SAVAS DEVLETI

SAVAS DEVLETI

Fevzi BOZKURT
Biyografi


 
CIA ve Bush Hükümetinin Gizli Tarihçesi
Baskan George W. Bush, telefonu öfkeyle kapatarak babasi eski baskan George Herbert Walker’la aralarindaki gergin konusmaya son verdi.
Yil 2003’tü. Amerika’nin kirkbirinci ile kirküçüncü baskanlari arasindaki münakasa, baba ile ogul arasinda uzun süredir devam eden sürtüsmenin doruk noktasiydi. Baba Bush oglunun yönetim tarzindan memnuniyetsizligini dile getiriyordu. Savunma Bakani Donald Rumsfeld ve yandasi yeni muhafazakar (neo-convervative veya kisaca neo-con) ideologlarin dis politikayi etkilemelerine izin verdigi ve Disisleri Bakani Colin Powell gibi ilimlilarin tavsiyelerini kulak arkasi ettigi için ogluna kiziyordu. Baska bir deyisle, George Bush’un kendi babasi halkin endiselerini paylasiyordu.
Baba-ogul münakasasi, baskan Bush’un Amerikan dis politikasinin merkezci geleneklerinden ne kadar saptiginin bir göstergesiydi. Ikinci Dünya Savasi’ndan bu yana dis politika ve milli güvenlik, Amerika Baskanlarinin tedbirli pragmatizmle yaklastigi alanlar olmustu. Savas ve baris meselelerinde hem liberal Demokratlar, hem de muhafazakar Cumhuriyetçiler, politik veya ideolojik nedenlerle ani ve hesapsiz kitapsiz eylemlerin ne kadar tehlikeli olabileceginin farkindaydilar. Amerika’nin dünyadaki konumuna iliskin kati tutumlariyla taninan Reagan ve Kennedy bile Amerikan askerlerine zarar verecek bir eyleme kalkismadan önce sükunetle ve enine boyuna konunun muhasebesini yaparlardi.
Baba Bush bu gelenekle büyümüs ve baskan olarak da benimsemisti. 1991’de Irak Savasi’ni baslatmasi ancak Irak Kuveyt’e girdikten ve uluslararasi koalisyonun genis destegini sagladiktan sonra olmustu. Savasin tek amaci olan Kuveyt’in kurtarilmasini takiben Amerikan askerlerini durdurmus, Saddam’i devirmek üzere Bagdat’a yürümemisti.
Ogul Bush’u seçmenler babasi gibi davranacagina inandiklari için baskan seçmislerdi. Bush Ekim 2000’de yaptigi bir kampanya konusmasinda “alçakgönüllü” bir dis politika izlemeyi planladigini söyleyerek bu inanci güçlendirmisti. “Biz küstah bir devlet olursak bize tepki duyarlar, alçakgönüllü ama güçlü bir devlet olursak bize kucak açarlar” demisti.
Fakat 11 Eylül’den sonra George W. Bush babasiyla yollarini ayirmistir. Bu kararin dogurdugu sonuçlar hala hayatimizi etkilemektedir. Amerikan devleti içinde dengeler altüst olmus, özel hayat casuslugu baslamis, Afganistan bir narko-devlete dönüss, Irak tam bir kaosa girmistir.
George W. Bush döneminde Amerikan milli güvenliginde iki tür sorun ortaya çikti. Birincisi, Bush’un birçok yeni operasyonu kimseye danismadan onaylamasi, ikincisi de, açikça emir vermese bile gönderdigi sinyalleri etrafindakilerin algilayip hemen uygulamaya koymasiydi. Böylece karar verme sürecine kisa devre yaptiriliyor, Milli Güvenlik bürokrasisi zaafa ugratiliyordu. Irak savasiyla doruga tirmanan bu durum Savunma Bakanligi’ni CIA ile birbirine düsürdü.
Bush hükümetinin ilk birkaç yilinda Savunma Bakanligi ile CIA iliskileri yolundaydi. Daha sonra Baskan Yardimcisi Dick Cheney ile Savunma Bakani Rumsfeld bütün karar mekanizmasini ele geçirdiler. Böylece tarihte ilk kez Pentagon Amerikan dis politikasinin agirlik merkezi oldu.
Normal kosullarda herhangi bir yeni inisiyatif Milli Güvenlik çarklarinda uzun süre dolasir, kurum içi veya kurumlararasi komitelerde görüsülür, ödünler verilip alinir, keskin kenarlar törpülenirdi. Baskanin önüne gelene kadar hemen hemen konsensüs olusurdu. 11 Eylül öncesinde El Kaide ile nasil basa çikilacagi yolundaki öneriler bürokrasi girdabinda bu yüzden kaynayip gitmisti. Ancak bu yavas sürecin bir faydasi vardi: aptalca, tehlikeli, etik veya ahlaki olmayan, kisacasi insanlarin ölmesine yol açabilecek veya savas baslatabilecek fikirler elenmis oluyordu.
