BÖLÜM — 1 ORMANDAKI AYI ARTIK YOK
Son yarim
yüzyilin büyük bir kismini ormandaki Sovyet ayisi yüzünden endiselenmekle geçirdik. Demokrasi ve
kapitalizmin karsisinda diktatörlük ve komünizm vardi. 1940'larda Sovyet
ayisinin Kizil Çin ejderhasinin yardimiyla dünyayi ele geçirecegi düsünülüyordu.
Ayinin askeri gücü ile ekonomik ve teknolojik gücü basa bas görünüyordu.
Yunanistan ve Türkiye'ye yardimlar, NATO, Kore Savasi hep ayiyi ormanda tutmaya
yönelikti. Reagan Yildiz Savaslari programi için Amerika'nin savunma bütçesini
iki katina çikarmisti.
Ayi birdenbire
yok oldu. Komünizmin gerilemesi birçok bakimdan 770 yil önce Cengiz Han'in
Avrupa'yi fetihten vazgeçmesine benziyordu. SSCB'nin tüketim maddeleri
dagitimindaki beceriksizligi yüzünden komünizm sonsuza kadar süremezdi ama
istenseydi daha uzun müddet devam edebilirdi. Cengiz Han Avrupa'yi tam
fethetmek üzereyken nasil geri dönüp Orta Asya'ya çekildiyse komünizmin ani yok
olusu da ayni derecede esrarengizdir.
YENI OYUN:
Sistemler
basarisizliga ugrayinca degisim kaçinilmaz olur Komünizm basarisizliga
ugramistir. Bunun sonucu dünyanin komünizmle yönetilen o bölgesi de
degisecektir. Buradan da dünya ekonomisinde yeni oyuncular çikacak, Ikinci
Dünyanin yeni oyuncularinin bazilari Birinci Dünyaya bazilari da Üçüncü Dünyaya
katilacaklardir.
Basarisizlik
kadar, basari da degisim gerektirir. Ekonomiler basariliysa, isledikleri
kosullari, kurumlari ve yöntemleri degistirirler. Bu durum piyasa ekonomileri
için de geçerlidir Son yarim yüzyilda dünya Amerika etrafinda dönen tek kutuplu
bir ekonomik düzen olmaktan çikip Japonya ve AT'nin de katilimiyla üç
kutuplu hale geldi. Amerika uzun
yillardir ilk kez ekonomik ve teknolojik esitleriyle karsi karsiya kaldiginda
büyük degisiklikler yapmak zorunda kalacak. Tek kutuplu bir dünya için
tasarlanmis kurallar, yöntemler ve kurumlar çok kutuplu bir dünyada ise
yaramaz. Sonuçta, 20. yüzyilin son yarisinda dünya ekonomisine hükmeden sistem,
21. yüzyilin ilk yarisinda tüm ekonomisine hükmeden sistem olmayacaktir.
Denetimli ticarete dayali ticaret bloklarindan olusan yeni bir sistem
dogacaktir. Insan yapisi üstünlük (teknoloji) tabiat ananin (dogal kaynaklar)
ve tarihin (sermaye birikimi) getirdigi üstünlüklerin yerini almaktadir
Önümüzdeki
yarim yüzyil Japonya, Avrupa ve Amerika arasinda hem rekabete hem isbirligine
dayanan bir ekonomik oyuna sahne olacaktir. Üstünlügü ele geçirmek için
savasacaklar, fakat birlikte zengin olabilmek için isleyen bir dünya ekonomisi
ve sag kalip ürettiklerinin tadini çikarmaya imkan veren bir global çevre
yaratmak üzere elele vermek zorunda kalacaklardir.
KAPITALIZMIN SORUNLARI:
Kapitalizmin
iyi ve kötü yanlari vardir. Bol miktarda ürün ve hizmet üretmekte üstüne yoktur
fakat baslatmasi zordur. Üçüncü Dünya fiyaskolarinin sayisi, Birinci Dünya
basarilarindan çok daha fazladir.
Serbest
piyasalar ayni zamanda demokratik yönetime yakismayacak kadar büyük gelir esitsizligi dogururlar. Zapt-ü rapt
altina alinmamis kapitalizm ya mali istikrarsizliga ya da tekellesmeye dogru
sürüklenme egilimi tasir.
Basibos Anglo
Sakson kapitalizmi içinde bulundugu kosullarla basa çikmakta zorlaniyor;
sagcilarin iddia ettigi gibi gelecegin durdurulamayan dalgasi olacaga da pek
benzemiyor.
ASKERI VE EKONOMIK GÜÇ:
Bu kitap askeri
güçle ilgili olsaydi, bütünüyle Amerika'yi ele alirdi. Sovyetler Birligi ile
Amerika arasindaki asagi yukari esit durum 21. yüzyilin basinda yerini
Amerika'nin tek askeri süper güç olmasina birakti.
Ancak askeri
güç ekonomik gücü dogurmaz. Tam tersine, bir ülke askeri süper güç olmak
istiyorsa (yani insan ve ekonomik kaynaklarinin çogunu askeri harcamalarda
kullanacaksa) sivil yatirimlarda kisintiya gitmemek için tüketim düzeyini
adamakilli düsürmesi gerekir. Ekonomik güç sivil Ar-Ge'ye, fabrika ve
makinelere, kamu altyapisina, insan becerilerine; askeri güç ise askeri
Ar-Ge'ye, askeri donanima, askeri altyapiya ve askeri egitime büyük yatirimlar
yapmak zorundadir. Bir ulus her iki güce sahip olmak istiyorsa çok kati bir öz
disipline sahip olmalidir. Yalniz bir güce sahip olmayi yeterli görüyorsa daha
az öz disiplin de yeterli olabilir. Eger o ulus öz disipline hiçbir sekilde
yanasmiyorsa ne askeri, ne de ekonomik güce sahip olabilir.
Bir ülkenin
ekonomik gücü azalsa bile askeri gücü daha bir süre dayanabilir. Ancak saglam
bir ekonomik tabana dayanmayan askeri güç eninde sonunda çökmeye mahkumdur.
Ülkeler
arasindaki rekabet israftan baska bir sey degildir. Kaynaklar, kullanilmadigi
takdirde (savas yoksa) insanin refahina katkida bulunmayan, kullanildigi
takdirde (savas olunca) insani yok eden aktivitelere aktarilmis olur.
Ekonomik
rekabette hükümetler hayati vatandaslarina çok daha güzel hale getirmek için
ugrasirlar ve toplumda su sorulara cevap aranir: En iyi mallari kim yapar?
Yasam standardini en çabuk kim yükseltir? Dünyanin en egitimli ve en becerikli
isgücüne kim sahip? Fabrika-donanim, Ar-Ge, altyapi yatirimlarinda dünya lideri
kim? En iyi ki organize olmus? Egitim, saglik, bürokrasi gibi kurumlari en iyi
kimde isliyor?
Dünya
silahlanma yarisini azaltirsa bundan hem gelismis, hem de gelismekte olan
ülkeler karli çikar.
BÖLÜM — 2 YENI BIR EKONOMIK OYUN
Gelecegin
tarihçileri geriye dönüp baktiklarinda 20. yüzyili nis (piyasada belli bir
alanda veya üründe bosluk; arz yetersizligi) rekabetinin yüzyili, 21. yüzyili
ise kafa kafaya rekabet yüzyili olarak görecekler. 1950'de Amerika'nin kisi
basi GSYIH'si Almanya'nin 4 kati, Japonya'nin 15 katiydi. Amerika, Almanya ve
Japonya'ya onlarin yetistirmedigi tarimsal ürünleri, sahip olmadiklari
hammaddeleri, yapamadiklari teknolojik ürünleri satiyor, onlardan da düsük
isçilik ücretleriyle üretilen ürünleri aliyordu.
1990'lara
gelindiginde durum farklilasti. Simdi artik nispeten esit üç rakip var. Daha
önceki nis rekabeti yerini kafa kafaya rekabete birakti. Nis rekabeti “sen
kazan – ben kazan”dir. Herkesin iyi yaptigi ve uzmanlastigi bir alan vardir:
kimse kimseye zarar vermez. Kapa kafaya rekabet ise “ben kazanayim – sen
kaybet”tir. 21. yüzyilin kilit sanayi kollari olmasi beklenen yedi alanda –
mikro elektronik, biyoteknoloji, yeni tezgahlari ve bilgisayar/yazilim – herkes
basarili olmayacak. Bazilari kazanacak, bazilari kaybedecek.
STRATEJIK ÜSTÜNLÜGÜN YINE KAYNAKLARI:
Tarih boyunca
bireyler, sirketler ve ülkeler dogal kaynaklara sahipse, zengin dogmuslar ve
dolayisiyla sermaye (fabrika ve makine) birikimleri varsa, ileri teknoloji
kullaniyorlarsa ya da rakiplerinden daha becerikliydiyseler kendileri de zengin
oluyordu. Bu dört faktör iyi idare ile de birlesince basari kesin oluyordu.
Artik yeni
teknolojiler ve yeni kurumlar birleserek geleneksel üstünlük kaynaklarini
belirgin biçimde degistirmis durumdalar. Bu degisime söyle bir bakalim.
Dogal Kaynaklar:
Muazzam petrol
yataklarina sahip, nüfusu az olan birkaç ülke disinda dogal kaynaklar avantaj
olmaktan çikti. Amerika'da nüfusun yalnizca %3'ü geçimini çiftçilik,
kerestecilik, balikçilik ve madencilikten sagliyor. Gelecekte bu oran daha da
düsecek.
Tarimda
kullanilan teknikerin tarimsal üretimi ihtiyacin üstüne çikarmasi yaninda,
malzeme bilimindeki devrim sayesinde de birim GSYIH basina git gide daha az
dogal kaynak kullanilir oldu. Bu devrim önümüzdeki yillarda dogal kaynak
kullanimini daha da azaltacak ve üçüncü dünyanin geleneksel hammadde üreticiler
gittikçe ucuzlayan kaynaklarina gittikçe küçülen pazarlar bulacaklar.
Gerçekte 21.
yüzyilda dogal kaynaklarin bulunmamasi bir avantaj olabilir. Japonlar
dünyanin en iyi çelik endüstrisine sahip; oysa ne demir cevherleri var ne
de kömürleri. Kalitesiz ve pahali yerli
üretime bagimli kalmaktansa kalite ve fiyatin en iyi oldugu yerden satin aliyorlar.
Neticede dogal
kaynaklar rekabet denkleminden uzaklasmistir. Sahip olmak zenginligin garantisi
olmadigi gibi, sahip olmamak da zenginlige engel degildir; Japonya sahip
olmadigi halde zengin, Arjantin sahip oldugu halde zengin degildir.
Sermaye:
Zenginlerin
tasarruf etmesi çok daha kolay oldugundan, zengin bir ülkede yasamak isçilerin
de otomatikman kisi basina yoksul ülkelere göre daha fazla fabrikaya ve makine
ile çalisabilecegi anlamina geliyordu. Daha fazla sermaye ile çalismak verimin,
verim artisi da ücretlerin artisina yol açiyordu. Zengin ir ülkede dogmak
zengin bir ülkede ölmeyi garantiliyordu.
21. yüzyilda
zengin dogmak eskisi kadar avantaj olmaktan çikacaktir. Iletisim, bilgisayar ve
hava tasimaciligindaki ilerlemeler, dünyanin her yerinden malzeme tedarikini
mümkün kilan lojistik devrimi yaratmistir. Çok uluslu sirketler Birinci Dünya
sermayesini Üçüncü Dünyaya tasimaktadir.
Ancak “Ülke
Riski”, dis borcu yüksek olan ülkelere dünya sermaye piyasasinin kapisini
kilitler. Örnegin Brezilya'da iyi bir projeye sahip iyi bir sirket kredi
bulamaz. Brezilya'nin mevcut borcu karsisinda hiçbir borç veren, Brezilyali
borçlunun faiz ve anapara ödemeleri için gereken dolarlari Brezilya Merkez
Bankasi'ndan alabileceginden emin olamaz. Bu yüzden küçük sirketler ile yüksek
“ülke riski” tasiyan istikrarsiz ekonomilerde yasayan sirketler digerlerine
göre sermayeye ayni kolaylikla ulasamaz.
Teknoloji:
Geçmiste
üstünlük, dogal kaynaklarin varligi ile sermaye – isgücü oraninin bir
fonksiyonuydu.; her iskolu bu sartlarin uygun oldugu belli bir cografi konumda
gelisiyordu.
