka'yi adim adim belli bir yöne çekme sürecinin en önemli döne¬meç noktasidir. Kennedy suikastina bu gözle bakilmalidir ve ben de o gözle bakmaya çalistim. Sizin de gördügünüz üzere kitap -bana göre en önemli suikast olsa da- sadece Kennedy suikastindan ibaret degildir. Her suikas¬tin bazi ortak özellikleri olmakla birlikte hepsinin kendine özgü gerçeklesme kosullari vardir. Bunlari dikkate almaya, gözler önü¬ne sermeye özel bir dikkat sarf ettigimi söyleyebilirim. Bu kendi¬ne özgü kosullar sadece isin yapilisina iliskin degildir, her suikast tarihsel kosullari, amaçlari ve yol açtigi sonuçlara göre degisiklik göstermektedir. Kimisi Avusturya-Macaristan Veliahdi Ferdinand'in öldürül¬mesinde oldugu gibi bir dünya savasina yol açmis, kimisi Leon Troçki suikastindaki gibi komünist hareketin kendi iç hesaplas¬masinin son noktasi olmus ve Stalinizmi komünist harekete ege¬men kilan sonuçlar dogurmus, kimisi de Malcolm-X cinayetin-deki gibi siyahi hareketin iç zaaflarini ortaya koymustur. Martin Luther King'in öldürülmesi barisçi bir siyahi lidere Amerikan derin devletinin nereye kadar tahammül edebilecegini göster¬mis, Robert Kennedy suikasti bu olaylarin arkasindaki güçlerin Kennedy ailesinden birini iktidar yarisinda görmek istemedikle¬ri mesajini vermistir. John Lennon sözüm ona bir "hayrani"nin kursunlarina kurban giderken Aldo Moro, "Kizil Tugaylar" gibi kime hizmet ettigi belli olmayan sol görünümlü bir örgütün kur¬bani durumuna düsmüstür. Olof Palme halen esrarini koruyan bir suikast olarak karsimiza çikmisken Yitzhak Rabin suikasti is¬rail'in Kennedy olayi olmustur, israil Sahinleri ve derin devleti¬nin baris vaaz eden politikacilara yol vermeyecegini göstermistir. Bana göre Kennedy suikastindan sonra sonuçlari itibariyla en önemli suikast Rabin suikastidir. Ama tarihte sadece sonu ölümle biten suikastlar olmamistir. Suikastlardan sapasaglam veya yarali olarak kurtulan liderler de vardir. Kitapta onlarin bazilarina da yer verdik. Bana göre bu açi¬dan en ilginç örnek Hitler'e karsi yapilmis seri suikastlardir. Eger Hitler'e suikast tertipleyen ordu mensuplari basarili olabilselerdi, muhtemel ki tarih baska türlü seyredecekti. Ikinci Dünya Savasi çok daha önce bitecek, Almanya "serefli bir barisi" garantileyecek ve milyonlarca insan ölmeyecekti. Bu suikast ayni zamanda çogu kez homojen sanilan Nazi Almanyasi içindeki çeliskileri de su yü¬züne çikaracakti. Hitler'e düzenlenen suikast basarili olabilseydi hiç süphesiz bu, yüzyilin en önemli suikasti olacakti. Bunlarin yani sira Julius Sezar'in, Jean-Paul Marat'in ve Abra-ham Lincoln'ün ölümlerini de yer verdik. Lincoln suikasti Ameri¬kan tarihinde Kennedy suikastindan önceki en önemli suikast ola¬rak degerlendiriliyordu. Ve biz gösterdik ki, bu suikast çok daha "derinlerde" planlanmisti. Kesinlikle bir "deli"nin isi degildi. Yani sira hikâyesi oldukça ilginç olan Mujik Papaz Rasputin'in ölümü bize soylularin hizla yükselen bir "köylü"ye olan tahammülsüzlük¬lerini gösteriyordu. Çar II. Nikolai Romanov ve ailesinin katledil¬mesi de oldukça önemliydi. Yapilis biçimi ve masum çocuklarin da öldürülmesiyle oldukça trajik bir hal alan bu katliam ile ayni za¬manda bir hanedanligin da sonu getirilmis oluyordu. Dogrudan konuyla ilgisi yokmus gibi görünse de "Amerikali Snipper'in Esrarengiz Kursunlari" bölümüyle o günden beri kafa¬mi mesgul eden bir soruyu nihayet