1977-1981 yillari arasinda ABD Baskani Jimmy Carter'in Ulusal Güvenlik Danismani olarak görev yapan Zbigniew Brzezinski 89 yasinda öldü.
Kizi Mika Brzezinski, babasinin "huzur içinde vefat ettigini" Instagram hesabindan duyurdu.
John F. Kennedy ve Lyndon Johnson dönemlerinde de görev yapan Polonya asilli Brzezinski, Misir ile Israil'in "baristigi" Camp David Anlasmasi; Çin Halk Cumhuriyeti ile diplomatik, siyasi ve ekonomik iliskilerin baslatilmasi ve Sovyetler Birligi'ne karsi Afgan "mücahitlerin" örgütlenmesinde basroldeydi.
Brzezinski, Afganistan-Pakistan sinirinda mücahitlere yaptigi bir konusmada söyle diyordu:
Allah'a olan derin inançlarini biliyoruz ve mücadelelerinde basarili olacaklarina eminiz. Surada gördügünüz topraklar sizindir. Bir gün oraya geri döneceksiniz, çünkü kavganizda muzaffer olacaksiniz. Evlerinizi, camilerinizi geri alacaksiniz. Çünkü hakli bir mücadele veriyorsunuz ve Allah sizin yaninizda.
Brzezinski, yasaminin son yillarinda ABD'nin basat bir emperyalist bir güç olmadigini savunarak, ülkesinin Ortadogu'daki kaostan yararlanip kendisi için esas rakip olan Çin Halk Cumhuriyeti'ni hedef alarak yeni bir küresel uyum insa etmesi gerektigini yaziyordu.
BÖLÜM I
AMERIKAN HEGEMONYASI VE KÜRESEL GÜVENLIK
Tarih, yasanan degisimlerin bir kaydidir; hiçbir seyin sonsuza dek kalamayacagini bize hatirlatir. Uzun süre kalici olan seyler ortadan kaybolunca önceki statüko bir daha geri gelmez.
Amerika’nin simdiki global gücü için de ayni durum geçerlidir. Bu güç bir gün nihayete erdiginde onun yerini ne alacak?
Amerikan egemenliginin sona ermesiyle geçmisteki çok kutupluluga dönüs olamayacagi gibi, Amerika benzeri politik, askeri, ekonomik, teknolojik ve sosyokültürel etkinlige sahip bir baska süper güç de onun yerini alamaz. AB, polito- militer arenada Amerika’ya rakip olacak birlesmislige sahip degildir. Rusya sosyoekonomik sorunlarla bogusmaktadir. Japonya’nin nüfusu yaslanmis, ekonomisi yavaslamistir. Çin yüksek büyüme hizini sürdürse bile yoksul toplumu, antika alt yapisi ile olsa olsa bölgesel bir güç olarak kalacaktir. Ayni sey Hindistan için de geçerlidir.
Önümüzdeki 20 yil için Amerika’nin gücü dünya istikrari için vazgeçilmezdir. Önemli olan soru, bu gücün ne sekilde kullanilacagi ve nasil sürdürülecegidir.
Ulusal Güvensizlik Ikilemleri
Amerika, 2. Dünya Savasi sonuna kadar önemli bir güvenlik sorunu yasamamisti. Iki tarafinda iki büyük okyanus, kuzeyde güneyde zayif komsular Amerikalilarin güvenligi dogal bir hak olarak görmesini sagliyordu. Amerika iki Dünya Savasi’na girdiginde bile okyanuslari geçip uzak ülkelerde savasa giden Amerikalilardi, savas Amerika’ya girmemisti.
Atom bombasinin icadi, Sovyetlerin nükleer güce kavusmasi ve özellikle de Küba füze krizi, sinirsiz güvenligin geçmiste kaldigini gösterdi. Teknolojik gelismeler yüzünden Amerika’nin güvenligi artik yalnizca Amerikalilarin elinde olmaktan çikmis, güçlü bir düsmanin tutumuna da bagli hale gelmisti. Ancak nükleer bir savasin her iki gücün de sonu anlamina gelmesi, taraflara caydirici etki yapiyor, psikolojik rahatlama sagliyordu.
Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasi ve Körfez Savasi’nda Amerika’nin askeri yetkinliginin kanitlanmasiyla Amerikalilara iyice güven geldi. Bütün dünya Amerika’nin askeri gücü yaninda, bilimsel yenilik, teknoloji, ekonomik dinamizm, kültür gibi gücün daha “yumusak” alanlardaki etkinligini kabul etti.
Ancak modern teknoloji ve küresellesme Amerikan ulusal güvenliginin niteligini de degistirdi. Modern teknoloji cografi uzakligin avantajini ortadan kaldirmak yaninda siddet araçlarinin türünü, yikicilik çapini ve bunlari ele geçirebilme kolayligini astronomik boyutta yükseltti. Öte yandan, küresellesmeye karsi tepkiler Amerika üzerinde odaklandi.
Bu gidisat, kiyametle sonuçlanabilir. Tanri tarafindan degil, insan eliyle “dünyanin sonu” senaryosu yazilabilir. Ancak toplu intihar anlamina gelen bu kiyamet senaryolari gerçeklesmese bile asagidaki olaylar olasilik dahilindedir.
ABD-Rusya, ABD-Çin, Çin-Rusya arasinda stratejik savaslar,
Yüksek öldürücü güce sahip silahlarla bölgesel savaslar. Örnegin Hindistan- Pakistan, Israil-Iran arasinda.
Endonezya, Hindistan gibi çok irkli ülkelerde bölücü etnik savaslar,
Latin Amerika Kizilderilileri, Çeçenler, Filistinliler gibi azinliklarin “ulusal kurtulus” savaslari,
Diger açilardan zayif fakat Kitle Imha Silahlari (KIS) üretebilecek ve bunlari Amerika’ya veya düsmanlarina iletebilecek güce sahip ülkelerin saldirilari,
Yer alti gruplarinin, nefret ettikleri hedeflere yöneltecegi terörist saldirilar,
Ülkelerin, terörist örgütlerin, hatta bireysel anarsistlerin sirf kaos yaratmak amaciyla ileri toplumlarin operasyonel altyapisina siber saldirilari.
Siddet olaylarinda kullanilabilecek araçlarin türü artarken, ulasilmasi da gitgide daha kolay hale gelmektedir. Nükleer patlayicilar, kimyasal ve bakteriyolojik silahlar bunlar arasinda sayilabilir. Saldiriyi planlayan ülke ne kadar küçükse veya grup ne kadar izole ise seçtikleri silahlar da o kadar kontrolsüz ve hedef ayirimi yapmayan türden olacaktir. Aksine, gelismis ülkeler arasinda veya gelismis bir ülkeden az gelismis ülkeye açilan bir savasta düsmanin toplumunu degil de silah gücünü yok etmeye yönelik hassas silahlar kullanilacaktir. Ne olursa olsun artik uluslarin total güvenligi veya total savunmasi söz konusu degildir.
9/11 (bizdeki deyisle 11 Eylül)den önce Amerika’nin korkusu, Iran veya Kuzey Kore gibi “hain” ülkelerden gelebilecek bir füze saldirisiydi. Dolayisiyla Amerika da füze savunmasina agirlik veriyordu.
Ancak 11 Eylül’den sonra saldirinin ne zaman, nereden, ne sekilde gelecegi bilinmez olmustur. Amerikan toplumunu incitecek, ürkütecek, kargasaya sürükleyecek bir saldiri olasiligi her an mevcuttur.
Ister bilinen, ister alisilmadik türden olsun, bütün tehditler ciddi planlama ve önlemleri gerektirir. Sehir merkezlerinde acil durumlara hazirlikli olma, etkin bir sinir kontrolü, bilgisayar sistemlerinin korunmasi ve en önemlisi de istihbarat gücünün arttirilmasi bu önlemler arasindadir.
Her seyden önce tehdidin tanimlanmasi gelir. Tehdidin tanimlanmasi, genellikle ona vereceginiz tepkiyi de belirler. Tehdidin tanimi, ulusal seferberlik için siçrama tahtasini içermeli, ugranabilecek zararlari belirlemeli, kisa ve uzun vadede yapilacak isleri saptamali ve kalici dostluklarin, firsatçi partnerlerin, gizli ve açik düsmanlarin arasindaki farki ortaya koymalidir. Tehdide cevap vermek için gereken maddi fedakarliklara katlanabilmesi için kamunun kolayca anlayabilecegi dilde olmalidir. Bu da tanimin açik ve yalin olmasini gerektirir fakat demagojinin yolunu açar.
Dis iliskilerde nefret ve önyargi, dostluk ve yakinliktan çok daha kuvvetli duygulardir. Üstelik, nefret ve önyargiya dayali yaklasim uluslarin, hatta terörist gruplarin davranisini etkileyen karmasik tarihi ve siyasi dürtülerin gerçek degerlendirmesini yapmaktan çok daha kolaydir.
11 Eylül’den sonra Amerika’nin tutumu buna örnektir. Kamunun tepkisi, siyasilerin söylemleri, gazetelerin basyazilari terörizmi nefret ve önyargi ile ele almis, seytani karakterini vurgulamis, Usame Bin Ladin’i hedef almistir. Baskan Bush tehdide dinsel kimlik yakistirarak “iyi ile kötü’nün çarpismasi”, Leninist formül “bizimle olmayan bize karsidir” söylemleriyle kamuyu harekete geçiren fakat olaylara siyah beyaz bakip grileri görmeyen bir yaklasim sergilemistir. Hatta bazi entelektüeller üstü kapali bir ifade ile de olsa Islam’in dinsel ve kültürel açidan Bati’nin, özellikle Amerika’nin çagdaslik kavramlarina düsman oldugunu, bu yüzden terörist siddete basvurdugunu iddia etmislerdir. Bu iddia terörizm olgusunun arkasindaki siyasi dürtüleri görmezden gelmektedir.
Terörizmin kendisini düsman olarak tanimlamak, terörizmin bireyler, gruplar ve devletler tarafindan uygulanan öldürücü bir anarsi teknigi oldugunu göz ardi etmek demektir. Bir teknige veya taktige savas açmak mümkün degildir.
Bir savas teknigi olarak terörizm, belli kisilerce genelde açiklanabilir siyasi amaçlar için kullanilir. Dolayisiyla hemen hemen her terörist olayin arkasinda siyasi bir sorun yatar. Terörizm siyasi etki yaratabilmek için kasten sivillere, sembolik kisilere, fiziksel nesnelere zalimce ve gaddarca saldirilara basvurur. Siyasi marjinaller (ekstremistler) ne kadar zayif, ne kadar fanatikse basvurduklari terörizm sekli de o kadar akil almaz boyutlarda olur. Akillarinca hesaplari, karsi tarafi tahrik edip daha büyük boyutta intikama yöneltmek ve böylece üçüncü sahislarin acimasini, destegini saglamak, hatta mesruiyet kazanmaktir. Clausewitz’in deyimiyle “terörizm, baska usullerle yapilan siyasettir”.
