Güç, Refah ve Yoksullugun Kökenleri ULUSLAR NEDEN BASARISIZ OLUR? Daron Acemoglu - James A. Robinson

Güç, Refah ve Yoksullugun Kökenleri ULUSLAR NEDEN BASARISIZ OLUR? Daron Acemoglu - James A. Robinson

Fevzi BOZKURT
Politika


Daron Acemoglu : 1967 yilinda Istanbul'da dogdu. 1986 yilinda Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Lisans derecesini Ingiltere'nin York Üniversitesi'nde yapti. Yüksek lisans ve doktora derecelerini ise bu dalda en prestijli okullardan olan London School of Economics'ten aldi. 1993'te ABD'deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde ders vermeye basladi. 2000 yilinda profesörlüge yükseldi. Ilgi alani içine giren baslica konular, siyasal ekonomi, ekonomik kalkinma, ekonomik büyüme, gelir ve ücret dengesi esitsizligi.

James A. Robinson : 1932 yilinda ABD’de dogdu. 1958 yilinda Siyasal Bilimler dalinda Northwestern Üniversitesinden doktorasini aldi. Harvard’da uzun yillardir Ekonomist ve Sosyal Bilimci olarak ders veren Prof. Robinson Latin Amerika ve Afrika Ekonomileri konusunda çok degerli bir uzman olarak taniniyor.


Ekonomik basarinin temelinde insanlarin olusturdugu politik ve ekonomik kurumlarin yer aldigini kesin olarak ortaya koyan bu çalisma, uzmanlarin asirlardir kafa yordugu soruya yanit niteliginde. Neden bazi ülkeler zengin, digerleri fakir; neden bir tarafta saglik, bolluk varken beri yanda açlik ve hastalik kol geziyor. Acemoglu ve Robinson’un kapsayici politik ve ekonomik kurumlar arasindaki karsilikli etkilesim hakkinda çigir açan fikirleri dünyaya bakisinizi ve anlayisinizi degistirebilir. On bes yillik arastirma sonucunda gelistirdikleri politik ekonomi teorisi, tarihsel kanitlara dayali ve günümüzdeki sorunlarla yakindan ilgili. Refah ve yoksullugun sebeplerini anlamak açisindan kaynak kitap olacak nitelikte.

 GIRIS

Dünyanin zengin ülkeleriyle fakirlerini ayiran gelir düzeyi ve yasam standartlari arasinda görülen büyük farklar hakkindaki bu kitap yayinlanmak üzereyken Kuzey Afrika ve Orta Dogu, Arap Bahari ile sarsilmaktaydi; Tunus ve Misir diktatörleri devrilmis, Bahreyn, Suriye ve Yemen’deki rejimlerin ne olacagi henüz bilinmez haldeydi. Esasinda bu ülkelerdeki memnuniyetsizligin altinda yatan fakirlikleridir. Ortalama bir Misirlinin kazanci bir Amerikalinin gelirinin yaklasik %12’sidir. Peki niye Misir, ABD’den bu kadar daha fakirdir?

Protestolar sirasinda halka neden ayaklandiklari soruldugunda yolsuzluktan, baskidan ve egitimin kötülügünden biktiklarini, yozlasmis düzenin degismesi gerektigini söyler. Hükümet yolsuzluklarindan, kamu hizmetlerinin eksikliginden, ülkede politik haklarin ve firsat esitliginin olmayisindan yakinir. Arzu edilen ise bir an önce seçilmis bir iktidara kavusulmasi ve evrensel özgürlüklerin uygulanmasidir. Tunus örneginde oldugu gibi baski, sosyal adalet eksikligi ve barisçil degisim yollarinin inkariyla birlestiginde adeta saatli bombaya dönüsür. Hem Misir hem de Tunus halkina göre ekonomik sorunlarin temelinde siyasi haklarin olmayisi vardir. Dolayisiyla siyasi degisim talebi, asgari ücret zammi gibi konularin önüne geçer. Aslinda Misirlilar geri kalmalarinin nedenlerinin bilincindedir. Bunlar basta devlet yönetiminin beceriksiz ve yozlasmis olusu, toplumun ise yeteneklerini kullanmalarina açik olmayisidir. Fakat bu sorunlarin kökeninin politik oldugunun ve karsilastiklari ekonomik engellerin siyasi iktidarin dar bir zümre tarafindan kullanilip tekellestirilmesinden kaynaklandiginin da farkindadirlar. Bu düzenin degismesi için sokaklara dökülmüslerdir. Oysaki bu konuda akademisyen ve yorumcular genellikle baska etkenlerin üzerinde durur. Kimi Misir’in fakirliginin cografyaya ve dolayisiyla iklimin tarima elverissiz olduguna baglarken, kimi de refah ve ekonomik gelismeye zit kültürel ögelere dikkat çeker. Ekonomi ve politika uzmanlari arasinda çok tutulan diger bir görüse göre Misir’i yönetenler ülkelerini refaha ulastiracak seyin ne oldugunu bilmedikleri gibi geçmiste de yanlis politikalar izlemislerdir. Eger ki dogru danismanlardan dogru tavsiyeleri alsalar kalkinacaklardir. Anlasilan Misir’in toplumun zararina ceplerini dolduran bir avuç elit tarafindan yönetildigi gerçeginin, bu uzmanlara göre ülkenin ekonomik sorunlarinin anlasilmasiyla ilgisi yoktur. Kitapta tartisilan da çogu akademisyen ve yorumcunun degil meydanlari dolduran halkin, hakli oldugudur. Misir fakirdir çünkü kendi çikarlarina göre toplumu sekillendiren ve halkin sirtindan geçinen bir zümre tarafindan yönetilmistir. Siyasi iktidar sahipleri ellerindeki gücü kendilerine servet yaratmak için kullanmistir. Kaybeden de Misir halki olmustur. Misir’in fakirligini bu sekilde yorumlamak, ülkelerin neden yoksul olduguna dair genel bir açiklama sunabilir. Ister Misir olsun; ister Kuzey Kore, Sierra Leone ya da Zimbabve hepsinin fakirlik nedeni aynidir. Birlesik Krallik ve Amerika Birlesik Devletleri ise zenginlesmistir çünkü vatandaslari gücü elinde tutan elit kesimi devirip, siyasi haklarin yayginlastirildigi; iktidarin topluma hesap verip duyarli davranmak zorunda oldugu bir devlet yönetiminde genis bir halk kitlesinin ekonomik olanaklardan yararlanabildigi bir toplum yaratmislardir. Dünyada neden bunca esitsizlik oldugunu anlamak için öncelikle tarihsel dinamiklere bakmak gerekir. Ingiltere’nin Misir’dan daha zengin olmasinin nedeni, 1688’de Ingiltere’de ulusun siyasetini ve dolayisiyla ekonomisini degistiren bir devrim gerçeklesmis olmasidir. Insanlar politik haklari için mücadele etmis ve bu haklardan ekonomik olanaklarini gelistirmek için yararlanmislardir. Sonuçta eskisinden çok farkli bir politik-ekonomik gidisat ortaya çikmis ve bu ilerleme Sanayi Devrimi ile sahlanmistir.

Fakat ne Sanayi Devrimi ne de yol açtigi teknolojiler Misir’a ulasamadi. Çünkü o sirada Osmanli hakimiyetinde olan ülkeye Osmanli hanedaninin muamelesi de Mübarek ailesinden pek farkli degildi. Ingiliz sömürgesine girdiginde ise Ingilizler de siradan halkin kalkinmasiyla pek ilgilenmedi. Misirlilar imparatorluklari devirmis ve 1952’de monarsiden kurtulmus olmalarina karsin, Ingiltere’de meydana gelen Muhtesem Devrim gibi siyaseti özünde degistiremedi. Tek yaptiklari iktidara halkin refahiyla uzaktan yakindan alakasi olmayan baska bir elit getirmek oldu. Sonuç olarak toplumun temel yapisi degismedi, dolayisiyla Misir fakir kaldi.

Bu kaliplarin nasil tekrar ettigini; neden bazen degisip evrilebildiklerini incelersek, bugün durumun degisip degismedigini sorgulayabiliriz. Mesela Mübarek’i yikan devrimin siradan halka refah getirecek kurumlari yaratip yaratmayacagini anlayabiliriz. Geçmiste Misir’da da devrimler oldu ama dizginleri eline alan her yeni iktidar devrilene benzer bir düzeni yeniden kurdugu için pek bir sey degismedi. Elbette, siradan vatandaslarin gerçekten siyasi güç elde edip yasadiklari toplumun isleyisini degistirmesi çok zordur.

Ancak imkansiz olmadigi örneklerden bellidir. Yoksul bir ülkenin zenginlesmesi için Ingiltere, Fransa, ABD, Japonya, hatta Botsvana ve Brezilya’da olanlara benzer köklü bir politik dönüsüm yasanmasi gerekir. Kilit nokta, toplum hareketinin genis kitleleri birlestirebilmesidir. Bu politik dönüsümlerde neler oldu, geçisler neden ve nasil gerçeklesti anlayabildigimizde bu tip toplumsal hareketlerin ne zaman bosa çikacagini tahmin edebilir, ne zaman umutlanabilecegimize karar verecek halde oluruz.

Geçersiz Teoriler

Asil amaç dünyadaki esitsizligi ve içinde barindirdigi kaliplari açiklamak olduguna göre öncelikle sürekli ekonomik büyümeyi ilk yakalayan ülkeyi ele almak gerek. Ingiltere, 18.yy ikinci yarisinda yasanan büyük teknolojik gelismelerin endüstriye yansimasiyla kalkinmaya basladi. Ardindan Bati Avrupa ülkeleri ve ABD sanayilesti. Refah, hizla Ingiliz kolonilerine yani Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya da yayildi. Bu ülkelere ek olarak günümüzün en zengin 30 ülkesi arasina Japonya, Singapur ve Güney Kore eklendi. Yakin zamanda yasadiklari hizli büyümeyle Dogu Asya ülkeleri, Tayvan ve Çin de aralarina katildi. Bu listedekilerin kisi basi yillik geliri ortalama $20.000 düzeyindedir.

