OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE EGITIM TARIHI

OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE EGITIM TARIHI

Fevzi BOZKURT
Politika


Türklerin Islamiyet ile tanismasindan günümüze kadar egitimin nasil ve ne sekilde yapildigi, egitim politikalarinin hangi önceliklere göre  belirlendigi gibi her türlü sekliyle egitimin incelenmesi Osmanli’dan günümüze egitim tarihinde ayrintili ve kronolojik sirasiyla anlatilmistir.
Kitabin birinci bölümünde Türklerde egitim basligi altinda müslümanliktan önce Türklerde törenin egitim üzerinde çok büyük etkisi oldugu üzerinde durulmaktadir. Türklerin egi­tim gelenekleri Uygurlarin dagilisindan ve 10. yüzyil­da da Müslümanligin Türk boylari arasinda yayilma­sindan sonra; töreyi giderek ikinci plana iten, ulusçu egitim yerine din egitimini öne çikartan bir sürece gir­mistir. Daha açik bir ifadeyle eski Türk töresi yerine  ümmetcilik anlayisi benimse­necektir. Dogal ki, Türk töresinin "etmek-etmemek", "yapmak-sakinmak" belirlemelerinin yerini de "helâl-haram", "sevap-günah" dogmalari alacaktir. Her dinde ilk amaç; inananlari kendi ögretisi dogrul­tusunda egitmek olmustur. Egitim için de ögretmek ve ögrenmek kosuldur. 10. yüzyil ortalarina dogru Müslüman olan Karahan hükümdari Abdülkerim Satuk Bugra Han ve ve ondan sonra gelenler  ile öteki Müslüman Türk devletlerinin yöneticileri, Halifelik merkezi Bagdat'taki DarüI-ilim kurumlarini örnek alarak Türkistan ve Iran'da da yeni okullar aç­tilar. Amaçlari Müslümanligi yaymak, eski inançlarin izlerini silmek, güçlü din ordulari olusturmakti.Bu okullara medrese, mezunlarina da alim deniliyordu. Ikinci sirada yer alan tekkeler, baskent ya da bü­yük ticaret merkezi durumundaki yerlesim yerlerinin çevresinde bu adla, daha küçük yerlerde ve köylerde de zaviye adiyla yine ayni süreçte kurumlasti. Belli ya­sa gelen erkekler, tuttuklari zanaatin geregi ya da ge­lenekleri uyarinca bir tarikata girerek tekkeye yöneli­yor, burada çok disiplinli bir kültür ortaminda yetis­me olanagi  buluyorlardi. Tekkelerde medreselerde ögretilenlerden çok farkli konular dil, edebiyat, mü­zik, sanat, is ahlâki, sosyoloji, saglik ögretiliyordu.Bu bakimdan tekke, salt din, din hukuku ve Arapça ögreten, ama egitim programlari olmayan medrese­lerden daha faydaliydi ve medreselerin belirli sayida insana hizmet verebilmesine karsilik, kapisini herkese açabiliyordu. Üçüncü sirada, hem en yaygin hem en basit hem de en eski kurumlar olan mektepler vardi. Bunlara sonralari sübyan mektebi, mahalle mektebi de denil­mistir. Bu mekteplerin kaynaginin ve baslangicinin nereye kadar uzandigi konusu üzerinde durulmamis­tir. "Hoca" ve "mektep" sözcükleri, Türklerin Ana­dolu'ya yerlestikleri yillardan beri bilindigine göre, bu en eski kavramlari Anadolu'nun daha önceki egitim gelenekleriyle ilgilendirmemiz dogaldir. Bunlar, Ilkçag okullarini hatirlatmaktadir.
Kitabin ikinci bölümünde Osmanli Devletinde Egitim bölümünde 1332'de, Orhan Bey'in Iznik'te açtirdigi ilk Os­manli medresesi tipik bir Selçuklu medresesiydi. Bu­rada, pozitif bilimlere agirlik verilmesine ise ne gerek ne de öncelik vardi. Çünkü yüzyillar boyu Hiristiyan­lik dogmalarinin tartisildigi, dinsel kurullarin toplan­digi Iznik'te, öncelikle Islâm dinini ögreten bir kuru­ma ihtiyaç duyulmustu. Gerek bu ilk medresenin ge­rekse yine Orhan Bey tarafindan Bursa'da hizmete sokulan ikinci medresenin, eski birer manastir olmalari da dikkati çekiyor. Orhaniye medreselerinin üçüncü­sü Izmit'in alinisindan sonra buradaki bir kilisede ça­lismaya basladi. Kurulus dönemindeki bu medrese hareketinin, sonraki gelisme dönemine oranla daha tutarli bir dü­zeyde oldugu sezinleniyor. Çünkü, örnegin Dogu'nun ve Bati'nin tip alanindaki kitaplarinin çevirileri, yal­niz bu evrede, Bursa Medresesi'nde okutulmustur. 14. yüzyil ortalarindan 15. yüzyil sonlarina degin sürecek bu aydinlik çagda; siyasal bagimsizliklarini birer birer yitirip Osmanli benliginde eriyen Anadolu Beyliklerinin, özellikle de Karaman, Germiyan ve Candarogullari'nin birçok medreseler yaparak bilgin­leri koruyup ödüllendirerek kitaplar yazdirtarak egi­timi desteklediklerini unutmamak gerekiyor.Egitimde büyük atilimin sayet ayni yaklasimla sürek­liligi saglanabilmis olsa Islâm dünyasinin ikinci bü­yük kültür parlayisini saglayabilecek güçteki Istan­bul'un alinisindan sonra 2. Mehmed (Fatih) (1451-1481) tarafindan baslatildigi görülmektedir. Önce kü­tüphanesine Grekçe ve Latince bilim kitaplarini top­latip sayili filozoflari, bilginleri ve sanatçilari Istan­bul'a davet ederek pozitif bilimlerin, felsefenin ve sa­natin egemen oldugu bir kültür ve egitim ortami ta­sarlayan Fatih'in, huzurunda Hiristiyanligi, Hurufîli­gi serbest tartismalara açmasi; kendi portresini ve in­san figürlü resimler yaptirmasi; Müslüman olmayan bilginlere de Müslüman ulemaya gösterdigi saygiyi göstermesi; "Bati ile Dogu'nun esiginde", bu iki dün­yanin kültürlerini bulusturmak amaciyla sarayda kü­tüphane tesisi, o çaga uygun bir laik egitim ve laik in­san tipi düsledigini akla getiriyor. Sultan Süleyman'in (Kanunî) (1520-1566) 1559'da yaptirttigi Süleymaniye Camii ve medreseleriyle Osmanli örgün egitiminin doruga ulastigi kesindir. Sahn-i Süleymaniye denen bu yeni kurumda, tip, tabiiyet (dogal bilimler), riyaziye (matematik), heyet (gökbilim) alanlarinda ders programlari yer al­digi gibi Kelâm (Islâm felsefesi) dersinin de düsünürlerin görüslerinin tartisilmasi biçiminde yapilmasi öngörülmüstür.