Bu yüzden terörizmle mücadele yalnizca teröristleri ortadan kaldirmayi hedef almakla yetinmemelidir. Onlari teshis edip, davranislarinin altinda yatan siyasi nedenleri uygun bir yolla ortadan kaldirmak gerekir. Bu gerçegi kabul etmek kesinlikle terörizmi mazur görmek veya ona boyun egmek degildir. IRA, Basklar, Filistinliler, Çeçenler ve terörist olarak bilinen diger gruplarin hemen hemen hepsinin gerçeklestirdigi terörist faaliyetleri doguran ve sürdüren bir siyasi çatisma sebebi vardir.
Etnik, ulusal veya dini hinçlardan kaynaklanan terörizm en uzun süren ve kökünü kurutmasi en zor olan türdür. Ideolojik gerekçelere dayanan terörizm, söz konusu toplum teröristlerin amaçlarini benimsemedigi takdirde, genelde silinip gider. Yasadigi çevreye yabancilastirilmis ve cografi açidan izole bir sosyal sinifi desteklemek amaciyla yapilan terörizm, bilhassa gerilla eylemleriyle yürütüldügünde, daha dayaniklidir. Fakat ortak etnik kökenden kaynaklanan terörizm, hele bir de asilsiz tarihi iddialarla ve dini fanatizmle atesleniyorsa, fiziksel baski ile yok edilmeye en fazla direnç gösteren türdür.
Kuskusuz teröristlerin kendilerini islah etmek, dogru yola çekmek mümkün degildir ancak onlari besleyen kosullari düzeltmek mümkün olabilir. Bu önemli ayirimi dogru yapmak gerekir. Teröristler kendilerine has bir dünyada, hakli olduklarini zannettikleri patolojik bir inanç kozasinda yasarlar. Siddet onlar için bir araç degil, amaçtir, yasama nedenidir. Bu yüzden ortadan kaldirilmalari sarttir. Fakat yerlerini baskalarinin almamasini saglamak için terörizme yol açan karmasik siyasi ve kültürel iddialar dikkatli bir siyasi stratejiyle zayiflatilmalidir. Varolus nedenlerinin siyaseten altlari oyulmalidir.
Su tarihi gerçekten kaçinmak mümkün degildir: Terörizmin Amerika’ya yöneltilmesinin esas sebebi, Amerika’nin Ortadogu politikasidir. Ingilizler IRA ve Irlanda ile iliskilerinde bunu fark etmisler ve hem askeri, hem siyasi düzeyde karsilik vermislerdir. Amerika ise terörizmin siyasi boyutunu görmezden gelmektedir.
Ortadogu teröristlerine karsi zafer kazanabilmek için çabalar iki alanda yogunlastirilmalidir: bir taraftan teröristler imha edilirken diger taraftan da teröristlerin ortaya çikmasina yol açan kosullari düzeltmeye yönelik bir siyasi süreç baslatilmalidir; Tipki Ingilizlerin Ulster’de, Ispanya’nin Bask’ta yaptigi ve Rusya’nin Çeçenistan’da yapmasi istendigi gibi. Siyasi kosullari düzeltmek kesinlikle teröristlere ödün vermek degildir; terörist yer alti dünyasini izole etme ve ortadan kaldirma stratejisinin vazgeçilmez bir parçasidir.
Bu yüzden, Amerika’nin 11 Eylül olayi ile Ortadogu’nun yakin siyasi tarihi - siyasi ihtiraslarla dolu, softalikla ve fanatik milliyetçilikle beslenen, siyasi istikrarsizlik ve zaaf yuvasi - arasindaki baglantiyi görmezden gelmesi, tehlikeli bir inkar seklidir. 2002 baharinda Israil’in Filistinlilere uyguladigi korkunç baskilari bile Amerika’nin desteklemesi buna örnektir.
11 Eylül vakasinin hemen ardindan tüm dünya Amerika’ya destek vermis, üzüntü ve sadakat mesajlari yagmistir. Ancak Amerika gitgide daha sertlesip olayi “ser ekseni”ne indirgeyince, alti ay içinde bu kosulsuz destek yerini süpheye birakmistir.
Bati Avrupa, Amerika’nin aniden nükleer silahlanmaya ve kitle imha silahlarina “takmasini” da 11 Eylül’den baska sebeplere yormaktadir. Iran ve Irak’ta kitle imha silahlari olabilir diye kiyameti koparan Amerika, hemen yani basindaki Israil’in nükleer silahlara sahip olmasini hosgörüyle karsilamaktadir. (Israil’in derdi, bu ülkelerin silahsizlanmasi, kendisininkilerin kalmasidir.) “Ser Eksenine” Kuzey Kore’nin de dahil edilmis olmasi, Amerika’nin Ortadogu paranoyasini kamufle etme çabasindan baska bir sey degildir.
Amerika’nin terörizme bu yanlis bakis açisini bazi yabanci ülkeler kendi çikarlarina kullanmaktadirlar. Basta Israil’de Saron, Rusya’da Putin, Çin’de Jian Zemin olmak üzere hepsi terörizm kelimesine sarilip kendi gündemlerini uygulamaya koyulmuslar, “global uzantisi olan terörist” gerekçesiyle Filistinlileri, Çeçenleri ve Uygurlari baski altinda bunaltmislardir.
Istendigi kadar “global uzantisi olan terörizm” densin, teröristlerin ulusal kökenlerinin, nefretlerinin odak noktasini veya dini kökenlerinin etkisini silemez. Kitle Imha Silahlari tehdidi de global degil, bölgeseldir.
Terörizmle ve kitle imha silahlariyla mücadele Amerikasiz olamayacagi gibi, tek basina Amerika tarafindan da olamaz. Kuskusuz Amerika Kuzey Kore veya herhangi bir Ortadogu ülkesini ezecek, istedigi ülkeye yaptirim uygulayacak, tüm Bati Yakasi ve Gazze’yi Israil’in kontrolüne verecek güce sahiptir. Ancak bu adimlarin, kisa vadede kitle imha silahlari konusunu halletse bile terörist dürtüleri ortadan kaldiracagi kuskuludur. Aksine, Amerika’ya duyulan kini besleyecek, bölgeyi sömürgelestirme çabalari olarak görülecektir. Yalniz Islam dünyasinin degil, Avrupa basta olmak üzere bütün dünyanin tepkisini çekecektir. Öte yandan bazi devletler intikam hirsiyla terörist gruplara desteklerini arttiracaklardir. “En güçlünün sag kalmasi” kurali, global cangilin kanunu olacaktir. Bu da uzun vadede Amerika’nin ulusal güvenligine ölümcül tehdit getirecektir.
Bush yönetimi içinde güçlü bir muhafazakar grup, Amerika’nin temel jeopolitik önceliklerinde stratejik devrim yapma girisimi içindedirler.
Soguk Savas koalisyonunun zamki, Sovyetlerin ve komünizmin yayilmasini önleme çabasiydi. NATO bu mülahazayla kurulmustu. Sovyetler Birligi’nin 1991’de çökmesi, NATO’nun misyonu hakkinda sorulara yol açti. 10 yildir bunun cevabi, ittifaki yavas yavas Avrupa’nin disina dogru genisletmekti.
11 Eylül saldirisi, Müslümanlarla çatisma içinde olan ülkelerin - Rusya, Çin, Israil, ve Hindistan vb. - Amerika’nin dogal ve birincil partneri olmasini isteyen kisilerin ekmegine yag sürdü. Bu kisiler, Amerika’nin hedefinin Ortadogu’ya yeni bir düzen getirmek, demokrasi adina Arap ülkelerine keyfi baski uygulamak, Islam radikalizmini ortadan kaldirmak ve bölgeyi Israil için güvenli hale getirmek olmasi gerektigini dahi iddia edebilmektedirler. Bu bakis açisi Amerika’daki çesitli sagci, neokonservatif, köktendinci gruplarca paylasilmaktadir. Terörizm korkusu, bu egilime güçlü bir cazibe katmaktadir.
Ancak önceki koalisyonun aksine, bu stratejik formülün siyasi sürdürülebilirligi pek zayif bir olasiliktir. Kurulacak ortakliklar firsatçiliga dayanan, saglam ortak degerler yerine taktik hedefler etrafinda kümelenen, kisa vadeli, Amerika’nin 40 yildir basariyla yürüttügü büyük demokratik ittifaki yikacak nitelikte olacaktir.
Baskan Bush’un West Point (Askeri Akademi)’de yaptigi konusma, Bush’un ve Bush hükümetinin bakis açisini açikça ortaya koymaktadir.
Bush konusmasinda, geleneksel caydiriciligin Soguk Savas sonrasi terörizm ve kitle imha silahlari tehlikesi karsisinda hükmü kalmadigini “düsmanla çarpisip planlarini altüst etmek ve en kötü tehdidi bile ortaya çikmadan yok etmek”te kararli oldugunu söylemistir. Bush “düsman”i tanimlamayarak hedef seçimini tamamen kendi keyfine göre yapma hakkini sakli tutmustu. Yeni açiklanan önleyici müdahale doktrini, neyin terörizm oldugunun hangi ölçütlere göre karar verilecegine, silahlanmanin hangi kosullarda Amerika’nin müdahalesini gerektirecegine hiçbir açiklik getirmemekteydi.
Aslinda Amerika “düsmani teshis edip, terörün ortak tanimina dayali uluslararasi konsensüsü beklemeksizin vurma hakki” iddiasiyla haksiz bir yaklasim sergiliyordu.
Önleme (prevention) ile engelleme (preemption) arasindaki fark dünya düzeninde çok önemlidir. Engellemede kesin bir tehdit, önlemede ise tehdit ihtimali söz konusudur.
Engelleme, kapiya gelmis bir tehdide âli ulusal çikarlarin korunmasi gerekçesiyle kuvvet kullanarak tek tarafli cevap vermektir. Öncesinde, ciddi bir istihbaratla tehdidin dogrulugu teyit edilmelidir. Önleme girisimi öncesinde ise uluslararasi destek de dahil olmak üzere siyasi baski uygulayarak tehdit yok edilmeye çalisilmali, baska hiçbir çare kalmadigi takdirde kuvvete basvurmalidir. Bu farkin ayirdina varamamak hele bir de, her türlü caydirici imkana sahip süper güç tarafindan - bütün dünyada “engelleyici” maskesi altinda “önleyici” savaslar salgini baslatabilir.
Böyle bir durumda Amerika özgürlük mesalesi olmaktan çikip, düzen ile adalet, güvenlik ile demokrasi, ulusal güç ile toplumsal ilerleme arasindaki dengeleri gözetmekten yoksun bir “Kutsal Ittifak”in lideri olarak görülür ve çogunluk tarafindan dislanir. Dislanmis bir Amerika da ne kadar güçlü olursa olsun, çesitli düsman gruplarin avi olur.
Yeni Dünya Düzeninin Ikilemleri
40 yillik Soguk Savas boyunca Amerika’nin esas jeostratejik hedefi, Avrasya mega- kitasinin üçte ikisini kapsayan düsmanca bir totaliter ideolojinin tümüne yayilmasini engellemekti. Savastan kaçinmanin baslica ilkesi ise caydiricilikti.