11 Eylül’den sonra, agir isleyen bürokrasinin ortak karar alma mekanizmasi yerini baskan ve yanindaki birkaç kisinin – Don Rumsfeld, Colin Powell, Condi Rice vb – kapali kapilar ardinda, kriz atmosferinde jet hiziyla alindigi kararlara birakti.
Rumsfeld, devletin CIA disindaki bütün istihbarat birimlerini Pentagon’a bagladi. Üstelik operasyonlarin Afganistan veya Irak gibi çarpisma bölgeleriyle sinirli kalmasi gerekmiyordu. Pentagon, istedigi her yerde serbestçe operasyon yapabilecek gizli timler olusturmaliydi. Rumsfeld, terörizmle savasta tüm dünyanin çarpisma bölgesi oldugunu, tehditkar olmayan, barisçil ülkelerdeki gizli Amerikan faaliyetlerinin “çarpismaya hazirlik” olarak hakli gösterilebilecegini düsünüyordu. CIA’nin gizli operasyonlarinin aksine, Rumsfeld’in yeni “derin devlet timleri” baskanin açik yetkilendirmesine ve kongreye bilgi verilmesine bagimli degildi. Rumsfeld, Pentagon’un devasa kara bütçesinin derinliklerine gömülü kendi özel casusluk teskilatini kurmustu. Çok geçmeden, büyükelçiler ve CIA istasyon sefleri Afrika’da veya diger üçüncü dünya ülkelerinde örtülü askeri timlerin operasyon yaptigini ve kendilerinin bu operasyonlardan çogunlukla kazara haberdar olduklarini bildirmeye basladilar.
11 Eylül sonrasinda Rumsfeld, Savunma Bakan Yardimcisi Wolfowitz ve Pentagon’daki diger neo-con’lar Dick Cheney ile birlesip, CIA’yi Irak meselesinde sikistirmaya basladilar. Oysa CIA bütün vaktini ve enerjisini Usame Bin Ladin’e ayiriyordu. Irak CIA’nin gündeminde bile yoktu. CIA’nin gözünde Hizbullah gibi terör örgütleriyle yakin iliskisi ve nükleer silah programi dolayisiyla Iran daha büyük tehditti.
CIA’nin Irak’i ve Saddam Hüseyin’i bir tehdit olarak görmemesi neo-con’lari çileden çikariyordu. Onlara göre 11 Eylül ile Bagdat’i iliskilendirmek, Irak’a savas açma firsati doguracakti.
Oysa CIA El Kaide hakkinda muazzam bilgiye sahip oldugu halde 11 Eylül ve El Kaide ile Saddam arasinda direkt bilgiyi gösteren hiçbir kanit bulunmuyordu elinde. Ama bu cevap Wolfowitz ve yandaslarini tatmin etmeye yetmiyordu. 11 Eylül’ü takiben CIA analistlerinin El Kaide hakkindaki verdigi brifingi dinleyen Wolfowitz, Irak’in isin içinde olmadigini ögrendiginde öfkelenmis, CIA’nin küstah, hain bir kurum oldugunu söylemisti.
Wolfowitz’in CIA’ye güvenememesinde Israil istihbaratinin da rolü vardi. Israil istihbarat elemanlari sik sik Washington’a rapor veriyorlar, ancak Mossad’in Arap dünyasina önyargili yaklasimini bilen CIA’ciler bilgilerin çogunu eliyordu. Bu da Wolfowitz’i çileden çikariyordu.
Aslinda Wolfowitz baba Bush’un ilk körfez savasinda Saddam’i devirmemis olmasini hazmedemiyordu. Bu öfkesi daha sonra saplanti haline dönüstü. Anti-terör Degerlendirme Grubu adinda özel bir istihbarat birimi kurup Irak ile El Kaide arasindaki bagi arastirmaya basladi.
Bush hükümetinin Saddam’i devirmek için baskilari artinca bazi CIA elemanlari CIA Baskani Tenet’e giderek, Irak’a savas açmanin terörle mücadeleyi zaafa ugratacagi yolundaki kaygilarini dile getirdiler. Kurumun ayni anda hem Afganistan, hem de Irak’la ugrasmasi, dikkatini ve kaynaklarini dagitacakti. Ancak Irak’in isgaline karsi çikanlar bir bir görevlerinden alinip devre disi birakildilar.