Medrese muhitinde görülen durum; bü­yük müftülerin fetvalariyla medrese ve cami görevlile­rinin her türlü vergiden muaf tutulmalari, gerek bun­dan gerekse medreselerden yetisenlere gösterilen say­gidan ötürü ayricalikli "ilmiye sinifi"nin ortaya çik­masi oldu. Medreselilerle birlikte tekke seyhleri, mü­derrisler, muidiler, imamlar, hatipler, müezzinler de olagan ve olaganüstü vergileri ödemeyerek sadece mülk topraklari varsa ösür vermekteydiler.
Osmanli siyasal otoritesi üzerinde önemli bir baski ögesi olan ilmiye sinifi medreseleri, her türlü müdaha­lenin, tartismanin, degisikligin disinda tutmakta ya­rar görüyordu. Bunun yaninda, hemen her medrese­nin bir vakfa dayali olmasi da vakif kosullarinin yeri­ne getirilmesi bakimindan degisiklikleri, yenilikleri engelleyen bir baska etkendi. Böylece ögrenci mevcut­lari, ögretim ve hizmet kadrolari, ögretim kosullari degismeyen medreseler; giderek daha elverissiz kosul­lar ve daha yetersiz kadrolarla varliklarini ayakta tut­maya çalistilar.
17. yüzyil Osmanli medreselerine, dünyanin gidisine sirtini dönmüs birer çöküntüydü demek yanlis olmaz. Yenilesmeden uzak medreseler, kurumlarin yenilesme­lerine de dinsel gerekçeler göstererek karsi çikiyordu. Koyu bilgisizlik içindeki halk ise medrese çevrelerin­den yükselen her söze içtenlikle inaniyordu. Dünyanin geçici, dünya nimetlerinin sahte, asil mutlulugun öbür dünyada oldugunu, tipik bir halk egitimi sayilmasi ge­reken yer yöntemiyle en ücra köylerde bile halka an­latan medreseliler; yiginlari büsbütün tembellige, te­vekküle, insanca yasama isteginin disina sürükledikle­rinin farkinda degillerdi.Medrese çevrelerinin olumsuzluklari bu kadarla da kalmamistir. 16. yüzyil sonu 17. yüzyil basinda, basarisiz softalarin, danismendlerin Anadolu'daki Celali ayaklanmalari içerisinde yer aldiklari, çogu za­man da tasrada "suhte ayaklanmasi" denen karisik­liklari çikardiklari, Istanbul'da ise "talebe-i ulûm" adi altinda kapikulu eylemlerine destekçi olduklari sikça görülüyor.
Medreselerden sonra, Osmanli örgün egitim kurum­larinin "özel amaçlilarindan baslicalari "ocak" de­nen askerî egitim merkezleriydi. Ocaklar, okuma ve yazma ögretimi yapilan yerlerden olmadigi için birer mektep degildi ama, bu ocaklar, kisiye yepyeni bir kimlik ve inanç kazandiran, askerlik formasyonu ve­ren, egitim ve disiplin agirlikli kislalardi. Osmanlilar, Antik Çag'in egitim-ögretim kurum­larindan izler tasiyan, "iyi bir vücut ve zekâ" gelisimi için jimnastik ve müzik egitiminin yaninda dil, edebi­yat, matematik ögretimine de yer veren tek okulu sa­rayda tesis etmislerdi. Enderun Mektebi denen bu okulun kurucusu Fatih'dir. Enderun, amaci bakimindan kamu hizmetleri için aydin ve isbilir eleman yetistirmeyi degil; padisaha en iyi ve kusursuz hizmeti vermeyi hedefleyen bir kurum­du ve dar kadroluydu. Enderunlular, toplumdan so­yutlanmis, saray disina ancak izinle çikabilen gençler olarak daha da önemlisi Türk asilli olmadiklarindan, toplumu tanimayan, ulusal duygudan yoksun bir ke­simdi. Buradan yetiserek veziriazamlik, vezirlik, bey­lerbeyligi gibi yüksek görevlere gelenler ise toplum için degil, padisah için canla basla çalismaktaydilar.
19. yüzyila gelindiginde Osmanli Devleti ekonomide, siyasette, yönetimde or­duda, Avrupa devletlerine oranla çok geri durumday­di. Ama, yine de bir varligi temsil edebiliyordu. Oysa egitimde, bir kiyaslamaya yetecek düzeyde bir varlik­tan söz edilemezdi. Çagdas Avrupa, köklü bir egitim ve kültür mirasina sahipken Osmanlilik, felsefesiz, sistemsiz, belletme ve ezberletme saplantisinda, bir ögretim derbederligi sergiliyordu.Ne var ki, egitimsizlik çikmazin­dan salt ilgiyle kurtulabilmek güçtü. Bununla birlikte, Tanzimat'in ilan edildigi 1839'a kadarki elli yilda yi­ne de önemli adimlar atildi. 20. yüzyila girerken Avrupa'da, duraksa­masiz, mükemmel ve çok yönlü egitim, zihin ve dü­sünce faaliyetleri ve kurumlasmalar hizla ilerlerken Osmanli Türkiye'sinde hiçbir kipirti görülmemektedir.