Yeni global düzensizlikle basa çikma mücadelesi Soguk Savas’takinden farkli ve çok yönlü bir strateji gerektirmektedir. 11 Eylül sonrasi yürütülen terörizm karsiti kampanya da çok daha genis bir bakis açisi içermelidir. Terörizmle savas Amerika’nin güvenlik ve dis politikalarini belirleyen ana faktör olamaz. Bu bakis açisi çok dar, tanimi çok müphem ve en önemlisi de, Avrupa ile Uzak Dogu arasinda uzanan Avrasya’daki yogun siyasi karmasanin temel sebeplerine cevap vermekten çok uzaktir. Agirlikli olarak Müslümanlarin yasadigi bu Avrasya alt bölgesi için “Küresel Balkanlar” terimini kullanabiliriz.
Özellikle 11 Eylül sonrasinda Amerika tedirgin Islam dünyasiyla karmasik iliskisini dikkatle ve sakince incelemelidir. Amerika’nin bölgeye tek basina müdahalesinin yarattigi Amerika karsiti siyasi ve dini düsmanligin kendisi için daha fazla risk tasidigini fark etmelidir.
Çagdas dünyadaki karmasa, kökünü yeni bir realiteden almaktadir. Artik insanlar arasindaki esitsizlige karsi dünyada siyasi uyanma baslamistir. Nispeten yakin zamanlara kadar toplumsal adaletsizlige kaderci bir yaklasimla boyun egiliyordu.
Okur-yazarliktaki artis ve modern iletisim olanaklari, kitlelerde siyasi bilinci görülmemis düzeye yükseltmis, onlari milliyetçilik, sosyal radikalizm ve köktendinciligin cazibesine kolayca kapilir hale getirmistir.
Insanlarin maddi refahi arasindaki uçurum bu egilimi desteklemekte, anlasilabilir sekilde kiskançliga, öfkeye ve düsmanliga yol açmakta, imtiyazli sinifin keyif düskünlügüne karsi kültürel ve dini tepki dogurmaktadir. Bu ortamda zayif, yoksul ve baski altindakilerin demagojik mobilizasyonu da gittikçe kolaylasmaktadir.
Zayifligin Gücü
11 Eylül, güç politikasi tarihinde bir dönüm noktasiydi. Kit mali kaynaklara sahip 19 fanatik, dünyanin en kuvvetli ve teknolojisi en ileri devletini panige sürükleyip küresel bir siyasi kriz yaratmayi basardilar. Eylemleri, Amerikan dis politikasini militarize etti, Rusya’nin Batiya yönelimini hizlandirdi, Amerika ile Avrupa arasinda çatlak yaratti, Amerikan ekonomisini hasta etti ve Amerika’nin sivil haklar tanimini degistirdi. Ve bütün bunlara yol açan eylemi gerçeklestirirken ortaya koyduklari, yalnizca birkaç biçak ve kendi hayatlariydi. O zamana kadar böylesine bir güçlüye böylesine zayif birkaç kisi tarafindan böylesine bir aci hiç verilmemisti.
Dünyanin tek süper gücünün ikilemi iste budur. Fiziksel olarak zayif fakat fanatik motivasyona sahip bir düsmanla nasil bas edilebilir? Motivasyon kaynagi kurutulmadikça düsmani alt etme girisimleri de basarisiz kalmaya mahkumdur. Nefret,yenilerini doguracaktir. Düsman, yalnizca bu motivasyonun ve hirsin hassas bir sekilde teshisiyle elimine edilebilir.
Terörizm aslinda zayifin güçlüye karsi kullandigi acimasiz bir yöntemdir. Zayif büyük bir psikolojik avantaja sahiptir: kaybedecek hiçbir seyi yoktur fakat kazanacagini zannettigi çok seyi vardir. Hiçbir kiymeti olmayan hayatinin intihar saldirisiyla bir degere ulasacagini düsünür.
Aksine, dominantin kaybedecek çok seyi vardir. Hayata bagliligi ve yasam kalitesini koruma telasi gücünü azaltir. Imtiyazlilarin arasinda bir kez panik çikmaya görsün, aslinda zayif ve kimligi belirsiz düsmanin gerçek potansiyeli abartilir ve kolektif güvenlik ve huzur duygusu hasar görür. Panik asiri tepkiye dönüsünce dominant kendini istemeden zayifin rehinesine dönüstürür. Böylece zayif, dominantin hayatini gitgide daha çekilmez hale getirir. Zayif olmanin sagladigi güç, askeri stratejistlerin asimetrik savas adini verdigi durumun siyasi esdegeridir. Sonuçta dominantin fiziki gücünü maksimize eden askeri devrim, toplumun kirilganligi yüzünden etkisiz hale gelir.
El Kaide’nin saldirisi bir baska paradoksu da su yüzüne çikarmistir. Zayif, nefretini tek bir odak noktasina toplayarak kuvvet kazanir; güçlü ise ayni seyi yaparak kuvvet kaybeder. Zayifin “Büyük Seytan” tanimi hem her seyi izah etmek, hem motivasyon saglamak için yeterlidir. Bir taraftan yeni yandaslar kazandirirken, öbür taraftan masumlara karsi siddet artar. Zafer onlar için bir sonuç degil, eylemin ta kendisidir.
Oysa güçlü için zayifi “seytan” diye basite indirgeyerek, arkasindaki karmasik tarihi dürtüleri görmemek büyük hata olur. Yalnizca güç ve baski uygulamak yetmez. Baski yeni düsmanlar yaratir fakat onlarin demokrasi gözeneklerinden kayip, içerden saldiri yapmasini önlemez. Amerika, ülke içinde o çok deger verdigi yasam ve özgürlügü korumak istiyorsa, ülke disindaki hükümranliginin mesruiyetini korumalidir.
Fokurdayan Islam
Iran’daki anti-Amerikan devrimden sonra bir çok Amerikali, köktendinci Müslümanlarin Amerika’ya yakistirdigi “Büyük Seytan” sifatinin aynisini tüm Müslümanlara yakistirmaya baslamislardir. Hele 11 Eylül’ü takiben televizyonlarin Amerikan evlerine yansittigi Usame Bin Ladin görüntüsü, seytan, Arap, Islamiyet ve terörizmin iç içe geçmis bir sembolü gibidir. Amerikan medyasinin Müslümanlari semitik Arap seklinde karikatürize etmesine ragmen gerçekte 1.2 milyar Müslüman’in çogu Güney, Güneydogu ve Orta Asya, Iran, Türkiye ve Nijerya’da yasayan Arap irkindan olmayan uluslardir. Ne yazik ki bunlarin hiçbiri özgür uluslar siralamasina girememekte, 8 tanesi “kismen özgür” yedi tanesi de “en fazla baski uygulanan” kategorisine girmektedir.
Yüksek oranli dogum ve baska dinlerden katilim yüzünden Islamiyet dünyanin en hizli büyüyen dinidir. Çogu genç olan bu nüfusun ekonomik sisteme ve topluma entegrasyon derecesi, siyasi yönelimlerini ve tutumlarini belirleyecektir. Devlet Islam sifati tasisin-tasimasin, hepsinde seriat baskisi vardir. Laik siyasi kurumlarin kirilganligi, sivil toplumun zafiyeti ve zihinsel yaraticiligin susturulmasi yüzünden Islam dünyasinin çogunlugu toplumsal duraganlik içindedir. Siyasi kaynamanin ana nedeni din olsa bile, yolsuzluk ve gelir dagilimindaki dengesizlik gibi din disi nedenler de siyasi istikrarsizligin önemli kaynaklaridir. Gerçekte Islam ögretisine aykiri olmasina ragmen iktidarin sahsi zenginlesme firsati olarak kullanilmasi yaygindir. Siskin ve hantal devlet bürokrasileri, ekonomik dinamizmi bogan sosyal parazitlerdir; kitlelerin yoksullugunu görmezden gelirler. Para ve imkan sahiplerinin bunlari alenen ve görgüsüzce sergilemesi kitlelerde öfke yaratarak dinciligi körükler.
Görünen odur ki, Müslüman devletlerin çogu zayif, etkisiz, siyasi karmasa içinde, Bati’ya garez duyan, iç ve dis sorunlarla hasir nesir durumda olmayi sürdürecektir. Bu da uluslararasi arenada güvensizlik, gerilim, zaman zaman da terörist eylem demektir.
Islamiyet’in siyasetin içinde olmasi, bir bakima Avrupa’da, sanayi devriminin getirdigi sosyal esitsizlik dolayisiyla dinin siyasi etkisinin artmasina benzer. Ancak Avrupa’da din-devlet ikilemi, taraflarin “hukukun üstünlügü” ilkesini benimsemesiyle çözüme kavusmustur. Oysa Islamiyet’te “seriatin üstünlügü” ilkesi geçerli oldugundan, Türkiye gibi nispeten laik ülkelerde bile Islamci radikal popülizm dolayli ve ilimli sekilde de olsa sorun teskil etmektedir.
Aslinda Islamiyet’in teolojik olarak Hiristiyanlik, Yahudilik veya Budizm’e nazaran demokrasiye daha aykiri oldugu söylenemez. Bu dinlere inanan toplumlar da kendi köktendinciliklerini yasamislar fakat laiklik ile dinciligin uzlasmasi sayesinde hepsinde kazanan siyasi çogulculuk olmustur.
Bu yüzden Amerika, “Islamiyet kültürel açidan o kadar farklidir ki, Hiristiyanlik ve Budist dünyanin geçtigi evrelerden geçip siyasi olgunluga erisemez” seklinde düsünmemelidir. 60 yil önceki Almanya ve Japonya’ya baktigimizda bugünün demokrasi havarileri kesileceklerini tahmin edebilir miydik?
Sözün özü, Müslümanlarin kendilerini en az baska dinden, zengin ve demokratik uluslar kadar küresel toplumun bir parçasi olarak görebilmeleri Amerika’nin menfaatinedir. Islam dünyasi da Amerika’yi kendi uygarlik Rönesanslarinin önündeki engel, gerici ve yolsuz politikacilarinin hamisi veya sömürgeci olarak görmekten vazgeçmelidir. Daha da önemlisi, asiri dinci Müslümanlarin, ilimli Müslümanlarca tecrit edilmeleridir. Dünyadaki 1.2 milyar Müslüman’in yapici katilimi olmaksizin dünya barisi mümkün degildir.
Hegemonya Batakligi
Önümüzdeki 30-40 yil boyunca, dünyanin en tehlikeli ve istikrarsiz bölgesi yeni Küresel Balkanlar olacaktir. Dolayisiyla Müslüman dünyadaki kaynama küresel degil, bölgesel açidan ve teolojik degil, jeopolitik prizmadan gözlenmelidir. Bölgede dünyanin en yogun siyasi adaletsizligi, nüfus kalabalikligi ve siddet potansiyeli mevcuttur. Fakat bölge ayni zamanda dünyanin kanitlanmis petrol rezervlerinin
%68’sine, dogalgaz rezervlerinin %41’ine sahiptir. Dolayisiyla geçmiste oldugu gibi bölge kendi haline birakilamaz. Amerika, hiçbir bölgesel gücün kendi yönelimini ve önceliklerini dikte ettirmesine izin vermeden dogru iliskiler kurmalidir. Muhakkak ki, Küresel Balkanlarin sekillendirilmesinde Amerika’nin potansiyel partnerleri olarak adi geçen birkaç ülke vardir: Türkiye, Israil, Hindistan ve Rusya. Fakat ne yazik ki her birinin bölgesel istikrara katki yetenegi sinirli olup, Amerika’nin çikarlariyla çatisabilecek kendi gündemleri vardir.
