IKINCI SANS -- ÜÇ BASKAN VE KRIZDEKI SÜPER GÜÇ AMERIKA -- ZBIGNIEW BRZEZINSKI
Fevzi BOZKURT
Politika
1 Küresel Liderligin Zorluklari
Tarihsel anlamda 15 yil çok kisa bir süredir fakat yasadigimiz dönemde zaman inanilmaz bir hizla ilerler hale gelmistir. Iste bu nedenle Amerika’nin 1990’larda dünyanin tek süper gücü olarak ortaya çiktigindan günümüze kadar olan dönem hakkinda stratejik bir degerlendirme yapmak için erken degildir. Tarih boyunca tek bir güç hiçbir zaman bu kadar baskin olmamistir. Iste bu nedenle Amerika’nin uluslararasi liderlik görevini sorumlu ve etkin bir sekilde gerçeklestirip gerçeklestirmedigi önemli bir sorudur. Sadece Amerikanin degil dünyanin güvenligi ve refahi için...
ABD’nin ulusal güvenligini korumak disinda dünyanin en güçlü ülkesi olarak öne çikmasi Washington yönetiminin 3 temel görev benimsemesini zorunlu kilmistir:
Jeopolitik dengelerin sürekli degistigi bir dünyada merkezi güç iliskilerini idare etmek, yönlendirmek ve sekillendirmekle birlikte isbirliginin daha güçlü oldugu küresel bir sistem yaratmak için duyulan istegi ulusal düzeyde yogunlastirmak.
Çatismalari sinirlandirmak veya sonlandirmak, terörizme engel olmak ve kitle imha silahlarinin yayginlasmasini önüne geçmek; ayrica sivil ihtilaflarin yogun oldugu bölgelerde kollektif baris koruma faaliyetlerini tesvik etmek.
Bazi kesimlerin yasam kosullarinda giderek kabul edilmez hale gelen olumsuzluklarin üstesinden gelmek için daha etkin politikalar gelistirmek; yeni yeni farkina varilan çevresel ve ekolojik tehditlerle ortak mücadele edebilecek bir bilinç yaratmak.
Bu görevlerin herbirinin kapsami o zaman oldugu gibi günümüzde de devasadir. Bunlari bir bütün olarak ele aldigimizda Amerika’nin idare etme becerisini zorlayan bir sinav gibidir.
Bu tarihi sinavin büyüklügü akla baska sorular getirmektedir: ABD’nin ilk üç küresel lideri (G.W. Bush, Bill Clinton ve G. W. Bush) bu yeni dönemi nasil yorumladi? Onlari yönlendiren neydi? Stratejileri tutarli miydi? En fazla sonuç doguran dis politika karari hangisiydi? Dünyayi daha mi iyi, daha mi kötü bir hale getirdiler? Dönemlerinin sonunda ABD’nin konumu güçlendi mi, zayifladi mi? Dünyanin ilk süper gücü olarak geçen bu 15 yildan ilerisi için ne gibi dersler çikarilmali?
Bu sorulari akilda tutarak üç baskani, tek bir süper güç, 15 yil ve ABD’nin küresel lider olarak performansi açisindan karsilastirmali olarak incelemeye baslayip Amerika’nin süper güç olarak ortaya çikmasindan beri geçen süreçte ülke politikasini sekillendiren bürokratik ortamin kisa bir özetini verelim:
Küresel liderlerden ilki George H. W. Bush, Çin Halk Cumhuriyetindeki gayri resmi ABD elçiliginin yöneticisi, BM elçisi ve CIA müdürlügünü geride birakarak baskanliga disisleri konusunda ciddi bir birikimle geldi. Ne yapmak istedigini biliyordu ve ulusal güvenlik danismani olarak kendi dünya görüsünü paylasan, deneyimli ve uzman bir aile dostunu seçti.
Ikinci küresel lider Bill Clinton’in disisleri konusunda deneyimi yoktu. Amerika’nin yeni rolü hakkinda zayif sayilabilecek bir perspektifle göreve basladi. Seçim kampanyasi boyunca altini çizdigi gibi Clinton’in önceligi önceki baskanlarin yillardir ihmal ettigi içislerine odaklanmakti. Dis politikanin önemi ikincildi. Iste bu nedenle Clinton’in ilk baskanlik döneminde ne ulusal güvenlik danismanligi ne de disisleri bakanliginda etkin isimler göremeyiz. Ikinci Clinton dönemindeyse dis politika belirgin sekilde önem kazandi. En önemli iki siyasi pozisyona çok daha etkin isimler getirildi. Baskanin kendisi de disiliskilerle birebir ilgilenmeye basladi.
Üçüncü küresel lider George W. Bush ilk etapta ulusal düzeyde sayginliga sahip eski bir generali disislerinin basina getirdi. Fakat bu uzun sürmedi. 11 Eylül olaylari ertesinde disisleri alanindaki rehavet havasi aniden dagildi. Bu noktadan sonra dis politika ulusal güvenlik danismanindan baskan yardimcisina ve konuya odaklanmis Beyaz Saray ve Savunma Bakanligi yetkililerinden olusan bir gruba kaydi. Bu grup baskanlarini “savasan bir ulusun” kumandani olarak yeniden sekillendirmeye yardimci oldu. Bu egilim Bush’un ikinci baskanlik döneminde de devam etti. Colin Powell’in yerine Condoleezza Rice’in gelmesi Disisleri Bakanliginin karar verme mekanizmasindaki stratejik rolünü güçlendirdi.
Bu gelismeler ulusal güvenlik alaninda büyük degisimlere neden olmus ve bunlarin bazilari çok tartismali anayasal sonuçlar dogurmustur.
Amerika’nin Soguk Savasi kazanmasi sonrasindaki dönemde seçilen baskanlarin üçü de dünyanin en önemli oyununda kilit rol almis ve her baskan bu oyunu kendi tarzinda oynamistir. Bu asamada sunlari söylemek yeterli olacaktir:
Küresel Lider aralarinda en deneyimlisi ve diplomatik anlamda en beceriklisiydi ancak çok sira disi bir tarihi dönemde degisim yaratacak cesaretli bir vizyondan yoksundu.
Küresel Lider en akillisi ve gelecege dair vizyonu en genis olandi ancak Amerikan’in sahip oldugu gücü kullanmakta stratejik tutarlilik sergileyemedi.
Küresel Lider’in sezgileri güçlüydü fakat küresel düzenegin karmasikligindan bihaberdi ve dogmatik çözümlere yatkin bir karaktere sahipti.
Asagidaki liste Amerika’nin süper güç olarak geçirdigi 15 sene boyunca küresel ortamda meydana gelen temel degisiklikleri özetlemektedir:
1990-2006 yillari Arasindaki On Dönüm Noktasi
Küresel sistemi yeniden sekillendiren kilit gelismeler:
Sovyetler Birligi Dogu Avrupa’dan çekilmek zorunda kalip çöker. ABD dünya lideridir.
ABD’nin I. Körfez Savasi sirasindaki askeri zaferi, siyasi olarak heba edilir. Orta Dogu baris sürecine yeterince önem verilmez. Müslüman cephede ABD karsitligi güçlenmeye baslar.
NATO ve AB, Dogu Avrupa’ya dogru genisler. Atlantik Ittifaki küresel arenada baskinlasir.
Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulmasi, IMF’nin yeni rolü ve Dünya Bankasi’nin yolsuzluk karsiti çalismalarini yogunlastirmasiyla kürsellesme kurumsal bir kimilk kazanir.
Asya mali krizi tam olgunlasmamis bir Dogu Asya bölgesel toplulugunun baslangici olur. Topluluk Çin’in baskinligi veya Çin-Japon rekabeti ile tanimlanacaktir. Çin’in DTÖ’ne kabul edilmesi önemli bir küresel oyuncu olma yolundaki ivmesini hizlandirir.
Patlak veren iki Çeçen savasi, Kosova’daki NATO çatismasi ve Putin’in Rusya baskani seçilmesi Rusya’da otoriterizmin ve ulusalciligin güçlenmesiyle sonuçlanir. Rusya enerji alaninda baskin bir süper güç olmak adina gaz ve petrol kaynaklarini etkin biçimde degerlendirmeye baslar.
ABD ve digerlerinin hosgörülü tavirlari karsisinda Hindistan ve Pakistan, dünya kamuoyunun tüm itirazlarina ragmen, nükleer birer güç haline gelir. Kuzey Kore ve Iran, ABD’nin tutarsiz ve yaptirimi olmayan girisimlerine aldiris etmeden nükleer güce sahip olmak için çalismalarini yogunlastirir.
11 Eylül 2001 olaylari ABD’yi derinden sarsar ve tek tarafli politikalara yönelmesine neden olur. ABD teröre savas açar.
Atlantik Ittifaki ABD’nin Irak’ta giristigi savas konusunda ikiye bölünür. AB kendine özgü siyasi kimlik gelistirmek konusunda yetersiz kalir.
Dünya kamuoyunun ABD askeri gücünün yenilmezligine ve Washington’un ABD’nin gücünün sinirsizligina dair inançlari Irak’taki basarisizliklardan sonra paramparça olur. ABD, küresel güvenlik konularinda AB, Çin, Japonya ve Rusya ile isbirliginin elzem oldugunun farkina varir. Ortadogu ABD’nin liderlik kabiliyetlerini dayanabilme sinirlarina kadar zorlar.
Ana Karakterler ve Bas Danismanlar
Küresel Lider - I. Bush Hükümeti / George H. W. Bush – (1989-1993) Ulusal Güvenlik Danismani: Brent Scowcroft (1989-2001)
Disisleri Bakani: James Baker (1989-2001) Savunma Bakani: Richard Cheney (1989-2001)
Küresel Lider - Clinton Hükümeti / Bill Clinton (1993-2001)
Ulusal Güvenlik Danismani: Anthony Lake (1993-1997), Sandy Berger (1997-2001) Disisleri Bakani: Warren Christopher (1993-1997), Madeleine Albright (1997-2001)
Savunma Bakani: Les Aspin (1993-1994), William Perry (1994-1997), William Cohen (1997- 2001)
Küresel Lider - II. Bush Hükümeti / George W. Bush – (2001-2009) Ulusal Güvenlik Danismani: Condoleezza Rice (2001-2004), Stephen Hadley (2005- )
Disisleri Bakani: Colin Powell (2001-2004), Condoleezza Rice (2005-2009 ) Savunma Bakani: Donald Rumsfeld (2001-2006), Robert Gates (2006-2009 )
***
2 Zaferi Saran Sis Perdesi ve Çakisan Tarihi Vizyonlar
Politik bir amaca hizmet ettigi sürece tarihi, laf ebeligine indirgemek hiç de zor degildir. Soguk Savasin beklenmedik sekilde sona ermesiyle birlikte Amerikan kamuoyuna Sovyet komünizminin yenilgisinin sadece tek bir kisinin eseri oldugu tekrar tekrar söylenmistir. Oysa ki gerçek bundan çok farklidir. Amerikanin yüzlestigi ciddi çeliskileri anlamak için tarihi gerçeklere daha gerçekçi bir perspektiften bakmak gerekir.
Sovyetler Birliginin yenilgisi Henry Truman ile baslayip Geroge H.W. Bush ile biten 40 yillik çok-yönlü bir çabanin sonucudur. Olayin temelinde birçok ABD baskaninin Sovyet komünizmi tehdidi karsisinda tutundugu ortak anlayis yatar. ABD, Sovyetleri hakimiyetini genisletmesi için askeri güç kullanmaktan caydirirken bir yandan da çekismeyi Sovyetler Birliginin daha zayif kaldigi siyasi ve sosyoekonomik arenaya çekmeye çalismistir. Eisenhower NATO ittifakini güçlendirmis, Kennedy Sovyetlerin 1960’li yillarda odaklandigi Berlin ve Küba stratejik girisimlerine engel olmustur.
ABD’nin Viyetnam’daki basarisizligi ülkenin askeri bütçesinde kisinitiya gidilmesine neden oldugundan Baskan Nixon statükoyu kabul etme temeline dayanan bir uzlasma politikasina odaklanmistir. Fakat çok geçmeden arkasina Papa 2. John Paul’ün ruhani gücünü de alan Jimmy Carter büyük bir insan haklari kampanyasi baslatmistir. Carter bununla yetinmeyip ABD askeri gücünü modernlestirmistir. Ruslarin Afganistan’i isgalini takip eden dönemde Carter soguk savas boyunca Sovyet karsiti direnis hareketine silah temin eden ve eszamanli olarak Basra Körfezinde ABD askeri varliginin temellerini atan ilk baskan olmustur. Hemen akabinde basa gelen Reagan bu alanlarin tamaminda daha belirgin bir tutum ortaya koymustur. Bu girisimler Gorbaçov’un Prestroykasini genel bir krize dönüstürmeye yardimci olmustur. Reagan’i takip eden G. H. W. Bush ortaya koydugu diplomatik beceriyle komünizmin düstügü durumdan en fazla beslenen olmustur.
Fakat bu tarihi olaylar üstünden henüz 15 yil geçmeden bir zamanlar küresel sayginliga sahip ABD kendini giderek artan bir kinle yüzlesen, samimiyeti sorgulanan ve askeri güçleri uzak diyarlarda fazlasiyla karmasik ortamlara saplanmis bir durumda bulmustur. Bu hale düsmesinin nedenlerine bakarsak kapsamli bir çerçeveyle karsilasiriz.
Beklenti Karmasasi
21. yy arifesinde ABD’nin elinde tuttugu büyük firsati 2006’da hatirlamakta bile zorluk çeker olduk. 20. yy'da küresel hakimiyet ugruna yasanan ezeli rekabet esasinda, iki tarihi mücadele ile son bulmustu: Nazi Almanyasi ve Imparatorluk Japonya’sinin kapitilasyonu. Neredeyse yarim asir sonra, Aralik 1991’de kirmizi bayragin Kremlin semalarindan indirilisi sadece Sovyetler Birliginin çözülmesi degil küresel hakimiyet pesinde olan sapkin bir ideolojinin de sona ermesi anlamina geliyordu.
1945 olaylari ABD’yi dünyanin önde gelen demokratik gücü haline getirdi. 1991’deki gelismelerse ABD’nin dünyanin gerçek anlamdaki ilk küresel gücü olarak ortaya çikmasini sagladi. Isin ilginci Nazi Almanyasinin yenilgisi ABD’nin küresel statüsünü güçlendirdi ancak Amerika, Hitlerizmin askeri yenilgisinde belirleyici bir rol oynamadi. Bunun sorumlusu Stalinist Sovyetler Birligiydi. Diger yandan ABD, Sovyetlerin siyasi yenilgisinde merkezi bir rol oynadi.
Fakat Sovyetlerin çöküsü Nazi Almanyasi ve Imparatorluk Japonya’sinin kapitülasyonu kadar net ve ani olmadi. Yarattigi sonuçlar nedeniyle karmasik; sürüncemeli ve sorunlu; verilen kayiplar anlaminda fazlasiyla tartismaliydi. Sovyet komünizminin itibarini yitirmesi ve SSCB’nin dagilisinin tek bir nedenle açiklanamamasi ve bu olaya kesin bir tarih atfetmenin olanaksizligi yasanan belirsizlige katkida bulundu. Aralik 1991 esasinda sembolik bir tarihtir. Isin bu noktaya gelmesinde rol oynayan harici ve dahili olaylar, hatalar, aksakliklar sayisizdir. Dünya kamuoyunun bu büyük degisimin tam olarak ne anlama geldigini çözümlemesi daha sonra gerçeklesebilmistir.
Bunun sonucu olarak 1945’te kesin hatlariyla belli olan durum 1991’de hiç de öyle görünmüyordu. 1945 zaferinden sonrasi elde edilen firsat saf bir sekilde “tek bir dünya”nin kurumsallasmasiydi fakat daha henüz o zamanlar iki ayri kamplasmanin basladigina dair isaretler görmek mümkün. Kiyimin sona ermesi ve evrensel barisin olabilecegi umutlari insanlara inanilmaz bir mutluluk kazandirmisti. Ancak 45 yil sonra SSCB’nin çöküsü karsisinda insanlarin tepkisi çok daha temkinliydi. Elbette özgürlügüne kavusan Dogu Blogu ülkelerinde sevincin dozu daha yüksekti fakat Batidaki ortak his, coskudan çok bir rahatlama hali olarak tanimlanabilirdi. Soguk Savasin sona ermesi gerçek barisin tesis edilmesi anlamina gelemiyordu. Bu gelisme sadece yeni umutlarin dogmasina degil hedeflerinde daha bölgesel fakat içgüdü yönünden daha ilkel tutkularin da filizlenmesine neden olmustu.
Buna karsin ABD’nin elinde bulundurdugu firsat 1945’e kiyasla çok daha muglak olsa da ondan kat be kat büyüktü. Amerikan gücüyle basa çikabilecek ne bir rakip ne de tehdit unsuru kalmisti. 1991’de Avrupa hala kismen bölünmüs olsa da ortam “atlantik ittifakina” yönlenmeden yanaydi. Bati Avrupa, ABD’ye siki sikiya bagliyken Sovyet hakimiyetinden yeni kurtulan Dogu Blogu ülkeleri Avrupa-Atlantik toplumuna entegre olma yarisina girmisti. Almanya’nin da artik tek bir ülke halini aldigi bu degisim ortaminda Avrupa Birligi ülkeleri her alanda daha kapsamli bir bütünlüge gitme kararliligi gösteriyordu. ABD-AB iliskileri de çok daha umut verici bir noktaya gelmisti. Batinin geleneksel olarak üstlendigi “dünyaya yön verme” görevi devam edecek gibi görünüyordu.
Tüm bunlar dönemin kliseleriydi – tarihi bir anin verdigi umut, insanligi bekleyen firsatlar. O zaman kimsenin tahmin edemedigi sey hepsinin 15 sene içinde hem uzak hem de gerçek disi görünecegiydi. Asya’nin yükselisi hala düsük bir ihtimal gibi görünüyordu ve bu bölgenin lider ülke adayi giderek bir “Bati Demokrasisi” olarak algilanan Japonya idi. Avrupa’nin daha kapsamli bir birliktelige agirlik vermesi konusunda da spekülasyonlar baslamisti. Kapsami genislemis, Amerika’dan uzaklasmis fakat küresel etkinligini pekistirmis bir Avrupa olacagi akillara gelmiyordu.
Umut verici bu yeni hakikatin evrensel oldugunu söylemek kolay degildi. Eski Sovyetler Birligi’nde kisa sürede amansiz etnik siddete yol açacak milliyetçi bir ayrilik dalgasi yasaniyordu. Benzer dinamikler çok uluslu Yugoslavya’nin da sonunu getirecekti. Bu siddet dalgasi sözüm ona demokrasi ve kararlilik ile gerekçelendiriliyordu. Sistemlerinin çöküsü ardindan Sovyet liderler kendilerini ulusal Rusya’nin liderleri olarak yeniden tanimlamaya girismisti. Yeni komünist yetkililerin ulusal çapta popülerlik kazanmasi için en kestirme yol kendileri gibi yeni bagimsizlik kazanmis diger Sovyet sonrasi ülkelerle sinirlar konusunda hak iddia etmekti.
Daha doguya gittigimizde, ne Çin ne de Japonya Amerika’nin baskinligini tehdit edecek bir güç olarak görülmedigi gibi bölgesel bir krize neden olacak egilim de göstermiyorlardi. Çin siyasi güdümlü büyük sosyal degisimin henüz ilk safhalarindaydi. Dünya kamuoyu ise Çin’in 15 sene içinde dünyanin yeni süper gücü olarak algilanacagindan bihaberdi. Geleneksel olarak Sovyetlerden destek gören ve giderek güçlenen Çin-ABD iliskilerine karsi duydugu süpheci tavir Kuzey Kore’nin kendi nükleer silahlarini edinme istegini dogurmustu.
Bu kapsamda ABD’nin 15 yil önce Japonya’yi algilayisini hatirlamakta fayda var. 1985-1990 yillari arasinda Japonya yükselen süper güç olarak kabul ediliyordu. Japonlarin New York’taki Rockefeller Merkezini satin almasi Amerikalilar arasinda Japonya’nin dünyanin en büyük ve yenilikçi ekonomik gücü olarak kendilerini geçebilecegi korkusuna neden olmustu. Bu görüs zamanla degisti ve Tokyo, ABD ve Avrupa Birligi ile birlikte üç yönlü bir ortakligin üyesi olarak görülmeye baslandi.
Sovyetler’in Afganistan yenilgisini takiben ABD bu ülkenin ve aslinda genel olarak bölgenin gelecegi ile ilgili ne yazik ki fazlasiyla kayitsiz kaldi. Bu elim hata Süveys Kanalindan Çin’deki Xinjang’a kadar olan bölgenin ABD’nin “Küresel Balkanlar”i haline gelmesinde kilit rol oynamistir. Iran ABD’ye karsi geleneksellesmis düsmanligini sürdürdü ve potansiyel olarak bölgesel bir sorun olma özelligini korudu. Sovyetlerin yok olmasi basta Irak ve Suriye olmak üzere Arap ülkelerinde dogrudan hissedildi. Stratejik destekçilerinden yoksun kalan bu ülkeler bir bakima basibos kaldi.
Amerika kitasina baktigimizda Castro’nun Küba’si stratejik olarak izole edildi. Kitayi kapsayacak bir devrimin baslangiç noktasi olma özelligini yitirdi. Küba artik temel müttefiginden, ana sponsorundan ve silah tedarikçisinden yoksundu. Castro Çin’in ekonomik büyüme adina attigi adimlara süpheyle bakiyordu. Sovyetlerin çöküsüyse liberallesme hareketinin çok bulasici bir hastalik oldugunu teyit eder nitelikteydi. Latin Amerika siyasetinin gelecegini temsil etme özelligini yitiren Küba kendini koruma adina izole olmayi seçti.
Soguk Savasin sona ermesi küresel güvenlik kavraminin da güncellenmesine neden oldu. Iki süper güç arasinda nükleer bir savasin patlak verme riski ortadan kalkinca nükleer teknolojinin istenmeyen ellere geçme tehlikesi çok daha büyük bir önem kazandi.
Kendi özgüvenligini saglayamayan veya harici güçlerin etkisiyle karisikliga yatkin ülke veya bölgelerde baris ortaminin saglanmasi ortaya çikan yeni sorunlardan biri oldu. Soguk Savas sonrasinda kolektif baris saglama çabalari mesru ve uygulanabilir bir yöntem olarak öne çikti. Buna karsin baris güçlerinin sorumluluklari ve yetki dagilimi konularinda sayisiz soruyu da beraberinde getirdi.
Son olarak, Ikinci (Komünist) Dünya’nin ortadan kalkmasi “Üçüncü Dünya”nin siyasi rolünü kaybetmesine neden oldu. “Baglantisizlar” olarak da bilinen üçüncü dünya ülkelerinin herhangi bir tarafa bagli olmamasinin stratejik önemi kalmamisti ancak göz ardi edilemeyecek sosyo- ekonomik dertleri dünya kamuoyu arasinda daha çok yer bulmaya basladi. Basta Hindistan, Brezilya ve Nijerya olmak üzere gelismekte olan ülkelerin yükselisi dünyadaki daha fakir ülkelerde cereyan eden siyasi, ekonomik ve sosyal çikmazlarin giderek daha ciddiye alinan küresel konulara dönüsmesiyle sonuçlandi.
Kuskulari Giderme Arayisi
Soguk Savasin hemen akabinde insanligi neyin bekledigini kestirmek elbette çok zordu. Devrimci çag sona mi eriyordu? Soguk Savas ebedi barisin habercisi miydi? Amerikan demokrasisinin zaferi bu yönetim sisteminin evrensel geçerliligine mi isaret ediyordu? Yoksa yeni tehditler mi ortaya çikiyordu? Hangi öngörü Amerika’nin yeni küresel rolüne anlam kazandiracakti? Ve daha da önemlisi ABD’nin küresel rolü ne olmaliydi?
Ilk etapta ve sadece kisa bir süre için yeni düzen ve sundugu firsatlar hakkinda resmi söylem, büyük oranda muglak ancak kulaga hos gelen bir sloganla sinirliydi: “yeni dünya düzeni”. Ancak bu slogani tesvik eden yönetim söylemin içini dolduramadan iktidardan düstü. Bu fikir karmasasi döneminden sonra ABD’nin küresel olaylara bakis açisini belirleyen ve temelde uzlasmalari giderek olanaksizlasan iki yaklasim baskin çikti.
Bunlardan ilkini tanimlayacak en iyi kelime “küresellesme”, digeri ise “yeni-muhafazakarlik” oldu. Her iki fikir de tarihin anlamin özünü yansittigini iddia ediyordu. Ilkinin birden fazla esin kaynagi vardi. Savunuculari teknoloji, iletisim, ticaret ve para akisinin küresel etkisine odaklanmisti. Küresellesme akilda kaliciydi, modaya uygundu ve dünya çapinda albenisi vardi.
Duraganligi degil ilerlemeyi, gelismeyi ima ettigi gibi bu sürecin tarihi açidan kaçinilmaz oldugunu önermekteydi. Karsilikli bagimliligin uluslararasi yasam tarzinin yeni gerçegi olmasi kürsellesmeyi bir bakima geçerli kilmaktaydi. Iste bu nedenlerden ötürü küresellesme henüz bitmis Soguk Savasin galibi için uygun bir doktrindi.
Küresellesme özünde, ABD’nin interaktif ve spontane bir sürecin temel enerji ve motivasyon kaynagi oldugunu önermekteydi. Küresellesmeyi kucaklayan bir ABD; kapsam olarak evrensel, kimseyi dislamayan ve potansiyel getirileri anlaminda hiçbir sinirlama getirmeyen tarihi bir süreçle kendini bütünlestirmis oluyordu. Küresellesmenin faydalandigi diger bir avantaj fazlasiyla iyimser olusuydu. Soguk Savasin akabinde gelisen belirsizlik ortaminda umut vericiydi. Baskan Clinton tarafindan büyük bir hevesle kucaklanan bu kavram çok yönlü isbirligi sayesinde gelecege dogru birbirlerine giderek bagimli hale gelen bir dünyaya ait umut dolu bir vizyon olusturuyordu. Bunlara ek olarak küresellesme sadece ABD’de degil büyük bir hizla büyümeye baslayan çokuluslu kurumsal dünya tarafindan da destek gören bir yaklasimdi.
Küresellesmenin ABD’nin baskin dünya görüsü haline gelmesi bir anda olmadi. Zamanla hiz kazanan bir süreç oldugunu söylemek daha dogru olur. Fikrin destekçileri ilk asamalarda sadece ekonomik açilimina odaklanmislardi fakat çok geçmeden bu kavrama siyasi bir derinlik katilmasi gerektigini fark ettiler. Bu asamada ortaya yeni bir savunma çikti – küresellesme dünya çapinda demokratiklesme sürecini hizlandiracakti.
Küresellesme fikrinin kökeni tek ve evrensel olarak kabul görmüs bir kaynakçaya atfedilemez. Benimsenmesine neden olan sayisiz unsur vardir. Bunlarin basinda medya destegi ve küresel çaptaki toplanti ve zirveler gelir. Bu süreç sonunda küresellesme popülerlestirilmis ve entelektüel olarak gelistirilerek neredeyse bir doktrin halini almistir.
Baskan George W. Bush döneminde filizlenen karsit doktrin tutumunda çok daha kesin, bakis açisi olarak daha kötümser ve ruh hali olarak çok daha Manihaist1 bir yaklasima sahipti. Küresellesme savunucularinin (Marksist sayilabilecek) ekonomik kararliliginin aksine “yeni- muhafazakarlik” (daha Leninist) militan eylemci bir yapidaydi. Tarihsel köken olarak bilinçli sekilde Reagan dönemini hatirlatiyordu.
Reagan siyasi yasami boyunca, ABD’nin Sovyet komünizmi ile girdigi küresel yarista bocaladigina dair var olan genel kaniya oynadi ve bundan fazlasiyla faydalandi. 1970’lerin ortasina gelindiginde Cumhuriyetçilerin gözünde Reagan tarihsel olarak daha kötümser olan Nixon-Kissinger yaklasimina daha etkin bir alternatif sunuyordu. 70’lerin sonunda Reagan, Gerald Ford’dan daha fazla tercih edilen bir Cumhuriyetçi baskan adayi olarak duruyordu. Reagan, 1980’de Demokrat baskan Carter’i alt ederek ülke yönetimini devraldi.
Ileride Reagan Doktrini olarak anilacak dünya görüsünü gelistirmekte basrolü oynayan koalisyon esasinda köken olarak Cumhuriyetçi degildi. Yeni Reagan Doktrininin stratejik içerigi Baskan Truman ile çok yakin iliskiler içinde olan bir grup Demokratin etkisinde sekillenmisti. Önde gelen dis politika uzmanlari ve saygin siyaset kuramcilari taninmis bir grup muhafazakar ile güçlerini birlestirerek 1970’lerin sonunda “Mevcut Tehlike Komisyonu”nu hayata geçirdi. Bu komisyon Sovyetler Birligine karsi daha güçlü ve doktrin olarak sert bir yanit verme çagrisini yayma görevini üstlendi. Sovyetler Birliginin bundan tam on sene sonra çökmesi ABD’nin sadece geçmisteki degil gelecekteki rolüne dair muzaffer görüsün entelektüel teyidi niteligini tasimis ve tarihin bu kesiminden ayiklanan prensipler, ABD’yi Soguk Savas zaferi sonrasi bekleyen belirsiz ve asiri karmasik gerçeklere yansitilmistir. Basarili olmak için ABD dis politikasinin ahlaki katiyetlerden türetilmesi gerekiyordu. Bunu elde etmek içinse muglak tarihsel bilinmezlerin net bir tavirla iyi ve kötü olarak siniflandirilmasina ihtiyaç vardi.
Tüm bu gerçeklerin tutarli ve kapsamli bir doktrin halini almasi zaman aldi. Dünya görüsünü Soguk Savas sonrasi ortamin kosullarina uyarlayanlar Mevcut Tehlike Komisyonu’nun genç
üyeleri, muhafazakar çevreler ve düsünce kuruluslariyla yakin iliskide olan stratejistler oldu. Ortak görüs, zamaninda Sovyetler Birliginin olusturdugu tehdit unsurunun artik Arap ülkelerinden ve militan Islam akimindan geldigiydi. Bu hususlara karsi takinilan stratejik yaklasim Israil’in Likud Partisinin durusuyla inanilmaz derecede örtüsüyordu ve çok geçmeden Amerikali Hiristiyan köktendincilerin destegini alarak daha genis kitlelere yayilan bir sekle büründü.
1 Özetleyenin notu: Felsefik anlamda yasamda iyilik ve kötülük ilkesinin birlikte var olmasini ileri süren ögreti. Fakat Bush bu felsefeyi “ya bizdensin ya onlardan” seklinde kurgulamistir.