II. Mahmud (1808-39) Bati ordularini örnek alan bir kara gücü olusturmak amaciyla, 1826'da kapatilan Yeniçeri Ocagi'nin yerine Asakir-i Mansure-i Muhammedliye örgütünü kurdu. Erin ve subayin, en azindan okuma-yazma bilmesi gerekliligi dikkate ali­narak bu yeni ordunun bireylerine mektep hizmeti verecek Talimhane 1831'de açildi. Burada, okuma-yazmanin yan isira din bilgileri, savas teknikleri de göste­rildi. 1834'te ilk büyük askerî okul olan Mekteb-i Ulûm-i Harbiye, Maçka Kislasi'nda ögretime açildi. Rüsdiye yeniligi, Türkiye'de Avrupa'ya yönelik ilk si­vil okul olarak kabul edilir. Çünkü, Türkçe’nin, hesa­bin, cografyanin okula girmesi, okul yönetiminin ku­rulmasi, ders nâzin denen bir görevlinin denetimlerde bulunmasi ve ilk kez, örgün medreselerin karsisina, örgün bir baska egitim kurumunun çikmasi rüstiyelerle olmustur. Avrupa'ya yönelmek ve hayranlik, Meclis-i Vala’nin, rüstiyelere iliskin raporunda da açiktir. Tanzimat'i önceleyen yillarda dikkati çeken bir baska gelisme, Osmanli sinirlari içindeki misyoner fa­aliyetleridir. Bu çalismalarin, egitim, yayincilik ve sag­lik hizmetleri alanlarinda yogunlastigi saptanmistir. Amerikali misyonerler 1819'dan sonra okullarini kurmaya baslamislar; 1824'te Beyrut'da, 1830'da da Istanbul'da, bir ögretmenin çok sayida ögrenciyi egit­mesi, ileri siniflarin basarili ögrencilerinin de egitim kadrosunda görevlendirilmesi amacini güden bu okullar, sonraki yillarda Beyoglu'nda (kizlar için), Bursa, Izmir, Trabzon'da açilanlarla çogalmistir.
Tanzimat maarifinin getirdigi yeniliklerin basinda "mektep" denen kurumun salt Istanbul için gerekli olmadigi, ülkenin her yaninda egitime muhtaç çocuk­lar ve gençler bulundugu gerçeginden hareketle, önce büyük vilayet merkezlerinde olmak üzere tasrada da okullar açilmasi gündeme gelir. Aslinda, egitimin yay­ginlastirilmasi ilkesi de bir Tanzimat düsüncesidir. Kizlarin egitimi, sibyan mekteplerinin islahi, usul-i atika denen eski ögretim metotlarinin yerine usul-i cedide (modern egitim) metotlarinin benimsenmesi, idadiye, sultanî, darülmuallim denen, ögretimin rüstiyeden sonraki asamalarinin açilmasi bu dönemde­dir. Tanzimat'in maarif siyasetinin, temelde "Osmanlilik" ilkesine dayandigi biliniyor. Yatirimsiz, masrafsiz, orada surada, eski sibyan mekteplerinde adlari, yak­lasimlari ve havalariyla "yeni" okullar açilacak; müslim, gayrimüslim her uyruk buralarda aydinlanip Os­manlilik bilincine erisecek.Bu siyasetin, 1912'deki Balkan bozgununa kadar sürdügü, daha sonra yerini, Ziya Gökalp'in açtigi çigirda millî egitime biraktigi görülür. Tanzimat'in basinda ve 1869 Nizâmnâmesi çikincaya kadar, egitim, bir kar­masa havasinda yol aldi. Askerî ve sivil, kiz ve erkek okullari açildi. Hepsinde de bir takim aksilikler, sanssizliklar yasandi. Bu evrenin okullarini üç grupta top­lanabilir: Askerî okullar, mülkiye (sivil) okullari, mes­lek okullari. Bunlarin yaninda, medreseler, sayilari gi­derek artan azinlik okullari, eskilerine yenileri ekle­nen yabanci okullari da vardi. Bir anlamda "devlet okullari" denebilecek ilk üç gruptakilerden askerî mektepler orduya, meslekî okullarin bir kismi, ilgili olduklari alanin merkezî örgütüne, mülkiye mektep­leri ile Darülmuallimin de dogrudan maarif örgütüne bagliydi.
Yabancilar ve azinliklar, Tanzimat'in kendilerine tani­digi asiri özgürlüklerden yararlanarak egitimde önemli mesafeler aldilar. Misyonerler için, Osmanlili­gin çok uluslu, çok dinli ve çok dilli mozaigi bulun­maz bir ortamdi. Islahat Fermani (1856) ise gayri­müslim uyruklara, kendi dinlerine ve kültürlerine dö­nük, ilk orta ve yüksek derecede okullar açma firsati verdi. Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Hiristiyan Arap­lar her tarafta okullar açtilar. Katolikligi, Protestanli­gi yaymak isteyen, Fransa, Italya, Ingiltere, Almanya, Avusturya ve Amerika kilise çevreleri de yaris halinde okul kampanyalari baslattilar. Bunda, sayilan devlet­lerin siyasal, kültürel ve ticarî çikarlarina hizmet ama­ci da vardi. Nitekim çok geçmeden, Osmanli kentle­rinde, kendi ülkelerine ve uluslarina hayranlik duyan elit topluluklar ortaya çikti.