En fakir ülkelerde ise kisi basi yillik gelir $2.000 seviyesindedir. Bunlarin neredeyse tamami Sahra-alti Afrika’dadir; Afganistan, Haiti, Nepal, Kamboçya, Laos da yoksullugun pençesindedir. Latin Amerika içinde benzer bir siralama yapsak liste basinda Sili, Arjantin, Brezilya, Meksika, Uruguay ve petrol fiyatina bagli olarak Venezuela’yi sayabilirdik. Ardindan Kolombiya, Ekvator ve Peru, sonlarda ise Bolivya, Guatemala ve Paraguay. Orta Dogu’da da benzer bir kalip görülür. Petrol zengini ülkeler Suudi Arabistan, Kuveyt liste basinda. Gelir düzeyleri en zengin 30 ülkeninkine yakindir. Fakat petrolden yoksun olan Misir, Ürdün ve Suriye’de ise gelir düzeyi Guatemala ve Peru’dakine denk gelmekte. Petrol olmasa Orta Dogu ülkeleri de Guatemala ya da Peru kadar fakirlesir fakat Sahra- alti Afrikasi standardina düsmez.

Aslinda bu liste 150 yil öncesine dönsek bile pek farkli olmazdi. Çünkü bu esitsizlik 18. Yüzyil sonundaki Sanayi Devrimini takiben ortaya çikti. Bunun öncesinde ülkeler arasindaki refah farki daha azdi. Üstelik o zamandan bu yana neredeyse sabitlenen siralama, tarihte daha geriye baktigimizda tamamen farkli. Tabii ki bu arada birçok ülke onyillar süren gelisme dönemlerine girdi, bazisi yeniden düsüse geçti. Arjantin 1870- 1920 arasi, SSCB 1930-1970 arasi parlarken; Dogu Asya 1950’den, Çin ise 1990’dan beri yükselistedir. )

Uzun vadede devamlilik gösteren bu kaliplar degismez veya degistirilemez diye bir kural yoktur. Önemli öncelik zenginle fakir ülkeler arasindaki büyük farklarin nasil olustugunu anlamaktir. Dünyadaki esitsizligin nedeni olarak en çok kabul gören teori cografi farkliliklara dayanir. Iliman iklim kusagindaki ülkeler zengin; Afrika, Orta Amerika, Güney Asya gibi tropiklerdekiler fakirdir yönündeki genel kani, ilk bakista dogruymus gibi görünse de özünde yanlistir. Fransiz filozof Montesquieu fakirligi açiklarken, sicak ülkelerde yasayan insanlarin tembellige meyilli oldugunu ve bu yüzden despotlarca yönetilmeye yatkin olduklarini ileri sürerek hem ekonomik hem de politik basarisizligin nedenini cografyaya baglamistir. Ekonomist Jeffrey Sachs’in da savundugu cografya hipotezine modern zamanlarda tropik hastaliklarin olumsuz etkileri ve tarima göreceli elverissizliginin eklenmesiyle iliman iklimlerin digerlerine göre avantajli oldugu sonucuna varilmistir. Oysaki ne iklim ne hastaliklar ne de cografi herhangi baska bir özellik dünyadaki esitsizligi açiklamaya yetmez. Mesela son dönemlerde hizla gelisen Singapur, Malezya ve Botsvana bu varsayimla çelismektedir. Geçmiste tropiklerde (su anda Meksika, Orta Amerika, Peru ve Bolivya’yi içine alan topraklarda) kurulmus olan, Aztek ve Inka uygarliklari çok zengin ve gelismisti. Daha iliman iklimlerde (kuzeyde bugünkü ABD, Kanada; güneyde Arjantin ve Sili bölgesinde) yasayanlarsa tas devri düzeyindeydi. Amerika kitasinin, Avrupalilar ayak basmadan önceki hali düsünülünce ABD ve Kanada’nin sahip oldugu zenginlikler, cografya ayni kaldigi halde kaderin tersine dönebildiginin temsilidir. Kuzey ile Güney Amerika’nin su anki durumlari sömürgelesme süreçlerindeki farklarla ilgilidir. Diger tarafta feci bir sekilde sömürgelestirilen, cetvelle bölünüp paylastirilan, kölelik kurumunun en acimasizini en derinden yasayan kara kitanin mevcut yoksullugunun nedeni de tropik hastaliklarin yaygin olusu olamaz. Hastalik yoksullugun sonucudur. Beceriksiz veya isteksiz hükümetlerin gereken kamu sagligi önlemlerini alamamasindandir. Öte yandan Avustralya ve Yeni Zelanda’nin neredeyse Asya’nin hepsinden daha yüksek refah seviyesine sahip olmasi da rastlanti degildir. Ingiltere’nin mahkumlarini, toplum disina itilenleri gönderdigi bu topraklarda politik ve ekonomik gelisimi destekleyen kapsayici Ingiliz kurumlarini temel alan yenilikçi ve çogulcu bir düzen kurulmustur. Tarihte daha geri gittigimizde, simdikinin tersine tropiklerde olmalarina ragmen Kamboçya’da Angkor; Etiyopya’da Aksum; Güney Hindistan’da Vijayanagara, Pakistan’da Indus uygarliklarinin iliman kusaktan çok daha üstün durumda olduklarini görürüz. Ayrica fakirligin nedeni, topraklarin tarima elverissiz olusundan çok toprak sahipligi yapisinin ve çiftçilere yönelik tesviklerinin sonucudur. Tarim toplumuna geçen, Ortaçagda teknolojik anlamda hareketli Orta Dogu’daki yoksulluk da cografya ile açiklanamaz. Neolitik Devrimin basini Mezopotamya çekse de, demir ilk kez Türkiye’de ergitilse de, ilk yerlesimler Irak’ta kurulmus olsa da Orta Dogu halen yoksuldur. Bu topraklarin kaderini çizen Osmanli egemenliginde geçirdigi zamandan miras kalan kurumsal yapidir. Bu örnekler ekonomik basarinin cografyayla süregelen bir bagi olmadigini kanitlar. Cografi etkenler, Japonya ve Çin gibi birçok ülkenin niye uzun süren durgun dönemlerden sonra ataga geçtigini de açiklayamaz.

Zenginligi kültürle iliskilendiren hipotez, Bati Avrupa’nin modern sanayi toplumuna dönüsmesinin özünde Reform ve Protestan ahlakinin oldugunu ileri süren Alman sosyolog Max Weber’in teorisine dayanir. Ilk sanayilesen ülkelerin Ingiltere ve Hollanda olmasi bu teoriyi desteklese de hemen arkalarindan çogunlugu Katolik olan Fransa’nin kalkinmasi din ile ekonomik basarinin iliskisinin zayif oldugunu gösterir. Ayrica Protestan ahlakinin ya da Hristiyanlik dininin son zamanlarda Dogu Asya’nin yakaladigi basariyla hiç ilgisi yoktur. Artik yalnizca din degil, baska inançlar, etik degerler de göz önüne alindigi için kültür teorisi, degistirilmesi zor olabilen ve kurumsal farkliliklari destekleyen sosyal kurallarin önemli oldugunun anlasilmasi açisindan yararli olabilir. Yine de dünyadaki esitsizligi açiklamaya yetmedigi gibi düzenin isleyisini kavramamiza da pek yardim etmez. Bir ara Çin kültürü ve Konfüçyüs ögretilerinin ekonomik gelismeye müsait olmadigini düsünenler vardi mesela. Simdiyse Çinli çalisma ahlaki Çin, Hong Kong ve Singapur’daki büyümenin motoru olarak gösterilmekte. Ya da Afrikalilarin çalisma ahlakindan yoksun; Latin Amerikalilarin (çikmaz ayin son çarsambasi) mañana zihniyetine sahip olduklari için asla fakirlikten kurtulamayacaklarini zannedenler bile var. Kültür teorisini savunanlar, Orta Dogu’yu örnek vererek Islam ülkelerinin gelisemediklerini iddia eder. Suriye ve Misir gibi ülkeler fakirdir ama petrol zengini Arabistan veya Kuveyt de modern ekonomiler gelistiremedi. Eskiden Osmanli himayesinde olmasi Orta Dogu’nun gelisimini olumsuz etkilemistir. Osmanli Imparatorlugu çöktükten sonra Ingiliz ve Fransiz egemenligine girince gelisimi yine engellenmistir. Orta Dogu ülkeleri bagimsizliklarini kazandiktan sonra da sömürge zihniyetinde devam etmis, hiyerarsik ve otoriter siyasi rejimlerle yönetildiginden ekonomik basariyi saglayabilecek kurumlar olusturamamistir. Demek ki Orta Dogu’nun ekonomik çizgisinin belirlenmesinde kültürel etkenlerden çok tarihsel olaylarin rolü var.

Baska bir deyisle sinirlar arasindaki kültürel farklar refah farkini yaratan sebep olmaktan öte farkli yönetimlerin, farkli kurumlarin dolayisiyla farkli tesviklerin sonuçlaridir. Çok vurgulandigi halde kültürel ögeler yani din, ulusal kimlik, etnik köken ya da ahlaki degerler, gidisatin neden basmakalip devam ettigini anlamamizda o kadar önemli degil aslinda. Insanlarin birbirine güvenmesi ya da isbirligi yapabilmesi de çok önemli. Fakat bu ortam tek basina olusamaz kurumlar sayesinde ortaya çikar.