Giderek daha çok “yeni-muhafazakarlik” olarak anilan bu ortak görüs, on yil boyunca çesitli toplanti ve yayinlarda sistematiklestirilmis, anlatilmis ve yayilmistir. Esasinda iman sahipleriyle özdeslestirilen tarzda körü körüne bir cosku ve hevesle kapsamini genisleten “yeni- muhafazakar” doktrin Soguk Savas sonrasi açilan dünyanin ihtiyaç duydugu kapsamli vizyondan yoksundu. Temelde emperyalizmin güncellenmis hali gibiydi. Ne yeni dünyanin gerçekleriyle ne de beraberinde gelen sosyal degisimle ilgileniyordu. Aslinda tek gündemi yeni- muhafazakarlarin Ortadogu’daki spesifik öncelikleriydi. 11 Eylül saldirilarinin neden oldugu korku ve öfke ortamiysa yeni-muhafazakar görüsün inanilmaz bir destekle benimsenmesine neden oldu. 11 Eylül olmasaydi bu doktrin muhtemelen asla bu kadar destek görmeyecekti ancak bu felaket bu görüse bir gerçeklik kazandirdi. 11 Eylül bu doktrinin iç siyasete yayilmasina da neden oldu. Terörizm korkusu sosyal tahammülsüzlüge dayanan yeni bir siyasi kültürün olusmasina yol açti. Orta Dogu ülkelerinden gelen saygin insanlar bile ayirimciliga maruz kaldi. Hatta etkin ulusal güvenlige engel olabilecegi endisesiyle insan haklari bile sorgulanir hale geldi. Bu iki görüs – küresellesme ve yeni-muhafazakarlik - siyasi arenayi eline geçirerek alternatif görüslerin gölgede kalmasina neden oldu. Yine de, Soguk Savasin sona ermesiyle gelen rahatlama basta ahlaki ve kültürel konular olmak üzere Batinin durumu hakkinda kaygilarin olusmasina engel olamadi. Ahlaki bir istikametten giderek sapan Bati kültürünün uzun vadeli sürekliligi hakkinda sorular ortaya atilmaya baslandi. Böyle bir istikrarsizlik zihnimde “komünizmin yenilgisi gerçekten demokrasinin zaferi mi”tarzinda sorular belirmesine neden oldu. Bu soru öncelikle eski komünist Dogu Avrupa ülkelerine ve daha sonra çöken Sovyetler Birligine odaklaniyordu. Avrupa’nin çekiciligi Dogu Blogu ülkeleri için yeterince iyi bir örnek teskil ediyordu. Avrupa’ya olan tarihi ve cografi yakinlik 40 yillik komünist doktrinin üstesinden gelmelerine yetebilirdi. Komünist bir geçmise sahip Rusya için bu degisim iki kat daha külfetli oldugu gibi çok daha karmasikti. Buna göre mantikli olani Bati’nin Rusya’yi Avrupa ile daha da yakinlastiracak uzun vadeli politikalar gelistirmesiydi. Ancak Washington’da aktif olarak bu konuya yaratici çözümler getirme çabasi gördügümü söylemek güç. Baskin toplum inançlarinin özü hakkinda Bati’yi kemiren felsefi huzursuzluk, bende Amerika’nin günümüzde karsi karsiya kaldigi zorluklar açisindan çatisan iki vizyonun tarihsel olarak yetersiz kaldigi endisesinin ortaya çikmasina neden oldu. Bu zorluk stratejik oldugu kadar felsefikti. Üst ve orta sinif insanlar için cevap iki kelimeden olusuyordu - hedonistik görecelilik. Onlara göre iyi hayatin belirleyicileri Dow Jones sanayi ortalamasi ve petrol fiyatlariyla sinirliydi. Durum eger böyleyse Bati’nin “hedonistik göreceliligi” ile birden fakirlesen eski Sovyet halklariyla siyasi uyanisa geçen gelismekte olan ülkelerin “muhtaç mutlakiyetçiligi” arasindaki ihtilaf, küresel bölünmeyi derinlestirmekten baska bir ise yaramayacakti. Cevap daha kapsamli bir ahlaki tanimlamada yatiyor. Bunu tesis edemeyen bir ABD’nin küresel liderligi daima mesruluktan uzak kalacaktir. Siyasi cazibesi olan ahlaki bir dürtünün insaniyete dair endiselerle harekete geçmesi gerekir. Insan haklarini güçlendirmeli, toplumun beklentilerine cevap verebilmeli, bölünmeyi degil karsilikli uzlasiyi desteklemelidir. Aksi durumda, ahlaki inanç eksikligi krizlerle beslenen ve yeni korkular yaratan demogojiye firsat tanir. Esasinda 1990’dan beri ortalikta temel bir soru vardir: Amerika, Insanligin siyasi ve sosyal beklentilerinin artik pasif olmadigi ve çesitli din ve kültürlerin interaktif iletisim sayesinde birbirine giderek yaklastigi bir dünyada, dünyaya liderlik edecek vasiflara sahip midir? Bu kitabin konusu olan üç baskana bu sorulara felsefik degil gerçek siyasi seçimlerle cevap verme firsati taninmistir. Bu baskanlardan ilki, sira disi bir ortamda geleneksel siyasetin pesinden kosmus; ikincisi küresellesmenin mitolojik bir yorumunu kucaklamis ve çözümü orada aramis; üçüncüsü ise iyi ve kötü kutuplar arasinda kaldigi algilanan bir dünyada devamliligini militan bir kararlilikla sürdürmeye çalismistir. *** 3 Büyük Hata ve Kaçan Firsatlar “Yeni Dünya Düzeni” George H. W. Bush’un kendi küresel görüsünü tanimlamak için adeta kendine tescilledigi bir deyim halini almisti. Fakat bu söz ne ona aitti ne de dis politika ilkesini tam olarak tanimlayabiliyordu. Gorbaçov, bu sözü Bush’tan çok daha önce kullanmisti. Bush, Gorbaçov’un sloganini kendine mal etmeyi bildi ancak bunu ciddi bir sekilde hayata geçirme dirayetini gösteremedi. I. Bush iktidari Avrasya’da inanilmaz degisikliklerin meydana geldigi bir döneme denk geldi. Balkanlar, Orta Dogu, Uzak Dogu ve de Sovyet blogunun kendi içinde fay hatlari derinlesiyor, beraberinde etnik ve dini huzursuzluk getiriyordu. Kitalari kapsayan bu çalkantilar karsisinda Bush’un güçlü yanlari kadar zayifliklari da bir bir ortaya çikti. Sovyetler’in çöküsünü büyük bir sogukkanlilikla idare etmis, Saddam’in hirçin emellerini, arkasina uluslararasi destegi alarak hatiri sayilir diplomatik beceri ve askeri manevralarla bastirmistir. Fakat her iki zaferi de sürdürülebilir tarihi bir basariya dönüstürme becerisini gösterememistir. Tarihte bir dönem sona erip yenisi baslarken Bush’un önceliklerini belirlemesi, yarindan da ileriye bakmasi ve seçtigi istikamet hakkinda net bir fikre sahip olmasi gerekiyordu. Bu sorumluluklari ne yazik ki tam olarak yerine getiremedi. I. Bush iktidarinin yüzlesmek zorunda kaldigi inanilmaz degisimleri hatirlamak için asagidaki listeye bakmak faydali olacaktir. Ocak 1989-Aralik 1991 Dönemi Uluslararasi Kronoloji Subat 1989 – Bush’un iktidara gelmesinden günler sonra Sovyet güçleri Afganistan’dan çekilir Eylül 1989 – Sovyet blogunda komünist olmayan ilk hükümet demokratik seçimle Polonya’da kurulur. Bu hareketi sirasiyla Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan ve Romanya takip eder. Haziran 1989 – Çin’de demokratiklesme yanlisi ögrenci ayaklanmasi kanli Tiananmen Meydani olaylariyla bastirilir. Kasim 1989 – Dogu Avrupa’daki degisim rüzgari Berlin Duvari’nin yikilmasina ve akabinde Almanya’nin birlesmesine neden olur. Agustos 1990 – Saddam, belki de Iran’la olan savasin zararlarini kapatma niyetiyle Kuveyt’i isgal eder. 1990 – Sovyet sisteminin yasadigi kriz ABD’nin Küba ve Latin Amerika’daki Amerikan karsiti hareketlerle daha rahat basa çikabilmesine neden olur. Haziran 1991 – Hirvatlar ve Slovenlerin Yugoslavya’dan bagimsizliklarini ilan etmesiyle kanli bir iç savas patlak verir. 1990-1991 - Önce Litvanya, Estonya ve Letonya’dan olusan Baltik ülkeleri daha sonra Azerbaycan ve Gürcistan bagimsizliklarini ilan eder. Agustos 1991 –Yeltsin’in elini güçlendiren Gorbaçov karsiti hareket sonrasinda Sovyet Komünist Partisi lagvedilir. Sovyetler Birligi 3 ay sonra tarihe karisir. Aralik 1991 – 50 milyon Ukraynali bagimsizliktan yana oy verir. Yukarida yer verilen olaylarin çogu, uluslararasi düzeyde karmasik sonuçlari beraberinde getirdi. Günümüz devlet baskanlarinin birkaç uluslararasi krizle yüzlesmesi anormal degildir ancak, bu kadar tarihi olayin bu kadar kisa bir dönemde meydana gelmesi gerçekten sira disiydi. Tarihte koca bir dönem adeta bir anda sona ermisti. Bu kapsamda yeni dünya düzenine dair inançli olmak olaylara en azindan bir boyut kazandirmak adina yardimci bir olguydu. Güven ve umut verici olmasina karsin çok çesitli siyasi tepkileri gerekçelendirecek kadar da muglak bir zamandi. Diplomasinin Zaferi Iktidara yeni gelen Bush hükümetini bekleyen en acil görev, kademeli olarak çözülen komünist dünyanin idaresiydi. Bu güç küresel bir rakip olmaktan çikarilmali fakat bu uluslararasi bir karmasaya neden olmaksizin yapilmaliydi. Tek bir amaç olabilirdi – degisim. Komünist dünyadaki karmasa Sovyet blogu ile sinirli degildi. Çin’de patlamanin esiginde bir bomba gibi duruyordu. Siyasi hakimiyet ile sosyoekonomik liberallesme arasindaki çizginin giderek siliklesmesi Çin komünist rejiminin de ansizin çökebilecegi izlenimini veriyordu. Dünyanin en kalabalik komünist baskentine ABD’deki Özgürlük Anitini fazlasiyla andiran “Demokrasi Tanriçasi” anitinin dikilmesi sembolik olsa da büyük önem tasiyordu. Sovyet sisteminin büründügü depresif ruh hali Çin’de demokratik bir devrimin habercisi miydi? ABD, stratejik çikarlarini tehlikeye atip bu devinime katki saglamali miydi? Çin’de iç savas çikma olasiligi var miydi? Demokrasi yanlisi ögrenci ayaklanmasi, bu sorulara cevap bulamadan Tiananmen Meydani olaylariyla acimasizca bastirildi. Esasinda Çin’deki huzursuzluk Bush’u ciddi bir ikilemle karsi karsiya birakiyordu. Carter döneminde ABD ile Çin arasinda düzelen stratejik iliskilere zarar vermek istemiyordu. Iste bu nedenden ötürü I. Bush’un Çin’de yasanan olaylar hakkindaki yorumu hafif bir sitemden öteye geçmedi. Bununla birlikte Çin yönetimine birinci elden verilen mesajda ABD, Polonya’daki demokratik harekete verdigi destegi Çin’de tekrar etmeyecegini söylüyordu. Dogu Avrupa’da ise dinamikler bambaskaydi. Yasanan degisimler hem Gorbaçov hem de Bush’un kontrolü disindaydi. Polonya’da 1989’da hiz kazanan Dayanisma Hareketi Almanya’nin bölünmüs olarak kalma olasiligini fazlasiyla zorlastiriyordu. Komünist rejimlerin kademeli olarak düsmesi Berlin Duvarinin yikilmasina neden olmus Almanya’nin birlesmesi konusunu gündemin basina tasimisti. Gorbaçov Sovyet sistemini bu degisim rüzgarindan korumaya çabaladi ancak engel olamadi. Bush’un zafer ani gelmisti. Sovyetler, Dogu Avrupa’da yasanan siyasi degisimleri kabul etmek zorunda kaldigi gibi olaylarin kazandigi ivme ile Almanya’nin, Bati’nin kosullari çerçevesinde birlesmesi önünde hiç bir engel kalmamisti. Mayis 1990’da Beyaz Saray’da yapilan bir toplantida Gorbaçov Almanya’nin birlesmesini ve tek ülke halinde bir NATO müteffiki olarak kalmasini kabul etti. Karsiliginda Soguk Savasin neden oldugu bölünmüslügün yerine isbirligine dayali küresel bir sistem olusturmada Sovyetler Birligine önemli roller ve beraberinde mali yardim verilecekti. Yeni dünya düzeni büyük güçlerin isbirligine dayali olacakti. Sovyetler Birligi, günümüz Rusya’si disindaki imparatorlugunu yitirecekti ancak önemli bir küresel oyuncu olarak görülmeye devam edilecekti. Dogu Alman rejimini stratejik olarak izole eden Polonya Dayanisma hareketi ve bunun Dogu Avrupa’da neden oldugu etkiler olmustur. Polonyalilar sadece kendilerini özgürlestirmekle kalmayip Gorbaçov’u üstesinden gelinmesi imkansiz olan bir sorunla bas basa biraktilar. Almanya’nin birlesmesi onlarin yarattigi devinimle olmustur. Sovyet lideri için madalyonun daha iyi sayilabilecek yüzü ise karsit hareketi dengelemek ve Sovyetler Birligi’ne “yeni dünya düzeni” ‘ni sekillendirmekte ABD ile es güdümlü bir rol kazandirmasi olmustur. Bu en azindan Gorbaçov’un kisisel bakis açisini temsil ediyordu. Bu süreçte Bush’a hakkini vermeden geçemeyiz. Sovyet meslektasini küresel bir isbirligi vizyonuyla ayartarak Sovyet imparatorlugunun Avrupa’da çökmesine razi etmistir. Almanya’nin 1990’larin sonunda birlesmesi, Avrupa’daki siyasi agirlik merkezinin ve buna bagli olarak küresel jeopolitik dengenin de degismesiyle sonuçlanmistir. Rus güçlerinin Almanya’yi terk etmesi ve komünist rejimin Dogu Avrupa’dan çikmasi Sovyetlerin II. Dünya Savasi sirasinda edindigi kazanimlarin tamamindan vazgeçmesi anlamina geliyordu. Bunlara ek olarak, birlesmis ve kendine güveni yerine gelmis Almanya, Avrupa’nin daha da entegre bir yapiya bürünmesi için gerekli itici gücü saglayacakti. Bati’li bir Avrupa’nin eski Dogu Blogu ülkelerine dogru yayilmasi kaçinilmaz görünüyordu. Bu süreçte cevap bekleyen sorularin basinda bu noktaya kadar sasirtici sekilde barisçil süregelmis olan “yeni gerçeklere alisma” sürecinin Sovyetler Birligi’ndeki çalkantilar karsisinda ayni sekilde devam edip etmeyecegiydi? Belirsizligi daha da derinlestiren baska bir dinamik Tito sonrasi Yugoslavya’daki huzursuzluk ortamiydi. Yugoslavya’daki siddet potansiyelini yeterince ciddiye almayan ve Tito’nun becerileriyle ayakta kalmis federal düzenlemelerine gereginden fazla güvenen Bush, hizla tirmanan Yugoslav krizi karsisinda tam anlamiyla hazirliksiz yakalandi. Merkezi hükümetin güçlerini yeniden tanimlamakta geciken ülkede baskin olan Sirplarla, federasyonun iki temel tasi Sloven ve Hirvat toplumlari arasinda zitlasmaya neden oldu. Slovenya ve Hirvatistan’in 1991’de bagimsizliklarini ilan etmesiyle Sirplarla aralarinda uzun ve kanli bir savas patlak verdi. Bu gelismeler Bush hükümetinin Sovyet blogunda da benzer gelismeler yasanabilecegi endiselerini güçlendirdi. Bu süreçte belki de en önemli hata, Bush’un Rusya haricindeki milliyetçi hareketi fazlasiyla küçümsemesi olmustur. Zamaninda medyaya sizan bazi raporlar Bush hükümetinin Moskova’nin “güçlü bir yönetim merkezi” olarak kalmamasindan endise duydugunu gösteriyordu. Buna bagli olarak Bush, Ukrayna baskenti Kiev’de yaptigi konusmada Sovyetlerde süregelen reformlardan duydugu memnuniyeti dile getirdi. Bunun üzerine bagimsizlik mücadelelerine destek bekleyen Ukraynalilar hayal kirikligina ugradi. Neyse ki bu, Bush hükümetinin kalici tavri degildi. Takip eden kisa süre içinde cereyan eden olaylar zaten konusulanlarin tamamini geçersiz kilacakti. Gorbaçov’u iktidardan düsürmek için basarisizlikla sonuçlanan bir girisimin hemen ardindan Ukrayna’da baslayan bagimsizlik yürüyüsü ABD’nin de kayitsiz kalamayacagi bir hale dönüstü. Ukrayna bagimsizligini ilan etti ve hükümetin kabul etmekten baska çaresi kalmadi. Sovyetler Birligi’ne gelecek son ölümcül vurus Baltik ülkelerinin bagimsizligi oldu. Büyük bir isteksizlik gösterse de Gorbaçov’un bu olayda da yapacak bir seyi yoktu. ABD yeni devletleri hemen tanidi. Bu dönemde siyasi olaylarin, siyasi kararlarin çok önünde ilerledigini söylemek yanlis olmaz. 1991 sonuna gelindiginde Gorbaçov ve Sovyetler Birligi tarihe karismisti. Bir ideoloji, emperyalist bir sistem, nükleer güce sahip hirsli bir ülke ve bir zamanlar esasli sayilan totaliter bir rejimden geriye topraklarinin %70’inden, nüfusunun %55’inden yoksun ve yardima ihtiyaci olan bir Rusya ve Boris Yeltsin kalmisti. Iste bu noktadan sonra Sovyet nükleer silahlarinin tehlikeli ellere geçmesine engel olmak Bush iktidari için birincil öncelige dönüstü. ABD diplomasinin bagimsizligina yeni kavusmus Ukrayna, Beyaz Rusya ve Kazakistan gibi ülkelerde kalan nükleer silahlari Rusya’ya iade etmesini saglamak gibi sikintili bir mesgalesi vardi. Bu zahmetli ve zaman alici bir ugrasti ama ABD’nin o dönem gördügü büyük hürmetin de etkisiyle Bush ekibi bunu büyük bir beceriyle gerçeklestirdi. Olaylarin gelisme hizi ve her birinin kendine özgü inanilmaz zorlugu Bush hükümetini ne yazik ki fazlasiyla yordu ve tüketti. “Kötü Imparatorluk” parçalanmisti ancak zaferi takip eden dönem için bir yol haritasi çizmeye zaman yok denecek kadar azdi. ABD baskanlik seçimleri arifesine gelinmisti ve tek bir kisinin söhretine dayanmak ve muglak bir slogana güvenmek fazlasiyla cazip bir seçenek olarak görünüyordu. Bu nedenlerden ötürü Rusya’ya karsi benimsenen politika sadece retorik açisindan zengin, yapilan jestler ise bonkör ve stratejik olarak bostu. Yeltsin büyük bir demokrat lider olarak lanse ediliyordu. Fakat Rusya’yi Avrupa’ya siki sikiya baglayacak, siyasi ve sosyoekonomik degsimi tesis edecek kapsamli bir program gelistirmeye fazla özen gösterilmedi. Bu süreçte Rusya hatiri sayilir maddi yardimdan da yoksun birakilmadi. 1992’ye kadar çesitli amaçlarla Rusya’ya giden para neredeyse 60 milyar dolar seviyesine ulasmisti. Fakat ne yazik ki, bunun çogu hortumlandi. ABD ve Avrupa, Rus hükümetini demokratik bir ortak olarak pohpohluyordu fakat Rus toplumu esi görülmemis bir fakirlik içinde bocaliyordu. 1992’ye gelindiginde ekonomik durum Büyük Buhrani aratmayacak haldeydi. Durumu iyice dibe sürükleyen oyuncularin basinda, özellestirme ambalaji altinda ülkenin basta sanayi ve enerji varliklarini ele geçirmeye göz dikmis Bati’li danismanlar ve isbirligi içinde olduklari sözde Rus reformculari geliyordu. Karmasa ve yolsuzluk yeni ilan edilen Rus demokrasisi ile adeta dalga geçer gibiydi. Kafalari daha da karistiran Rusya’nin ülke olarak konumuydu. Sovyetler Birliginin çözülmesi ardindan ortaya Bagimsiz Devletler Toplulugu adi altinda yeni bir olusum çikti. Fakat bu kavram Rus olmayan ülkelerin ulusal özlemleri karsisinda fazla ragbet görmedi. Sovyetlerin çöküsü onlar için tam bagimsizliktan baska bir anlama gelemezdi. Takvimler 1992’yi gösterirken Bush hükümeti bu yeni konulari kapsamli bir sekilde ele almak için fazla zamanlari olmadigini öngöremedi. ABD baskanlik seçimlerine sadece bir yil kalmisken Bush ve ekibi Sovyet dönemi sonrasi Rusya sorunlarini bir süreligine (yeniden seçilene kadar) akisina birakmayi tercih etti. Yeni dünya düzeni Yeltsin’in Rusya’sini kapsayacak sekilde yeniden tanimlanmisti ancak bunun altini yeterince dolduramadilar. Basdanismanlarinin hatali yönlendirmesiyle Bush, Tito sonrasi Yugoslavya’yi da benzer sekilde oluruna birakti. Hükümetin Afganistan politikasi da ayni oranda pasif bir yaklasima büründü. 89’da Sovyet ordusu, ülkeyi terk ettiginde Afganistan mahvolmus bir haldeydi ve ekonomisi tamamen çökmüstü. Halkin %20’si komsu ülkelerde mülteci olarak yasamaya çalisiyordu ve etkin bir merkezi hükümetten yoksun birakilmisti. Kabil’deki Sovyet destekli rejim birkaç ay içinde iktidardan indirilmis ve direnisçilerin eline geçmisti. Bush, Afganistan’i siyasi istikrara kavusturmak ve ekonomisini ayaga kaldirmak için fazla çaba göstermedi. Bu ilgisizligin neden olacagi sorunlar Bush baskanliktan gittikten çok sonralari da hissedilecekti. Tüm bunlara ragmen Bush’un bu süreç boyunca Gorbaçov’u idare edis sekli tarihi bir basaridir. Dogu Avrupa’da ve Sovyetler Birligi bünyesinde esi görülmemis siddete ve belki de bir Dogu- Bati çatismasina tanik olabilirdik. Bunun yerine NATO müttefiki ve AB tarafindan kucaklanan tek bir Avrupa, tarihi dengeyi Bati’nin lehine çevirdi. Zaferi Yüzüstü Birakmak 1990 Sonbaharina gelindiginde Bush’un karsisinda baska bir sorun vardi. Sovyet imparatorlugu diye bir sey kalmamisti, Sovyetler Birligi’nin yok olmasina sadece bir sene kalmisti. Rusya Bati’dan gelecek finansal yardima muhtaçti ve ABD tüm dünyaya sözünü geçiren bir konumdaydi. Bush önünde Sovyetler Birligi engeli olmaksizin istedigi gibi hareket etme özgürlügüne sahipti. Tabiri caizse, deli cesaretiyle Irak güçlerini Kuveyt’i isgale etmeye gönderen Saddam’in hesaplari çok farkli olmaliydi. Belki hem ABD hem de SSCB’nin kendi isleriyle fazlasiyla mesgul oldugunu sandi. Belki de hala Sovyet’lerin BM Güvenlik Konseyi’ndeki agirligina güveniyordu. Sovyetler Birligi, öncesindeki 30 yil boyunca Orta Dogu genelindeki siyasi ve askeri varligini güçlendirecek planlar uyguluyordu. Özellikle Irak ve Suriye Sovyet askeri teknolojisinden yararlaniyor, Irak askeri kurumu ve de taktikleri Sovyet generalleri tarafindan sekillendiriliyordu. Sovyetler Birligi’nin Irak’in bölgesel emellerine destek vermeyi sürdürmesi gayet olasi görünüyordu. Saddam, Vietnam deneyimi geçirmis ve Dogu Avrupa’daki gelismelere odaklanan bir ABD’nin güç kullanarak cevap verme egiliminde olmayacagini düsünüyor olmaliydi. Belki de en büyük hatasi yeni jeopolitik gerçekleri göz ardi etmek oldu. Yasanan gelismeler akabinde Bush, dünyanin ilk küresel lideri konumuna yükselmisti ve ABD, dünyanin tek süper gücü olarak dimdik ayakta duruyordu. Böyle bir ortamda, Irak’in Kuveyt üzerindeki tarihsel iddialari ne olursa olsun, Saddam’in seçtigi yol sadece ABD’nin Basra Körfezindeki geleneksel rolüne degil ayni zamanda Amerika’nin dünyadaki yeni rolüne bir baskaldiri niteligindeydi. Bush kisa sürede Amerika’nin kayitsiz kalamayacagi kanaatine varmisti ancak verilecek cevabin uluslararasi hukuka ve baska ülkelerin çikarlarina saygili olmasi gerektigine de inaniyordu. Irak’in Kuveyt’i isgal ettigini 1 Agustos 1990 sabahi ögrenen Bush, Sovyet cephesindeki gelismelerin Basra Körfezi olarak anilan bölgeye gereken ilgiyi göstermesine engel oldugunu zamaninda itiraf etmistir. Bush ve basdanismanlari arkalarina BM’yi alarak, kapsamli yaptirimlar ve askeri güçlerin de destegiyle bu olaya verilecek uluslararasi tepkinin ABD önderliginde olmasi gerektigi görüsündeydi. Bu yaklasim uluslararasi zeminde de benimsendi. Tartisacak durumda olmayan Sovyetler Birligi, ABD ile birlikte isgali 3 Agustos’ta kinadi. Irak güçlerinin güneye kaymasindan korkan Suudi Krali tarihte esine rastlanmayan bir adim atti ve ABD askeri güçlerinin Suudi topraklarinda mevzilenmesine izin verdi. Arap Birligi de çok geçmeden kendi güçlerini Suudi Arabistan’i korumak için gönderdi. BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’in güçlerini acilen Kuveyt’ten çekmesi yönündeki kararini açiklamasiyla Irak sadece iki hafta içinde uluslararasi düzeyde tecrit edilmis ve suçlu bulunmustu. Fakat bu uluslararasi dayanisma hali güç kullanilip kullanilmayacagi ve hangi asamada kullanilacagi sorularina cevap veremiyordu. Bush güç kullanilmasi gerektigi fikrine Agustos ortasinda vardigini daha sonra kaleme aldigi anilarinda açiklamistir. BM kararini takip eden aylarda Bush üç kademeli bir strateji izledi. Ilk sirada yaptirimlari hayata geçirmek geliyordu. Ikinci asama, Saddam’in Kuveyt’ten itibarini kaybetmeden çekilmesine olanak verecek girisimleri diplomatik olarak engellemekti. Sonuncu asama Ingiliz, Fransiz ve siyasi olarak elzem Arap askeri güçleriyle birlikte Suudi Arabistan’da ciddi bir ABD askeri varligi olusturmakti. Yil sonuna gelindiginde Arabistan’daki ABD askeri sayisi 500 bin civarindaydi. Aldigi uluslararasi destek sayesinde Irak’in çagrilara kayitsiz kalmasi durumunda askeri güç kullanma izni 1990 yilinin sonunda çikti. Sovyet’lerin son anlarda gösterdigi arabuluculuk çabalari bir ise yaramadi ve ABD, Irak’a çok kapsamli iki saldiri düzenledi. Sembolik nedenlerden ötürü Arap güçlerine Kuveyt sehrine girme görevi verilmisti. Irak güçleri 27 Subat’ta teslim oldu. Iste tam bu noktada yapilanlar ve yapilamayanlar hakkindaki tarihsel degerlendirme karmasik oldugu kadar spekülatif bir hal almaktadir. Bush’un Saddam’a verdigi cevap hem askeri zafer hem de siyasi bir basariydi. Fakat bu kisisel zaferin jeostratejik sonuçlari sanildigindan daha sorunlu bir hal aldi. Saddam yenilgiye ugratilmisti fakat gücünü tamamen yitirmemisti. Bölgesel karmasa sürmeye devam etti. Bush, saldiridan sonra Saddam’in elinde hala 20 askeri birlik kalmis olmasi karsisinda saskindi dahasi hala ülkenin basinda kalabilmis olmasindan hayal kirikligina ugramisti. Fakat bu gerçekler farkli bir sonuç elde edilmesi yönünde herhangi bir girisim olup olmadigi konusunda bir sey söylemeye yeterli degildi. 