Daha gerilere gidersek, Nisan 2002’de – Irak’in isgalinden neredeyse bir yil önce – Avrupa’daki bütün CIA görevlileri Roma’da bir toplantiya çagirilmisti. Toplanti’da kendilerine, ilk seçildigi günden beri Irak’in Bush’un gündeminde oldugu, 11 Eylül’ün bu isgali sadece geciktirdigi, Bush’un “kinetik enerji” ile (yani bombalarla) Irak’taki iktidari devirmeye kararli oldugu söylendi. Saddam’in geçmiste yaptigi kötülüklerin filmleri gösterilerek Avrupa medyasinda Irak’a savas açilmasini destekleyen propaganda kampanyasi baslatmalari istendi.
2002 Kasim’inda, yani isgale aylar kala, Londra’da yapilan ve bu sefer Orta Dogu’da yerlesik CIA ajanlarinin çagirildigi toplantida verilen mesaj basitti: “Oyun basladi. Irak’la savasa giriyoruz. Bu konuda baska tartisma istemiyoruz”. Toplantida ayrica nerelere nasil sabotaj yapilacagi da konusuldu.
Oysa o sirada Bush hükümetinin dünya karsisindaki resmi tavri, Irak’la savasin kaçinilmaz olmadigi, diplomatik çözümlere de açik oldugu seklindeydi.
CIA’nin yumusak karni, Irak’ta hemen hemen hiç güvenilir ajanlari bulunmamasiydi. Var olan örgüt Saddam zamaninda çökertilmis, ajanlar desifre olmustu. Clinton döneminde kimse bunu umursamamisti zira Irak ABD’nin öncelikleri arasinda degildi. Kuzeydeki Kürtlerden veya rejimden kaçanlardan baska bilgi kaynagi yoktu.
1990’larda Irak’in silahlanma programlari hakkinda CIA’nin tek kaynagi Birlesmis Milletler müfettisleriydi. 1998’de BM Saddam’la anlasmazliga düsüp müfettislerini Irak’tan çekince CIA yeni kaynak yaratamamisti.
Aslinda Irak’in gerçekten nükleer silahlanma projesi vardi. 1983’de EMIS (elektromanyetik izotop separasyonu) yöntemiyle nasil bomba yapilacagini ögrenmek için Irakli bilim adamlari Amerika’ya giderek halk kütüphanelerinden Manhattan Projesi’nin tasarimlarini elde ettiler. Gerekli tesisleri gizlice insa ettiler. 1980’lerin sonunda nükleer program 8000 kisinin çalistigi ana hedef haline gelmisti. Sekiz separatör kurulmus, ancak zenginlestirilmis uranyum üretimi henüz baslamamisti.
1990’da Saddam’in Kuveyt’i isgali, ölümcül bir hata oldu. Saddam eger nükleer bomba üretimini beklemis olsaydi, Orta Dogu’daki gücünü ve etkisini garantilemis olurdu.
Nükleer program kazara sona erdi. 1991’de, Irak’taki bir hedeften dönmekte olan bir Amerikan uçagi, kalan iki bombayi askeri tesis zannettigi binalarin üzerine birakti. Binalarin uranyum zenginlestirme tesisi oldugu anlasilinca yerle bir edildi. Böylece Irak’in nükleer silahlanma girisimi tamamen akamete ugramisti. Nükleer silahlar bir yana, ambargo yüzünden ordu konvansiyel silahlar için bile yedek parça bulamiyordu. CIA’nin bütün kaynaklari Irak’in nükleer, biyolojik ve kimyasal silah programlarini kesinlikle terk ettigini söylüyordu. Fakat CIA’nin at gözlüklü analistleri bu bulgulari raporlarina koyup Disisleri, Pentagon veya Baskan’a bildirmediler. Aksine, Ekim 2002’de tüm Amerikan istihbarat birimlerinin yayinladigi ortak raporda Irak’in nükleer programa yeniden basladigi yaziliydi.
Bush hükümetinin gündeminde Irak’a saldiri o kadar ön siradaydi ki kitle imha silahlari olmadigini gösteren her türlü bilgi ve kanit aninda hasiralti ediliyordu. Baska amaçla Irak’a gelen alüminyum boru sevkiyati, nükleer programin baslatilmasina kanit olarak gösteriliyordu. Irak’ta iki karavanin biyolojik silah laboratuari oldugu iddiasi da yalandi. Karavanlardan, hava balonlarina hidrojen pompalaniyordu yalnizca.
Clinton döneminde Irak CIA’nin öncelikleri arasinda bile degildi. Iran çok daha ön siralardaydi. Bush’un Irak’a olan ilgisini bilen CIA yetkilileri, kitle imha silahlari bulunmadigini Baskan’a iletmekten israrla kaçiniyorlardi. Baskan gerçegi bilseydi durum farkli mi olurdu yoksa o da göz ardi mi ederdi, bilinmez.
