CIA ve
Bush Hükümetinin Gizli Tarihçesi
Baskan George W. Bush,
telefonu öfkeyle kapatarak babasi eski baskan George Herbert Walker’la aralarindaki
gergin konusmaya
son verdi.
Yil 2003’tü. Amerika’nin kirkbirinci ile kirküçüncü
baskanlari arasindaki münakasa, baba ile ogul arasinda uzun süredir devam eden sürtüsmenin doruk noktasiydi. Baba Bush oglunun yönetim
tarzindan memnuniyetsizligini dile getiriyordu. Savunma Bakani Donald
Rumsfeld ve yandasi yeni muhafazakar (neo-convervative veya kisaca
neo-con) ideologlarin dis politikayi etkilemelerine izin verdigi ve Disisleri Bakani
Colin Powell gibi ilimlilarin tavsiyelerini kulak arkasi ettigi için ogluna kiziyordu. Baska bir deyisle, George Bush’un kendi babasi halkin endiselerini paylasiyordu.
Baba-ogul münakasasi, baskan Bush’un Amerikan dis politikasinin merkezci geleneklerinden ne kadar saptiginin bir göstergesiydi. Ikinci Dünya
Savasi’ndan bu yana dis politika ve milli güvenlik, Amerika Baskanlarinin tedbirli pragmatizmle yaklastigi alanlar olmustu. Savas ve baris meselelerinde
hem liberal Demokratlar, hem de muhafazakar Cumhuriyetçiler, politik veya
ideolojik nedenlerle ani ve hesapsiz kitapsiz eylemlerin ne kadar tehlikeli
olabileceginin farkindaydilar. Amerika’nin dünyadaki
konumuna iliskin kati tutumlariyla taninan Reagan ve Kennedy
bile Amerikan askerlerine zarar verecek bir eyleme kalkismadan önce sükunetle ve enine boyuna konunun muhasebesini yaparlardi.
Baba Bush bu
gelenekle büyümüs
ve baskan olarak da benimsemisti. 1991’de Irak Savasi’ni baslatmasi ancak Irak Kuveyt’e
girdikten ve uluslararasi koalisyonun genis destegini sagladiktan sonra olmustu. Savasin tek amaci olan Kuveyt’in
kurtarilmasini takiben Amerikan askerlerini durdurmus, Saddam’i devirmek üzere
Bagdat’a yürümemisti.
Ogul Bush’u seçmenler babasi
gibi davranacagina
inandiklari için baskan
seçmislerdi. Bush Ekim 2000’de
yaptigi bir kampanya konusmasinda “alçakgönüllü” bir
dis politika izlemeyi planladigini söyleyerek bu inanci
güçlendirmisti.
“Biz küstah bir devlet olursak bize tepki duyarlar, alçakgönüllü ama güçlü bir
devlet olursak bize kucak açarlar” demisti.
Fakat 11 Eylül’den
sonra George W. Bush babasiyla yollarini ayirmistir. Bu kararin dogurdugu sonuçlar hala hayatimizi
etkilemektedir. Amerikan devleti içinde dengeler altüst olmus, özel hayat casuslugu baslamis, Afganistan bir
narko-devlete dönüsmüs, Irak tam bir kaosa girmistir.
George W. Bush döneminde
Amerikan milli güvenliginde
iki tür sorun ortaya çikti. Birincisi, Bush’un birçok yeni operasyonu kimseye
danismadan onaylamasi, ikincisi
de, açikça emir vermese bile gönderdigi sinyalleri etrafindakilerin algilayip hemen uygulamaya
koymasiydi. Böylece karar verme sürecine kisa devre yaptiriliyor, Milli
Güvenlik bürokrasisi zaafa ugratiliyordu.
Irak savasiyla
doruga tirmanan bu durum
Savunma Bakanligi’ni
CIA ile birbirine düsürdü.
Bush hükümetinin ilk
birkaç yilinda Savunma Bakanligi
ile CIA iliskileri
yolundaydi. Daha sonra Baskan
Yardimcisi Dick Cheney ile Savunma Bakani Rumsfeld bütün karar mekanizmasini
ele geçirdiler. Böylece tarihte ilk kez Pentagon Amerikan dis politikasinin agirlik merkezi oldu.
Normal kosullarda
herhangi bir yeni inisiyatif Milli Güvenlik çarklarinda uzun süre dolasir, kurum içi veya kurumlararasi komitelerde görüsülür, ödünler verilip alinir, keskin kenarlar törpülenirdi. Baskanin önüne gelene kadar hemen hemen konsensüs olusurdu. 11 Eylül öncesinde El Kaide ile nasil basa çikilacagi yolundaki öneriler bürokrasi girdabinda bu
yüzden kaynayip gitmisti. Ancak bu yavas sürecin bir faydasi vardi: aptalca, tehlikeli, etik veya ahlaki
olmayan, kisacasi insanlarin ölmesine yol açabilecek veya savas baslatabilecek fikirler elenmis oluyordu.