1991 yili boyunca yapilanlarla yapilmayanlarin belirleyici oldugu trajik baglanti 2003’te kendini gösterdi. Körfez Savasinin sonucu farkli olsaydi belki de II. Bush hükümeti Irak’la yeni bir savasa girmeyebilirdi. Subat 1991’de yapilan ani ateskesin Saddam’a, yasadigi yenilgi sonrasi patlak veren Sii ayaklanmasini ezmeye yeterli askeri bir güç biraktigini biliyoruz. Akabinde ortama hakim olan kindarlik, Saddam gittikten sonra bile devam edecek ve Irak’taki siyasi yapiyi çikmaza sürükleyecek bir Sünni-Sii husumetini beslemeye yetecek boyuttaydi. Bundan da önemlisi Arap dünyasinda petrol çikarlari adina bölgesel ayriliklari körükleyen bir ABD imaji güç kazandi. Bush, Irak askeri güçlerinin yok edilmemesi karsiliginda Saddam’in kosulsuz sürgüne gitmesini saglayacak bir anlasmaya gidemez miydi? Moral gücünü kaybetmis Irak askeri yönetimini Saddam’a karsi harekete geçirecek kararli bir plan etkili olabilirdi. Tüm bu saydigimiz nedenlerden ötürü Körfez Savasi zaferinden yeterince etkin bir sekilde faydalanilmadigini söylemek yanlis olmaz. Bu dönem boyunca çok belirgin olarak fark edilen Ingiliz-Amerikan isbirligi ABD’nin Orta Dogu’da Ingiliz Emperyalizminin yeni varisi olarak algilanmasina neden oldu. Günümüzde bile birçok Amerikali, Ingiliz emperyal egemenligi, Osmanli’dan kurtarilacaklarina dair yerine getirilmeyen vaatler ve dönem dönem yükselen Arap milliyetçiligine karsi gösterilen siddet konularinda Arap’larin geçmisten gelen kinlerinden bihaberdir. ABD, birçok Arap vatandasinin gözünde Ingilizlerin biraktigi yerden devam eden yeni düsmandir. Kuveyt’in isgaline karsi olusturulan koalisyon, bölgenin en derin ihtilafini (Filistin-Israil) çözebilmek ve büyüyen ABD karsiti görüsleri asmak için en büyük firsatlardan biriydi. Bush, 1991 savasi öncesinde bile bu ihtilafi ele almak konusunda istekliydi. Mayis 1989’da önde gelen ABD-Israil lobisi AIPAC’a, Israil’in “Büyük Israil” projesinden vazgeçerek Filistinlilerin siyasi haklarini tanimasi gerektigini açikça ifade etmisti. Fakat Beyaz Saray’in olaya verdigi öncelik Kuveyt isgaliyle geri plana düstü. Bush, Israil’in Saddam’in Tel Aviv’e düzenledigi provokatif roket saldirilarina karsilik vermesine engel olmak zorundaydi. Aksi bir durum Araplarin, Saddam karsiti koalisyondan kopmasina neden olabilirdi. Provokasyonlara karsilik vermemeleri için Israil’e halihazirda aldiklari yillik 3 milyar dolarlik askeri yardima ek olarak 650 milyon dolarlik acil yardim paketi verildi. Mart, 1991 tarihli ateskesten kisa süre sonra Bush, Israil ve komsulari arasinda kapsamli bir baris anlasmasi tesis etmek için kollari sivadi. Baris anlasmasi Israil’in güvenligini ve taninmasini saglayacagi gibi Filistinlilerin de haklarini korumaliydi (Filistin devletinden söz edilmedigini hatirlatmak gerekir). Gorbaçov’u da yanina alan Bush ihtilafli ülkelerin tamamini (Israil, Suriye, Ürdün, Lübnan ve de Filistin Kurtulus Örgütü) Madrid’de topladi. Ilk asamada atilan en büyük adim Filistin Ulusal Yönetiminin taninmasi ve Arafat’in Bati Seria’ya dönüsü oldu. Belli dönemlerde tikanan müzakerelerin sonunda varilan noktada FKÖ, Israil’in var olma hakkini tanidi. Bunun karsiliginda Israil, isgali altinda bulunan Bati Seria’da FKÖ’nün bir yönetim kurmasina izin verdi. Amerika önderliginde daha iddiali bir baris anlasmasinin özlem duyulan sonuca ulasmasina yardimci olup olmayacagini hiçbir zaman bilemeyiz. ABD o dönem sahip oldugu prestij ve yaptirim gücünü Saddam’i azletmek ve Orta Dogu baris anlasmasi tesis etmek için kullansaydi günümüzde bu bölge çok daha farkli bir yapiya sahip olabilirdi. Belki Bush bu girisimler için ikinci bir defa seçilmeyi bekledi. Gerçekten de 1991’de tüm anketler Bush’u isaret ediyordu fakat 1992’de Amerikalilar arasinda genel kani ülkenin iç islerini fazlasiyla ihmal ettigi yönündeydi. Bush’un asil günahi Irak’taki basarisini yarim birakmasi oldu. Amerika’nin Orta Dogu’da neticelenmemis fakat giderek daha fazla içerlenen ve kendine zarar veren müdahelesi, bir sonraki yönetime miras kaldi. Takip eden 10 sene boyunca ABD, bölge halki tarafindan sadece Ingilizlerden yadigar emperyalist taci devralmis olarak görülmekle kalmadi; uyguladigi geciktirme siyaseti nedeniyle ayni zamanda katiksiz bir Israil yandasi olarak da algilanmaya baslandi. ABD güçlerinin kutsal Arap topraklarina ayak basmasi, köktendincilerin arasinda Amerikayi hedef gösteren bir nefret doktrini gelismesine neden oldu. O zamana kadar adi duyulmamis bir Suudi militanin yayinladigi fetva, ABD’yi Müslümanlarin kutsal merkezlerini hiçe sayan bir düsman ve Israil’in temel sponsoru olarak gösterdi. Ve böylece, El Kaide dünya arenasina ilk adimini atmis oldu... Bush’un geriye biraktigi mirasla ilgili son bir sorundan söz etmek gerekir. Orta Dogu’da yarim kalmis firsatlari degerlendirmemek ve Rusya’da demokrasinin tesis edilmesi için kapsamli bir planin yoksunlugu bir kenara, nükleer silahlarin baska ülkelere dogru yayildigina dair giderek güçlenen belirtilere cevap vermekte gecikmesi de büyük çapli baska bir hataydi. Ne bu konuda uluslararasi kamuoyu olusturdu, ne de Pakistan, Hindistan ve ardindan Kuzey Kore’nin bu teknolojiyi elde etme çabalarini frenlemeye çalisti. Özetlemek gerekirse Bush’un en büyük eksikligi yaptiklarindan çok yapmadiklaridir. Baskanliginin sonuna gelindiginde kendisi esi görülmemis küresel çapli bir saygi edinmisti. Fakat, küresel bir lider olarak gelecegi sekillendirmek veya en azindan yön vermek için önüne gelen firsatlari hoyratça harcadigini söylemek yerinde olur. Etkisiz Iyi Niyet ve Rehavetin Bedeli Halefinin aksine Clinton küresel bir vizyona sahipti. Küresellesme denen kavramin tesis ettigi kararlilik hissi, Clinton’in ABD’nin “dünyanin vazgeçilmez ülkesi” sifatini gerekçelendirebilmesi için kendini yenilemesi gerektigi fikriyle birebir örtüsüyordu. Clinton’a göre dis siyaset büyük oranda iç siyasetin bir uzantisiydi. Bu yüzden ulusal düzeyde yenilenme kavrami Clinton’in ilk baskanlik dönemine damgasini vurdu. Yeni baskanin küresellesmeye verdigi agirlik, iç ve dis siyaseti pratik bir sekilde bütünlestirecek formülü sagladigi gibi onu disiplinli bir dis siyaset stratejisi tanimlama ve takip etme sorumlulugundan da kurtariyordu. Clinton, Bush’un siki sikiya takip ettigi geleneksel yönetim tarzina çok uzakti. Alisilagelmis ast- üst süreçlerini dikkate almiyor; icraatlari net bir sekilde siniflandirilamiyordu. Basi sonu belli olmayan toplantilar Beyaz Saray’in farkli bölümlerinde görevli uzmanlarin spontane katilimiyla gerçeklesiyordu. Baskan, baskin ses olmanin aksine bazen sade bir katilimci gibi görünebiliyordu. Bazi zamanlarda toplanti sonunda varilan kararlarin ne oldugu bile belirsiz kalabiliyor, bu da yönetimin pek çok kademesinde islerin zorlasmasina neden olabiliyordu. Ikinci baskanlik döneminde bile kesin hatlara sahip bir dis politikadan söz etmek kolay degildi. Içislerine verilen agirlik ve disislerinin bunun bir uzantisi olarak algilanmasi göz ardi edilemeyecek bir yan etkiyi beraberinde getiriyordu: Dis baglantilari olan lobi gruplari tarafindan giderek daha fazla sikistirilan Kongre, çesitili dis siyaset konularini yasalastirmak için girisimlerinin kapsamini genisletme yönünde baski görür hale geldi. Bu sayede 1990’li yillar boyunca Beyaz Saray ve Disisleri Bakanliginin görüslerinden bagimsiz yasalarin onaylanmasi sik rastlanan bir olay olarak karsimiza çikti. Öznel güvensizliklerini gerekçelendirmek için küresel düsman arayisinda olan Büyük Amerika yeni korkularin filizlenmesi için uygun bir ortam sagladi. Clinton’in yüzlestigi ve dolayli olarak katki sagladigi fakat hiçbir zaman tam olarak çözüme kavusturmadigi sorun, Soguk Savas sonrasi dünyanin onun saf sayilabilecek küresellesme anlayisina ayni iyimserlikle bakmiyor olmasiydi. Bununla birlikte dünyanin o dönemdeki asiri dengesiz hali, kesin hatlari olan bir dis politika anlayisi gelistirilmesi ve temel jeopolitik tehditlerin belirlenmesi için o kadar da uygun degildi. Bush’un aksine Clinton, dogrudan zorluklara karsi gögüs germedi. Bunun yerine birbirinden farkli ancak bazen de birbiriyle örtüsen uluslararasi sorunlarin üzerine gitti. Clinton’in baskanlik yaptigi iki dönem boyunca olaylarin kronolojisini asagidaki liste özetlemektedir: 1993-2000 Dönemi Uluslararasi Kronoloji: 1993 – Kuzey Kore’nin nükleer teknoloji edinme istegi belirginlesir. NATO’nun kapsamini büyütme müzakereleri baslar. Masstricht Anlasmasiyla Avrupa Toplulugu’nun Avrupa Birligi’ne dönüsümü baslar. Bosna’da siddet patlak verir. ABD baris gücü Somali’den çekilir. Oslo Sözlesmesiyle Israil-Filistin iliskilerinde olumlu bir açilim olacagina dair umutlar artar. 1994 – NAFTA kurulur. NATO Bosna’ya müdahale eder. Rusya gayri resmi olarak G7 grubuna dahil edilir. ABD ile K. Kore arasinda nükleer silahsizlanma konusunda az da olsa mesafe kat edilir. Clinton Rusya’yi NATO genislemesi konusunda telkin eder. ABD baris gücü Haiti’deki vahsete engel olmak için harekete geçer. Ruanda’da soykirim. Rusya Çeçenistan’a saldirir. 1995 – DTÖ kurulur. Iran nükleer güç olma istegini belli eder. Israil basbakani Rabin suikast kurbani olur. Çin ve Tayvan arasinda gerilim artar. NATO’nun doguya dogru genislemesi ivme kazanir. NATO Bosna’ya hava saldirisi düzenler. Dayton Anlasmasiyla Bosna’daki vahset son bulur. 1996 – ABD, Nükleer Silah Denemelerinin Engellenmesi anlasmasini imzalar. ABD-K.Kore arasinda müzakereler baslar. Çin ve Tayvan arasinda yeni bir gerilim patlak verir. ABD ve Japonya ittifaklarini güçlendirir. Taliban Kabil’i ele geçirir. Clinton NATO’nun genislemesi konusunda açik görüs bildirir. 1997 – Eski Çin Lideri Deng ölür. Hong Kong Çin’e geçer. NATO-Rusya arasinda anlasma imzalanir. Polonya, Çek Cum. ve Macaristan NATO üyesi olur. Pakistan nükleer güç oldugunu açiklar. Asya mali krizi patlak verir. Kyoto Protokolü hazirlanir, ABD taraf olmayacagini açiklar. 1998 – Rusya resmi G8 üyesi olur. Hindistan ve Pakistan nükleer denemeler gerçeklestirir. Israil-Filistin arasindaki Wye River müzakereleri tikanir. El-Kaide Dogu Afrika’daki ABD elçiliklerine saldiri düzenler. ABD Afganistan ve Sudan’i bombalayarak karsilik verir. Çin ve Japonya uzlasma yolunda adim atar. ABD Kyoto’yu imzalar ama Senatoya sunmaz ve yürürlüge koymaz. 1999 – NATO Sirplari Kosova’dan çikarmak için harekat düzenler. Dogu Timor’da baris tesis edilir. ABD senatosu Nükleer Silah Denemesinin Engellenmesi anlasmasini reddeder. Ikinci Çeçen savasi patlak verir. Küresellesme karsiti görüs güçlenir. Yeltsin baskanliktan istifa eder. 2000 – Putin Rusya’nin yeni baskani seçilir. El-Kaide ABD savas gemisi Cole’u bombalar. ABD hisse senetleri düsüse geçer. 2. Camp David müzakereleri basarisizlikla sonuçlanir. Gelecegi Sekillendirmek ’nin tarihe karismasi Clinton’in karsisina gelismis küresel güvenlik ve isbirligi hedefleri anlaminda üç önemli firsat çikarmistir: Birincisi, Rusya-ABD arasinda maliyetiyle külfetli, uluslararasi gerilimi körükleyen silahlanma yarisini sinirlandirmak amaciyla bir insiyatif gelistirme olanagi tanimis olmasi ve muhaliflikten daha uzak bir iliskinin nükleer silahlarin denenmesi, üretimi ve yayginlasmasini engellemek adina daha olumlu bir ortam saglamasi; Ikincisi, çift kutuplu bir dünyanin ortadan kalkmasiyla güvenligin küresel çapta yönetilmesi olasiligini yükseltmesi; Üçüncüsü, tek bir Avrupa’nin ortaya çikmasiyla Atlantik Ittifaki üzerinden ABD ile yakin baglari olan daha büyük bir Avrupa’nin varligi mümkün hale gelmesi. Elde edilen sonuçlar farkli olsa da Clinton yönetimi bu üç hedefin hepsine büyük önem vermistir. Sovyet süper gücünün dagilmasi ve akabinde Rusya’nin yüzlestigi ekonomik sorunlar ilk hedefin gerçeklestirilmesi için essiz bir firsat sundu. Nunn-Lugar programi Rus topraklari içinde bulunan Sovyet nükleer silahlarinin tek bir noktada toplanmasini sagladi ve daha önemlisi Ukrayna, Beyaz Rusya ve Kazakistan gibi ülkelerin tek baslarina nükleer birer güç olmalarina engel oldu. START II anlasmasiyla iki tarafin nükleer mühimmati ciddi oranda düsürüldü, Rus silah depolarinin güvenligi arttirildi. Dahasi binlerce nükleer silah devre disi birakilip söküldü. Atilan bu adimlarin toplu etkisi daha güvenli bir dünyanin olabilecegine dair umutlari yükseltti. Sovyetlerin siyasi bir tehdit unsuru olarak ortadan kalkmasi, dünyanin en tehlikeli ve potansiyel olarak tahrip edici silahlanma yarisinin sona erdigini isaret ediyordu. ABD bundan sonra kaynaklarini, modernlestirecegi konvansiyonel askeri güçlerini dünyanin herhangi bir noktasina gönderebilme becerisini gelistirmek için kullanabilecekti. Özetlemek gerekirse bu süreçte hem ABD hem Rusya güvenlik anlaminda kazandi fakat ABD ayni zamanda küresel askeri menzil anlaminda rakipsiz bir konuma geldi. Bu gelismelerden tüm dünya karli çikti fakat uluslararasi düzeyde daha etkin bir güvenlik sistemine olan ihtiyaç gündemde daha fazla yer etmeye basladi. Komsulariyla olan siyasi anlasmazliklar karsisinda zayif ülkelerin nükleer silahlanmaya yönelme olasiliklari yeni sinirlamalar gerektiriyordu. Sadece ABD’den gelecek baskin tepki bu gelismelere engel olabilirdi. Bu alanda ilk kriz Kuzey Kore ile patlak verdi. Nükleer programi hakkinda yeterince dürüst davranmadigini düsünen Uluslararasi Atom Enerjisi Kurumu (UEAK) ülkede denetim yapmak istemisti. K. Kore sadece bunu reddetmemis ayni zamanda Nükleer Silahlanmanin Yayilmasini Engelleme Paktindan (SYEA) ayrilacagini ilan etmisti. Bu belirgin baskaldiri hareketi Clinton’in yüzlestigi ilk krizdi. K. Kore’nin böyle bir yöne kaymasinin ardindaki motivasyonu tahmin etmek kolay olmasa da artik Ruslarin nükleer korumasi altinda olmadigi hissi karsisinda, çikarlarinin en iyi bu sekilde korunacagi fikrinde olmasi uzak bir olasilik degildir. ABD, SYEA’i terk eden K. Kore’ye nükleer programini barisçil bir sekilde devam ettirmesi için gayet makul bir öneri sundu. Ülkede bulunan ve nükleer silah yapiminda kullanilabilecek nükleer reaktörler daha tehlikesiz bir teknolojiyle degistirilecek bunun karsiliginda ABD, K. Kore’ye saldirmayacagini garanti edecekti. Bu yapici önerinin en büyük eksikligi uyumsuzluk halinde cezalandirici bir yaptirimdan yoksun olmasiydi (Örnegin K. Kore denizcilik faaliyetlerine tamamen engel olunmasi gibi). Kuzey Kore takip eden yillarda bir adim ileri bir adim geri politikasini benimsedi. Bu yaklasim iki ülke arasinda süregelen ve K. Kore füze programiyla bu teknolojinin ihraç edilmesi hususlarinda da kayda deger bir gelisme saglanmasina engel oldu. Bu inisyatiflerin kifayetsiz gidisati G. Kore’nin Kuzeye dogrudan bir kapi açmasina neden oldu. Bu adim G. Koreliler arasinda milliyetçi duygularin kabarmasina ve de ülkenin varligini Amerikan korumasi altinda sürdürmesi konusunda duyulan rahatsizligin artmasina yol açti. Bu olayin ortaya çikardigi sonuçlar sunlardir: Birincisi, K. Kore’ye bu sürecin hiçbir asamasinda nükleer silah edinmenin zararlarinin faydalarindan daha agir olabilecegi anlatilmamis olmasi; Ikincisi, ABD’nin ikircikli tavrinin Kuzey’in Güney Korelilerin uzlasmaya gitme istegini sömürmesine neden olmasi; Üçüncü ve en önemlisiyse tüm bu süreç boyunca K. Kore’nin nükleer silah edinme arayisina bir an olsun ara vermemesi. Hindistan ve Pakistan’in bu yöndeki çabalari karsisinda da ABD’nin karsi durusu daha güçlü olamadi. K. Kore krizi boyunca ABD, SYEP’i süresiz olarak uzatma çalismasina odaklanmisti. Bu insiyatif birçok ülke arasinda Amerika’nin ulusal güvenlik alaninda kalici bir agirlik edinme istegine dair süphe ve kizginlik yaratti. Muhaliflere göre ABD’nin SYEP’i yenileme girisimleri ne nükleer silah sahibi ülke sayisini azaltiyor ne de atom enerji programlarinda daha büyük bir esitlik ortami olusturuyordu. Tam da bu siralarda Fransizlarin Pasifikte ve daha sonra Çin’in yeraltinda gerçeklestirdigi denemeler isleri daha da zorlastirdi. Böyle bir ortamda ne Hindistan ne de Pakistan nükleer silah edinmede bir mahsur veya engel görmedi. ABD’nin Pakistan’a uyguladigi tek tarafli yaptirimlar etkin olmadi. Hindistan’in bu konudaki programlarini rahatça sürdürmesi Pakistan’in da benzer girisimlere odaklanmasina neden oldu. Pakistan’a uygulanan bu tek tarafli politika basta Afganistan meselesi olmak üzere ABD- Pakistan isbirligine ciddi zararlar verdi. Daha önemlisi 1997’ye gelindiginde ABD’nin (zayif kalan) engelleme girisimlerine ragmen iki yeni nükleer güç dünya arenasina adim atmaya hazirdi. Pakistan ve Hindistan’in aleni, K. Kore’nin ise üstü kapali nükleer basarilarinin etkisi kisa sürede Iran’a da ulasti. 1990’li yillar boyunca ABD, ucu dogrudan Iran’a dogrultulmus birçok yasa çikardi ve bu ABD-Iran diyalogunun ciddi sekilde zarar görmesine neden oldu. Iran nükleer güç olmaya soyunmasaydi bu diyalogun ne mertebede olacagini kestirmek neredeyse olanaksiz fakat, Iran’in seneler önce, Sah rejimi altinda baslayan programi ABD ile olan iliskilerini mutlaka gerecekti. Nükleerlesme sürecine Uzak Dogu ve Güney Asya’da engel olunamamasi ayiltici bir ders niteligindeydi – dünyanin en büyük süper gücü bile nükleer silah edinmeyi kafasina koymus uluslari tek basina caydiracak güçte degildi. Küresel güvenlik ve isbirligi anlaminda ortaya çikan üçüncü firsat Avrupa’yla ilgiliydi. Tek bir Avrupa, Amerika-Avrupa isbirliginin bir üst seviyeye geçmesi ve küresel öneminin daha da pekismesi anlamina geliyordu. Bölünmenin sona ermesiyle özgürlügüne yeni kavusan eski Dogu Blogu ülkelerinde Atlantik ittifakinin ayrilmaz ve daha önemlisi güvenli bir parçasi olma hevesini dogurdu. Clinton’in bu ikileme verecegi cevabin olgunlasmasi birkaç sene sürdü fakat sonunda dis siyaset mirasinin en yapici ve kalici unsurlarindan biri halini aldi. 27 üyeli NATO ittifakinin ve 25 üyeli bir AB’nin örtüsen gerçeklikleri “transatlantik isbirligi” denen tarihi sloganin en azindan hakikate daha yakin olacagi anlamina geliyordu. Böylesi bir ortaklik, isbirligine daha fazla dayanan bir dünya düzenini tesis edecek siyasi iradeyi asilayabilme potansiyeline sahipti. Ittifakin yenilenmesi için elzem unsurlardan biri NATO’nun genislemesi konusuydu. Basta böyle bir ihtimal çok düsüktü, NATO’nun genislemesi hakkinda halka açik bir müzakere baslatmak için henüz çok erkendi. Buna ragmen bazi stratejistler genislemenin, Avrupa’nin yeni siyasi gerçeklerini bütünlestirecek mantikli ve gerekli bir girisim oldugunu söylemekten kaçinmadi. Polonya NATO üyesi olma istegini beyan ettiginde Yeltsin’in iyimser yaklasimi herkesi sasirtti. Bu çok olumlu görünüyordu ancak Clinton’in danismanlari olaya dikkatle yaklasilmasi gerektigi telkininde bulundu. Takip eden yil süresince ABD, genisleme için kapsamli bir çalisma baslatti ancak bu süre zarfinda Rusya’nin iç dinamikleri Yeltsin hükümetinin olaya bakisini degistirdi. Durumu daha da karmasiklastiran, dagilan Yugoslavya sonrasi Bosna’da yasanan siddet oldu. NATO’nun siddeti bastirma girisimi ve Sirp güçlerine hava saldirisi düzenleme karari, genisleme konusu üzerinde paradoksal bir etki yaratti. NATO’nun askeri girisimi elzem hale gelmisti fakat Rusya’nin en sonunda Bosna baris anlasmasi sürecine katilmaya karar vermesi Rusya’nin NATO ile daha resmi bir iliski içinde olmasi gerekliligini gösterdi. Bu süreç sonunda çift kulvarli bir politika gelisti – Rusya ile daha siki iliskiler ve daha büyük bir NATO. Mayis 1997’de isler ivme kazandi ve NATO-Rusya Kurulus Anlasmasi imzalanmasiyla Rusya’nin NATO’ya bir güvenlik ortagi oldugu niyeti açikça belli edildi. Ayni sene içinde önce Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan ardindan Baltik ülkeleri, Romanya ve Bulgaristan NATO üyeligine dahil edildi. Bu tarz bir genisleme Avrupa’nin kendi içindeki genislemeyi mantikli ve dahasi kaçinilmaz kildi. AT kendini AB olarak yeniden tanimlamisti ve yeni demokratiklesmis komsularini bu kapsamin disinda tutmak anlamsiz gelmeye basladi. Bu sürecin tamamlanmasiyla Avrupa Birligi dünyanin tek ve en büyük isbirligi toplumu olarak 21.yy’in ilk yillarinda kurulmus oldu. NATO’nun ve AB’nin genislemesi esasinda Clinton için bir öncelik degildi. Bu genisleme süreci onun asil hedefi olan küresellesme ile dogrudan ilgili bile degildi ama buna ragmen Clinton bu sürecin tam ortasinda yer almis oldu. Eger Clinton bu gelismelere kendini daha az adamis olsaydi Avrupa on sene içinde belirsiz ve dengesiz bir duruma gerileyebilirdi. Çünkü, ABD ve Avrupa, Irak konusunda yollarini ayirdiktan sonra eski kitada siyasi bütünlesme ivmesi hiz kaybetti, Rusya basta Ukrayna ve Gürcistan’da olmak üzere güç gösterileri yapmaya basladi. Dogu Blogu ülkelerinin Atlantik Ittifaki disinda tutulmasi halinde 1990’larda sona eren Soguk Savas tekrar hortlayabilirdi. ABD-Avrupa ittifaki Clinton’in küresellesme anlayisiyla örtüsen yapici global bir gündem gelistirmesine de olanak verdi. Iki tarafin azmi sayesinde 1994’te küresel ticareti sekillendirecek inanilmaz karmasik ve çatisan pazarliklar mutlu bir sona ulasti. Bu girisim sonrasinda, 1995’te kurulan DTÖ giderek güçlenen ülkeler-üstü dayanisma hissini tatmin edecek nitelikteydi. Bu örgüt çatisan çikarlarin çözümlenmesi için uluslararasi bir mekanizma sunuyordu. Çin’in 2001’de bu örgüte katilmasi potansiyel ekonomik süpergüçlerin daha isbirlikçi ve kanunlarla yönetilen bir dünya düzenine dahil edilmesi anlaminda büyük bir adimdi. Çin’in katilimi ayni zamanda gelismekte olan Hindistan, Brezilya, Çin ve Güney Afrika gibi ülkelerin G20 toplulugunu kurmasinin da tohumlarini atti. Bu olusum ekonomik anlamda daha zayif kalan ülkelerin daha adil bir küresel ticaret sistemini kurabilmek için süren pazarliklardaki siyasi kozunu güçlendirdi. Clinton’in küresellesme “geri dönüsü olmayan bir süreçtir” söylemi geçerlilik kazaniyordu. Çin’in küresel sisteme daha siki baglanmasi net bir kazançken yasanan iki yeni gelisme Atlantik toplulugunun dünya meselelerini idare etme rolü anlaminda sorunlari da beraberinde getirdi: Asya’da patlak veren mali kriz ve uluslar-üstü kurallarin kapsamiyla ilgili olarak ABD ile Avrupa arasinda giderek derinlesen fikir ayriliklari. Japon ekonomisindeki duraganlik ve bölgede süregelen emlak ve para spekülasyonunun tetikledigi 1997 Güney-Dogu Asya likidite krizi, hizla Tayvan ve Güney Kore’ye de yayildi. ABD’nin basta olaya hizli tepki verdigi söylenemez ancak 1998 baslarinda ABD merkez bankasinin insiyatifiyle baslatilan girisim gecikmis bir stabilizasyon sagladi. Buna ragmen Asya’da olusan kani temel sorumlunun ABD oldugu yönündeydi. Krizin temel sorumlusunun ABD güdümündeki IMF olmasi bununla birlikte Çin’in temkinli ancak yapici yaklasimi, Dogu Asya’da Çin-Japonya önderliginde bölgesel bir isbirligine gidilmesinin önünü açti. Clinton’in öngörülü bir lider olarak namini daha da zedeleyen baska bir gelisme, ciddiyeti giderek artan küresel isinma tehdidine karsi ortak hareket etme yönündeki uluslararasi girisime ABD’nin destegini saglayamamasidir. Kyoto Protokolü ABD ulusal gündemini bir hayli mesgul etti ancak ekonomik çikarlarla ciddi sekilde çatistigindan açikça reddedildi. Clinton döneminin sonuna gelindiginde baskanliginin umut dolu gündemine süpheyle bakilir oldu. Atlantik ittifakinin genislemesi bu hükümetin tek sürdürülebilir stratejik basarisi olarak anilir hale geldi. Küresellesme vizyonu çok ciddi elestirilere maruz kaliyordu. Küresellesme karsiti hisler Amerikan karsitligi ile birlikte anilir oldu. Küresel isbirligi ABD’de kusku uyandirir hale gelmisti. Bu olaylar isiginda Cumhuriyetçiler kongre seçimlerinde büyük bir basari kaydetti. Clinton’in idealistik gündemi inanilirligini yitiriyordu. Geçmisle Yüzlesmek Clinton’in baskanligi boyunca yüzlesmek zorunda kaldigi pek çok sorun basli basina derin bir geçmise sahipti. Çatisan çikarlar, ulusal zitlasmalar, kültürel anlasmazliklar, zenginlerin vurdumduymazligi, fakirlerin çaresizligi... Tüm bunlar ABD’nin küresel üstünlügünü salt eyleme geçirmesi önünde büyük bir engeldi. Rusya hala bir sorundu, Balkanlar’da milliyetçilik vahsete dönüsmüstü, Orta Dogu köklü etnik-dini anlasmazliklar nedeniyle çikmaza girmisti. Clinton baskanlik koltuguna geçer geçmez dünyanin sayisiz yerinde patlak veren siddetle yüzlesmek zorunda kaldi. Bu islerle etkin sekilde yüzlesme kan dökülmesi olasiligini beraberinde getirdiginden Clinton’i fazlasiyla geriyordu. Somali ve Ruanda’da kaos ve kiyim, dagilan Yugoslavya’da kanli siddet, Rus-Çeçen savaslari, patlamaya hazir gibi duran Çin-Tayvan iliskileri, Saddam’in Irak’ta düzenli araliklarla fitilledigi huzursuzluk ve elbette durulmak bilmeyen Filistin-Israil gerginligi. Bunun ötesinde dünyanin çesitli noktalarinda ABD’ye yönelik göz ardi edilmeyecek raddeye ulasan terörist saldirilar. Bu inanilmaz zorluklar karsisinda Clinton’in ilk tavrini “müdahale etmeye isteksizlik” olarak genellemek mümkün. Bu olaylar hiçbir zaman gündem listesinin basinda yer almadi. Tamami tatsiz bir geçmisi çagristiriyordu ve bu olaylarla etkin sekilde bas etmenin sadece iki yolu oldugunun farkindaydi: ikna etme veya güç kullanma. Bazi olaylar umutlardan vazgeçme ve gerçeklerle yüzlesmek demekti; bazi olaylarin içislerini bile karistirma potansiyeli vardi. Clinton’in baskanlik koltugunda oturdugu iki dönem boyunca dis siyaset arenasindaki performansini artilar ve eksiler olarak söyle özetleyebiliriz: Yugoslavya’nin dagilmasiyla birlikte önce Bosna’da ve ardindan Kosova’da etnik temizlige varan Sirp siddetini, uluslararasi kamuoyunu da arkasina alarak biraz geç olmakla birlikte etkin bir sekilde sonlandirip barisi Bati kosullarina uygun sekilde tesis edebildigi için ve, Ruslarin inanilmaz tekelcilik baskilarina karsin Azeri Basbakani Haydar Aliyev’i Hazar ve Orta Asya petrolünü Batiya, ABD destekli Bakü-Ceyhan boru hatti üzerinden ulastiracak projeye ikna edecek kararliligi gösterdigi için Clinton’i tebrik etmek gerekir. Fakat; Baris gücünü Somali’den zamansiz çekmesi, eski Avrupa sömürge güçleri ile birlikte ABD hükümetinin Ruanda’daki soykirima neredeyse kayitsiz davranmasina seyirci kalmasi; Çöken Rusya ekonomisine ABD’den aktarilan milyarlarca dolarin Batili yatirimcilar ve sözde Rus reformculari tarafindan hortumlanmasina engel olamamasi; Iki kere patlak veren ve akil almaz yöntemlerle Çeçen nüfusunun neredeyse %25’inin telef olmasiyla sonuçlanan Rus-Çeçen savaslarina ilgisiz bir tavir benimsemesi; 8 yillik baskanligi döneminde Israil-Filistin iliskilerinde yakalanan sayisiz firsati etkin sekilde degerlendirememesi, müzakerelerde ABD yaklasiminin giderek daha fazla Israil lobisinin etkisi altina girmesine izin vermesi, Israil yerlesimlerinin genislemesine engel olamamasi, çok muglak kalan anlasma maddeleri karsisinda rahatsizligini dile getiren Arafat’i baris sürecini baltaladigi gerekçesiyle Israil ile birlikte suçlama yoluna gitmesi, yaklasan ABD seçimleri arifesinde Israil’e uygulanacak baskinin oy kaybettirecegi endisesiyle tarafsizligini koruyamamasi; Belli araliklarla yüzeye çikan Saddam tehdidine karsi gerekli tedbirleri almamasi, aldigi sinirli girisim kararlari ve Arap topraklarinda ABD asker sayisini ikiye katlayarak basta Bin Ladin olmak üzere ABD karsiti köktendinciligi körüklemeye neden olmasi; Iran’da 1997 seçimleriyle daha ilimli yönetimin basa gelmesinden sonra açilan potansiyel diyalog firsatini hiç bir girisimde bulunmayarak kaçirmasi, yine bu durusuyla Araplar, Misirlilar ve Iranlilar arasinda ABD karsiti algiyi daha da derinlestirmesi; Orta Dogu’daki ABD asker ve diplomatlarina düzenlenen saldirilar isiginda terörizm tehdidine ve anti-ABD görüsüne karsi etkin bir politika gelistirememesi hususlarindaysa Clinton’in ciddi hatalari olmustur, ve bu konularda elestirilmekten ve basarisiz bir baskan olarak anilmaktan kurtulamayacaktir. Böylelikle, Clinton koltugunu devrederken Israil-Filistin iliskilerini buldugundan daha kötü, Orta Dogu’yu genel olarak daha dengesiz bir halde birakmistir. Içislerine bulasmis plansiz bir dis politika karar mekanizmasi ABD’nin uzun vadeli çikarlarini ciddi sekilde tehdit eden stratejik bir ürkeklik yaratmistir. Eger Israil-Filistin arasindaki barisi saglayabilseydi, sadece kendisi için degil ABD için tarihi bir zafer olurdu. Öte yandan içislerine bakacak olursak daha önceki hükümetlerden beri süregelen cari açigi kapatip sermaye fazlasina çevirmesi hem vatandaslarinin takdirini topladi hem de uluslararasi arenada Amerikan sisteminin basarili ve benimsenmesi uygun bir sistem olarak algilanmasini sagladi. Çöken Sovyet ekonomisi ve Japonlarin duraganlasan mali sistemi ABD’nin üstünlügünü ve Clinton’un II. Küresel Lider olarak durusunu pekistirdi. Clinton kisilik olarak takdir ediliyordu ve dünya çapinda sevilen bir karakterdi. Fakat Beyaz Saraya ABD’nin yeni edinilmis küresel liderlik statüsünü sürdürebilmesi anlaminda kesin hatlari olan bir istikamet kazandiramadi. ABD küresel merdivenin en tepesindeydi fakat temel yeterince saglam degildi. 1990’larin sonuna gelindiginde ABD karsiti görüs Orta Dogu ile sinirli olmaktan çikmisti. Bazi müttefikleri bile ABD hipergücünden rahatsiz olmaya baslamisti. Nükleer silahlanma sürecine engel olunamamisti. Iyi niyet, net ve kararli bir stratejinin yoksunlugunu telafi edemez hale geldi. Genel anlamda II. Küresel Liderin dünya üzerinde tarihi önemi olan bir iz birakamadigi söylenebilir. Liderlik Felaketi ve Korku Politikasi Terörizme açtigimiz bu savas hemen sonlanmayacak. 16 Eylül 2001’deki konusmasindan Yanimizda degilseniz karsimizdasiniz. 11 Eylül olaylari sonrasinda defalarca tekrarlandi. George W. Bush’un konusmalarindan yapilan bu alintilar, yeni ABD Baskaninin hem III. Küresel Lider olarak karakterine hem de liderlik görevini nasil hayata geçirecegine dair çok aydinlaticidir. 