Bati düsüncesi tarihi kendi bakis açisindan tarihi kabaca, modernlik öncesi zaman, modern zaman ve
modernlik sonrasi zaman seklinde bir tasnife tabi tutarak üç ana döneme
ayirmistir.
Ilk devre toplumsal ve insani gelismislik düzeyinin düsük oldugu zamanlari ifade etmektedir. Yazara
göre insanlar, önceki dönemlerde gelismisliklerini manevi olgunluk, ahlaki
kemâl ve iç insani degerlere imtisal ile ölçerlerdi. Modern zamanlarda ilerlemeci
tarih görüsü maddi- ekonomik hacimdeki artisi ölçü olarak koymustur.
Aydinlanmayla birlikte insan, doga ve kendi bedeni üzerinde hükümdarlik kurma
iddiasina soyundu.
Modern zamanla birlikte insan, toplum ve dünya algisi da tamamen degisti. Bunun yaninda en önemlisi,
Tanri herkesi kendi merhameti, adaleti ve koruyuculugu altinda tutan mutlak
varlik iken Nietzsche’nin bir metafor olarak kullandigi çerçevede “öldü”, O’nun
merhametini temsil eden üstün güç ve kudret kalmayinca, Dostoyevski’nin dedigi
gibi “Tanri yoksa her sey mübahtir” hükmünce, normlar ve kurallar insanlarin
kendi öngörüleri dogrultusunda çikardiklari yasalarin insafina birakildi,
yasalar meclislerin uhdesine verildi, ama meclisler daima iktidar
seçkinlerinin arzu ettigi çerçevede düzenlendi, kitlelere düsen seçkinlerin
arzularina hitap eden yasalari çikaracak üyeleri seçmekten ibaret kaldi. Bu
kitlelere demokrasiler yoluyla bir basari ve aksi düsünülemez gerçekmis gibi
empoze edilen büyük yalandan baskasi degildir.
Son olarak yazara göre, postmodernizm,
modernligi yok etmekle birlikte yerine bir sey koyamamis ve insanligin
modernizmle birlikte girdigi buhrani sadece büyütmüstür. Bütün bu degisimlerin
içerisinde Islam dünyasinin diger toplumlara nazaran daha sansli oldugu iddia
edilerek bu iddia Islam cografyasinin zengin bir ilim, irfan ve kültür
birikimine sahip olmasina baglaniyor ve iki bölümden olusan kitabin birinci
bölümünde “Neyi Unuttuk?” sorusu yöneltilerek “Din, Tasavvuf ve Insan” birinci
bölümün üs basligi olarak ortaya konuyor.
Birinci bölümde, günümüzde
insanin ve genel olarak toplumlarin maddi tasavvurlari her seyin önünde
tutmalarina sebep olarak dünyanin genel bir sekülerlesme (din-disi) süreci
içine girmis olmasi gösterilerek özetle;
1.
Zevklerin, haz ve lezzetlerin, arzu ve hedeflerin
bu dünyaya ait kilinmasi; mutlulugun salt bu dünyaya hasredilmesi; hedeflerin
hemen, simdi ve burada gerçeklestirilmek istenmesi;
2.
Askin/müteal, batin ve ahirete olan her
seyin, zihnimizin, hayatin ve dünyanin disina atilmasi;
3.
Insan nefsi ve arzularinin merkeze alinmasi;
4.
Bu çerçevede sekülerlesme dinin disari
çikarilmasindan bahsedilmektedir.
Netice itibariyle insanin ötekiyle ve
tabiatla çatismaya girmesinin, maddi tabiati tahrip etmesinin ve belki de
kozmik dengenin bozulmasina yol açmasinin sebebinin bu oldugu ifade
edilmektedir.
Bu noktada çözüm olarak, modern
insanin züht ve takvaya büyük ihtiyaci oldugundan dem vurup tasavvufun ne
oldugundan ve postmodern dünyada nasil yanlis anlasildigindan bahsederek,
Islama/Islam tarihine içeriden bakmayanlarin, tasavvufa Islamin disinda aykiri
bir konum biçtiklerini ve felsefi düsünceye uygun, ilgi çekici ve orijinal bir
çaba oldugu, bu çabanin kurallarla, dogma ve sekillerle ilisigi olmayan,
buyruklari ve yasaklari asan bir bilgelik hareketi olarak gördüklerini
belirtmektedir. Sonrasinda tasavvufun ne oldugu ve ne olmadigi Mevlana
Celaladdin ve Yunus Emre’den örneklerle basliklar halinde anlatilmaktadir.