Oysa önümüzdeki
birkaç on yilda 7 anahtar sektör olacagi düsünülen mikro elektronik,
biyoteknoloji, yeni malzeme bilimi, sivil havacilik, telekomünikasyon,
robot/takim tezgahlari ve bilgisayar/yazilimi ele alin.
Bunlarin hepsi
beyin gücü sektörleridir. Her biri yeryüzünün herhangi bir yerinde
konuslandirilabilir. Nerede olacaklar, gerekli beyin gücünü kimin organize
edecegine baglidir. Önümüzdeki yüzyilda üstünlük insan yapisi olacaktir.
Insan yapisi
üstünlügün esasi teknoloji oldugundan arastirma ve gelistirme de hayati önem
tasir. Geçmiste ekonominin galipleri yeni ürünleri icat edenlerdi 19. yüzyilda
Ingilizler, 20. yüzyilda Amerikalilar bu sekilde zengin oldular. Fakat 21.
yüzyilda üstünlügü yeni ürün teknolojilerinden ziyade yeni proses teknolojileri
saglayacaktir. Yeni ürünler kolayca taklit edilebilir. Birincil önem tasiyan
yeni ürün icadi ikincil hale, ikincil önem tasiyan yeni proses icat ve
gelistirmesi de birincil hale gelmistir.
Özel sektörün
Ar-Ge harcamalarina bakildiginda, Amerikan firmalarinin paranin 2/3'ünü yeni
ürünlere, 1/3'ünü yeni proseslere ayirdigi, Japonlarda ise bu orantinin tam
tersi oldugu görülür.
Ekonomi
tarihinde bu degisiklige örnek olarak son 20 yilda piyasaya sunulan üç yeni
ürün gösterilebilir; video ve video kamera, faks, kompakt disk çalici. Ilk
ikisini Amerikalilar, üçüncüsünü Hollandalilar icat etmisti. Fakat satis,
istihdam ve kar hadleri açisindan her
üçü de Japon ürünleri haline gelmistir.
Olaydan
alinacak ders açiktir. Bir ürünü daha ucuza imal edebilen onu mucidinin elinden
alabilir. Günümüz dünyasinda yeni bir ürün icat etmek bir ise yaramaz;
eger ki mucidi o ürünü en ucuza üretemiyorsa.
Bu trende uygun olarak sirketlerde üretimde çalisanlara daha iyi imkanlar
saglanir ve yöneticiler üretim geçmisi olanlardan seçilirse esnek imalat, tam
zamaninda üretim ve istatistik kalite kontrol
gibi yeni proses teknolojilerine geçis daha kolay olur.
Neticede 21.
yüzyilda yüksek teknoloji (high-tech) ürünleri ve düsük teknoloji (low- tech)
ürünleri olacak fakat ürün ve hizmetlerin çogunlugu hich-tech proseslerle
üretilecektir. Örnegin otomobil low-tech bir üründür; onlari yapan robotlar ise
high- tech'tir. Hemen hemen bütün sektörlerde proses teknolojisinin ustasi
olmak birey olarak zengin, firma olarak basarili ve ülke olarak da yüksek milli
gelir sahibi olabilmek için mutlak önem
tasiyacaktir. Dünyanin çesitli yerlerinde gelecegin kilit sektörleri olarak
görülen iskollarini ele geçirmek için stratejiler gelistirilecektir. Satrançta
oldugu gibi, 5 hamle sonrasini planlayan ekonomi oyuncusu 6 hamle sonrasini
düsünen oyuncu karsisinda yenik düsecektir. Satranç sampiyonu Gary Kasparov `un sözleri gelecegin ekonomisi için de geçerli olacaktir:
“Bir
oyuncu rakibinin sahini ele geçirebilmek için tasina en iyi pozisyonu bulmali,
yolu açmak için savasmali ve merkezinin gücünü korumalidir. Madde zamana karsi
kiyaslanmamali, madde ve zaman kaliteye karsi degerlendirilmelidir. Bu hayal
gücü gerektirir. Satranç, görünüste birbiriyle ilgisiz seyleri kontrol altinda
tutabilme yetenegidir: Tipki kaosu kontrol altinda tutabilmek gibidir.”
Vasifli Is Gücü:
Teknolojinin
getirdigi insan yapisi üstünlügü korumak, en tepeden en alta kadar vasifli isgücü gerektirir. 21. yüzyilda
isgücünün vasiflari rekabetin baslica silahi olacaktir. Beyin gücü yeni
teknolojileri yaratacak fakat bu teknolojileri düsük maliyetle üretebilmenin kollari
ve bacaklari vasifli isgücü olacaktir.
Basariya giden
yol yeni ürünler icat etmek ise, isgücünün en zeki %25'inin egitimi büyük önem
tasir. Bu üst gruptan bir kisi yarinin yeni ürünlerini icat edecektir. Ancak
basariya giden yol ürünleri en kaliteli ve en ucuza üretmek ise, nüfusun alt %50'sinin
egitimi sahnenin ortasina gelir.
Nüfusun bu kesimi
yeni prosesleri isletecektir. Alt
%50 örenmesi
gerekeni ögrenemezse, yeni hich-tech prosesler uygulanamaz.
Firmalar basari
için yeni bilgisayarli CAD-CAM teknolojilerini, istatistik kalite kontrolü, tam
zamaninda envanterleri, esnek imalat sistemlerini uygulamak zorundadirlar. Bu
da her bölüm ve kademedeki elemanin iyi egitim ve becerili olmasini gerektirir.
Ögretileni ögrenebilmesi için her isçinin normal lisede ögretileninin çok
üstünde temel matematik bilgisine sahip olmasi sarttir. Aksi takdirde ürünler
icat edilebilir fakat imal edilemez; edilse de verim yüksek olmaz.
Sonuçta,
nüfusun alt yarisinin becerileri, üst yarisinin ücretlerini etkiler. Zira
is dünyasi bir takim çalismasidir ve
takimin her parçasi tümünü etkiler.
Sonuç olarak
dünyadaki ekonomik oyun degismektedir. Yeni oyuncular, teknolojiler ve kurallar eskilerinin yerini almaktadir.
BÜLÜM — 3- AVRUPA BIRLIGI — Degisimin Katalizörü
Üçüncü dünya
ülkeleri Avrupa'da olup bitenleri kusku ve endiseyle izliyorlar. Eski komünist
ülkelerin düsük ücretli, iyi egitimli nüfuslari ve cografi yakinliklariyla
dünyanin en büyük pazari Avrupa'ya kolayca ulasabilmesi, dünyanin baska
yerlerindeki, ayni ulasma kolayligina sahip olmayan düsük ve orta gelirli
ülkelere Avrupa kapilarini kapatacaktir.
Japonya ve
Amerika da, Avrupa'nin ekonomik entegrasyonun bu pazarda mallarini satmayi güçlestirmesinden
korkuyorlar. Avrupa ekonomik kale haline gelmese bile pazarlarina nüfuz etmek
güçlesecektir.
Disaridakiler,
kayiplarinin bununla kalmayacaginin bilincindeler. Birbirinden farkli ülkeleri
politik açidan kaynastirmak için gereken zamk, disaridakilerle paylasilmayan
ekonomik kazançlardir. Bu ekonomik zamkin tutabilmesi güçlü olmakla, güçlü
olabilmesi de içerdekilerle disaridakiler arasinda büyük fark olmasiyla
mümkündür. Gerçekçi bakisla, disaridakiler Avrupa entegrasyonunun kendilerine
zarar verecegini kabul etmek zorundalar. Zarar vermese zaten birlik islemez.
Çözümlenmesi
gereken zor meselelerin uzun bir listesi çikarilabilir. Bu listeyle de
Avrupa'da gerçek entegrasyonun asla gerçeklesemeyecegi savunulabilir.
Fakat Avrupa Birligi'nin olusmasi artik
durdurulamaz. Birincisi, entegre bir Avrupa, kaçirilmayacak kadar güzel bir
firsattir. Ikincisi, global ekonomide Amerikali ve Japonlarla baska türlü
rekabet edemez. Üçüncüsü, entegrasyon o derece ilerledi ki bir ülkenin
çekilmesi bile çok zor olur. Dördüncüsü ise atilan her adimin, katilimcilari
yeni yeni adimlar atmaya zorladigi bir iç dinamik kurulmus vaziyette.
Bundan sonraki
adimlar Avrupa Merkez Bankasi'nin kurulmasi, ülkelerin bütçe açiklarina tavan
konmasi, vergi ve sosyal haklarin yaklasik esitlenmesidir.
Tarih boyunca
görülmüstür ki ticaretin kurallarini dünyanin en büyük pazarina ulasimin
kontrolünü elinde tutan yazar. Baskalari da o pazara ulasmak isterse oyunu o kurallara göre oynamaktan baska seçenegi
yoktur. Kurallari 19. yüzyilda Ingiltere,
20. yüzyilda
Amerika yazdi., 21. yüzyilda da en büyük Pazar olarak AB yazacak; dünyanin geri
kalani da mecburen bu ekonomik oyunu ögrenecek.
Avrupa'nin
önlem almaktan baska zaten çaresi yok. Japonlara firsat verilse Amerika'da
yaptiklarini Avrupa'da da yaparlar. Japonlara açik olan Avrupa pazarlarinda otomotiv piyasasinin %30-%40`ini
ele geçirdiler bile. Japonlar bir lüks otomobili Avrupa'nin dörtte biri
isçilikle ve daha kusursuz üretebiliyorlar. Yeni modelleri çok daha çabuk
piyasaya sürebiliyorlar. Ayni durum diger sektörler için de geçerli. Fransa
Basbakani Edith Cresson'un sözleriyle “Japonya oyunu kurallarina göre
oynamayan, dünyayi fethetmeyi kafasina koymus bir rakip. Amerika'ya islerini
bitirdiler simdi, Avrupa'yi yutmaya hazirlaniyorlar.”
Bu yüzden Avrupa, Japon arabalarinin (Avrupa'da yapilmis olsa bile) piyasa
payini
2.000 yilina
kadar %17'ya düsürmeyi hedefleyen düzenlemeler getiriyor.
KOMÜNIZMDEN KAPITALIZME GEÇIS:
Bu geçisin
büyük güçlükleri olacagi kesin. Basarili piyasa ekonomileri komünizmden daha
yüksek yasam saglayabilir, ancak piyasa ekonomileri kurulmadan önce komünist
sistem tamamen parçalanmak zorundadir. Bu geçis asamasinda yasam standardi daha
da düsecektir. Eski Sovyetlerde üretimlerin genelde bir yerde merkezlestirilmis
olmasi; altyapi, ulasim, rekabet yetersizlikleri; konvertibilite,
vergilendirme, issizlik, enflasyon, dis borç, mülkiyetin dagilimi gibi sorunlar
bu geçisi sancili yapacaktir. Ancak
Avrupa Dogu ve Orta Avrupa'nin büyük bir kismini bati ile birlestirirse, hiç
kimsenin ulasamayacagi bir yere ulasmis olur; 850-900 milyonluk (Türkiye'nin
Avrupa ülkesi sayilip sayilmamasina bagli olarak), dünyanin en büyük, en
kendine yeterli pazarina.
BÖLÜM — 4 - JAPONYA: ÜRETICI EKONOMISI
“Yasama
sanatinin ustasi isiyle oyunu, çalismasiyla dinlenmesi, akliyla vücudu,
egitimiyle eglencesi, sevgisiyle dini arasinda pek az ayirim yapar. Hangisinin hangisi oldugunu
neredeyse fark etmez bile. O sadece her yaptigini kusursuz yapmaya ugrasir ve çalisiyor
mu yoksa oyun mu oynuyor kararini baskalarina birakir. Zira kendisine göre her
an, her ikisini de yapiyordur.”
Zen Budist
Metin'den
Insan
Japonlarin davranisina baktiginda suyun ha bire yukari dogru aktigini görürmüs
gibi olur. Yerçekimine inanan ve suyun yukari akisini izleyen biri saskinliga
düser. Hem teori, hem de önceki deneyimlerle çatisan gerçeklerle basa çikmak
çok zordur. Bugün dünya da Japonlarin durmadan suyu yukari akitisini
saskinlikla seyrediyor. Komünüter Japon sirketlerinin oyun yöntemleri
Anglo-Sakson anlayisindan o kadar farkli ki, onlarin basarisi diger sinailesme
ülkeleri de degisime zorlayacak.