11 Eyül olaylari Bush için bir dönüm noktasidir. Bir günlük sessizligin ardindan tamamen farkli bir kimlige bürünmüs olarak karsimiza çikar. Bundan sonra yepyeni bir tehditle yüzlesen bir ulusun lideri, dünyanin tek süper gücünün savas kumandanidir. ABD, müteffiklerinin görüslerini hiçe sayan, tek basina hareket eden bir ülke olacaktir. Yasanan olayin vehameti karsisinda sokta olan ve güvenliginden endise duyan halki düsünmeden etrafina toplanacaktir. Bu strateji 1991’de gelistirilen ulusal güvenlik plani taslaginin daha emperyalist yaklasimlarini ve yeni-muhafazakar dünya görüsünün militan unsurlarini birlestiriyordu. “Teröre karsi savas” Stratejik olarak Basra Körfezi kaynaklarinin kontrolüyle ilgili geleneksel emperyalist kaygilarla birlikte Irak’i bir tehdit olarak ortadan kaldirarak Israil’in güvenligini güçlendirmeyi hedefleyen yeni-muhafazakar emelleri temsil etmekteydi. Bu kombinasyonun ilk sonuçlari kibirli bir tavrin güçlenmesine neden oldu. El Kaideye yataklik eden Taliban hükümeti askeri müdahale ile kisa sürede devrilmis, sadece 18 ay sonra, 3 haftalik kara harekati sonucunda Saddam rejimi yok edilmisti. Beyaz Saray’daki zafer havasi görülmeye degerdi. Fakat bu yaklasimin agir bedeli kisa sürede anlasilacakti. Sadece birkaç ay içinde ABD’nin dis politikasi uzak bir ülkede baslatilan fakat sonlandirilamayan savasin agir bedeliyle bogusacakti. Bununla birlikte, teröre karsi açilan savas tüm Islam alemiyle bir çatismaya dönüsebileceginin tehlikeli isaretlerini vermeye baslamisti. Yeni-muhafazakar Manihaist tavirla Bush’un yeni kesfettigi katastrofik kararliliginin harmani, Amerika’yi tarihi zirvesinden bas asagi edip en dibe göndermisti. Baskanin böylesi 180 derece bir dönüs yapacagini kimse tahmin etmiyordu. Seçim kampanyasi süresince dis politikadan fazla söz etmemisti bile. Clinton’in performansina karsi yaptigi elestirilerin yeni-muhafazakar bir havasi oldugu da söylenemezdi. Kampanyasi süresince merhamet, ulusal çikarlar ve alçakgönüllü bir dis politikadan söz etmisti. Bas yardimcilari olarak seçtigi isimler (Cheney, Powell, Rumsfeld) Baba Bush’un gerçekçilikle sekillenmis dis siyasetiyle tutarlilik gösteriyordu. Hepsi yeni baskandan çok daha yillanmis deneyimli siyasetçilerdi. Yeni hükümet ilk olarak bitmemis meselelere odaklanmayi seçti: füze savunma sistemi, askeri modernlesme ve büyük-güç iliskileri. Nükleer silahlanma ve terörizm listenin üst siralarinda bile degildi. Hatta ulusal güvenlik danismani Condoleezza Rice olasi bir terörist saldiri istihbaratini ciddiye bile almamisti. 11 Eylül olaylari sonrasinda yasça daha genç ve görüsleriyle çok daha yeni-muhafazakar sayilacak bir ekip olusturuldu. Bu kisiler yeni baskanin entelektüel ilham kaynagi olacakti. Kritik roller Rice, (Basbakan Yardimcisi Personel Sefi) Lewis Libby ve (Savunma Bakani Yardimcisi) Paul Wolfowitz. I. Bush’un ulusal güvenlik konseyi üyesi ve saygin bir akademisyen olan Rice yeni baskani dis siyaset konusunda egiten kisiydi. Kesin hatlari olan bir stratejik perspektife sahip olmasa da Rice uluslararasi olaylar karsisinda siniflandirici bir algiya sahipti. Rice’in baskan üzerindeki ideolojik etkisi Libby ve Wolfowitz tarafindan destekleniyordu. Bu iki kisi Amerika’nin rakipsiz askeri üstünlügünü hedefleyen 1991 stratejik yaklasiminin da mimarlari arasindaydi. Bu ekip 11 Eylül sonrasi yüzeye çikan ve Irak isgaliyle somutlasan insiyatifin ivme kazanmasindan da sorumlu olduklari gibi Amerika’nin dünya içindeki rolünü temelden degistiren teorisyenler arasinda yer aliyordu. Bush’un üst düzey içisleri danismanlari 11 Eylül’ü siyasi üstünlük elde etmek için kullandi. Gerçeklestirilen bu saldiriyi mecazi bir savasin ilani mertebesine yükselterek baskanlarini görülmemis yetkilerle donatip büyük savas kumandani statüsüne yükselttiler. Halkin vatanseverlik hislerine oynayarak kendi siyasi çikarlarina alet edip korku ve paranoya asilayarak islerine geldigi gibi davrandilar. 2004 seçimleri planlarini bosa çikarmadi. Teröre karsi açilan bitmeyen savas dis siyaseti sekillendirdigi gibi iç siyasette kullanilan etkin bir araç halini aldi. Haliyle Disisleri ekibinin büyük çogunlugu güç kullanmaktan yanaydi. Amerika’nin 11 Eylül saldirganlarina yataklik eden Taliban rejimini ortadan kaldirmasi sadece bir hak degil bir gereklilik olarak görülüyordu. Bu görüs uluslararasi arenada da çabucak benimsendi. Fakat atilacak bir sonraki adim konusunda bir fikir ayriligi gelisti. Wolfowitz hemen ardindan Irak’a bir operasyon düzenlenmesi gerektigini açikça ilan etmisti. Böyle bir girisimin büyük risklerini düsünen Powell buna siddetle karsi çikti. Fakat (o zamanlar kamuoyunun bilgisi disinda) Bush Powell’i kenara çekti ve tempoyu düsürmemesi için ciddi sekilde uyardi. Powell’in olayla ilgili görüsü bu noktadan sonra muglakligini koruyacakti. Bunu takip eden süreçte Bush 11 Eylül’ün kendisi için özel bir misyon oldugunu defalarca yineledi. Bu inanç ona küstahlik sinirlarinda gezinen bir özgüven kazandirdi ve ilkel bir dogmaciliga yenik düsmesine neden oldu. Baskanin metin yazarlari bu firsati kaçirmadi ve halka yaptigi konusmalara kaba ve düsüncesiz vecizeler entegre ettiler. Bunlarin bazilari islamofobik demagoji sinirlarina bile dayaniyordu. Ulusal Güvenlik Konseyi’nin (UGK) bu metinlerde üstlendigi geleneksel rolün sona erdigini düsünmek yanlis olmaz. Bununla birlikte, 2002 yili içerisinde UGK’nin baskana ulasan istihbarat bilgilerini dikkatli ve gerçekçi bir süzgeçten geçirmeyi kapsayan geleneksel rolünün de bittigini eklemek yanlis olmayacaktir. Rice’in kendisi bile Irak’in kitle imha silahina sahip oldugu görüsünün aleni bir destekçisi gelmisti. Cheney ve ekibi CIA analiz uzmanlarini en iyi ihtimalle birer hipotezden öteye gitmeyen bilgilerin, halka su götürmez gerçekler olarak lanse edilmesi konusunda sikistiriyordu. Bunlarin ötesinde Savunma Bakanligi Irak’ta kendine ait bir istihbarat birimi kurdu. Bu birim baskan ve yardimcisinin halka beyan ettigi yalanlari tahmin edilebilecegi üzere istisnasiz olarak desteklemekteydi. Savastan yana olan baskan ve en kötü durum senaryosu çigirtkanligi yapan yardimcisi sayesinde 2002 baslarinda Irak’a askeri harekat baslatma konusunda fiili oybirligi saglandi. Ayni yilin sonlarina dogru Bush, BM destegi pesinde kosarken Blair ile yaptigi bir görüsme sirasinda savasi baslatacak bir bahane olarak kasti askeri provokasyon yoluna gitmekten bile söz etmistir. Bir baskan sifatiyla böylesi bir sey teklif etmek bile yasalari hiçe saymak anlamina gelir. Bunu takip eden 3-4 yil boyunca Irak meselesi diger tüm disisleri politikalarini bastirdi. Bush’un vurdumduymaz liderlik anlayisinin bedeli ABD için küçümsenecek gibi degildir. 2001-2008 Dönemi Uluslararasi Kronoloji: 2001 – Bush’un Putin’le ilk görüsmesini gerçeklestirmesi; ABD-Çin arasinda casus uçagi krizi gerilimi ; Kyoto Protokolü’nün Senatoya sunulmamasi; 11 Eylül Saldirilari, teröre karsi savas ilan edilmesi; NATO’nun ABD’yi desteklemek adina kolektif savunma taahhüdünde bulunmasi; ABD’nin Taliban rejimini Afgan yönetiminden indirmesi; DTÖ görüsmelerinin baslamasi, Çin’in üyelige kabul edilmesi. 2002 – Darfur’da siddet. Bush’un K. Kore, Iran ve Irak’i “ser ekseni” olarak adlandirmasi; ABD destegiyle Israil’in Filistin Yönetimini ezmesi ve Arafat’in izole edilmesi. Euro para biriminin tedavüle girisi; Bush’un Irak’ta güç kullanmak konusunda kongre onayi almasi; K. Kore’nin nükleer tesislerini sadece ABD ile müzakere edecegini açiklamasi; Rusya tarafindan Iran’in ilk nükleer santrali insasina baslanmasi. 2003 – Israil’in 1967 sinirlarinin ötesine geçerek güvenlik duvarinin insasina baslamasi; Türkiye’nin topraklarini ABD güçlerinin Irak’a karsi mevzi olarak kullanmasini reddetmesi; Irak güçlerinin ABD ordusu tarafindan kisa sürede ezilmesi ancak iddia edilen kitle imha silahlarinin bulunamamasi; K. Kore’nin Nükleerlesme Karsiti Anlasmadan çekilmesi; ABD’nin bölgesel cevap talep etmesine karsin Rusya ve Çin’in BM’nin karari kinamasina engel olmasi; NATO’nun Afganistan’da görev almasi; K. Kore’nin nükleer programiyla ilgili 6’li görüsme tasarisini açiklamasi; Iran’in uranyum zenginlestirme programindan vazgeçtigini açiklamasi; Libya’nin nükleer programini sonlandirmasi. 2004 – 6’li görüsmelerin baslamasi; Madrid terör saldirilari gerçeklesmesi; Ebu Gureyb skandalinin patlak vermesi; Iran’in uranyum programina kaldigi yerde devam edecegini ilan etmesi; Irak’ta ABD isgaline direnis ve mezhep çatismalarinin ivme kazanmasi; NATO’ya eklenen 7 yeni üyelik; Iran’in AB ile olan anlasmasi geregi uranyum zenginlestirme programina ara vermesi; Ukrayna’da Turuncu Devrim; Güney Dogu Asya’da Tsunami felaketi. 2005 – Kyoto Protokolü’nün yürürlüge girmesi; ABD Disisleri Bakani’nca Iran ve K. Kore’nin despotluk sistemi olarak lanse edilisi; M. Abbas’in Filistin Yönetiminin basina geçisi, ikinci intifadanin sonlanmasi, Israil’in Gazze’den çekilmesi; Ahmedinejat’in Iran basbakani seçilmesi; Londra terör saldirilari; K. Kore’nin nükleer silah sahibi oldugunu ilan edisi; 6’li görüsmelerin yeniden baslamasi; Hollanda ve Fransa halklarinin AB anayasasina red oyu vermesi; Irak’taki mezhep çatismalarinin daha da derinlesmesi. 2006 – Bush’un Hindistan’i nükleer ülkeler grubuna dahil etmesi; ABD ve Avrupa tarafindan Iran’a anlasma veya yaptirim uygulama seçenegini sunulmasi; Irak ve Filistin’de artan siddet, Lübnan’da siddet olaylari, Afganistan’da siddetin tekrar bir sorun halini almasi. Yeni-Muhafazakar Hayallerin Yikilisi 2006’ya gelindiginde halihazirda gücünü yitirmis Saddam devrilmisti fakat savasin maliyeti tahammül edilemez bir noktaya gelmisti. Bu maliyetin ne oldugu zaten pek çogumuz tarafindan bilinmektedir: Savas ABD’nin küresel durusunu tepetaklak etmistir. 2003’e kadar dünya ABD baskaninin söylediklerine inanmaya alismisti. Belli bir konuda somut bir gerçekten söz ettiginde insanlar bu gerçeklerden emin oldugunu düsünürdü. Fakat Bagdat düstükten iki ay sonra bile Bush hala inatla kitle imha silahlarini buldugunu iddia ediyordu. Bunun bir sonucu olarak ABD’nin uluslararasi önem tasiyan diger konularda geçerli bir savunma ortaya koyabilmesi neredeyse olanaksiz hale gelmistir. Güvensizlik, ABD’nin uluslararasi mesruiyetini de baltalamisti. Bu bir ulusun “yumusak kuvvet” kullanmasinda önemli bir gereçtir. Mesru olarak algilanmayan kuvvet daha zayif kalir ve isteneni elde etmek için daha fazla kuvvet kullanilmasini gerektirir. Yumusak kuvvet kaybetmek kaba kuvvetin de etkinligini kaybettirir. ABD’nin mesruiyetini ciddi sekilde zedeleyen baska bir unsur, Ebu Gureyb ve Guantanamo hapishaneleridir. Dahasi bu savas ABD’nin küresel liderlik statüsünü lekelemistir. Eylemleri müttefiklerini bölmüs, düsmanlarini birlestirmis, rakipleri için büyük firsatlar yaratmistir. Irak’taki savas jeopolitik bir felakettir. Kaynaklari ve ilgiyi terörist tehlikeden uzaklastirmistir. Bunun bir sonucu olarak Afganistan’da elde edilen basari uzun sürmemis, Taliban tekrar güçlenmis ve El Kaide için olasi yeni siginaklar yaratmistir. Benzer bir egilim Somali’de de göze çarpmaktadir. Siyasi olarak istikrarsiz bir gidisat sergileyen Pakistan’da da durum daha karmasik bir hal almistir. Savasin neden oldugu insani kayiplar da giderek artmaktadir. ABD kendi askeri söz konusu oldugunda ölü ve yarali sayisini çok detayli bir sekilde tutarken onbinler seviyesine ulastigi tahmin edilen ve sivilleri de kapsayan Irak’li kayiplar hakkinda hiçbir resmi kayit yoktur. Isin parasal maliyetinin kabaca 300 milyar dolar mertebesine eristigi hesaplanmaktadir. Dolayli kayiplar kat kat fazladir. Bunun etkisi elbette sadece ABD askeri gücüyle sinirli kalmaz, ekonomik boyutu da çok vahimdir. ABD karsiti hisler Orta Dogu’da baskinlasmaktadir. Siyasi açidan radikal ve köktendinci güçlerin popülerligi artmakta ve geleneksel olarak ABD yanlisi olan rejimleri tehlikeye sokmaktadir. Irak’in yok edilisi bölgesel anlamda Iran’la basa çikabilecek tek gücün de yok olmasi anlamina gelir. Bu bölgedeki en büyük ABD düsmaninin ekmegine yag sürmektedir. Jeopolitik anlamda savas ABD için kayip, Iran için bir kazanimdir. Irak’a açilan savas ABD’ye karsi terörist tehdidi güçlendirmistir. Ilk zafer çigliklarinin dinmesi ve savasin bas gerekçesi olarak gösterilen kitle imha silahlarinin bulunmamasi ardindan süregelen çatisma “teröre karsi savasta ana cephe” olarak yeniden tanimlanmisti. Baska bir deyisle ABD isgaline karsi gelen Iraklilar “terörle” uzaktan yakindan ilgisi olmayan bir savasin dogrudan hedefi haline geldiler. Baskan’a göre ABD savasi sonlandiracak olsaydi Irak’lilar bir sekilde Atlantigi asip ABD topraklarinda terörist faaliyetlerde bulunacakti. Belirgin bir düsmandan yoksun fakat güçlü bir biçimde Islam karsiti imalar içeren bu savas, Islam toplumlari arasinda ABD karsitligini esi görülmemis bir seviyeye yükseltti. Bu gelisme Amerika veya kadim ortagi Israil’e karsi organize edilecek terörist saldirilari için fedai istihdam edebilmeyi kolaylastirdi, radikal düsünceyi besledi; yabancilara karsi siyasi düsmanligi, kafirlere karsi dini husumeti derinlestirdi. Bunun etkisiyle Islami radikallesmeden kendisi korkan ilimli Islam kesiminin terör hücreleriyle mücadele edebilme kabiliyeti sinirlandi. Önce teröre, ardindan Irak’a karsi baslatilan savasin tuhaf sekilde tarif edilisi, bu girisimin dünya kamuoyu tarafindan en basindan haksiz bulunmasina neden oldu. Savasla geçen iki yilin sonunda ABD halkinin büyük çogunlugu bile rahatsizligini dile getiriyordu. Hükümetteki sahinler dahi ABD’nin dünyadaki durusunun inanilmaz sekilde zarar gördügünü inkar edemez hale geldi. Afganistan’daki basariyi Irak’ta bir felakete dönüstüren politik kararlari sekillendiren 3 temel inanis vardi. Bunlarin hepsi Bush yönetimi tarafindan içsellestirilmis ve yeni-muhafazakar dünya görüsünden türetilmisti: Orta Dogu kökenli terörist faaliyetler spesifik siyasi çatismalardan veya yakin tarihten bagimsiz olarak çok daha derinlere nüfuz etmis nihilist bir nefreti yansitiyordu. Basta Araplar olmak üzere bölgesel siyasi kültür her seyden öte güce saygi duyardi; bu da bölgenin süregelen sorunlarini kalici olarak çözmek için ham ABD gücünün uygulanmasini kaçinilmaz kiliyordu. Seçime dayali demokrasi disaridan dayatilabilirdi. Araplar, yabanci bir gücün kültürel ve dini baskisi altinda olsalar bile özgürlükten nefret ederken bir anda hayrani olabilirlerdi. Bu yanilgilarin üstüne, Bush’un sik sik ortaya attigi iddianin aksine ABD’ye karsi derinlesen husumetin temel nedeni olarak bölgedeki Müslümanlarin özgürlüge duydugu nefret degil, yüzlestikleri baskici Amerikan gücünün her geçen gün eski Ingiliz sömürgeci geçmise ve yakin dönem Israil politikalariyla daha fazla benzerlik gösteriyor olmasi eklenmistir. Gerçekten de ABD’nin 2003’ten beri benimsedigi yaklasim, 1920-30 yillarinda bölgedeki Ingiliz varligina fazlasiyla yakin durmaktadir. Günümüzdeki fark bu olaylarin çok daha zor bir dönemde süregelmesidir. 20. yy basinda Orta Dogu Osmanli idaresinden yeni kurtulmustu fakat halen sömürge olarak varligini sürdürüyordu. Ulusal özgürlük fikirleri çok dar bir kesimle sinirliydi ve yabanci karsitligi henüz alevlenmemisti. Günümüz kosullariysa bundan çok farkli. Amerikan himayesi sadece hos karsilanmamakla kalmiyor ayni zamanda büyük bir kesim bu duruma içerlemekte. Sorunu daha da derinlestiren tarihi perspektiften yoksun bir hükümetin neden oldugu savastan öte Amerikan uygulamalarinin psikolojik ve hatta görsel olarak Israil tutumuyla benzerlik göstermesidir. Tam donanimli ABD askerlerinin kapilari kirip dehset içindeki aile fertleriyle yüzlesmesi, erkeklerin zincirlenip tartaklanarak açiklama yapilmadan alinip götürüldügü görüntüler hafizalara kazinmaktadir. Bunlar Israil’in Filistin’de yaptiklarindan farksizdir. Bunlari izleyen milyonlarca Müslüman’in, El Kaide’nin ABD emperyalizminin yayilmaci Siyonistlerle danisikli dövüs içinde oldugu savlarina daha yogun bir biçimde inanmasina neden olmaktadir. Özetlemek gerekirse, ABD Israil’in Arap komsulariyla yasadigi ikilemi çok daha genis bir ölçekte deneyimlemektedir. Her ikisi de sadece kendi hedef ve çikarlarina uygun tek tarafli bir çözümü hayata geçirecek bir yöntemden yoksundur. Ingilizler bunu erken bir asamada fark edip Orta Dogu’yu terk etmisti, Fransizlar bunu ancak Cezayir’le savastiktan sonra anlayabildi. Amerika ayni dersi Irak ve Afganistan’da isteksiz de olsa almaktadir. ABD’nin bu olayin çözümü olarak bölgede hizli demokratiklesmeyi empoze etmesi ayni oranda hatalidir. Tarihe bakildiginda demokratiklesmenin uzun bir süreç oldugunu görmek zor degildir. Bu süreç hukukun üstünlügünün tesis edilmesi, güç dengeleri üzerinde önce kanunlarin ve sonra anayasanin gelistirilmesini gerektirir. Öte yandan, demokrasinin disaridan ani bir sekilde zorla gelmesi yukarida söz edilen kavramlari sindirmemis toplumlar arasinda önce çatismaya ve sonra siddete neden olmaktadir. ABD’nin bu alandaki dar görüslü yaklasimi aynen bu sonuçlari dogurmustur. Sadece Irak’ta degil ayni seyler Filistin, Misir ve Arabistan’da da olmustur. Elde edilenler istikrari saglamamis tersine sosyal gerilimleri tirmandirmistir. Bu girisimler en iyi haliyle müsamahasiz popülizme neden olmakta; görünürde demokratik ama esasinda çogunlugun dahil oldugu despot bir sistem yaratmaktadir. Isin kötüsü, Orta Dogu’da demokratiklesmenin atesli savunuculari bundan bihaber olamaz. Bu karakterler demokrasiyi yayma girisimini güç kullanmak için etkin bir silah olarak görmektedir. Yukarida söz edilen üç temel algi hatasi, Amerikalilari bu genis bölgede ABD askeri müdahalesinin uzun vadeli sonuçlari hakkinda ciddi sekilde düsündürmelidir. Irak’ta meydana gelenler ve Israil’in yüzlestigi giderek derinlesen ikilemler Amerika’nin küresel pozisyonunu derinden tehdit edecek zorluklarin bir habercisi niteligindedir. “Küresel Balkanlar” olarak adlandirdigim bölge ABD’nin iyice saplanacagi bir bataklik halini alabilir. Güçlenen Amerikan karsiti görüsler isiginda kendilerini ABD’nin rakibi olarak gören ülkelerin bu durumdan faydalanma girisiminde bulunmasi kaçinilmazdir. Rusya ve Çin arasinda giderek gelisen ortaklik bu ihtimalin olanaksiz olmadiginin en iyi kanitidir. Siyasi istikrar ve güvenilir müsteriler pesinde olan Orta Dogu petrol üreticileri kolaylikla Çin’e yaklasabilir. Bush Amerika’sinin aksine Çin, demokrasiden önce siyasi istikrara önem vermektedir. Orta Dogu’nun Çin’e yaklasmasi Avrupa’nin Amerika ile olan baglarini zayiflatabilir ve Atlantik toplumunun üstünlügünü tehlikeye düsürebilir. Iste tüm bu nedenlerden ötürü Amerika bulastigi durumdan hemen ders çikarmaya bakmalidir ve Orta Dogu’ya ve dinamiklerine olan bakis açisini kökten degistirmelidir. Irak savasi her anlamda bir felakete dönüsmüstür ve Bush hükümeti icraatlarinin tarihi bir basarisizlik olarak damgalanmasina neden olmustur. Savas kisa sürede sonlandirilsa bile gelinen durumu degistirmek çok zaman alacak ve inanilmaz emek gerektirecektir. Belki de Irak savasinin tek avantaji yeni-muhafazakar hayallerin yikilmasi olmustur. Savas daha basarili gitseydi ABD belki bugün Suriye ve hatta Iran ile savasa girmis olurdu. Dünyanin Kalani 11 Eylül olaylari Bush’un Israil-Filistin iliskilerine dair ABD politikasini da temelden degistirmesinin önünü açmistir. Clinton’in Israil’e ilimli yaklasimi Bush döneminde ayyuka çikmistir. Bush baskanligi boyunca Israil savlarini destekleyen bir durus benimsemistir. Bu tavir kisa sürede Arafat’in siyasi arenadan tecrit edilmesi, Israil’in Filistin üzerinde fiziksel baski uygulamasi, ABD’nin Bati Seria’daki Israil yerlesimlerinin genislemesine duyarsiz kalmasi ve Israil’in insani kayiplari göz ardi ederek suikastlar düzenlemesiyle baska bir boyut kazanmistir. 2002’de Arabistan önderligindeki Arap Birliginin, 1967 sinirlarina göre baris tesis edilmesine karsilik Israil’le normal diplomatik ve ticari iliskiler ve güvenlik taahhüdü önermesi büyük ve degerlendirilmesi gereken bir firsatti fakat baris umutlari Israil sivillerine karsi düzenlenen kanli bir terörist eylemle baslamadan bitti. Israil’in bu olaya cevabi tüm Bati Seria’yi kapsayan siddetli bir askeri harekat oldu. Filistin Yönetimi islevselligini yitirmisti. Bush’un Israil’e tam destek vermesi müzakerelerde artik özerk bir Filistin tarafinin olmamasi anlamina geliyordu. ABD-Israil ittifakinin karsiliginda Amerika, nihayetinde iki-devletli bir çözüm önerisi konusunda Israil’in rizasini aldi. Israil’in yeni bir Filistin devleti ile beraber var olacagi bu önerinin hayata geçme tarihi 2005 olarak belirlendi fakat yine Israil’in tercihleri dogrultusunda bu süreci sekillendirecek parametreler kesinlestirilmedi. Bölge genelindeki algi Bush ve Saron’un zamana oynadigi yönündeydi. Takip eden seneler yarim agizli ABD baris inisiyatiflerine, Filistinlilerin düzenli terörist saldirilarina, buna misilleme olarak girisilen siddetli Israil harekatlarina ve Israil yerlesimlerinin genislemesine tanik oldu. Irak savasi basladiktan bir sene sonra Filistin devletinin kurulmasi fikri rafa kaldirilmis gibiydi. Filistin’in çikarlariyla örtüsen tek sey Saron’un Gazze’den çekilme önerisi gibi duruyordu. Bush bunu “Filistinlilere yeniden yapilanmis, adil ve hür bir hükümet kurma sansi” olarak lanse etti. Fakat Filistin devletinin kurulusu için bir tarihten söz edilmemisti. Bush’un buna yesil isik yakmasi böylesi bir devlet kurulana kadar Israil’in kendi çikarlarinin kapsamini genisletmesi için daha çok zamani oldugu anlamina geliyordu. Israil bu firsati kaçirmadi ve 1967 sinirlarini hiçe sayan bir güvenlik duvarinin insasina basladi. Bush’un baskanligi döneminde ABD’nin Orta Dogu politikasi tam anlamiyla kendi ayagina kursun sikmistir. Kendi hallerine birakildiklarinda Israil ve Filistin arasinda bir baris tesis edilemeyecegi ve komsularindan kat kat güçlü olsa da Israil’in sadece kaba kuvvet kullanarak kalici bir çözüme ulasamayacagi gerçekleri görmezden gelinmistir. Böylesi bir çözüm kabul görmeyecek, husumete neden olacak ve bitmek bilmeyen bir terör dalgasini körükleyecekti. Ve hersey tam da öyle oldu. Amerika’nin bölgesel çikarlari zarar görmeye devam edecekti. ABD’nin arabuluculuktan apaçik Israil taraftarligina geçis yapmasi olaylari sekillendirme yetisini elinden aldigi gibi Israil’in uzun vadeli güvenligini de tehlikeye atmistir. ABD giderek radikallesen bir bölgeye daha da batmaktaydi. Bu radikallesme ABD askeri gücünün sinirsiz olmadigini açiga çikariyordu. Öte yandan Israil’in güç kullanarak yerlesimlerini genisletme israri bu ugurda hayatini feda edecek Arap kökenli insanlarin sayisini ciddi oranda arttirdi. 2006’ya gelindiginde ABD ve Israil’in, birlikte veya tek basina Orta Dogu’yu kendi istekleri dogrultusunda yeniden sekillendiremeyecegini anlamis olmasi gerekiyordu. Bölge çok büyüktü, insanlari çok daha gözü karaydi ve bu ikiliye olan kizginliklari katlanmisti. Inanilmaz hatalarla dolu ABD durusu iki uzun vadeli tehlikeyi beraberinde getiriyordu: Amerika zaman içinde tüm Arap dostlarini ve dolayisiyla tavirlarini sekillendirme kabiliyetini yitirecek; belki de sonunda Orta Dogu’dan tamamen sürülecekti. Israil ise bitmek bilmeyen çatismalara bulasacak ve belki de sonunda kendi mevcudiyetini tehlikeye sokacakti. Dahasi, Amerika iç siyaset dinamikleri dikkate alindiginda, bu riskler Israil’in karsilastigi tehditleri kontrol altina alabilmek için ABD askerinin bölgedeki varligini genisletmesini gerektirecekti. Bush idaresi altinda ABD-Iran iliskilerinde de gerginlik tirmandi. ABD bu ülkeyi “ser ekseni”nin bir üyesi, terörizmin destekçisi, Israil ve hatta Amerika’nin güvenligine ciddi bir tehdit olarak görüyordu. Bu kati yaklasim Iran’in 2003’te nükleer konular ve Israil-Filistin çatismasina bir çözüm dahil güvenlik ve ekonomi konularini içeren kapsamli bir diyalog çagrisini ABD’nin net bir sekilde reddetmesine neden oldu. Ülkeye karsi uygulanan dislama politikasi Iran rejiminde asiri tutucu unsurlarin güçlenmesine ve nükleer programini devam ettirme isteginin artmasina neden oldu. Iki önemli unsur ABD’nin 2006 Baharinda durusunu kapsamli sekilde gözden geçirmesine yol açti: Irak’taki savasin külfeti karsisinda Iran’a karsi güç uygulanmasi cazibesini yitirmekteydi. Buna ek olarak K. Kore örneginde oldugu gibi, bir ülkenin nükleerlesmesine karsi uygulanan münferit girisimlerin sonuçsuz kaldigina dair bir farkindalik hali belirmisti. Bölgesel baskilar karsisinda ABD, K. Kore’ye bakisini daha 2004’te degistirmek zorunda kalmisti. Ne Çin ne de Rusya, ABD’nin K. Kore’yi dislama politikasini takip etmeye egilimli degildi. ABD, kabul edilebilir bir sonuca varmak için tek yolun bölgesel güçlerin dahil oldugu çok yönlü bir girisim oldugunu kabullendi. ABD, Çin, Japonya, Rusya, Güney ve Kuzey Kore’nin dahil oldugu 6’li Görüsmeler Uzak Dogu’nun güvenligi için uluslararasi bir iskeletin gerekliligini kanitlar nitelikteydi. Ayni mantik, çok isteksizce olsa da Iran için benimsendi. Iran’la müzakere fikri hükümetteki yeni-muhafazakar fanatikleri çilgina çevirdi fakat askeri gerçekler ve siyasi endiseler tesvik ve yaptirimlar içeren ciddi bir diyalogun tesis edilmesi görüsünü güçlendirdi. Bununla birlikte Orta Dogu’da süregelen dengesizlik hali daha militan bir seçenegin hiçbir zaman tamamen rafa kaldirilmasina izin vermedi. Iran gerçegi, Bush hükümetinin bile gerçeklere dayali siyasete olan ihtiyacindan sonsuza dek kaçamayacagini ima ediyordu. “Baska yeni gerçeklikler” yaratmakla geçen 5 yilin faturasi çok agirdi. Irak’taki durum bazi konulari gözden geçirme gerekliligini kaçinilmaz kildi. Bunlarin basinda transatlantik sayginin yeniden tesis edilmesi ve daha derin stratejik isbirligi gelmekteydi. Gerçeklere dayali uyarlamalar ABD’nin Rusya ve Çin ile olan iliskileri için de gerekliydi. Rusya Orta Dogu konularinda giderek daha fazla danisilan, NATO ile yapici bir iliski içine çekilmesi gereken, bir asamada DTÖ’ye alinmasi sart olan ve hatta G7 zirvelerine dahil edilmesi mantikli olan bir ülke halini almisti. Öte yandan Çin’in Dogu Asya’da gelisen rolü, ABD ile olan büyüyen ticaret iliskileri 2001’de DTÖ’ye kabul edilmesiyle sonuçlanmisti. Çin 6’li Görüsmelerin içindeydi. Hemen ardindan Iran nükleer programiyla ilgili uluslararasi görüsmelere taraf olmustu. Çin dünyanin önemli güçlerinden biri olarak anilmaya baslanmisti. Her seyden önemlisi stratejik olarak giderek yakinlasan Rusya ve Çin iliskilerine dikkat vermek gerekiyordu. Bush, ABD-Çin iliskilerini belli bir seviyede sürdürme kararliligini göstermisti fakat gerçek su ki disislerini ilgilendiren birçok önemli konuda Rusya ve Çin çok daha yakin bir durus sergiliyordu. Iki ülkenin çikarlari son zamanlarda çok daha örtüsür hale gelmisti. Her iki rejim de Amerika’nin demokrasiyi dayatma tavrindan rahatsizlik duyuyordu. Her halükarda Çin’in artan önemi ve Rusya’nin toparlanma sürecine girmesi jeopolitik anlamda yeni bir güç ekseni olusmasina neden oluyordu. Çinliler sessiz sedasiz ABD’nin bölgedeki rolünü ikincil kilacak, kendi önderliklerinde bir Asya isbirligi toplumunu destekliyordu. Çin’in siyasi ve ekonomik etkisi Orta Dogu ve Afrika’da da hissedilir olmustu. Bununla birlikte Brezilya ile ekonomik anlamda bir yakinlasma gözden kaçamazdi. Öte yandan Rusya, Venezuela ile siyasi ve askeri iliskilerini pekistirir hale gelmisti. Avrupa’nin enerji anlaminda Rusya’ya giderek daha bagimli hale gelmesi Atlantik ittifakini tehdit eden baska bir unsurdu. Rusya ve Almanya arasinda planlanan boru hatti projesi bazi Avrupa ülkelerinde Ruslarin enerji konusunda santaj yapabilecegi korkusunu dogurmustu. Nükleerlesme konusunda ise ABD, Hindistan’in nükleer güç olmasina müsaade etmekle kalmayip destek vererek K. Kore ve Iran’in nükleer programlarina sinirlama getirebilme kozunu neredeyse tamamen yitirmistir. ABD’nin Hindistan’in nükleer silah kapasitesini gelistirecek bir anlasmaya imza atmasi bugüne kadar bu alandaki çalismalarini asgaride tutan Çin için rahatsiz edici olacaktir. Hindistan’in güçlenmesiyle Pekin’in konuya bakisinin bir hayli degismesi uzak bir olasilik degildir. ABD’nin nükleerlesmeye karsi tutundugu tarafli yaklasimin, Çin’in uluslararasi sistemin genel yapisini yeniden sekillendirme girisimlerini hizlandirmasina neden olacagi beklenmektedir. Etkisi arttikça Çin, kendini küresel bir oyuncu olarak görecek ve ABD tarafindan yaratilmis oyunun kurallarina uyma zorunlulugu hissetmeyecektir. Baris politikasi benimsemesine ragmen Çin mevcut uluslararasi düzenlemeleri yeniden sekillendirmek konusundaki istekliligini açikça beyan etmistir. Uluslararasi rolünü güçlendirmek niyetinde olan Pekin’in Orta Dogu’ya odaklanmasi sasirtici olmaz. Bu bölgede baskin olabilmek için Çin, güvenilir bir petrol müsterisi, rekabetçi bir sanayi ürünleri tedarikçisi ve siyasi olarak samimi bir ortak olacaginin altini çizecektir. Son yillardaki ABD tavrinin aksine Çin, baska halklarin dini veya kültürel aliskanliklarina karsi patronluk taslayan bir yaklasim benimsemeyecektir. ABD’nin 11 Eylül sonrasinda bölgeye karsi aldigi tavir degismezse Çin’in Orta Dogu’daki baskin güç olacagini söylemek yanlis olmaz. ABD’nin uzun vadeli çikarlarini zedeleyen diger konularin basinda fakir ülkelere kapsamli degisiklik yaratacak yardimi esirgemesi, Kyoto Protokolü basta olmak üzere küresel çevre tehditlerine karsi kayitsiz kalmasi sayilabilir. Böyle bir karneye baktigimizda ABD’nin küresel tecridinin artmasi ve Bush’un liderlik vasiflarina karsilik olarak dünya genelinde süpheciligin artmasina sasmamak gerekir. Küresel Lider olarak Bush tarihi firsati tamamen yanlis anlamistir ve sadece 5 yil içerisinde ABD’nin jeopolitik konumunu ciddi ve tehlikeli sekilde sarsmistir. Bush Amerika’yi tehlikeye atmistir. Avrupa yabancilastirilmistir. Rusya ve Çin ise daha yaptirimci ve hareketleri daha uyum içindedir. Asya sirtini çevirmekte ve kendini tekrar yapilandirmaktadir. Bu ortamda Japonya sessizce kendi güvenligini garanti edecek bir yol aramaktadir. Latin Amerika’da popülist ve ABD karsiti bir siyaset agirlik kazanmaktadir. Orta Dogu bölünmektedir ve neredeyse patlamanin esigindedir. Islam dünyasinda dini ihtiraslar ve emperyalist karsiti milliyetçilik yükselistedir. ABD politikalari küresel çapta bir korku ve hatta nefret kaynagidir. Yeni ABD baskani Amerika’nin mesrulugunu tekrar tesis edebilmek için inanilmaz bir çaba sarf etmek zorunda kalacaktir. Bununla birlikte siyasi olarak uyanmis ve emperyalist güçlere karni tok bir dünyada derinlesen sosyal sorunlara kalici çözümler sunmak zorunda kalacaktir. 