11 Eylül’den sonra, agir isleyen bürokrasinin ortak
karar alma mekanizmasi yerini baskan ve yanindaki birkaç kisinin – Don Rumsfeld, Colin
Powell, Condi Rice vb – kapali kapilar ardinda, kriz atmosferinde jet hiziyla
alindigi
kararlara birakti.
Rumsfeld, devletin CIA disindaki bütün istihbarat birimlerini Pentagon’a bagladi. Üstelik operasyonlarin Afganistan veya Irak gibi çarpisma bölgeleriyle sinirli kalmasi gerekmiyordu. Pentagon, istedigi her yerde serbestçe operasyon yapabilecek gizli timler olusturmaliydi. Rumsfeld, terörizmle savasta tüm dünyanin çarpisma bölgesi oldugunu, tehditkar olmayan, barisçil
ülkelerdeki gizli Amerikan faaliyetlerinin “çarpismaya hazirlik” olarak hakli gösterilebilecegini düsünüyordu. CIA’nin gizli operasyonlarinin
aksine, Rumsfeld’in yeni “derin devlet timleri” baskanin açik yetkilendirmesine ve kongreye bilgi verilmesine bagimli degildi. Rumsfeld, Pentagon’un devasa kara
bütçesinin derinliklerine gömülü kendi özel casusluk teskilatini kurmustu. Çok geçmeden, büyükelçiler ve CIA istasyon sefleri Afrika’da veya diger üçüncü
dünya ülkelerinde örtülü askeri timlerin operasyon yaptigini ve kendilerinin bu operasyonlardan çogunlukla kazara haberdar olduklarini bildirmeye basladilar.
11 Eylül sonrasinda
Rumsfeld, Savunma Bakan Yardimcisi Wolfowitz ve Pentagon’daki diger neo-con’lar Dick Cheney
ile birlesip,
CIA’yi Irak meselesinde sikistirmaya
basladilar. Oysa CIA bütün
vaktini ve enerjisini Usame Bin Ladin’e ayiriyordu. Irak CIA’nin gündeminde
bile yoktu. CIA’nin gözünde Hizbullah gibi terör örgütleriyle yakin iliskisi ve nükleer silah
programi dolayisiyla Iran
daha büyük tehditti.
CIA’nin Irak’i ve Saddam
Hüseyin’i bir tehdit olarak görmemesi neo-con’lari çileden çikariyordu. Onlara
göre 11 Eylül ile Bagdat’i
iliskilendirmek, Irak’a savas açma firsati doguracakti.
Oysa CIA El Kaide hakkinda
muazzam bilgiye sahip oldugu
halde 11 Eylül ve El Kaide ile Saddam arasinda direkt bilgiyi gösteren hiçbir
kanit bulunmuyordu elinde. Ama bu cevap Wolfowitz ve yandaslarini tatmin etmeye
yetmiyordu. 11 Eylül’ü takiben CIA analistlerinin El Kaide
hakkindaki verdigi
brifingi dinleyen Wolfowitz, Irak’in isin içinde olmadigini ögrendiginde öfkelenmis, CIA’nin küstah, hain bir kurum oldugunu söylemisti.
Wolfowitz’in CIA’ye
güvenememesinde Israil
istihbaratinin da rolü vardi. Israil
istihbarat elemanlari sik sik Washington’a rapor veriyorlar, ancak Mossad’in
Arap dünyasina önyargili yaklasimini
bilen CIA’ciler bilgilerin çogunu
eliyordu. Bu da Wolfowitz’i çileden çikariyordu.
Aslinda Wolfowitz baba Bush’un
ilk körfez savasinda
Saddam’i devirmemis
olmasini hazmedemiyordu. Bu öfkesi daha sonra saplanti haline dönüstü. Anti-terör Degerlendirme Grubu adinda
özel bir istihbarat birimi kurup Irak ile El Kaide arasindaki bagi arastirmaya basladi.
Bush hükümetinin Saddam’i
devirmek için baskilari artinca bazi CIA elemanlari CIA Baskani Tenet’e giderek, Irak’a
savas açmanin terörle
mücadeleyi zaafa ugratacagi yolundaki kaygilarini
dile getirdiler. Kurumun ayni anda hem Afganistan, hem de Irak’la ugrasmasi, dikkatini ve
kaynaklarini dagitacakti.
Ancak Irak’in isgaline
karsi çikanlar bir bir
görevlerinden alinip devre disi
birakildilar.