Bir zamanlar
Amerika'nin gözdesi olan oto, bilgisayar, yari iletkenler, büro ve iletisim
araçlari, takim tezgahlari ve diger high-tech sanayilerinin yöneticileri
birdenbire beceriksiz, aptal, bunak mi oldular?
Hiçbir sanayi
ülkesi mamul mallarda Japonya ile ticaret fazlasi veremiyor. Dünyanin en büyük
ihracatçisi olan Almanlar Japon piyasasinda rekabet edemiyor. Keza Pasifik
sahanliginin küçük ejderhalari da.
Öfke
çigliklari, denetimli, ticaret ve hammadde ihracatindaki artis sayesinde
Amerika'nin Japonya'yla ticaret açigi 1991'de 42 milyar $'a düsürüldü fakat
Japonlar da gözlerini baska pazarlara dikerek Avrupa'yla olan ticaret fazlasini
%63, Asla ile olana %50 arttirdilar.
Ülkelerin para
degerinin yükselmesi normalde dezavantaj oldugu halde yenin yükselmesi Japon
firmalarini daha da verimli çalismaya itiyor.
Japonya'nin
mamul madde ithal egilimi Amerika'nin dörtte biri, Almanya'nin on ikide biri.
Global piyasada olmamasi gereken fiyat farklari mevcut. Mamul fiyatlari
ortalama
%86 daha
yüksek. Teorik olarak Amerika'dan mal alip Japonya'da satmak çok karli olur.
Ama hiçbir Japon bu muazzam kar firsatindan yararlanmaya kalkmiyor. Disaridan deneyenlerin sonucu fiyasko oluyor.
Peki ama neden?
ÜRETICI EKONOMISI:
Kar amaçli
Anglo-Sakson firmasi kisinin baslica tatmin kaynaginin daha fazla tüketim ve
daha fazla bos zaman (is disinda, dinlenme, eglenme ve hobilere ayrilan zaman)
olmasindan dogmustur. Isyerindeki verimlilik, kisiye daha fazla tüketim ve bos
zaman
verdigi için istenir. Çalisma ve tasarrufa
sadece ileride daha fazla tüketme ve dinlenme
imkani verecegi için tahammül edilir.
Ancak insanoglu
tüketici oldugu kadar, alet kullanan, ait olma, sayginlik, güç, insa etme,
kazanma, fethetme gibi duygular tasiyan bir yaratiktir. Genisleyen
imparatorluklarin bir parçasi olmak isterler. Is ise bütün bu duygularin
tatmin edilecegi yerdir. Japonlarin
sihiri bu duygulardan en iyi biçimde yararlanmada yatar. Hedefleri piyasa
payini ve katma degeri yükseltmektir (stratejik fetih), yalnizca kari
yükseltmek degil. Birer sosyal insa edici olarak is ortaminda daha fazla üretim
imkanlarina sahip olabilmek için evlerindeki tüketim mallarindan feragat edebilirler.
Insanlik
tarihinde hatirlananlar büyük tüketiciler degil, fatihler, yapicilar,
üreticilerdir; Sezar, Cengiz Han, Rockefeller, Ford gibi. Kolektif çabanin,
güçlü bir grubun bir parçasi olmak bazi bireylere tüketimden daha çok zevk
verebilir.
Servetini miras
veya piyango yolu ile elde eden asiri tüketicinin yasam standardina
imrenilebilir ama saygi, hele hele hayranlik asla duyulmaz. Bazen zenginler
çarpici tüketimle sayginlik satin almaya kalkarlar ama ise yaramaz. Sayginlik
yalnizca basarili bir üretim grubunun bir parçasi (ister lider, ister arkadan
gelen konumunda) olmakla elde edilebilir. Is dünyasi da bunun için en uygun
yerdir.
Insanoglu birey
oldugu kadar sürü hayvanidir. Sürü hayvanlarinda kazançtan pay alma istegi hem
bireysel çikar saglar, hem de dayanisma ve grubun refahi için fedakarlikta
bulunmaya gönüllük yaratan bir zamk görevi yapar. Bu gönüllülük olmadan hiçbir
ordu ve hiçbir sirket galibiyet bekleyemez. Her sürünün de bir basi vardir.
Japon
firmasinin perspektifiyle bu sürü dürtüsü organizasyon yapisinin
belirlenmesinde anahtar rolü oynar. Ikramiye ve ömür boyu istihdam, iç ve dis
dayanisma içindeki üretim gruplarini olusturmakta kullanilir. Kisisel
yeteneklere degil de kideme dayali olan ve normalde verimsiz olmasi beklenen
ücret sistemi, grup dayanismasini tesvik eden araç haleni gelir.
Imparatorluklar ve uluslar vatandaslari kendilerine dis güvenlik (fetihten
korunma) ve iç güvenlik (hukuk ve güven) saglayarak baglarlar.
Insanlar
“degisim istiyoruz” deseler de gerçekte istikrar ve düzen ararlar. Isten atilma
sürüden atilmak gibidir. En az geçmis zamanlarda köyünden atilmak kadar kisinin
ait olma duygusunu zedeler.
Grup
dayanismasi olusturan firmalarda çalisanlar çabalarini belli bir noktada
yogunlastirmaya, kisisel çikarlarindan özveride bulunmaya ve firmanin
hedeflerine ulasmasi için elbirligi yapmaya hazirdir. Japon firmalari
imparatorluk ve ordu kurma gibi davranirlar; küçük bile olsalar.
Takim ruhuna
biraz inansa da Anglo-Sakson hissedarlara sahip, kar çogaltma amaci güden
firma, grubun mesrulugunu açikça yadsir. Genel müdür bu görüse katilmakla,
elemanlarinin kendi takiminda olmadigini ifade etmis olur. Genel müdürün
görevi nasil hissedarlarin çikarini
korumaksa isçilerin görevi de kendi çikarlarini
korumaktir.
Peki ama,
hiçbir general emrindeki askerlere ve subaylara takimin birer üyesi degil de
parali asker olduklarini söyleyerek savasa gidebilir mi?
Tarih boyunca
uluslar, inanç ugruna savasanlarin her zaman para ugruna savasanlari yendigini
ögrenmislerdir.Öyleyse ekonomik savas neden farkli olsun ki?
Generaller en
son teknolojiyi, en iyi silahlari isterler zira kaybetme ihtimalini göze alamazlar.
Savas zamaninda toplumlar bunu basarmak için tüketimi kisip askeri harcamalari
arttirirlar. Üretici ekonomisine sahip toplumlar da öyle. Tüketimi kisip
yatirima yönelirler. Japon toplumu da bireysel tüketimden özveride bulunarak yatirima (fabrika, makine, Ar-Ge, insan
becerileri) agirlik vermistir.
Sistem, milli
gelirde isgücünün payini düsük tutmakla baslar. Bu pay sinailesmis ülkeler
arasinda en düsük olanidir. Son on bes yildir ücretler prodüktivitenin yarisi
kadar artmaktadir. Ayni zamanda Japon isçisi en fazla tasarruf yapan bireydir.
Is yerinde verimi arttirici tüketim tesvik edilir, bireysel tüketim ise
caydirilir. Bu yüzden tüketici fiyatlari dünyanin en yüksek fiyatlari
arasindadir.
Isçilere düsük
ücret veren firma hissedarlara da çok düsük temettü öder. Kalan kar oldugu gibi
yatirimlara ayrilir.
Sonuçta sistem
yüksek tasarruflu, yüksek yatirimli bir toplum yaratmistir. 1985-1990 arasinda
Amerika milli gelirinin %17'sini yatirima ayirirken Japonya %35,6'sini
ayirmistir. Teknik açidan bir yatirim olan fakat ekonominin gelecekteki gücüne
katkida bulunmamasi dolayisiyla gerçekte bir tüketim çesitli olan konut
yatirimlari bir yana birakilirsa fark bire üçtür.
Sistem kendi
kendine ortaya çikmadi. II. Dünya Savasi'ndan sonra ülke kendini toparlamak
için kaynaklari tüketimden yatirima kaydiracak sekilde kasitli olarak öyle
kuruldu. Örnegin yatirimin geri dönüsünü düsük tutacak sekilde örgütlendi.
Vergiler, sermayede borç oranini yüksek tutacak sekilde düzenlendi ve böylece
hissedarlarin kar isteme baskisi önlendi.
Japon
sisteminin bireysel tüketimi çok düsük tutmasina ragmen, seçmenlerden sistemi
degistirmek için politik isyan hiç olmadi. Siradan bir Japon ne olup bittigini
bilir. Kendilerinden “zengin ülkede yoksul insanlar” olarak söz ederler. Arada
sirada homurdanirlar ama kendilerini isteyerek tüketim cenderesine koyarlar.
Anketlerde “keske ithal mallari daha ucuz olsaydi da daha fazla
tüketebilseydik” diyen Japon sayisi yalnizca %16 çikmaktadir.
Japonya'nin dev
boyuttaki ticaret fazlasi alisilmis ekonomik mantik açisindan da ters; simdiki
zamani yoksullastirip (halk ürettiginden azini tüketiyor) gelecegi
zenginlestiriyorlar (bugün yaptiklari dis yatirimlarin semeresini görecekler)
oysa gelecektekiler zaten daha zengin olacaklar. Fakat amaç imparatorluk kurmak
olunca bu mantik dogru oluyor.
Amerika'da ise,
çok az tasarruf ederek ve ürettiklerinden fazlasini tüketebilmelerini saglayan
muazzam ticaret açigini finanse etmek için Amerika'nin mevcut varliklarini
satarak bugünün
Amerikalilari yarinin Amerikalilarinin yoksullasmasi pahasina tüketim imkanlari
yaratiyorlar.
Gelecege
yatirim yapmaktansa gelecekten ödünç aliyorlar. Amaç tüketimi arttirmak olunca
bu davranis da mantikli oluyor tabi.
Imparatorluklar
yatirimi tercih edince daha az geri dönüsü de kabul etmeye hazir olmalilar.
Gerçekten de Japonya'da pek çok basarili firma son yirmi yilda çok az kar etti.
Örnegin Honda; araba üretimine geçtigi 1965-1980 arasindaki ar orani,
motorsiklet üretirken ulastigi %9'dan %3'e düstü.
Oysa ayni
dönemde devlet tahvillerine bile yatirim yapsaydi daha fazla para kazanirdi.
Honda bu seçenegin oldugunu bile bile yatirimlarini yüksek karli, düsük riskli
alanlara yöneltmedi. Nissan da yeni modeli Infinity'den bes yil kar
beklemedigini açikladi. Oysa Amerikan
firmalari üç yil içinde kara baslamayan yatirimlara girmezler.
Yenin yükselen
degeriyle bas etmelerinin sirri da burada yatar. Bir yandan verimliligi
arttirmak için ugrasirlarken öte yandan kompetitif kalmak için kar oranlarini
yariya düsürmektedirler. Beri tarafta ise Amerika düsük kar oranlarini kabul
etmektense elektronikte oldugu gibi o piyasadan çekilip meydani Japonlara
birakmayi tercih etmektedir.
Japonlar
Amerikalilarin kar hirsini, uluslararasi rekabette Amerika'nin zayif kalmasinin
baslica nedeni olarak görürler. Nitekim kar bekleyen hissedarlar kolay
satabilmek için hisselerinin deger kazanmasini isterler. Doruk fiyati buldu mu,
hersey satiliktir. Ancak üretim ekonomisinde yasayanlar bagimsizliklarini
korumak için yüksek kar karsiligi bile
olsa ellerindekini satmazlar. II. Dünya Savasi'ndan sonra ulusal ekonomik
bagimsizligi korumak için Japon hükümeti yabanci yatirimlari adamakilli
sinirlamis, ancak para degil de teknoloji girisi karsiliginda çogunluk
hissesinin yabanci olmasina izin vermistir. Bu yüzden IBM, teknolojisini simdi
en büyük rakipleri olan Japon firmalarina açiklamak zorunda kalmistir.
Sonuç,
Japonya'daki dis yatirimlar ile Japonya'nin dis yatirimlari arasindaki uçurum
olmustur: 16 Milyar $'a karsilik 254 Milyar $.
KARSILIKLI DESTEK: IS GRUPLARI (KEIRETSU):
Zaman
ufuklarini genisletmek ve düsük kar hadlerini kabul ettirebilmek için sabirsiz
hissedarlar kontrol altinda tutulmalidir. Japon ve Alman is gruplari iste bunun
için örgütlenmistir. Grubun her üyesinin hisse çogunlugu diger üyelere ait
oldugundan satin alinamaz. Her bir üye ayni anda hem fiili is yapma sirketi,
hem holding sirketi hem de yatirim sirketidir.