Ekonomistler arasinda ve Batili siyaset çevrelerinde epeyce popüler olan cahillik hipotezi ise liderlerinin fakir ülkeleri zenginlestirmeyi bilmedigini ileri sürer. Temeli klasik refah ekonomisi kuramina dayanir. Ekonomik açidan kaynaklarin toplumsal olarak talep edilen sekilde paylasimini saglayan bazi kosullar vardir. Piyasa ekonomisi, birey ve sirketlere istedikleri ürünü veya hizmeti serbestçe üretme, satma ve tüketme imkani saglar. Bu kosullar olusmadiginda piyasa aksar ve bu aksakliklar giderilmedikçe ülkelerin fakirlesme olasiligi artar. Cahillik hipotezi, fakir ülkelerin yanlis politikalar ve hatali ekonomik tavsiyeler nedeniyle piyasadaki yetersizlikleri düzeltemediklerini varsayar. Fakirlik sorununa çözüm olarak önerisiyse liderlerin bilgilenip aydinlanarak durumu kurtarabilecegidir. Fakat liderler yanlislikla veya cehaletten hata yapmaz zaten, kasitli olarak hata yapar. Sonuçlarini tahmin etmeden feci politikalar uygulayarak ülkelerini yoksulluga sürükleyen siyasi liderler de var, elbet. Ancak cahillik mevcut durumu açiklamaya yetmez. Üstelik bu teori ne refahin kökenlerini ne de düzenin isleyisini açiklamaz. Kendilerini yoksulluga mahkum eden kaliplasmis kurumlardan kurtulup ekonomik büyüme yoluna girmeyi beceren ülkelerdeki degisim, liderleri bir anda aydinlandigi için ya da artik kendi menfaatlerini daha az düsündükleri için olmaz. Ekonomik gelismeyi politikalar ve bunlarin altindaki kurumlar belirler. Fakir ülkeler fakirdir çünkü güç sahipleri yoksulluk yaratan seçimler yapar. En iyisi ekonomi teorilerinin ve uzman tavsiyelerinin ötesine geçip kararlarin kimler tarafindan nasil ve niçin alindigini incelemektir. Bu da siyaseti ve siyasi süreçleri incelemek demektir. Çünkü ekonomik kalkinma bazi temel politik sorunlarin çözülmesine baglidir.

Zenginlik ve Yoksullugu Anlamak

Dünyadaki yasam standartlari arasinda büyük farklar var. En fakir Amerikalinin bile belli bir geliri var. Saglik ve kamu hizmetlerine ulasabilmekte. Ekonomik ve politik olanaklari Afrika, Güney Asya veya Orta Amerika’da yasayan genis kitlelere kiyasla daha iyi durumda. Fakat ABD ile Meksika veya Kore’nin kuzeyi ile güneyi arasindaki zitliklar yakin zamanda ortaya çikti. 500 yil önce Aztek devletinin bulundugu Meksika, kuzeydeki toplumlardan çok daha zengindi. ABD, 19. asirda Meksika’yi solladi. Kore’nin iki tarafi ise

  1. Dünya Savasi’ndan sonra bölünmeden önce sosyal, kültürel ve ekonomik olarak birbirinden hiç de farkli degildi. Ayni sekilde etrafimizda gözlemledigimiz ekonomik farklar son iki asirda meydana geldi. Peki böyle olmak zorunda miydi? Bu süreçte Bati Avrupa, ABD ve Japonya’nin Sahra-alti Afrika, Latin Amerika ve Çin’den çok daha zengin olusunu belirleyen nedenler tarihsel, cografi, kültürel veya etnik mi? Endüstri Devriminin 18.yy Ingilteresinde baslamasi, ardindan Bati Avrupa ve sömürgelerine yani Amerika ve Avustralya’ya yayilisi kaçinilmaz miydi? 1688’de Ingiltere’de meydana gelen Muhtesem Devrim ve Sanayi Devriminin Peru’da gerçeklesmesi ve Peru’nun Avrupa’yi sömürgelestirip beyazlari kölelestirmesi mümkün olabilir miydi? Yoksa bu yalnizca tarihsel bir bilim kurgu mu sayilir? Buna cevap verebilmek ve nedenlerini anlayabilmek için niye bazi ülkelerin zengin bazilarinin fakir ve basarisiz olduguna dair bir teoriye ihtiyaç var. Hem refahi yaratan hem de engelleyen etkenlerin tarihsel kökenleriyle birlikte açiklanmasi gerek.

Dünyanin farkli yerlerinin nasil olup da birbirinden bu denli farkli kurumlar olusturdugunu açikliga kavusturmak amaciyla kitabin yazarlari, politik ve ekonomik kurumlarin birbirleriyle nasil etkileserek zenginlik veya yoksulluga neden oldugunu arastirmistir. Neolitik Devrimden bu yana dünya üzerindeki ekonomik ve politik gelismeyi ele alarak kurumlarin kapsayici mi dislayici mi olduguna ve neden dünyanin bazi yerlerinde gelistigine odaklanirlar. Öne sürdükleri teorinin özünde kapsayici ekonomik ve politik kurumlar ile refah arasindaki baglanti yer alir. Mülkiyet haklarini güçlendiren, esit sartlar saglayan, yeni teknolojilere yatirimi ve becerileri özendiren kapsayici ekonomik kurumlar, ekonomik büyüme yaratmaya elverislidir. Oysa dislayici ekonomik kurumlar, çogunlugun sahip oldugu kaynaklarin belirli kisi veya küçük gruplar tarafindan sömürülmesine dayanir. Bu kurumlar mülkiyet haklarini korumaktan ve ekonomik faaliyeti özendirmekten acizdir.

Kapsayici ekonomik kurumlar, kapsayici politik kurumlarca desteklenir ve bunlar birbirlerini desteklerler. Kapsayici politik kurumlar da siyasi gücü çogulcu bir yaklasimla topluma genis biçimde dagitir. Kanun ve düzenin saglanmasi, mülkiyet haklarinin güvence altina alinmasi ve kapsayici piyasa ekonomisi adina belli oranda siyasi merkezilesme saglama gücüne sahiptir. Benzer sekilde dislayici ekonomik kurumlar da dislayici politik kurumlarla ilintilidir. Siyasi gücü elinde tutan küçük bir grubun ekonomik kurumlari ve kaynaklari kendi çikarina kullandigi düzeni devam ettirebilmesini saglayan dislayici politik kurumlardir. Bu, dislayici ekonomik ve politik kurumlarin ekonomik büyümeye tamamen aykiri oldugu anlamina gelmez. Elbette elit kesim büyümeyi tesvik eder ki kaynaklari daha çok sömürebilsin. Bir nebze siyasi merkezilesme saglamis olan kurumlar bir miktar ekonomik büyüme de yaratabilir. Ancak dislayici kurumlarin yönetimindeki büyüme ve gelisme asla sürdürülebilir olamaz. Çünkü sürdürülebilir ekonomik büyüme inovasyon gerektirir. Inovasyon da ekonomik alanda eskinin yerine yeniyi koyan ve siyasetteki yerlesik güç iliskilerinin istikrarini bozan ‘yaratici yikim’dan ayristirilamaz. Dislayici kurumlara hakim olan elit kesim, yaratici yikimdan korktugu için buna direnecek ve böylesi bir yönetim altinda herhangi bir gelisme kisa ömürlü olacaktir. Ayrica dislayici kurumlara hakim olanlarin toplumun zararina kendilerine büyük çikar saglamasi, siyasi güce sahip olma istegini de beraberinde getirdiginden iktidar kavgalari bitmek bilmez. Sonuçta bu tip kurumlarin yönetimindeki toplumlar siyasi istikrarsizliga sürüklenir. Dolayisiyla ekonomik ilerleme de durur.

Isin kötü tarafi, dislayici ekonomik ve politik kurumlar bir topluma bir kez yerlesti mi adeta bir kisir döngü olusturur ve ayni düzen hükümetler degisse de israrla kendini tekrar eder. En tehlikelisi, Robert Michels’in oligarsinin tunç yasasi olarak adlandirdigi kisir döngüdür. Tarih, eskinin yerine yeni bir zorba yönetim getiren basarisizlikla sonuçlanmis devrimler ve radikal akim örnekleriyle doludur. Öte yandan kapsayici ekonomik ve politik kurumlarla özdeslesen verimli bir döngü mevcuttur. Fakat her iki döngü de mutlak degildir. Tarih boyunca genel model dislayici kurumlar olmasina karsin, günümüzde bazi ülkeler kaliplari kirip kapsayici kurumlara geçis yapmayi becerebilmistir. Bu geçisler tarihseldir ancak tarihsel olarak önceden belirlendigi söylenemez. Fakat sonuçlari kosullara baglidir.

Tarihsel Kökenler

Günümüzün zengin ülkeleri, 19.yyda baslayan sanayilesme ve teknolojik degisim sürecine katilanlar; fakirleri de katilmayanlardir. Genis çapli ekonomik degisimin sarti olan büyük kurumsal degisiklikler, mevcut kurumlarla ‘kritik kavsaklar’ arasindaki etkilesimin sonucunda ortaya çikar. Kritik kavsaklar, bir veya birçok toplumda mevcut siyasi ve ekonomik dengeyi bozan büyük olaylardir. Örnegin 14. yy’da Avrupa nüfusunun yarisini yok eden Veba Salgini, Bati Avrupalilara muazzam kazanç getiren Atlantik ticaret yollarinin açilmasi, dünya çapinda ekonomilerin yapisini degistirme potansiyeli sunan Sanayi Devrimi insanlik için kritik kavsaklardir. Böyle kritik zamanlarda birbirine çok benzeyen toplumlar bile sirf aralarindaki küçük farklar nedeniyle kurumsal olarak farkli yollara sapabilir. Veba, serflik kurumunun Bati Avrupa’da ortadan kalkmasina Dogu Avrupa’da ise güçlenmesine neden oldu. Sanayi Devrimi ile Ingiltere, Hollanda, Fransa, Almanya, gibi Bati Avrupa ülkeleri kalkinirken Rusya, Osmanli ve Avusturya Macaristan Imparatorluklari ekonomik olarak geriledi ama mutlak monarsileri I. Dünya Savasi’na kadar sürdü. Kritik kavsaklar tarihsel dönüm noktalaridir. Kisir ve verimli döngülerin gösterdigi gibi tarihsel olarak sekillenen kurumsal farkliliklarin yapisini anlamak için de tarihsel süreci incelemek gerekir. Ancak bu tarihsel veya baska türlü bir nedensellik anlamina gelmez. Örnegin Peru, cografi veya kültürel nedenlerden ötürü degil kurumlari yüzünden Bati Avrupa veya ABD’den bu kadar fakirdir. Bunun nedenleri anlamak için Peru’da tarih boyunca kurumlarin gelisimine bakarsak Inka Imparatorlugu zamaninda çok zengin, 500 yil öncesinin kosullarina göre teknolojik olarak gelismis, Kuzey Amerika’daki seyrek kabilelere kiyasla siyasi açidan merkezilesmis bir yapi görürüz. Esas dönüm noktasi bu topraklarin sömürgelestirilme seklidir. Kuzey Amerika’nin sömürgelestirilmesinden çok farkli biçimde gerçeklesmistir. Ispanyol istilacilar Peru’da hazir bulduklari Inkalarin merkezilesmis devlet yapisiyla kurumlarini sömürmeye devam ettiler. Kuzey Amerika’da ise yerlesimin çok seyrek olmasi bambaska bir sürece yol açti. Dislayici kurumlari nedeniyle Inkalarda siyasi devrim ihtimali çok düsüktü ama Ispanyol istilacilara direnebilseler ya da tehditler karsisinda kurumsal yapilarini yenileyebilselerdi her sey çok farkli olabilirdi.

