Günün birinde
Manhattan gökdelenlerinden birinde yangin çikmis. Herkes tasinabilir degerli
esyalarini alip merdivenlerden asagi iniyormus. Bir ara otuz birinci katta
oturan adam elinde üzeri örtülü bir nesne tasiyormus. Üst kat komsusu ‘Herkes;
yükte hafif pahada agir bir seyler kaçirirken elindeki o sey ne?’ , diye
sormus merakla. ‘Örtünün altinda kafes, içinde de horoz var’ cevabini
alinca düsüp bayilmis.
Merdivendeki komsular
basina üsüsüp onu ayiltmaya çalismislar. Adam nihayet kendine gelmeye
basladiginda ‘Binada yangin varken bayilmanin sirasi miydi?’ diye
çikismislar. ‘Nasil bayilmam,’ demis adam. ‘New York’un otuz birinci
katinda horoz sesi duyuyorum diye yillardir Psikiyatriste gidiyorum.’
Dipsiz Kuyuda
Yolculuk
Albert Einstein, “Delilik,
sürekli ayni seyleri yapip farkli. Sonuçlar beklemektir.” demisti. Zaman
zaman hepimizin yaptigi sey, ama önemli olan bu çikmaz sokak ritüellerinin
hayatimiza ne oranda egemen oldugu.
Orta yasli
psikiyatristlerin egemenliginde olan bir bilim dalinda “orta yas
psikiyatrisi” diye bir alanin gelisme sansi olamaz. Bana sorarsaniz, yasam
döngüsünü evrelere ayirdigimizda, bu evrelerin en duragani orta yastir derim.
Sistemin bireyi kendi degerler agina katarak tepe tepe kullanip ögüttügü
yillar. Özellikle de basarili ve iktidar sahibi olduklarina inananlar için
tuzaklarla dolu. Elinde bulundurduguna inandigi gücü kaybetme endiselerinin
Alzheimer olma korkulariyla tezahür ettigi dönem.
Memlekette “Kirkindan
sonra azani tenesir paklar” zihniyeti hala sürdürülmekte iken Amerika’da
karsi cinsten yaslilarin bulusup hosça vakit geçirmeleri için kulüpler,
dernekler olusturuldu. Bu arada, yaslilari psikiyatri hastanelerine
yerlestirerek onlardan kurtulmaya çalisanlar da vardi. Günümüzde imkâni olan
Amerikali yaslilar Florida, Güney Kaliforniya gibi yerlerde alt kültür
komünleri halinde yasiyorlar. Dönüsüm hizi azitmis bir dünyaya yabancilasmaktan
korunmak için iyi bir yöntem aslinda. Dünya sana sirtini döndügünde, kendi
dünyani yarat ilkesi üzerine kurulu.
Ailemin ötesindeki
dünyada da yaslilik sorunlari ya da çocuklarina muhtaç olma gibi kavramlar
yoktu. Gençlerin yaslilara ayiracak zamanlan hep vardi. Zaten, “zaman
ayirma” diye ruhsuz deyimler de yoktu, iliskiler kendiliginden akardi.
Yasam süresi günümüze göre kisaydi. Insanlar belirli bir yasa geldiklerinde
önce hastalanir, ardindan hayata veda ederlerdi. Tip onlari daha uzun yasatacak
yöntemlere sahip olmadigindan dogal ölünürdü. Dolayisiyla yaslilar genellikle
dinç insanlardi. Çevremde hiç bunama yoktu, Alzheimer zaten duyulmamisti.
Istenmeyen yasli
duyulmus sey degildi, bu olguyla ilk kez Amerika’da karsilastim. Yaslilik ölümü
çagristirir. Ölüm ise “Aman Allah korusun!” deyip geçistirilmeye
çalisilan tabu bir konu.
Yetmisli yillarin
sonlarinda Amerikali psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un sonradan
dilimize Ölüm ve Ölmek Üzerine adiyla çevrilen kitabi ile karsilasmam
benim için bir devrim oldu. Kübler-Ross terminal evrede, yani ölüme yaklasmis
olan hastalarin yasantilarin üzerine yaptigi kapsamli arastirmadan edindigi
izlenimleri bu kitapta toplamisti.
Yakin gelecekte
öleceklerini bilen insanlarda, hayatin bir yandan her zamanki gibi devam
ettigini anlatmasi bakimindan da ilginç bir kitap. Yaklasik on günlük ömrü
kaldigini bildigi halde bir yakinina kizip intihar eden adam örneginde oldugu
gibi.
Kitap sadece ölümcül
hastaliklara yakalanan insanlar hakkinda degil; hayatinin son dönemlerini
yasamakta olan insanlarin yasadiklari hakkinda da önemli ipuçlari içeriyor.
O kitaptan ögrendigim
iki sey, geçmiste yasli yakinlarimla olan iliskilerimde çok ise yaradi. Ilki,
yaklasmakta olan ölümlerinden söz ettiklerinde, konusmalarini paylasmanin ya da
en azindan dinlemenin önemiydi. Digeri ise ölümlerinin yaklastigini
sezen insanlarin, dolayli bir sekilde de olsa yakinlarina veda etme arzusuyla
ilgiliydi.
Kübler-Ross’tan
ögrendiklerim sayesinde, o yillarda yasli yakinlarimin arada bir bu konuda
söylediklerini paylasabildim, bunun beni kendi yasliligima da hazirlamis
oldugunu, sira bana geldiginde fark ettim.