2003 Mart’inda Amerikan birlikleri Irak’i isgale hazir oldugunda artik gerçeklerin hiçbir önemi kalmamisti. Irak hükümeti Amerikalilara arka yollardan, üst üste, ellerinde hiçbir gayri mesru silah bulunmadigina dair umutsuzca mesajlar göndermeyi sürdürüyordu; fakat dinleyen yoktu.
Böylece savas basladi. Isgal, baslangiçta beklenenden de kolay bir zafer oldu zira Irak’in Amerikan birliklerine karsi kullanacagi kimyasal, biyolojik veya nükleer silahi yoktu. Ufak bir dirençle Bagdat düstü. Isgal sonrasinda ise beklenenin çok ötesinde zorluklar çikti ortaya. Ne yazik ki Bush hükümeti ve CIA o kadar politize olmuslardi ki gerçegi bir türlü kabullenemediler.
2003 Sonbaharinda gerçek savas basladi. Isgalin ilk günlerinde Amerikan hedeflerine karsi yürütülen aralikli ve hafif saldirilar yerini iyi silahlanmis, sinirsiz kaynaklara sahip gerilla güçlerine birakti. Isyancilar Amerikalilari ve onlarin kukla hükümetini Irak’tan atmaya kararliydilar.
Durumu gören ve rapor eden CIA yetkilileri bir bir görevlerinden alindilar. Kalanlar da yazmaya korktular. Öyle ki, Saddam’a en yakin kisi, “Kupa Asi” Mahmut El Tikriti yakalandiktan sonra sorgulayicilarina Irak’ta hiç kitle imha silahi bulunmadigini söylediginde de kimse inanmadi.
Isgali takiben Irak’ta Amerika’nin karsisindaki en büyük problem, Bagdat’a girildikten sonrasina yönelik hiç kimsenin bir plani olmamasiydi. Beyaz Saray bir yildir meseleyi inceleyen ve ayrintili plan hazirlayan Disislerini devre disi birakmis, görevi Pentagon’a vermisti. Ancak Pentagon, kaynaklarini savas yerine “devlet insa etme”ye ayirmak istemiyordu.
Baslangiçta Iraklilar kendilerini özgürlüge kavusturduklari için gerçekten Amerikalilara kucak açmislardi. Bush hükümeti bu süreyi dogru kullanabilseydi ülkeye istikrar getirebilirdi. Oysa Pentagon, Irak hükümetinin kilit noktalarindan BAAS Partisi mensuplarini temizleme harekati baslatmakla kalmadi, Irak ordusunu çabucak demobilize etmekle de hatasini katladi.
Eski hükümette ilerlemek için Saddam’in BAAS Partisi üyesi olmak sartti. Bu yüzden BAAS üyelerinin görevden alinmasi, Irak hükümetinin isleyisinden sorumlu kisilerin ortadan çekilmesi demek oldu. Bu arada Irak ordusunun dagitilmasi, yüzbinlerce askerin bes parasiz evlerine dönerek isyanci haline gelmesine yol açti.
Bu iki hareketin birlesimi, Irak’i yüzyillardir yöneten Sünni azinligi çileden çikardi. Yapilacak seçimlerde Sii çogunlugun iktidari ele geçirecegi kesindi. Ayaklanma büyümeye basladi.
Bush hükümeti baslangiçta bu ayaklanma belirtilerini ciddi bir tehdit arz etmeyen, daginik terör olaylari olarak gördü. Saddam yakalandiktan sonra yok olup gideceklerdi. Gerçekte ise ayaklanma karmasik güçlerin birlesimiydi. Aralarinda Ürdünlü terörist Zerkavi’nin önderlik ettigi yabanci mücahitler ve El Kaide sempatizanlari vardi. Isin tuhafi, mücahitler Amerikan isgali öncesinde degil, sonrasinda Irak’i terörist yatagi haline getiriyorlardi.
Ayaklanmalarda çogunluk, eski istihbarat subaylarindan ve Saddam rejiminin diger üyelerinden olusuyordu. Bu kisiler isgal baslamadan önce gerilla savasini planlamislar ve gizli silah depolari ile aralarindaki iletisim sebekesini kurmuslardi. Örnegin savasin hemen öncesinde Dubai’den çok sayida garaj kapisi kumandasi almislardi. Kumandalar yol kenarina konan bombalari tetiklemekte rahatça kullaniliyordu.
Bush hükümeti içinde, ayaklanmanin Sünni öfke ve kirginligiyla körüklenen ulusal bir isyan oldugunu kimse itiraf etmek istemiyordu. Bu onlara siyasi kimlik kazandirmak anlamina gelecekti. Böylece Pentagon savas halinin ana kuralini çigniyordu: “Düsmanini tani”.