Daha gerilere gidersek, Nisan 2002’de – Irak’in
isgalinden neredeyse bir yil önce – Avrupa’daki
bütün CIA görevlileri Roma’da bir toplantiya çagirilmisti. Toplanti’da kendilerine, ilk seçildigi günden beri Irak’in Bush’un gündeminde oldugu, 11 Eylül’ün bu isgali sadece geciktirdigi, Bush’un “kinetik enerji” ile (yani bombalarla) Irak’taki iktidari
devirmeye kararli oldugu söylendi. Saddam’in geçmiste yaptigi kötülüklerin filmleri gösterilerek Avrupa
medyasinda Irak’a savas açilmasini destekleyen propaganda kampanyasi
baslatmalari istendi.
2002 Kasim’inda, yani isgale aylar kala, Londra’da
yapilan ve bu sefer Orta Dogu’da
yerlesik CIA ajanlarinin çagirildigi toplantida verilen mesaj
basitti: “Oyun basladi.
Irak’la savasa
giriyoruz. Bu konuda baska
tartisma istemiyoruz”. Toplantida
ayrica nerelere nasil sabotaj yapilacagi da konusuldu.
Oysa o sirada
Bush hükümetinin dünya karsisindaki
resmi tavri, Irak’la savasin
kaçinilmaz olmadigi,
diplomatik çözümlere de açik oldugu seklindeydi.
CIA’nin yumusak karni, Irak’ta hemen
hemen hiç güvenilir ajanlari bulunmamasiydi. Var olan örgüt Saddam zamaninda
çökertilmis,
ajanlar desifre
olmustu. Clinton döneminde
kimse bunu umursamamisti
zira Irak ABD’nin öncelikleri arasinda degildi. Kuzeydeki Kürtlerden veya rejimden
kaçanlardan baska
bilgi kaynagi
yoktu.
1990’larda Irak’in
silahlanma programlari hakkinda CIA’nin tek kaynagi Birlesmis Milletler müfettisleriydi. 1998’de BM Saddam’la
anlasmazliga düsüp müfettislerini Irak’tan çekince
CIA yeni kaynak yaratamamisti.
Aslinda Irak’in gerçekten
nükleer silahlanma projesi vardi. 1983’de EMIS (elektromanyetik izotop
separasyonu) yöntemiyle nasil bomba yapilacagini ögrenmek için Irakli bilim adamlari Amerika’ya
giderek halk kütüphanelerinden Manhattan Projesi’nin tasarimlarini
elde ettiler. Gerekli tesisleri gizlice insa ettiler. 1980’lerin sonunda nükleer program
8000 kisinin
çalistigi ana hedef haline gelmisti. Sekiz separatör
kurulmus,
ancak zenginlestirilmis uranyum üretimi henüz baslamamisti.
1990’da Saddam’in
Kuveyt’i isgali,
ölümcül bir hata oldu. Saddam eger
nükleer bomba üretimini beklemis
olsaydi, Orta Dogu’daki
gücünü ve etkisini garantilemis
olurdu.
Nükleer program kazara sona erdi. 1991’de, Irak’taki
bir hedeften dönmekte olan bir Amerikan uçagi, kalan iki
bombayi askeri tesis zannettigi binalarin üzerine birakti. Binalarin uranyum
zenginlestirme tesisi oldugu anlasilinca yerle bir edildi. Böylece Irak’in
nükleer silahlanma girisimi tamamen akamete ugramisti. Nükleer silahlar bir yana, ambargo yüzünden
ordu konvansiyel silahlar için bile yedek parça bulamiyordu. CIA’nin bütün
kaynaklari Irak’in nükleer, biyolojik ve kimyasal silah programlarini
kesinlikle terk ettigini söylüyordu. Fakat CIA’nin at gözlüklü
analistleri bu bulgulari raporlarina koyup Disisleri, Pentagon veya Baskan’a bildirmediler. Aksine, Ekim 2002’de tüm Amerikan istihbarat
birimlerinin yayinladigi ortak raporda Irak’in nükleer programa
yeniden basladigi yaziliydi.
Bush
hükümetinin gündeminde Irak’a saldiri o kadar ön siradaydi ki kitle imha
silahlari olmadigini
gösteren her türlü bilgi ve kanit aninda hasiralti ediliyordu. Baska amaçla Irak’a gelen
alüminyum boru sevkiyati, nükleer programin baslatilmasina kanit olarak gösteriliyordu. Irak’ta
iki karavanin biyolojik silah laboratuari oldugu iddiasi da yalandi. Karavanlardan, hava
balonlarina hidrojen pompalaniyordu yalnizca.
Clinton döneminde Irak CIA’nin
öncelikleri arasinda bile degildi.
Iran çok daha ön siralardaydi.
Bush’un Irak’a olan ilgisini bilen CIA yetkilileri, kitle imha silahlari
bulunmadigini
Baskan’a iletmekten israrla
kaçiniyorlardi. Baskan
gerçegi bilseydi durum farkli mi
olurdu yoksa o da göz ardi mi ederdi, bilinmez.