Geçmisin Hollywood
oyuncularindan Bette Davis “Yaslilik korkaklara göre degil,” demisti
vaktiyle. Acimasiz bir söz, ama belli bir gerçekligi de barindiriyor.
Yaslilik yasam
döngüsünün sert dönemlerinden biri, çocuklukla ortak bazi yönleri var. Anne
ninnileri yerine Maria Callas’in sesiyle uykuya dalmak gibi haller. Çocuklukta
oldugu gibi yaslilikta da çok farkli alanlarda sessizce savasmak gerekiyor.
Geçmiste kolay! Seçmeye alismis olanlar için zor bir dönem. Farkli ve karmasik
yönleri var. Hayatta olmak ve yasamak farkli seyler. Ömür boyu ikisi arasinda
gidip geliyoruz. Ama yaslilikta bunlarin ilkine kayma egilimi artiyor ve
hayatinizin kumandasini yitirmemek için daha çok çaba gerekiyor. Zaman
hizlaniyor, ama sikismiyor. Algilananlar uzakta, ama bazen eskisinden daha
berrak, daha önce fark etmediginiz ayrintilariyla yasananlarin damitilmasi
sonucu keskin bir seçicilik beliriyor.
Gücünüz azaldigi için
hareket alaniniz daraliyor, ama hayata biraz doymussaniz, bir seyler kaçiyormus
gibi gelmiyor, üstelik pek çok sey deja vu. Zaten pek çok hoslugun yani
basinizda ya da çok yakininizda oldugunu daha çok fark edip, baska yerlerde
arama geregi duymuyorsunuz.
Yaslilik yasam döngüsünün
son evresidir. Yani dünyayi durdurup inme anini da barindiriyor. Hayatiniza
baktiginizda gördügünüz sey bir yanilsamayi andirdigindan geriye kalan gerçek,
yasanmak üzere olan an oluyor. Yok olus da o anin artik olmamasi. Dolayisiyla, “olmak
ya da olmamak” sorusu arada bir belirip kayboldugunda ikisinin birbirinden
pek de farki olmadigini seziyorsunuz. Simdilik böyle seyler iste, sonrasini
bilmiyorum.
Freud aslinda bir
nörologdu ve baslangiçta psikanalizi fizyolojik bir temel üzerinde
gelistirmisti, Bu boyutun adi “kateksis (cathexis) kurami” idi.
Psikanalizin Avrupa’da kabul görmeye baslamasindan sonra Freud’un kateksis
kuramini neden bir kenara ittigini bilmiyorum. Psikanalizin, genis kitlelerin
kavrayabildigi yanlarinin daha çok popülerlik kazanmasiyla ilgili olabilir.
Kateksis kurami
nörofizyoloji temelinde olustugundan, onu anlayabilmek tip formasyonunu, hatta
temel bazi nöroloji bilgilerine sahip olmayi gerektiriyordu. Bu da psikanalizin
genis kitlelere ulasmasinin önünde bir engel olarak görülmüs olabilir. Nedeni
her ne idiyse, psikanaliz, bundan böyle tibbi temelden yoksun, soyut ve
varsayimsal bir kuram olarak tanindi. Yayginlasti ve yillar içinde yapilan
katkilarla günümüze kadar geldi.
Freud’un çevresinden
ayrilip kendi psikanaliz kuramim gelistiren Viyanali psikiyatrist Alfred Adler
vaktiyle, “Doktor ile hastasi bir yorum üzerinde mutabik kaldiginda, yorumun
dogru ya da yanlis olmasinin önemi yoktur,” demisti.
Hayat, “dir” ve
“dir”1arla sonlanan hükümlerle yasanamaz, çünkü anlamaya çalismanin sonu
yoktur. Carl Gustav Jung da demisti vaktiyle, “Kuramlari iyi ögren! Ama
yasayan ruhun mucizesine dokundugu anda onlarin bir kenara birak.”
Dogadan üstün oldugu
sanisina kapilip onu diledigince tüketen uygar insan, hayvanin, bitkinin,
topragin ve doga insaninin bilgeliginden yoksun bir varlik. Insan aya gittigi
gibi, gün gelir Mars’a da gider, daha öteye de.
Çünkü doganin
bilgeliginden yoksun birakilmis olmanin hirçin yalnizligini ödünlemek zorunda.
Kendini anlayabilme konusunda ise sinifta kalmistir. Doganin ya da
teknolojinin, günü geldiginde onu bogup cansiz birakacagi kesin. Belki bu ikisi
birlikte hallederler.
Bir süredir modem
fizik evren hakkinda bize çarpici bilgiler sunmakta. Bildigimizi sandigimiz
seyleri temelinden sarsarak. Giderek artan sayida fizikçi evrenin bir hologram
oldugu, aslinda her seyin bosluktan olustugu konusunda görüs birliginde.
Bunu, Sufiler de bir baska sekilde ifade etmislerdi. Hindular zaten hayatin bir
yanilsama olduguna inaniyorlar. Beyin dedigimiz organin da aslinda sayisiz
titresimden olusan bir bosluk oldugunu kabul ettigimizde isler daha da
karisiyor ama konuyu daha da karmasiklastirmamak için burada durmam gerek. Ben
de dagilabilirim.
Ancak psikanaliz,
diger bilim dallarindan soyutlanmis haliyle, bugün için artik dar bir alan.