Tanzimat maarifi ve okullari Türk egitiminde bir baslangiçtir. Bugün bile hangi önemli egitim kurumumuzun tarihini incelesek Tanzimat'in izlerini ya da temelini buluruz. Ilkögretimin zorunlu kilinmasi ve yayginlastirilmasi, yüzlerce yillik ögretim metodunun degistirilmesi, dernekler, vakiflar araciligi, hattâ imecelerle okullasma sürecinin baslatilmasi, din egitiminin yaninda temel egitimin, bir ölçüde de laik egitimin ve yabanci dil ögretiminin gündeme gelmesi, kizlara ortaokul, ögretmen okulu, meslek okulu kapi­larinin açilmasi, ögrencilere özel kiyafetler öngörülme­si, okul binalari yapilmasi, Türkçe egitimin esas alin­masi, halk dilinin (kaba Türkçe'nin) ögretilecek kadar önemli oldugu üzerinde durulmasi, halka kara cümle yazi ve hesap ögretme siyaseti, o kisa dönemi saygiyla anmamizi gerektiriyor. Bununla birlikte, egitimde ku­tuplasmalar da yine Tanzimat'la belirginlesmistir. Ziya Gökalp söyle diyor: "Medrese ve mektep birbirine zit birer kurum oldu. Uyanan aydinlar, yenilgilerimizin egitimdeki ülküsüzlükten kaynaklandigini görüyorlar. Maarifimizin kozmopolitligi meydandadir. Tanzi-mat'dan beri memleketimizde Fransizlarin medeniyet­çi egitimi uygulaniyor. Oysa ulusçu egitim, medeniyet­çi egitime karsi harsçi egitimdir."
Programlari hayli yüklü olan rüstiyelerde ve idadîyelerde ögrenmekten ve egitilmekten ziyade disiplin ve sinav öndedir. Disiplin cezalari, ihtardan ihraca de­gin, egitsel hiçbir yönü bulunmayan bir dizi despotik islemler; ödüllendirmeler ise sübjektif kararlara daya­li, kiskançlik ve ayricalik yaratan yapay degerlendir­melerdir. Istibdat yillarinda, Edirne, Selanik, Üsküp, Anka­ra, Adana, Sivas, Trabzon, Kudüs, Kastamonu, Erzu­rum, Konya, Izmir, Bursa, Bagdat, Musul ve Diyarbakir’da   açilan  Darülmuallimin-i  Sübyan okulu) adli kurumlarda yaklasik 500 kadar ögretmen adayi okumakta ise de bu sayi ülke ihtiyacini karsila­yamadigindan adi geçen okullarda ehliyetnameli ög­retmen yetistirmek için kisa süreli kurslar açildigi sap­tanmaktadir. Ama asil zorluk, okuldan yada kurstan yetisenlerin görevlendirilmelerinde dogmakta; eski sübyan hocalari yerlerini genç ögretmenlere kaptirma­mak için, çogu yerde halki da yanlarina alarak müca­dele vermekteydiler. Sayilari artan, bir kismi meslegine bagli olmasa bi­le, epeycesi hem meslegine hem ülke sorunlarina egi­len ögretmenlerin; II. Abdülhamid döneminde baski altina alinmaya çalisildigi da saptaniyor. Ögrenimini bu dönemde yapan Mustafa Kemal'in ifadesiyle "Agizlar kilitlenmis; muallimlerden ve mürebbilerden yalniz bir noktayi dimaglara yerlestirmeleri isteniyor­du.
Osmanlilik, dünya Müslümanlarina ve emperyalizme boyun egmis Türklere, bütün bir 19. yüzyil boyunca siyasal alanda oldugu gibi egitim ve kültür alanlarinda da önderlik ve rehberlik edebilme firsatini yakalayamamistir. Disaridakiler Türkiye'yi güllük gülistanlik sandiklarindan, Osmanlinin terakkisine(!) yetisebilmek için çirpinmislar; Türkiye'yi modern okullarla dolu, yeniliklerin egitime egemen oldugu örnek ülke olarak hayal etmislerdir.
Alti yüzyillik imparatorlugun perdeleri kapa­nirken yasanan toplumsal, siyasal ve askerî çalkanti içinde, "egitim", hattâ "ulusal egi­tim" sesleri, çokça duyulmus; II. Mesrutiyet'in temel slogani ise "devletin yikilisini ancak egitim kurtarir" olmustu. Ama bu istek, yikilma süreciyle çakistigin­dan sonuç hüsrandi. Düsünmeli ki, 1908 ile 1918 arasindaki on yilda, iktidardaki Ittihat ve Terakki Fir­kasi, sagduyulu sesleri susturan bir çaresizlik orta­minda, Osmanli ülkelerini ve uluslarini savastan sa­vasa sürüklerken, cephelere sevk edilen yüz binler ara­sinda egitim kadrolari ve genç ögrenciler de eridi. Fa­kat bu gerçek, normal kosullarda gündeme gelebile­cek egitim tartismalarinin en yogun biçimde sürdü­rülmesini engellemedi. Sonuçta Mesrutiyet, Cumhuriyet'e kapilarina kilit vurulmus okullarla, ulusal egitim felsefesi birakti.
1839'dan 1919'a uzayan 80 yillik çalkantili dönemler boyunca egitimin giderek önem kazanmasi, II. Mesrutiyet'in ise konuyla ilgili isten ve eylemden çok bir tartisma dönemi havasi vermesi, aslinda iki zit oda­gin, baslangiçtaki gizli mücadelesinin birdenbire alev­lenmesinin sonucudur. Her seyi Avrupa taklitçiligiyle çözme çabasindaki Tanzimat aydinlari ile dünyayi önemsemeyen, duygularini düsüncelerini hep ahiret olgusuyla yönlendirmeye çabalayan medrese mutaas­siplarinin çatismasi; II. Abdülhamid döneminde med­reselerin büsbütün yozlasmasi ardindan sönmüs; yeri­ni gelenekçi aydinlarla, yenilikçi ve ilerici aydinlarin seviyeli tartismalarina birakmistir. Bu ise Mesrutiyet egitiminin olumlu bir baska özelligidir. Fakat su da kuskusuz ki, her dönemde, yönetim erkini ellerinde bulunduranlar, egitime "önem veriyor" gözükmekle yetinmisler; yatirimlara, düzenli ve sürekli egitim po­litikalarina yakinlik duymamislardir. Oysa II. Mesru­tiyet yillarinda, Türkiye disinda da Türkiye'yi izleyen Türkler söz konusudur. Örnegin, Kirim'da Akmes-cit'teki Türk okullarinda, Istanbul'da basilan harita­lar kullanilmakta, Ahmed Cevad'in 1910'da yayinla­nan Yeni Elifba'si, Hüseyin Hifzi'nin 1911 tarihli Elifba'si, Osmanli egitimcilerinin kitaplari okutul­maktaydi. Dünya Türkleri arasinda "dilde, fikirde, is­te birlik" Türkiye'den çok, Türkiye disinda konusu­luyordu. Türkiye'de ise garip islerle ugrasilmaktaydi. Söz­gelimi, kiz okullarina atanan ögretmenlerin çirkin, yasli, sert olmalarina dikkat ediliyor; taassubun basit bahanelerle hortlayabilecegi kuskusuyla ve kiz okul­larinin kapattirilabilecegi olasiligi yüzünden, akla gel­medik önlemlere basvuruluyordu.