8 2008 Sonrasi ve ABD’nin Ikinci Sansi Küresel liderlerin tamami da kendi tarihsel durusunu tanimlamistir. I.Bush geleneksel istikrari korumak için güce ve mesruluga güvenen bir devlet adamiydi. Clinton, sosyal refahin savunucusuydu ve ilerlemenin yolunu küresellesme olarak görüyordu. II.Bush, kötülügün güçlerine karsi kendi baslattigi varolus mücadelesini devam ettirmek için ulusal korkulari sömüren kötü çocuktu. Buna göre her baskan Amerikan halkinin kalbini baska bir yöntemle kazanmaya çalisti. Peki; Amerika nasil bir liderlik performansi sergiledi? Tek kelimeyle berbat! Elbette 1991’e kiyasla 2006’da belli alanlarda (örnegin askeri açidan) ABD daha fazla güç kazanmis olabilir fakat ülkenin küresel gerçekleri sekillendirme kapasitesi belirgin sekilde azalmistir. Küresel lider olarak taçlandirildiktan 15 yil sonra ABD siyasi olarak muhaliflesmis bir dünyada daha korkak ve tecrit olmus bir demokrasi halini almaktadir. Soguk Savasin sona ermesinden sonra ABD politikasinin iki firsati elinden kaçirdigini söylemek yanlis olmaz. Bunlardan ilki, ortak stratejik bir gündemi olan Atlantik toplulugunu yaratma dirayetini gösterememesidir. Bu gerçeklesseydi dünyanin çesitli yerlerinde barisi saglamak ve nükleerlesme sürecinin yayilmasina engel olmak konusunda çok daha etkili olabilirdi. Kaçan ikinci firsat, o dönem gördügü sayginligi degerlendirmemesi nedeniyle Israil-Filistin sorununu kararli bir durusla çözüme kavusturmamasidir. ABD bunu basarabilmis olsaydi tüm itibarini yitirmesine neden olan Irak savasina girmeyebilir ve belki de sadece Orta Dogu’nun degil dünyanin nefretini üzerine çekmeyebilirdi. Amerika’nin ikinci bir sansi olacak mi? Elbette. Bunun en büyük nedeni Amerika’nin potansiyel olarak oynayacagi rolü dünyada baska hiçbir ülkenin gerçeklestirecek kapasiteye sahip olmamasidir. Akil sahibi IV. Küresel Lider, ABD’ye karsi az da olsa kalan müsamahayi en iyi sekilde degerlendirmelidir. ABD karsiti görüs tarihinin zirvesine ulasmis olsa da sorumluluklarinin ve halklarin yüzlestigi zorluklarin farkinda, dis iliskilerinde dayatma yerine karsilikli uzlasmaya dayali yeni bir yaklasim sergileyen bir Amerika dünya insanini kendine tekrar çekebilme sansina sahip olabilir. Bunun kolay olmayacaginin herkes farkindadir. ABD’nin siyasi güvenilirligini ve mesrulugunu tekrar kazanmasi olaganüstü emek ve büyük bir beceri gerektirecektir. Yeni baskan ABD’nin yakin tarihteki basarilarindan ve daha önemlisi hatalarindan stratejik anlamda büyük dersler çikarmalidir. Spesifik siyasi konulardan öte ABD’nin gelecekte dünya lideri olarak kabul görmesi asagidaki çok karmasik sorulara verilecek cevaplara baglidir: Amerikan sisteminin yapisi: Amerikan sistemi sadece ABD’nin çikarlarini degil ayni zamanda dünya çapinda güvenligi ve refahi ileriye tasiyacak küresel bir politikayi gelistirecek ve sürdürebilecek kapasiteye sahip mi? Beklentilerin arttigi bir dünyada Amerikan sosyal modeli: Amerikan toplumu, küresel lider rolünü sürdürebilmek adina dünyanin kalanindaki egilimleri dikkate alip kendi yasam tarzini belli oranda gözden geçirme ve degisime göre yeniden uyarlama iradesini gösterebilir mi? Amerika’nin dünyanin yeni halini kavrayabilmesi: Amerikan halki küresel siyasi uyanis devrinin kendisi için gerçekten ne anlama geldigini idrak edebiliyor mu? Dis Siyaset Gelistirme Süreci ABD’nin uzun vadeli küresel liderligi tesis etmesi ve sürdürebilmesi önünde bazi yapisal engeller bulunmaktadir. Amerika günümüzde dünya ile iç içe geçmis durumdadir. Fakat basindaki liderler degisen yurt içi atmosfere duyarli olmakla birlikte sürekli evrilen yurt disi dinamikleri algilamakta genellikle geç kalmaktadir. Dünya çapinda etkinligi olan politikalarin gelistirilmesi agirlikli olarak yurtiçi uyaranlara verilen bir yanit niteligindedir. Bunun ötesinde, küresel stratejiler gelistirmek için yasama ve yürütme organlarinin ortak çalistigi kurumsallasmis bir mekanizma olmayisi sorunu derinlestirmektedir. Bu yönde bir çalisma yapilmasi faydali olacaktir. ABD dis politikasinin satilik olduguna dair genis kitlelere yayilmis kaninin de degistirilmesi elzemdir. Amerika’daki dis baglantili lobilerin ne kadar güçlü ve bazi kararlar da gereginden fazla etkin oldugu su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekler dis siyaset anlayisinin bölünmesine neden olmakta ve Amerika’nin ulusal çikarlarina zarar vermektedir.2 Örnegin Yahudi lobisi baskisiyla ABD’nin Israil-Filistin ihtilafinda tarafsizligini koruyamamasidir. Yasama ve yürütme organlari arasinda daha sistematik bir planlama ve danisma sürecine ek olarak lobi faaliyetlerinin daha siki kurallara tabi olmasi gerekmektedir. Bu kapsamda harici güçlerin ABD içindeki dis siyaset lobilerini destekleme ve mali olarak beslemesinin önüne geçilmelidir. Dahasi, lobilerin kendileri daha yakin denetime alinmali ve parasal faaliyetleri hakkinda hesap vermek durumunda olmalidirlar. Amerikan Sosyal Modeli Asiri tüketim, maddiyata ve rahata düskünlük, sosyal dejenerasyon ve toplumun dünyanin kalanina karsi ilgisizligi ABD’nin etkin küresel liderlik adina dünya çapinda albenisi olan bir platform yaratmasini zorlastirmaktadir. Liderlik görevini üstlenebilmesi için Amerika’nin küresel gerçeklere hassas olmasi yeterli degildir. Ülke olarak Amerikan sosyal modelinin temel hatalarini düzeltmesi gerekmektedir. Bazi kesimlerin daha önce önerdigi gibi bu yönde atilacak önemli adimlardan biri her genç Amerikali için belli bir dönemi kapsayacak bir çesit zorunlu hizmet sistemini tesis etmek olacaktir. Küresel çikarlara hizmet edecek zorunlu hizmet dönemi, ABD’nin akilci ve samimi küresel liderlik vasiflari için elzem olan sivil bilincin artmasina yol açacaktir. Bu görev gençlerin idealist güdülerini tatmin edecegi gibi daha büyük ve bireysellikten uzak bir amaç için çalismanin ne demek oldugunu ögretecektir. Böylesi bir hamle ABD’nin yapmasi gereken uzun vadeli sosyal seçimler hakkinda toplumun belli bir bilince erismesine yardimci olacaktir. 2 Özetleyenin notu: Bu konu Türkiye’yi de yakindan ilgilendirmektedir. Örnek vermek gerekirse ilki, 1974 yilinda ADB’nin Yunan lobisi etkisi altinda Türkiye’ye uyguladigi silah ambargosudur. Ikincisi ise Ermeni lobi faaliyetleri nedeniyle gündemimizden hiç düsmeyen sözde soykirim tasarisinin senatodan geçme tasarisi ve T.C.’ye uygulanan baski ve potansiyel yaptirimlardir. Yapici bir küresel politika hayata geçirmek için ABD’nin bilinçli ve egitilmis bir topluma sahip olmasi gerekir. Fakat ne yazik ki böylesi bir görevi olan ülkenin vatandaslari dünyanin kalanina tarif edilmez bir ilgisizlikle yaklasmaktadir. Halkin çogunlugu dünya tarihi ve cografya hakkinda hiçbir sey bilmemektedir. ABD üniversite ögrencilerinin sadece %1’i yurt disinda egitim almaktadir. Gençlerin çogu diger dünya ülkelerinin nerede oldugundan bile habersizdir. National Geographic tarafindan yapilan bir ankete göre genç ABD’lilerin %85’i Irak ve Afganistan’in, %60’i Ingiltere’nin ve %29’u Pasifik Okyanusu’nun yerini haritada gösterememektedir! Toplumsal ilgisizlik ve cahillik, korku ile kolayca bütünlesmekte ve ABD’nin dünya düzeninde ne yapmasi gerektigine dair herhangi bir tartisma ortaminin olusmasina engel olmaktadir. Yeni dönemde ABD baskani temel egitime büyük önem vermek durumundadir. Baskan, ABD’nin küresel sorumlulugu hakkinda topluma daha sik hitap etmelidir. Kullandigi dil korku yaratmamalidir, bilinç yaratmak ve problem çözmekten yana tavir almalidir. Küresel Siyasi Uyanis Günümüz huzursuz dünyasinda ABD, evrensel insan onurunu tesis etme arayisiyla kendini bütünlestirmelidir. Bu onur ve haysiyet içinde özgürlügü ve demokrasiyi barindirmali; kültürel çesitlilige saygi duymaya ve insan hayatinda süregelen esitsizliklerin üstesinden gelmeye kendini adamis olmalidir. Siyasi uyanis cografi anlamda küresel düzeye ulasmistir. Sosyal ölçekte çok daha kapsamli, demografik profil olarak çok daha gençtir. Okuma-yazma oraninin artmasi, iletisim olanaklarinin yayilmasi gibi nedenlerden ötürü ani siyasi hareketlenmeye, ilham kaynaklarinin birden degisebilmesine çok daha yatkindir. Bunun sonucu olarak modern popülist siyasi tutkular, birlestirici bir doktrinin yoksunlugunda bile çok uzaktaki hedeflere yönelebilmektedir. ABD küresel siyasi uyanisin hedefi olma tehlikesinin üstesinden gelmek için kimligini evrensel insan haysiyetini temel alarak olusturmalidir. Evrensel insan haysiyeti, özgürlük ve demokrasiyi kapsar ama bununla sinirli kalmamalidir. Buna ek olarak sosyal adalet, cinsiyet esitligi ve her seyden önemlisi dünyada var olan kültürel ve dini mozaige saygili olmak gelmektedir. Sabirsizca disaridan dayatilan bir demokrasinin neden basarisizliga mahkum oldugunun baska bir nedeni de bu kavramlarin görmezden gelinmesidir. Istikrarli liberal bir demokrasi asamali olarak beslenmeli ve içeriden tesvik edilmelidir. *** Küresel bir dönemin baslangicinda baskin olacak gücün ruh, içerik ve kapsam olarak gerçekten küresel çapli bir dis siyaset benimsemekten baska çaresi yoktur. Amerika’nin evrensel olarak emperyalizm-sonrasi çagda kibirli ve küstah bir sömürgeci, küresel olarak birbirine hiç olmadigi kadar bagli bir dünyada bencilce duyarsiz, dini anlamda çok çesitli bir dünya toplumunda kültürel olarak kendini üstün gören bir ülke olarak algilanmasi bir facia olacaktir. Böyle bir durum Amerikan süper gücünün ölüm fermani olur. ABD’nin 2008 sonrasi dönemdeki ikinci sansini birincisinden çok daha iyi degerlendirmesi gerekmektedir çünkü üçüncü bir sans olmayacaktir. Amerika gerçek bir Soguk Savas sonrasi küresel disisleri politikasini acilen hayata geçirmelidir. Bunu basarmak olanaksiz degildir ancak bir sonraki baskanin siyasi olarak uyanmis bir insanligin beklenti ve isteklerini Amerikan varligiyla çok mükemmel bir sekilde örtüstürmesi gerekecektir.
1 Özetleyenin notu: Felsefik anlamda yasamda iyilik ve kötülük ilkesinin birlikte var olmasini ileri süren ögreti. Fakat Bush bu felsefeyi “ya bizdensin ya onlardan” seklinde kurgulamistir.
Giderek daha çok “yeni-muhafazakarlik” olarak anilan bu ortak görüs, on yil boyunca çesitli toplanti ve yayinlarda sistematiklestirilmis, anlatilmis ve yayilmistir. Esasinda iman sahipleriyle özdeslestirilen tarzda körü körüne bir cosku ve hevesle kapsamini genisleten “yeni- muhafazakar” doktrin Soguk Savas sonrasi açilan dünyanin ihtiyaç duydugu kapsamli vizyondan yoksundu. Temelde emperyalizmin güncellenmis hali gibiydi. Ne yeni dünyanin gerçekleriyle ne de beraberinde gelen sosyal degisimle ilgileniyordu. Aslinda tek gündemi yeni- muhafazakarlarin Ortadogu’daki spesifik öncelikleriydi. 11 Eylül saldirilarinin neden oldugu korku ve öfke ortamiysa yeni-muhafazakar görüsün inanilmaz bir destekle benimsenmesine neden oldu. 11 Eylül olmasaydi bu doktrin muhtemelen asla bu kadar destek görmeyecekti ancak bu felaket bu görüse bir gerçeklik kazandirdi. 11 Eylül bu doktrinin iç siyasete yayilmasina da neden oldu. Terörizm korkusu sosyal tahammülsüzlüge dayanan yeni bir siyasi kültürün olusmasina yol açti. Orta Dogu ülkelerinden gelen saygin insanlar bile ayirimciliga maruz kaldi. Hatta etkin ulusal güvenlige engel olabilecegi endisesiyle insan haklari bile sorgulanir hale geldi. Bu iki görüs – küresellesme ve yeni-muhafazakarlik - siyasi arenayi eline geçirerek alternatif görüslerin gölgede kalmasina neden oldu. Yine de, Soguk Savasin sona ermesiyle gelen rahatlama basta ahlaki ve kültürel konular olmak üzere Batinin durumu hakkinda kaygilarin olusmasina engel olamadi. Ahlaki bir istikametten giderek sapan Bati kültürünün uzun vadeli sürekliligi hakkinda sorular ortaya atilmaya baslandi. Böyle bir istikrarsizlik zihnimde “komünizmin yenilgisi gerçekten demokrasinin zaferi mi”tarzinda sorular belirmesine neden oldu. Bu soru öncelikle eski komünist Dogu Avrupa ülkelerine ve daha sonra çöken Sovyetler Birligine odaklaniyordu. Avrupa’nin çekiciligi Dogu Blogu ülkeleri için yeterince iyi bir örnek teskil ediyordu. Avrupa’ya olan tarihi ve cografi yakinlik 40 yillik komünist doktrinin üstesinden gelmelerine yetebilirdi. Komünist bir geçmise sahip Rusya için bu degisim iki kat daha külfetli oldugu gibi çok daha karmasikti. Buna göre mantikli olani Bati’nin Rusya’yi Avrupa ile daha da yakinlastiracak uzun vadeli politikalar gelistirmesiydi. Ancak Washington’da aktif olarak bu konuya yaratici çözümler getirme çabasi gördügümü söylemek güç. Baskin toplum inançlarinin özü hakkinda Bati’yi kemiren felsefi huzursuzluk, bende Amerika’nin günümüzde karsi karsiya kaldigi zorluklar açisindan çatisan iki vizyonun tarihsel olarak yetersiz kaldigi endisesinin ortaya çikmasina neden oldu. Bu zorluk stratejik oldugu kadar felsefikti. Üst ve orta sinif insanlar için cevap iki kelimeden olusuyordu - hedonistik görecelilik. Onlara göre iyi hayatin belirleyicileri Dow Jones sanayi ortalamasi ve petrol fiyatlariyla sinirliydi. Durum eger böyleyse Bati’nin “hedonistik göreceliligi” ile birden fakirlesen eski Sovyet halklariyla siyasi uyanisa geçen gelismekte olan ülkelerin “muhtaç mutlakiyetçiligi” arasindaki ihtilaf, küresel bölünmeyi derinlestirmekten baska bir ise yaramayacakti. Cevap daha kapsamli bir ahlaki tanimlamada yatiyor. Bunu tesis edemeyen bir ABD’nin küresel liderligi daima mesruluktan uzak kalacaktir. Siyasi cazibesi olan ahlaki bir dürtünün insaniyete dair endiselerle harekete geçmesi gerekir. Insan haklarini güçlendirmeli, toplumun beklentilerine cevap verebilmeli, bölünmeyi degil karsilikli uzlasiyi desteklemelidir. Aksi durumda, ahlaki inanç eksikligi krizlerle beslenen ve yeni korkular yaratan demogojiye firsat tanir. Esasinda 1990’dan beri ortalikta temel bir soru vardir: Amerika, Insanligin siyasi ve sosyal beklentilerinin artik pasif olmadigi ve çesitli din ve kültürlerin interaktif iletisim sayesinde birbirine giderek yaklastigi bir dünyada, dünyaya liderlik edecek vasiflara sahip midir? Bu kitabin konusu olan üç baskana bu sorulara felsefik degil gerçek siyasi seçimlerle cevap verme firsati taninmistir. Bu baskanlardan ilki, sira disi bir ortamda geleneksel siyasetin pesinden kosmus; ikincisi küresellesmenin mitolojik bir yorumunu kucaklamis ve çözümü orada aramis; üçüncüsü ise iyi ve kötü kutuplar arasinda kaldigi algilanan bir dünyada devamliligini militan bir kararlilikla sürdürmeye çalismistir. *** 3 Büyük Hata ve Kaçan Firsatlar “Yeni Dünya Düzeni” George H. W. Bush’un kendi küresel görüsünü tanimlamak için adeta kendine tescilledigi bir deyim halini almisti. Fakat bu söz ne ona aitti ne de dis politika ilkesini tam olarak tanimlayabiliyordu. Gorbaçov, bu sözü Bush’tan çok daha önce kullanmisti. Bush, Gorbaçov’un sloganini kendine mal etmeyi bildi ancak bunu ciddi bir sekilde hayata geçirme dirayetini gösteremedi. I. Bush iktidari Avrasya’da inanilmaz degisikliklerin meydana geldigi bir döneme denk geldi. Balkanlar, Orta Dogu, Uzak Dogu ve de Sovyet blogunun kendi içinde fay hatlari derinlesiyor, beraberinde etnik ve dini huzursuzluk getiriyordu. Kitalari kapsayan bu çalkantilar karsisinda Bush’un güçlü yanlari kadar zayifliklari da bir bir ortaya çikti. Sovyetler’in çöküsünü büyük bir sogukkanlilikla idare etmis, Saddam’in hirçin emellerini, arkasina uluslararasi destegi alarak hatiri sayilir diplomatik beceri ve askeri manevralarla bastirmistir. Fakat her iki zaferi de sürdürülebilir tarihi bir basariya dönüstürme becerisini gösterememistir. Tarihte bir dönem sona erip yenisi baslarken Bush’un önceliklerini belirlemesi, yarindan da ileriye bakmasi ve seçtigi istikamet hakkinda net bir fikre sahip olmasi gerekiyordu. Bu sorumluluklari ne yazik ki tam olarak yerine getiremedi. I. Bush iktidarinin yüzlesmek zorunda kaldigi inanilmaz degisimleri hatirlamak için asagidaki listeye bakmak faydali olacaktir. Ocak 1989-Aralik 1991 Dönemi Uluslararasi Kronoloji Subat 1989 – Bush’un iktidara gelmesinden günler sonra Sovyet güçleri Afganistan’dan çekilir Eylül 1989 – Sovyet blogunda komünist olmayan ilk hükümet demokratik seçimle Polonya’da kurulur. Bu hareketi sirasiyla Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan ve Romanya takip eder. Haziran 1989 – Çin’de demokratiklesme yanlisi ögrenci ayaklanmasi kanli Tiananmen Meydani olaylariyla bastirilir. Kasim 1989 – Dogu Avrupa’daki degisim rüzgari Berlin Duvari’nin yikilmasina ve akabinde Almanya’nin birlesmesine neden olur. Agustos 1990 – Saddam, belki de Iran’la olan savasin zararlarini kapatma niyetiyle Kuveyt’i isgal eder. 1990 – Sovyet sisteminin yasadigi kriz ABD’nin Küba ve Latin Amerika’daki Amerikan karsiti hareketlerle daha rahat basa çikabilmesine neden olur. Haziran 1991 – Hirvatlar ve Slovenlerin Yugoslavya’dan bagimsizliklarini ilan etmesiyle kanli bir iç savas patlak verir. 1990-1991 - Önce Litvanya, Estonya ve Letonya’dan olusan Baltik ülkeleri daha sonra Azerbaycan ve Gürcistan bagimsizliklarini ilan eder. Agustos 1991 –Yeltsin’in elini güçlendiren Gorbaçov karsiti hareket sonrasinda Sovyet Komünist Partisi lagvedilir. Sovyetler Birligi 3 ay sonra tarihe karisir. Aralik 1991 – 50 milyon Ukraynali bagimsizliktan yana oy verir. Yukarida yer verilen olaylarin çogu, uluslararasi düzeyde karmasik sonuçlari beraberinde getirdi. Günümüz devlet baskanlarinin birkaç uluslararasi krizle yüzlesmesi anormal degildir ancak, bu kadar tarihi olayin bu kadar kisa bir dönemde meydana gelmesi gerçekten sira disiydi. Tarihte koca bir dönem adeta bir anda sona ermisti. Bu kapsamda yeni dünya düzenine dair inançli olmak olaylara en azindan bir boyut kazandirmak adina yardimci bir olguydu. Güven ve umut verici olmasina karsin çok çesitli siyasi tepkileri gerekçelendirecek kadar da muglak bir zamandi. Diplomasinin Zaferi Iktidara yeni gelen Bush hükümetini bekleyen en acil görev, kademeli olarak çözülen komünist dünyanin idaresiydi. Bu güç küresel bir rakip olmaktan çikarilmali fakat bu uluslararasi bir karmasaya neden olmaksizin yapilmaliydi. Tek bir amaç olabilirdi – degisim. Komünist dünyadaki karmasa Sovyet blogu ile sinirli degildi. Çin’de patlamanin esiginde bir bomba gibi duruyordu. Siyasi hakimiyet ile sosyoekonomik liberallesme arasindaki çizginin giderek siliklesmesi Çin komünist rejiminin de ansizin çökebilecegi izlenimini veriyordu. Dünyanin en kalabalik komünist baskentine ABD’deki Özgürlük Anitini fazlasiyla andiran “Demokrasi Tanriçasi” anitinin dikilmesi sembolik olsa da büyük önem tasiyordu. Sovyet sisteminin büründügü depresif ruh hali Çin’de demokratik bir devrimin habercisi miydi? ABD, stratejik çikarlarini tehlikeye atip bu devinime katki saglamali miydi? Çin’de iç savas çikma olasiligi var miydi? Demokrasi yanlisi ögrenci ayaklanmasi, bu sorulara cevap bulamadan Tiananmen Meydani olaylariyla acimasizca bastirildi. Esasinda Çin’deki huzursuzluk Bush’u ciddi bir ikilemle karsi karsiya birakiyordu. Carter döneminde ABD ile Çin arasinda düzelen stratejik iliskilere zarar vermek istemiyordu. Iste bu nedenden ötürü I. Bush’un Çin’de yasanan olaylar hakkindaki yorumu hafif bir sitemden öteye geçmedi. Bununla birlikte Çin yönetimine birinci elden verilen mesajda ABD, Polonya’daki demokratik harekete verdigi destegi Çin’de tekrar etmeyecegini söylüyordu. Dogu Avrupa’da ise dinamikler bambaskaydi. Yasanan degisimler hem Gorbaçov hem de Bush’un kontrolü disindaydi. Polonya’da 1989’da hiz kazanan Dayanisma Hareketi Almanya’nin bölünmüs olarak kalma olasiligini fazlasiyla zorlastiriyordu. Komünist rejimlerin kademeli olarak düsmesi Berlin Duvarinin yikilmasina neden olmus Almanya’nin birlesmesi konusunu gündemin basina tasimisti. Gorbaçov Sovyet sistemini bu degisim rüzgarindan korumaya çabaladi ancak engel olamadi. Bush’un zafer ani gelmisti. Sovyetler, Dogu Avrupa’da yasanan siyasi degisimleri kabul etmek zorunda kaldigi gibi olaylarin kazandigi ivme ile Almanya’nin, Bati’nin kosullari çerçevesinde birlesmesi önünde hiç bir engel kalmamisti. Mayis 1990’da Beyaz Saray’da yapilan bir toplantida Gorbaçov Almanya’nin birlesmesini ve tek ülke halinde bir NATO müteffiki olarak kalmasini kabul etti. Karsiliginda Soguk Savasin neden oldugu bölünmüslügün yerine isbirligine dayali küresel bir sistem olusturmada Sovyetler Birligine önemli roller ve beraberinde mali yardim verilecekti. Yeni dünya düzeni büyük güçlerin isbirligine dayali olacakti. Sovyetler Birligi, günümüz Rusya’si disindaki imparatorlugunu yitirecekti ancak önemli bir küresel oyuncu olarak görülmeye devam edilecekti. Dogu Alman rejimini stratejik olarak izole eden Polonya Dayanisma hareketi ve bunun Dogu Avrupa’da neden oldugu etkiler olmustur. Polonyalilar sadece kendilerini özgürlestirmekle kalmayip Gorbaçov’u üstesinden gelinmesi imkansiz olan bir sorunla bas basa biraktilar. Almanya’nin birlesmesi onlarin yarattigi devinimle olmustur. Sovyet lideri için madalyonun daha iyi sayilabilecek yüzü ise karsit hareketi dengelemek ve Sovyetler Birligi’ne “yeni dünya düzeni” ‘ni sekillendirmekte ABD ile es güdümlü bir rol kazandirmasi olmustur. Bu en azindan Gorbaçov’un kisisel bakis açisini temsil ediyordu. Bu süreçte Bush’a hakkini vermeden geçemeyiz. Sovyet meslektasini küresel bir isbirligi vizyonuyla ayartarak Sovyet imparatorlugunun Avrupa’da çökmesine razi etmistir. Almanya’nin 1990’larin sonunda birlesmesi, Avrupa’daki siyasi agirlik merkezinin ve buna bagli olarak küresel jeopolitik dengenin de degismesiyle sonuçlanmistir. Rus güçlerinin Almanya’yi terk etmesi ve komünist rejimin Dogu Avrupa’dan çikmasi Sovyetlerin II. Dünya Savasi sirasinda edindigi kazanimlarin tamamindan vazgeçmesi anlamina geliyordu. Bunlara ek olarak, birlesmis ve kendine güveni yerine gelmis Almanya, Avrupa’nin daha da entegre bir yapiya bürünmesi için gerekli itici gücü saglayacakti. Bati’li bir Avrupa’nin eski Dogu Blogu ülkelerine dogru yayilmasi kaçinilmaz görünüyordu. Bu süreçte cevap bekleyen sorularin basinda bu noktaya kadar sasirtici sekilde barisçil süregelmis olan “yeni gerçeklere alisma” sürecinin Sovyetler Birligi’ndeki çalkantilar karsisinda ayni sekilde devam edip etmeyecegiydi? Belirsizligi daha da derinlestiren baska bir dinamik Tito sonrasi Yugoslavya’daki huzursuzluk ortamiydi. Yugoslavya’daki siddet potansiyelini yeterince ciddiye almayan ve Tito’nun becerileriyle ayakta kalmis federal düzenlemelerine gereginden fazla güvenen Bush, hizla tirmanan Yugoslav krizi karsisinda tam anlamiyla hazirliksiz yakalandi. Merkezi hükümetin güçlerini yeniden tanimlamakta geciken ülkede baskin olan Sirplarla, federasyonun iki temel tasi Sloven ve Hirvat toplumlari arasinda zitlasmaya neden oldu. Slovenya ve Hirvatistan’in 1991’de bagimsizliklarini ilan etmesiyle Sirplarla aralarinda uzun ve kanli bir savas patlak verdi. Bu gelismeler Bush hükümetinin Sovyet blogunda da benzer gelismeler yasanabilecegi endiselerini güçlendirdi. Bu süreçte belki de en önemli hata, Bush’un Rusya haricindeki milliyetçi hareketi fazlasiyla küçümsemesi olmustur. Zamaninda medyaya sizan bazi raporlar Bush hükümetinin Moskova’nin “güçlü bir yönetim merkezi” olarak kalmamasindan endise duydugunu gösteriyordu. Buna bagli olarak Bush, Ukrayna baskenti Kiev’de yaptigi konusmada Sovyetlerde süregelen reformlardan duydugu memnuniyeti dile getirdi. Bunun üzerine bagimsizlik mücadelelerine destek bekleyen Ukraynalilar hayal kirikligina ugradi. Neyse ki bu, Bush hükümetinin kalici tavri degildi. Takip eden kisa süre içinde cereyan eden olaylar zaten konusulanlarin tamamini geçersiz kilacakti. Gorbaçov’u iktidardan düsürmek için basarisizlikla sonuçlanan bir girisimin hemen ardindan Ukrayna’da baslayan bagimsizlik yürüyüsü ABD’nin de kayitsiz kalamayacagi bir hale dönüstü. Ukrayna bagimsizligini ilan etti ve hükümetin kabul etmekten baska çaresi kalmadi. Sovyetler Birligi’ne gelecek son ölümcül vurus Baltik ülkelerinin bagimsizligi oldu. Büyük bir isteksizlik gösterse de Gorbaçov’un bu olayda da yapacak bir seyi yoktu. ABD yeni devletleri hemen tanidi. Bu dönemde siyasi olaylarin, siyasi kararlarin çok önünde ilerledigini söylemek yanlis olmaz. 