Ülke ya da dünya
gündeminde o siralar önemli bir sey yasaniyor olsa bile bunlar sadece birkaç
cümleyle paylasilir ya da paylasilmaz. Çünkü insanin iç dünyasindaki kargasa,
dis dünyanin kargasasindan çok daha ürkütücüdür. Psikanalizin ilk döneminde
insanin dünyasi, aile ve yakin çevre ile sinirlanarak ele alinir. Bu da yeterli
olurdu. Aradan geçen yüz küsur yil içinde dünya öylesi dönüsümlerden geçti ki
insanlar artik, farkina vararak ya da varmayarak, aile ve yakin çevrenin
ötesindeki dünyanin da yükünü tasimakta.
Sinirli bir süre
içinde kisisel meselelere öncelik veriliyor olmasi, gezegende olup biten ve
kendisini dogrudan ilgilendirmiyormus gibi görünen olaylardan etkilenmedikleri
anlamina gelmez.
Yirmi yil kadar önce
bir kitapla karsilastim. Silili diplomat Miguel Serrano’nun yazdigi C. G.
Jung ve Hermann Hesse: Iki Dostlugun Anilari.
Miguel Serrano bu
kitapta dostluk kurmus oldugu Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse ile zaman
zamani yaptigi sohbetleri anlatiyor. Özellikle Jung’la yaptigi sohbetleri
farkli zamanlarda birkaç kez okudum. Sohbetlerden biri Hindistan’da geçiyordu
ve Jung Serrano’ya söyle diyordu: “Buralarda benim yazdiklarimi ciddiye alan
olmaz… Bizlerin zihni bundan iki bin yil önce bölünmüs oldugu için …”
Iki bin yil önceki
bölünmeyle Jung, Hiristiyanligi kastediyordu. Bölünmeyle de bilinç ve
bilinçdisini. Bu degerlendirme, dogal olarak, diger tek tanrili dinler için de
geçerli sayilmali. Ve Jung’u dogru anladimsa, zihni organizasyonunda bu tür bir
bölünme diger dinlere mensup insanlarda mevcut degildi ya da farkliydi.
Yine de kitabin bir
yerinde, Jung ‘un sarf ettigi “Hintli düsünmez, düsünce ona gelir” cümlesini
zihnimden bir türlü uzaklastiramadim.
Psikanalizin
bilinçdisi kavraminin kirilgan yanlarindan biri de rüyalarla ilgili boyutu.
Rüyalarin yorumlanmasi, Freud’un gelistirdigi diger kavramlar gibi dâhiyane bir
yaklasim. Ama tek bir insanin düs gücünün ürünü ve neden-sonuç iliskileri
temelinde yapilandirilmis bir varsayim ve daha önce de ifade ettigim gibi,
varsayimlarin temeli tahmindir.
Diger memelilerin de
rüya gördügünün anlasilmasi, dogal olarak rüyalarla ilgili görüsüne yönelik
bazi sorulari da beraberinde getirdi. Bugün ulasilan noktada, bilim çevreleri
rüyalarin fizyolojik ve psikolojik anlamini simdilik bir bilinmez olarak kabul
etmekte. Yine de, rüyalarimizin senaryosunu kendimiz yazdigimiza göre, karmasik
içeriklerinin iç dünyamiza iliskin bazi verileri yansittigi düsüncesindeyim.
Beyin bir yandan
sürekli olarak hücre ve baglantilarini kaybederken, kendini yenilemeyi de
sürdürür; canli türleri kusaklar süresince yasadiklari ortama en iyi uyumu
saglayacak mutasyonu gerçeklestirmeye çalisir, kullanilmasina gerek kalmayan
bazi organlar dumura ugrarken bazi diger organlar gelisir.
Bu karmasik
sistemlerin bir diger özelligi de düzenle kaos arasinda kendine özgü bir
dengeyi koruma becerisini gelistirebilmis olmalaridir ve bu denge noktasina “kaosun
kenari” denir. Bu terim, karmasa sistemlerinin hiçbir zaman belirli bir zemine
kilitlenmemelerine ragmen, tam bir kargasaya sürüklenmiyor olmalarini tanimlar.
Aslinda bu, insanin
günümüzdeki halinin dogrudan bir yansimasidir. Kaosun kenarinda varolusu
zamanla unutmus, kendini sürekli güvenli sandigi alanlara çekme sonucu ciddi
psikolojik ve toplumsal arizalar yasayan varligin yansimasi. Oysa kaosun
kenarinda varolus, dogadaki diger varliklar için yasamin bizatihi kendisidir.
Onlar da hayatta kalabilmek için önlemler alir. Ama bunu bütünden kopmaksizin
gerçeklestirirler.
Birbirinden
soyutlanmis halde ve kendi baslarina hareket etmeye çalisan bilim dallari “toplama”
bir bilim modelidir ve bu model evrenin yasalarina aykiridir.
Tüm canlilar gibi
Insan da bir madde-enerji bütünüdür. Madde ile enerjinin beraberligi degil.
Yakin zamanlarda bir
ara, ülkenin dis politikasinda “degerli yalnizlik” olarak adlandirilan
bir modelden söz edildi. Sahsen, yalnizligin nesinin degerli oldugunu
kavrayamamis, belki de dislanmisligin yeni bir tanimi olabilir diye
düsünmüstüm.
O günün sartlarinda
kendimce dagarimi doldurmustum, memlekete dönebilirdim, ama kafamda iki soru
vardi. Üniversitede hala on dokuzuncu yüzyil psikiyatrisinin okutuldugu ülkemde
bu ögrendiklerimle ne yapabilirdim? Insanlar ne kadar hazirdi? O zamanlar, bir
seye hazir oldugumuzu, bazen o seyle karsilastigimizda fark edebildigimizi
bilmiyordum. Memlekette toplumsal degisme diye bir olgunun baslamis oldugunu,
toplumun kendisinin bile henüz bunun farkinda olmadigini da.