Agustos 2003’te BM binasinin bombalanmasi dahil, saldirilarin ve isyancilarin ardi arkasi kesilmedi. Bush hükümetinin olaylara verecek cevabi yoktu. Siyasi nedenlerden dolayi Beyaz Saray CIA’nin kitle imha silahi avini yürütmesini istiyordu. Ancak CIA’nin ve BM silah müfettislerinin bütün aramalarina ragmen Irak’ta kimyasal, biyolojik veya nükleer silah varligina dair hiçbir kanit bulunamadi. Basmüfettis David Kay bunu Ocak 2004’te kamuya açikladi.
Bir baska büyük hata da, yakalanan isyancilarinin sistematik biçimde sorgulanamayisiydi. CIA merkezi, Bagdat istasyonundakilere sorgulamanin Amerikan hukuku dahilinde ancak etkin bir sekilde nasil yapilabilecegi bilgisini vermiyordu. Ebu Garaib hapishanesi olayi patlayincaya kadar da vermemekte direndi.
Bir baska hassas konu da “hayalet tutuklular”di. Tutuklular CIA tarafindan sorgulandiklari sürece askeri hapishanelerin kayitlarinda görünmüyorlardi. Bazi hayalet tutuklular ise sorgulanmak üzere Ürdün, Suudi Arabistan ve Afganistan gibi baska ülkelere götürülüyorlardi. Oysa bu, Cenevre konvansiyonunun ihlali demekti.
Neticede Amerika muhabereyi kazanmis ama savasi kazanamamisti. Irak’i istikrara kavusturma sansini yok etmisti. 2005’e gelindiginde ayaklanma daha da kötülesti, Amerikan kayiplari artti. Siilerin ve Kürtlerin agirlikta oldugu siyasi süreçten Sünniler uzakta tutuldular. Irak, Islamci radikallerin miknatisi oldu. Böylece Irak ve El Kaide arasindaki baglanti nihayet tamamlanmisti.
AFGANISTAN
El Kaide’nin isini bitirmeden Irak’in isgal edilmesi, Bush’un baskan olarak verdigi en talihsiz karardi. Usame Bin Ladin’in Pakistan’in kanunsuz sinirlarinda bir yerlerde serbestçe dolamasi bir yana, Afganistan afyon üretimini korkunç boyutlara tasiyarak narko-devlet olmustu. Irak’taki durum git gide kötülesirken Beyaz Saray’in en son istedigi sey Afgan uyusturucu baronlarini karsisina almakti.
Oysa afyon üretim yerleri adeta kasaba büyüklügündeydi ve CIA tarafindan biliniyordu. Ingilizlerin bütün israrlarina ragmen buralari bombalamamisti. Taliban zamaninda 74 ton olan afyon üretimi Amerikan isgalinden sonra füze gibi firlayarak dünya üretiminin %87’sine ulasti. 2004’te 206.000 hektarda yedi milyar dolarlik üretim yapildi.
Yillardir, Latin Amerika’dan kokain kaçakçiliginda CIA’nin rolü olduguna dair komplo teorileri ortalarda dolasip durmaktadir. Simdi de Afganistan’da eroin ticareti öylesine yaygindir ki gelecekte, CIA’nin Amerikan ordusunun ve geri kalan Bush hükümeti yetkililerinin bu ticaretteki rolleri sorgulanacaktir. Zira uyusturucu sevkiyati neredeyse askerlerin gözü önünde yürütülmektedir.
CIA analizleri, uyusturucu trafiginden elde edilen karlarin bir kisminin El Kaide kökenli Özbekistan Islami Hareketi, Hizbislami ve El Kaide gibi terör örgütlerine yöneldigini ortaya koymustur.
Buna ragmen uyusturucu kaçakligi ile terörizm arasindaki açik seçik baglantiyi CIA görmezden gelmektedir. Kaçakçiligi önlemek için kurulan savas komitesinin çalismalari Rumsfeld tarafindan engellenmisti.
Uyusturucu parasiyla beslenen Afgan ayaklanmasi 2005 yazinda yogunlasarak 4 yil önceki Amerikan isgalinden sonraki en üst seviyesine çikti. Taliban, El Kaide ve digerlerinden olusan isyancilar sasilacak derecede iyi silahlara ve donanima sahipti. Bush hükümetinin Afganistan’da satin aldigi istikrar görüntüsünün bedeli, Avrupa ve Amerika’yi kasip kavuran milyarlarca dolarlik eroin olmustu.