Yazar Mevlana bahsine onun
hangi ülkeye ait bir deger oldugu konusunda anlasmazlik yasayan Türkiye, Iran
ve Tacikistan’in bu çekismesinin önemli olmadigi ve onun Islama ait oldugu
konusuyla baslamakta ve Mevlâna’nin birlestirici bir figür olmasi gerektigini
salik vermektedir. Yazara göre, Mevlana’nin Tacik-Afgan bölgesinde dogmus
olmasi, Horasan-Iran güzergâhini takip edip gelmesi ve eserlerini Farsça
yazmis olmasi, sonra Sam ve Mekke’yi ugrak yeri yapmasi, Sems-i Tebrizi’yle
olan iliskisi ve nihayetinde Anadolu’ya gelip Konya’da yerlesmesi ve burada
vefat edip defnedilmesi, aslinda bütün bu cografya ve güzergâh için
birlestirici bir unsur olarak düsünülebilir. Dolayisiyla Mevlâna’yi ayristirici
bir unsur olarak degil; tam aksine birlestirici bir unsur olarak ele almak
gerekir. Dahasi sadece bu güzergâh üzerinde yasayanlar degil; Kuzey Afrika’daki,
Malezya’daki veya Endonezya’daki Müslümanlar da Mevlâna’yla iftihar
edebilirler; çünkü Mevlâna, Islamin mirasina ait bir sahsiyettir, onu
gönüllerin sultani kilan Islamiyettir.
Yazarin postmodernizm
baglaminda Mevlana bahsinde üzerinde önemle durdugu bir diger nokta, Mevlâna’dan
ve Mesnevi’den
hareketle bir hümanizm üretilemeyecegidir. Yazara göre Mevlâna büyük bir
sufidir; onun birtakim seremonilere, törenlere ihtiyaci yoktur, dahasi pratik
hayatinda da böyle seylere önem vermis degildir. Zira Mesnevi’den
de anlasildigi üzere Mevlâna, batini/iç ve müteal/askin olani öne çikarmis,
sekli ise sadece fikhin ve ibadetlerin korudugu kadariyla önemsemistir. Bu
meseleyle ilgili olarak ayrica, Bati’da Mevlâna üzerinden “Islamsiz bir
tasavvuf” gelistirilmek istendigini, bunun da çok ciddi bir tehlike oldugunu
vurgulamaktadir.
Yunus’tan bahsedilen kisimlarda ayni minval
üzere devam etmekte ve günümüzden bakarak Yunus Emre’yi degerlendirenlerin
Islamin bu sahsiyetler üzerindeki etkilerini göz ardi ettikleri söylenmektedir.
Postmodernite gözlügü takmis yazarlarin tasavvufu ve Yunus gibi toplum yapimizi
güçlendiren ruh mimarlarini sinifsal açidan ele alip degerlendirmeleri bizi
tarihsel gerçeklerden uzaga düsürür.
Yazara göre Yunus ne bir sinifin temsilcisidir,
ne hümanisttir. O varliktaki aski siirlerine yansitip insanlari Allah’a ve
emirlerine, sade ve temiz bir hayata, derin manevi hakikatleri ruhen tecrübe
ederek yasamaya davet eden seçkin bir dervistir.
Bütün bu çerçeve içinde yazar, (post)modern
insanin her türlü aracin içerisinde amaçsiz kalmis olmasini yani maneviyatini
kaybetmis olmasini onun drami olarak nitelendirir ve birinci bölümü bu sekilde
bitirir.
Kitapla ayni adi tasiyan Postmodern Kaosta
Kible Arayisi adli ikinci bölüm,
kainatin baslangicinda kaos oldugu iddiasini tartisir ve bunun neden
yanlis oldugunu anlatir. Yazara göre kainatin kaos sonucu olusmus olmasi fikri,
kainatin var olmasinda herhangi bir hikmet aramayan yalnizca sebepleri arayan
bir anlayis olusturmustur. Modern bilim ve insan “niçin” sorusunu sormaz;
“nasil” sorusunu sorar. Iste postmodern dünyanin kaosu, yazara göre, buradan
dogmaktadir. Kainatin ve insanin varliginin nedenini yani hikmetini
arastirmamak insanin neden var oldugu konusunda bir karmasa olusturmustur.
Insan hazlarinin pesinden kosan bir varlik
haline gelmistir. Kaosta olusan dünyada insanin herhangi bir amaci yoktur. O,
yemeli içmeli maddi ihtiyaçlarini karsilamali ve bir madde gibi yok olmalidir.
Hayata bu çerçeveden bakan insan, savaslari çikarmis milyonlarca masumun
ölümüne yol açmis ve dogayi tahrip etmistir. Iste bu postmodernitenin getirdigi
kaosta kible insanin varliginin gayesini arastirmasi ve ona uygun yasamasiyla
bulunabilecektir.
Bu
baglamda yazar kitabi iyimser bir bakis açisiyla bitirmektedir. Yazara göre modern
dünya dini hayatin vazgeçilmezligini anlamis bulunuyor. Ve modern dünyanin
kalbinde gerileme içine giren “din” degil, “sekülarizasyon”dur.
Yazar,
Bati’da geride biraktigimiz iki yüzyil boyunca, adeta özellikle dine karsi konumlandirilmis
bütün sistemler ve yapilarin bir bir çatirdadigini ve bizim aydinlarimizin iki
yüzyillik derin bir rasyonalizm ve pozitivizm uykusu içinde misil misil
uyuduklarindan modern dünyanin kalbinde meydana gelen o dehset verici
sarsintilari algilamakta güçlük çektiklerini de ekliyor.
POSTMODERN KAOSTA KIBLE ARAYISI
ALI BULAÇ
INKILAP KITAPEVI
2013