1991 sonuna gelindiginde Gorbaçov ve Sovyetler Birligi tarihe karismisti. Bir ideoloji, emperyalist bir sistem, nükleer güce sahip hirsli bir ülke ve bir zamanlar esasli sayilan totaliter bir rejimden geriye topraklarinin %70’inden, nüfusunun %55’inden yoksun ve yardima ihtiyaci olan bir Rusya ve Boris Yeltsin kalmisti. Iste bu noktadan sonra Sovyet nükleer silahlarinin tehlikeli ellere geçmesine engel olmak Bush iktidari için birincil öncelige dönüstü. ABD diplomasinin bagimsizligina yeni kavusmus Ukrayna, Beyaz Rusya ve Kazakistan gibi ülkelerde kalan nükleer silahlari Rusya’ya iade etmesini saglamak gibi sikintili bir mesgalesi vardi. Bu zahmetli ve zaman alici bir ugrasti ama ABD’nin o dönem gördügü büyük hürmetin de etkisiyle Bush ekibi bunu büyük bir beceriyle gerçeklestirdi. Olaylarin gelisme hizi ve her birinin kendine özgü inanilmaz zorlugu Bush hükümetini ne yazik ki fazlasiyla yordu ve tüketti. “Kötü Imparatorluk” parçalanmisti ancak zaferi takip eden dönem için bir yol haritasi çizmeye zaman yok denecek kadar azdi. ABD baskanlik seçimleri arifesine gelinmisti ve tek bir kisinin söhretine dayanmak ve muglak bir slogana güvenmek fazlasiyla cazip bir seçenek olarak görünüyordu. Bu nedenlerden ötürü Rusya’ya karsi benimsenen politika sadece retorik açisindan zengin, yapilan jestler ise bonkör ve stratejik olarak bostu. Yeltsin büyük bir demokrat lider olarak lanse ediliyordu. Fakat Rusya’yi Avrupa’ya siki sikiya baglayacak, siyasi ve sosyoekonomik degsimi tesis edecek kapsamli bir program gelistirmeye fazla özen gösterilmedi. Bu süreçte Rusya hatiri sayilir maddi yardimdan da yoksun birakilmadi. 1992’ye kadar çesitli amaçlarla Rusya’ya giden para neredeyse 60 milyar dolar seviyesine ulasmisti. Fakat ne yazik ki, bunun çogu hortumlandi. ABD ve Avrupa, Rus hükümetini demokratik bir ortak olarak pohpohluyordu fakat Rus toplumu esi görülmemis bir fakirlik içinde bocaliyordu. 1992’ye gelindiginde ekonomik durum Büyük Buhrani aratmayacak haldeydi. Durumu iyice dibe sürükleyen oyuncularin basinda, özellestirme ambalaji altinda ülkenin basta sanayi ve enerji varliklarini ele geçirmeye göz dikmis Bati’li danismanlar ve isbirligi içinde olduklari sözde Rus reformculari geliyordu. Karmasa ve yolsuzluk yeni ilan edilen Rus demokrasisi ile adeta dalga geçer gibiydi. Kafalari daha da karistiran Rusya’nin ülke olarak konumuydu. Sovyetler Birliginin çözülmesi ardindan ortaya Bagimsiz Devletler Toplulugu adi altinda yeni bir olusum çikti. Fakat bu kavram Rus olmayan ülkelerin ulusal özlemleri karsisinda fazla ragbet görmedi. Sovyetlerin çöküsü onlar için tam bagimsizliktan baska bir anlama gelemezdi. Takvimler 1992’yi gösterirken Bush hükümeti bu yeni konulari kapsamli bir sekilde ele almak için fazla zamanlari olmadigini öngöremedi. ABD baskanlik seçimlerine sadece bir yil kalmisken Bush ve ekibi Sovyet dönemi sonrasi Rusya sorunlarini bir süreligine (yeniden seçilene kadar) akisina birakmayi tercih etti. Yeni dünya düzeni Yeltsin’in Rusya’sini kapsayacak sekilde yeniden tanimlanmisti ancak bunun altini yeterince dolduramadilar. Basdanismanlarinin hatali yönlendirmesiyle Bush, Tito sonrasi Yugoslavya’yi da benzer sekilde oluruna birakti. Hükümetin Afganistan politikasi da ayni oranda pasif bir yaklasima büründü. 89’da Sovyet ordusu, ülkeyi terk ettiginde Afganistan mahvolmus bir haldeydi ve ekonomisi tamamen çökmüstü. Halkin %20’si komsu ülkelerde mülteci olarak yasamaya çalisiyordu ve etkin bir merkezi hükümetten yoksun birakilmisti. Kabil’deki Sovyet destekli rejim birkaç ay içinde iktidardan indirilmis ve direnisçilerin eline geçmisti. Bush, Afganistan’i siyasi istikrara kavusturmak ve ekonomisini ayaga kaldirmak için fazla çaba göstermedi. Bu ilgisizligin neden olacagi sorunlar Bush baskanliktan gittikten çok sonralari da hissedilecekti. Tüm bunlara ragmen Bush’un bu süreç boyunca Gorbaçov’u idare edis sekli tarihi bir basaridir. Dogu Avrupa’da ve Sovyetler Birligi bünyesinde esi görülmemis siddete ve belki de bir Dogu- Bati çatismasina tanik olabilirdik. Bunun yerine NATO müttefiki ve AB tarafindan kucaklanan tek bir Avrupa, tarihi dengeyi Bati’nin lehine çevirdi. Zaferi Yüzüstü Birakmak 1990 Sonbaharina gelindiginde Bush’un karsisinda baska bir sorun vardi. Sovyet imparatorlugu diye bir sey kalmamisti, Sovyetler Birligi’nin yok olmasina sadece bir sene kalmisti. Rusya Bati’dan gelecek finansal yardima muhtaçti ve ABD tüm dünyaya sözünü geçiren bir konumdaydi. Bush önünde Sovyetler Birligi engeli olmaksizin istedigi gibi hareket etme özgürlügüne sahipti. Tabiri caizse, deli cesaretiyle Irak güçlerini Kuveyt’i isgale etmeye gönderen Saddam’in hesaplari çok farkli olmaliydi. Belki hem ABD hem de SSCB’nin kendi isleriyle fazlasiyla mesgul oldugunu sandi. Belki de hala Sovyet’lerin BM Güvenlik Konseyi’ndeki agirligina güveniyordu. Sovyetler Birligi, öncesindeki 30 yil boyunca Orta Dogu genelindeki siyasi ve askeri varligini güçlendirecek planlar uyguluyordu. Özellikle Irak ve Suriye Sovyet askeri teknolojisinden yararlaniyor, Irak askeri kurumu ve de taktikleri Sovyet generalleri tarafindan sekillendiriliyordu. Sovyetler Birligi’nin Irak’in bölgesel emellerine destek vermeyi sürdürmesi gayet olasi görünüyordu. Saddam, Vietnam deneyimi geçirmis ve Dogu Avrupa’daki gelismelere odaklanan bir ABD’nin güç kullanarak cevap verme egiliminde olmayacagini düsünüyor olmaliydi. Belki de en büyük hatasi yeni jeopolitik gerçekleri göz ardi etmek oldu. Yasanan gelismeler akabinde Bush, dünyanin ilk küresel lideri konumuna yükselmisti ve ABD, dünyanin tek süper gücü olarak dimdik ayakta duruyordu. Böyle bir ortamda, Irak’in Kuveyt üzerindeki tarihsel iddialari ne olursa olsun, Saddam’in seçtigi yol sadece ABD’nin Basra Körfezindeki geleneksel rolüne degil ayni zamanda Amerika’nin dünyadaki yeni rolüne bir baskaldiri niteligindeydi. Bush kisa sürede Amerika’nin kayitsiz kalamayacagi kanaatine varmisti ancak verilecek cevabin uluslararasi hukuka ve baska ülkelerin çikarlarina saygili olmasi gerektigine de inaniyordu. Irak’in Kuveyt’i isgal ettigini 1 Agustos 1990 sabahi ögrenen Bush, Sovyet cephesindeki gelismelerin Basra Körfezi olarak anilan bölgeye gereken ilgiyi göstermesine engel oldugunu zamaninda itiraf etmistir. Bush ve basdanismanlari arkalarina BM’yi alarak, kapsamli yaptirimlar ve askeri güçlerin de destegiyle bu olaya verilecek uluslararasi tepkinin ABD önderliginde olmasi gerektigi görüsündeydi. Bu yaklasim uluslararasi zeminde de benimsendi. Tartisacak durumda olmayan Sovyetler Birligi, ABD ile birlikte isgali 3 Agustos’ta kinadi. Irak güçlerinin güneye kaymasindan korkan Suudi Krali tarihte esine rastlanmayan bir adim atti ve ABD askeri güçlerinin Suudi topraklarinda mevzilenmesine izin verdi. Arap Birligi de çok geçmeden kendi güçlerini Suudi Arabistan’i korumak için gönderdi. BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’in güçlerini acilen Kuveyt’ten çekmesi yönündeki kararini açiklamasiyla Irak sadece iki hafta içinde uluslararasi düzeyde tecrit edilmis ve suçlu bulunmustu. Fakat bu uluslararasi dayanisma hali güç kullanilip kullanilmayacagi ve hangi asamada kullanilacagi sorularina cevap veremiyordu. Bush güç kullanilmasi gerektigi fikrine Agustos ortasinda vardigini daha sonra kaleme aldigi anilarinda açiklamistir. BM kararini takip eden aylarda Bush üç kademeli bir strateji izledi. Ilk sirada yaptirimlari hayata geçirmek geliyordu. Ikinci asama, Saddam’in Kuveyt’ten itibarini kaybetmeden çekilmesine olanak verecek girisimleri diplomatik olarak engellemekti. Sonuncu asama Ingiliz, Fransiz ve siyasi olarak elzem Arap askeri güçleriyle birlikte Suudi Arabistan’da ciddi bir ABD askeri varligi olusturmakti. Yil sonuna gelindiginde Arabistan’daki ABD askeri sayisi 500 bin civarindaydi. Aldigi uluslararasi destek sayesinde Irak’in çagrilara kayitsiz kalmasi durumunda askeri güç kullanma izni 1990 yilinin sonunda çikti. Sovyet’lerin son anlarda gösterdigi arabuluculuk çabalari bir ise yaramadi ve ABD, Irak’a çok kapsamli iki saldiri düzenledi. Sembolik nedenlerden ötürü Arap güçlerine Kuveyt sehrine girme görevi verilmisti. Irak güçleri 27 Subat’ta teslim oldu. Iste tam bu noktada yapilanlar ve yapilamayanlar hakkindaki tarihsel degerlendirme karmasik oldugu kadar spekülatif bir hal almaktadir. Bush’un Saddam’a verdigi cevap hem askeri zafer hem de siyasi bir basariydi. Fakat bu kisisel zaferin jeostratejik sonuçlari sanildigindan daha sorunlu bir hal aldi. Saddam yenilgiye ugratilmisti fakat gücünü tamamen yitirmemisti. Bölgesel karmasa sürmeye devam etti. Bush, saldiridan sonra Saddam’in elinde hala 20 askeri birlik kalmis olmasi karsisinda saskindi dahasi hala ülkenin basinda kalabilmis olmasindan hayal kirikligina ugramisti. Fakat bu gerçekler farkli bir sonuç elde edilmesi yönünde herhangi bir girisim olup olmadigi konusunda bir sey söylemeye yeterli degildi. 1991 yili boyunca yapilanlarla yapilmayanlarin belirleyici oldugu trajik baglanti 2003’te kendini gösterdi. Körfez Savasinin sonucu farkli olsaydi belki de II. Bush hükümeti Irak’la yeni bir savasa girmeyebilirdi. Subat 1991’de yapilan ani ateskesin Saddam’a, yasadigi yenilgi sonrasi patlak veren Sii ayaklanmasini ezmeye yeterli askeri bir güç biraktigini biliyoruz. Akabinde ortama hakim olan kindarlik, Saddam gittikten sonra bile devam edecek ve Irak’taki siyasi yapiyi çikmaza sürükleyecek bir Sünni-Sii husumetini beslemeye yetecek boyuttaydi. Bundan da önemlisi Arap dünyasinda petrol çikarlari adina bölgesel ayriliklari körükleyen bir ABD imaji güç kazandi. Bush, Irak askeri güçlerinin yok edilmemesi karsiliginda Saddam’in kosulsuz sürgüne gitmesini saglayacak bir anlasmaya gidemez miydi? Moral gücünü kaybetmis Irak askeri yönetimini Saddam’a karsi harekete geçirecek kararli bir plan etkili olabilirdi. Tüm bu saydigimiz nedenlerden ötürü Körfez Savasi zaferinden yeterince etkin bir sekilde faydalanilmadigini söylemek yanlis olmaz. Bu dönem boyunca çok belirgin olarak fark edilen Ingiliz-Amerikan isbirligi ABD’nin Orta Dogu’da Ingiliz Emperyalizminin yeni varisi olarak algilanmasina neden oldu. Günümüzde bile birçok Amerikali, Ingiliz emperyal egemenligi, Osmanli’dan kurtarilacaklarina dair yerine getirilmeyen vaatler ve dönem dönem yükselen Arap milliyetçiligine karsi gösterilen siddet konularinda Arap’larin geçmisten gelen kinlerinden bihaberdir. ABD, birçok Arap vatandasinin gözünde Ingilizlerin biraktigi yerden devam eden yeni düsmandir. Kuveyt’in isgaline karsi olusturulan koalisyon, bölgenin en derin ihtilafini (Filistin-Israil) çözebilmek ve büyüyen ABD karsiti görüsleri asmak için en büyük firsatlardan biriydi. Bush, 1991 savasi öncesinde bile bu ihtilafi ele almak konusunda istekliydi. Mayis 1989’da önde gelen ABD-Israil lobisi AIPAC’a, Israil’in “Büyük Israil” projesinden vazgeçerek Filistinlilerin siyasi haklarini tanimasi gerektigini açikça ifade etmisti. Fakat Beyaz Saray’in olaya verdigi öncelik Kuveyt isgaliyle geri plana düstü. Bush, Israil’in Saddam’in Tel Aviv’e düzenledigi provokatif roket saldirilarina karsilik vermesine engel olmak zorundaydi. Aksi bir durum Araplarin, Saddam karsiti koalisyondan kopmasina neden olabilirdi. Provokasyonlara karsilik vermemeleri için Israil’e halihazirda aldiklari yillik 3 milyar dolarlik askeri yardima ek olarak 650 milyon dolarlik acil yardim paketi verildi. Mart, 1991 tarihli ateskesten kisa süre sonra Bush, Israil ve komsulari arasinda kapsamli bir baris anlasmasi tesis etmek için kollari sivadi. Baris anlasmasi Israil’in güvenligini ve taninmasini saglayacagi gibi Filistinlilerin de haklarini korumaliydi (Filistin devletinden söz edilmedigini hatirlatmak gerekir). Gorbaçov’u da yanina alan Bush ihtilafli ülkelerin tamamini (Israil, Suriye, Ürdün, Lübnan ve de Filistin Kurtulus Örgütü) Madrid’de topladi. Ilk asamada atilan en büyük adim Filistin Ulusal Yönetiminin taninmasi ve Arafat’in Bati Seria’ya dönüsü oldu. Belli dönemlerde tikanan müzakerelerin sonunda varilan noktada FKÖ, Israil’in var olma hakkini tanidi. Bunun karsiliginda Israil, isgali altinda bulunan Bati Seria’da FKÖ’nün bir yönetim kurmasina izin verdi. Amerika önderliginde daha iddiali bir baris anlasmasinin özlem duyulan sonuca ulasmasina yardimci olup olmayacagini hiçbir zaman bilemeyiz. ABD o dönem sahip oldugu prestij ve yaptirim gücünü Saddam’i azletmek ve Orta Dogu baris anlasmasi tesis etmek için kullansaydi günümüzde bu bölge çok daha farkli bir yapiya sahip olabilirdi. Belki Bush bu girisimler için ikinci bir defa seçilmeyi bekledi. Gerçekten de 1991’de tüm anketler Bush’u isaret ediyordu fakat 1992’de Amerikalilar arasinda genel kani ülkenin iç islerini fazlasiyla ihmal ettigi yönündeydi. Bush’un asil günahi Irak’taki basarisini yarim birakmasi oldu. Amerika’nin Orta Dogu’da neticelenmemis fakat giderek daha fazla içerlenen ve kendine zarar veren müdahelesi, bir sonraki yönetime miras kaldi. Takip eden 10 sene boyunca ABD, bölge halki tarafindan sadece Ingilizlerden yadigar emperyalist taci devralmis olarak görülmekle kalmadi; uyguladigi geciktirme siyaseti nedeniyle ayni zamanda katiksiz bir Israil yandasi olarak da algilanmaya baslandi. ABD güçlerinin kutsal Arap topraklarina ayak basmasi, köktendincilerin arasinda Amerikayi hedef gösteren bir nefret doktrini gelismesine neden oldu. O zamana kadar adi duyulmamis bir Suudi militanin yayinladigi fetva, ABD’yi Müslümanlarin kutsal merkezlerini hiçe sayan bir düsman ve Israil’in temel sponsoru olarak gösterdi. Ve böylece, El Kaide dünya arenasina ilk adimini atmis oldu... Bush’un geriye biraktigi mirasla ilgili son bir sorundan söz etmek gerekir. Orta Dogu’da yarim kalmis firsatlari degerlendirmemek ve Rusya’da demokrasinin tesis edilmesi için kapsamli bir planin yoksunlugu bir kenara, nükleer silahlarin baska ülkelere dogru yayildigina dair giderek güçlenen belirtilere cevap vermekte gecikmesi de büyük çapli baska bir hataydi. Ne bu konuda uluslararasi kamuoyu olusturdu, ne de Pakistan, Hindistan ve ardindan Kuzey Kore’nin bu teknolojiyi elde etme çabalarini frenlemeye çalisti. Özetlemek gerekirse Bush’un en büyük eksikligi yaptiklarindan çok yapmadiklaridir. Baskanliginin sonuna gelindiginde kendisi esi görülmemis küresel çapli bir saygi edinmisti. Fakat, küresel bir lider olarak gelecegi sekillendirmek veya en azindan yön vermek için önüne gelen firsatlari hoyratça harcadigini söylemek yerinde olur. Etkisiz Iyi Niyet ve Rehavetin Bedeli Halefinin aksine Clinton küresel bir vizyona sahipti. Küresellesme denen kavramin tesis ettigi kararlilik hissi, Clinton’in ABD’nin “dünyanin vazgeçilmez ülkesi” sifatini gerekçelendirebilmesi için kendini yenilemesi gerektigi fikriyle birebir örtüsüyordu. Clinton’a göre dis siyaset büyük oranda iç siyasetin bir uzantisiydi. Bu yüzden ulusal düzeyde yenilenme kavrami Clinton’in ilk baskanlik dönemine damgasini vurdu. Yeni baskanin küresellesmeye verdigi agirlik, iç ve dis siyaseti pratik bir sekilde bütünlestirecek formülü sagladigi gibi onu disiplinli bir dis siyaset stratejisi tanimlama ve takip etme sorumlulugundan da kurtariyordu. Clinton, Bush’un siki sikiya takip ettigi geleneksel yönetim tarzina çok uzakti. Alisilagelmis ast- üst süreçlerini dikkate almiyor; icraatlari net bir sekilde siniflandirilamiyordu. Basi sonu belli olmayan toplantilar Beyaz Saray’in farkli bölümlerinde görevli uzmanlarin spontane katilimiyla gerçeklesiyordu. Baskan, baskin ses olmanin aksine bazen sade bir katilimci gibi görünebiliyordu. Bazi zamanlarda toplanti sonunda varilan kararlarin ne oldugu bile belirsiz kalabiliyor, bu da yönetimin pek çok kademesinde islerin zorlasmasina neden olabiliyordu. Ikinci baskanlik döneminde bile kesin hatlara sahip bir dis politikadan söz etmek kolay degildi. Içislerine verilen agirlik ve disislerinin bunun bir uzantisi olarak algilanmasi göz ardi edilemeyecek bir yan etkiyi beraberinde getiriyordu: Dis baglantilari olan lobi gruplari tarafindan giderek daha fazla sikistirilan Kongre, çesitili dis siyaset konularini yasalastirmak için girisimlerinin kapsamini genisletme yönünde baski görür hale geldi. Bu sayede 1990’li yillar boyunca Beyaz Saray ve Disisleri Bakanliginin görüslerinden bagimsiz yasalarin onaylanmasi sik rastlanan bir olay olarak karsimiza çikti. Öznel güvensizliklerini gerekçelendirmek için küresel düsman arayisinda olan Büyük Amerika yeni korkularin filizlenmesi için uygun bir ortam sagladi. Clinton’in yüzlestigi ve dolayli olarak katki sagladigi fakat hiçbir zaman tam olarak çözüme kavusturmadigi sorun, Soguk Savas sonrasi dünyanin onun saf sayilabilecek küresellesme anlayisina ayni iyimserlikle bakmiyor olmasiydi. Bununla birlikte dünyanin o dönemdeki asiri dengesiz hali, kesin hatlari olan bir dis politika anlayisi gelistirilmesi ve temel jeopolitik tehditlerin belirlenmesi için o kadar da uygun degildi. Bush’un aksine Clinton, dogrudan zorluklara karsi gögüs germedi. Bunun yerine birbirinden farkli ancak bazen de birbiriyle örtüsen uluslararasi sorunlarin üzerine gitti. Clinton’in baskanlik yaptigi iki dönem boyunca olaylarin kronolojisini asagidaki liste özetlemektedir: 1993-2000 Dönemi Uluslararasi Kronoloji: 1993 – Kuzey Kore’nin nükleer teknoloji edinme istegi belirginlesir. NATO’nun kapsamini büyütme müzakereleri baslar. Masstricht Anlasmasiyla Avrupa Toplulugu’nun Avrupa Birligi’ne dönüsümü baslar. Bosna’da siddet patlak verir. ABD baris gücü Somali’den çekilir. Oslo Sözlesmesiyle Israil-Filistin iliskilerinde olumlu bir açilim olacagina dair umutlar artar. 1994 – NAFTA kurulur. NATO Bosna’ya müdahale eder. Rusya gayri resmi olarak G7 grubuna dahil edilir. ABD ile K. Kore arasinda nükleer silahsizlanma konusunda az da olsa mesafe kat edilir. Clinton Rusya’yi NATO genislemesi konusunda telkin eder. ABD baris gücü Haiti’deki vahsete engel olmak için harekete geçer. Ruanda’da soykirim. Rusya Çeçenistan’a saldirir. 1995 – DTÖ kurulur. Iran nükleer güç olma istegini belli eder. Israil basbakani Rabin suikast kurbani olur. Çin ve Tayvan arasinda gerilim artar. NATO’nun doguya dogru genislemesi ivme kazanir. NATO Bosna’ya hava saldirisi düzenler. Dayton Anlasmasiyla Bosna’daki vahset son bulur. 1996 – ABD, Nükleer Silah Denemelerinin Engellenmesi anlasmasini imzalar. ABD-K.Kore arasinda müzakereler baslar. Çin ve Tayvan arasinda yeni bir gerilim patlak verir. ABD ve Japonya ittifaklarini güçlendirir. Taliban Kabil’i ele geçirir. Clinton NATO’nun genislemesi konusunda açik görüs bildirir. 1997 – Eski Çin Lideri Deng ölür. Hong Kong Çin’e geçer. NATO-Rusya arasinda anlasma imzalanir. Polonya, Çek Cum. ve Macaristan NATO üyesi olur. Pakistan nükleer güç oldugunu açiklar. Asya mali krizi patlak verir. Kyoto Protokolü hazirlanir, ABD taraf olmayacagini açiklar. 1998 – Rusya resmi G8 üyesi olur. Hindistan ve Pakistan nükleer denemeler gerçeklestirir. Israil-Filistin arasindaki Wye River müzakereleri tikanir. El-Kaide Dogu Afrika’daki ABD elçiliklerine saldiri düzenler. ABD Afganistan ve Sudan’i bombalayarak karsilik verir. Çin ve Japonya uzlasma yolunda adim atar. ABD Kyoto’yu imzalar ama Senatoya sunmaz ve yürürlüge koymaz. 1999 – NATO Sirplari Kosova’dan çikarmak için harekat düzenler. Dogu Timor’da baris tesis edilir. ABD senatosu Nükleer Silah Denemesinin Engellenmesi anlasmasini reddeder. Ikinci Çeçen savasi patlak verir. Küresellesme karsiti görüs güçlenir. Yeltsin baskanliktan istifa eder. 2000 – Putin Rusya’nin yeni baskani seçilir. El-Kaide ABD savas gemisi Cole’u bombalar. ABD hisse senetleri düsüse geçer. 2. Camp David müzakereleri basarisizlikla sonuçlanir. Gelecegi Sekillendirmek ’nin tarihe karismasi Clinton’in karsisina gelismis küresel güvenlik ve isbirligi hedefleri anlaminda üç önemli firsat çikarmistir: Birincisi, Rusya-ABD arasinda maliyetiyle külfetli, uluslararasi gerilimi körükleyen silahlanma yarisini sinirlandirmak amaciyla bir insiyatif gelistirme olanagi tanimis olmasi ve muhaliflikten daha uzak bir iliskinin nükleer silahlarin denenmesi, üretimi ve yayginlasmasini engellemek adina daha olumlu bir ortam saglamasi; Ikincisi, çift kutuplu bir dünyanin ortadan kalkmasiyla güvenligin küresel çapta yönetilmesi olasiligini yükseltmesi; Üçüncüsü, tek bir Avrupa’nin ortaya çikmasiyla Atlantik Ittifaki üzerinden ABD ile yakin baglari olan daha büyük bir Avrupa’nin varligi mümkün hale gelmesi. Elde edilen sonuçlar farkli olsa da Clinton yönetimi bu üç hedefin hepsine büyük önem vermistir. Sovyet süper gücünün dagilmasi ve akabinde Rusya’nin yüzlestigi ekonomik sorunlar ilk hedefin gerçeklestirilmesi için essiz bir firsat sundu. Nunn-Lugar programi Rus topraklari içinde bulunan Sovyet nükleer silahlarinin tek bir noktada toplanmasini sagladi ve daha önemlisi Ukrayna, Beyaz Rusya ve Kazakistan gibi ülkelerin tek baslarina nükleer birer güç olmalarina engel oldu. START II anlasmasiyla iki tarafin nükleer mühimmati ciddi oranda düsürüldü, Rus silah depolarinin güvenligi arttirildi. Dahasi binlerce nükleer silah devre disi birakilip söküldü. Atilan bu adimlarin toplu etkisi daha güvenli bir dünyanin olabilecegine dair umutlari yükseltti. Sovyetlerin siyasi bir tehdit unsuru olarak ortadan kalkmasi, dünyanin en tehlikeli ve potansiyel olarak tahrip edici silahlanma yarisinin sona erdigini isaret ediyordu. ABD bundan sonra kaynaklarini, modernlestirecegi konvansiyonel askeri güçlerini dünyanin herhangi bir noktasina gönderebilme becerisini gelistirmek için kullanabilecekti. Özetlemek gerekirse bu süreçte hem ABD hem Rusya güvenlik anlaminda kazandi fakat ABD ayni zamanda küresel askeri menzil anlaminda rakipsiz bir konuma geldi. Bu gelismelerden tüm dünya karli çikti fakat uluslararasi düzeyde daha etkin bir güvenlik sistemine olan ihtiyaç gündemde daha fazla yer etmeye basladi. Komsulariyla olan siyasi anlasmazliklar karsisinda zayif ülkelerin nükleer silahlanmaya yönelme olasiliklari yeni sinirlamalar gerektiriyordu. Sadece ABD’den gelecek baskin tepki bu gelismelere engel olabilirdi. Bu alanda ilk kriz Kuzey Kore ile patlak verdi. Nükleer programi hakkinda yeterince dürüst davranmadigini düsünen Uluslararasi Atom Enerjisi Kurumu (UEAK) ülkede denetim yapmak istemisti. K. Kore sadece bunu reddetmemis ayni zamanda Nükleer Silahlanmanin Yayilmasini Engelleme Paktindan (SYEA) ayrilacagini ilan etmisti. Bu belirgin baskaldiri hareketi Clinton’in yüzlestigi ilk krizdi. K. Kore’nin böyle bir yöne kaymasinin ardindaki motivasyonu tahmin etmek kolay olmasa da artik Ruslarin nükleer korumasi altinda olmadigi hissi karsisinda, çikarlarinin en iyi bu sekilde korunacagi fikrinde olmasi uzak bir olasilik degildir. ABD, SYEA’i terk eden K. Kore’ye nükleer programini barisçil bir sekilde devam ettirmesi için gayet makul bir öneri sundu. Ülkede bulunan ve nükleer silah yapiminda kullanilabilecek nükleer reaktörler daha tehlikesiz bir teknolojiyle degistirilecek bunun karsiliginda ABD, K. Kore’ye saldirmayacagini garanti edecekti. Bu yapici önerinin en büyük eksikligi uyumsuzluk halinde cezalandirici bir yaptirimdan yoksun olmasiydi (Örnegin K. Kore denizcilik faaliyetlerine tamamen engel olunmasi gibi). Kuzey Kore takip eden yillarda bir adim ileri bir adim geri politikasini benimsedi. Bu yaklasim iki ülke arasinda süregelen ve K. Kore füze programiyla bu teknolojinin ihraç edilmesi hususlarinda da kayda deger bir gelisme saglanmasina engel oldu. Bu inisyatiflerin kifayetsiz gidisati G. Kore’nin Kuzeye dogrudan bir kapi açmasina neden oldu. Bu adim G. Koreliler arasinda milliyetçi duygularin kabarmasina ve de ülkenin varligini Amerikan korumasi altinda sürdürmesi konusunda duyulan rahatsizligin artmasina yol açti. Bu olayin ortaya çikardigi sonuçlar sunlardir: Birincisi, K. Kore’ye bu sürecin hiçbir asamasinda nükleer silah edinmenin zararlarinin faydalarindan daha agir olabilecegi anlatilmamis olmasi; Ikincisi, ABD’nin ikircikli tavrinin Kuzey’in Güney Korelilerin uzlasmaya gitme istegini sömürmesine neden olmasi; Üçüncü ve en önemlisiyse tüm bu süreç boyunca K. Kore’nin nükleer silah edinme arayisina bir an olsun ara vermemesi. Hindistan ve Pakistan’in bu yöndeki çabalari karsisinda da ABD’nin karsi durusu daha güçlü olamadi. K. Kore krizi boyunca ABD, SYEP’i süresiz olarak uzatma çalismasina odaklanmisti. Bu insiyatif birçok ülke arasinda Amerika’nin ulusal güvenlik alaninda kalici bir agirlik edinme istegine dair süphe ve kizginlik yaratti. Muhaliflere göre ABD’nin SYEP’i yenileme girisimleri ne nükleer silah sahibi ülke sayisini azaltiyor ne de atom enerji programlarinda daha büyük bir esitlik ortami olusturuyordu. Tam da bu siralarda Fransizlarin Pasifikte ve daha sonra Çin’in yeraltinda gerçeklestirdigi denemeler isleri daha da zorlastirdi. Böyle bir ortamda ne Hindistan ne de Pakistan nükleer silah edinmede bir mahsur veya engel görmedi. ABD’nin Pakistan’a uyguladigi tek tarafli yaptirimlar etkin olmadi. Hindistan’in bu konudaki programlarini rahatça sürdürmesi Pakistan’in da benzer girisimlere odaklanmasina neden oldu. Pakistan’a uygulanan bu tek tarafli politika basta Afganistan meselesi olmak üzere ABD- Pakistan isbirligine ciddi zararlar verdi. Daha önemlisi 1997’ye gelindiginde ABD’nin (zayif kalan) engelleme girisimlerine ragmen iki yeni nükleer güç dünya arenasina adim atmaya hazirdi. Pakistan ve Hindistan’in aleni, K. Kore’nin ise üstü kapali nükleer basarilarinin etkisi kisa sürede Iran’a da ulasti. 