Ikinci mesele de
edindigim genis mesleki tabanin hangi yönüne odaklanmak istedigimi hala
bilemiyor olmamdi.
Frieda Fromm-Reich’in
“Hasta sizden daha zeki daha donanimli, daha entelektüel olabilir, ama siz
ondan daha yürekli olmalisiniz” sözünü çok önemli bulurum.
Yirmili yaslarina
gelindigi halde kimlik sorunu çözülememisse bu, daha sonraki yaslarda da, yani
yasam boyu sürmesi beklenen bir sorun olmaliydi. O zamanlar bunun üzerinde
durmamistim, ama cevabi yillar içinde kendiliginden önüme gelecekti.
Ankara Üniversitesi
Psikolojik Danisma Merkezi’ne gelen ögrencilere uygulanan Cümle Tamamlama Testi
ile klinik izlemler bir araya getirildiginde, bu gençlerin büyük çogunlugunun
özerk birey olmayi ögrenememis olmalari, kimlik bunaliminin gerisindeki en
belirgin bulgulardan biri olarak öne çikmaktaydi. Çocuk, dünyadaki ilk yilini
tamamladiktan sonra annesine olan mutlak bagimliligindan giderek özgürlesmeye,
kendi basina bir seyler yapabilecegini fark etmeye baslar. Eger bu denemeleri,
kati ve cezalandirici tutumlar sonucu gereksiz yere engellenir ya da ilgisizlik
ve tecrübesizlik sonucu destek ve rehberlikten yoksun birakilirsa, yasaminin
geri kalaninda, birtakim kisirdöngü ritüellerine tutsak olabilir. Kararlarinin
dogrulugu konusunda sik sik tereddütte kapilma, seçimlerini yaparken kili kirk
yarma, hatta seçim yapmasi gereken durumlarda donakalma gibi haller yasanir.
Bir diger kronik
duygu ise utançtir. Özerk olamayan insan, ifade edemedigi
kizginliklarini sürekli bilinçaltina bastirdigindan, bunun yarattigi
ikiyüzlülügü kendinden utanma olarak yasar. Yargilanmaktan korkar, korktukça
baskalarini yargilar.
Yargiladiklarinin
çogu, aslinda, kendinde kabul edemedigi yönleridir. Küçük düsme ya da rezil
olma kaygilari, bunlarla ilgili ipuçlari aranmasina neden olur.
Psikanalizin erken
döneminden beni etkileyen isimlerden biri Frieda Fromm-Reichman olmustur. Hani
su yerde oturan sizofreni hastasinin yanina çöküp, elini tutarak onunla bir
saat boyunca sessizce oturan kadin. Fromm-Reichman, bir gün yillar önce
kendisine analize gelmis biriyle karsilasmis. Sohbet ederlerken ona “Bu
kadar yillik: beraberligimizden sende iz birakan en canli ani nedir?” diye
sormus. Karsilik “Bir gün sizinle bulusmaya geldigimde hava yeni kararmisti.
Birlikte duvarda elektrik dügmesini arayip bir türlü bulamamistik” olmus.
Terapi ortaminda yillarca edilen onca lafin gerisindeki özü dile getiren yalin
bir cevap. Ortak bir amaca ulasmak için birlikte çaba göstermenin somutlastigi
dakikalarin anisi.
Çok yil önce gördügüm
siradan bir Hollywood filminde yüzme havuzunun kenarinda oturan iki adamdan
birinin repligi söyleydi. “O söz,” diyordu adam, “o sözü duyabilmek
için psikiyatristime tam otuz yedi bin dolar ödedim.” Otuz yedi bin dolar
ne kadar zamanin karsiligidir bilemem, ama anlasilan o süre içinde yasananlar
kivama geldiginde, meyvesini “o söz” içeriginde vermis.
Sosyal
beraberliklerde konusulanlarin içerigindeki gürültü orani yüksektir. Çok sey
konusulabilir, ama aslinda pek de bir sey denmez, Ne var ki konusmak
zorundayizdir. Sessizlige tahammül edemez, suskunluk modunda kendimizle ve
karsimizdakiyle ne yapacagimizi bilemeyip bocalariz. Çogumuz sessizligi
dayanaksizlik olarak yasar ve baglantinin sürekliligine ihtiyaç duyariz. Bazi
insanlarin cep telefonlarina yapisik yasamalarinin bir nedeni de budur. Bu
olguya ayrilik anksiyetesi denir. Klasik psikanalizde hastanin sessiz kalmasi
tedaviye karsi bir direnç belirtisi olarak degerlendirilir. Bazen gerçekten de
öyledir, ama bence çogu zamani degil.
Otuz yil kadar
önceydi, terapiye gelmekte olan genç kadin koltuguna oturdu ve saati dolana
kadar hiç konusmadi. Ben de tek kelime etmedim. Ayrilirken ona tek bir soru
sordum. “Bütün bu süre boyunca benimle birlikte miydin?” “Evet,” diye
karsilik verdi, “sizden hiç kopmadim.” Ben de ondan kopmamistim. Bu tür
yasantilar tek tarafli olamiyor. Çünkü söz konusu olan, sürekli diger insani
düsünüyor olmak degil, aradaki bagin farkindaliginda olabilmek.