Tek Osmanli üniversitesi diyebilecegimiz Darülfü­nûn-i Sahane, açila kapatila, etkisiz varligini II. Mesrutiyet'e degin korudu. 21 Agustos 1909'da Vezneci-ler 'deki Zeynep Hanim Konagi'na tasindi. Adi Darül­fünûn-i Osmanî olarak degistirildi. Bu kurumun üni­versite konumuna getirilmesi yönündeki girisim, Maarif Nazin Emrullah Efendi'den gelmistir. Yeni düzenlemede Darülfünun, Ulûm-i Ser'iye, Hukuk, Fünûn Ulûm-i Tibbiye, Ulûm-i Edebiye subelerine ayrildi 1913'ten sonra, "fakülte", "enstitü", "laboratuar” çalismalarina geçildigi görülmektedir. 1915'te Almanya ve Avusturya'dan yabanci profesörler getirtilmis; program gelistirilmis, tarih, edebiyat, felsefe dersleri konmustur. Öte yandan, 1913'te "Gülhane Parki'na girmelerine izin verilen Türk kadinlari" için, 1915'te de bir Inas Darülfünunu açilmasi gündeme gelmis; ilk dersler Darülfünûn'da konferansla baslatilmis; kadin­lara ve kizlara, riyaziye, kozmografya, fizik, hukuk-i nisvan, terbiye-i bedeniye, tarih, hifzisihha, terbiye konularinda, Salih Zeki, Gelenbevî Said, Mahmud Esad, Selim Sirri, Ihsan Serif, Besim Ömer Pasa, Isma­il Hakki... ders vermislerdir.
Türk egitim tarihinde, 1912-1922 arasi, savasla­rin büyük olmasi ve art arda çikmasi yüzünden pek elim bir dönemdir. Yetiskin ögrencileri, daha sonrala­ri da çocuk denecek yastakileri, dizi dizi cephelere gönderilen okullarin birçogunun kapisina kilit vurul­mus ya da okul binalari askerî hizmetlere birakilmis­tir. I. Dünya Savasi dört cepheden yüklenince, nüfu­sun saglikli, genç ve çalisabilir tüm erkekleri erimeye baslamis; onlarin öksüz, kimsesiz ve aç çocuklari için, yönetim yetimler okulu açmak zo­runda kalmistir. Ittihat ve Terakki bunda bile propa­gandayi gözetmis; Maarif Nezareti'ne baglamadiklari yetimler okulu için, manastirlara, yabanci okul bina­larina, kösklere el koymuslardir. Nice sanat yapisinin bu ugurda yakilip yikildigi biliniyor. Bunlarin bütçe­leri de müsrif tutulmus, hattâ yolsuzluk kaynagi olmustur. Hükümet, savasin sonuna dogru bu okulla­ri kapatmak ve ögrencilerini Istanbul'da açilan Sehir Yati Mektebi'nde toplamak zorunda kalmistir.
Türk Egitimi, II. Mesrutiyet'e, 1908-1909 devrimleri boyunca, 10 ayda 7 nazir (bakan) degisikligi ile ayak uydurmaya çalismis; dönemin kapanisindan sonraki 3 yilda da (1919-22) 17 kez bakan degisikligi ile Cumhuriyet öncesi tarihini kapatmistir. Her gelen bir sey­ler denemis, bir takim islere yönelmisse de devrin he­yecani ve karisikligi egitimde de aynen yasanmistir. Ögretmenlerin ilk kez yasal güvenceye kavusup mes­lek örgütlerini kurabildikleri, kadinlarin, egitimin tüm asamalarindan yararlanma olanagi bulduklari, egitim ve ögretime dönük yayinlarin, öteki alanlarindaki ya­yinlarin önüne geçtigi; ögretim birligi düsüncesinin uyandigi; okul, ders kitabi, metod, ögretmen kavram­larinin topluma mal edildigi Mesrutiyet döneminin iç ve dis egitim dinamikleri, dogan çeliskileri Cumhuriyet'in çözümleyecegi olumlu bir miras birakmistir
Kitabin ikinci kismi olan cumhuriyet döneminde egitim bölümünde cumhuriyet dönemindeki egitim sikintilari ve süreçleri islenmistir. Seksen yil boyunca yeterli kadrolara kavusama­mis ve kurumsallasmamis bir mirasi devralan Cumhuriyet egitimi, bugün de bir o kadar süre geçmesine karsin köklü atilimlari gerçeklestirememis, denenmis dogrulara sahip olamamis, egitimi saglam bir temele oturtamamistir. Oysa 1920'lerde Ata­türk'ün çizdigi egitim politikasi, sisteme ve meslege dayandirilmisti. Mustafa Kemal'e göre, "Mektep genç dimaglara insanliga hürmeti, millet ve memleke­te muhabbeti, serefli istiklâli ögretmeli, en mühim va­zife maarif isleri olmali, ögretme vazifesi güvenilir el­lere teslim edilmeli, muallimlik diger yüksek meslek­ler gibi, refah teminine müsait bir meslek hâline kon­mali" idi.