1990’li yillar boyunca ABD, ucu dogrudan Iran’a dogrultulmus birçok yasa çikardi ve bu ABD-Iran diyalogunun ciddi sekilde zarar görmesine neden oldu. Iran nükleer güç olmaya soyunmasaydi bu diyalogun ne mertebede olacagini kestirmek neredeyse olanaksiz fakat, Iran’in seneler önce, Sah rejimi altinda baslayan programi ABD ile olan iliskilerini mutlaka gerecekti. Nükleerlesme sürecine Uzak Dogu ve Güney Asya’da engel olunamamasi ayiltici bir ders niteligindeydi – dünyanin en büyük süper gücü bile nükleer silah edinmeyi kafasina koymus uluslari tek basina caydiracak güçte degildi. Küresel güvenlik ve isbirligi anlaminda ortaya çikan üçüncü firsat Avrupa’yla ilgiliydi. Tek bir Avrupa, Amerika-Avrupa isbirliginin bir üst seviyeye geçmesi ve küresel öneminin daha da pekismesi anlamina geliyordu. Bölünmenin sona ermesiyle özgürlügüne yeni kavusan eski Dogu Blogu ülkelerinde Atlantik ittifakinin ayrilmaz ve daha önemlisi güvenli bir parçasi olma hevesini dogurdu. Clinton’in bu ikileme verecegi cevabin olgunlasmasi birkaç sene sürdü fakat sonunda dis siyaset mirasinin en yapici ve kalici unsurlarindan biri halini aldi. 27 üyeli NATO ittifakinin ve 25 üyeli bir AB’nin örtüsen gerçeklikleri “transatlantik isbirligi” denen tarihi sloganin en azindan hakikate daha yakin olacagi anlamina geliyordu. Böylesi bir ortaklik, isbirligine daha fazla dayanan bir dünya düzenini tesis edecek siyasi iradeyi asilayabilme potansiyeline sahipti. Ittifakin yenilenmesi için elzem unsurlardan biri NATO’nun genislemesi konusuydu. Basta böyle bir ihtimal çok düsüktü, NATO’nun genislemesi hakkinda halka açik bir müzakere baslatmak için henüz çok erkendi. Buna ragmen bazi stratejistler genislemenin, Avrupa’nin yeni siyasi gerçeklerini bütünlestirecek mantikli ve gerekli bir girisim oldugunu söylemekten kaçinmadi. Polonya NATO üyesi olma istegini beyan ettiginde Yeltsin’in iyimser yaklasimi herkesi sasirtti. Bu çok olumlu görünüyordu ancak Clinton’in danismanlari olaya dikkatle yaklasilmasi gerektigi telkininde bulundu. Takip eden yil süresince ABD, genisleme için kapsamli bir çalisma baslatti ancak bu süre zarfinda Rusya’nin iç dinamikleri Yeltsin hükümetinin olaya bakisini degistirdi. Durumu daha da karmasiklastiran, dagilan Yugoslavya sonrasi Bosna’da yasanan siddet oldu. NATO’nun siddeti bastirma girisimi ve Sirp güçlerine hava saldirisi düzenleme karari, genisleme konusu üzerinde paradoksal bir etki yaratti. NATO’nun askeri girisimi elzem hale gelmisti fakat Rusya’nin en sonunda Bosna baris anlasmasi sürecine katilmaya karar vermesi Rusya’nin NATO ile daha resmi bir iliski içinde olmasi gerekliligini gösterdi. Bu süreç sonunda çift kulvarli bir politika gelisti – Rusya ile daha siki iliskiler ve daha büyük bir NATO. Mayis 1997’de isler ivme kazandi ve NATO-Rusya Kurulus Anlasmasi imzalanmasiyla Rusya’nin NATO’ya bir güvenlik ortagi oldugu niyeti açikça belli edildi. Ayni sene içinde önce Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan ardindan Baltik ülkeleri, Romanya ve Bulgaristan NATO üyeligine dahil edildi. Bu tarz bir genisleme Avrupa’nin kendi içindeki genislemeyi mantikli ve dahasi kaçinilmaz kildi. AT kendini AB olarak yeniden tanimlamisti ve yeni demokratiklesmis komsularini bu kapsamin disinda tutmak anlamsiz gelmeye basladi. Bu sürecin tamamlanmasiyla Avrupa Birligi dünyanin tek ve en büyük isbirligi toplumu olarak 21.yy’in ilk yillarinda kurulmus oldu. NATO’nun ve AB’nin genislemesi esasinda Clinton için bir öncelik degildi. Bu genisleme süreci onun asil hedefi olan küresellesme ile dogrudan ilgili bile degildi ama buna ragmen Clinton bu sürecin tam ortasinda yer almis oldu. Eger Clinton bu gelismelere kendini daha az adamis olsaydi Avrupa on sene içinde belirsiz ve dengesiz bir duruma gerileyebilirdi. Çünkü, ABD ve Avrupa, Irak konusunda yollarini ayirdiktan sonra eski kitada siyasi bütünlesme ivmesi hiz kaybetti, Rusya basta Ukrayna ve Gürcistan’da olmak üzere güç gösterileri yapmaya basladi. Dogu Blogu ülkelerinin Atlantik Ittifaki disinda tutulmasi halinde 1990’larda sona eren Soguk Savas tekrar hortlayabilirdi. ABD-Avrupa ittifaki Clinton’in küresellesme anlayisiyla örtüsen yapici global bir gündem gelistirmesine de olanak verdi. Iki tarafin azmi sayesinde 1994’te küresel ticareti sekillendirecek inanilmaz karmasik ve çatisan pazarliklar mutlu bir sona ulasti. Bu girisim sonrasinda, 1995’te kurulan DTÖ giderek güçlenen ülkeler-üstü dayanisma hissini tatmin edecek nitelikteydi. Bu örgüt çatisan çikarlarin çözümlenmesi için uluslararasi bir mekanizma sunuyordu. Çin’in 2001’de bu örgüte katilmasi potansiyel ekonomik süpergüçlerin daha isbirlikçi ve kanunlarla yönetilen bir dünya düzenine dahil edilmesi anlaminda büyük bir adimdi. Çin’in katilimi ayni zamanda gelismekte olan Hindistan, Brezilya, Çin ve Güney Afrika gibi ülkelerin G20 toplulugunu kurmasinin da tohumlarini atti. Bu olusum ekonomik anlamda daha zayif kalan ülkelerin daha adil bir küresel ticaret sistemini kurabilmek için süren pazarliklardaki siyasi kozunu güçlendirdi. Clinton’in küresellesme “geri dönüsü olmayan bir süreçtir” söylemi geçerlilik kazaniyordu. Çin’in küresel sisteme daha siki baglanmasi net bir kazançken yasanan iki yeni gelisme Atlantik toplulugunun dünya meselelerini idare etme rolü anlaminda sorunlari da beraberinde getirdi: Asya’da patlak veren mali kriz ve uluslar-üstü kurallarin kapsamiyla ilgili olarak ABD ile Avrupa arasinda giderek derinlesen fikir ayriliklari. Japon ekonomisindeki duraganlik ve bölgede süregelen emlak ve para spekülasyonunun tetikledigi 1997 Güney-Dogu Asya likidite krizi, hizla Tayvan ve Güney Kore’ye de yayildi. ABD’nin basta olaya hizli tepki verdigi söylenemez ancak 1998 baslarinda ABD merkez bankasinin insiyatifiyle baslatilan girisim gecikmis bir stabilizasyon sagladi. Buna ragmen Asya’da olusan kani temel sorumlunun ABD oldugu yönündeydi. Krizin temel sorumlusunun ABD güdümündeki IMF olmasi bununla birlikte Çin’in temkinli ancak yapici yaklasimi, Dogu Asya’da Çin-Japonya önderliginde bölgesel bir isbirligine gidilmesinin önünü açti. Clinton’in öngörülü bir lider olarak namini daha da zedeleyen baska bir gelisme, ciddiyeti giderek artan küresel isinma tehdidine karsi ortak hareket etme yönündeki uluslararasi girisime ABD’nin destegini saglayamamasidir. Kyoto Protokolü ABD ulusal gündemini bir hayli mesgul etti ancak ekonomik çikarlarla ciddi sekilde çatistigindan açikça reddedildi. Clinton döneminin sonuna gelindiginde baskanliginin umut dolu gündemine süpheyle bakilir oldu. Atlantik ittifakinin genislemesi bu hükümetin tek sürdürülebilir stratejik basarisi olarak anilir hale geldi. Küresellesme vizyonu çok ciddi elestirilere maruz kaliyordu. Küresellesme karsiti hisler Amerikan karsitligi ile birlikte anilir oldu. Küresel isbirligi ABD’de kusku uyandirir hale gelmisti. Bu olaylar isiginda Cumhuriyetçiler kongre seçimlerinde büyük bir basari kaydetti. Clinton’in idealistik gündemi inanilirligini yitiriyordu. Geçmisle Yüzlesmek Clinton’in baskanligi boyunca yüzlesmek zorunda kaldigi pek çok sorun basli basina derin bir geçmise sahipti. Çatisan çikarlar, ulusal zitlasmalar, kültürel anlasmazliklar, zenginlerin vurdumduymazligi, fakirlerin çaresizligi... Tüm bunlar ABD’nin küresel üstünlügünü salt eyleme geçirmesi önünde büyük bir engeldi. Rusya hala bir sorundu, Balkanlar’da milliyetçilik vahsete dönüsmüstü, Orta Dogu köklü etnik-dini anlasmazliklar nedeniyle çikmaza girmisti. Clinton baskanlik koltuguna geçer geçmez dünyanin sayisiz yerinde patlak veren siddetle yüzlesmek zorunda kaldi. Bu islerle etkin sekilde yüzlesme kan dökülmesi olasiligini beraberinde getirdiginden Clinton’i fazlasiyla geriyordu. Somali ve Ruanda’da kaos ve kiyim, dagilan Yugoslavya’da kanli siddet, Rus-Çeçen savaslari, patlamaya hazir gibi duran Çin-Tayvan iliskileri, Saddam’in Irak’ta düzenli araliklarla fitilledigi huzursuzluk ve elbette durulmak bilmeyen Filistin-Israil gerginligi. Bunun ötesinde dünyanin çesitli noktalarinda ABD’ye yönelik göz ardi edilmeyecek raddeye ulasan terörist saldirilar. Bu inanilmaz zorluklar karsisinda Clinton’in ilk tavrini “müdahale etmeye isteksizlik” olarak genellemek mümkün. Bu olaylar hiçbir zaman gündem listesinin basinda yer almadi. Tamami tatsiz bir geçmisi çagristiriyordu ve bu olaylarla etkin sekilde bas etmenin sadece iki yolu oldugunun farkindaydi: ikna etme veya güç kullanma. Bazi olaylar umutlardan vazgeçme ve gerçeklerle yüzlesmek demekti; bazi olaylarin içislerini bile karistirma potansiyeli vardi. Clinton’in baskanlik koltugunda oturdugu iki dönem boyunca dis siyaset arenasindaki performansini artilar ve eksiler olarak söyle özetleyebiliriz: Yugoslavya’nin dagilmasiyla birlikte önce Bosna’da ve ardindan Kosova’da etnik temizlige varan Sirp siddetini, uluslararasi kamuoyunu da arkasina alarak biraz geç olmakla birlikte etkin bir sekilde sonlandirip barisi Bati kosullarina uygun sekilde tesis edebildigi için ve, Ruslarin inanilmaz tekelcilik baskilarina karsin Azeri Basbakani Haydar Aliyev’i Hazar ve Orta Asya petrolünü Batiya, ABD destekli Bakü-Ceyhan boru hatti üzerinden ulastiracak projeye ikna edecek kararliligi gösterdigi için Clinton’i tebrik etmek gerekir. Fakat; Baris gücünü Somali’den zamansiz çekmesi, eski Avrupa sömürge güçleri ile birlikte ABD hükümetinin Ruanda’daki soykirima neredeyse kayitsiz davranmasina seyirci kalmasi; Çöken Rusya ekonomisine ABD’den aktarilan milyarlarca dolarin Batili yatirimcilar ve sözde Rus reformculari tarafindan hortumlanmasina engel olamamasi; Iki kere patlak veren ve akil almaz yöntemlerle Çeçen nüfusunun neredeyse %25’inin telef olmasiyla sonuçlanan Rus-Çeçen savaslarina ilgisiz bir tavir benimsemesi; 8 yillik baskanligi döneminde Israil-Filistin iliskilerinde yakalanan sayisiz firsati etkin sekilde degerlendirememesi, müzakerelerde ABD yaklasiminin giderek daha fazla Israil lobisinin etkisi altina girmesine izin vermesi, Israil yerlesimlerinin genislemesine engel olamamasi, çok muglak kalan anlasma maddeleri karsisinda rahatsizligini dile getiren Arafat’i baris sürecini baltaladigi gerekçesiyle Israil ile birlikte suçlama yoluna gitmesi, yaklasan ABD seçimleri arifesinde Israil’e uygulanacak baskinin oy kaybettirecegi endisesiyle tarafsizligini koruyamamasi; Belli araliklarla yüzeye çikan Saddam tehdidine karsi gerekli tedbirleri almamasi, aldigi sinirli girisim kararlari ve Arap topraklarinda ABD asker sayisini ikiye katlayarak basta Bin Ladin olmak üzere ABD karsiti köktendinciligi körüklemeye neden olmasi; Iran’da 1997 seçimleriyle daha ilimli yönetimin basa gelmesinden sonra açilan potansiyel diyalog firsatini hiç bir girisimde bulunmayarak kaçirmasi, yine bu durusuyla Araplar, Misirlilar ve Iranlilar arasinda ABD karsiti algiyi daha da derinlestirmesi; Orta Dogu’daki ABD asker ve diplomatlarina düzenlenen saldirilar isiginda terörizm tehdidine ve anti-ABD görüsüne karsi etkin bir politika gelistirememesi hususlarindaysa Clinton’in ciddi hatalari olmustur, ve bu konularda elestirilmekten ve basarisiz bir baskan olarak anilmaktan kurtulamayacaktir. Böylelikle, Clinton koltugunu devrederken Israil-Filistin iliskilerini buldugundan daha kötü, Orta Dogu’yu genel olarak daha dengesiz bir halde birakmistir. Içislerine bulasmis plansiz bir dis politika karar mekanizmasi ABD’nin uzun vadeli çikarlarini ciddi sekilde tehdit eden stratejik bir ürkeklik yaratmistir. Eger Israil-Filistin arasindaki barisi saglayabilseydi, sadece kendisi için degil ABD için tarihi bir zafer olurdu. Öte yandan içislerine bakacak olursak daha önceki hükümetlerden beri süregelen cari açigi kapatip sermaye fazlasina çevirmesi hem vatandaslarinin takdirini topladi hem de uluslararasi arenada Amerikan sisteminin basarili ve benimsenmesi uygun bir sistem olarak algilanmasini sagladi. Çöken Sovyet ekonomisi ve Japonlarin duraganlasan mali sistemi ABD’nin üstünlügünü ve Clinton’un II. Küresel Lider olarak durusunu pekistirdi. Clinton kisilik olarak takdir ediliyordu ve dünya çapinda sevilen bir karakterdi. Fakat Beyaz Saraya ABD’nin yeni edinilmis küresel liderlik statüsünü sürdürebilmesi anlaminda kesin hatlari olan bir istikamet kazandiramadi. ABD küresel merdivenin en tepesindeydi fakat temel yeterince saglam degildi. 1990’larin sonuna gelindiginde ABD karsiti görüs Orta Dogu ile sinirli olmaktan çikmisti. Bazi müttefikleri bile ABD hipergücünden rahatsiz olmaya baslamisti. Nükleer silahlanma sürecine engel olunamamisti. Iyi niyet, net ve kararli bir stratejinin yoksunlugunu telafi edemez hale geldi. Genel anlamda II. Küresel Liderin dünya üzerinde tarihi önemi olan bir iz birakamadigi söylenebilir. Liderlik Felaketi ve Korku Politikasi Terörizme açtigimiz bu savas hemen sonlanmayacak. 16 Eylül 2001’deki konusmasindan Yanimizda degilseniz karsimizdasiniz. 11 Eylül olaylari sonrasinda defalarca tekrarlandi. George W. Bush’un konusmalarindan yapilan bu alintilar, yeni ABD Baskaninin hem III. Küresel Lider olarak karakterine hem de liderlik görevini nasil hayata geçirecegine dair çok aydinlaticidir. 11 Eyül olaylari Bush için bir dönüm noktasidir. Bir günlük sessizligin ardindan tamamen farkli bir kimlige bürünmüs olarak karsimiza çikar. Bundan sonra yepyeni bir tehditle yüzlesen bir ulusun lideri, dünyanin tek süper gücünün savas kumandanidir. ABD, müteffiklerinin görüslerini hiçe sayan, tek basina hareket eden bir ülke olacaktir. Yasanan olayin vehameti karsisinda sokta olan ve güvenliginden endise duyan halki düsünmeden etrafina toplanacaktir. Bu strateji 1991’de gelistirilen ulusal güvenlik plani taslaginin daha emperyalist yaklasimlarini ve yeni-muhafazakar dünya görüsünün militan unsurlarini birlestiriyordu. “Teröre karsi savas” Stratejik olarak Basra Körfezi kaynaklarinin kontrolüyle ilgili geleneksel emperyalist kaygilarla birlikte Irak’i bir tehdit olarak ortadan kaldirarak Israil’in güvenligini güçlendirmeyi hedefleyen yeni-muhafazakar emelleri temsil etmekteydi. Bu kombinasyonun ilk sonuçlari kibirli bir tavrin güçlenmesine neden oldu. El Kaideye yataklik eden Taliban hükümeti askeri müdahale ile kisa sürede devrilmis, sadece 18 ay sonra, 3 haftalik kara harekati sonucunda Saddam rejimi yok edilmisti. Beyaz Saray’daki zafer havasi görülmeye degerdi. Fakat bu yaklasimin agir bedeli kisa sürede anlasilacakti. Sadece birkaç ay içinde ABD’nin dis politikasi uzak bir ülkede baslatilan fakat sonlandirilamayan savasin agir bedeliyle bogusacakti. Bununla birlikte, teröre karsi açilan savas tüm Islam alemiyle bir çatismaya dönüsebileceginin tehlikeli isaretlerini vermeye baslamisti. Yeni-muhafazakar Manihaist tavirla Bush’un yeni kesfettigi katastrofik kararliliginin harmani, Amerika’yi tarihi zirvesinden bas asagi edip en dibe göndermisti. Baskanin böylesi 180 derece bir dönüs yapacagini kimse tahmin etmiyordu. Seçim kampanyasi süresince dis politikadan fazla söz etmemisti bile. Clinton’in performansina karsi yaptigi elestirilerin yeni-muhafazakar bir havasi oldugu da söylenemezdi. Kampanyasi süresince merhamet, ulusal çikarlar ve alçakgönüllü bir dis politikadan söz etmisti. Bas yardimcilari olarak seçtigi isimler (Cheney, Powell, Rumsfeld) Baba Bush’un gerçekçilikle sekillenmis dis siyasetiyle tutarlilik gösteriyordu. Hepsi yeni baskandan çok daha yillanmis deneyimli siyasetçilerdi. Yeni hükümet ilk olarak bitmemis meselelere odaklanmayi seçti: füze savunma sistemi, askeri modernlesme ve büyük-güç iliskileri. Nükleer silahlanma ve terörizm listenin üst siralarinda bile degildi. Hatta ulusal güvenlik danismani Condoleezza Rice olasi bir terörist saldiri istihbaratini ciddiye bile almamisti. 11 Eylül olaylari sonrasinda yasça daha genç ve görüsleriyle çok daha yeni-muhafazakar sayilacak bir ekip olusturuldu. Bu kisiler yeni baskanin entelektüel ilham kaynagi olacakti. Kritik roller Rice, (Basbakan Yardimcisi Personel Sefi) Lewis Libby ve (Savunma Bakani Yardimcisi) Paul Wolfowitz. I. Bush’un ulusal güvenlik konseyi üyesi ve saygin bir akademisyen olan Rice yeni baskani dis siyaset konusunda egiten kisiydi. Kesin hatlari olan bir stratejik perspektife sahip olmasa da Rice uluslararasi olaylar karsisinda siniflandirici bir algiya sahipti. Rice’in baskan üzerindeki ideolojik etkisi Libby ve Wolfowitz tarafindan destekleniyordu. Bu iki kisi Amerika’nin rakipsiz askeri üstünlügünü hedefleyen 1991 stratejik yaklasiminin da mimarlari arasindaydi. Bu ekip 11 Eylül sonrasi yüzeye çikan ve Irak isgaliyle somutlasan insiyatifin ivme kazanmasindan da sorumlu olduklari gibi Amerika’nin dünya içindeki rolünü temelden degistiren teorisyenler arasinda yer aliyordu. Bush’un üst düzey içisleri danismanlari 11 Eylül’ü siyasi üstünlük elde etmek için kullandi. Gerçeklestirilen bu saldiriyi mecazi bir savasin ilani mertebesine yükselterek baskanlarini görülmemis yetkilerle donatip büyük savas kumandani statüsüne yükselttiler. Halkin vatanseverlik hislerine oynayarak kendi siyasi çikarlarina alet edip korku ve paranoya asilayarak islerine geldigi gibi davrandilar. 2004 seçimleri planlarini bosa çikarmadi. Teröre karsi açilan bitmeyen savas dis siyaseti sekillendirdigi gibi iç siyasette kullanilan etkin bir araç halini aldi. Haliyle Disisleri ekibinin büyük çogunlugu güç kullanmaktan yanaydi. Amerika’nin 11 Eylül saldirganlarina yataklik eden Taliban rejimini ortadan kaldirmasi sadece bir hak degil bir gereklilik olarak görülüyordu. Bu görüs uluslararasi arenada da çabucak benimsendi. Fakat atilacak bir sonraki adim konusunda bir fikir ayriligi gelisti. Wolfowitz hemen ardindan Irak’a bir operasyon düzenlenmesi gerektigini açikça ilan etmisti. Böyle bir girisimin büyük risklerini düsünen Powell buna siddetle karsi çikti. Fakat (o zamanlar kamuoyunun bilgisi disinda) Bush Powell’i kenara çekti ve tempoyu düsürmemesi için ciddi sekilde uyardi. Powell’in olayla ilgili görüsü bu noktadan sonra muglakligini koruyacakti. Bunu takip eden süreçte Bush 11 Eylül’ün kendisi için özel bir misyon oldugunu defalarca yineledi. Bu inanç ona küstahlik sinirlarinda gezinen bir özgüven kazandirdi ve ilkel bir dogmaciliga yenik düsmesine neden oldu. Baskanin metin yazarlari bu firsati kaçirmadi ve halka yaptigi konusmalara kaba ve düsüncesiz vecizeler entegre ettiler. Bunlarin bazilari islamofobik demagoji sinirlarina bile dayaniyordu. Ulusal Güvenlik Konseyi’nin (UGK) bu metinlerde üstlendigi geleneksel rolün sona erdigini düsünmek yanlis olmaz. Bununla birlikte, 2002 yili içerisinde UGK’nin baskana ulasan istihbarat bilgilerini dikkatli ve gerçekçi bir süzgeçten geçirmeyi kapsayan geleneksel rolünün de bittigini eklemek yanlis olmayacaktir. Rice’in kendisi bile Irak’in kitle imha silahina sahip oldugu görüsünün aleni bir destekçisi gelmisti. Cheney ve ekibi CIA analiz uzmanlarini en iyi ihtimalle birer hipotezden öteye gitmeyen bilgilerin, halka su götürmez gerçekler olarak lanse edilmesi konusunda sikistiriyordu. Bunlarin ötesinde Savunma Bakanligi Irak’ta kendine ait bir istihbarat birimi kurdu. Bu birim baskan ve yardimcisinin halka beyan ettigi yalanlari tahmin edilebilecegi üzere istisnasiz olarak desteklemekteydi. Savastan yana olan baskan ve en kötü durum senaryosu çigirtkanligi yapan yardimcisi sayesinde 2002 baslarinda Irak’a askeri harekat baslatma konusunda fiili oybirligi saglandi. Ayni yilin sonlarina dogru Bush, BM destegi pesinde kosarken Blair ile yaptigi bir görüsme sirasinda savasi baslatacak bir bahane olarak kasti askeri provokasyon yoluna gitmekten bile söz etmistir. Bir baskan sifatiyla böylesi bir sey teklif etmek bile yasalari hiçe saymak anlamina gelir. Bunu takip eden 3-4 yil boyunca Irak meselesi diger tüm disisleri politikalarini bastirdi. Bush’un vurdumduymaz liderlik anlayisinin bedeli ABD için küçümsenecek gibi degildir. 2001-2008 Dönemi Uluslararasi Kronoloji: 2001 – Bush’un Putin’le ilk görüsmesini gerçeklestirmesi; ABD-Çin arasinda casus uçagi krizi gerilimi ; Kyoto Protokolü’nün Senatoya sunulmamasi; 11 Eylül Saldirilari, teröre karsi savas ilan edilmesi; NATO’nun ABD’yi desteklemek adina kolektif savunma taahhüdünde bulunmasi; ABD’nin Taliban rejimini Afgan yönetiminden indirmesi; DTÖ görüsmelerinin baslamasi, Çin’in üyelige kabul edilmesi. 2002 – Darfur’da siddet. Bush’un K. Kore, Iran ve Irak’i “ser ekseni” olarak adlandirmasi; ABD destegiyle Israil’in Filistin Yönetimini ezmesi ve Arafat’in izole edilmesi. Euro para biriminin tedavüle girisi; Bush’un Irak’ta güç kullanmak konusunda kongre onayi almasi; K. Kore’nin nükleer tesislerini sadece ABD ile müzakere edecegini açiklamasi; Rusya tarafindan Iran’in ilk nükleer santrali insasina baslanmasi. 2003 – Israil’in 1967 sinirlarinin ötesine geçerek güvenlik duvarinin insasina baslamasi; Türkiye’nin topraklarini ABD güçlerinin Irak’a karsi mevzi olarak kullanmasini reddetmesi; Irak güçlerinin ABD ordusu tarafindan kisa sürede ezilmesi ancak iddia edilen kitle imha silahlarinin bulunamamasi; K. Kore’nin Nükleerlesme Karsiti Anlasmadan çekilmesi; ABD’nin bölgesel cevap talep etmesine karsin Rusya ve Çin’in BM’nin karari kinamasina engel olmasi; NATO’nun Afganistan’da görev almasi; K. Kore’nin nükleer programiyla ilgili 6’li görüsme tasarisini açiklamasi; Iran’in uranyum zenginlestirme programindan vazgeçtigini açiklamasi; Libya’nin nükleer programini sonlandirmasi. 2004 – 6’li görüsmelerin baslamasi; Madrid terör saldirilari gerçeklesmesi; Ebu Gureyb skandalinin patlak vermesi; Iran’in uranyum programina kaldigi yerde devam edecegini ilan etmesi; Irak’ta ABD isgaline direnis ve mezhep çatismalarinin ivme kazanmasi; NATO’ya eklenen 7 yeni üyelik; Iran’in AB ile olan anlasmasi geregi uranyum zenginlestirme programina ara vermesi; Ukrayna’da Turuncu Devrim; Güney Dogu Asya’da Tsunami felaketi. 2005 – Kyoto Protokolü’nün yürürlüge girmesi; ABD Disisleri Bakani’nca Iran ve K. Kore’nin despotluk sistemi olarak lanse edilisi; M. Abbas’in Filistin Yönetiminin basina geçisi, ikinci intifadanin sonlanmasi, Israil’in Gazze’den çekilmesi; Ahmedinejat’in Iran basbakani seçilmesi; Londra terör saldirilari; K. Kore’nin nükleer silah sahibi oldugunu ilan edisi; 6’li görüsmelerin yeniden baslamasi; Hollanda ve Fransa halklarinin AB anayasasina red oyu vermesi; Irak’taki mezhep çatismalarinin daha da derinlesmesi. 2006 – Bush’un Hindistan’i nükleer ülkeler grubuna dahil etmesi; ABD ve Avrupa tarafindan Iran’a anlasma veya yaptirim uygulama seçenegini sunulmasi; Irak ve Filistin’de artan siddet, Lübnan’da siddet olaylari, Afganistan’da siddetin tekrar bir sorun halini almasi. Yeni-Muhafazakar Hayallerin Yikilisi 2006’ya gelindiginde halihazirda gücünü yitirmis Saddam devrilmisti fakat savasin maliyeti tahammül edilemez bir noktaya gelmisti. Bu maliyetin ne oldugu zaten pek çogumuz tarafindan bilinmektedir: Savas ABD’nin küresel durusunu tepetaklak etmistir. 2003’e kadar dünya ABD baskaninin söylediklerine inanmaya alismisti. Belli bir konuda somut bir gerçekten söz ettiginde insanlar bu gerçeklerden emin oldugunu düsünürdü. Fakat Bagdat düstükten iki ay sonra bile Bush hala inatla kitle imha silahlarini buldugunu iddia ediyordu. Bunun bir sonucu olarak ABD’nin uluslararasi önem tasiyan diger konularda geçerli bir savunma ortaya koyabilmesi neredeyse olanaksiz hale gelmistir. Güvensizlik, ABD’nin uluslararasi mesruiyetini de baltalamisti. Bu bir ulusun “yumusak kuvvet” kullanmasinda önemli bir gereçtir. Mesru olarak algilanmayan kuvvet daha zayif kalir ve isteneni elde etmek için daha fazla kuvvet kullanilmasini gerektirir. Yumusak kuvvet kaybetmek kaba kuvvetin de etkinligini kaybettirir. ABD’nin mesruiyetini ciddi sekilde zedeleyen baska bir unsur, Ebu Gureyb ve Guantanamo hapishaneleridir. Dahasi bu savas ABD’nin küresel liderlik statüsünü lekelemistir. Eylemleri müttefiklerini bölmüs, düsmanlarini birlestirmis, rakipleri için büyük firsatlar yaratmistir. Irak’taki savas jeopolitik bir felakettir. Kaynaklari ve ilgiyi terörist tehlikeden uzaklastirmistir. Bunun bir sonucu olarak Afganistan’da elde edilen basari uzun sürmemis, Taliban tekrar güçlenmis ve El Kaide için olasi yeni siginaklar yaratmistir. Benzer bir egilim Somali’de de göze çarpmaktadir. Siyasi olarak istikrarsiz bir gidisat sergileyen Pakistan’da da durum daha karmasik bir hal almistir. Savasin neden oldugu insani kayiplar da giderek artmaktadir. ABD kendi askeri söz konusu oldugunda ölü ve yarali sayisini çok detayli bir sekilde tutarken onbinler seviyesine ulastigi tahmin edilen ve sivilleri de kapsayan Irak’li kayiplar hakkinda hiçbir resmi kayit yoktur. Isin parasal maliyetinin kabaca 300 milyar dolar mertebesine eristigi hesaplanmaktadir. Dolayli kayiplar kat kat fazladir. Bunun etkisi elbette sadece ABD askeri gücüyle sinirli kalmaz, ekonomik boyutu da çok vahimdir. ABD karsiti hisler Orta Dogu’da baskinlasmaktadir. Siyasi açidan radikal ve köktendinci güçlerin popülerligi artmakta ve geleneksel olarak ABD yanlisi olan rejimleri tehlikeye sokmaktadir. Irak’in yok edilisi bölgesel anlamda Iran’la basa çikabilecek tek gücün de yok olmasi anlamina gelir. Bu bölgedeki en büyük ABD düsmaninin ekmegine yag sürmektedir. Jeopolitik anlamda savas ABD için kayip, Iran için bir kazanimdir. Irak’a açilan savas ABD’ye karsi terörist tehdidi güçlendirmistir. Ilk zafer çigliklarinin dinmesi ve savasin bas gerekçesi olarak gösterilen kitle imha silahlarinin bulunmamasi ardindan süregelen çatisma “teröre karsi savasta ana cephe” olarak yeniden tanimlanmisti. Baska bir deyisle ABD isgaline karsi gelen Iraklilar “terörle” uzaktan yakindan ilgisi olmayan bir savasin dogrudan hedefi haline geldiler. Baskan’a göre ABD savasi sonlandiracak olsaydi Irak’lilar bir sekilde Atlantigi asip ABD topraklarinda terörist faaliyetlerde bulunacakti. Belirgin bir düsmandan yoksun fakat güçlü bir biçimde Islam karsiti imalar içeren bu savas, Islam toplumlari arasinda ABD karsitligini esi görülmemis bir seviyeye yükseltti. Bu gelisme Amerika veya kadim ortagi Israil’e karsi organize edilecek terörist saldirilari için fedai istihdam edebilmeyi kolaylastirdi, radikal düsünceyi besledi; yabancilara karsi siyasi düsmanligi, kafirlere karsi dini husumeti derinlestirdi. Bunun etkisiyle Islami radikallesmeden kendisi korkan ilimli Islam kesiminin terör hücreleriyle mücadele edebilme kabiliyeti sinirlandi. Önce teröre, ardindan Irak’a karsi baslatilan savasin tuhaf sekilde tarif edilisi, bu girisimin dünya kamuoyu tarafindan en basindan haksiz bulunmasina neden oldu. Savasla geçen iki yilin sonunda ABD halkinin büyük çogunlugu bile rahatsizligini dile getiriyordu. Hükümetteki sahinler dahi ABD’nin dünyadaki durusunun inanilmaz sekilde zarar gördügünü inkar edemez hale geldi. Afganistan’daki basariyi Irak’ta bir felakete dönüstüren politik kararlari sekillendiren 3 temel inanis vardi. Bunlarin hepsi Bush yönetimi tarafindan içsellestirilmis ve yeni-muhafazakar dünya görüsünden türetilmisti: Orta Dogu kökenli terörist faaliyetler spesifik siyasi çatismalardan veya yakin tarihten bagimsiz olarak çok daha derinlere nüfuz etmis nihilist bir nefreti yansitiyordu. Basta Araplar olmak üzere bölgesel siyasi kültür her seyden öte güce saygi duyardi; bu da bölgenin süregelen sorunlarini kalici olarak çözmek için ham ABD gücünün uygulanmasini kaçinilmaz kiliyordu. Seçime dayali demokrasi disaridan dayatilabilirdi. Araplar, yabanci bir gücün kültürel ve dini baskisi altinda olsalar bile özgürlükten nefret ederken bir anda hayrani olabilirlerdi. Bu yanilgilarin üstüne, Bush’un sik sik ortaya attigi iddianin aksine ABD’ye karsi derinlesen husumetin temel nedeni olarak bölgedeki Müslümanlarin özgürlüge duydugu nefret degil, yüzlestikleri baskici Amerikan gücünün her geçen gün eski Ingiliz sömürgeci geçmise ve yakin dönem Israil politikalariyla daha fazla benzerlik gösteriyor olmasi eklenmistir. Gerçekten de ABD’nin 2003’ten beri benimsedigi yaklasim, 1920-30 yillarinda bölgedeki Ingiliz varligina fazlasiyla yakin durmaktadir. Günümüzdeki fark bu olaylarin çok daha zor bir dönemde süregelmesidir. 