Türkiye yarim yüzyildir Amerika’nin dostudur. Kore savasina dogrudan katilarak Amerika’nin güven ve minnettarligini kazanmistir. NATO’nun saglam ve güvenilir bir güney diregi oldugunu kanitlamistir. Sovyetler Birligi’nin çökmesiyle, Gürcistan ve Azerbaycan’in bagimsizlik kazanmasinda etkin olmus, Türk kültür ve geleneklerini sürdüren Orta Asya ülkelerinin siyasi ve sosyal gelismesine örnek model teskil etmistir.
Ancak Türkiye’nin bölgesel rolünü sinirlayan iki mesele vardir. Bunlardan birincisi, Atatürk’ün mirasinin halen belirsiz olan durumudur: Türkiye, nüfusunun çogunlugu Müslüman olmasina ragmen kendisini laik bir Avrupa devletine dönüstürmeyi basarabilecek midir? 1920’lerdeki Atatürk devrimlerinden beri Türkiye’nin hedefi bu olmus ve bu yolda dikkate sayan ilerleme kaydetmistir. Fakat çok istedigi halde AB’ye müstakbel üyeligi hala kuskuludur. AB kapilarini Türkiye’ye kapadigi takdirde dini/siyasi Islamciligin canlanmasi ve bunun sonucunda Türkiye’nin dis iliskiler önceliklerini gözden geçirmesi ihtimal dahilindedir.
Avrupalilar, bilhassa ülkenin siyasi geçmisinin ciddi hasar görmesini önlemek için, Türkiye’nin AB’ye katilimini gönülsüzce desteklemektedirler. Avrupali liderler Türkiye’nin, Atatürk’ün koydugu Avrupa tipi bir devlet olmaktan çikip teokratik bir Islam devletine dönüsmesinin, Avrupa’nin güvenligini ters etkileyeceginin farkindadirlar. Buna karsin çogu Avrupalilar Avrupa binasinin temelinde ortak Hiristiyanlik mirasinin yatmasi gerektigini düsünmektedirler. Dolayisiyla AB kapilarini tam açmadan Türkiye’yi mümkün oldugu kadar uzun süre oyalayabilir. Böyle bir durumda Türkiye’nin tepkisini çekip Islamci bir devlete dönüsmesine, sonuçta Avrupa’nin güneydogusunda çok ciddi sorunlar yasanmasina yol açabilir.
Türkiye’nin bölgedeki etkin rolünü sinirlayan baska bir faktör de Kürdistan meselesidir. Türkiye’nin 70 milyonluk nüfusunun önemli bir kismi Kürtlerden olusmaktadir. Türkiye Kürtlerinin ulusal kimligi gibi gerçek nüfus orani da tartismalidir. Resmi Türk görüsü, Kürtlerin aslinda Türk oldugu yolundadir. Kürt milliyetçiler ise Kürt nüfusunun 20 milyon oldugunu ve bunlarin da halen Türkiye, Suriye, Irak ve Iran bayragi altinda yasayan tüm Kürtleri (25-35 milyon) birlestirecek bagimsiz bir Kürdistan’da yasamak istediklerini iddia etmektedirler. Gerçek ne olursa olsun, etnik Kürt sorunu ve potansiyel Islamcilik - bölgesel model olarak yapici bir rol oynamasina ragmen - Türkiye’yi bölgenin temel ikilemlerinin bir parçasi yapmaktadir.
Israil’e gelince: Israil, Yahudi soykirimi kurbanlarinin siginagi ve Arap düsmanliginin hedefi olarak Amerikan sempatisinin keyfini sürmektedir. 1960’dan beri Amerika’nin gözdesi olmus ve benzeri görülmemis derecede mali yardim (1974’ten bu yana 80 milyar dolar) almistir. Amerika’daki Yahudi toplumundan olaganüstü siyasi ve mali destek görmektedir.
Buna ragmen bölgede Amerika ile Israil’in çikarlari paralel degildir. Bölgenin muazzam enerji potansiyeli dolayisiyla Amerika’nin Orta Dogu’da ciddi stratejik ve ekonomik menfaatleri vardir. Bu yüzden Suudi Arabistan ve Birlesik Arap Emirlikleri ile iyi geçinmek zorundadir. Oysa Israil açisindan Amerika-Arap yakinligi sakincalidir: Israil’in yayilma hevesine Amerika’nin verdigi destegi kisitlamakla kalmaz, Israil konusunda Arap bakis açisinin da Amerika tarafindan görülmesini saglar.
Araplarin Israil’e duyduklari kinin temelinde Filistin meselesi yatmaktadir. Israil’in Gazze Seridini ve Bati Seria’yi isgalinin üzerinden neredeyse 40 yil geçmis olmasina ragmen Filistin halkinin durumunun açikliga kavusmamis olmasi Israil düsmanligini arttirmakta, Araplarin gözünde mesrulastirmakta, Israil’in bölgede düsman ve geçici bir sömürge olarak görülmesine yol açmaktadir. Araplar Israil’in Filistinlilere baskisini Amerika’nin destekledigini düsündükleri sürece Amerika’nin bölgedeki anti- Amerikanciligi yatistirmasi mümkün degildir. Bu da bölgede çok tarafli siyasi ve ekonomik isbirligini gelistirmeye yönelik bir girisimi köstekler.
Bölgenin çatismalar ve tezatlar agi oldugu göz önüne alinarak yapilacak ilk sey, önceliklerin belirlenmesidir. Önümüzde birbiriyle iliskili üç görev vardir: 1) Orta Dogu’yu alt-üst eden Arap-Israil çatismasini çözümlemek, 2) Petrol Bölgesindeki stratejik denklemi Basra körfezinden Orta Asya’ya tasimak, 3) Kitle imha silahlari ve terörist salginina karsi bölge hükümetleriyle isbirligi kurmak. Bunlardan en önemlisi Arap-Israil barisidir zira diger ikisinin çözümü buna baglidir.
Avrupa Birligi, kendi dis politika menfaatlerinin farkina vardikça, her ahvalde Amerika’nin Orta Dogu politikasina tepkisiz kalmaktan veya desteklemekten vazgeçecektir. Amerika’nin kisa dönemde özellikle askeri konularda Avrupa Birligi’ne ihtiyaci olmasa bile Avrupa Birligi’nin ekonomik kaynaklari ve mali imkanlari bölgenin uzun vadeli istikrari açisindan çok önemlidir. Bu yüzden Avrupa Birligi ve Amerika yogun isbirligine girmedikçe bölgede sürdürülebilir bir çözüme gitmek imkansizdir.
Ayni sekilde, 2003 askeri müdahalesinden sonra Irak’ta istikrarin saglanmasi uzun ve zorlu bir süreç olup ancak Amerika-Avrupa Birligi isbirligiyle kolaylastirilabilir. Irak’taki rejimin çöküsü, Iran, Suriye ve Türkiye ile sinir meselelerini gündeme getirebilir. Bu sorun Kürt meselesi ile daha da karmasik hale gelirken, Irak’taki Sünniler ile Siiler arasindaki düsmanlik uzun süren siddete yol açabilir. Tüm Arap halklari arasinda en milliyetçi tutumda olan 25 milyonluk Irak halki dis tahakküme beklenenden daha zor boyun egecektir.
Sonuçta istikrarli ve demokratik bir Irak ve Israil-Filistin arasinda barisi için Amerika- Avrupa Birligi isbirligi, dünyanin en büyük petrol ve dogal gaz rezervlerine sahip bu bölgede stratejik egemenlik saglayacaktir.
Amerika-Avrupa Birligi isbirligi Iran’i eninde sonunda bölgesel bir öcü olmaktan çikarip bölgesel istikrar unsuruna dönüstürebilir. Bölgenin cografi merkezi olan Iran global topluma yeniden entegre edilebilir ve Iran halki modernlesme yoluna tekrar girerse enerji ihraç eden bu bölge daha istikrarli olacaktir. Bu da, Amerika Iran’i disladigi sürece mümkün degildir. Iktidardaki mollalar yüzünden fanatik dinci bir toplum oldugu izlenimi verse de Iran aslinda daha önce Türkiye’nin izlemis oldugu yola girmeye - bölgedeki diger bütün ülkeler arasinda - en yakin adaydir.
Bölgenin mevcut stratejik denkleminde böylesine ilerici bir degisiklik, Türkiye’nin 2000 yilinda önerdigi ve bölge çapinda çesitli türlerde isbirligini kapsayan Kafkas Istikrar Pakti’ni da hayata geçirebilir. Bu paktin etkin olmasi için Türkiye ve Rusya’nin içinde olmasi yetmez, Iran’in da bulunmasi sarttir.
Ittifak Ikilemleri
Amerika, kiminle ve nasil, git gide iyilesen bir dünyayi etkin biçimde sekillendirebilir? Bunun cevabi, Trans-Atlantik ve Trans-Pasifik stratejilerinde yatmaktadir.
Amerika ve Avrupa Birligi birlikte, küresel istikrar ve zenginligi temsil etmektedir. Birlikte hareket etseler Amerika ve Avrupa Birligi tüm dünyaya hükmedecek güce kavusurlar. Fakat sik sik, birbirleriyle çeliski içindedirler. 2003 Irak meselesinin öncesinde bile Amerika kolektif savunma konusunda Avrupa’nin yetersiz tepki verdiginden yakinmaktaydi. Avrupa ise Amerika’nin hep bildigini okumasindan sikayetçiydi.
Istatistiki olarak Amerika haklidir. Amerika ile ayni GSYIH’ya ve 100 milyon fazla nüfusa sahip olan (15 ülkeli) Avrupa Birligi’nin savunmaya ayirdigi bütçe Amerika’nin yarisindan azdir. II. Dünya Savasi sonrasinda ve Soguk Savas döneminde Amerika hep Avrupa’yi desteklemistir. Ayrica, Avrupa Orta Dogu’nun petrolüne Amerika’dan fazla bagimli oldugu halde oradaki Amerika harekatina pek katkida bulunmamistir. Siradan Amerikalinin gözünde Avrupa “belesçi”dir.
Ancak Avrupa askeri açidan ve siyasi/ekonomik açidan Amerika kadar küresel güce ulastigi takdirde Amerika iki sancili seçenekle karsi karsiya kalacaktir: ya Avrupa’dan tamamen çekilecek yahut da dünya çapinda politika belirleme sorumlulugunu paylasmak zorunda kalacaktir. Amerikan gücünün Avrasya kitasindan kopmasi Avrasya’daki rakipler arasinda yeni ve önceden kestirilemeyen çatismalar dogmasi anlamina gelecektir.
Ciddi bir Amerika-Avrupa rekabeti her ikisi için de yikici olacaktir. Fakat daha uzunca bir süre Avrupa, küresel bir askeri güç olmak için gereken maddi fedakarliklari yerine getirmeye yeterli siyasi birlik ve motivasyon yoksunlugunu sürdürecektir. Avrupa Birligi’nin 27 ülkeye çikmasi, Avrupa Birligi’nin son derece karmasik ve hantal bürokratik yapisini daha beter hale getirecektir; tipki dev bir ekonomik konglomerat gibi. Tamamen ortak çikarlara dayanan bu yapi, ortak kader yaratmak becerisinden yoksundur.