Dünyayi Inkalar ya da Çinliler degil, Avrupalilarin kolonilestirecegi de tarihsel olarak kaçinilmaz degildi. 15.yy Avrupasinin o hale gelinceye kadar geçirdigi kurumsal degisimlere bagli olarak saptigi yollarla geçtigi kritik kavsaklarin sonucudur. Bunu Ingiltere’nin yasadigi kurumsal sapma süreci ve Atlantik ticaretinin baslamasi mümkün kilmistir. Ingiltere’nin avantaji, ticarete kafasi çalisan çiftçiler ile tüccar ve sanayicilerin gelismesine uygun zemin hazirlayan Manchester, Liverpool gibi bagimsiz sehir merkezleri olmustur. Vatandaslar giderek daha çok haklarini aramaya baslamis, çesitli kampanyalar düzenleyerek farkli ekonomik kurumlar talep edip politik atilimlarla seslerini kraliyete duyurmayi becermislerdir. Ayrica Avrupa’da kapsayici kurumlarin gelismesine Roma’nin çöküsü yol açmistir. Bati Roma Imparatorlugu yikildiktan sonra kurulan kralliklarin yapisi Roma hukuku ve kurumlarindan etkilenmistir. Feodal düzene dönüsecek merkezi dagilmis siyasi ortami ve derebeylikleri yaratan da Roma’nin çöküsüdür. Daha geri gidersek Eski Roma’da ekonomik canliligi saglayan cumhuriyet kurumlari, Sezar’in darbesiyle Imparatorluga dönüsecek bir devletin yapilanmasina imkan vermistir. Ancak bu göreceli kapsayici kurumlar imparatorluk yönetiminde daha dislayici kurumlara dönüsmüs ve böylece ekonomik gerileme kaçinilmaz olmustur. Benzer biçimde Venediklilerin zenginligi de kapsayici kurumlari sayesinde olusmus ancak sehir devletinin refahini olusturan bu kurumlar elit kesimin çabalariyla piyasaya yeni girmek isteyenleri yasaklayan bir biçime bürününce duraklama ve gerileme baslamis, sonunda bir zamanlarin görkemli sehri adeta bir müzeye dönüsmüstür.

Tarihsel dönüm noktalari olmasa Bati Avrupa ataga kalkip dünyayi fethedemezdi. Mesela isgücünün azalmasina sebep olup köylüleri baskaldirmaya iterek feodal düzeni temelden sarsan, dolayisiyla kraliyetlerin gücünü zayiflatan Veba Salgini olmasaydi ya da Avrupali monarsiler Çinli Ming Hanedani gibi denizasiri ticareti tehdit görüp engellemeye çalismis olsaydi çok baska bir dünyada yasiyor olurduk.

Nasil ki Roma yikildiktan sonra kapsayici kurumlara ilk yönelenin Ingiltere olacagi ya da 1970’lerde Çin’in Kültürel Devrim’den sonra ekonomik kurumlarinda radikal degisime gidip hizli bir büyüme yakalayacagi tahmin edilemezdi; 500 yil sonra gidisatin nasil olacagi da kesin olarak öngörülemez. Yine de önümüzdeki onyillarda ekonomik büyümeyi yakalamasi muhtemel toplum tiplerine yönelik bir kaniya varabiliriz. Öncelikle kisir ve verimli döngülerin inatçi ve uyusuk bir yapiya sahip oldugunu söylemek lazim. 50-100 sene sonra ABD ve Bati Avrupa kapsayici ekonomik ve politik kurumlarina dayanarak Sahra-alti Afrika, Orta Dogu, Orta Amerika veya Güneydogu Asya’dan daha zengin olacaklarina süphe yok. Bununla birlikte önümüzdeki asirda büyük kurumsal degisiklikler olacagi ve bazi ülkelerin kalibini kirip zenginlesecegi de kesin. Somali ve Afganistan gibi hiçbir sekilde siyasi merkezilesme saglayamamis veya Haiti gibi devleti çökmüs ülkelerin dislayici kurumlar altinda gelisebilmesi ya da kapsayici kurumlara geçise yönelmesi pek mümkün degil. Buna karsilik yakin dönemde büyüme olasiligi yüksek olanlar, muhtemelen dislayici kurumlara sahip olmalarina ragmen bir miktar olsun siyasi merkezilesme saglamis olanlar olacak. Afrika’da Burundi, Etiyopya, Ruanda ve Tanzanya; Latin Amerika’da ise merkezilesmenin yaninda çogulculugun da gelismeye basladigi ülkeler Brezilya, Sili ve Meksika. Mesela Kolombiya’nin sürekli bir büyüme yakalamasi pek olasi degil. Aslina bakilirsa çok ülkenin hali belirsiz. Mesela Küba mevcut kurumlarini muhafaza edebilir veya kapsayici kurumlara geçerek ekonomik bir dönüsüm geçirebilir. Asya’da Myanmar için de bu geçerli.

Bu yaklasim kurumlarin nasil degisecegine ve sonuçlarinin ne olacagina dair kapsamli düsünmemizi saglasa da küçük farklar ve kosullara bagli durumlar nedeniyle kesin bir tahmin yürütmek zor. Üstelik politikalara dair tavsiyelerde bulunurken çok daha dikkatli olmak lazim. Kritik kavsaklarin etkileri mevcut kurumlarina ne kadar bagliysa farkli toplumlarin ayni politika uygulamasina nasil tepki verecegi de yine mevcut kurumlarinin yapisina bagli. Tabii ki ülkelerin refaha yönelik adimlari atabilmesi için dislayici kurumlarini kapsayici kurumlara dönüstürmesi gerek. Fakat bunun kolay bir yolu olmadigi da belli. Öncelikle kisir döngü dedigimiz olgu, kurumlari degistirmeyi iyice zorlastirir. Oligarsinin tunç yasasina bagli olarak dislayici kurumlar, adeta kilik degistirerek kendi kendilerini yeniden yaratabilir. Iste bu yüzden Misir’daki devrimle Mübarek rejiminin yikilmasinin ardindan yerine illa ki daha demokratik ve kapsayici kurumlara geçileceginin garantisi yok. Aksine eski kaliplar tekrarlayabilir ve ümit verici demokrasi hareketine ragmen ülke yine yoksul ve basarisiz olmaya devam edebilir.

Tarihsel kosullara bagli olarak kritik kavsaklarin ve kurumsal farklarin birbirini nasil etkileyecegini bilemeyecegimizden kapsayici kurumlara geçisi saglayacak bir degisim yaratacak genel geçer bir formül de olamaz. Yine de kötü politikalar bu bilgiler isiginda ayirt edilebilir. Acemoglu ve Robinson’un teorisinin yanlis hipotezlere ve eksik bilgilere dayanan siyasi tavsiyeleri analiz edecek bir bakis açisi sagladigi kesin. Örnegin Çin modeline bakip otoriter gelismeyi destekleyen siyasi tavsiyeleri ele alalim. Yüksek ticaret hacmi vs. ülkede hiçbir sekilde demokrasi adina bir gelisim saglamis degil. Otoriter yönetim ve dislayici kurumlar altindaki büyümenin fazla devam edemeyecegi gayet iyi anlasildigindan, benzer tavsiyelerin yanlis yönlendirmeler oldugunu fark etmek artik daha kolay. Feci hatalardan kaçinmak aslinda basit çözümler üretmekten daha önemli ve daha gerçekçi bir tutum. Irak örneginde, modernlesme teorisine dayanarak ABD isgalinden sonra ülkede demokrasi ve sivil haklarin gelisecegini sananlar çok yanildi. Irak kaos ve iç savasa sürüklenince umutlar bosa çikti. Demek ki ülkelerin büyüdükçe gelisip modernleserek uygarlasacagini demokratiklesecegini öne süren modernlesme teorisi, basarisiz ülkelerde görülen dislayici kurumlarla ilgili sorunlarla nasil basa çikilacagina gelince hiçbir ise yaramaz. Zengin ülkeler genelde demokratik rejimlere ve kapsayici kurumlara sahip, sivil haklara ve insan haklarina saygili olan ülkeler. Öte yandan birkaç asirdir kapsayici ekonomik ve politik kurumlar olusturan ülkeler sürdürülebilir kalkinmayi yakalamisken son 60-100 yildir hizla büyüyen otoriter rejimle yönetilen ülkelerde demokrasi namina bir sey bulmaya imkan yok. Bu da sasirtici degil çünkü otoriter rejimlerde gerçeklesen büyüme dislayici kurumlardan feragat etmek zorunda kalmaz. Kurumlara hakim olanlar bunu tehdit olarak degil rejimin destekçisi olarak görür. 1980’lerden beri Komünist Partinin yaptigi da budur. Ayni sekilde büyüme Gabon, Rusya, Suudi Arabistan ve Venezuela’da oldugu gibi ülkenin kaynaklarindaki deger artisiyla olustugunda bu otoriter rejimlerin kapsayici kurumlara geçme ihtimali çok düsüktür. Tarih de modernlesme teorisini desteklemeyen örneklerle dolu. Birçok zengin ülkenin baskici diktatörlüklere ve sömürücü, dislayici kurumlara boyun egdigi inkar edilemez bir gerçek. 20.yy basinda sanayilesmis ülkelerin basinda gelmelerine ve halklarinin iyi egitimli olmasina ragmen Almanya Nazi partisinin yükselisinden; Japonya ise askeri rejimden kurtulamadi. 19.yy basinda Ingiltere’den bile zengin olan Arjantin’de çogulculuk ve demokrasi gelisemedi. Seçimle gelen iktidarlar bile doymak bilmez diktatörlere dönüstü. 21. asirda halen çekinmeden vatandasin malina mülküne el koymaktalar.