2003 Mart’inda Amerikan
birlikleri Irak’i isgale
hazir oldugunda
artik gerçeklerin hiçbir önemi kalmamisti. Irak hükümeti Amerikalilara arka yollardan,
üst üste, ellerinde hiçbir gayri mesru silah bulunmadigina dair umutsuzca
mesajlar göndermeyi sürdürüyordu; fakat dinleyen yoktu.
Böylece savas basladi. Isgal, baslangiçta beklenenden de
kolay bir zafer oldu zira Irak’in Amerikan birliklerine karsi kullanacagi kimyasal, biyolojik veya
nükleer silahi yoktu. Ufak bir dirençle Bagdat düstü. Isgal sonrasinda ise beklenenin çok ötesinde
zorluklar çikti ortaya. Ne yazik ki Bush hükümeti ve CIA o kadar politize olmuslardi ki gerçegi bir türlü
kabullenemediler.
2003 Sonbaharinda gerçek
savas basladi. Isgalin ilk günlerinde Amerikan
hedeflerine karsi
yürütülen aralikli ve hafif saldirilar yerini iyi silahlanmis, sinirsiz kaynaklara
sahip gerilla güçlerine birakti. Isyancilar Amerikalilari ve onlarin kukla
hükümetini Irak’tan atmaya kararliydilar.
Durumu gören ve rapor eden
CIA yetkilileri bir bir görevlerinden alindilar. Kalanlar da yazmaya korktular.
Öyle ki, Saddam’a en yakin kisi,
“Kupa Asi” Mahmut El Tikriti yakalandiktan sonra sorgulayicilarina Irak’ta
hiç kitle imha silahi bulunmadigini
söylediginde
de kimse inanmadi.
Isgali takiben Irak’ta
Amerika’nin karsisindaki
en büyük problem, Bagdat’a
girildikten sonrasina yönelik hiç kimsenin bir plani olmamasiydi. Beyaz Saray
bir yildir meseleyi inceleyen ve ayrintili plan hazirlayan Disislerini devre disi birakmis, görevi Pentagon’a vermisti. Ancak Pentagon,
kaynaklarini savas
yerine “devlet insa
etme”ye ayirmak istemiyordu.
Baslangiçta Iraklilar
kendilerini özgürlüge
kavusturduklari için gerçekten
Amerikalilara kucak açmislardi.
Bush hükümeti bu süreyi dogru
kullanabilseydi ülkeye istikrar getirebilirdi. Oysa Pentagon, Irak hükümetinin
kilit noktalarindan BAAS Partisi mensuplarini temizleme harekati baslatmakla kalmadi, Irak
ordusunu çabucak demobilize etmekle de hatasini katladi.
Eski hükümette
ilerlemek için Saddam’in BAAS Partisi üyesi olmak sartti. Bu yüzden BAAS
üyelerinin görevden alinmasi, Irak hükümetinin isleyisinden sorumlu kisilerin ortadan çekilmesi demek oldu. Bu arada
Irak ordusunun dagitilmasi,
yüzbinlerce askerin bes
parasiz evlerine dönerek isyanci haline gelmesine yol açti.
Bu iki
hareketin birlesimi,
Irak’i yüzyillardir yöneten Sünni azinligi çileden çikardi. Yapilacak seçimlerde Sii çogunlugun iktidari ele geçirecegi kesindi. Ayaklanma
büyümeye basladi.
Bush hükümeti baslangiçta bu ayaklanma
belirtilerini ciddi bir tehdit arz etmeyen, daginik terör olaylari olarak gördü. Saddam
yakalandiktan sonra yok olup gideceklerdi. Gerçekte ise ayaklanma karmasik güçlerin birlesimiydi. Aralarinda Ürdünlü
terörist Zerkavi’nin önderlik ettigi yabanci mücahitler ve El Kaide sempatizanlari
vardi. Isin
tuhafi, mücahitler Amerikan isgali
öncesinde degil,
sonrasinda Irak’i terörist yatagi
haline getiriyorlardi.
Ayaklanmalarda
çogunluk, eski istihbarat
subaylarindan ve Saddam rejiminin diger üyelerinden olusuyordu. Bu kisiler isgal baslamadan önce gerilla savasini planlamislar ve gizli silah depolari
ile aralarindaki iletisim
sebekesini kurmuslardi. Örnegin savasin hemen öncesinde Dubai’den
çok sayida garaj kapisi kumandasi almislardi. Kumandalar yol kenarina konan bombalari
tetiklemekte rahatça kullaniliyordu.
Bush hükümeti
içinde, ayaklanmanin Sünni öfke ve kirginligiyla körüklenen ulusal bir isyan oldugunu kimse itiraf etmek
istemiyordu. Bu onlara siyasi kimlik kazandirmak anlamina gelecekti. Böylece
Pentagon savas
halinin ana kuralini çigniyordu:
“Düsmanini tani”.