Irak meselesine farkli bakis açisi, çok tarafli Avrupa ile tek tarafli Amerika arasinda uyumlu bir mantik evliligi olamayacagi anlamina gelmemelidir. Ayri ayri hareket ettiklerinde Amerika iktidar olabilir fakat muktedir (omnipotent) olamaz; Avrupa ise zengin olabilir fakat iktidarsiz (impotent) olur.
Avrupa Birligi’nin genislemesi uzun dönemde Avrupa’nin güvenliginin en iyi garantisidir. Avrupa Birligi’nin büyümesi ve NATO’nun genisletilmesi, Soguk Savas sonrasinin en mantikli ve kaçinilmaz neticesidir. Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasi, NATO’nun sadece Sovyetlere karsi bir savunma ittifaki olmasini geçersiz kilmistir. Bu yüzden Avrupa Birligi ve NATO’nun büyümesi devam edecektir. Her yeni katilim Dogu’yu daha geriye itecek, Bati’yi daha ileri götürecek ve böylece jeopolitik basiboslugun tehlikeleri uzaklastirilmis olacaktir. Ancak tabii ki bu büyüme ta Çin sinirina kadar gelip dayanmamalidir.
Daha önce münhasiran Rusya’nin egemenliginde olan Kafkaslarda su anda üç bagimsiz fakat güvenliksiz ülke (Gürcistan Ermenistan ve Azerbaycan) yaninda, hala Ruslarin egemenliginde kalan bir sürü küçük etnik olusumlar mevcuttur. Bölge hem yogun iç etnik ve dini düsmanliklar yuvasi, hem de Rusya, Türkiye ve Iran arasindaki iktidar rekabetinin odak noktasidir. Üç ülkenin hiçbiri tüm bölge üzerinde tek basina hakimiyet kuracak güce sahip degildir. Rusya’yla Iran’in Türkiye’ye karsi birlesmesi bile durumu degistirmez zira Türkiye’nin arkasinda NATO (Türkiye kilit üyelerden biridir) ve Avrupa Birligi (Türkiye katilim çabasindadir) vardir. Buna ragmen, disaridan aktif bir girisim olmadikça Kafkaslardaki toplumsal, siyasi, etnik ve dini anlasmazliklar bitmeyecegi gibi, zaman zaman siddet de patlayabilir.
Bu gerçek Rusya’nin gönülsüzce de olsa, istikrarli, zengin ve uyum içinde bir Kafkas bölgesi olusturmak üzere Avro-Atlantik isbirligine yöneltebilir. Rusya’nin, bagimsizlik isteyen Çeçenistan’a karsi zalimce yürüttügü iki kanli savas Rusya’nin moralini adamakilli bozmakla kalmamis, fiziksel kapasitesinin sinirli oldugunu da kanitlamistir.
Baskan Bush ile Putin tarafindan 24 Mayis 2002’de açiklanan “Yeni Stratejik Iliski Ortak Deklarasyonu”nda “Orta Asya ve Güney Kafkaslardaki tüm ülkelerde istikrarin, bagimsizligin ve toprak bütünlügünün saglanmasinda ortak menfaatimiz oldugunu biliyoruz” ifadesi büyük jeostratejik önem tasimaktadir. Bu yüzden Rusya’nin da eninde sonunda NATO üyesi olmasi kaçinilmazdir. Ancak Avrupa Birligi üyeligi için ayni sey söylenemez. Sosyo ekonomik ve hukuki yapi degisikligi gerektiren üyelik için her iki taraf da hazir degildir.
Son tahlilde su kesindir: tehlike içindeki bir Amerika, Avrupa’yi da zor durumda birakacaktir. Soguk Savas’ta Atlantik’in iki yakasi tehdidin niteligi ve menfaatleri konusunda fikir birligi içindeydiler. Bati Avrupa’nin savunmasi Amerika’nin savunmasi (ya da tersi) demekti. Fakat 11 Eylül’de sonra bakis açisi biraz degisti.
Olayi izleyen ilk aylarda Avrupali müttefikler Washington’un terörizm ve kitle imha silahlari konusundaki görüslerini paylasiyorlardi. Ancak çok geçmeden, küresel güvenlige yönelik gerçek bir transatlantik isbirligine taraflarin bakis açilarinda üstü kapali fakat önemli farkliliklar oldugu ortaya çikti. Iki temel fark, tehdidin niteligi ve gerekli tepkinin kapsamindadir.
Belki de tarihi nedenlerle, Avrupalilar terörizmi kötülük timsali olarak görmekten ziyade siyasi kurtulus girisimi olarak görmektedirler. Bu yüzden terörizmi yok etmek için onun siyasi ve toplumsal kökenlerini ortadan kaldirmak gerektigine inanirlar. Baska bir deyisle, terörizmle mücadele Bati’nin küresel güvenlik politikasinin temel ilkesi olamaz; bu politika, daha genis bir siyasi ve toplumsal bakis açisi içermeli ve teröristlerin ortaya çikmasina yol açan kosullarin ortadan kaldirilmasina yönelik çabalar içermelidir. Kita Avrupa’si ile Amerika bakis açisi arasindaki en belirgin fark Filistin terörizmi konusundadir. Amerikalilar bu terör ile Israil’in Filistin topraklarini isgali arasinda bir baglanti kurmadiklari halde Avrupalilar isgalin ve özellikle Israil yerlesimlerinin terörizmi kiskirttigina inanmaktadirlar. Ayrica Amerika’nin terörizme karsi NATO’yu kullanmak istemesine Avrupa, ortak küresel çikarlarin Amerika’nin “ser ekseni” ve bilhassa Irak saplantisina kurban edilmesi gözüyle bakmaktadir.
Sonuçta Orta Dogu’nun Avrupa’ya yakinligi ve Avrupa’nin Orta Dogu’daki tarihten gelen siyasi ve ekonomik çikarlari dolayisiyla Avrupa Birligi bölgede kalici bir baris saglanmasi sürecinde daha faal rol oynamak zorunda kalacaktir. Fakat bu rolü sürdürebilmek için de Amerika’nin üstündeki maddi yükün bir kismini üstlenmesi gerekecektir.
BÖLÜM II
AMERIKAN HEGEMONYASI VE ORTAK HUZUR
Amerika’nin dünyadaki rolü zamanimizin iki ana gerçeginden kaynaklanmaktadir. Amerika’nin gücü ve küresel etkilesim. Bunlardan birincisi uluslararasi meselelerde tek kutupluluk yaratmis, ikincisi de “ulus-devlet egemenligi” kavraminin içini bosaltmistir. Ikisinin bilesimi geleneksel diplomasiyi öldürmekle kalmamis, gayri resmi bir küresel toplum yaratmistir.
Bu dönüsümün bariz belirtisi, tarihte ilk defa de fakto bir küresel baskentin ortaya çikmasidir. Bu baskent Washington D.C.’dir. Tarihte ne Roma, ne Pekin, ne de Londra bugünkü Washington’un küresel gücüne yaklasabilmistir. Washington’da Beyaz
Saray-Kapitol-Pentagon binalari güç üçgenini, Dünya Bankasi-Disisleri Bakanligi-IMF binalari ise küresel etki üçgenini olusturmaktadir.
Günümüzde pek çok ülkenin dis iliskilerinde en önemli siyasi olay, devlet veya hükümet baskaninin Washington’u ziyaretidir. Bu ziyaret ulusal medya tarafindan tarihi bir olay seklinde gösterilir ve baskanin her adimi en ince ayrintisina kadar verilir. O ülkenin Washington Büyükelçisi kendi baskani için Amerika baskanindan yarim saatlik bir randevu koparabilmisse, kendini meslek hayatinin zirvesine ulasmis addeder. Genellikle bu randevu Oval Ofis’te en fazla 5 dakikalik fotograf seansidir ama ulusal medya olayi - gerçek süreyi hiç belirtmeksizin - tarihi önem tasiyan bir bulusma seklinde yansitir. Oysa ortalama her hafta yabanci bir hükümet baskani küresel baskenti ziyaret ettiginden neredeyse hiçbiri Amerikan, hatta Washington yerel medyasinda hiç yer almaz bile.
Diplomasi de bu çerçevede kabuk degistirmis, Büyükelçilerin yürüttügü geleneksel diplomasinin yerini devlet baskanlari veya disisleri bakanlari arasinda yapilan direkt telefon konusmalari almistir. Yabanci siyaset ve sirket liderleri Amerika ile kisisel iliskiler kurma çabasindadirlar. Çogu bir sekilde Amerikan egitiminden geçmistir. Hepsinin ilgi ve iliski odagi Amerika’dir. Bu elit grup kendine has çikar, dostluk ve kimlik iliskileri içindedirler. Istikrarli ve zengin bir küresel toplum olusmasinda önemli rol oynamaktadirlar.
Küresellesmenin Ikilemleri
Amerika için küresellesmenin çeliskili anlamlari vardir. Dünya çapinda ulasilabilirlik, saydamlik ve isbirligi demek oldugu gibi, dünyanin en zengin ülkelerinin, bilhassa Amerika’nin ahlaki duyarsizliginin ve sosyal adaletsizlige karsi umursamazliginin da sembolü olmustur. Zira Amerika küresellesmenin yararli ve herkesin ortak çikarina oldugunu iddia etse bile küresellesmenin kurallarina yalnizca isine geldigi zaman uyar. Küresellesmenin yayildigini ve yayildikça dünya çapinda fokur fokur kaynayan hinç ve öfkeye yol açtigini pek itiraf etmez.
Küresellesme baslangiçta yalnizca teknolojik devrimi tanimlayan nötr bir ekonomik terim iken 2001’e gelindiginde duygusal anlam yüklü siyasi bir vakia haline dönüstürmüstür.
Küresellesme gelismekte olan ülkelere bir taraftan ekonomik büyüme, yabanci sermaye girisi ve yoksullugu azaltma firsati sunarken diger taraftan da büyük sehirlere yogun göçe, temel ekonomik varliklar üzerindeki ulusal kontrolün yitirilmesine ve sosyal istismara yol açar. Seçilmis bir grup için yeni pazarlara açilma ve de fakto siyasi etkinlik sansi verir. Bir ülkenin ekonomisi ne kadar teknolojide ileri, sermayece zengin ve yenilikçi ise, o ülkenin elitleri küresellesmenin yayginlasmasina da o kadar heveslidir.