Bir seyler anlatan
birine “Seni anladim,” dedigimiz anda akmakta olan sürecin önünü kapatmis
oluruz. Çünkü aslolan sürekli anlamaya çalismaktir. Çogu zaman ucu açik
süreçlere tahammülümüz yoktur ve süreçlerin yönünün bilinmezligi bizi tedirgin
eder. Iletisim modundan çok, performans modunu kullaniyor olmamizin
nedenlerinden biri de budur. Yasantiyi yok etse de korunaklidir.
Psikoterapide
dinlemek sosyal dinlemeden farklidir. Heidegger bunu “otantik dinleme” olarak
adlandirir. Konusulanlara tüm varligimizla katilmis olmayi tanimlar. Pencereden
görünen sira disi bir sey ya da disaridan gelen bir ses otantik dinlemeyi belki
anlik bir kesintiye ugratabilir, ama kendinize ait bir düsünce ya da duygu
zihninize ugrayamaz, Paylasilan konusmanin merkezindesinizdir. Otantik
dinlemenin özelliklerinden biri de konusulanlarin bellekte güçlü bir sekilde
yer etmesidir. Bazen yirmi yil önce terapiye gelmis biri, tekrar ziyaretinize
geldiginde, o zamanlardan kalan bir konusmayi gayet net hatirladigimi fark edip
sasirirlar.
En güzel Türkiye (La Turchia piu
bella-Ital.)
Kimlik bunalimin
ergenlik döneminde dogal olarak yasanan, çevremizle ciddi iliski sorunlarimiz
olmamissa kendiliginden sona eren bir olgu. Krizin ergenlik döneminde
atlatilamadigi durumlarda kimlik sorunlari ömür boyu sürebilir.
Bu da bir türlü
üstesinden gelinemeyen yörüngesizlik ve çalkanti demektir. Hayatin ikinci
yilindan itibaren, çocuk, bazi seyleri kendi basina da yapabiliyor olmanin
gücünü fark etmeye basladiginda, ebeveyn rehberliginin devreye girmesi gerekir.
Seçimlerimizi,
kendimize ve çevremize zarar vermeden yapmayi bu sayede ögreniriz. Bu dönemde,
ebeveynin baskici, engelleyici, cezalandirici ya da yetersiz ve ilgisiz
tutumlari, çocugun özerk bir varlik olmayi ögrenmesine engel olusturur. Çocuk
egitimi konusunda halkimiz eskiye oranla daha bilgili ve bilinçli. Ancak,
özümsenemeyen, dolayisiyla davranisa dönüsemeyen bilgi bu konuda yeterli
olamiyor. Kendi ebeveyninden gördügünü çocuguna da uygulayan ya da kendi
varolus vakumlarini çocuguyla gidermeye alisan çocuk merkezli ebeveynlerin
sayisi hâlâ az degil.
Özerkligi
ögrenememenin bir baska sonucu saldirgan egilimlerdir. Vaktiyle baski ya da acz
sonucu özerkligini engellemis olan ebeveyne duyulan ama bastirilmis öfkenin,
otorite olarak algilanani kisilere ya da kurumlara yöneltilmesi; ya da zayif
gördügü için, ona kendi aczini hatirlatan kisileri ezme istegi. Otoriteye kayitsiz
sartsiz biat zaten özerkliginden vazgeçmeyi tanimlar. Otorite olarak algilanan
her seye karsi çikma da ayni paranin farkli yüzüdür. Çünkü alinti bazi
kavramlar disinda, karsi çikma eylemine eslik etmesi ve karsi çikilan
otoritenin yerine konmasi beklenen modelden yoksundur.
Özerklik sorununun
son zamanlarda sik öne çikan örneklerinden biri de hayâsizca sergilenen
utanmazliga eslik eden açik saldirganlik. O kadar ki, kin duygusuna kadar
uzanan öfkenin dindirilemezligi, kazanmakla yetinmeyip karsi tarafin kaybetmesi
çabalarina dönüsebilmekte. Hatta kendisinden farkli gördügü insanlari, sadece
var olduklari için cezalandirma istegine.
Özerk insan dünyasini
genisletme, kendini içinde buldugu alanin ötesini de kesfetme merakindadir. Bu,
dünyadaki her varligin eksi konumdan artiya geçme çabasinin da bir geregidir.
Merak ve kesfetme dürtüsüyle dünyasi zenginlesen insan gelisir ve olgunlasir.
Özerkligini edinememis insan ise, tanidigi, gördügü ya da duydugu insanlar
ötesindeki dünyalari merak etmez.
Seklen ataerkil olan
toplum yapimiz aslinda gizil anaerkil ögeleri barindiriyor olabilir mi?
Kendisine deger verilmeyen kiz çocugu, ileride oglan anasi oldugunda, çocuguna
karsi ne tür davranislar sergileme egilimindedir? Kadinin hayatinin
kisitlanmasinin, çevresine olan yansimalari ve ikincil sonuçlan nelerdir?
Bunlar ve benzeri
genel sorularla baslayip temel dinamiklere inilebilecek arastirmalar umarim bir
gün gerçeklestirilir.
Narsisistik özelliklerin kisilige
ne kadar egemen oldugu bir insandan digerine degisir. Bu ölçü, çogunlugu
rahatsiz eden bir kivama ulastiginda, son yillarda dagarimiza katilan deyimle,
halk arasinda zaten “ariza” olarak nitelendirilmekte. Nitekim kisiligin büyük
bölümü narsisizm çekirdegi çevresinde örgütlendiginde de isler biraz karisir.