Agustos 2003’te BM binasinin
bombalanmasi dahil, saldirilarin ve isyancilarin ardi arkasi kesilmedi. Bush
hükümetinin olaylara verecek cevabi yoktu. Siyasi nedenlerden dolayi Beyaz Saray
CIA’nin kitle imha silahi avini yürütmesini istiyordu. Ancak CIA’nin ve BM
silah müfettislerinin
bütün aramalarina ragmen
Irak’ta kimyasal, biyolojik veya nükleer silah varligina dair hiçbir kanit
bulunamadi. Basmüfettis David Kay bunu Ocak 2004’te
kamuya açikladi.
Bir baska büyük hata da, yakalanan isyancilarinin
sistematik biçimde sorgulanamayisiydi. CIA merkezi, Bagdat istasyonundakilere
sorgulamanin Amerikan hukuku dahilinde ancak etkin bir sekilde nasil yapilabilecegi bilgisini vermiyordu.
Ebu Garaib hapishanesi olayi patlayincaya kadar da vermemekte direndi.
Bir baska hassas konu da “hayalet
tutuklular”di. Tutuklular CIA tarafindan sorgulandiklari sürece askeri
hapishanelerin kayitlarinda görünmüyorlardi. Bazi hayalet tutuklular ise
sorgulanmak üzere Ürdün, Suudi Arabistan ve Afganistan gibi baska ülkelere
götürülüyorlardi. Oysa bu, Cenevre konvansiyonunun ihlali demekti.
Neticede Amerika
muhabereyi kazanmis
ama savasi
kazanamamisti.
Irak’i istikrara kavusturma
sansini yok etmisti. 2005’e gelindiginde ayaklanma daha da
kötülesti,
Amerikan kayiplari artti. Siilerin
ve Kürtlerin agirlikta
oldugu siyasi süreçten Sünniler
uzakta tutuldular. Irak, Islamci
radikallerin miknatisi oldu. Böylece Irak ve El Kaide arasindaki baglanti nihayet tamamlanmisti.
AFGANISTAN
El Kaide’nin isini bitirmeden Irak’in isgal edilmesi, Bush’un baskan olarak verdigi en talihsiz karardi.
Usame Bin Ladin’in Pakistan’in kanunsuz sinirlarinda bir yerlerde serbestçe
dolamasi bir yana, Afganistan afyon üretimini korkunç boyutlara tasiyarak narko-devlet olmustu. Irak’taki durum git
gide kötülesirken
Beyaz Saray’in en son istedigi
sey Afgan uyusturucu baronlarini karsisina almakti.
Oysa afyon üretim yerleri
adeta kasaba büyüklügündeydi
ve CIA tarafindan biliniyordu. Ingilizlerin
bütün israrlarina ragmen
buralari bombalamamisti.
Taliban zamaninda 74 ton olan afyon üretimi Amerikan isgalinden sonra füze gibi firlayarak
dünya üretiminin %87’sine ulasti.
2004’te 206.000 hektarda yedi milyar dolarlik üretim yapildi.
Yillardir, Latin Amerika’dan
kokain kaçakçiliginda
CIA’nin rolü olduguna
dair komplo teorileri ortalarda dolasip durmaktadir. Simdi de Afganistan’da eroin ticareti öylesine
yaygindir ki gelecekte, CIA’nin Amerikan ordusunun ve geri kalan Bush hükümeti
yetkililerinin bu ticaretteki rolleri sorgulanacaktir. Zira uyusturucu sevkiyati neredeyse
askerlerin gözü önünde yürütülmektedir.
CIA analizleri, uyusturucu trafiginden elde edilen karlarin
bir kisminin El Kaide kökenli Özbekistan Islami Hareketi, Hizbislami ve El Kaide gibi
terör örgütlerine yöneldigini
ortaya koymustur.
Buna ragmen uyusturucu kaçakligi ile terörizm arasindaki
açik seçik baglantiyi
CIA görmezden gelmektedir. Kaçakçiligi önlemek için kurulan savas komitesinin çalismalari Rumsfeld tarafindan
engellenmisti.
Uyusturucu parasiyla beslenen
Afgan ayaklanmasi 2005 yazinda yogunlasarak 4 yil önceki Amerikan isgalinden sonraki en üst
seviyesine çikti. Taliban, El Kaide ve digerlerinden olusan isyancilar sasilacak derecede iyi silahlara ve donanima
sahipti. Bush hükümetinin Afganistan’da satin aldigi istikrar görüntüsünün
bedeli, Avrupa ve Amerika’yi kasip kavuran milyarlarca dolarlik eroin olmustu.