Grup üyelerinin
kazanci temettülerden degil, birbirlerine tercihli alim satim yapmaktan dogar.
Örnegin Amerika'da faaliyet gösteren bir Japon sirketinin piyasadan mal almakta
veya piyasaya mal satmakta birinci tercihi bir Keiretsu firmasi, ikinci tercihi
bir Japon firmasi, ancak üçüncü tercihi bir Amerikan firmasidir.
Grup olarak
Keiretsu üyeleri konglomerat olmanin dezavantajlarini (asiri merkeziyetçilik)
yasamadan konglomerat olmanin avantajlarina (büyüklük ve koordinasyon)
sahiptir.
Oysa Amerika'da
1930 buhranindan sonra bu tür gruplar yasaklanmistir. Emeklilik fonlari bir
sirketin %10'undan fazlasina sahip olamaz, yönetim kurulunda adam bulunduramaz.
Bankalar sirketlere ortak olamaz.
FIRMALAR KIME HIZMET EDER?:
Kar amaçli
Amerikan sirketlerinin yöneticilerine sorumlulukta önem sirasi soruldugunda
hissedarlar birinci sirayi alir; müsteriler ve elemanlar çok uzaktan ikinci ve
üçüncü siradadir. Yöneticilerin çogu sirketin tek amacinin ortaklarin varligini
arttirma oldugunu savunurlar. Müsteriler ve çalisanlar yalnizca bu amaca hizmet
ettigi derecede önemlidir. Ayni soru Japon sirketlerine soruldugunda
yöneticinin sorumluluk sirasi tersine döner: önce çalisanlarina, sonra
müsterilerine, en son ortaklarina.
IS GÜCÜNE KARSI DAVRANISI:
Amerika'da
firmalar veya bölümleri çalisanlariyla birlikte alinir, satilir, tipki ortaçag
Avrupa'sinda krallarin eyaletleri alip sattigi gibi. Çalisanlara, serfler gibi,
farkli efendiye hizmet etmeyi isteyip
istemedikleri sorulmaz bile.
Aksine,
imparatorluk kurmayi hedefleyen firma isgücünü iyi bakilmasi, özen gösterilmesi
gereken stratejik bir varlik olarak görür. En vasifli, en iyi beslenen askerler
istenir. Japonya'da bir toplum yaratilacaktir, Amerika'da para kazanilacaktir.
Bu durum
ücretlerde de kendini gösterir. Amerika'da en üst yöneticiler ortalama bir
isçinin, 118 katini alirken Japonya'da yalnizca 18 katini alirlar.
Time-Warner'in Genel Müdürü Steve Ross reklam gelirleri düstügü için 600 kisiyi
isten çikarirken kendisi yilda 78.000.000 dolar aliyordu.
Otomasyona
geçis Amerika'da isten çikarmalara ve ücretlerin düsmesine yol açarken
Japonya'da ücretler artar. Zira Japonya'da bu tür yatirimlar vasifli isgücünün
yerine vasifsiz isgücü veya insan yerine makine kullanmak için degil,
prodüktiviteyi arttirmak için yapilir.
Personel
sirkülasyonuna bakildiginda Amerika basli basina bir alemdir. Yari yariya isten
ayrilma ile isten atilmadan olusan bu oran ayda %4'dür. Japonya'da
personel sirkülasyonu ise yilda %3,5'dur.
Basarili
ordular, deneyimli birliklerden olusan merkez kadronun degerini bilirler.
Ordular sürekli yeni kana ihtiyaç duyarlar ama esas olan kendini adamis
egitimli birliklerdir. Bu birliklerde de sürekli takim çalismasi ruhu islenir.
Sendikalasma
orani Japonya'da Amerika'dan daha yüksektir (%26 ya %17) fakat Japon
sendikalari firma basinda örgütlenmis olup kendilerini “karsi taraf” olarak
degil, takimin bir parçasi olarak görürler. Egitim de farkli bir düzen izler.
Amerika'da hem eleman basina düsen egitim harcamasi daha düsüktür, hem de tüm
isgücünün egitimi yerine yönetim kadrosunun egitimine agirlik verilir. Üretim
ekonomilerinde ise hedef en iyi egitimli, en yüksek vasifli ve dolayisiyla en
verimli isgücüne sahip olmaktir.
Ikramiye
sistemi Amerika'da bireysel basariyi ve birimlerin karliligini ödüllendirmeyi
öngördügü halde Japonya'da takim çalismasin stimüle etmeyi öngörür; amaç
karliligi degil, tüm firmayi büyütmek; prodüktivite ve pazar payini
arttirmaktir. Zira toplam üretimde belirleyici faktörün bireyin degil grubun
verimliligi olduguna inanilir.
YATIRIM, AR-GE VE EGITIM HARCAMALARI:
Amerika'da özel
sektörün Ar-Ge harcamalari firmanin parlak döneminde artar, gerileme döneminde
düser. Amerikan firmasinda Ar-Ge'yi kismak, satislarin düstügü dönemde
karliligi korumanin bir yoludur. Avrupa ve Japonya'da Ar-Ge uzun vadeli
kompetitif gücün kaynagi olarak görüldügünden Ar-Ge'den kesintiye gidilmez.
Ayni tablo yatirim ve egitim harcamalarinda da gözlenir. Inis ve çikislar
Amerika'da Japonya'ya göre daha diktir.
ELE GEÇIRME (TAKE-OVER) SAVASLARI:
Japonya ve
Almanya'da is gruplari ele geçirme savaslarina imkan vermezler. Almanya'da
isletmeler ancak karsilikli anlasmayla satilir, zorla degil, Esas olan firmayi
korumak ve büyütmektir. Bireyci kapitalizmde kimse kurumlari korumayi dert
etmez. Grup önemli olmadigindan belli bir firmayi korumak da önemli degildir.
Amaç bireysel geliri arttirmaktir: bu, o bireyin ait oldugu kurumu batirmak
demek bile olsa. (RJR Nabisco örneginde oldugu gibi) Kurumlarin ve kuruma
sadakatin esamesi okunmaz. Bugünün geliri, firmanin yarin var olup olmamasindan
daha önemlidir.
BÜYÜKLÜK VE KARLILIK:
Hedefi piyasa
payi olan firmalarla hedefi karlilik olan firmalar arasindaki fark dünyanin en
büyük sirket ve bankalarinin siralamasinda da kendini gösterir. Satis veya
islem hacmine bakildiginda Japon ve Alman kurumlari önde, karlilik oranina
bakildiginda Amerikan firmalari öndedir.
ULUSAL STRATEJILER:
Ulusal
stratejiler konusunda MITI'nin eski bakan yardimcisi Ichiro Fiyiwara'nin
sözlerine kulak verelim:
“Örnek olarak ana (mainframe)
bilgisayari ele alalim. Savastan sonra Japon firmalari ise sifirdan baslamak
zorunda kaldilar. Bilgisayarli imalat ve yönetim sistemleriyle
silahlanmis yabanci rakipler karsisinda sag kalabilmek için eskimis teknoloji ve kit sermaye ile mücadele
verdiler. Sorumluluk sahibi hiçbir hükümet
ellerini kavusturup yerli sanayinin dis rekabetin tekerlekleri
altinda ezilmesine seyirci kalamazdi.
Yerli bilgisayar sektörünü ayaklari üzerinde duracak hale getirmeliydik.”
Nitekim Japonya'da
ana bilgisayar sanayiini gelistirmek için hükümet gerekli yasalari çikarmis,
mevzuat getirmis, dogrudan veya dolayli yatirim yapmistir. Japon hükümeti
hiçbir zaman firma bazinda kazananlari ve kaybedenleri seçmemistir.
Stratejileri hep tabana dayanan, sanayinin yol gösterdigi stratejilerdir;
devlet katilimcidir ama diktatör degildir.
Ulusal
stratejileri belirlerken Japonya'nin hedefi talep esnekligi, prodüktivite
artisi ve kisi basina katma degeri yüksek olan sanayi kollarina agirlik
vermektir.
Bazi sektörler,
diger sektörleri de etkileyen kilit sektörler olarak görülür. Onlar
güçlendirilirse diger sektörler de güçlenmis olur. Örnegin Japonya'nin takim
tezgahlari ve yari iletkende güçlü olmasi otomotiv ve elektronik sektörünün de
güçlü olmasini saglamistir.
Devlet
herseyden önce ekonomik büyümeyi hizlandirmada önemli bir rol oynar. Bu da
müdahalesiz piyasalara nazaran çok daha büyük oranda fabrika ve makineye,
isgücü becerilerine, altyapiya ve Ar-Ge'ye yatirim yapmak demektir. Piyasa
katilimcilarinin (piyasayi olusturan kisi ve kurumlarin) simdiki zamanda çok
fazla çikari olduguna inanilir. Devletin esas görevi, gelecegin çikarlarini
simdiki zamanda korumaktir. Böylece piyasalar hizlandirilmis ve firmalarin
yatirim veya durgunluk asamasinda dar bogazlari atlatmasi saglanmis olur.
Eger Japon
firmalari belli bir sektörde rekabete henüz hazir degilse, yabanci firmalar
uzakta tutulur. Su sirada uydu televizyonu böyle bir sektördür. Yerli sanayinin
gelismesine zaman verebilmek için, ulastirma bakanligi Japon vatandaslarinin
uydu yayinlarini alabilmesini saglayacak çanak antenleri almasini
yasaklamistir.
Ulusal
stratejiler zaman içinde degismektedir. 1950'lerin döviz tahsislerinin yerini
1960'larda sermaye tahsisleri almistir. Günümüzde odak noktasi arastirmaya destektir. Japon kilit teknolojiler merkezi
devlet ve özel sektörün fonlarini birlestirerek özel sektörün riskinin
azaltilmasini saglar.
MITI'nin 1990'lardaki
plani uzun dönemli ekonomik büyümenin temellerinin saglamlastirilmasini
öngörmektedir. Esnek bir sinai altyapi, daha iyi kamu altyapisi, sermaye ve
insan kaynaklariyla birlestirilecektir. Hizmet sektörünün de gelismesine ragmen
imalat hala teknolojik yenilik ve büyüme için vazgeçilmezligini sürdürmektedir. Temel bilimler
güçlendirilecek, ülke enformasyon devriminde
en önde kalabilmek için gereken her çabayi gösterecektir.
Bu stratejiler,
ulusal stratejilerin geregine inanmayan uluslarin aleyhine durum yaratmakta ve
onlarin rekabet gücünü yok etmektedir.
BÖLÜM — 5- AMERIKA BIRLESIK DEVLETLERI:
BÜYÜK DUVAR YIKILDI
On besinci
yüzyilda yasayan bir gözlemciye ileride dünyanin bir bölgesinin bütün baska
yerleri fethedecegi söylenseydi ve bu fatihin kim olacagi sorulsaydi gözlemci
herhalde (dogru cevap Avrupa oldugu halde) o günkü bilgilerine dayanarak “Çin”
derdi. Zira barutu, matbaayi, pusulayi icat eden, Avrupa birbiriyle çatisan
prenslikler halindeyken merkezi hükümetle yönetilen, 100.000 kisilik donanmayla
Afrika'nin dogu kiyilarina ayak basan Çin'di.
Gözlemci tabii
ki hatali çikacakti. Çünkü Çin büyük Çin Seddi'nin arkasina çekilecek, yavas
yavas yoksulluk ve güçsüzlüge düsecekti.
Ekonomik açidan
Amerika da 2. Dünya Savasi sonrasinda 500 yil önceki Çin gibi kendi büyük
duvarinin arkasinda yasiyordu. Ancak bu duvar tastan degil, bes kat ekonomik
üstünlükten örülmüstü.
Birincisi
1950'de Amerika pazari kendisinden sonra gelen Ingiltere'den 9 kat daha
büyüktü. Bu yüzden Amerikan sanayii hiçbir ulusal ekonominin ulasamayacagi
boyut ve kapsamda üretim ve satis yapabiliyordu.
Ikincisi,
teknolojik açidan Amerika'nin üstüne yoktu. Amerika yabanci sirketlerle rekabet
etmiyordu; yabancilarin yapamadigi ürünleri yapiyordu.
Üçüncüsü,
zorunlu ilk ve orta ögretim sayesinde Amerikan isçisi disardakinden daha
vasifliydi. Vasifli isgücü yüksek teknolojinin uygulanmasini sagladi ve böylece
birim maliyetler çok düstü.