Kendisini evrenin mutlak merkezi olarak yasayan ve baskalarini uzantilari
olarak algilayan insanlarin artmasi digerleri için sikinti yaratabiliyor. Hal
böyle olunca, insanlarin kendilerini “hiç kimse” hissetmeleri haline
karsi gelistirdikleri “fark edilme” çabalan her zamankinden sik görülür
oldu.
Oysa farkli olma
çabalari, insani kendine daha da yabanci kilma potansiyeli tasir. Farkli olmak
bireylesme anlamina gelmedigi gibi farkli olmak ve özgün olmak da ayri
seylerdir. Nasisistik regresyon sonucu bir kisim insan ise yalnizliklarini
kendi bedenleriyle iliski kurarak telafi etme çabasinda. Saglikli yasam
programlari, diyetler, detoks ve benzeri programlar bu insanlarin yasam
biçimlerini sekillendirir oldu. Kendini var hissedememe agir bir duygu, ama pazarlanan
çözümlerle nasil üstesinden gelinebilecegi de cevabi olmayan bir soru.
Yirmi yil kadar önce,
National Geographic dergisi ilginç bir harita eki vermisti. Haritada
hangi ülkelerde hangi halklarin yasadigi gösteriliyordu.
Türkiye’den çikan
okun ucundaki yazi digerlerinden farkliydi. “It is not clear what it is to
be a Turk (Türk olmanin ne oldugu açik degildir).”
Bu çarpici not bana
1981 yilinda yazmis oldugum “Insan Olmak” adli kitabimin final
cümlelerini hatirlatti. Aynen aktariyorum:
“… Bireylerin bir
bölümünün narsisist bir düzeye gerilemesine neden olan böyle bir süreci salt
belirli bir süre için ortaya çikan kosullarla açiklamanin yeterli olduguna
inanmiyorum. ‘Neden bu toplum da bir baskasi degil?’ sorusunun yaniti yalnizca
bugünde degil geçmiste de aranmalidir kanisindayim.
Çogunlugun ortaklasa
kabul edebilecegi bir tarihi, yansiz bir degerlendirmeyle tanimlayamamis ve
özümseyememis bir toplumun zorlanmalar karsisinda bunalima girmesini de dogal
karsilamak gerek. Burada tarihle kastettigim. Biçimselligin ötesinde, toplumun
yasam felsefesini de yansitan bir kavram. Insan dogasi yalnizca belirli bir
zaman kesiti içinde nasil degerlendirilemezse, toplumlar da geçmislerini
özümseyemedikleri sürece kendilerini geregince anlayamazlar. Simdiki zamanin
hem gelecegi hem de geçmisi içerdigini görmezden gelen toplumlarin bireyleri
ise evrensel olma niteligine ulasamazlar!”
Otuz üç yil önce o
kitabi bu cümlelerle sonlandirdigimda, bu konuyla ilgilenen kimse olmaz, neden
yazdim ki diye düsünmüstüm. Nitekim o dönemde öyle oldu. Bugün de “Ben kimim”
sorusuna doyurucu bir cevabin “Biz kimiz?” sorusunun cevabina ulasmadan
verilebilecegini düsünmüyorum. Tarih duyusundan yoksun, dolayisiyla, dünyayla
iliskimizde yüzeysel bir toplumuz. Nereden gelip nereye gitmekte oldugumuzu
umursamadan serseri mayin misali yasamaya alismisiz, “Bu toplumun bellegi yok!”
diye kendimizi elestiriyor, ama nedenini anlamaya çalismiyoruz.
Carl Gustav Jung’un
çagdas düsünceye yaptigi en önemli katkilardan biri “kolektif bilinçdisi” ve
“arketip” kavramlaridir. Jung’a göre, insan zihni onun evrimi tarafindan
biçimlendirilmistir. Dolayisiyla Insan geçmisiyle baglantilidir, ancak bu
baglanti yalnizca kisisel geçmisini degil, ait oldugu toplumun geçmisini ve
hatta tüm insanlik evrimini içerir.
Amerikali meslektasim
Irwin Yalom ve esiyle Sultanahmet’ teki Yesil Ev’de bas basa yedigimiz bir
aksam yemegi sirasinda Yalom’un esi bana “Kimin Türk oldugunu
anlayamiyorum,” demisti. Ona ülkemizin tarihini ve cografyasini hatirlattiktan
sonra “Biz birbirimizi beden dilimizden taniriz,” diye karsilik
vermistim, sekil disinda ortak bir özelligimize atifta bulunarak.
Ancak, bu ülkede
sokaktaki bir adama “Türkiye hangi kitada?” diye soruldugunda
“Brezilya’da” cevabi aliniyorsa, buna benzer baska cevaplar da alinmissa, bu,
üzerinde durulmasi gereken bir husus olmali. Hatta çok ciddi bir sorun.
Eylül 2010
referandumundan önce iki usta gazetecinin Eminönü’ne gönderdigi muhabir
tarafindan gerçeklestirilen ve videosu da mevcut olan sokak röportajina verilen
diger cevaplardan birkaçi:
? “TBMM
ne demek?”
?
“Türkiye Malzeme Ofisi.”
?
“TBMM’de kaç milletvekilimiz var?”
? “Binin
üzerinde.”
?
“Türkiye Cumhuriyetini kim kurdu?”
?
“Süleyman Demirel.”
? “Istiklal Marsi’ni
kim yazdi?”
? “Fatih
Sultan Mehmet.”