2005’te Afganistan’da uyusturucuyla körüklenen siddet kötülestikçe ve ölen
Amerikalilarin sayisi arttikça görülüyordu ki 11 Eylül’ün üzerinden dört yil
geçmis olmasina ragmen Afganistan’da
Amerikan ordusu global terörle degil, Karzai
hükümetinin istikrarini saglamakla ugrasiyordu. Daha da kötüsü, Amerika’nin orada bulunmasinin asli sebebi olan
Usame bin Ladin avi fena halde sekteye ugramisti. Ama hiç kimse bundan söz etmiyordu. Amerika Afganistan ve Irak’a
onbinlerce asker göndermisti fakat bin Ladin bu iki ülkede de yoktu.
Dünyanin en fazla aranan adami sinirin öte tarafinda güvenlik içinde oturarak
Batiya tekrar en iyi nasil saldirabilecegini düsünüyordu. Amerika New York ve Washington saldirilarinin hemen akabinde
El Kaide ajanlarinin üçte ikisini yakalamis veya öldürmüs fakat El Kaide’nin kökünü kazimayi becerememisti.
Bu beceriksizlik yüzünden
El Kaide 11 Eylül öncesine göre daha da güçlü ve tehlikeli hale gelmis, Islami terörizmin Nike’i
gibi global bir marka olmustu.
Bin Ladin’i örnek alan Avrupa, Asya ve Amerika’daki teröristler kendilerine El
Kaide adini takiyorlardi. Afgan hükümetinin sagladigi siginagi kaybedince el Kaide desantralize olmus, fast food zinciri gibi
her tarafa yayilmislardi.
El Kaide adina hareket ediyorlar, fakat emirleri dogrudan bin Ladin’den almiyorlardi.
Bu yeni, yatay biçimde yapilanmis el Kaide daha az
sofistike fakat ayni ölçüde ölümcüldür. 2004’te Madrid’e, 2005’te Londra’ya yapilan
kanli saldirilar 11 Eylül sonrasi terörünün de yüzünü ortaya çikarmistir: küçük yerel
hücrelerin kolay ulasilabilir
sivil hedeflere yönelttigi
basit, orta büyüklükte saldirilar.
Bir bakima bu yeni tarz,
Amerika’nin anti terör çabalarinin bir zaferidir. Artik el Kaide’nin yeni bir
11 Eylül yaratacak gücü kalmamistir.
Araba bombalamak, otobüs ve trenlere küçük bombalar koymak gibi konvansiyonel
yöntemlere dönmüstür.
SUUDI ARABISTAN
Amerika’nin Suudi
Arabistan enerjisine bagimliligi ile Suudi petrolünden
gelen para ve güç, amerikan siyasetine Israil kadar kendi damgasini vurmaktadir.
Washington’da o kadar çok sayida kisi –avukatlar, lobiciler, silah tüccarlari –
Suudi parasina bagimlidirlar
ki Islami terör ile Suudi baglantisi görmezden
gelinmekte veya üstü örtülmektedir.
11 Eylül olayinda binlerce
Amerikaliyi öldüren 19 eskiyanin
15’i Suudi Arabistan’dandi. Onlari bu intihar eylemine sürükleyen, Suudi Arabistan’in
en zengin ailelerinden birinin ogluydu. Daha da kötüsü, saldiriyi Suudi
Arabistanli din adamlari ve yobazlari övüyor, Usame’ye kahraman gözüyle bakiyorlardi.
Bütün bu olumsuzluklara ragmen Suudiler krizi basariyla yöneterek Amerikalilarin
çogunu, Suudi radikallerin
yaptiklari ile Suudi hükümetinin politikalarinin ayni sey olmadigina ikna ettiler. 11 Eylül
olayindan hemen sonra Bin Ladin ailesinin üyeleri ile diger taninmis Suudi vatandaslarinin Amerika’dan özel
uçaklarla, hem de FBI’in yardimiyla ayrilmasina göz yumuldu. Oysa pekala bazilarinin
saldiri hakkinda bilgisine basvurulabilirdi.
Gerçekten de, diger Arap devletleri gibi
Suudi liderler de on yillardir Islami
terörizmi görmezden geliyorlar böylece hiç kimseyi kizdirmadan statükoyu
koruyacaklarini umuyorlardi. Ancak Mayis 2003’te Suudi Arabistan’in içinde de
terör dalgasi baslayinca
Suudiler nihayet El Kaide’nin ayni zamanda kendilerinin de düsmani oldugunu fark ettiler. Fakat bu
arada El Kaide iyice güçlenmisti.
IRAN
CIA, 2000 yilinda, dünyanin
en tehlikeli rejimlerinden birisinin nükleer silahlanmasina yardimci olabilecek
bir senaryoyu sahneye koydu.