Türk millî egitiminde okul bina ve tesislerinin, kadrolarin, araç-gereçlerin, Anayasa ve Millî Egitim Temel Kanunu geregi standartlastirilmasinin beklen­digi bir dönemde ortaya çikan yetersizlikler; kamu bütçesinden egitime pay ayirmadaki hasislikle çaki­sinca, her sey oluruna ve kolayciliga birakilivermis gibi bir tablo da kaçinilmaz olmustur. Artik ülke öl­çeginde egitimde standartlasmanin neye mal olacagi bile hesaplanmiyor. Ama, ucuz "program" ve "yö­netmelik" reformlari (!) sik sik gündemdedir. Bun­dandir ki, Istanbul'un göbeginde 16. yüzyildan kal­ma bir timarhaneden, yikilmaya yüz tutmus bir Levanten apartmanindan, tasrada toprak damli, ker­piçten, derme çatma köy odalarindan, günümüzde bile "Lise", "Ortaokul" tabelalari kaldirilamamistir. Okul diye yapilanlar ise sevimsiz cepheleri, islevden yoksun planlari ile hayallerdeki okul imajini giderek unutturmaktadir.
14 Agustos 1923'te Meclis'te okunan hükümet programinda, egitime uzun bir bölüm ayrildigi görülmektedir. Öngörülen egitim faaliyetlerine, sözkonusu Heyet-i Ilmiye görüsmelerinin ve kararlarinin esin kaynagi oldugu da açiktir. Çocuklarin egitimi, halkin egitimi, seçkinlerin egitimi için imkânlar hazirlanma­si; ilkögretim çagindakilere, mesleklere yönelmelerini saglayici pratikler kazandirilmasi; ilkokulu bitirenle­rin devam edecekleri tarim, sanat, ticaret alanlarinda iki yillik bütünleme siniflari açilmasi; kiz liseleri, kiz sanayi idadileri ve kiz ögretmen okullarinin çogaltil­masi; ilkögretimin bütün yurtta zorunlu kilinmasi programda yeralmisti.Bu belirlemeler ve hedefler bir anda gerçeklestirilemese bile, ümmetçi egitim düsüncesinden hizla siy­rilip millî egitime, hayata, ise ve pratige dönük çagdas ögretime geçis süreci baslamis bulunuyordu.
Cumhuriyet'in ilk bes yilinin bilançosu, bir baska deyimle Tevhid-i Tedrisat'tan (1924) Harf Devrimi'ne (1928) kadarki dört yilin basarilari söyle özetlenebilir:Maarif örgütünün yenilenmesi; ögretim birligi saglanarak ülkenin her tarafinda ortak programlarin uygulamaya konulmasi; ümmet egitimi yerine millî egitimin, giderek laik egitimin yayginlastirilmasi; lise­lerin "kism-i iptidaî" denen hazirlik sinifinin kaldiril­masi; ilkögretimin parasiz ve zorunlu olmasi yaninda orta ögretimde de parasiz ögrenime geçilmesi, devlet parasiz yatili imkâninin saglanmasi, din egitiminin okuldan çok aileyi ilgilendirdigi görüsünden hareket­le din derslerinin okul programindaki agirliginin asgarî düzeye indirilmesi, kadin ve erkekler için egitim-ögretimde esitlik ilkesinin getirilmesi ve karma egiti­min ortaokul ve liselerde yayginlastirilmasi; "karma ögretim-ortak egitim" ilkesinin benimsenmesi, yük­sek ögretim kurumlarinin kizlara da açilmasi, okul programlarinin sirf pedagojik bir amaca degil ayni zamanda toplumsal amaçlara da yönelik tarzda yeni­lenmesi, derslerin yasamla dogrudan ilgili alanlara göre belirlenmesi, sinif imtihanlarinin kaldirilip me­zuniyet imtihanlarinin konmasi gibidir.
Atatürk, 9 Agustos 1928 günü Sarayburnu'nda halka halk devrimi hakkinda sunlari  söylüyordu: "Çok isler yapilmistir, ama bugün yapmaya mecbur oldugumuz son degil, lakin çok lüzumlu bir is daha vardir. Yeni Türk harfleri çabuk ögrenilmelidir, her vatandasa, kadina, erkege, hamala, sandalciya ögretiniz. Bir milletin, sosyal bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma-yazma bilir, yüzde sekseni, doksani bil­mezse bu ayiptir, bundan insan olanlarin utanmasi ge­rekir. Bu millet utanmak için yaratilmamistir, övünmek için yaratilmis, tarihini övünmekle doldurmus bir mil­lettir. Fakat milletin yüzde sekseni okuma-yazma bilmi­yorsa bu hata bizde degildir, Türkün karakterini anla­mayarak kafasini birtakim zincirlerle saranlarindir. Ar­tik geçmisin hatalarini kökünden temizlemek zamanin­dayiz, hatalari düzeltecegiz, bu hatalarin düzeltilmesin­de bütün vatandaslarin çalismalarini isterim. En niha­yet bir yil, iki yil içinde bütün Türk toplumu yeni harf­leri ögrenecektir. Milletimiz yazisi ile kafasi ile bütün medeniyet âleminin yaninda oldugunu gösterecektir." Denilebilir ki, Harf Devrimi, her biri ayri ya da ortak birçok hakli gerekçelere dayanan devrimler ara­sinda en gerekli ve isabetli olaniydi. Gerçi, Ata­türk'ün ve çevresindekilerin inandiklari gibi, halkin "tamami" bu yeni harflerle okuma-yazmayi ögrene­bilecek degildi ve ilk bir iki yil içinde, umulan basari bir yana, devrimden 50-60 yil sonra bile ülke nüfusu­nun oldukça kabarik sayida bir bölümü ümmîlik yaz­gisindan kurtulamayacaklardi. Ama bu devrim, okur­yazarligi bir ayricalik olmaktan çikartip köylü-kentli herkesin kolayca okuma-yazma ögrenip uyanmasina, kendi dilinin kurallarini kavramasina kapilar açti. Birkaç yilda, yeni birkaç bin okulun saglayabilecegin­den daha yararli sonuçlar getirdi.