? “Adalet
Bakanimiz kim?”
? “Cemil
Ipekçi.”
?
“Türkiye’nin su andaki nüfusu nedir?”
? “Bir
milyar.”
? “AB ‘ye
üye miyiz?”
? “Yedi-sekiz yildir
üyeyiz.”
Yedi yüzyili askin
bir süre yerlesik düzen yasadigimiz halde” “Göçebe bir toplum oldugumuz için
…” gibi hayali gerekçeli ahkâmla, sorumlulugumuzu baska yerlere yüklemekten
bir türlü vazgeçmiyoruz. Onlara Osmanli Imparatorlugu’nun benzersiz devlet
sistemini Incelemelerini öneririm. Bakalim altindan kalkabilecekler mi? Benim
zihin kapasitem yetersiz kalmisti.
Can sikici bir
durumla karsilastigimizda, onunla bas etmek yerine geçistirmeye çalismak,
dogrudan sorumlulugumuz olan konularda sorumluyu sürekli kendi disimizda
aramak, yüzeysel sloganlar edinip kendimizi entelektüel sanmak, baskalarindan
daha akilli oldugumuza inanmak…
Bu liste böyle sürer
gider, devam etmeme gerek yok, çünkü aslinda listeyi hepimiz biliyoruz. Kendi
disimizda birilerinden söz etmiyorum ki. Dolayisiyla, kendimize gerekli
sorulari sorup cevaplariyla yüzlesmekten kaçindigimiz sürece, psiko-sosyo-politik
alanlarda debelenip durmamizin sona erecegine inanmiyorum.
Günün birinde gerçek
bir ekonomik deve dönüssek bile, neyin yanlis gittigini anlamak için çaba
göstermedikçe, çocuk yetiskinlerden olusan bir toplum olmanin
sürüklenmelerinden kurtulabilecegimize de. Tek bir bütün iken, kendimizi iki
parça bir ülke haline getirdiysek, bunun sorumlusu her birimiz sayilmaliyiz.
Matriks ya da Apocalypse
Now
Ardimda biraktigim
yillara dönüp baktigimda, tanik oldugum degisimler bazen bana inanilmaz
görünür. Genis bir zamana yayildiklarindan olmali, yasarken bu hizin pek
farkinda olmamisim. Son yillarda ise degisimlerin geçmise oranla hiz
kazandigini fark eder oldum.
Bu izlenimimin benim
yavaslamis olmamla ilgisi oldugunu sanmiyorum, çünkü daha genç insanlarin
üzerindeki etkisi çok belirgin. Kendimi güncellemek için çaba gösterdigim ve
kenara çekilmem sonucu bu degisimlerin bir kismini dünyamin disinda
tutabildigim için pek zorlanmiyorum.
Ancak, genç
kusaklarin böyle bir sansi yok. Ileriye dogru hareket etmek istiyorlarsa,
üst-sistemlerin dur durak bilmeden önlerine sürdügü yenilikleri özümsemek
zorundalar. Üstelik üst-sistemlerin, teknoloji araciligiyla kendilerini ne
oranda tutsak almis oldugunun farkinda da degiller.
Beynimiz. Dis
dünyadaki degisimlere uyum saglama konusunda belirli bir kapasiteye sahip.
Etkilenme derecesi bir insandan digerine farklilik gösterse de uyaran
yoksunlugunda oldugu gibi, uyaran fazlasinda da organizmanin dengeleri bir süre
sonra bozulmaya baslar. Bazen travma olarak nitelendirilebilecek oranlarda.
Çünkü giderek artan sayida insan savrulurcasina yasar halde.
Doga insani, doganin
gücünden hem korkar, hem de ona saygi duyar. Amerika yerlilerinin, bir
zamanlar, aksam gün batarken ya ertesi sabah günes tekrar dogmazsa kaygisi
yasadigi söylenir. Ama onlar, çevrelerindeki agaçlari kiz kardesleri olarak
gördügünden, uygar insanin yasamakta oldugu türde derin yalnizligi tanimaz.
Doga insani dogadan
korkar, biz ise birbirimizden. Bu, dogadan kopmus insanin, kendisini en yalniz hissetmemesi
gereken anlarda bile, derinlerini bir türlü terk etmeyen farkli bir
yalnizliktir, devasi yoktur. Ebede kadar sürecek bir lanet.
Kendi adima
konusursam, dogdugum andan itibaren toplumun beklentileri dogrultusunda
sartlandirilmis oldugumu fark etmem bile hayli zaman aldi. Belirlenmis
formatlar dâhilinde davranmamiz beklendiginden, hayatimizi sekillendiren
birtakim ritüellerin disina çikmaya cesaret edememisiz.
O günlerden simdiye
fazla bir sey degismis de sayilmaz. Bugün de bilinmeyenden korkup, bilinene
siginarak hayatimizi siglastiriyoruz. Baskalarinin onayina sürekli ihtiyaç
duyup, o onayi kaybetme kaygisiyla saçmalamaktan kaçiniyoruz. Saçmalamaktan
kaçinmanin bir yolu olmadigindan, hayatin siradan tökezlemelerinde bile eziklik
ve yenilgi duygusu yasiyoruz. Hayatimizin sonuna yaklastigimizda, yeterince
saçmalamamis oldugumuz için pismanlik duyarak.
Matriks bazi bilim
alanlarinda da kullanilan bir sözcük. Kimine göre de Keanu Reeves’in basrolü
oynadigi bir film. Buradaki anlamiyla matriks, bir seyin kendisinden
kaynaklanan ve kendisinin sekillendirdigi, ama dönüp onu kusatarak içine alan
olusumu tanimlamakta.