2005’te Afganistan’da uyusturucuyla körüklenen siddet kötülestikçe ve ölen Amerikalilarin sayisi arttikça görülüyordu ki 11 Eylül’ün üzerinden dört yil geçmis olmasina ragmen Afganistan’da Amerikan ordusu global terörle degil, Karzai hükümetinin istikrarini saglamakla ugrasiyordu. Daha da kötüsü, Amerika’nin orada bulunmasinin asli sebebi olan Usame bin Ladin avi fena halde sekteye ugramisti. Ama hiç kimse bundan söz etmiyordu. Amerika Afganistan ve Irak’a onbinlerce asker göndermisti fakat bin Ladin bu iki ülkede de yoktu. Dünyanin en fazla aranan adami sinirin öte tarafinda güvenlik içinde oturarak Batiya tekrar en iyi nasil saldirabilecegini düsünüyordu. Amerika New York ve Washington saldirilarinin hemen akabinde El Kaide ajanlarinin üçte ikisini yakalamis veya öldürmüs fakat El Kaide’nin kökünü kazimayi becerememisti.
Bu beceriksizlik yüzünden El Kaide 11 Eylül öncesine göre daha da güçlü ve tehlikeli hale gelmis, Islami terörizmin Nike’i gibi global bir marka olmustu. Bin Ladin’i örnek alan Avrupa, Asya ve Amerika’daki teröristler kendilerine El Kaide adini takiyorlardi. Afgan hükümetinin sagladigi siginagi kaybedince el Kaide desantralize olmus, fast food zinciri gibi her tarafa yayilmislardi. El Kaide adina hareket ediyorlar, fakat emirleri dogrudan bin Ladin’den almiyorlardi.
Bu yeni, yatay biçimde yapilanmis el Kaide daha az sofistike fakat ayni ölçüde ölümcüldür. 2004’te Madrid’e, 2005’te Londra’ya yapilan kanli saldirilar 11 Eylül sonrasi terörünün de yüzünü ortaya çikarmistir: küçük yerel hücrelerin kolay ulasilabilir sivil hedeflere yönelttigi basit, orta büyüklükte saldirilar.
Bir bakima bu yeni tarz, Amerika’nin anti terör çabalarinin bir zaferidir. Artik el Kaide’nin yeni bir 11 Eylül yaratacak gücü kalmamistir. Araba bombalamak, otobüs ve trenlere küçük bombalar koymak gibi konvansiyonel yöntemlere dönmüstür.
SUUDI ARABISTAN
Amerika’nin Suudi Arabistan enerjisine bagimliligi ile Suudi petrolünden gelen para ve güç, amerikan siyasetine Israil kadar kendi damgasini vurmaktadir. Washington’da o kadar çok sayida kisi –avukatlar, lobiciler, silah tüccarlari – Suudi parasina bagimlidirlar ki Islami terör ile Suudi baglantisi görmezden gelinmekte veya üstü örtülmektedir.
11 Eylül olayinda binlerce Amerikaliyi öldüren 19 eskiyanin 15’i Suudi Arabistan’dandi. Onlari bu intihar eylemine sürükleyen, Suudi Arabistan’in en zengin ailelerinden birinin ogluydu. Daha da kötüsü, saldiriyi Suudi Arabistanli din adamlari ve yobazlari övüyor, Usame’ye kahraman gözüyle bakiyorlardi.
Bütün bu olumsuzluklara ragmen Suudiler krizi basariyla yöneterek Amerikalilarin çogunu, Suudi radikallerin yaptiklari ile Suudi hükümetinin politikalarinin ayni sey olmadigina ikna ettiler. 11 Eylül olayindan hemen sonra Bin Ladin ailesinin üyeleri ile diger taninmis Suudi vatandaslarinin Amerika’dan özel uçaklarla, hem de FBI’in yardimiyla ayrilmasina göz yumuldu. Oysa pekala bazilarinin saldiri hakkinda bilgisine basvurulabilirdi.
Gerçekten de, diger Arap devletleri gibi Suudi liderler de on yillardir Islami terörizmi görmezden geliyorlar böylece hiç kimseyi kizdirmadan statükoyu koruyacaklarini umuyorlardi. Ancak Mayis 2003’te Suudi Arabistan’in içinde de terör dalgasi baslayinca Suudiler nihayet El Kaide’nin ayni zamanda kendilerinin de düsmani oldugunu fark ettiler. Fakat bu arada El Kaide iyice güçlenmisti.
IRAN
CIA, 2000 yilinda, dünyanin en tehlikeli rejimlerinden birisinin nükleer silahlanmasina yardimci olabilecek bir senaryoyu sahneye koydu.