Taraftarlari küresellesmenin herkese açik bir oyun alani oldugunu iddia etse de bazi ülkeler digerlerinden daha esittir. Oyunu kuran ve yöneten varlikli, güçlü, ileri ülkeler, özellikle de Amerika’dir. Ister Dünya Ticaret Örgütü’nde, Dünya Bankasi’nda, ister IMF’te olsun, en yüksek ses Amerika’dan çikar. Böylece küresel egemenlik ile ekonomik küresellesme tam bir uyum içinde yürür. Amerika kurallarini kendi koydugu ve istedigi zaman uyup istemediginde uymadigi bir sistemi tabii ki destekler. Dünyanin en zengin, en yenilikçi, en rekabetçi ülkesi olarak Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) kurallarina göre yasalarini degistirmeyi, ticaret engellerini azaltmayi veya bir baska ülkeyi kompanse etmeyi resmen reddedebilir. Amerika iç siyaset geregi tarim ürünlerine yönelik yüksek koruma duvarlarini inatla sürdürmüs, Amerikan piyasasina umutsuzca muhtaç yoksul ülkelerden çelik ve tekstil ithalatina sert kotalar koymustur. Gelismekte olan ülkeler ticaret engellerini indirmesi için Amerika’ya yalvar yakar olduklari halde Amerika tinmamaktadir.
Gerçekten adil oyun alani yalnizca Avrupa Birligi ile Amerika arasindadir. Ikisi anlastiginda tüm dünyanin ticaret ve finansini belirleyen kurallari dikte edebilirler. Anlasamadiklarinda aralarinda gerçek bir agir siklet müsabakasi yasanir. Fakat kazanan genellikle Amerika olur. Sahip oldugu güç Amerika’ya hakli da olsa, haksiz da olsa tutarsiz davranma imkani vermektedir.
Kyoto Protokolü buna önemli bir örnektir. Küresel isinmaya karsi alinacak önlemleri içeren bu protokolü Amerika 1998’de imzaladigi halde Clinton askiya almis, Bush hükümeti ise toptan reddetmistir. Bütün dünyaya verilen mesaj açiktir: uluslararasi bir anlasma Amerikan hegemonyasiyla ve çikarlariyla çatisiyorsa, Amerika küresellesmeye ve çok tarafliliga dur der.
Bütün bunlara bir de Amerikan kitle kültürünün evrensel çekiciligi ilave edildiginde küresellesmenin yogun bir anti-Amerikanizm ve anti-globalizm dogurmasi kaçinilmazdir. Küresellesme karsitlari onu Marksizm’den daha beter biçimde materyalizme dayali; sosyal adalet, vatanseverlik, ahlaki ve etik degerlerden yoksun yeni bir ideoloji olarak görmektedirler. Washington, Seattle, Prag ve diger kentlerdeki küresellesme aleyhtari gösteriler bu sekilde düsünenlerin sayisinin git gide arttigini göstermektedir. Komünizmin çökmesinin yarattigi boslugu küresellesme aleyhtarligi doldurmaktadir. Marksizm kadar sistematik ve doktriner olmasa bile ayni sekilde hem duygulara hem mantiga hitap etmektedir.
Görüldügü gibi küresellesme iki ucu keskin biçaktir. Amerika bu olguya insanligin yararina olacak sekilde çeki-düzen vermedigi takdirde geri tepebilir.
Yapilacak en önemli is, demokratiklesmeyi arttirmaktir. Küresellesmenin etkiledigi bütün uluslarin kendi gereksinimlerini duyurabilecegi kanallar mevcut olmalidir. Az gelismis ülkelerin daha fazla söz hakki olursa küresellesmeye daha az saldirma ihtiyaci duyarlar. Bu yüzden küresellesmenin bayragini elinde tutan Amerika kendi doktriner yaklasimini bir yana birakip dünya yararina odaklanmalidir. Piyasalarin açilmasi ve engellerin indirilmesi amaç degil, dünya çapinda ekonomik kosullari düzeltmenin araci olmalidir. “Serbest Ticaret” ve “Hareketli Sermaye” temel ilkeler olmakla birlikte, yerel siyasi, ekonomik, sosyal ve kurumsal sikintilari dikkate almadan bütün ülkelere ayirimsiz ve toptan empoze edilmemelidir.
Amerika ayni zamanda, kendi reddettigini baskalarindan talep etmekle inanilirligini yitirmektedir. Kurallar ekonomik açidan dezavantajliysa ya da siyasi sakinca tasiyorsa
Amerika onlari ihlal etmekte bir beis görmez. Bu tutarsizlik hem Amerika karsitligini arttirir, hem de baskalarinin da sistemin kurallarini çignemesini tesvik eder.
Madem ki Amerika küresellesmenin nimetlerinden yararlaniyor, öyleyse küresellesmenin olumsuz etkilerini hafifletme çabasi da göstermelidir. Amerika küresel sikintilara omuz silktikçe dünya da Amerika’nin liderligine karsi koymayi sürdürecektir. Dolayisiyla Amerika geri dönüs hesabi yapmaksizin dünya refahinin bedelinin bir kismini üstlenmelidir. Zira dünya ekonomisi çikmaza girerse küresellesmeye tepki artacak, serbest ticaretin önüne engeller konacak, yoksul ülkeler büsbütün yoksullasacak ve böylece Amerika’nin siyasi liderligi de demokrasi çagrilari da akamete ugrayacaktir. Amerika bilmelidir ki dünya çapinda siyasi uyanmanin oldugu ve teknolojik olarak kitlelere zarar vermenin çok kolaylastigi bu dönemde güvenlik yalnizca askeri güce degil, ayni zamanda insanlarin yaygin kanaatine, duygularina ve fanatik nefretlerinin odak noktasina baglidir.
Küresellesme, para veya ürünler için sinirlari olmayan bir dünya toplumu öngörür. Fakat is insanlara geldiginde küresellesmenin ne taraftarlari söyleyecek bir sey bulabilir, ne de aleyhtarlari. Oysa gelecek birkaç on yil içinde düzensiz demografik büyüme ve düzensiz gelir dagiliminin yarattigi göç baskisi ile ülkelerin nüfuslarindaki düzensiz yaslanmanin bilesimi, dünyanin siyasi çehresini pekala degistirebilir
Asagidaki tablo, zengin Avrupa ve Amerika ile yoksul Asya, Afrika ve Latin Amerika arasinda gittikçe artan demografik dengesizligi göstermektedir.
DÜNYA NÜFUS DAGILIMINDAKI DEGISIMLER (Milyon) | ||||||||
1900 | 2000 | Mutlak Artis (1900-2000) | 2020 | Mutlak Artis (2000-2020) | ||||
Nüfus | Toplam % | Nüfus | Toplam % | Nüfus | Toplam % | |||
Asya | 947 | %57 | 3.672 | %61 | 2.725 | 4.582 | %60 | 910 |
Afrika | 133 | %8 | 794 | %13 | 661 | 1.231 | %16 | 437 |
Latin Amerika | 74 | %5 | 519 | %9 | 445 | 664 | %9 | 145 |
Avrupa | 408 | %25 | 727 | %12 | 319 | 695 | %9 | -32* |
Kuzey Amerika | 82 | %5 | 314 | %5 | 232 | 370 | %5 | 56 |
WORLD | 1.650 | 6.056 | 4.406 | 7.579 | 1.523 | |||
* 1999 itibariyle 18 Avrupa ülkesinde ölüm oranlari dogum oranlarindan yüksektir. |
Tablodan da görüldügü gibi, varlikli bölgelerin nüfus orani düserken ve bu nüfusta yaslilarin orani artarken, yoksul bölgelerin nüfus orani ve bu nüfusta gençlerin orani artmaktadir. Dolayisiyla varlikli ve nüfusu yaslanan ülkelerin göç almasi hem siyasi, hem ekonomik gerekliliktir. Bu ayni zamanda yogun nüfusa sahip yoksul üçüncü dünya ülkelerindeki artan nüfus baskisi için emniyet supabi rolü oynayabilir ki bu dünya Bati karsiti, Amerika karsiti düsmanliklarin kol gezdigi bir barut fiçisina dönüsmektedir.
Önümüzdeki yarim yüzyilda yüksek nüfus artisina sahip ülkeler, dünyanin en istikrarsiz, ekonomik kazançtan yoksun, sosyal patlamalara gebe ülkeleri olacaktir. Bu ülkeler siskin nüfuslarinin siyasi beklentilerine ve ekonomik gereksinimlerine cevap veremedikleri takdirde huzursuzluk ve siddet artabilir ve Bati aleyhtarlari yeni yandaslar kazanabilir. Genç nüfusun getirdigi sorunlar özellikle Orta Dogu ve Kuzey Avrupa’da hissedilecek, bu ülkelerin çogu gençleri topluma etkin bir biçimde entegre edecek ekonomik, siyasi ve kurumsal kaynaklardan yoksun olacaktir.
Üstelik yoksullar artik medya sayesinde yoksulluklarinin farkina varmaktadirlar. Kaotik biçimde büyüyen mega varoslarda yogunlasmakta olan bu nüfus, siyasi radikalligin, köktendinciligin ve yabanci düsmanliginin çok kolay etkisi altinda kalmaktadir.
Yasam kosullarindan memnun olmayan genç ve egitimli nüfusun varlikli ülkelere göçü yoksul ve az gelismis ülkelerin sosyal sorunlarini daha da agirlastirmaktadir. Hali hazirda, en az gelismis ülkelerden Amerika’ya göç etmis vasifli nüfusun 1,5 milyonu astigi tahmin edilmektedir.
Kuzey Afrika, Türkiye, Orta Dogu ve Güney Asya’dan Avrupa’ya göçlerin artmasi ve beraberinde sosyal/kültürel çatismalari getirmesi kaçinilmazdir. Yakin zamanda Hollanda’da su yüzüne çikan yabanci düsmanligi, ülke nüfusunun %5’ini teskil eden Müslüman göçmenlerin (çogu Türk ve Fasli) Felemenk degerlerine ve yasam tarzina uyum göstermemesinden kaynaklaniyordu. Benzer reaksiyonlara Avrupa’nin baska yerlerinde de rastlanmistir.
Ülke nüfuslarindaki farkli egilimler askerligin ilkelerini de degistirebilir. Her genç erkegin askere alindigi sistem simdiden yerini teknolojik beceriye sahip profesyonel ordulara birakmaktadir. Ileride gelismis ülkelerin ordulari artan oranda 3. dünyanin parali göçmen askerlerinden olusabilir.
Amerika, isterse dengesiz demografik dinamiklerin sonuçlarina karsi ortak küresel yaklasim getirebilir. Küresellesmenin bir düzene kavusturulmasi için nasil Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasi gerektiyse küresel göçün de bir düzene kavusturulmasi ve insancillastirilmasi için ortak standartlari belirleyecek uluslararasi bir örgüt (mesela WMO-Dünya Göç Örgütü) kurulabilir.
Son tahlilde, yalnizca varlikli ve imtiyazlilarin lehine olan, göç sefaletine duyarsiz kalan bir küresellesme, aleyhtarlarini hakli çikarir, düsmanlarini harekete geçirir ve dünyayi daha da böler. Ortak toplumsal vicdana dayali ve yalniz sermaye/ürünlere degil, sinirli da olsa insanlarin hareketine açik bir dünya küresellesmenin olumlu potansiyelini ortaya çikarabilir ancak.
Hegemonyaya Dayali Demokrasinin Ikilemleri
Bugünkü Amerika ayni anda hem uluslararasi hegemonik bir güç, hem de bir demokrasidir.