Bu örnekler açikça gösterir ki otoriter rejimler altindaki büyüme sinirli kalir; demokrasiye yol açmaz; gelisme ancak kapsayici ekonomik kurumlar ve yaratici yikimla desteklendikçe mümkün olur. Belli ki otoriter büyüme uzun vadede makbul ve geçerli olamaz. Dolayisiyla çözüm yolunun Latin Amerika, Asya, Afrika gibi ülkelere uluslararasi kamuoyunca kalip gibi sunulmasi çok yanlistir. IMF gibi uluslararasi kuruluslar, fakir ülkelere bir dizi reform önerir. Bunlar, kamu sektörünün küçültülmesi, esnek döviz kurlari gibi hedefleri olan makroekonomik istikrarin yaninda özellestirme, kamu hizmetlerinin etkinlestirilmesi gibi mikro-ekonomik hedeflere odaklanir. Hatta yolsuzluga karsi önlemler üzerinde durarak devletin isleyisini düzeltmeye yönelik öneriler sunar. Bu reformlar kendi içinde mantikli olabilir ama esasen Washington, Londra, Paris vb. merkezli uluslararasi kuruluslar, siyasi kurumlar ile politika olusturmaya getirdikleri kisitlamalarin rolünü kavramakta beceriksizdir. Uluslararasi kuruluslarin zayif ülkelerde ekonomik kalkinmayi planlama çabalarinin basarisiz olmasinin nedeni, kötü politikalarla kurumlarin en basta nasil ortaya çiktigina açiklama getirmeye kalkismazlar. Önerilen politikalar ya kabul edilmez, ya uygulanmaz ya da sadece görünüste uygulanir. Sorunun kökenine inilmedikçe refaha yönelik planlama ve düzenleme çabalari basarisiz olmaya mahkumdur. Refahin arttirilmasina yönelik su aralar çok moda olan bir yaklasim da mikro düzeyde piyasa aksakliklarinin düzeltilmesiyle kalkinma saglanacagini öngörür. Fakir ülkelerin saglik ve egitim sistemleri, piyasa düzenlemeleri basarisizliklarla doludur. Fakat dislayici kurumlarla yönetilen toplumlarda bu sistemlerin düzgün islememesi tesadüf degil, daha derin sorunlarin göstergesidir. Iyi niyetli tavsiyelere uygun davranmasi beklenen politikacilar ve bürokratlar da genelde sorunun parçasidir. Sonuç olarak dislayici kurumlar ve onlari muhafaza eden politikalarla yüzlesmedikçe yani sorunlarin kökenine inmedikçe ülkelerin ne gelismesi ne de zenginlesmesi mümkündür.

Ingiltere Farki

Sanayi Devrimi’nin, Muhtesem Devrim’den bir süre sonra Ingiltere’de baslamasi tesadüf degil. Ingiltere imza kampanyalarindan sonuç alinmaya çoktan basladi. Ingiliz tarihi monarsi ile tebaasi; güç için mücadele eden farkli gruplar ve soylularla vatandaslar arasindaki çekismelerle doludur. Genel sonuç ise 1215 tarihli Magna Carta’dan beri iktidar sahiplerini daha da güçlendirmek degil vatandaslarin haklarini çogaltmak olmustur. 1688 sonrasi anayasal rejimi sekillendirecek güçlü bir parlamento olusabilmesi için genis koalisyon sartti. Bu sayede Parlamento içinde tek bir grubun asiri güçlenip gücünü suiistimal etmesini denetlenmek de mümkündü. Bu etkenler Ingiltere’de çogulculuk ve kapsayici kurumlarin olusmasini belirledi.

  1. asirda sürekliligi olan bir ekonomik büyümeyle atilim yapan Ingiltere, dünyada kan dökülmeden gerçeklesen Muhtesem Devrim ile önemli bir istisnadir. Farkli gruplarin iktidar ve kurumlari ele geçirme mücadelesi 1642-1651 arasinda iç savasa neden olmustu. O dönemde Ingiltere’de ne kölelik ne de serflik sistemi vardi ama insanlarin ugrasabilecegi ekonomik faaliyetler kisitliydi. Hem ulusal hem de uluslararasi ekonomi tekeller nedeniyle tikanmisti. Devlet, keyfi vergilendirmeler yapip yasal sistemi manipüle ediyordu. Arazi alim satimi imkansiz, yatirim yapmak riskliydi. Tüm bunlari 1688’de meydana gelen Muhtesem Devrim degistirdi. Uygarlik tarihinde daha önce görülmemis derecede kapsayici bir ekonomi ve siyasete meydan veren bu devrimle olusturulan kurumlar, sadece ekonomik tesvikleri degil, zenginlikten kimin faydalanacagini da derinden etkiledi. Yüzyil öncesinde Ispanya donanmasini yenerek denizlere hakim olmaya baslayan Ingiltere’de Atlantik ticareti sayesinde zenginlesip cesaretlenen tüccar sinifi kraliyete karsi diger gruplarla birleserek muazzam haklar elde etti. Muhtesem Devrim, kralin ve yönetici üst sinifin gücünü sinirlayip, ekonomik kurumlari belirleme yetkisini Parlamentoya aktardi. Ayni zamanda politik düzeni, devletin isleyisi üzerinde etkili olabilecek daha genis bir toplum kitlesine açarak çogulcu bir toplumun temelini atmis oldu. Siyasi merkezilesme sürecini hizlandiran bu gelismelerin yarattigi kapsayici politik kurumlar ekonomik kurumlari da kapsayici hale getirdi. Devlet yatirim, ticaret ve inovasyona yönelik tesvikler saglayan kurumlari kanunlastirdi. Keyfi vergiler sona erdi, tekeller neredeyse ortadan kaldirildi. Milli sanayi gelistirilirken ticari faaliyetler desteklendi. Hem ticari faaliyetin önündeki engeller kaldirildi hem de Ingiliz donanmasi, ticari çikarlari korumak için görevlendirildi. Mülkiyet haklari güvence altina alindi. Endüstriyel gelisimin vazgeçilmezi olan altyapi çalismalari basladi. Yollar, kanallar ardindan demiryolu dösendi. Tüm bu gelismeler Sanayi Devrimine giden yolu açti. Avrupa’da çaglar boyunca biriken bilginin üzerine temellenen teknolojik gelismelere dayanan Sanayi Devrimi, bilimsel arastirma ve yetenekli insanlarin çabalariyla gerçeklesti ve en önemlisi köklü bir degisim yaratti. Gücünü teknolojilerin gelistirilip uygulanmasi için kârli firsatlar yaratan kapsayici bir piyasadan alan Sanayi Devrimi basarisini egitim ve becerilerin gelismesine de borçluydu. Insanlik tarihini degistiren seri üretimin yolunu açan buhar makinesi, egirme tezgahi gibi yeni buluslara denizasiri koloniler ve plantasyonlar dahil Birlesik Krallik topraklarinin her yerinde ragbet edilmesi gelismeyi hizlandirdi. James Watt gibi dâhi girisimcilerin Parlamento’yu etkileyebildigi kapsayici bir siyasi sistem olustu. Bu düzenin olusturdugu ekonomik kurumlarin kapsayiciligi sayesinde teknolojik gelisme, is kurma ve yatirim yapma, bilgi ve becerilerin etkin kullanimi mümkün hale geldi. Pes pese atilan radikal adimlar ilerlemenin itici gücü oldu. Britanya adasinda baslayan degisim denizasiri kolonileri dahil tüm Birlesik Krallik topraklarina yayilmaya basladi ve tüm Avrupa’yi etkiledi.

Ispanya ile Ingiltere arasindaki farki belirleyen de mutlakiyetin mülkiyet haklari ve ekonomik kurumlar üzerindeki olumsuz etkisi olmustur. Ispanya kolonilerini sömürerek hazinesini doldururken Ingiltere tüccar sinifini zenginlestirmistir. Dolayisiyla Ingiltere’deki ekonomik hareketliligi baslatan ve saltçilik karsiti politik koalisyonun basini çeken de bu tüccarlar olmustur. Ispanya’da serbest ticaret gelisememis dolayisiyla saray ve etrafindaki soylular disinda kimse bu zenginlikten nasibini alamamistir. Tahmin edilebilecegi gibi, bu dislayici ve sömürücü kurumlarin sonucu ekonomik gerileme olmus ve halk fakirlesmistir.

Sanayi Devrimi’nin ardindan bazi ülkeler vatandaslarini yeni teknolojilere tesvik ederek hizla gelisti, bazisi ise bunu beceremedi veya yerinde saymayi seçti. Degisimden, yaratici yikimdan korkan hükümdarlar sanayilesmeyi getirecek teknolojilerin yayilmasina bilinçli olarak engel oldu.