Dördüncüsü
diger ülkeler yoksulken Amerika zengindi. Böylelikle kisisel tasarruf orani
düsük olsa bile toplamda yatirimlara muazzam tutarlar ayrilabiliyordu.
Sonuncusu,
Amerikan yöneticileri dünyanin en iyisiydi. Baska ülkelerde orduya veya devlet
yönetimine kayan dehalar, Amerika'da sirket yöneticiligini tercih ediyordu.
Üstün
teknolojiyi, büyük sermayeyi, egitimli isgücünü ve dahi yöneticileri
muazzam bir pazarla birlestirin,
dünyanin geri kalanini savasta mahvedin, iste size koruyucu duvarla çevrili,
ekonomik üstünlüge sahip bir krallik.
Oysa duvarin
içinde ve disinda degisimler oluyor fakat krallikta yasayan Amerikalilar
farkina varmiyorlardi ki davranislarini ona göre degistirsinler. Dünyanin geri
kalani Amerika'nin gelir düzeyine yaklastikça, Amerika pazarinin nispi
boyutlari da gittikçe küçüldü. 1990'da Amerika pazari Japon iç pazarindan
yalnizca %40 daha büyüktü.
Dahasi, modern
iletisim, bilgisayar ve ulasim teknolojileri iç piyasanin eskisi kadar önemli olmadigi
bir dünya yaratti.
Japonlar kendi satin aldiklarinin alti kati video
üretip satiyorlar. Global
piyasa herkese açik – nispeten küçük
ülkelerde yasiyor olsalar bile.
Öte yandan,
seri imalatin getirdigi ekonomik avantajlar da eski önemini kaybetmek üzere.
Insanlar gelirleri arttikça çesit için bedel ödemeye hazir hale geldiler. Ihtiyaçlarini
tam karsilayan pahali bir ürün, vasat bir tüketici için tasarimlanmis ucuz bir
üründen daha cazip geliyor. Küçük ölçekli üretim ve kisa ürün ömrü zamanimizin
ve gelecegin ilkesi oldu.
Ar-Ge
harcamalarinda bir zamanlar Amerika en öndeyken simdi milli gelire
oranlandiginda savunma Ar-Ge'si dahil edilirse besinci, edilmezse onuncu
siradadir. Alinan patent sayisi da ayni sekilde düsmüstür.
Dünyanin geri
kalani Amerikan kitlesel egitim sisteminin yararlarini görmüsler, taklit etmis
ve daha yogunlastirmislardir. Uluslararasi sinavlarda her yastaki Amerikalilar
diger gelismis ülkelerden gelen rakiplerinden çok daha düsük puanlar
almaktadir. Amerika'nin 180 günlük okul yili Almanya'nin 240, Japonya'nin 240,
Kore'nin 250 günlük okul yiliyla karsilastirilirsa sonuç pek de sasirtici
olmaz.
Yüksek
ögretimde de fen dallarina çok az önem verilmekte, yeterince mühendis ve bilim
adami yetismemektedir. Baska bölümlerde okusalar bile, büro ve fabrikalarda
kullanilmaya baslanan teknolojiler herkesin matematik bilmesini
gerektirmektedir.
Yüksek ögretim
görmeyenlerde, yetersiz bir ilk-orta ögretim, yetersiz bir is basi egitimle
birleserek bugünün yari iletken çipler gibi matematik bilgisi gerektiren,
karmasik üretimlerini iyice zorlastirmaktadir. Amerikalilar siradan imalat
isçisinin bilgili olmasinin sart oldugu bir dünyaya alisik degildirler.
Sinailesmis 21
ülke arasinda kisisel tasarruf orani en düsük olan ülke Amerika'dir. Amerikali
bir aile gelirinin %4,6'sini tasarruf ederken Japon bir aile %15,7'sini
ayirmaktadir.
Yüksek tasarruf
orani daha fazla Ar-Ge'ye, fabrika ve makinelere imkan verme yaninda, daha
fazla ve daha iyi kamu altyapisi da saglar. Amerika'da altyapi yatirimlari 1960'larin yarisina düstü. Bugün
Amerika köprülerini çökmekten koruma disinda bir sey yapamiyor. Oysa iyi bir
altyapi prodüktivite artisiyla yakindan ilgilidir. Milli gelirin yüzde birinin
altyapiya ayrilmasi prodüktiviteyi %0,5 yükseltir. 1960'li yillarda
karayollarinin prodüktiviteyi yükselttigi gibi önümüzdeki yilarda da elektronik
yollari insa eden ülke prodüktivitede siçrama
yapacaktir.
Amerika artik
ürün kalitesi, zamaninda teslim, satis sonrasi hizmet, isbasi egitimi, gelecege
yönelik önlemler gibi konulardaki önderligini hep baska ülkelere kaptirmistir.
Bütün bu
degisiklikler sunu gösteriyor: Amerika artik duvarlari arkasinda yasamiyor.
Büyük Amerikan Seddi çökmüs. Ekonomik açidan Cengiz Han gelmistir.
BU ARADA, DUVARLARIN IÇINDE ...:
Dünyanin baska
bölgelerinin basarisi Büyük Amerikan Seddi'ni yikarken, içeride de Çin'dekine
benzer seyler oluyordu. Amerikan ekonomisi dinamizmini kaybediyordu.
Amerika mutlak
anlamda gerileme dönemine girmese bile gerçekten geri kaldigi bazi konular var.
Örnegin ücretlerde bir zamanlar basi çekerken simdi on bir ülkenin gerisinde
kaldi.
Zaman içinde
prodüktivite de düstü. Kisa vadede kapasite kullaniminda ve istihdamda artisla
toplam üretim artabilir, fakat ikisinin de siniri vardir. Uzun vadede bir
toplumun en üst düzeyde yasam standardina ulasip ulasamayacagini belirleyen ana
faktör üretkenlik, yani bir saatlik çalismayla elde edilen üretimdir.
Uluslar belli
bir süre ihraç ettiklerinden fazlasini ithal edebilirler. Böylece dünyanin geri kalanindan kaynaklari borç almis
olurlar. Amerika da 1980'lerde tüketim artisini prodüktivitesinden yüksek
tutabilmek için bu numaraya basvurdu. Fakat eninde sonunda her ulus borçlanma
kapasitesinin sonuna gelir; yabancilarin satin almak istedikleri mal
varliklarin da elinden çikarmis olur. Uluslararasi borçlanma kanallari
tikaninca tüketimin bu kaynagi da ortadan kalkmis olur. Bu durumda daha yüksek
gelire ulasmanin tek yolu üretkenligi arttirmak kalir.
Amerikan
üretkenligi önce yavasladi, 1989 ve 1990'da da inise geçti. Su anda tünelin
ucunda hiçbir isik görünmüyor.
Üretkenlikteki
düsüsü kismen anlamak mümkün. Amerikalilar daha üretken olmak için gereken yeni
makine donanimina yatirim yapmadilar. Bu tür yatirim isgücüyle ayni oranda
artmadi.
Bir baska neden
de, egitim kalitesinin gelismemesi, hatta gerilemesidir. Okullarda yeterince
temel bilgilerle donatilmamis isgücü, yogun egitimden geçmedikten sonra
isyerinde yeni teknolojileri ögrenemiyorlar. Uzun isbasi egitim de üretim ve
üretkenligin düsmesi demektir.
Ücretlerin
düsmesi de üretkenligin düsmesine yol açar. Zaman içinde gerçek ücretler
düstügünden isverenler emegin verimini arttiracak teknolojilere yatirim yapmaya
gerek duymadilar.
Insanlar
makinelerden daha ucuzdu. Baska ülkelerde ise gerçek ücretler yükseldiginden
makineler insanlardan daha ucuz kaldi.
BEYAZ YAKA ÜRETKENLIGI :
Her sektörde üretkenlik
sorununun bir bölümü, bütün otomasyona ragmen sayilari azaltilamayan beyaz
yakalilara (isletmede çalisan – mavi yaka – degil, ofislerde çalisan eleman;
bir anlamda memur) atfedilebilir.
Mavi
yakalilarda (isçilerde) üretkenlik az bir sey artmasina ragmen beyaz yaka
sayisinin fazlaligi onu da silip süpürdü.
Ofis otomasyonu
da fayda etmedi. Zira isin (örnegin muhasebe) yapilma hizi artti ama yapilan isin sayisi da artti. Yöneticiler
her bilgi ellerinin altinda olsun istediler. Bu yeni bilgilerin karar verme
sürecini bilginin edinilme maliyetini hakli gösterecek kadar kolaylastirdigini
gösteren bir kanit da yok.
Eleman sayisini
azaltmanin tek yolu, karar verme yetkisini bu bilgilere fazla gelismis
otomasyon sistemi olmadan da ulasabilecek yerdeki görevlilere dagilmaktadir.
Bunu yapmak, amirlerin yetkisinin azalmasi demektir. Oysa Amerika'da hiç kimse
daha az amirlik yapmak için amir olmaz.
Bunun çaresi
katilimci yönetimdir. Bu yöntem üretkenligi arttirir fakat amirin yetkisini
azaltir. Yapilan arastirmalar sorunun isçilerde degil, kendilerini tehdit
altinda hisseden orta kademe yöneticilerden kaynaklandigini göstermektedir. Bu
kisiler islerin veya yetkilerini kaybetmek korkusuyla yeni ve daha verimli
üretim modellerinin denemesini engellemektedirler. Isçiler envanter kontrolü,
kullandiklari malzemenin alimi,
bilgisayar makineleri programlanmasi gibi isleri yapabilecekleri halde
yetki verilmez. Çünkü standart çalisma seklini degistirmeye kimse yanasmaz.
Yatirimin Geri Dönüsü — (YGD):
Amerikalilarin
%15'lik YGD üzerinde israri, yabancilarin ekmegine yag sürmektedir. Firmalar
%15'lik YGD'ye ulasmak zorunda olduklarini,aksi takdirde isi birakacaklarini
açikça ilan ederler. Yabancilar öylesine fiyat kirarlar ki kendileri de dahil
hiç kimse
%15'e ulasamaz.
Nispeten kisa süre içinde bu fiyat politikasinin Amerikan firmalarini piyasadan
çekilmeye zorlayacagini bilirler. Amerikan firmalari piyasadan çekilir çekilmez
yabanci firmalar piyasa payini kapip fiyatlari da yükseltirler. Simdi artik is
hangi yabanci firmanin daha fazla pay kapacagina kalmistir.
%15'lik YGD'de
israr enformasyon, elektronik, havacilik, çelik gibi bir zamanlar Amerika'nin
önde oldugu sektörlerde gerilemesine hatta tamamen çekilmesine yol açti.
Tekstil
sektöründe ise Amerika hep daha düsük isçilik ücreti arayisi içinde oldu.
Üreticiler önce Amerika içinde daha düsük ücretli bölgelere, sonra da
yurtdisina yöneldiler. Fakat ucuz isçiligin sonu yoktur. Eninde sonunda birisi
çikip sizden daha düsük ücretlerle üretim yapar. Oysa basarinin yolu düsük
ücretlerden geçmez. Örnegin Almanya'da saat basi ücretler Amerika'dan dört
dolar fazla oldugu halde Almanya dünyanin en büyük tekstil ihracatçisidir. Ütün
teknolojiye dayanan, kaliteli, güvenilir tekstil makinelerini hem üretip ihraç
etmekte, hem kendi fabrikalarindan kullanmaktadirlar. Siradan müsteriye hitap
eden mallari uzun süre üretmek yerine, dizayni, kalitesi ve modaya uygunluguyla
rekabetin az oldugu piyasa nislerine üretim yaparlar. Müsteri iliskileri hep ön
plandadir.
Neticede iyi
firma düsük ücret ödeyen firma degildir. Iyi firma yüksek ücret ödeyebilecek
üretkenlige sahip olan ve böylece sofistike teknolojileri isletecek yüksek
vasifli elemanlari çalistirabilen firmadir.
Otomotiv:
Otomotiv
sektörü çelik, alüminyum, kauçuk ve takim tezgahlari sektörlerini dogrudan
etkileyen is koludur.
Oto sanayii
Amerika'da gelismis olmasina ragmen bugün Amerika net ithalatçi konumuna
geçmistir.