Köy Egitmen Kurslarinin, "Gezici" ve "Duragan" Ulus Okullarinin (Millet Mekteplerine sonradan veri­len adlar) getirdigi hareketlilik, Halkevlerindeki kap samli etkinliklerle yine bu yillarda bütünlesmistir. Halkevleri, Atatürk devrimlerinin benimsetilmesini, Cumhuriyetin kültür etkinliklerini, millî egitimin ya­ninda yürütmek için, 1931'de kapatilan Türk Ocak­larinin yerine kuruldu. 1932-1952 arasindaki dönem­de 478 Halkevi ile 4322 Halk odasi açildi. Bu kuru­luslarin amaci "Ulusu, ayni ülkeye bagli bir kitle yap­mak,  kir-kent, köylü-aydin  ayrimlarini azaltmakti. (1952'de, Demokrat Parti iktidarinca Halkevlerinin kapatilmasi, binalarina ve birikimlerine CHP düs­manligi ile el konulup bunlarin tasfiye edilmesi, egi­tim ve kültür tarihimizin aci bir yarasi sayilmistir). Bu kurumlar Ismet Inönü'nün tanimiyla "garazsiz ve menfaatsiz birer medeniyet ve irfan yurduydu." Ulu­sal ve toplumsal hayatin temelleri, egitim ve ögretim teknikleri uygulanarak bu evlerde atilmak istenmisti.
Atatürk'ün ve Mustafa Necati Bey'in düsledikleri ögretmen, yalniz okulda ders vermekle yetinmeyen, müsamereler, konferanslar, oyunlar, kurslar tertiple­yen, halki Cumhuriyet ülküsüne isindiracak ideal bir tipti. 1923-24'teki Muallim Mektepleri islahati da bu amaçla yapilmisti. Köylere gidecek ögretmenler, köylü­yü cehaletten kurtarmayi, is ve övünç nedeni bilecek aydinlar olmaliydi. 1924'te Türkiye'ye gelen Amerika­li John Devvey de, ögretmeni "köyün mimari" olarak tanimlamisti. Bir dizi yasalarin çikartilmasi, köy ögretmenleri için statülerin belirlenmesi hep ög­retmeni güçlendirmek ve etkili kilmak içindi. Fakat, ül­kenin demografik bünyesi, sayilari 40 bini bulan köy­lerden 20 bininde nüfusun 400'den az, 10 bininde ise 150'den az olusu, okullasmayi ve her yere ögretmen göndermeyi imkânsiz kilmaktaydi. Muhafiz Alayi'nda çavusluk edip de köylerine döndükten sonra bilmeyen­lere okuma-yazma ögretenler, bu ortamda bir umuttu. "Eski çavuslardan köy önderi!" herkesi sevindirdi.
Cumhuriyet egitiminin en çok tartisilan bu 12 yillik döneminde, Hasan-Âli Yücel'in (Bakan­ligi 28.12.1938-5.8.1946) damgasi vardir. Yücel, hükümet degisikliklerine ragmen, Cumhurbas­kani Millî Sef Ismet Inönü'nün destegi ve egitim isle­rindeki ortak anlayislari sayesinde 7 yil 7 ay görevde kalabilmis; ne Osmanli Maarif nazirlari ne de Cumhuriyet'in kendisinden önceki ve sonraki Maarif Kültür-Millî Egitim bakanlarindan hiçbiri, Yücel kadar uzun süre ve esasli girisimlere önayak olarak bu mev­kide kalamamislardir. Egitimci kökenli olusu, ögret­menlikten genel müdürlüge, müfettislige kadar kademelerde görev almasi, ozanligi, yazarligi onu ötekiler­den ayiran özellikleridir. Ama asil, döneminin Türk egitiminde bir altin çag olmasi ve "millî sef" siyaseti­ne içten bagliligi ile ünlenmistir.
Türkiye'de ögretim, kesin olarak milliyetçi bir ruh tasir. Biz, milliyetçiligi, milletimizin bugünden ta eski devirlere kadar kesiksiz uzanan ömrü içinde yaptigi bütün büyük isleri, gördügü saadet ve felaketleri sanki bugün vukua gelmis gibi kuvvetle ve hararetle içten yasamak, bu tam ve müsterek suur içine uzak ve yakin herhangi bir millete karsi kin duygusu katmamak, kendi milletine sevgi ve ona faydali olma ihtirasini duy­mak diye anliyoruz. Cumhuriyetçi ve halkçi olmayi, bu anlayistan çikariyoruz. Sosyal terbiyemizin temeli, baska insanlari da sevmeye müsait sekilde mensup oldugu cemiyete baglilik ve onun için fedakârlik duygu­sudur. Maarif teskilâtimizin hedefi, yetismekte olan nesle, onu kendi milletimize ve bütün insanliga faydali kila­cak her nevi medeniyet vasiflarini vermektir. Bu, terbiye gayemiz oldugu kadar milli idealimizdir de. Marife­timizin ana meselelerinden biri olan is terbiyesi, bu gayenin teknik tecellisidir. Muhtelif ögretim derecele­rinde, mevzuun tabiatina uymak sartiyla, ögretmek ve ögrenmeyi, baslarken ve bittikten sonra "is"e bagli ola­rak görüyoruz. "Köy Enstitülerimizde okul binasini ve sinifini kendisi yapan talebe, hükümet bütçesine bu yoldan tasarruf temin ettigi için degil, ögrenmeyi "is "e baglayabildigi için bizce "yetismis" sayilmaktadir. Bu zihniyeti, bütün ögretim dereceleri içindeki çalismamiza isik ve sicaklik veren bir kaynak olarak kabul edi­yoruz. Sirf devlet memuru yetistiren tahsil müesseselerimizi de genç nesle idareyi bir "is" olarak ögretecek cihaz haline getirmek yolundayiz.