MERLIN adi verilen bu operasyonla, hesapça Iran’in silahlanma uzmanlari yanlis yönlendirilerek Tahran’in nükleer programi sekteye ugratilacakti. Bu amaçla, Rusya’nin Nükleer silahlanma Merkezi Sarov’dan ayrilarak Amerika’ya göç etmis bir nükleer silah uzmaninin eline bomba çizimleri verildi ve bunlari sanki kendisi kaçirmis gibi Iranlilara teslim etmesi istendi. Çizimlerde kasitli konmus ufak yanlislar ve eksikler vardi. Iran güya bu çizimleri inceledikten sonra ise yarar oldugunu düsünecek ve hatali tasarima dayanarak atom bombasi yapacakti. Ancak bombayi patlatmaya kalkistiginda karsilarinda nükleer mantar bulutu yerine tiss sesi çikanca hayalleri suya düsecekti. Böylece Iran’in nükleer programi birkaç yil gerilerken CIA de programin ilerleme derecesi hakkinda bilgi sahibi olacakti.
Oysa Iran 20 yildir nükleer silah gelistirmek için ugrasmaktaydi. Bu süreçte, nükleer çizimlerdeki hatalari görebilecek düzeyde bilgi sahibi bilim insanlari yetistirmisti. Ayrica Rus ve Çinli uzmanlarla da çalisiyordu. Dolayisiyla MERLIN operasyonunda gönderilen çizimlerdeki hatalari fark edip ayiklamis olmalari ve çizimlerin dogru taraflarindan yararlanmis olmalari pekala mümkündür. Sonucun ne oldugunu henüz kimse bilmiyor.
Aslinda 11 Eylül’ü takiben Iran ile Amerika arasinda el altindan yürütülen temaslarda Bush hükümeti Sii Iran’in Sünni Taliban’dan nefret ettigini ve Amerika’nin Afganistan isgalini destekledigini ögrenmisti. Iran bu destegi açikça söylemese bile, kendi bölgesine düsen pilotlari kurtarma operasyonlarina izin verecegini ilan etmisti. Hatta Afganistan’dan Iran’a kaçan 290 El Kaide militanini Amerika’yla isbirligi yapan bazi üçüncü ülkelere teslim etmisti.
2003’te Irak’in isgali Tahran’i ikilemde birakmisti. Iranlilar bir taraftan eski düsmanlari Saddam’dan kurtulacaklarina sevinirken, diger taraftan da sinirlarinin iki tarafindaki Amerikan askerlerinin varligindan endise duyuyorlardi.
Mayis 2003’de, Bagdat’in düsmesinden bir ay sonra, Iran bir kez daha Amerika ile temasa geçerek ellerinde bulunan, Usame’nin oglu Saad Bin Ladin’in de aralarinda oldugu üst düzey el Kaide liderlerini teslim etmeyi teklif ettiler. Karsiliginda, Saddam’in destekleyip Irak’ta barindirdigi Iranli terör örgütü Mücahid-i Halk (MEK)’in
 üyelerini istiyorlardi. MEK, Saddam’in bir kuklasi olarak Irak’taki siginagindan Iran içinde suikastlar ve sabotajlar düzenliyordu. Amerikan Disisleri MEK’i yabanci terörist gruplar listesine almisti.
Bagdat düstükten sonra Amerikan ordusu MEK’in binlerce savasaninin silahlarina, iki bin tankina, toplarina, zirhli personel araçlarina el koymustu.
Iran’in bu makul teklifi ne yazik ki ilgi görmedi. Pentagon’daki kafatasçilar Iran’la her türlü anlasma girisimini önlediler. Savunma Bakani Rumsfeld ve Yardimcisi Wolfowitz, Iran’la yapilacak bir savasta MEK’ten yararlanabileceklerini düsünüyorlardi. CIA ve Disisleri yetkilileri Pentagon’un nasil olup da MEK’le anlasma yapma niyetini açik açik ilan ettigine sasirmislardi.
Sonuçta Amerika, Usame’nin oglu da dahil tepe noktalardaki el Kaide militanlarini ele geçirme firsatini tepmis oldu. MEK’in siyasi kanadi Iran Ulusal Direnis Konseyi, Batinin dikkatine çekmeyi biliyor: Kendilerine Irak savasi öncesinde Ahmet Çelebi’nin önderlik ettigi Irakli sürgün grubunu örnek alarak Amerikan basininda Iran’in nükleer silahlari ve balistik füze programlari hakkinda yazilar çikmasini, böylece Amerika’nin Iran’a karsi sertlesmesini sagliyorlar.