20. yy basinda Orta Dogu Osmanli idaresinden yeni kurtulmustu fakat halen sömürge olarak varligini sürdürüyordu. Ulusal özgürlük fikirleri çok dar bir kesimle sinirliydi ve yabanci karsitligi henüz alevlenmemisti. Günümüz kosullariysa bundan çok farkli. Amerikan himayesi sadece hos karsilanmamakla kalmiyor ayni zamanda büyük bir kesim bu duruma içerlemekte. Sorunu daha da derinlestiren tarihi perspektiften yoksun bir hükümetin neden oldugu savastan öte Amerikan uygulamalarinin psikolojik ve hatta görsel olarak Israil tutumuyla benzerlik göstermesidir. Tam donanimli ABD askerlerinin kapilari kirip dehset içindeki aile fertleriyle yüzlesmesi, erkeklerin zincirlenip tartaklanarak açiklama yapilmadan alinip götürüldügü görüntüler hafizalara kazinmaktadir. Bunlar Israil’in Filistin’de yaptiklarindan farksizdir. Bunlari izleyen milyonlarca Müslüman’in, El Kaide’nin ABD emperyalizminin yayilmaci Siyonistlerle danisikli dövüs içinde oldugu savlarina daha yogun bir biçimde inanmasina neden olmaktadir. Özetlemek gerekirse, ABD Israil’in Arap komsulariyla yasadigi ikilemi çok daha genis bir ölçekte deneyimlemektedir. Her ikisi de sadece kendi hedef ve çikarlarina uygun tek tarafli bir çözümü hayata geçirecek bir yöntemden yoksundur. Ingilizler bunu erken bir asamada fark edip Orta Dogu’yu terk etmisti, Fransizlar bunu ancak Cezayir’le savastiktan sonra anlayabildi. Amerika ayni dersi Irak ve Afganistan’da isteksiz de olsa almaktadir. ABD’nin bu olayin çözümü olarak bölgede hizli demokratiklesmeyi empoze etmesi ayni oranda hatalidir. Tarihe bakildiginda demokratiklesmenin uzun bir süreç oldugunu görmek zor degildir. Bu süreç hukukun üstünlügünün tesis edilmesi, güç dengeleri üzerinde önce kanunlarin ve sonra anayasanin gelistirilmesini gerektirir. Öte yandan, demokrasinin disaridan ani bir sekilde zorla gelmesi yukarida söz edilen kavramlari sindirmemis toplumlar arasinda önce çatismaya ve sonra siddete neden olmaktadir. ABD’nin bu alandaki dar görüslü yaklasimi aynen bu sonuçlari dogurmustur. Sadece Irak’ta degil ayni seyler Filistin, Misir ve Arabistan’da da olmustur. Elde edilenler istikrari saglamamis tersine sosyal gerilimleri tirmandirmistir. Bu girisimler en iyi haliyle müsamahasiz popülizme neden olmakta; görünürde demokratik ama esasinda çogunlugun dahil oldugu despot bir sistem yaratmaktadir. Isin kötüsü, Orta Dogu’da demokratiklesmenin atesli savunuculari bundan bihaber olamaz. Bu karakterler demokrasiyi yayma girisimini güç kullanmak için etkin bir silah olarak görmektedir. Yukarida söz edilen üç temel algi hatasi, Amerikalilari bu genis bölgede ABD askeri müdahalesinin uzun vadeli sonuçlari hakkinda ciddi sekilde düsündürmelidir. Irak’ta meydana gelenler ve Israil’in yüzlestigi giderek derinlesen ikilemler Amerika’nin küresel pozisyonunu derinden tehdit edecek zorluklarin bir habercisi niteligindedir. “Küresel Balkanlar” olarak adlandirdigim bölge ABD’nin iyice saplanacagi bir bataklik halini alabilir. Güçlenen Amerikan karsiti görüsler isiginda kendilerini ABD’nin rakibi olarak gören ülkelerin bu durumdan faydalanma girisiminde bulunmasi kaçinilmazdir. Rusya ve Çin arasinda giderek gelisen ortaklik bu ihtimalin olanaksiz olmadiginin en iyi kanitidir. Siyasi istikrar ve güvenilir müsteriler pesinde olan Orta Dogu petrol üreticileri kolaylikla Çin’e yaklasabilir. Bush Amerika’sinin aksine Çin, demokrasiden önce siyasi istikrara önem vermektedir. Orta Dogu’nun Çin’e yaklasmasi Avrupa’nin Amerika ile olan baglarini zayiflatabilir ve Atlantik toplumunun üstünlügünü tehlikeye düsürebilir. Iste tüm bu nedenlerden ötürü Amerika bulastigi durumdan hemen ders çikarmaya bakmalidir ve Orta Dogu’ya ve dinamiklerine olan bakis açisini kökten degistirmelidir. Irak savasi her anlamda bir felakete dönüsmüstür ve Bush hükümeti icraatlarinin tarihi bir basarisizlik olarak damgalanmasina neden olmustur. Savas kisa sürede sonlandirilsa bile gelinen durumu degistirmek çok zaman alacak ve inanilmaz emek gerektirecektir. Belki de Irak savasinin tek avantaji yeni-muhafazakar hayallerin yikilmasi olmustur. Savas daha basarili gitseydi ABD belki bugün Suriye ve hatta Iran ile savasa girmis olurdu. Dünyanin Kalani 11 Eylül olaylari Bush’un Israil-Filistin iliskilerine dair ABD politikasini da temelden degistirmesinin önünü açmistir. Clinton’in Israil’e ilimli yaklasimi Bush döneminde ayyuka çikmistir. Bush baskanligi boyunca Israil savlarini destekleyen bir durus benimsemistir. Bu tavir kisa sürede Arafat’in siyasi arenadan tecrit edilmesi, Israil’in Filistin üzerinde fiziksel baski uygulamasi, ABD’nin Bati Seria’daki Israil yerlesimlerinin genislemesine duyarsiz kalmasi ve Israil’in insani kayiplari göz ardi ederek suikastlar düzenlemesiyle baska bir boyut kazanmistir. 2002’de Arabistan önderligindeki Arap Birliginin, 1967 sinirlarina göre baris tesis edilmesine karsilik Israil’le normal diplomatik ve ticari iliskiler ve güvenlik taahhüdü önermesi büyük ve degerlendirilmesi gereken bir firsatti fakat baris umutlari Israil sivillerine karsi düzenlenen kanli bir terörist eylemle baslamadan bitti. Israil’in bu olaya cevabi tüm Bati Seria’yi kapsayan siddetli bir askeri harekat oldu. Filistin Yönetimi islevselligini yitirmisti. Bush’un Israil’e tam destek vermesi müzakerelerde artik özerk bir Filistin tarafinin olmamasi anlamina geliyordu. ABD-Israil ittifakinin karsiliginda Amerika, nihayetinde iki-devletli bir çözüm önerisi konusunda Israil’in rizasini aldi. Israil’in yeni bir Filistin devleti ile beraber var olacagi bu önerinin hayata geçme tarihi 2005 olarak belirlendi fakat yine Israil’in tercihleri dogrultusunda bu süreci sekillendirecek parametreler kesinlestirilmedi. Bölge genelindeki algi Bush ve Saron’un zamana oynadigi yönündeydi. Takip eden seneler yarim agizli ABD baris inisiyatiflerine, Filistinlilerin düzenli terörist saldirilarina, buna misilleme olarak girisilen siddetli Israil harekatlarina ve Israil yerlesimlerinin genislemesine tanik oldu. Irak savasi basladiktan bir sene sonra Filistin devletinin kurulmasi fikri rafa kaldirilmis gibiydi. Filistin’in çikarlariyla örtüsen tek sey Saron’un Gazze’den çekilme önerisi gibi duruyordu. Bush bunu “Filistinlilere yeniden yapilanmis, adil ve hür bir hükümet kurma sansi” olarak lanse etti. Fakat Filistin devletinin kurulusu için bir tarihten söz edilmemisti. Bush’un buna yesil isik yakmasi böylesi bir devlet kurulana kadar Israil’in kendi çikarlarinin kapsamini genisletmesi için daha çok zamani oldugu anlamina geliyordu. Israil bu firsati kaçirmadi ve 1967 sinirlarini hiçe sayan bir güvenlik duvarinin insasina basladi. Bush’un baskanligi döneminde ABD’nin Orta Dogu politikasi tam anlamiyla kendi ayagina kursun sikmistir. Kendi hallerine birakildiklarinda Israil ve Filistin arasinda bir baris tesis edilemeyecegi ve komsularindan kat kat güçlü olsa da Israil’in sadece kaba kuvvet kullanarak kalici bir çözüme ulasamayacagi gerçekleri görmezden gelinmistir. Böylesi bir çözüm kabul görmeyecek, husumete neden olacak ve bitmek bilmeyen bir terör dalgasini körükleyecekti. Ve hersey tam da öyle oldu. Amerika’nin bölgesel çikarlari zarar görmeye devam edecekti. ABD’nin arabuluculuktan apaçik Israil taraftarligina geçis yapmasi olaylari sekillendirme yetisini elinden aldigi gibi Israil’in uzun vadeli güvenligini de tehlikeye atmistir. ABD giderek radikallesen bir bölgeye daha da batmaktaydi. Bu radikallesme ABD askeri gücünün sinirsiz olmadigini açiga çikariyordu. Öte yandan Israil’in güç kullanarak yerlesimlerini genisletme israri bu ugurda hayatini feda edecek Arap kökenli insanlarin sayisini ciddi oranda arttirdi. 2006’ya gelindiginde ABD ve Israil’in, birlikte veya tek basina Orta Dogu’yu kendi istekleri dogrultusunda yeniden sekillendiremeyecegini anlamis olmasi gerekiyordu. Bölge çok büyüktü, insanlari çok daha gözü karaydi ve bu ikiliye olan kizginliklari katlanmisti. Inanilmaz hatalarla dolu ABD durusu iki uzun vadeli tehlikeyi beraberinde getiriyordu: Amerika zaman içinde tüm Arap dostlarini ve dolayisiyla tavirlarini sekillendirme kabiliyetini yitirecek; belki de sonunda Orta Dogu’dan tamamen sürülecekti. Israil ise bitmek bilmeyen çatismalara bulasacak ve belki de sonunda kendi mevcudiyetini tehlikeye sokacakti. Dahasi, Amerika iç siyaset dinamikleri dikkate alindiginda, bu riskler Israil’in karsilastigi tehditleri kontrol altina alabilmek için ABD askerinin bölgedeki varligini genisletmesini gerektirecekti. Bush idaresi altinda ABD-Iran iliskilerinde de gerginlik tirmandi. ABD bu ülkeyi “ser ekseni”nin bir üyesi, terörizmin destekçisi, Israil ve hatta Amerika’nin güvenligine ciddi bir tehdit olarak görüyordu. Bu kati yaklasim Iran’in 2003’te nükleer konular ve Israil-Filistin çatismasina bir çözüm dahil güvenlik ve ekonomi konularini içeren kapsamli bir diyalog çagrisini ABD’nin net bir sekilde reddetmesine neden oldu. Ülkeye karsi uygulanan dislama politikasi Iran rejiminde asiri tutucu unsurlarin güçlenmesine ve nükleer programini devam ettirme isteginin artmasina neden oldu. Iki önemli unsur ABD’nin 2006 Baharinda durusunu kapsamli sekilde gözden geçirmesine yol açti: Irak’taki savasin külfeti karsisinda Iran’a karsi güç uygulanmasi cazibesini yitirmekteydi. Buna ek olarak K. Kore örneginde oldugu gibi, bir ülkenin nükleerlesmesine karsi uygulanan münferit girisimlerin sonuçsuz kaldigina dair bir farkindalik hali belirmisti. Bölgesel baskilar karsisinda ABD, K. Kore’ye bakisini daha 2004’te degistirmek zorunda kalmisti. Ne Çin ne de Rusya, ABD’nin K. Kore’yi dislama politikasini takip etmeye egilimli degildi. ABD, kabul edilebilir bir sonuca varmak için tek yolun bölgesel güçlerin dahil oldugu çok yönlü bir girisim oldugunu kabullendi. ABD, Çin, Japonya, Rusya, Güney ve Kuzey Kore’nin dahil oldugu 6’li Görüsmeler Uzak Dogu’nun güvenligi için uluslararasi bir iskeletin gerekliligini kanitlar nitelikteydi. Ayni mantik, çok isteksizce olsa da Iran için benimsendi. Iran’la müzakere fikri hükümetteki yeni-muhafazakar fanatikleri çilgina çevirdi fakat askeri gerçekler ve siyasi endiseler tesvik ve yaptirimlar içeren ciddi bir diyalogun tesis edilmesi görüsünü güçlendirdi. Bununla birlikte Orta Dogu’da süregelen dengesizlik hali daha militan bir seçenegin hiçbir zaman tamamen rafa kaldirilmasina izin vermedi. Iran gerçegi, Bush hükümetinin bile gerçeklere dayali siyasete olan ihtiyacindan sonsuza dek kaçamayacagini ima ediyordu. “Baska yeni gerçeklikler” yaratmakla geçen 5 yilin faturasi çok agirdi. Irak’taki durum bazi konulari gözden geçirme gerekliligini kaçinilmaz kildi. Bunlarin basinda transatlantik sayginin yeniden tesis edilmesi ve daha derin stratejik isbirligi gelmekteydi. Gerçeklere dayali uyarlamalar ABD’nin Rusya ve Çin ile olan iliskileri için de gerekliydi. Rusya Orta Dogu konularinda giderek daha fazla danisilan, NATO ile yapici bir iliski içine çekilmesi gereken, bir asamada DTÖ’ye alinmasi sart olan ve hatta G7 zirvelerine dahil edilmesi mantikli olan bir ülke halini almisti. Öte yandan Çin’in Dogu Asya’da gelisen rolü, ABD ile olan büyüyen ticaret iliskileri 2001’de DTÖ’ye kabul edilmesiyle sonuçlanmisti. Çin 6’li Görüsmelerin içindeydi. Hemen ardindan Iran nükleer programiyla ilgili uluslararasi görüsmelere taraf olmustu. Çin dünyanin önemli güçlerinden biri olarak anilmaya baslanmisti. Her seyden önemlisi stratejik olarak giderek yakinlasan Rusya ve Çin iliskilerine dikkat vermek gerekiyordu. Bush, ABD-Çin iliskilerini belli bir seviyede sürdürme kararliligini göstermisti fakat gerçek su ki disislerini ilgilendiren birçok önemli konuda Rusya ve Çin çok daha yakin bir durus sergiliyordu. Iki ülkenin çikarlari son zamanlarda çok daha örtüsür hale gelmisti. Her iki rejim de Amerika’nin demokrasiyi dayatma tavrindan rahatsizlik duyuyordu. Her halükarda Çin’in artan önemi ve Rusya’nin toparlanma sürecine girmesi jeopolitik anlamda yeni bir güç ekseni olusmasina neden oluyordu. Çinliler sessiz sedasiz ABD’nin bölgedeki rolünü ikincil kilacak, kendi önderliklerinde bir Asya isbirligi toplumunu destekliyordu. Çin’in siyasi ve ekonomik etkisi Orta Dogu ve Afrika’da da hissedilir olmustu. Bununla birlikte Brezilya ile ekonomik anlamda bir yakinlasma gözden kaçamazdi. Öte yandan Rusya, Venezuela ile siyasi ve askeri iliskilerini pekistirir hale gelmisti. Avrupa’nin enerji anlaminda Rusya’ya giderek daha bagimli hale gelmesi Atlantik ittifakini tehdit eden baska bir unsurdu. Rusya ve Almanya arasinda planlanan boru hatti projesi bazi Avrupa ülkelerinde Ruslarin enerji konusunda santaj yapabilecegi korkusunu dogurmustu. Nükleerlesme konusunda ise ABD, Hindistan’in nükleer güç olmasina müsaade etmekle kalmayip destek vererek K. Kore ve Iran’in nükleer programlarina sinirlama getirebilme kozunu neredeyse tamamen yitirmistir. ABD’nin Hindistan’in nükleer silah kapasitesini gelistirecek bir anlasmaya imza atmasi bugüne kadar bu alandaki çalismalarini asgaride tutan Çin için rahatsiz edici olacaktir. Hindistan’in güçlenmesiyle Pekin’in konuya bakisinin bir hayli degismesi uzak bir olasilik degildir. ABD’nin nükleerlesmeye karsi tutundugu tarafli yaklasimin, Çin’in uluslararasi sistemin genel yapisini yeniden sekillendirme girisimlerini hizlandirmasina neden olacagi beklenmektedir. Etkisi arttikça Çin, kendini küresel bir oyuncu olarak görecek ve ABD tarafindan yaratilmis oyunun kurallarina uyma zorunlulugu hissetmeyecektir. Baris politikasi benimsemesine ragmen Çin mevcut uluslararasi düzenlemeleri yeniden sekillendirmek konusundaki istekliligini açikça beyan etmistir. Uluslararasi rolünü güçlendirmek niyetinde olan Pekin’in Orta Dogu’ya odaklanmasi sasirtici olmaz. Bu bölgede baskin olabilmek için Çin, güvenilir bir petrol müsterisi, rekabetçi bir sanayi ürünleri tedarikçisi ve siyasi olarak samimi bir ortak olacaginin altini çizecektir. Son yillardaki ABD tavrinin aksine Çin, baska halklarin dini veya kültürel aliskanliklarina karsi patronluk taslayan bir yaklasim benimsemeyecektir. ABD’nin 11 Eylül sonrasinda bölgeye karsi aldigi tavir degismezse Çin’in Orta Dogu’daki baskin güç olacagini söylemek yanlis olmaz. ABD’nin uzun vadeli çikarlarini zedeleyen diger konularin basinda fakir ülkelere kapsamli degisiklik yaratacak yardimi esirgemesi, Kyoto Protokolü basta olmak üzere küresel çevre tehditlerine karsi kayitsiz kalmasi sayilabilir. Böyle bir karneye baktigimizda ABD’nin küresel tecridinin artmasi ve Bush’un liderlik vasiflarina karsilik olarak dünya genelinde süpheciligin artmasina sasmamak gerekir. Küresel Lider olarak Bush tarihi firsati tamamen yanlis anlamistir ve sadece 5 yil içerisinde ABD’nin jeopolitik konumunu ciddi ve tehlikeli sekilde sarsmistir. Bush Amerika’yi tehlikeye atmistir. Avrupa yabancilastirilmistir. Rusya ve Çin ise daha yaptirimci ve hareketleri daha uyum içindedir. Asya sirtini çevirmekte ve kendini tekrar yapilandirmaktadir. Bu ortamda Japonya sessizce kendi güvenligini garanti edecek bir yol aramaktadir. Latin Amerika’da popülist ve ABD karsiti bir siyaset agirlik kazanmaktadir. Orta Dogu bölünmektedir ve neredeyse patlamanin esigindedir. Islam dünyasinda dini ihtiraslar ve emperyalist karsiti milliyetçilik yükselistedir. ABD politikalari küresel çapta bir korku ve hatta nefret kaynagidir. Yeni ABD baskani Amerika’nin mesrulugunu tekrar tesis edebilmek için inanilmaz bir çaba sarf etmek zorunda kalacaktir. Bununla birlikte siyasi olarak uyanmis ve emperyalist güçlere karni tok bir dünyada derinlesen sosyal sorunlara kalici çözümler sunmak zorunda kalacaktir. 8 2008 Sonrasi ve ABD’nin Ikinci Sansi Küresel liderlerin tamami da kendi tarihsel durusunu tanimlamistir. I.Bush geleneksel istikrari korumak için güce ve mesruluga güvenen bir devlet adamiydi. Clinton, sosyal refahin savunucusuydu ve ilerlemenin yolunu küresellesme olarak görüyordu. II.Bush, kötülügün güçlerine karsi kendi baslattigi varolus mücadelesini devam ettirmek için ulusal korkulari sömüren kötü çocuktu. Buna göre her baskan Amerikan halkinin kalbini baska bir yöntemle kazanmaya çalisti. Peki; Amerika nasil bir liderlik performansi sergiledi? Tek kelimeyle berbat! Elbette 1991’e kiyasla 2006’da belli alanlarda (örnegin askeri açidan) ABD daha fazla güç kazanmis olabilir fakat ülkenin küresel gerçekleri sekillendirme kapasitesi belirgin sekilde azalmistir. Küresel lider olarak taçlandirildiktan 15 yil sonra ABD siyasi olarak muhaliflesmis bir dünyada daha korkak ve tecrit olmus bir demokrasi halini almaktadir. Soguk Savasin sona ermesinden sonra ABD politikasinin iki firsati elinden kaçirdigini söylemek yanlis olmaz. Bunlardan ilki, ortak stratejik bir gündemi olan Atlantik toplulugunu yaratma dirayetini gösterememesidir. Bu gerçeklesseydi dünyanin çesitli yerlerinde barisi saglamak ve nükleerlesme sürecinin yayilmasina engel olmak konusunda çok daha etkili olabilirdi. Kaçan ikinci firsat, o dönem gördügü sayginligi degerlendirmemesi nedeniyle Israil-Filistin sorununu kararli bir durusla çözüme kavusturmamasidir. ABD bunu basarabilmis olsaydi tüm itibarini yitirmesine neden olan Irak savasina girmeyebilir ve belki de sadece Orta Dogu’nun degil dünyanin nefretini üzerine çekmeyebilirdi. Amerika’nin ikinci bir sansi olacak mi? Elbette. Bunun en büyük nedeni Amerika’nin potansiyel olarak oynayacagi rolü dünyada baska hiçbir ülkenin gerçeklestirecek kapasiteye sahip olmamasidir. Akil sahibi IV. Küresel Lider, ABD’ye karsi az da olsa kalan müsamahayi en iyi sekilde degerlendirmelidir. ABD karsiti görüs tarihinin zirvesine ulasmis olsa da sorumluluklarinin ve halklarin yüzlestigi zorluklarin farkinda, dis iliskilerinde dayatma yerine karsilikli uzlasmaya dayali yeni bir yaklasim sergileyen bir Amerika dünya insanini kendine tekrar çekebilme sansina sahip olabilir. Bunun kolay olmayacaginin herkes farkindadir. ABD’nin siyasi güvenilirligini ve mesrulugunu tekrar kazanmasi olaganüstü emek ve büyük bir beceri gerektirecektir. Yeni baskan ABD’nin yakin tarihteki basarilarindan ve daha önemlisi hatalarindan stratejik anlamda büyük dersler çikarmalidir. Spesifik siyasi konulardan öte ABD’nin gelecekte dünya lideri olarak kabul görmesi asagidaki çok karmasik sorulara verilecek cevaplara baglidir: Amerikan sisteminin yapisi: Amerikan sistemi sadece ABD’nin çikarlarini degil ayni zamanda dünya çapinda güvenligi ve refahi ileriye tasiyacak küresel bir politikayi gelistirecek ve sürdürebilecek kapasiteye sahip mi? Beklentilerin arttigi bir dünyada Amerikan sosyal modeli: Amerikan toplumu, küresel lider rolünü sürdürebilmek adina dünyanin kalanindaki egilimleri dikkate alip kendi yasam tarzini belli oranda gözden geçirme ve degisime göre yeniden uyarlama iradesini gösterebilir mi? Amerika’nin dünyanin yeni halini kavrayabilmesi: Amerikan halki küresel siyasi uyanis devrinin kendisi için gerçekten ne anlama geldigini idrak edebiliyor mu? Dis Siyaset Gelistirme Süreci ABD’nin uzun vadeli küresel liderligi tesis etmesi ve sürdürebilmesi önünde bazi yapisal engeller bulunmaktadir. Amerika günümüzde dünya ile iç içe geçmis durumdadir. Fakat basindaki liderler degisen yurt içi atmosfere duyarli olmakla birlikte sürekli evrilen yurt disi dinamikleri algilamakta genellikle geç kalmaktadir. Dünya çapinda etkinligi olan politikalarin gelistirilmesi agirlikli olarak yurtiçi uyaranlara verilen bir yanit niteligindedir. Bunun ötesinde, küresel stratejiler gelistirmek için yasama ve yürütme organlarinin ortak çalistigi kurumsallasmis bir mekanizma olmayisi sorunu derinlestirmektedir. Bu yönde bir çalisma yapilmasi faydali olacaktir. ABD dis politikasinin satilik olduguna dair genis kitlelere yayilmis kaninin de degistirilmesi elzemdir. Amerika’daki dis baglantili lobilerin ne kadar güçlü ve bazi kararlar da gereginden fazla etkin oldugu su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekler dis siyaset anlayisinin bölünmesine neden olmakta ve Amerika’nin ulusal çikarlarina zarar vermektedir.2 Örnegin Yahudi lobisi baskisiyla ABD’nin Israil-Filistin ihtilafinda tarafsizligini koruyamamasidir. Yasama ve yürütme organlari arasinda daha sistematik bir planlama ve danisma sürecine ek olarak lobi faaliyetlerinin daha siki kurallara tabi olmasi gerekmektedir. Bu kapsamda harici güçlerin ABD içindeki dis siyaset lobilerini destekleme ve mali olarak beslemesinin önüne geçilmelidir. Dahasi, lobilerin kendileri daha yakin denetime alinmali ve parasal faaliyetleri hakkinda hesap vermek durumunda olmalidirlar. Amerikan Sosyal Modeli Asiri tüketim, maddiyata ve rahata düskünlük, sosyal dejenerasyon ve toplumun dünyanin kalanina karsi ilgisizligi ABD’nin etkin küresel liderlik adina dünya çapinda albenisi olan bir platform yaratmasini zorlastirmaktadir. Liderlik görevini üstlenebilmesi için Amerika’nin küresel gerçeklere hassas olmasi yeterli degildir. Ülke olarak Amerikan sosyal modelinin temel hatalarini düzeltmesi gerekmektedir. Bazi kesimlerin daha önce önerdigi gibi bu yönde atilacak önemli adimlardan biri her genç Amerikali için belli bir dönemi kapsayacak bir çesit zorunlu hizmet sistemini tesis etmek olacaktir. Küresel çikarlara hizmet edecek zorunlu hizmet dönemi, ABD’nin akilci ve samimi küresel liderlik vasiflari için elzem olan sivil bilincin artmasina yol açacaktir. Bu görev gençlerin idealist güdülerini tatmin edecegi gibi daha büyük ve bireysellikten uzak bir amaç için çalismanin ne demek oldugunu ögretecektir. Böylesi bir hamle ABD’nin yapmasi gereken uzun vadeli sosyal seçimler hakkinda toplumun belli bir bilince erismesine yardimci olacaktir. 2 Özetleyenin notu: Bu konu Türkiye’yi de yakindan ilgilendirmektedir. Örnek vermek gerekirse ilki, 1974 yilinda ADB’nin Yunan lobisi etkisi altinda Türkiye’ye uyguladigi silah ambargosudur. Ikincisi ise Ermeni lobi faaliyetleri nedeniyle gündemimizden hiç düsmeyen sözde soykirim tasarisinin senatodan geçme tasarisi ve T.C.’ye uygulanan baski ve potansiyel yaptirimlardir. Yapici bir küresel politika hayata geçirmek için ABD’nin bilinçli ve egitilmis bir topluma sahip olmasi gerekir. Fakat ne yazik ki böylesi bir görevi olan ülkenin vatandaslari dünyanin kalanina tarif edilmez bir ilgisizlikle yaklasmaktadir. Halkin çogunlugu dünya tarihi ve cografya hakkinda hiçbir sey bilmemektedir. ABD üniversite ögrencilerinin sadece %1’i yurt disinda egitim almaktadir. Gençlerin çogu diger dünya ülkelerinin nerede oldugundan bile habersizdir. National Geographic tarafindan yapilan bir ankete göre genç ABD’lilerin %85’i Irak ve Afganistan’in, %60’i Ingiltere’nin ve %29’u Pasifik Okyanusu’nun yerini haritada gösterememektedir! Toplumsal ilgisizlik ve cahillik, korku ile kolayca bütünlesmekte ve ABD’nin dünya düzeninde ne yapmasi gerektigine dair herhangi bir tartisma ortaminin olusmasina engel olmaktadir. Yeni dönemde ABD baskani temel egitime büyük önem vermek durumundadir. Baskan, ABD’nin küresel sorumlulugu hakkinda topluma daha sik hitap etmelidir. Kullandigi dil korku yaratmamalidir, bilinç yaratmak ve problem çözmekten yana tavir almalidir. Küresel Siyasi Uyanis Günümüz huzursuz dünyasinda ABD, evrensel insan onurunu tesis etme arayisiyla kendini bütünlestirmelidir. Bu onur ve haysiyet içinde özgürlügü ve demokrasiyi barindirmali; kültürel çesitlilige saygi duymaya ve insan hayatinda süregelen esitsizliklerin üstesinden gelmeye kendini adamis olmalidir. Siyasi uyanis cografi anlamda küresel düzeye ulasmistir. Sosyal ölçekte çok daha kapsamli, demografik profil olarak çok daha gençtir. Okuma-yazma oraninin artmasi, iletisim olanaklarinin yayilmasi gibi nedenlerden ötürü ani siyasi hareketlenmeye, ilham kaynaklarinin birden degisebilmesine çok daha yatkindir. Bunun sonucu olarak modern popülist siyasi tutkular, birlestirici bir doktrinin yoksunlugunda bile çok uzaktaki hedeflere yönelebilmektedir. ABD küresel siyasi uyanisin hedefi olma tehlikesinin üstesinden gelmek için kimligini evrensel insan haysiyetini temel alarak olusturmalidir. Evrensel insan haysiyeti, özgürlük ve demokrasiyi kapsar ama bununla sinirli kalmamalidir. Buna ek olarak sosyal adalet, cinsiyet esitligi ve her seyden önemlisi dünyada var olan kültürel ve dini mozaige saygili olmak gelmektedir. Sabirsizca disaridan dayatilan bir demokrasinin neden basarisizliga mahkum oldugunun baska bir nedeni de bu kavramlarin görmezden gelinmesidir. Istikrarli liberal bir demokrasi asamali olarak beslenmeli ve içeriden tesvik edilmelidir. *** Küresel bir dönemin baslangicinda baskin olacak gücün ruh, içerik ve kapsam olarak gerçekten küresel çapli bir dis siyaset benimsemekten baska çaresi yoktur. Amerika’nin evrensel olarak emperyalizm-sonrasi çagda kibirli ve küstah bir sömürgeci, küresel olarak birbirine hiç olmadigi kadar bagli bir dünyada bencilce duyarsiz, dini anlamda çok çesitli bir dünya toplumunda kültürel olarak kendini üstün gören bir ülke olarak algilanmasi bir facia olacaktir. Böyle bir durum Amerikan süper gücünün ölüm fermani olur. ABD’nin 2008 sonrasi dönemdeki ikinci sansini birincisinden çok daha iyi degerlendirmesi gerekmektedir çünkü üçüncü bir sans olmayacaktir. Amerika gerçek bir Soguk Savas sonrasi küresel disisleri politikasini acilen hayata geçirmelidir. Bunu basarmak olanaksiz degildir ancak bir sonraki baskanin siyasi olarak uyanmis bir insanligin beklenti ve isteklerini Amerikan varligiyla çok mükemmel bir sekilde örtüstürmesi gerekecektir.