Bundan hem
sendikalar hem yönetimler sorumludur. Yöneticiler iç piyasaya dönük, kisa vadeli
bakis açisiyla isi ele almislar, sendikalar da üretkenligin artisini önleyen
taleplerde bulunmuslardir. Arastirmaya önem verilmemis, Amerika'da en son
teknolojik yenilik 1940'lardaki otomatik viteste kalmistir. Isin yapilis
tarzini iyilestirmek için ne çalisanlar ne de tedarikçiler bir inisiyatif
gösterebilmisler, ilke “düsünme, sana söyleneni yap” olmustur. Yeni modellerde
arabanin performansi degismemis, yalnizca görünüsü degismistir.
Oysa iç pazari
küçük olan ve ihracata yönelik çalisan Avrupa ve Japon firmalari, gelen talebe
göre birbirinden gerçekten farkli modeller üretmek zorunda kalmislardir. Hedef
kalite kontrolü degil, ilk defada kusursuz üretim olmus, envanter, hatali mal,
büyük fabrika alani, lüzumsuz insan emegi gibi her türlü israftan kaçinilmistir.
Herseyden önemlisi yönetim tam bir takim çalismasi uygulamistir. Insanlar hep
yeni ve farkli araba istediklerinden yeni bir modelin ortaya çikmasindaki hiz
büyük avantaj saglamistir. Basarili olmak isteyen otomotiv firmalari bu
trendlere uygun sekilde degismek zorundadirlar.
20.
yüzyilin ikinci
yarisinda Amerika “baslatan”, Avrupa ve Japonya
“takip eden”di.
21. yüzyilin
basinda roller tersine dönecek, Amerika da oyunu Avrupa ve Japonya'nin
kurallarina göre oynamak zorunda kalacaktir.
BÖLÜM — 6 ZENGINLESMEK
Tarih, çok açik
bir ders vermektedir: Zenginlesmek çok zordur. Tabloda, dünyanin en zengin 20
ülkesinin 1870 ve 1980 siralamasina bakin.
Kisi Basi Gelir Açisindan En Zengin Ülkeler
1870 1988 (1) 1988 (2)
1. Avustralya 1. Birlesik Arap Emirlikleri 1.
Isviçre
2. Ingiltere 2. Amerika 2. Izlanda
3. Belçika 3. Kanada 3. Japonya
4. Isviçre 4. Isviçre 4. Norveç
5. Hollanda 5. Norveç 5. Finlandiya
6. Amerika 6. Lüksemburg 6. Isveç
7. Yeni Zelanda 7. Avustralya 7. Danimarka
8. Danimarka 8. Izlanda 8. Amerika
9. Kanada 9. Kuveyt 9. B. Almanya
10. Fransa 10. Isveç 10. Kanada
11. Arjantin 11. B. Almanya 11. Lüksemburg
12. Avusturya 12. Finlandiya 12.
Fransa
13. Italya 13.
Japonya 13.
Avusturya14. Almanya 14. Fransa 14.
Birlesik Arap Em.15. Ispanya 15. Danimarka 15. Hollanda16. Norveç 16.
Ingiltere 16. Belçika17. Irlanda 17. Italya 17. Ingiltere18. Portekiz 18. Belçika 18. Italya
19. Isveç 19. Hollanda 19.
Avustralya20. Sili 20. Avusturya 20.
Yeni Zelanda
(1) –
Yurtiçi satin alma gücüne dayanarak
(2) –
Yurtdisi satin alma gücüne dayanarak
128 yillik
araya ragmen bu iki listede de egemenlik Avrupali ve Kuzey Amerikali
oyunculardadir. Kaynaklari 1870'lerde bilinmeyen iki petrol ülkesi Birlesik
Arap Emirlikleri ve Kuveyt bir yana birakilirsa 128 yilda tek basari Japonya'ya
aittir. Fakat, o bile 1870'de sifirdan
baslamamistir. Nüfusu 19, yüzyilin basinda Ingiltere'ninki kadar okur-yazardi. Teknolojik becerisiyle
yüzyilin basinda Rusya'ya karsi savasip kazanmisti. Zero savas uçaklari II.
Dünya Savasi basinda en gelismis uçaklardi. Japonya 1870'de yoksuldu fakat
sosyolojik açidan az gelismis bir toplum degildi.
Bu süre içinde
bir çok ülke 10-20 yil ekonomik gelisme göstermis fakat basarisini sürdüremeyip
sirtüstü düsmüstür. 80'lerin mucizesi Kore bile 90'larda iflasin esigine
gelmistir.
Ekonomik yaris,
kisa mesafe kosucularinin harci degildir. Yüzyil boyunca hiç ara vermeden en az
%3'lük büyüme hizini tutturmak, maraton kosucusu olmayi gerektirir. Bu da çok zor bir istir. 21.
yüzyilin basinda ne kadar basarili görünürse görünsün, bir ülkenin 21. yüzyilin
sonunda en zenginler listesine girmesi çok zordur.
Bugünün üçüncü
dünya ülkelerinin çogunun yüzyil sonra da yoksul olacagini garantileyen bir
baska faktör daha var, nüfus artisi: Nüfusu hizla artan hiçbir ülkenin zengin
olmasi kesinlikle mümkün degildir. Nedeni basit: yeni doganlari çagdas üretken
nüfus haline getirmek büyük yatirim ister. Bu yeni dogan sayisi çok yüksek
olacaksa, yetiskinler kendi tüketimlerini adamakilli kismaya razi olmalilar ki
bunlarin ihtiyaç duyacagi yatirimlar yapilabilsin.
Yeni dogan bir
Amerikali büyüyüp kendi yeterli, vasat bir vatandas haline gelinceye kadar
konut, beslenme, egitim, kamu altyapisi, sermaye yatirim olarak $240.000
harcanmaktadir.
Yeni vatandaslara
mevcut yasam standardini saglamanin mutlak tutari ülkeden ülkeye degisir fakat milli gelire orani
degismez. Artan her %1'lik nüfus milli geliri
de
%1 düsürür. Bu
da yetiskinlerin bugünkü tüketimini iyice kisip gelecege yatirim yapmalarini
gerektirir.
Son yüzyilda
Amerika, Japonya ve Almanya'nin büyüme hizina ve nüfus artisina bakarsak
sirasiyla (%3.3'e %1.5), (%4'e %1.1), (%3'e %1)'dir. Bu da hepsinde yüzyillik
sürekli net gelir artisi saglamistir.
Dünyanin en
zengin ülkeleri ekonomik kalkinmanin sasmaz bir kuralini kanitlamislardir:
hiçbir ülke yüzyil boyunca hem iyi bir ekonomik performans gösterip hem de
nüfus artisini çok küçük tutmadikça zenginlesemez.
OYUNCULAR KIM OLACAK?
19. yüzyil
sonu ile 20. yüzyil baslarinda dünya ticareti hammadde ihraç eden gelismemis
ülkeler(koloniler) ile, o hammaddelerle imal ettigi mamul maddeleri kolonilere
ihraç eden gelismis ülkeler arasindaydi. Fakat son yarim yüzyildir dünya
ticaretindeki artis hemen hemen yalnizca gelismis ülkeler arasinda
kaydedilmektedir. Kalkinmakta olan ülkelerin katkisi git gide azalmaktadir.
Insan yapisi
üstünlükler önem kazandikça birçok ülke ekonomik açidan marjinal hale
gelmistir. Bu ülkelerin ne yaptigi , ya da ne durumda oldugu digerlerinin yasam
standardini kesinlikle etkilemez. Bu yüzden dünya üzerinde her ülke dünya
ekonomisinin bir oyuncusu degildir, olamaz da.
Dünya ticaret
bloklarina bölündükçe, gelismekte olan ülkelerin tümü ortak bir sorunla karsi
karsiya kalacaktir: piyasaya girme. 1950'lerde piyasaya girme (market access)
ekonomik basarinin ön sarti degildi. Kalkinmanin yolu “ithal ikamesi”nden
geçiyordu. Ancak denenen hiçbir yerde ithal ikamesi ise yaramadi. Korumali
pazarlarda yasayan yerli üreticiler hiç verimli olamadilar. Kore, Tayvan ve
Singapur verimliligin ihracata yönelik büyümeden geçtigini dünyaya
gösterdiler. Bu ülkelerde yerli sirketler ancak ihracat yapabiliyorlarsa dis
rekabete karsi iç pazarda korunuyorlardi. Gelismis ülkelere ihracat yapabilmek
için de verimli olmak zorundaydilar.
Ihracata dayali
büyüme için pazara girme olanagi elzemdir. Singapur ve Tayvan gibi küçük
ekonomik ejderler olabilmek için iki ön kosulun yerine getirilmesi gerekir:
Ülke rekabet edebilecek sekilde organize olmali fakat ayni zamanda kolayca
girilebilecek bir pazar bulmalidir.
Geçen elli yilda bu pazar Amerika'ydi. Fakat dünya GSYIH'sinin
%23'ünü üreten
Amerika üçüncü dünyanin mamul ihracatinin yarisini almayi sonsuza kadar
sürdüremez. 120 milyar dolarlik ticaret açigindan 80 milyar dolarlik (Amerika'nin dis faizini
ödeyebilmesi için gereken tutar) fazlaya geçis Pasifik çanaginda en az 10
milyon kisinin isini kaybetmesine yol açacaktir. Eger Avrupa ve Japonya bu tür
bir pazar olmazlarsa, önümüzdeki yillarda yeni ekonomik ejderler dogmayabilir.
Güney Amerika
ve Afrika'da çare bulunmasi gereken dört mesele vardir: Birincisi, kesmekes
içindeki, agir yük veren, bürokratik idareler yerini, verimli bir biçimde
yönete ve ekonomiye ne zaman müdahale edilmeyecegini bilen hükümetlere
birakmalidir. Iç çekismeler bir yana birakilip, Pasifik Çanagi'nin küçük
ejderlerinin uygulandigi birlestirici, disiplinli, uzun vadeli politikalara
yönelmelidir. Ikincisi üstünlük kaynagi olarak hammaddelerin yerini teknik
ilerleme almalidir. Üçüncüsü, %3'lere varan nüfus artis hizi kesinlikle kontrol
altina alinmalidir. Dördüncüsü ise dis borçlar konusunda birseyler
yapilmalidir.
Bunlarin ilk
üçü yerel önlemler, dördüncüsü ise uluslararasi çözüm gerektirir.
Latin Amerika
ve Afrika mevcut dis borçlarini ödemek zorundayken kalkinamazlar. Kaynaklarin
çogu borç faizlerine gider; yatirimlara çok az kalir. Yabanci sirketler de
korkup yatirim yapmazlar.
Ancak bu
ülkeler tek tarafli olarak borçlarini inkar ederlerse de kalkinamazlar. Yabanci
borç verenler ülkenin yurtdisindan alacaklarina el koyarak ihracati imkansiz
hale getirirler. Ihracat olmayinca da yatirim için gereken ithalat bile
yapilamaz. Peru buna örnektir. Borçlarini ödememek ise yaramamistir.
Bugün gelismis
dünya için üçüncü dünyanin borçlari büyük mesele degildir, zira ödenmeyen
borçlari karsilamak üzere yüksek rezervleri vardir. Dolayisiyla borç sorununun
çözümü de gelismis ülkelerde yatmaktadir. Borçlari affetmeleri gerekir. Borçlu
ülkeler borç sorunlarini tekrarlanmasini önleyecek sekilde organize
olmalidirlar ama mevcut problemlerini çözemezler; ancak gelismis ülkeler
çözebilir.
Modern teknoloji
3. dünya ülkeleri için hem avantaj, hem de dezavantaj yaratmaktadir. Sermaye ve
teknoloji girisi kolaylasmis ancak hammaddeleri degersizlesmistir. Modern tip,
basa çikamadiklari bir nüfus patlamasi dogurmustur.
Zenginler
kulübüne 20. yüzyilda tek bir sanayi ülkesi katildi: Japonya. 21. yüzyilda yeni
hiçbir üye katilmazsa sasmamali.
BÖLÜM — 7 - KANGRENLESEN SORUNLAR
1980'lerde
dünyanin büyük bir bölümü yavaslayan büyüme, artan issizlik, düzen yasam
standartlari ile basbasa kaldi. Bunlarin hepsi sanssizliktan dogmadi; ortak
nedenleri vardi. Bunlarin halledilebilmesi için bütün dünyanin elele vermesi
gerekmektedir.
Global Çevre:
Elbirligiyle
üzerine gidilmesi gereken konulardan biri, global çevrenin korunmasi ve
iyilestirilmesi sorunudur.