MERLIN adi verilen bu operasyonla, hesapça Iran’in silahlanma uzmanlari yanlis
yönlendirilerek Tahran’in nükleer programi sekteye ugratilacakti. Bu amaçla, Rusya’nin Nükleer silahlanma Merkezi Sarov’dan
ayrilarak Amerika’ya göç etmis bir nükleer silah uzmaninin eline bomba
çizimleri verildi ve bunlari sanki kendisi kaçirmis gibi Iranlilara teslim etmesi istendi. Çizimlerde kasitli
konmus ufak yanlislar ve
eksikler vardi. Iran güya bu çizimleri inceledikten sonra ise yarar oldugunu düsünecek ve
hatali tasarima dayanarak atom bombasi yapacakti. Ancak bombayi patlatmaya kalkistiginda karsilarinda
nükleer mantar bulutu yerine tiss sesi çikanca hayalleri suya düsecekti. Böylece Iran’in nükleer programi birkaç yil gerilerken
CIA de programin ilerleme derecesi hakkinda bilgi sahibi olacakti.
Oysa Iran 20 yildir nükleer
silah gelistirmek
için ugrasmaktaydi. Bu süreçte, nükleer
çizimlerdeki hatalari görebilecek düzeyde bilgi sahibi bilim insanlari yetistirmisti. Ayrica Rus ve Çinli
uzmanlarla da çalisiyordu.
Dolayisiyla MERLIN operasyonunda gönderilen çizimlerdeki hatalari fark edip ayiklamis olmalari ve çizimlerin dogru taraflarindan yararlanmis olmalari pekala
mümkündür. Sonucun ne oldugunu
henüz kimse bilmiyor.
Aslinda 11 Eylül’ü takiben
Iran ile Amerika arasinda
el altindan yürütülen temaslarda Bush hükümeti Sii Iran’in Sünni Taliban’dan nefret ettigini ve Amerika’nin Afganistan
isgalini destekledigini ögrenmisti. Iran bu destegi açikça söylemese bile,
kendi bölgesine düsen
pilotlari kurtarma operasyonlarina izin verecegini ilan etmisti. Hatta Afganistan’dan Iran’a kaçan 290 El Kaide
militanini Amerika’yla isbirligi yapan bazi üçüncü
ülkelere teslim etmisti.
2003’te Irak’in
isgali Tahran’i ikilemde birakmisti. Iranlilar bir taraftan eski
düsmanlari Saddam’dan
kurtulacaklarina sevinirken, diger
taraftan da sinirlarinin iki tarafindaki Amerikan askerlerinin varligindan endise duyuyorlardi.
Mayis 2003’de, Bagdat’in düsmesinden bir ay sonra, Iran bir kez daha Amerika
ile temasa geçerek ellerinde bulunan, Usame’nin oglu Saad Bin Ladin’in de aralarinda oldugu üst düzey el Kaide
liderlerini teslim etmeyi teklif ettiler. Karsiliginda, Saddam’in destekleyip Irak’ta barindirdigi Iranli terör örgütü
Mücahid-i Halk (MEK)’in
üyelerini istiyorlardi.
MEK, Saddam’in bir kuklasi olarak Irak’taki siginagindan Iran içinde suikastlar ve sabotajlar
düzenliyordu. Amerikan Disisleri MEK’i yabanci
terörist gruplar listesine almisti.
Bagdat düstükten sonra Amerikan
ordusu MEK’in binlerce savasaninin
silahlarina, iki bin tankina, toplarina, zirhli personel araçlarina el koymustu.
Iran’in bu makul teklifi ne
yazik ki ilgi görmedi. Pentagon’daki kafatasçilar Iran’la her türlü anlasma girisimini önlediler. Savunma
Bakani Rumsfeld ve Yardimcisi Wolfowitz, Iran’la yapilacak bir savasta MEK’ten
yararlanabileceklerini düsünüyorlardi.
CIA ve Disisleri yetkilileri Pentagon’un
nasil olup da MEK’le anlasma
yapma niyetini açik açik ilan ettigine sasirmislardi.
Sonuçta Amerika, Usame’nin
oglu da dahil tepe
noktalardaki el Kaide militanlarini ele geçirme firsatini tepmis oldu. MEK’in siyasi kanadi
Iran Ulusal Direnis Konseyi, Batinin
dikkatine çekmeyi biliyor: Kendilerine Irak savasi öncesinde Ahmet Çelebi’nin önderlik ettigi Irakli sürgün grubunu
örnek alarak Amerikan basininda Iran’in nükleer silahlari ve balistik füze
programlari hakkinda yazilar çikmasini, böylece Amerika’nin Iran’a karsi sertlesmesini sagliyorlar.