Büyük Fark Yaratan Küçük Farkliliklar

Sanayi Devrimi döneminde Ingiltere gibi bazi ülkeler ticaret, sanayilesme ve girisimciligi etkin biçimde destekleyip gelisirken Çin, Osmanli gibi mutlakiyetle yönetilen bazi devletler, sanayinin gelismesini engelledikleri veya yayilmasi için killarini kipirdatmadiklari için geri kaldilar. Politik ve ekonomik kurumlar teknolojik buluslara gösterilen tepkiyi de belirlemesi farkli ülkelerde farkli sonuçlar dogurdu. Neden Ingiltere’de gerçeklesen ekonomik degisim Osmanli’da olmadi? Çünkü Osmanli’nin saltçi, dislayici politik kurumlariyla dislayici ekonomik kurumlari arasindaki iliski buna izin vermedi. Her ne kadar kurumlari çogulcu ve kapsayici olmasa da Osmanli, matbaa gibi bir bulusu yasaklayacak kadar merkezilesmis bir devletti. 1445’te Almanya’da Gutenberg matbaayi icat ettiginden beri her sey degismeye baslamisti ama önce 1485’te Sultan II.Beyazit tarafindan yasaklandi. 1515’te ise bu yasak Yavuz Sultan Selim tarafindan pekistirildi. Matbaa aleyhtarligi okuryazarlik, egitim ve ekonomik basari açisindan feci sonuçlara yol açti. 1800’lerde nüfusun sadece %2-3’ü okuryazardi. Ingiltere’de ise erkeklerin %60’i, kadinlarinsa %40’i okuma yazma biliyordu. Hollanda ve Almanya’da ise bu oranlar daha fazlaydi. Osmanli bu dönemde en düsük egitim seviyesiyle Avrupa’nin çok gerisinde kaldi. Osmanli’da ilk matbaaya izin verilmesi 1727’yi buldu. III. Ahmet matbaa kurmasi için Ibrahim Müteferrika’ya izin verdi ama basilan her seyin yayinlanabilmesi için kadilardan olusan dini bir kurulun onayindan geçmesi gerekiyordu. Bu yüzden Müteferrika matbaasini çalistirdigi 14 yil boyunca sadece 17 kitap basabildi. Türkiye’nin disinda kalan Osmanli topraklarinda ise matbaacilik daha da geri kaldi. Mesela matbaanin Misir’a ulasmasi Napolyon’un basarisiz isgal denemesi sirasinda oldu.

Osmanli kurumlarinin yapisi göz önüne alindiginda padisahlarin matbaaya karsi çikmasi anlasilabilir. Çünkü kitaplar fikirlerin yayilmasini saglar, dolayisiyla halkin kontrol edilmesini zorlastirir. Bu fikirler ekonomik büyümeyi arttiracak degerli araçlar olabilir ama ayni zamanda politik ve sosyal statükoyu bozacak bölücü nitelikte de olabilir. Her sekilde bilginin elit kesim tarafindan kontrol edildigi mevcut düzeni tehdit ederler. Osmanli sultanlari ve din adamlari degisimden ve bunun sonucunda ortaya çikacak ‘yaratici yikim’dan korktugundan bulduklari çözüm, yenilikleri yasaklamak olmustur. Degisimden, sanayilesmeden korkup treni kaçiran yalnizca Osmanli degildi. Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarinda da hükümdarlar yeni teknolojileri, demiryolu gibi altyapi yatirimlarini kasitli olarak engellemistir. Dogu Avrupa’da süregelen serflik sisteminin degismesini istemeyen soylular her seyi oldugu gibi muhafaza etmeyi yeglemistir. Isgücü pazarinin olusmasini önleyen ve tasra nüfusunu ekonomik tesvik ve inisiyatiflerden yoksun birakan serflik sisteminin yaninda soylularin tekellestirdigi ticaret ve loncalarin kontrolündeki sehir ekonomisi düzenin devamini saglamistir.

Mutlakiyet ile yönetilen ama siyasi merkezilesmesi yetersiz olan ülkelerde ise durum daha kötü olmustur. Atlantik ticareti, köleligin yayilmasina neden olarak Afrika ülkelerinin bugünkü haline dönüsmesini de etkilemistir. Avrupalilar silah ve mühimmat karsiliginda köle satin aldigindan kabileler arasindaki savaslar körüklenmistir. Bir baska deyisle Afrika’daki geri kalmislik insan eliyle yaratilmistir. Köle ticareti 1807’den sonra büyük oranda sona erdi ama kölelik kurumu o kadar derine yerlesmisti ki ne kölelestirme ne de kölelik bitmedi. Sanayilesmenin yayginlasmasiyla gelirleri artan Avrupali ve Kuzey Amerikalilarin tropik ürünlere talebi artinca bu kez de ‘yasal ticaret’ adi altinda insanlar plantasyonlarda zorla çalistirilmaya basladi. Afrika’nin gidisatini degistirmesi için pek sansi kalmamisti artik. Sömürgeciligin ve köle ticaretinin baslattigi siyasi süreçlerin feci sonuçlari halen sikinti ve insanlik drami yaratmaya devam etmekte.

Son yillarda büyük gelisme gösteren demokratik Afrika ülkesi Botsvana’nin basarisi ise bagimsizlik sonrasi kapsayici politik ve ekonomik kurumlar olusturmasina baglidir. Geleneksel kurumlarinin çogulcu olusu bunu çabuklastirmistir. Iç savas ya da askeri müdahale geçirmemistir. Sömürge dönemini atlatan kurumlari dogal kaynaklarin yönetiminde de basarilidir. Yasalarina göre yeralti madenlerinin her hakki ulusa aittir. Bu yasayi elmas madenlerinin kesfinden önce çikararak diger Afrika ülkelerine önemli bir fark atmis oldu. Sierra Leone’de, Sahra-altinda süregelen iç savaslarda elmas madenlerinin kontrolünü ele geçirmek için kan dökülürken Botsvana liderleri bu kazanci, küçük bir grubu zenginlestirmek yerine tüm ulusa faydali olacak sekilde egitim, altyapi gibi kamu hizmetlerinde kullandilar. Bagimsizlik sonrasi diktatör bir rejim kurmaya çalismadilar. Dünya çapinda kötülügüyle nam salmis Mugabe’nin tersine demokratik seçimler yapip dürüstçe çalistilar. Kapsayici kurumlar siyasi istikrar getirip ekonomi de düzelince kimsenin hükümeti devirmek, devleti ele geçirmek filan gibi bir derdi olmadi. Çünkü kaliplarin kirilmasi için baskici otoriter politik döngüden kurtulmak, hukukun üstünlügüne saygi duymak gerekir. Botsvana iste bunu basardigi için kalibini kirip öne çikabildi.

Son 500 yilda Latin Amerika’yi nasil Ispanyol sömürgeciligi sekillendirdiyse Orta Dogu’nun kurumlarini da Osmanli sekillendirmistir. Mutlakiyet ile yönetilen Osmanli devletinin kurumlari da bir hayli dislayiciydi. Toprak mülkiyeti devlete aitti. Devletin gelir sagladigi ana kaynaklar tarimsal üretim, vergiler ve savas ganimetleriydi. Yine de devlet, Orta Dogu’ya Anadolu’ya hükmettigi gibi hükmetmiyordu. Arap yarimadasinda Bedeviler ile basi dertteydi. Asayisi saglamak bir yana vergi toplayacak idari yapiya bile sahip degildi. Kanunsuzluk ve haydutluk diz boyuydu. Mesela Filistin’de insanlar verimli tarlalarini birakip haydutlardan korunmak için daglik bölgeye tasindi. Dislayici ekonomik kurumlar sehirlerde de is basindaydi. Ticaret devlet kontrolündeydi. Meslek kollari loncalar ve tekellerin elindeydi. Dolayisiyla Sanayi Devrimi sirasinda Orta Dogu’nun kurumlari dislayiciydi ve bu yüzden bölge ekonomik açidan gelisemedi.

1840’lara gelindiginde Osmanli reformlarla kurumlarini yeniden yapilandirmaya çalisiyordu. Ancak reform çabalari, statükocularin ‘yaratici yikim’ korkusu ile elit kesimin ekonomik veya siyasi güçlerini kaybetmekten korkmalari nedeniyle engellendi. Osmanli sömürgeciliginin ardindan 1918’de Avrupa sömürgesine giren Orta Dogu, ayni kurumsal yapiyla idare edildi. Bagimsizligini kazandiginda ise degisen tek sey, bu kurumlarin basina yerli elitlerin geçmesi oldu. Ürdün Kralligi gibi bazilarinda üst tabaka dogrudan Avrupali sömürgecilerin yarattigi seçkinlerdi. Ortaçagda ekonomik açidan dünyadaki zengin yerlerden olmasina ragmen kurumsal farkliliklar nedeniyle günümüzde Ortadogulularin çogunlugu yoksulluk çekmektedir.

DIP DIBE AMA BAMBASKA

Güney Kore ve Kuzey Kore veya Haiti ve Dominik Cumhuriyeti gibi dünya üzerinde cografi olarak yan yana olup da politik, ekonomik ve sosyal açidan birbirinden o denli farkli birçok yer var. Ülkeleri, bölgeleri, dogu ile batiyi; güneyle kuzeyi ayiran sinirlar insanlarin yasam kosullarini, sahip olduklari olanaklari da belirler. Kurumlarin farkli olusu sinirin iki yanina apayri hayatlar sunarak ekonomik refah açisindan kiyaslanamayacak bir fark yaratir. Mesela ABD’nin Arizona eyaletinin Nogales kasabasi ile Meksika tarafindaki Sonora eyaletine bagli Nogales dip dibe olmalarina ragmen tamamen farkli yasam standartlarina sahip. Kasabanin kuzey tarafinda yasayanlar ABD vatandasi olduklari için altyapidan, egitim ve saglik hizmetlerine kadar tüm sosyal imkanlara erisebilir durumda. Kuzey Nogalesliler demokratik hak ve özgürlüklerin tadini çikarirken, Güney Nogales kanun ve düzenden yoksun, halkin çogu can derdinde. Yollar bozuk, gençler issiz, suç orani yüksek. Is kurmak hem riskli hem de yalakalik yapmadan ruhsat çikarmak çok zor. Meksika’nin gönençli bir bölgesi olmasina karsin hane basina düsen ortalama gelir, Nogales, Arizona’daki ortalama gelirin sadece üçte biri. Çogunluk lise mezunu bile degil; ömürleri de kuzey komsularindan çok daha kisa. Kuzeydekiler oylariyla yöneticilerini seçip politikalarini begenmediklerinde degistirebilirken güney tarafinda politikacilarin yolsuzluklari ve beceriksizlikleri olmadan gün geçmiyor.