Prensipte
çevrecilik, profesyonel ekonomist ile profesyonel çevrecinin birlikte
çalismasini gerektiren bir alandir fakat 25 yildir birbirinden daha fazla
nefret eden iki dövüs horozu bulunamaz.
Ekonomistlere
göre insanlar kirlettiklerinin bedelini ödemek zorunda kalirlarsa, kirletmekten
vazgeçerler. Çevrecilere göre ise kurumlar ve zenginler bu bedeli ödeyip
kirletmeye devam ederler. Ekonomistler mal ve hizmet üretmeye öncelik verirler,
çevre ikinci derecede önem tasir. Çevrecilerde bu sira tam tersinedir.
Yillar önce
Amerika gelismis ülkelerin milli gelirlerinin yüzde birini dis yardim olarak
ayirmalari için bir kampanya baslatti. Hollanda gibi bazi ülkeler sözlerini
tutup, yoksul ülkelerin çevre koruma-gelistirmesine büyük katkida bulundular.
Amerika sözünü tutmadi. Bugün Amerika gelirinin yalnizca %0.2'sini yardim
olarak veriyor, o da Israil, Misir, Türkiye ve Pakistan'a el altindan askeri
yardim olarak. Kisa süre içinde Amerika en cömert ülke olmaktan en cimri ülke
olma konumuna geçmistir.
Iyi bir çevre
her insanin yasam standardinin önemli bir bölümünü teskil eder. Ancak iyi bir
çevre hiçbir ülkenin tek basina alacagi önlemlerle elde edilemez.
Kendim çevreyi
korumak için her türlü önlem alirim da komsum almazsa, ben yararini görmeden
bedelini ödemis olurum.
Yagmur
ormanlarinin sagladigi temiz havaya herkesin ihtiyaci vardir. Ancak bu
ormanlara sahip yoksul ülkelerden onlari kesmemelerini istemek hem haksizliktir
hem de sonuç vermez. Kesmemeleri daha karli oldugu takdirde vazgeçerler ancak.
Dolayisiyla zengin ülkeler temiz hava solumanin bedelini bu ülkelere
ödemelidir.
Neticede iyi
bir çevre, insan tasima kapasitesine indirgenebilir. Kirlilik (ya da atik
miktari) dünyada yasayan insan sayisiyla dogrudan orantilidir. Yasli ve tonton
dünyamiz kaç kisiyi rahatça tasiyabilir? Cevap yasam tarzlarina baglidir.
Eger dünya
nüfusu Isviçrelilerin dogurganligina, Çinlilerin tüketim aliskanliklarina,
Isveçlilerin esitlikçi (egaliter) yaklasimina ve Japonlarin sosyal disiplinine
sahip olsaydi gezegenimiz simdikinin birkaç kati nüfusu çevre korkusu
olmaksizin rahat rahat aldirabilirdi. Öte yandan dünya yasayanlarinin hepsi
Çad'in dogurganligina, Amerika'nin tüketim aliskanliklarina, Hindistan'in
esitlikçi yaklasimina, Yugoslavya'nin sosyal disiplinine sahip olsalardi dünya
bugünkü nüfusa yaklasmadan bile yasanmaz olurdu. Ne yazik ki insanlarin çogu
Amerika-Hindistan-Çad-Yugoslavya kategorisindeymis gibi görünüyor.
Gerçekten de
nüfusun az artisi hem ekonomik kalkinma hem de çevrecilik açisindan elzemdir.
Hizli nüfus artisiyla ne ekonomik kalkinma basa çikabilir ne de sosyal
disiplin. Sorun su ki, bu artis nasil yavaslatilabilir?
Insanlar zenginlestikçe
nüfus artisi da düser, hatta mevcut sayiyi koruyamaz. Yani en fazla bakabilecek
durumda olanlar, en az sayida çocuk isterler. Paradoks gibi görünse de bu
degildir. Zenginler yüksek yasam standartlarini sürdürmek, çocuklarina da en az kendileri kadar iyi bir hayat saglamak
istiyorlarsa, çocuk sayisini minimumda tutmak gerektiginin farkindadirlar.
Yoksul ülkelerde çocuklar o kadar büyük yük olmazlar. Zira zenginlesmek için
gereken yatirimi yapmayi kimse düsünmez. Yatirim yapilmadikça da bu çocuklarin
zengin bir ülkede yasama sanslari yoktur. Tarima dayali yoksul ülkelerde çocuk hem isgücü, hem
de yaslilik sigortasi olarak görülür. Yillar önce Pakistan'da tanidigim bir
köylü neden 17 çocuk sahibi olmasi gerektigini anlatmisti. Dedigine göre dogan
17 çocuktan sekiz tanesi küçük yaslarda ölecekti. Kalan dokuzunun alti tanesi
ona bakamayacak kadar yoksul olacakti. Varlikli olan üç çocugun ikisi de ona
bakmak istemeyecek kadar zalim ve bencil olacakti. Kala kala tek evlat
kaliyordu. Dolayisiyla yaslilikta açlik ve bakimsizliktan ölmemek için 17 çocuk
olmasi sartti.
Hizli nüfus
artisi olan ülkelere dis ekonomik yardim israftan baska bir sey degildir.
Yardim, nüfusunu kontrol altinda tutan ülkelere yapilmalidir. Hizli nüfus
artisiyla kalkinmayi bir arada yürütmek dünyada hiçbir ülkenin harci degildir.
Yapisal Ticaret Dengesizlikleri:
Süre ülkeden
ülkeye degisse de, hiçbir ülke ticaret açigini sonsuza kadar sürdüremez.
Hesap
ortadadir. Ticareti açik veren ülke dis borç almak zorundadir. Birikmis borcun
faizi ödenir. Ticaret fazlasi olmazsa faizi ödemek için de borç alinir. Böylece
yillik ticaret açigi büyümese bile her yil alinan borç tutari git gide büyür.
Birlesik faiz yüzünden borçlanma geregi öylesine büyük ki artik ülke alacak
kredi de bulamaz. Bu noktaya ulasildiginda dramatik degisiklikler meydana
gelir.
Dis borçlanma
gelecekteki geliri azaltma pahasina bugünkü geliri yükseltmektir. Bugünkü ilave
ne kadar yüksek olursa, yarinki azalma da o kadar büyük olur.
Açik veren
ülkelerin önünde üç seçenek vardir: 1. Ekonomik büyüme hizlarini düsürüp
ithalati kisabilirler, 2. Devalüasyona gidip ithalati pahalilastirirlar fakat
enflasyonu da yükseltmis olurlar, 3.
Gümrük vergilerin yükselterek
ithalati durdurabilirler. Bu çözümlerin hiçbiri sancisiz degildir.
Üstelik genelde dünya ticaretinin azalmasina yol açar. Bu da hiç kimsenin
yararina olmaz. Simdilik borç problemlerinin havale edildigi Dünya Bankasi ve
IMF de çözüm olamaz, zira bu kurumlar zaten çok sayida yamali bir sisteme yeni yamalar koymaktan baska bir
sey yapamiyorlar. Bu yüzden borçlari üstlenecek bir Dünya Merkez Bankasi gerekmektedir.
Bir hatirlatma:
21. yüzyilda
yasanacak yogun rekabete dayali atmosferde bütün katilimcilar yalnizca rekabete
degil rekabet ve isbirligine dayanan bir oyun oynamak zorunda olduklarini
unutmasinlar. Herkes kazanmak ister, fakat oynanacak bir oyun olabilmesi için isbirligi sarttir.
BÖLÜM — 8 - 21. YÜZYIL KIME AIT OLACAK?
Genelde
ekonomide su kural geçerlidir: Bugünkü hizli büyüme yarinki hizli büyümeyi
kolaylastirir. Gelirin artmasiyla, bugünkü yasam standardindan fedakarlik
etmeden gelecek için yatirim yapilabilir. Aksine, yavas büyüyen, az yatirim
yapan bir toplumu hizli büyüyen ve yatirim yapan bir toplum haline dönüstürmek
bugünün tüketiminden büyük fedakarlik gerektirir.
Önümüzdeki
yarista üç büyük ekonomik güçten birisi digerlerini pesine takacaktir. Dünyanin
o ülkesi veya bölgesi, 19. yüzyilda Ingiltere'nin, 20. yüzyilda Amerika'nin
sahip oldugu gibi 21. yüzyilda dünyaya sahip olacaktir.
JAPONYA:
Tarihteki
bütünlügüyle, halkinin homojenligiyle, egitim kalitesiyle, Ar-Ge, makine ve
fabrika yatirimlariyla, proses teknolojisiyle Japonya pek çok ülkenin
önündedir. Ancak dünya artik Japonya'nin ihracatini durmadan arttirmasina ve
bütün pazarlari ele geçirmesine seyirci kalamaz; gerekirse ithalata
kisitlamalar getirir. Japonya iç talebi
de büyütmek ve dünyaya açmak zorundadir. Özellikle konut ve altyapi
yatirimlari açisindan neredeyse az gelismis bir ülke sayilabilir. Konut
yapiminin çesitli gelenek ve yasalarla engellenmesi yüzünden konut sorunu had
safhadadir; çare bulunmazsa Japonlar zengin ülkede yasayan yoksul insanlar
olarak kalacaklardir. Üretim ekonomisi
de tüketim ekonomisiyle dengelenmek zorundadir. 21. yüzyil, bu iki insani
dürtüyü dengeleyebilen ülkeye ait olacaktir.
AVRUPA:
1980'lerin en
yavas büyüyen bölgesi olmasina ragmen Avrupa 1990'lara dünya satranç tahtasinda en stratejik konumda
baslamaktadir. Dogru hamleler yaparsa 21. yüzyilda egemen güç olarak karsimiza çikabilir.
Avrupa 337
milyonluk AT'yi (yeni katilimlarla 850 milyonluk) gerçekten entegre bir Avrupa
Birligi haline getirebilirse, hiç kimsenin ulasamayacagi bir ekonomi yaratmis
olur.
Eski Sovyetler
Birligi'nin yüksek bilimi, Almanya'nin üretim teknolojileri ve ticaretteki
basarisi, Italya ve Fransa'nin tasarim yetenegi, Londra'nin birinci sinif
sermaye piyasasi ile birlestirilip fonlarin Avrupa'nin en üretken bölgelerine
yöneltilmesiyle Avrupa Birligi kendine yeten, hizli büyüyen bir bölge olabilir.
Üstelik Avrupa 21. yüzyilin ticaret kurallarini yazabilme avantajina sahiptir.
Kurallari yazanin da kendine yontmasi kaçinilmazdir. Ancak bütün bunlarin
gerçeklesebilmesi için aralarindaki politik çekismeleri bir yana birakip birer
Avrupa vatandasi olarak entegre olmak zorundadirlar.
AMERIKA BIRLESIK DEVLETLERI:
Amerika, tarihi
zenginligi, geri olmayan teknolojisi, dünyanin en iyi yüksek ögrenim
olanaklari, büyük ve entegre iç pazari ile 21. yüzyila önde baslamaktadir.
Ancak bütün bu
avantajlar, çöken bir egitim sistemi, yüksek tüketim az yatirim, devasa dis
borçlarla ve ileriye dönük degil, güne dönük politikalarla sekteye
ugratilmistir. Bu yüzden 21. yüzyilin rekabetine hazir degildir.
Geçmisteki kriz
dönemlerinde Amerika'nin gösterdigi basarilara bakilirsa Amerika'nin sorunu
kazanmak degil, oyunun degistigini fark etmektir.
Yeni kurallar
ve yeni stratejilerle yeni bir oyun oynanacaktir. Bunun için de üretkenligini
rakiplerinin düzeyine çikarmasi, tüketimlerini azaltip yatirimlara yönelmesi,
gelecege yönelik önlemler almasi ve yüksek ögrenim görmeyen nüfusunun egitim ve beceri kalitesini adam
akilli yükseltmesi gerekmektedir.
Ve Kazanan ..?:
Üç rakibin her
biri için bahse girilebilir. Su andaki moment Japonlarin tarafinda.
Amerikalilar esneklige, güç durumdan çikabilme yetenegine ve hepsinden fazla
zenginlige sahip. Ancak stratejik konum Avrupalilardan yana. Zira sartlar en
fazla onlari degisime zorluyor. Degisimin baskisi altinda olan onlar. Diger
ikisi için ayni aciliyeti tasimiyor. Dolayisiyla kazanmaya en güçlü aday olarak
Avrupa görünüyor.