Hegemonik güç, baskalarinin haklarini ve isteklerini dikkate alacak biçimde uygulandigi ve baski haline dönüstürülmedigi takdirde yurt disinda demokrasiyi gelistirebilir. Fakat yeni bazi evhamlar yüzünden akilci bir ulusal güvenlik ile hayali toplumsal panik arasinda ayirim yapmayi basaramazsa yurt içindeki demokrasi yara alir.
Amerika’nin kültürel baskinligi tarihte hiç görülmemis dereceye ulasmistir. Ufukta hiçbir rakibi de görülmemektedir. Dünyada sehirlesme orani ve iliski agi arttikça o da artmaktadir. Bu durum politik bir strateji ürünü degildir. Yaratici rekabete dayali, girisimci Amerikan sisteminin ürünüdür. Bu sistemde, kitle kültürü de dahil hayatin her alaninda innovasyon belirleyici faktördür. Sonuçta sinema, popüler müzik, internet, taninmis markalar, kitlesel yemek aliskanliklari, dil, lisans üstü egitim ve yönetim becerilerinde küresel hakimiyet - akademisyenlerin “yumusak güç dedikleri - ortaya çikmistir.
Tüm dünyadan varlikli ve hevesli ögrenciler Amerikan üniversitelerine girmek için can atmaktadirlar. 2001-2002 ögretim yilinda Amerikan üniversitelerindeki yabanci ögrenci sayisi 582.996’ya ulasmistir (toplam ögrenci sayisinin %4.3’ü). Avrupa ve Japonya’dakilerin toplaminin 130.000 oldugu düsünülürse Amerika’nin Asya, Orta Dogu, Afrika ve Latin Amerika’nin müstakbel liderlerinin egitim alani oldugu açiktir.
Peki, bu durumun siyasi getirileri nelerdir? Amerikan gücünün uygulanmasini kolaylastiriyor mu? Amerika’ya yakinlik mi, düsmanlik mi doguruyor?
Avrupali bir gözlemcinin deyisiyle “bastan çikarma, zorlamadan beterdir. Kendinizi zayif hissetmenize yol açtigi için yumusak pençeli bastan çikaricidan oldugu kadar kendinizden de nefret edersiniz.”
Yapilan anketler, pek çok ülkede Amerikan popüler kültürünün sevildigini fakat Amerikan “adetlerinin” yayilmasindan hoslanmadiklarini göstermektedir. Amerikan dis politikasi ise çogunlukla olumsuz karsilanmaktadir. Dolayisiyla Amerika’ya ayni anda hem hayranlik duyulmaktadir, hem de kin.
Amerikan etnik mozaigi de degismektedir. Avrupa kökenli nüfusun orani hizla düserken Hispanik ve Asya kökenlilerin sayisi hizla artmaktadir. 2000 sayimina göre 285 milyon nüfusun 37 milyonunu Hispanikler, 37 milyonunu Zenciler, 11 milyonunu Asyalilar ve 3 milyonunu da Yerliler olusturmaktadir.
Bunun siyasi açidan önemi sudur: Etnik gruplar arasinda siyasi aktivizm ve dis politikaya duyulan ilgi artmaktadir. Çikar gruplari demokratik çogulculugun bir gerçegidir fakat ortak Amerikan kimligi önemini yitirdikçe dis politikada etnik gruplarin etkisi ciddi karmasa yaratabilir.
Günümüzde en faal, en etkin, en parali etnik lobiler Yahudi, Küba, Yunan ve Ermeni lobileridir. Ister Arap-Israil anlasmazligi olsun, ister Castro Küba’sina ambargo, ister Kibris meselesi, ister Azerbaycan’a yardimin önlenmesi, her biri dis politika meselelerinde agirligini hissettirmistir. Çok geçmeden bu etnik gruplar ve digerleri kendilerini ilgilendiren meselelerde Amerikan dis politikasini yönlendirebilirler. Nitekim Yahudi grubu, gerçekten dis politikada etkin ve belirleyici rol oynamaktadir. Bunlarin dogal muhalifi olan petrol sektörü ile Müslüman toplum için ayni sey söylenemez. Petrol sektörünün gözü kârda oldugu için moral-duygusal düzeyde rekabet edememektedir. Müslüman Amerikan toplumu ise sayica Yahudilere yakin olmalarina ragmen örgütlenme ve mali kaynak yetersizliginden muzdariptir; Amerikan kamuoyunu sekillendiren kurumlarda varliklari pek hissedilmez.
Alisilagelmis, gelecege yönelik asimilasyonun yerini çok kültürlülük ve çogulculuk gibi içi bosaltilmis kavramlar aldikça ve etnik veto gruplari önemli bölgesel politikalarda belirleyici rol oynadikça, ulusal politika git gide çigirindan çikabilir. Zira hiçbir grup, Amerika’nin gerçek ulusal çikarlarinin ne oldugunu kavrama yetisine sahip degildir.
Dahasi, etnik bir seçmen grubunun çikarlarinin bir baska etnik grupla çatismasi da çok muhtemeldir. “Amerika’nin Ortak Gelecegi” ülküsünden uzaklastikça Amerikan mozaigi, çeliskili çikarlari yüzünden gruplar arasi çatisma arenasina dönüsebilir.
Bu egilim simdiden Kongre’de açik seçik gözlenmektedir. Özel etnik çikar gruplari Amerika’nin küresel politikalarini yönlendiren kararlar aldirmakta ve yasalar çikartmakta pek becerikli olmuslardir. Ister Azerbaycan’a mali yardimi Ermeniler yüzünden reddetmek olsun, ister Israil’e mali yardim göndermek olsun, etnik amaçlar için seçim kampanyasi fonlarinin kongre desteginin saglanmasinda kullanildigi bilinen bir gerçektir.
Sonuçta, çok farkli kimlikleri barindiran Kongre, acil ulusal sorunlar disinda Amerikan politikasinin stratejik yönünü belirlemekte zorlanmaktadir. Dis ülkelere Amerikan fonlarinin akisi ulusal çikarlara göre degil, belli gruplarin etkinlik derecesine göre belirlenmektedir.
Bu durumun çaresi yok degildir. Beyaz Saray’da, Disisleri ve Savunma Bakanliklarinin üst düzey yetkilileriyle kurulacak bir stratejik planlama kurulu uzun vadeli planlar, yeni sorunlar ve gerekli inisiyatifler konusunda Kongre liderleriyle devamli istisare halinde olarak küresel gücün demokrasi adina asinmasini önleyebilir.
Risk, 11 Eylül’den sonra daha da artmistir. Hükümetin 2002 ortalarinda aniden ve hiçbir itiraza kulak vermeksizin Irak’a savas açmaya kalkismasi, Amerikan yöneticilerinin ne kadar dar bir çevrede, gerçek amaçlar kamuoyundan saklanarak çok önemli stratejik kararlar aldiginin bir kanitidir. Kisisel dürtüler, belli gruplarin çikarlari ve gizlice yapilan siyasi hesaplar birdenbire uluslararasi önemi haiz politikalara dönüsmüstür. Üstelik bunlar kamuoyuna pek bir dramatik, hatta demagojik belagatla, kuskulu kanitlar sunarak yutturulmaya çalisilmistir. Uluslararasi konvansiyonlara aykiri önleyici (preventive) savas doktrinin aniden ortaya çikmasi demokrasi kurallarina uygun bir dis politikamiz olmadigini kesinlikle göstermektedir. Yasama ve yürütme organlarinin niteligi belirsiz tehdide karsi aldiklari önlemler,
Amerikalilarin vatandaslik haklarini ihlal eden, tedbiri toplumsal panige dönüstüren, yasami zorlastiran bir zincirleme reaksiyon dogurmustur.
11 Eylül’den sonra, Baskan’in baskisiyla Kongre’den geçen 2001 Vatanseverlik Yasasi, hükümet yetkililerinin mahkeme emri olmadan telefonlari dinlemesine, kisisel saglik, banka ve seyahat kayitlarina ulasmasina cevaz vermektedir - hepsi ulusal güvenlik adina. Amerikan vatandasi olmayan kisilerin haklari büsbütün kisitlanmaktadir. Örnegin bassavcinin herhangi bir kimse için “Amerikan güvenligini tehlikeye soktuguna dair bazi gerekçelerim var” demesi o kisinin süresiz hapsedilmesi için yeterlidir, hem de mahkeme ve temyiz haklari olmadan.
Bu asiri tepkiler, Amerikan tarihinde daha önce yasanan (McCarthy’cilik gibi) toplumsal histeriler derecesinde olmasa bile Amerika’nin imajini düsürmekte, ülke demokrasisine darbe vurmakta ve Amerika düsmanligini körüklemektedir. Sonuçta Amerika gitgide kabuguna çekilmis, güvenligi saplanti haline getirmis, demokrasi- otokrasi karisimi, yabanci düsmani bir garnizon devletine dönüsebilir, aynen bugünkü Israil ve Singapur gibi.
Kapimizdaki güvenlik endiselerini bir yana birakip daha uzak gelecege bakarsak, yepyeni bir ikilemin yaklasmakta oldugunu görebiliriz: bu da insan yasaminda farklilasmadir. Bu yüzyil içinde gen haritalari, biyomedikal mühendislik ve genetik modifikasyon gibi bilimsel gelismeler insan ömrünü uzatabilecegi gibi yasam kalitesini, hatta zekayi bile iyilestirebilir. Varlikli ülkeler ve bu ülkelerdeki daha varlikli kisiler bu yeni gelismelerden ilk yararlanan olacaklardir.
Sonuçta yeni bir insani esitsizlik ortaya çikacaktir. Zaten mevcut olan zenginlik ve etnik kökene dayali küresel esitsizlikler daha da derinlesecek, tepkisel siyasi boyut kazanacaktir. 20. yy Marksizminin gösterdigi gibi, esitsizligin kitlelerde yarattigi kin, kolaylikla siyasi harekete dönüsebilmektedir.
ÖZET VE SONUÇ
Amerikan küresel hegemonyasi artik hayatin bir gerçegidir. Hiç kimse, Amerika dahil, bunu degistiremez. Gerçekten de, Çin’in yarim bin yil önce yaptigi gibi Amerika aniden sinirlari içine çekilse, kendi varligi da tehlikeye düser ve Çin’in aksine, arkadan çikacak küresel kaostan kendini yalitamaz. Fakat hayatta her seyin bir sonu vardir. Hegemonya geçici bir tarihsel dönemdir. Eninde sonunda Amerika’nin da küresel hakimiyeti etkisini yitirecektir. Dolayisiyla gelecegi tartismak için vakit çok erken degildir.
Gelecegi belirleyen unsur, Amerika’nin hegemonyasini nasil kullanacagi, bu hegemonyayi kimlerle paylasacagi ve hegemonyanin nihai hedefinin ne olacagi gibi konularda yapilacak tercihler olacaktir. Amerika’nin hiç görülmemis derecedeki küresel gücünün esas maksadi nedir? Bunun cevabi, “uluslararasi kamuoyu Amerikan liderligini kabul edip destekleyecek mi, yoksa Amerika sahip oldugu gücü kullanarak mi dünyaya hakim olacak” sorusunun da cevabi olacaktir. Mutabakata dayali liderlik, Amerika’nin dünya olaylarinda süpergüç olarak kabul ve destek görmesini saglayacaktir; tahakküm ise süpergüç olmayi epeyce zorlayacaktir. Baska bir deyisle birinci durumda Amerika süpergüç arti, ikincisinde süpergüç eksi olacaktir.