formüle edebildim. Keskin ni¬sanci suikastlari bir beyin kontrolü projesi olabilir miydi? Böyle düsünmem için bazi nedenler oldugunu anlatmaya çalistim. An¬cak bu bölümü kesin bir yargidan çok, ucu açik bir tartismaya baslangiç olarak yazmaya çalistigimi belirtmeliyim. Belki de kitabin benim için en önemli özelligi suikastlarin her birine ayni zamanda birer komplo gözüyle bakabilmekti. Bu anlamda bu kitap daha önceki komplo konulu kitaplarimdan farkli bir kitap olmayip tam tersine onlari tamamlayici nitelikte¬dir. Çünkü suikastlar komplolarin en sert biçimlerindendir. Her suikast komplocu organizasyonlarin bir uzantisidir. Suikastlar hayatin ve siyasetin bir gerçegidir. Ne yazik ki ve çogunlukla siyasi mücadeleler sadece demokratik yol ve yöntem¬lerle yapilmamaktadir. Dünyada ve ülkemizde bundan sonra da suikastlar tertiplenmeye devam edilecektir. Her suikast sonrasi devlet büyükleri taziye mesajlari yayinlayacaklardir, ta ki bir bas-kasi islenene kadar. Çatisan güçlerin geriliminin arttigi, bu güç¬lerin birbirlerini tasfiye etmeye karar verdigi an yeni bir suikast için hiç çekinmeden dügmeye basilacaktir. Bu anlamda istihbarat örgütlerini "sütten çikmis ak kasik" gi¬bi düsünenler yanilacaklardir. Bu tarz örgütler, hem komplocu yapilanmalar hem de suikast organizatörleri konumundadir. Bu örgütlerin önledikleri olaylardan fazla, sebep olduklari olaylar vardir. Birçogu mafya ile içli disli ya da mafyalasmis tetikçilerini buralardan temin eden yapilanmalardir. (Kennedy suikasti bile striptiz bari isleten mafya mensubu Jack Ruby'nin yardimi olma¬dan basarilamadi!) Onlar birbirlerinin karsiti ya da düsmani de¬gil, birbirleriyle iç içe ve isbirligi içinde olan yapilardir. Kitapta isin bu yönlerini de görmeye çalistim. Suikastlarin tatsiz konular oldugunun bilincindeyim. Hangi nedenle olursa olsun bir insanin ölümünde hep anlasilmaz ve ka¬derle cilvelesen bir yan vardir. Bu anlamda ölenlere, siyasi kim¬liklerinin yaninda bir insan olarak da bakmaya çalistim, iktidar mücadelesinin en çirkin yüzü olan suikastlar ayni zamanda ne kadar acimasiz ve kesin bir hayat yasandigini da düsündürdü bana. Ayrica olaylarin insani bir anda nerelere sürükleyebilecegi¬nin en somut ifadesiydiler. Onlari planlayanlarin ve uygulayanlarin da zihinlerini çöz¬meye çalistim. Hangi korkunç, karanlik ve kirli iliskilerden gel¬diklerini düsündüm. Bunun bir güç histerisinin sonucu mu, bir zorunluluk mu, yoksa her ikisinin bir bilesimi mi oldugunu dü¬sündüm. Sonuç her ne olursa olsun, suikastlar; tarihsel bir ger¬çeklik olsa ve iktidar mücadelesinin kesinligi dahiline girse de, ölümün soguk yüzünü tüm topluma dayatan siyasi bir savas yön¬temi olarak hep nefretle karsilanacaktir. Bu açidan baktigimda okura tavsiyem, gerek dünyada ve ge¬rekse Türkiye'de olan, olabilecek her suikasta ya da suikast giri¬simine nefretle bakmalari ve olayin arkasinda bize gösterilmek istenen imzalardan kusku duymalaridir. Suikasta ugrayan her kim olursa olsun, bizim siyasi görüsümüz ya da inancimiza olan uzakligi ne olursa olsun suikastlarin duygusal olarak bile asla tas¬vip edilmemesi, bir an için bile kalben "Oh oldu" denilmemesi-dir. Bu durus bizim insanligimizin da ölçütü olacaktir ayni za¬manda. Suikastlar siyasetin insanliga biraktigi en igrenç ve ilkel mirastir ve her biri ayni zamanda birer cinayettir. Her seye ragmen yasam sizinle olsun....

Benzer Kitaplar