Insanin kendi
yaratisi olan uygarligin, onu kusatip sekillendirmesi gibi. Kanser hücresi
misali bizi her yanimizdan sarmalayip bogan matriks, insanin, doganin kendi
mülkü oldugu sanisina kapilmasiyla yaratildi. Dogadan uzaklastikça, daha
fazlasina sahip olarak yalnizligini giderebilecegi yanilgisinin kisirdöngüsüne
takilip kaldi.
Bu kez de kendisi,
sahip olma tutkusunun mülkü haline geldi ve bu matrikse kapitalizm denildi.
Nedense, kapitalizmi kendi yaratmamis da o öylece oluvermis gibi bir havada.
Matriks, insani kendi talepleri yönünde sekillendirmekle kalmaz, onu, bu seklin
onun gerçek kendi olduguna da inandirir. Hilekârdir.
Tek tanrili dinler,
zaman içinde felsefi boyutundan uzaklasip biçime indirgendigi, üstelik bazilari
politik bir kimlik edindiginden, yasanan bosluk insanlari çesitli türde
bagimliliklara ya da fanatizme yöneltmekte. Kaldi ki yüzeysel matriks insani,
felsefi boyutu olan herhangi bir inanci zaten artik özümseyecek halde degil.
Giderek artan sayida
insan varolusunu uçucu madde formatinda sürdürmekte. Tehyi Hsieh, vaktiyle “Bati
Dogu’ya hayatini nasil kazanacagini ögretebilir, ama zamanla nasil yasanacagini
Dogu’nun ona göstermesini isteme durumunda kalacaktir,” demisti. Bu sözün
altindan hayli sular geçti. Artik kimse kimseye nasil yasanacagini ögretecek
halde degil.
Doga insani ya tika
basa yer, ya aç oturur. Amerika yerlilerinin geleneksel olani ertesi güne yiyecek
saklamaz. Avusturalya Yerlileri aninda ödüllendirilmeyecekleri islere
girismezler, gelecegi düsünmeyen doga insaninin tarzinda. Sessizce yasanan bir
bilgelik vardir.
Kutup kâsifi Peary,
rehberlerinden birine “Ne düsünmektesin?” diye sordugunda, rehber “Düsünmem
gerekmiyor” diye karsilik vermis. “Bol miktarda etim var.”
Antik Yunan’dan bu
yana, dünya halklarinin önemli bir bölümü, gerekmedikçe düsünmemenin
bilgeligine uzak ve yabanci. Susan Sontag bunu “Insanoglu Platon’un
magarasindan bir türlü disari çikamamakta, aliskanligini sürdürerek hala
gerçegin imgeleriyle oyalanip durmaktadir” sözüyle dile getirmisti.
Bana sorarsaniz, o
magaradan hiçbir zaman çikamayacak. Çünkü gelecegi düsünmeye basladigindan bu
yana, yasamakta oldugu cenneti terk edip anksiyete dünyasina adim atti ve
bundan böyle artik hep orada olma durumunda. Üzerinde kayginin agirligi, hirsin
gerilimi, mülkiyetin tutsakligiyla, doga insaninin sahip oldugu hayatiyeti yitirmis
bir halde yasayacak.
Gerekmedikçe
düsünmeyen doga insanina karsilik, matriks insani düsünce üsüsmesi
isgalindedir.
Duygu dünyamizi
fakirlestirip sezgilerimizi ve içgüdülerimizi körelterek. Bilgi
bombardimanindan sersemlemis insan bunu fark edecek halde de degil.
Kendimizi “ben”
olarak algilayabilmek, o anda içinde bulundugumuz dünyayla birlikte oldugumuzu
fark edebilmeyi içerir. Çünkü dünyasiz bir “ben” olamaz.
Gezi Parki’nda çevreci direnis
amaciyla bir araya gelen çogu genç bir grup insan, olayi kendiliginden ve nasil
oldugu anlasilamadan bir yasam modeline dönüstürdüler. Anarsizm modeliyle çok
örtüsen bir olguya. Ömrümde ilk defa gönülden özdeslesebildigim bir modelin bu
kadar yakinimda hayat bulmasi benim için heyecan verici oldu. Üstelik bir adi
da yoktu. Otorite kurumlari ve toplumun bir kesimi orada yaratilan yasam
modelini anlayamadilar. Anlamalari beklenemezdi. Olayi sempatiyle
karsilayanlarin ve destekleyenlerin bir bölümünün de kavrayabildiklerini
sanmiyorum.
Dünyanin çesitli
yerlerinden bazi insanlar, televizyonda ya da sosyal medyada izlediklerinden
orada yasananlarla sezgileri araciligiyla özdeslestiler, Sonlandirilmis olmasi
ve ardindan orada yasananlarla ilgisi olmayan farkli nitelikte olaylarin
yasanmasi da bence artik önemli degil. Çünkü yasandi, bazilarimizda kalici bir
iz ve insanligin gelecegiyle ilgili umut birakarak.
Modem fizikçilerden
biri “Bir ile bir iki eder dedigimizde ‘ile’yi genellikle unuturuz. Oysa
aralarindaki sessizlik olmasa çan seslerini duyabilir miydik?” demisti
vaktiyle. Insanligin bugün geldigi asamada o sessizlikler giderek zor fark
edilir halde, çan seslerini zaman zaman kakofoniye dönüstürerek…