Aslen ayni sehir olan ama sinirla ayrilmis bu iki yakayi bu kadar farkli kilan ne cografya ne iklim, ne de etnik kökenler. Ayni kültürü paylasan insanlarin yasadigi bir yer ama farkli ülkelerin sinirlarina dahiller. Kuzeydekiler ABD’nin ekonomik kurumlarindan faydalanarak mesleklerini özgürce seçebiliyor; okula gidip beceri kazanabiliyor; isverenlerini en iyi teknolojiye yatirim yapmaya tesvik edip maaslarina zam alabiliyorlar. Ayni zamanda temsilcilerini seçip demokratik sürece dahil olmalarini saglayan politik kurumlara da erisebilir durumdalar. Dolayisiyla politikacilar da vatandaslarin talep ettigi hizmetleri sunuyor. Güneydekiler ise o kadar sansli degil çünkü Meksika kurumlarinin yarattigi bambaska bir dünyada yasiyorlar.

Peki ABD kurumlari bunca olanak saglarken, Meksika’da ya da daha dogrusu Latin Amerika’nin geri kalanindaki kurumlarin neyi eksiktir acaba? Bu sorunun cevabi için erken sömürgeci dönemde farkli biçimlerde ortaya çikan toplumlara bakmak gerekir. O zaman meydana gelen kurumsal ayriligin sonuçlari günümüze dek süregelmistir. Bu ayriligi anlamak içinse Kuzey Amerika ve Güney Amerika’da Avrupa kolonilerinin kurulusuna bakmak lazim.

Bati sömürgeciliginin mantiginda Yeni Dünya’nin zenginliklerini, degerli madenlerini yagmalamak yatiyordu. 1500’lerin basinda Amerika kitasinda yayilmaya baslayan Ispanya, bir asir sonra Güney Amerika’nin orta, bati ve güneyini fethetmisti. Portekiz de Brezilya ve dogusuna sahip çikmisti. Muhalif yerli toplumlara boyun egdirmek isteyen Ispanya’nin sömürgelestirme taktigi, önce liderlerini ele geçirip mal varliklarina el konmasi, yerlilerin zorla çalistirilarak gida ve haraç vermeye mecbur edilmesiydi. Sonraki asamada Ispanyol istilacilar, yeni seçkin sinif olarak yerli toplumun tepesine çikip vergi, haraç ve zorla çalistirma gibi mevcut düzenlerin kontrolünü ele geçiriyorlardi. Ardindan en degerli kaynak olan yerli nüfus, encomienda denen kurum bünyesinde yerlileri Hristiyanlastirmakla görevli Ispanyol seçkinleri arasinda bölüstürülüp dinlenmeksizin çalistiriliyordu. Sömürgeciler elbette istila ettikleri topraklari kendileri isleyecek degildi. Amaç yerlilerin sirtindan geçinip tarim ve maden ürünleri ticaretinden sonsuz kâr etmekti. Meksika’nin istilasinda Cortes tarafindan kusursuz biçimde uygulanan ve büyük ölçüde etkili olan bu strateji, Ispanyol Imparatorlugu’nun her kösesinde benimsendi. O dönemde yazilmis Ispanya boyundurugunun barbarligini elestiren kayitlarda yerli insanlara genç yasli, kadin erkek ayirmadan köle muamelesi yapildigi açikça anlatilir.

Öncelikle tapinaklari süsleyen altinlari eritip külçe külçe Ispanya’ya tasidiktan sonra isgücü ve hammadde sömürüsünü devam ettirmek için kurumlar agi olusturan Ispanyollar, hali hazirda bulduklari yerli sistemlerden de yararlandi. Inkalarda halkin tapinaklar, soylular ve ordunun gida ihtiyacini karsiladigi ve karsiliginda elit kesimin güvenligi saglayip kitlik yardimi yaptigi mita sistemi vardi, örnegin. Bunu çikarlarina göre uyarlayan Ispanyollar, encomienda gibi kendi sistemleriyle birlestirerek tarihin en eziyetli ve en genis kapsamli zorla çalistirma sistemini olusturdu. Yerli nüfusun dagitilarak dagliklara sürülmesi, topraklarinin ellerinden alinmasi, yasam standartlarinin temel ihtiyaç düzeyine indirilip artan gelirin Ispanyollara aktarilmasi gibi ayaklari olan, insanlari emek pazarina girmeye zorlayan, Ispanyol toprak sahiplerinin lehine yevmiyelerin azaltilmasina yönelik bir düzen kuruldu. Bugünkü Peru’nun ortasindan baslayip Bolivya’yi kapsayan bir alana yayilan bölgede tarlalari ya da madenleri isleyecek daginik yerlesimler kuruldu. Asiri vergilendirme, yüksek fiyatlandirma, düsük emek bedelleri yüzünden yerli halk fakirlestikçe fakirlesti. Bölgede halen görülen yoksulluk da o zamanlardan mirastir. O dönemde olusturulan benzer kurumlar ve sosyal yapilar, Ispanyol hazinesini doldurup istilacilara yüklü servet kazandirdi kazandirmasina ama ayni zamanda Latin Amerika’nin ekonomik potansiyelinin altini kazimis oldu.

Ispanyollar, 1492’de yeni dünyanin fethine çiktiklarinda iç savastan çikmis olan Ingiltere’nin sömürgecilik yapacak hali yoktu fakat yaklasik bir asir sonra Ispanya Ingiltere’yi 1588’de isgale kalktiginda Ingilizler onlari yenerek denizlerin yeni hakimi olacaklarinin sinyalini verdi. Ingilizlerin sömürge imparatorlugu macerasina katilmalarini saglayan da bu kararlilikti. Kuzey Amerika’da koloniler kurmaya baslamalari bu dönemde baslar ama kuzey kendi tercihleri oldugu için degil. Çünkü iyi yerler kapilmistir ve sona kalan donakalir. Ispanyollar sömürülecek yerli nüfusun, altin ve gümüs madenlerinin bol oldugu bölgeleri çoktan sahiplendiginden Ingilizler geri kalanla yetinmek zorunda kaldi. Ilk planlari, Ispanyol istilacilarinkine benzer bir taktik kullanarak yerlilerin sefini yakalayip kabileden erzak tedarik etmekti. Isler bekledikleri gibi gitmemisti ama en azindan yerlilerle ticaret yapmayi deneyebilirlerdi. Yerlesimcilerin kendilerinin çalisip üretmesi Ingilizlerin aklina gelmemisti belli ki. Kuzey Amerika’daki yerlilere boyun egdirmek o kadar kolay degildi. Koloniler kitlikla karsi karsiya kaldi. Ingilizler büyük bedeller ödeyerek sonunda Ispanyol taktiginin orada islemeyecegini anladilar. Meksika ve Peru’da yapilanlar kuzeyde uygulanamazdi. Kosullar birbirinden çok farkliydi. Güneyde nüfus kuzeyden 500 kat daha fazlaydi. Üstelik bu yerlilerinin Aztek veya Inkalar gibi altinlari yoktu, tek sahip olduklari erzakti. Ne ticaret yoluyla de ne zorla yerli halkin kolonileri besleyecegine bel baglayamazlardi. Kolonilerin ve topragin sahibi olan Ingiliz sirketi Virginia Co. kazanç getirmesi için kurulmustu dolayisiyla yeni bir model olusturularak yerlesimciler zorla çalistirilmaya baslandi. Kaçanlar ölümle cezalandiriliyordu ama insanlara yakindaki yerlilerle birlikte ya da o uçsuz bucaksiz topraklarda baska bir yerde özgürce yasama fikri giderek daha cazip gelmeye baslamisti. Bu sartlarda sirketin gücü sinirliydi. Ingiliz yerlesimcileri bogaz tokluguna agir is yapmaya mecbur kalamazdi. Ne yerlileri ne de Ingiliz yerlesimcileri baski altinda tutmanin imkansiz oldugunu anlayan sirket, ilk sömürgenin 1607’de Virginia’da kurulmasindan yaklasik 10 yil sonra yepyeni bir strateji benimsedi. Tüm yerlesimcilerin is kontratlari iptal edilip kendilerine ev ve arsa verildi. Yetiskin erkeklere koloniyi düzenleyen kanun ve kurumlarla ilgili söz hakki taniyan Kurul 1619’da kuruldu. Iste bu, Amerika’da demokrasinin baslangiç noktasidir. Takip eden 17.yy. mücadeleyle geçti ve sonunda ekonomik olarak yasamasi mümkün bir koloni için tek seçenegin yerlesimcileri yatirim yapmaya ve çok çalismaya özendirecek kurumlar olusturmak oldugu anlasildi. Kuzey Amerika gelisirken Ingiliz elitleri ara sira Ispanyollarin yaptigi gibi yalnizca bir avuç ayricalikli insani muaf tutacak sekilde politik ve ekonomik haklara kisitlamalar getirecek bazi kurumlar kurmayi tekrar denedi ama her defasinda basarisiz oldu. Çünkü yeni dünyaya yerlesen insanlar, hiyerarsik bir düzene tahammül edemezlerdi. Önlerinde seçenek çoktu, gerçekten çok çalismalari isteniyorsa buna özendirilmeleri gerekiyordu. Bir süre sonra da daha çok ekonomik özgürlük ve daha fazla politik hak talep etmeye basladilar. 1720’lere gelindiginde, sonradan ABD olacak 13 koloni benzer yapidaydi. Kadinlar, köleler ve mülksüzler oy kullanamiyordu dolayisiyla demokrasi sayilmazlardi ama politik haklar, o dönemde dünyanin diger yerlerine göre çok kapsamliydi. Hepsinin yönetiminde bir vali ve erkek mülk sahiplerinden olusan bir kurul vardi. 1774’te ABD’nin bagimsizligina giden yolu açan ilk kongreyi olusturup Ingilizlerin basina bela olacak olanlar da bu kurullardir.