Demokratik bir seçimle baslayip askerî bir ihti­lalle kapanan 1950­1960 Demokrat Parti dönemine, egitime baglanan umutlarin söndügü, çagdas egitimin yaygin­lasmasi beklenirken yeni yeni köklesen egitim felsefe­sinin terk edilip "bir müdür bir mühür" ciddiyetsizli­ginin baslatildigi, oy kaygilariyla plansiz ve hesapsiz okullarin açildigi, buna karsilik iyilestirilmesi yoluna gidilmeyerek Köy Enstitülerinin kapatildigi yillar ola­rak bakilabilir. Çok partili yasam, halka ve kitleye dönük köklü ama tepki çeken atilimlar için adeta bir fren olmustur. Açilan yeni dönemin gösterise dönük egitim politikalari, 1960 sonrasinda da sürüp gide­cektir. Örnegin, 1951'de ülke genelinde propagandalarla Imam-Hatip okullarinin açilisi, Müslüman halkin ihtiyacini karsilamak gibi hakli bir gerekçe ye­rine, "dinsiz bir yönetimden kurtulma" demagojisine oturtulmustur. Bu kötü baslangiç; ilkögretimin 1960'a degin ilgi odagi olmaktan uzak tutulmasi, Halkevlerinin kapatilmasi Köy Enstitülerinin ayni akibete ugramasi, ögretmen kitlesine "solcu ve muha­lif" gözüyle bakilmasi, millî egitim islerinin, kisa va­deli politik kaygilarla özdeslestirilmesi gibi sasirtici yanlisliklar giderek sistemlestirilmistir. Bununla bir­likte otuz yildan beri olusturulan saglam temel ve egi­tim gelenekleri yozlasmayi önledigi gibi, sagduyulu kimi bakanlar ve yöneticiler de her seye ragmen kimi ilkeleri yasatabilmislerdir.
Elestirel tarihçilik noktasindan , egitimimizin 1960­2000 arasinda geçirdigi evreleri ve yasanan  olgulari irdelemek için, bu son döneminde tarihsellik boyutu kazanmasi gerekiyor.1974 Mayis’tan sonra esen olumlu hava, izleyen  koalisyonlu yillardaki arayislar; ilk kitlesel ögrenci eylemlerinin , ögretmen boykotlarinin 1971’e degin getirdikleri ve götürdükleri ; okul , ögretmen ve ögrenci kalitelerinin erozyona sürüklendigi , ögretim kurumlarinda çalkanti ve anarsinin yasandigi 1975­1980 yillari, 12 Eylül dönemi ve sonrasi; gelecegin arastirmacilarin yiginlarla doküman birakmis bulunuyor.Fakat su gerçek ki bu kirk yilin belgelerine egilenler ne kadar iyimser ve objektif olsalar da es zamanli evrensel egitim gelismelerinin yaninda , Türk milli egitimin giderek kalite yitikligine ugradigini , bir iç acisiyla saptamaya mecbur olacaklardir.Bu gerçegin gerisinde ki asil sorun ise 40 yilda genel nüfusunu  %250 artiran ve okul çagi nüfusunu 20 milyonun üzerine çikartan ülkenin demografik yapisidir.Iste o vakit akla gelen , “As tasinca kepçeye paha yetmez” atasözüdür.
Sonuç olarak her yil 1.200.000 dolayinda çocuk ilkokula kaydolu­yor. Sayet 6 yas grubu da bu sayiya katilirsa (yasal ola­rak katilmasi gerekir) sayi 2 milyona çikmaktadir. Standartlardan yoksun okullarin bu yükü almasi mümkün degildir. Ilkögretim çagina gelip de bu hak­tan yoksun kalan ve yasal takibe alinmayan çocuk sayisi Dogu'da ve Güneydogu'da (Diyarbakir, Erzurum gibi kent merkezleri de dahil) inanilmayacak boyutlar­da oldugu gibi, okullarda egitim standartlari da yaka­lanamamistir. Diger yandan, Cumhuriyetin ilk yilla­rindaki toplam lise sayisi kadar lise bugün sadece Bursa'da, Konya'da vardir. Buna ragmen çag nüfusunun ancak yüzde 20'si liselere devam edebiliyor. 1981 'deki bir tespite göre genel ve meslekî teknik liselerin 1747'si kendi binasinda hizmet verirken, 1123'ü ilko­kul binalarinda ikili ögretim yoluyla, 421'i kiralik bi­nalarda çalismaktaydi. Büyük merkezlerdeki bazi lise­lerin mevcudu ise 2 binli, 3 binli sayilarla gösteriliyor. Bu, okullarda egitim sürecinin birakildigini, salt söyle böyle ögretim yapilabildigini, bu nedenle de özel dershanelerin lise ögrenimi sirasinda ve sonrasinda devam edilmesi zorunlu, üniversite sinavlarina hazirlayici ku­rumlar konumunu elde ettigini gösteriyor. Yine 1980'lerin hesaplarina göre Ankara'da 185, Istan­bul'da 198, en az ihtiyaç gösteren Kars'ta bile 24 ve her biri 10'ar derslikli yeni lise binasina gereksinim vardi.Meslekî ve Teknik ortaögretim, daha saglikli bir gelisme yansitiyorsa da çag nüfusunun bu okullara daha yogun yönlendirilmesi saglanamamaktadir.
Yaygin Egitim faaliyetlerinde 1980'lerden 1990'lara dogru olan gelismelere bakildiginda, en yararli dalin Çiraklik Egitimi oldugu gözlenmektedir. Türk­çe, Matematik, Sosyal Bilgiler, Fen Bilgisi, Din Kültü­rü gibi genel bilgi derslerinin yaninda, 45 ayri progra­min (Meslek bilgisi dersleri) uygulandigi Çiraklik Egi­tim Merkezlerine devam eden çirak adayi, çirak ve kalfa sayisi 6 binden 200.000'e yükselmistir.
 
Yapilan hesaplar ve tahminler; egitimdeki kapasi­te açiklarini kapatmak, yigilmalari önlemek, eskileri yenilemek, çagdas donatimi, ögretmenin hizmet içi egitimini, ileri programlarin uygulanmasini, kaynak, kitap ve araç gereçleri saglanmak için, 5 ilâ 7 milyar dolarlik ek bir yatirim kaynaginin gerektigini gösteriyor. Okullarina yakit, su ve elektrik parasini dahi za­maninda gönderemeyen; kadrolarini 21. yüzyilin ge­rektirdigi formasyonda ve sayida egitimcilerle dolduramayan, ögretmenlerine mesleklerini severek, hatta coskuyla yapmalari olanaklarini saglayamayan Millî Egitimimizin bu sansi yakin bir gelecekte yakalayaca­gi ise iyimserlerimizin bile umudu degildir.......

Benzer Kitaplar