SON SÖZ
2005 Yazi sonunda CIA Genel Müdürü Porter Goss kurum analistlerinden, gerçegi bütün çiplakligiyla ortaya koyan bir brifing aldi: Amerika, Irak savasini kaybediyordu. Simdiye kadar üstü örtülmeye çalisilan bu gerçegi artik saklamaya imkan yoktu. Zira bütün Amerikalilar Irak misyonunun basarisizliginin farkina varmislardi. 2005 Sonbaharinda Irak’taki Amerikan kayiplarinin sayisi 2000’i asarken, Bush hükümeti hala Irak’taki kargasayi bastiracak bir stratejiden yoksundu. Politikasini hakli göstermek için Bush, El Kaide ile savasi Irak’in isgali nedeni olarak göstermeye devam ediyordu.
Sezar’in hakkini vermek gerekirse CIA 2005’te, Bush’un terörle global mücadelede Irak’in isgalinin vazgeçilmez bir adim oldugu yolundaki iddiasini kesinlikle çürüten bir rapor yayinladi. Raporda CIA analistleri, terörizme darbe vurmak bir yana, savasin Irak’i teröristler için kanli bir yuva haline getirdigini, El Kaide’nin Irak’ta yepyeni bir canlanmanin keyfini sürdügünü söylüyorlardi. Irak’ta isgalden önce bu kosullar mevcut degildi. Bush’un politikalari tam anlamiyla ters tepmisti. Önde gelen gazetelerin bir yildir söyledigini CIA nihayet açikça ilan ediyordu. Fakat artik hiç kimse kuruma veya analistlerine kulak vermiyordu. Zira CIA o kadar fazla hata yapmisti ve Bush hükümetince öylesine politize edilmisti ki bütün itibarini ve inanilirligini yitirmisti. CIA’nin bagimsizligi gitmis, bütün istihbarat Pentagon’un yörüngesine girmisti.
Oysa bir zamanlar CIA Amerikan istihbaratinin hakim gücüydü. Harry Truman ve Kongre 1947 yilinda Milli Güvenlik Yasasi altinda CIA’yi kurduklarinda amaçlari istihbarat servisinin ordudan bagimsiz bir sisteme yerlestirmekti. Böylece askeri güç kontrol altinda tutulabilecekti. Aksi takdirde istihbarat Genelkurmay’in arzularini destekleme egilimine girecekti. Rumsfeld’in iktidar hirsi bu amaca taban tabana zitti.
Bush döneminin en kalici ve en zararli mirasina damgasini vurdu: Amerikan istihbaratini militarize etti.
Bush döneminde CIA zaafa ugratilirken, kurumun en has düsmanlari olan neo-con’larin da son zamanda süngüsü düstü; neo-con’larin gündeminin merkezini olusturan Irak 2005 sonuna gelindiginde kendi siyasi ihtiraslarinin da mezari olmustu.
Baskan Yardimcisi Cheney’nin basi çektigi, Rumsfeld’in güç verdigi ve Danisman Richard Perle ile Wolfowitz’in destekledigi neo-con’lar Irak savasini iteklemisler ve Amerikan ordusunun gücünü kullanarak Orta Dogu’yu yeniden yaratmaya kalkismislardir. Bush’un ilk döneminde Disisleri’ni ve CIA’yi devre disi birakarak Pentagon’u politikalarinin merkezi yapmislardir.
Neo-con’larin böylesine güç kazanmasi Bush hükümetindeki en sasirtici gelisme olmus ve ilimli Cumhuriyetçileri üzüntüye gark etmistir. Oysa Muhafazakar Reagan’in ve baba Bush’un dönemlerinde dahi Perle, Wolfowitz ve yandaslari siyasetin kiyisinda tutulmuslardi.
Neyse ki 2005’in sonuna gelindiginde neo-con’larin mumu parlakligini kaybetti. Anketler, Amerikan halkinin çogunlugunun Irak savasinin aleyhine döndügünü gösterince neo-conlar ve onlari destekleyen sagcilar birer birer kabuklarina çekildiler.
Neticede medyanin araliksiz yayinlarina, kongrenin ve bagimsiz kurumlarin yogun arastirmalarina ragmen George W. Bush iktidarinin altinda yatan gizli bir tarih vardir.
Bu açiklanmamis tarihin içinde yurtiçi casusluk, güç istismari ve akil almaz operasyonlar vardir. Yakalandigi siyasi çapraz atese karsi koyamayan bir CIA vardir. Baskomutanin arzusu hilafina dis politika belirleyen bir Savunma Bakanligi vardir. Iskence gibi konulardan üst düzey yardimcilarinin haberi oldugu halde kendisine bilgi verilmeyen bir baskan vardir. Yasalara aykiri oldugu halde kendi halkina karsi casusluk yapan bir Milli Güvenlik Teskilati vardir.
Hayaller zor ölür fakat Bush hükümetinin hayalleri ölmüs ve Felluce, Ramadi ve Telafer gibi yerlerde gömülmüstür.
 

Benzer Kitaplar