Ulusal güvenlik tabii ki çok önemlidir fakat bunun için yapilanlar küresel destek görmelidir. Aksi takdirde Amerika’ya duyulan uluslararasi kiskançlik ve kin, güvenligi büsbütün çikmaza sokar.
Nitekim bu egilim baslamistir bile. Amerika Soguk Savas’tan gerçek bir süpergüç arti olarak çikmisti. Aradan geçen yalnizca 10 yil içinde neredeyse süper eksi güç olmustur. Baslangiçtaki küresel dayanisma 11 Eylülü izleyen iki yil içinde yerini Amerikan yalnizligina, küresel sempati yerini Amerika’nin gerçek motivasyonlarinin ne olduguna dair kuskulara birakmaktadir.
Bilhassa Irak’in askeri açidan basarili fakat uluslararasi açidan tartismali isgali, tam bir paradoks dogurmustur: dünya gözünde Amerika’nin askeri kredibilitesi hiç bu kadar yüksel olmamisti; siyasi kredibilitesi ise hiç bu kadar düsük olmamisti
Irak’in kitle imha silahlarina sahip oldugu yolunda Baskan’in ve hükümet üyelerinin ithamlarinin asilsiz çikmasi, Amerika’nin küresel itibarini hem sagcilarin, hem solcularin gözünde adamakilli zedelemistir. Uluslararasi mesruiyet büyük ölçüde güvene dayandigindan bunun maliyeti epeyce yüksektir.
Terörizme odaklanmak kisa dönemde siyasi getiri saglar. Ne kadar da basittir! Bilinmeyen bir düsmani lanetleyerek ve korkuyu istismar ederek kamuoyunun destegi kazanilir. Fakat uzun dönemli bir strateji olarak kalici güçten yoksundur, dünyada bölünmelere yol açabilir, yabancilara tahammülsüzlügü besleyebilir (“bizimle olmayan bize karsidir”), bazi devletlerin Amerika tarafindan “yasadisi” ilan edilmesine yol açar. Sonuçta Amerika tüm dünyada sirf kendi menfaatlerini kollayan, kerameti kendinden menkul bir gardiyan olarak görülür.
Deneyimli bir Avrupali gözlemci(?) günümüz Amerika’si ile eski Roma’yi karsilastirirken sunlari söylüyordu: “Rakibi olmayan dünya güçleri baslibasina bir siniftirlar. Hiç kimseyi kendileriyle esit kabul etmezler, sadik bendelerini dost (amicus populi) olarak adlandirmaya hazirdirlar. Karsilarinda düsmanlar degil, asiler, teröristler ve düzenbaz devletler vardir. Savasmazlar, cezalandirirlar. Savas ilan etmezler, yalnizca baris yaratirlar.” Bu dogru tespitlere sunu da eklemek lazim “baska ülkeleri isgal etmezler, yalnizca özgürlüklerine kavustururlar.”
Yazar bu sözleri 11 Eylül’den önce yazdigi hade, Birlesmis Milletlerde Irak Savasi’na iliskin tartismalarda Amerika’nin sergiledigi tutumu aynen yansitiyordu.
Dogru yaklasim, Amerika’nin kendisi gibi düsünen demokrasiler ile ittifak içinde, küresel kargasalari yaratan kosullari düzeltmek kampanyasina girmesidir. Güney Avrasya’da, Orta Dogu’da, Afrika ve Güney Amerika’da siddet gösterileri ve yaygin anarsi seklinde tezahür eden bu kargasalar, terörizmden beter sekilde her yil onbinlerce kisinin ölmesine, yüzbinlerin sakat kalmasina ve milyonlarin ilkel Peter Bender, “Amerika: Yeni bir Roma Imparatorlugu mu?” adli kitabinda. çarpismalardan magdur olmasina yol açmaktadir. Buna ragmen terörizm gibi sloganlastirmaya müsait olmadigindan, Amerikan halkina damardan girmediginden, Usame Bin Ladin gibi seytani bir surat takinmadigindan ve iyiyle kötü arasinda epik bir mücadele seklinde görülmediginden yeterince ilgi çekmemektedir. Oysa küresel kargasaya odaklanmamak günümüzün su gerçegini umursamamaktir: insanlik dünya çapinda bir siyasi uyanis içindedir ve insanlarin durumlari arasinda tahammül edilmez dengesizlikler oldugunun iyice farkindadir.
Küresel kargasa ile mücadele, küresel toplumun Amerika ile el ele verip uzun vadeli, adilane önlemler almasiyla mümkün olabilir.
Küresel toplum, dünya hükümeti ile karistirilmamalidir. Daha uzun yillar bir dünya hükümeti kurulmasi hayaldir. Oysa ortak çikarlara dayali küresel toplum neredeyse ortaya çikmaktadir. Ikili ve çok tarafli ticaret anlasmalari, bölgesel politika forumlari ve resmi ittifaklar, devletlerarasi iliskilerin gayri resmi uluslararasi yönetisim yapisina dönüstügüne isaret etmektedir. Bu süreç tesvik edilmeli, genisletilmeli ve kurumsallastirilmalidir. Edinimler ile sorumluluklar arasinda denge gözetilmesi ve emir degil yetki verilmesi herkesin menfaatinedir. Bencil hegemonya kaçinilmaz biçimde kendi antitezini, demokrasi ise kendi taraftarlarini yaratir. Sagduyu, Amerika’nin bu kati gerçege göre davranmasini gerektirir.
Amerika’nin küresel önderligini sürdürmesi, izleyecegi yola baglidir. Gücün güç adina kullanilmasi, tahakkümün tahakkümü sürdürmeye yaramasi; bunlar kalici basarinin formülü degildir. Baslibasina amaç olarak tahakküm çikmaz sokaktir; muhalifleri harekete geçirdigi gibi uygulayani da kendini kandiran, hayalci bir köre dönüstürür.
Dünya islerinde akilci önderlik, paranoyaya düsmeden ulusal güvenlik önlemleri almayi, dünyanin sorunlu bölgelerini yatistirmak için sabirli ve uzun vadeli çaba göstermeyi, bu amaçla mümkün oldugunca çok sayida dost ülkeyle isbirligini, küresellesmenin yalnizca ticaret ve kari arttirma firsati degil, daha derin bir moral boyut tasidigini ve küresel sorumluluklarin bilincinde olan bir iç politika kültürü yerlestirmeyi gerektirir.
Amerika’ya Baskan olarak da bilinçli, stratejik düsünen, entelektüel bir kisi seçilmelidir. Baskan Amerikan halkini galeyana getirmek yerine onlari egitmelidir. Siyaset egitimi ise vatanseverlik sloganlariyla, korkulari körüklemekle, kendi aklini begenen küstahlikla yapilamaz. Bunlar her politikaciyi cezbeder ve siyaseten ödülünü de verir fakat durmadan usanmadan terörizmden söz etmek kamunun dünya görüsünü bulaniklastirir, dünyanin ne denli karmasik bir yapida oldugunu görmelerini engeller. Amerika’nin uzun dönemde küresel liderligi ancak kamunun ulusal güvenlik ile küresel güvenlik arasindaki karsilikli bagimliligi, küresel önderligin sorumluluklarini ve küresel kargasalarin üstesinden gelmek için uzun ömürlü ittifaklar kurulmasi gerektigini idrak etmesiyle mümkün olabilir.
Dünyanin durumunun belirgin biçimde iyilestirilmesi yalnizca Atlantik’in iki yakasinin isbirligi ile mümkündür. Bunun için Avrupa, içinde bulundugu komadan uyanmali, kendi güvenliginin Amerika’dan daha fazla küresel güvenlige bagimli oldugunu idrak ederek buna göre davranmalidir. Divide et Impera (böl ve yönet) politikasi cazip görünse bile artik miyop ve verimsiz bir bakis açisidir.
Avrupa’nin disinda, Orta Dogu hem Amerika hem Avrupa için özel ilgi, çikar ve endise bölgesidir. Amerika ile Avrupa’nin birlesik ve kararli gayretleriyle çizilecek bir Israil- Filistin baris haritasi, Irak’in istikrarli, bagimsiz, demokratiklesen bir devlete dönüstürülme haritasindan ayri düsünülemez. Barisçil bir çözüm, çevredeki Arap toplumlarinda gecikmis ve gerekli yaklasim degisikligini de saglayacak ve Amerika karsitligini azaltacaktir.
Amerika, Islam ülkelerini demokratiklestirmeye kararli oldugunu açikça ilan etmektedir. Fakat tarihten ders almak gerekirse, herhangi bir amaç, ne kadar hakli olursa olsun, fanatiklerin eline düstügünde kendi karsi tezini yaratir. Tipki Orta Çag’da dini inancin engizisyona dönüsmesi, Fransiz devriminde liberté-fraternité egalité (özgürlük, kardeslik-esitlik)nin giyotinle özdeslesmesi, sosyalizm idealinin, Lenin ve Stalin’in elinde totalitarizme dejenere olmasi gibi.
Demokratiklesme girisimleri de ayri sekilde Islam’in tarihi ve kültürel geleneklerini dikkate almadan fanatik bir gayretkeslikle yürütülmeye kalkilirsa, demokrasinin tam tersini yaratir. Oysa olaya sabirla ve kültürel duyarlilikla yaklasilmalidir. Batinin kiyisindaki bazi ülkelerin - bilhassa Türkiye’nin ama Fas’in ve hatta Iran’in - deneyimleri göstermektedir ki, demokratiklesme süreci yabanci bir gücün dogmatik zorlamasiyla degil de bünyesel bir dönüsümle gerçeklestirildiginde Müslüman toplumlar da demokratik siyasi kültürü tedricen benimsemekte ve özümsemektedirler. Zorlama ve acullukla hiçbir yere varilamaz.
Küresel güç ile küresel karsilikli bagimlilik, hegemonya ile küresel toplum, demokratik degerler ile küresel güç olmanin yaptirimlari arasinda kurulacak dengeler, Amerika’nin ikilemleri olmayi sürdürmektedir. Amerika’nin pek bayildigi küresellesme, yoksul ülkeleri de gözetip güçlendirdigi ve yalnizca kendi ekonomik çikarlarini degil, insani boyutu da dikkate aldigi takdirde dünyadaki kargasalari yatistirabilir. Amerika’nin son yillarda çok tarafli anlasmalari hiçe saymasi, adil bir oyun alani yaratma gibi niyeti olmadigini göstermektedir.
Tepeye kurulmus bir kale yalniz kalmaya, bütün alttakilere tehditkar bir gölge düsürmeye mahkumdur. Bu durumda Amerika, dünyanin nefret odagi olacaktir. Aksine, tepeye kurulmus bir sehir bütün dünyayi insani ilerleme umuduyla aydinlatabilir. Matta’nin incilinde yazildigi gibi, “Tepeye kurulmus bir sehir saklanamaz. Senin de isigin insanligin önünde öyle parlasin ki senin yaptigin iyilikler görülsün”.
O halde, birakin Amerika parlasin.