BÖLÜM — 9 AMERIKA IÇIN OYUN PLANI
Geçmis
basarilarin rehavetine kapilan Amerika, ekonomik bir oyun planina ihtiyaci
olmadigini söylüyor. Eski usul, en iyi usuldür. Fransiz ekonomist ve bankaci
Jacques Attali'nin “Millenium” adli kitabina göre “Amerikalilar, sanayi dünyasinin
ön saflarindan uzaklastiklarina inanmiyorlar ve bu inanmama yüzünden,
kompetitif kalmak için gereken degisikliklere gitmiyorlar. Görmeyi
reddettikleri bir problemi çözmelerine kimse yardimci olamaz.”
Rakipleri
hatali olabilir. Farkli davranmakla Amerika'nin önüne geçmeyebilirler. Fakat
“yakalama”nin yarattigi ekonomik problemler “ayak uydurma”nin yarattiklarindan
çok daha zor oldugundan tarihin hükmünü vermesini beklemek çok tehlikelidir.
1900'de dünyanin geri kalani Büyük Britanya'yi geçecekmis gibi görünürken
Ingilizler “bakalim gerçeklesecek mi?” diye oturup seyrettiler. Gerçeklesti de.
O zamandan beri Ingilizler basarisiz bir “yakalama” çabasindalar.. Gelecegini
teminat altina almak isteyen akilli bir ülke en kötüsünün gerçeklesecegini
varsayarak erkenden tedbirlerini alir.
ULUSLARARASI KIYASLAMA: (bench-marking)
Kazanmak
isteyen bir ülke rakibini incelemekle ise baslar. Burada amaç taklit degil,
“kiyaslama”dir. Ekonomik performansin her ölçütünde dünyanin en iyilerini bul.
Kendi performansini onlara göre ölç. Onlarin neden daha iyi olduklarini anla.
Önce esit olmayi, sonra da onlari geçmeyi kendine hedef olarak koy.
Kriterlerden
biri olan üretkenlikte Amerika'nin gerilerde kaldigi görülür. Üretkenlik
probleminin çözümü biliniyor – daha fazla yatirim, daha fazla beceri egitimi,
daha iyi stratejiler. Dolayisiyla soru “Amerika'nin ne yapmasi gerekir?” degil,
“Amerika yapilmasi gerektigini bildigi seyleri yapmaya nasil kendini
zorlayabilir”dir. Sorun paradan ziyade, dünyanin degistiginin ve bunun içeride
de degisim gerektirdiginin tüm ulusça kabul edilmesidir. Amerika'nin son iki
baskani “sistemde hiçbir problem yok” saviyla üç seçim kazandilar. Fakat
gerçekle yüzyüze gelmedikçe hiçbir yapilanmaya gidemezsiniz. Ekonomide tropik
plajlar dönemi kapanmis, uguldayan tipi dönemi baslamistir. Ona göre de
giyinmemiz lazim.
Örnegin
yatirimi ele alalim. Yatirimi arttirmak için tüketim kisilmali; tipki
zayiflamak için diyete girmek gerektigi gibi. Teknik açidan kolay görünüyor.
Ancak mesele su ki buzdolabinin anahtarini diyetteki kisi tasirken dolabin
kapisini nasil kapamalisiniz ki kapinin kilidi açilmasin?
Birinci adim
halkin tüketim için kredi almaktan vazgeçmesi, ikinci adim bütçe açiklarinin
önlenmesi, üçüncüsü tüketimi caydirici, tasarrufu tesvik edici vergi sistemi
getirilmesi, dördüncüsü de özel ve kamu yatirimlarinin tesvik edilmesidir.
Kamu sektörü
özellikle tasarruf etmelidir. Amerika'nin bütçe açigi altyapi, egitim ve
arastirma gibi kamu yatirimlarindan dogsaydi mesele yoktu. Fakat bütçe açigi
kamudaki tüketimden, israftan dogdugundan yatirimlar azaltildi veya durduruldu.
Kamu tüketimini finanse etmek için özel tasarruflar ödünç alindi. Özel sektöre
kalan kaynak azaldigindan disaridan borç bulmak zorunda kalindi. Eninde sonunda
kredi çesmesi kapanacak, faizler yükselecek ve yatirimlar tamamen duracaktir.
Önümüzdeki on
yilda Amerikan sistemi elit grup (establishment – bir ülkenin yönetimini ve
kontrolünü elinde tutan toplumsal, ekonomik ve siyasi liderlerden olusan grup) tarafindan mi
oligarsi, tarafindan mi yönetildiginin sinavini verecektir. Japonya'nin elit
grup, Latin Amerika'nin oligarsi tarafindan yönetildigi söylenir. Aslinda birçok açidan iki terim de ayni
gruptan söz eder. Her ikisi de ayni okullara giden, birbirleriyle evlenen,
ülkelerini yöneten, temaslari iyi olan zengin insanlar grubudur. Fakat arada
kilit bir fark vardir. Elit grubun baslica amaci sistemin islemesi ve böylece
uzun vadede ülkenin basarili olmasidir. Elit grup eger sistem iyi isler ve ülke
iyiye giderse kendilerinin de iyi olacagina inanir. Inanan bir elit grup
ülkeyle ilgili kararlar alirken veya kararlari etkilerken kendi kisa vadeli
çikarlarini en öne almayi düsünmez.
Aksine
oligarsi, varliklarini gizli Isviçre banka hesaplarinda toplayan güvensiz
insanlar grubudur.
Her zaman için
o andaki öz çikarlarini kollamayi düsündüklerinden, ülkenin uzun vadeli menfaatleri için kendi zaman ve
emeklerini harcama zahmetine katlanmazlar. Kabacasi, ülkeleri basarili olursa
kendilerinin de basarili olacaklarina inanmazlar.
Amerika'daki
para manipülasyonlari, sirket ele geçirme savaslari, en zenginler listesini
yayinladiklari zaman en fazla satis yapan is dergileri, zengin ve ünlülerin
yasam tarzlarini anlatan TV programlari, çare bulunmayan dis ticaret ve bütçe
açiklari, para skandallari, zenginlere
vergi indirimleri, hepsi oligarsinin göstergeleridir.
Aksine elit
grup, düsük vergilerin ülkeye yararli olacagi durumlarda bile en son kendi
vergilerin düsürür. Kamu harcamalarina gelince, digerlerini diyete sokmadan
önce kendi diyete girer. Elit grup, baskalarinin fedakarlik yapmasi gerektigini
söylerken inanilir olmak için kendi fedakarlik yapar.
Her bireyin
mümkün olan en düsük vergiyi vermek ve kamu hizmetlerinin bedelini ödemeyi
baskalarinin omuzlarina yüklemek istemesi son derece normaldir. Ancak her birey
önce kendi çikarini düsünürse sonuçta parçalanan demokrasi olur. Yapilmasi
gereken yapilamaz olur. Elit grup seçmenleri kendi çikarlarini unutup toplumsal
saglik ve uzun vadeli iyiligi düsünmeye ikna etmek zorundadir.
Vergiler — Harcamalar:
Amerika'nin
oligarsinin bir göstergesi olan bütçe açigini kaldirmak için savunma
giderlerini azaltmak da dahil, yapabilecegi çok sey vardir.
Ancak asil
mesele kamu harcamalarina karsi özel harcamalar degildir. Asil mesele ister özel ister kamu olsun tüketime karsi
yatirimdir. Amerika kendine öyle bir vergi
ve harcama sistemi kurmalidir ki, ister kamu ister özel, her türlü
tüketim artisi yillik mili gelir artisinin %1 daha altinda kalsin. Bu on yil
boyunca sürdürülebilirse sonunda büyük bir tasarruf ve yatirim birikimi elde
edilmis olur. Bu büyük bir fedakarlik degildir. Kimse gelecegi kurtarmak için
günü yok etmeyi istemiyor. Sadece gelecegi dikkate alarak davranmaliyiz.
Amerika'ya en
fazla zarar veren seylerden biri de Reagan'in “iyimser-optimist” sözcügüne
getirdigi tanimdir. Bu tanima göre iyimser, Amerika'nin herhangi bir problemi
oldugunu inkar eden kisidir. Amerika'nin temel sorunlari ve zaaflari oldugunu itiraf etmekse kötümserliktir ve
politik mevkideki birine hiç yakismaz.
Oysa sorunu
teshis edip ortaya koymak genelde beraberinde çözümü de getirir. Kennedy
Amerika'nin uzay yarisinda Sovyetlerden geri oldugunu itiraf etmis,
hizlandirdigi mekanizmayla Amerika on yil içinde aya insan çikarmistir.
Son yillarda
ise baskanlik seçimleri, problemlerin varligini inkar etmeyi kim daha iyi
basaracak yarisina dönmüstür. Fakat “hiçbir problem yok” platformunda seçim
kazandiktan sonra, var olmayan problemlere çözüm getirmek de imkansiz hale
geliyor.
Churchill
Dunkirk konusmasina “Fransa'dan gelen haberler çok kötü” diye baslamisti. Bize
de ekonomik savas alanlarindan gelen haberlerin kötü oldugunu söyleyecek bir
baskan lazim.
Isgücü:
Eger “Ingiliz
hastaligi” ihtilafli isgücü-yönetim iliskileri ise “Amerikan hastaligi” da
düsük ücretlerin bütün problemleri çözecegi inancidir. Amerikan firmalari
rekabet baskisi altinda kaldiklarinda ya ücretlerden kisinti yaparlar, yahut ta
ücretlerin düsük oldugu ülkelerde üretime baslarlar. Bu stratejinin ise
yaradigi enderdir. Kisa bir süre düsük ücretler kari yükseltir, fakat zaman
içinde daha da düsük ücret uygulayanlar piyasaya girince (düsük ücretleri
taklit etmesi kolaydir) fiyatlar düser ve düsük ücretten saglanan yüksek kar
orani da yok olur gider.
Oysa karliligin
uzun ince yolu baska yerdedir: teknolojiyi durmaksizin gelistirerek gittikçe
daha yüksek üretkenlik ve ücretlere ulasmadadir. Hizli üretkenlik artisi
hareketli bir hedef oldugundan ve dolayisiyla taklit etmesi güç oldugundan
karlilik ta sürekli korunabilir. Ancak yeni teknolojileri uygulayabilmek için
gereken insan kaynagi vasifli isgücünün yetistirilmesine büyük yatirim yapmakla
saglanir. Bunun için de konu iki asamada ele alinmalidir. Önce isgücü orta
ögretimi bitirinceye kadar çok iyi egitim almalidir. Sonra da isyerleri kisiyi
çalistigi isle ilgili spesifik egitime tabi tutmalidir. Avrupa'nin formülü
sudur: Okul + Sanayi = Ise hazir olma. Zaten Almanlar bütün dünyanin hayran
oldugu bir çiraklik sistemine sahiptir.
Birbirine
destek veren is gruplarinin kurulmasi, sirket ele geçirme savaslarina son
verilip yatirimin yeni
üretimlere yönlendirilmesi de
Amerika'nin yapmasi gereken
düzenlemelerdir.
Amerika'nin sinai yapisina hükmeden mevzuati belirlerken bir ana hedefi dikkate
almak gerekir: Amerikan firmasinin sürücü koltuguna gerçek kapitalisti oturt.
Önce kurallarla o sekilde bagla ki kendi kisisel basarisi için firmasinin ve
dolayisiyla ülkesinin üretkenligini ve kompetitifligini yükseltmekten baska
çaresi olmasin.
Dolarin yene
göre deger kaybinin Japonya-Amerika arasindaki ticaret açigini azaltmasina
ragmen açigin yüksek-teknoloji, yüksek isçilik ücretli ürünlere dayanan bölümü
büyümektedir. Amerika düsük ücretli, düsük teknolojili mal ihracatina git gide
daha bagimli olmaktadir. Düsük ücretlerle her ülke rekabet edebilir.
Parasinin degerini düsürerek her ülke
ücret düzeyini düsürebilir. Mesele ticaret açigini o sekilde degil, yüksek
ücretlere dayanan kompetitif ürünlerle kapatmaktir.
Gerekli
çözümler bugüne yük getirse de, bugünkü nispeten kolay çözümleri uygulamaktan
kaçinmak yarin için çok daha agir yükler getirecektir. Hiçbir sey yapmamak, bir
seyler yapmaktan beterdir. Bunun için de problemleri teshis etmek, çözüm
gerektigini kabul etmek ve ona göre harekete geçmek sarttir.