SON SÖZ
2005 Yazi sonunda CIA Genel Müdürü Porter Goss
kurum analistlerinden, gerçegi bütün çiplakligiyla ortaya koyan bir brifing aldi: Amerika, Irak savasini kaybediyordu. Simdiye kadar üstü örtülmeye çalisilan bu gerçegi artik saklamaya imkan yoktu. Zira bütün
Amerikalilar Irak misyonunun basarisizliginin farkina
varmislardi. 2005 Sonbaharinda Irak’taki Amerikan kayiplarinin
sayisi 2000’i asarken, Bush hükümeti hala Irak’taki kargasayi bastiracak bir stratejiden yoksundu. Politikasini hakli göstermek
için Bush, El Kaide ile savasi Irak’in isgali nedeni
olarak göstermeye devam ediyordu.
Sezar’in hakkini vermek gerekirse CIA 2005’te,
Bush’un terörle global mücadelede Irak’in isgalinin
vazgeçilmez bir adim oldugu yolundaki iddiasini kesinlikle çürüten bir
rapor yayinladi. Raporda CIA analistleri, terörizme darbe vurmak bir yana, savasin Irak’i teröristler için kanli bir yuva haline getirdigini, El Kaide’nin Irak’ta yepyeni bir canlanmanin keyfini sürdügünü söylüyorlardi. Irak’ta isgalden önce bu
kosullar mevcut degildi. Bush’un politikalari tam anlamiyla ters tepmisti. Önde gelen gazetelerin bir yildir söyledigini CIA nihayet açikça ilan ediyordu. Fakat artik hiç kimse kuruma veya
analistlerine kulak vermiyordu. Zira CIA o kadar fazla hata yapmisti ve Bush hükümetince öylesine politize edilmisti ki bütün itibarini ve inanilirligini yitirmisti. CIA’nin bagimsizligi gitmis, bütün istihbarat Pentagon’un yörüngesine girmisti.
Oysa bir zamanlar CIA
Amerikan istihbaratinin hakim gücüydü. Harry Truman ve Kongre 1947 yilinda
Milli Güvenlik Yasasi altinda CIA’yi kurduklarinda amaçlari istihbarat
servisinin ordudan bagimsiz
bir sisteme yerlestirmekti.
Böylece askeri güç kontrol altinda tutulabilecekti. Aksi takdirde istihbarat
Genelkurmay’in arzularini destekleme egilimine girecekti. Rumsfeld’in iktidar hirsi bu
amaca taban tabana zitti.
Bush döneminin en kalici
ve en zararli mirasina damgasini vurdu: Amerikan istihbaratini militarize etti.
Bush döneminde CIA zaafa ugratilirken, kurumun en has
düsmanlari olan neo-con’larin
da son zamanda süngüsü düstü;
neo-con’larin gündeminin merkezini olusturan Irak 2005 sonuna gelindiginde kendi siyasi
ihtiraslarinin da mezari olmustu.
Baskan Yardimcisi Cheney’nin
basi çektigi, Rumsfeld’in güç verdigi ve Danisman Richard Perle ile
Wolfowitz’in destekledigi
neo-con’lar Irak savasini
iteklemisler
ve Amerikan ordusunun gücünü kullanarak Orta Dogu’yu yeniden yaratmaya kalkismislardir. Bush’un ilk
döneminde Disisleri’ni ve CIA’yi devre disi birakarak Pentagon’u
politikalarinin merkezi yapmislardir.
Neo-con’larin
böylesine güç kazanmasi Bush hükümetindeki en sasirtici gelisme olmus ve ilimli Cumhuriyetçileri üzüntüye gark etmistir. Oysa Muhafazakar
Reagan’in ve baba Bush’un dönemlerinde dahi Perle, Wolfowitz ve yandaslari siyasetin kiyisinda
tutulmuslardi.
Neyse ki 2005’in
sonuna gelindiginde
neo-con’larin mumu parlakligini
kaybetti. Anketler, Amerikan halkinin çogunlugunun Irak savasinin aleyhine döndügünü gösterince neo-conlar
ve onlari destekleyen sagcilar
birer birer kabuklarina çekildiler.
Neticede
medyanin araliksiz yayinlarina, kongrenin ve bagimsiz kurumlarin yogun arastirmalarina ragmen George W. Bush iktidarinin
altinda yatan gizli bir tarih vardir.
Bu açiklanmamis tarihin içinde yurtiçi
casusluk, güç istismari ve akil almaz operasyonlar vardir. Yakalandigi siyasi çapraz atese karsi koyamayan bir CIA vardir.
Baskomutanin arzusu hilafina
dis politika belirleyen bir
Savunma Bakanligi
vardir. Iskence
gibi konulardan üst düzey yardimcilarinin haberi oldugu halde kendisine bilgi verilmeyen
bir baskan
vardir. Yasalara aykiri oldugu
halde kendi halkina karsi
casusluk yapan bir Milli Güvenlik Teskilati vardir.
Hayaller zor ölür fakat
Bush hükümetinin hayalleri ölmüs
ve Felluce, Ramadi ve Telafer gibi yerlerde gömülmüstür.