Demek ki demokratik ilkeleri kabul eden, siyasi iktidarin kullanimina sinirlamalar getiren ve bu gücü topluma genis biçimde yayan bir anayasayi uygulayan ülkenin Meksika degil de ABD olmasi rastlanti degil. ABD’nin bagimsizligini kazandigi dönemdeki anayasal süreci ile Meksika anayasal süreci birbirinden keskin biçimde farklidir. 1808’de Napolyon Ispanya’yi isgal edince Ispanyol Krali tahttan indirildi. Yerine geçen ulusal cunta, Fransiz ordusuna karsi savasmaya baslayarak mesrutiyete dayali bir yönetim getirmek istedi. Kurulan meclis özel imtiyazlarin kaldirildigi, herkesin yasa önünde esit oldugu, halk egemenligine dayali bir rejim gerektiren bir anayasa önerdi. Bu, zorla çalistirma ve mutlak gücün hakim oldugu kurumlarca yönetilen Ispanyol kolonilerindeki elitler için adeta bir kabustu. Avrupa’da Ispanyol devletinin çöküsüyle kurulan cunta otoritesini kabul edip etmemek arasinda kararsiz kalan Latin Amerikalilar, anayasal bir krize sürüklenerek ayri cuntalar kurmaya basladi. Bagimsizlik bildirileri yayinlanmaya basladi. 1810’da Meksika’da çikan Hidalgo isyanina bagimsizlik mücadelesinden çok sinifsal veya etnik savas denmesi daha dogru olur. Sömürgeci beyazlarin ayrim yapilmadan öldürülmeye baslandigi bu harekete karsi elit kesim birlesti. Bagimsizlik eger halkin siyasete karismasina olanak verecekse, Ispanyollar gibi yerli elit de buna karsiydi. Dolayisiyla önerilen Cádiz anayasasi onlar için asla mesruluk kazanamayacakti. 1815’te Napolyon’un imparatorlugu çökünce, Kral VII Ferdinand yeniden Ispanya tahtina çiktigi gibi Cádiz anayasasini lagvetti. Ispanya, Amerika kitasindaki sömürgeleri üzerinde yeniden hak talebinde bulunmaya basladiginda sadik Meksika sorun çikarmadi. Ancak sömürgelerde otoriteyi yeniden kurmak için gönderilen donanma ve ordu birleserek krali yeniden Cádiz anayasasini kabul edip Cortes meclisini yeniden toplamaya zorladi. Bu defa daha radikal bir anayasa önerilince Meksikali elitler bagimsizlik ilan etmenin daha uygun olacaginda karar kildi. Ispanya artik Meksika’nin ayrilmasini engelleyemezdi. Meksika bagimsizlik hareketinin lideri Iturbide, elitlerin statü ve ayricaliklarina tehdit olarak gördügü kisimlari çikararak yeni bir tasari hazirlayip onaylatti. Ispanyol ordusunda görev yapmis olan Iturbide, kisa sürede diktatör kesilip anayasal meclisi iptal ederek yerine kendi cuntasini kurdu. Iturbide dönemi fazla sürmemis olsa da 19. yy. Meksika’sinda benzer olaylar silsilesi zaman zaman tekrar edecekti (Örn. Santa Ana ve Diaz iktidarlari). Çünkü Meksika liderlerinin önünde ABD baskanlarini kisitlayan politik kurumlar yoktu. Ilk Amerikan baskanlari da asker kökenli siyasetçiler olmalarina ragmen, anayasaya uygun davranip iktidara gelmek için kaba kuvvet kullanmadilar. Elbette, ABD Anayasasi da ilkin modern standartlarda bir demokrasi dogurmadi. Kimin oy verebilecegine her eyalet ayri karar veriyordu. Kuzey eyaletleri, gelirlerinden veya mal varligindan bagimsiz olarak tüm erkeklere oy hakki vermekte çabuk davrandi ancak güneyliler pek bir agirdan aldi. Kuzey ile Güneyin kölelik meselesi ihtilafi anayasa sürecinde bastirildi. Senatoda kölelik yanlisi ve karsiti eyaletler arasinda bir denge saglanmaya çalisildi. Nitekim ABD kurumlari, iç savas ihtilaflari Kuzey lehine çözünceye dek uzlasma içinde çalismayi sürdürmüs oldu. Böylece, özellikle kuzey ve bati eyaletlerinde kanli ve yikici iç savasin öncesinde ve sonrasinda toplumun büyük kismi için ekonomik açidan genis olanaklar olustu.

ABD sadece 1860-65 arasinda siyasi istikrarsizlik yasamis olmasina ragmen, Meksika bagimsizligini kazandiktan sonraki 50 yili istikrarsizlikla geçirdi. Yerel halk sömürüldü, tekeller olustu. Bunun ekonomik açidan sonuçlari da berbatti. Mülkiyet haklarinin güvencesi sarsildi, devlet ciddi biçimde zayifladi. Bagimsiz Meksika sömürge döneminde yerlestirilen kurumlari muhafaza edince ekonomik tesviklerin ve nüfusun büyük kisminin girisimlerinin önü tikandi. Toplumu büyük bir esitsizlige sürükledi. 19. yüzyilin ilk yarisinda ABD, Sanayi Devrimini yasarken Meksika daha da fakirlesti. Günümüzde Meksika devletinin gücü ve yetkisi ne vergi gelirlerini arttirmaya ne de kamu hizmetleri saglamaya yeterli degildir.

Sanayi Devrimi: Fikir bul, Sirket kur ve Kredi çek

Buluslar ekonomi genelinde teknolojik ilerlemelerin lokomotifidir. Ingiltere’de baslayan Sanayi Devriminin ilk basarisi pamuklu kumasin makinelerle dokunmasi oldu. Bu da önce tekstil sonra da diger endüstrilerde isçilerin verimini arttirdi. Buna öncülük eden de yeni fikirleri uygulamaya sokmaya hevesli girisimciler ve is adamlariydi. Parlamento’nun finansal düzenlemeleri piyasayi canlandirdi. Bu hareketlenme Atlantik ötesine de ulasti. Ingiltere’de gelistirilen teknolojileri kullanmanin büyük ekonomik firsatlar yaratacaginin farkina varan Amerikalilar, kendileri de icatlara merakliydi. Fikir mülkiyet haklarini koruyan patent sistemi, Ingiliz Parlamentosu’nda 1623’te kismen kralin keyfine göre istedigi kisiye ayricalikli haklar tanimasini engellemek amaciyla yürürlüge girmisti.

ABD’de patent alanlarsa, yalnizca zengin ve elit degil toplumun her kesiminden çesitli insanlardi. Pek çok insan patent haklarindan servet kazandi. Mesela ampulün mucidi ve General Electric sirketinin kurucusu Thomas Edison; yedi çocuklu bir aileden geliyordu ve hiç okula gitmemisti. 1820 ile 1845 arasinda ABD’de patent alanlarin yalnizca %19’unun ailesi meslek veya toprak sahibiydi. Çogu Edison gibi resmi egitim almamisti. ABD’nin o zamanlar yalnizca politik açidan degil, diger ülkelere kiyasla yeni icatlar açisindan da daha demokratik olusu, ekonomik yönden dünyanin en yenilikçi ülkesi olma yolunda çok önemliydi. Yoksulsan bile iyi bir fikrin varsa patentini makul fiyata alip, bir baskasina satabiliyordun. Ama gerçekten patentten para kazanmak isteyenin kendi isini kurmasi gerekliydi. Bunun için de sermaye sartti. Borç almak için de bankalara ihtiyaç vardi. 19. yüzyilda hizla gelisen mali aracilik ve bankacilik faaliyetleri ekonominin içinde bulundugu hizli büyüme ve sanayilesmeyi kolaylastiran kritik bir etken oldu. 1818’de ABD’de 160 bin dolar sermayeli 338 banka varken, 1914’e gelindiginde 27.684 bankanin toplam sermayesi 27.3 milyar dolar olmustu. Demek ki potansiyel mucitlerin ve girisimcilerin is kurmak için gerekli sermayeyi temin edebilmesi kolaydi. Üstelik bankalar ve mali kuruluslar arasindaki rekabet nedeniyle faiz oranlari da oldukça düsüktü. Meksika’da ise 1910’da Meksika Devrimi basladigi sirada banka sayisi da azdi. Rekabet olmadigindan faizler yüksekti ve bankalar zaten seçkin ve zenginlere kredi veriyor, onlar da parayi ekonominin farkli sektörleri üzerindeki kontrollerini sikilastirmak için kullaniyordu. Meksika’daki bankacilik sektörünün 19. ve 20. yüzyilda aldigi hal, ülkenin bagimsizlik sonrasi kurdugu politik kurumlarin direkt sonucudur. Tipki Ispanyol istilacilarin sömürge döneminde yaptigi gibi bagimsizlik sonrasinda yönetime gelen iktidarlar da yandaslarina peskes çekerek genis arazileri istimlak ederek mülkiyet haklarini çignemistir.

ABD bankacilik sektörünün ülkenin ekonomik refahi açisindan daha iyi olusunun banka sahiplerinin amaçlariyla ilgisi yoktu. Elbette ki ABD bankaciligi da kar amaçliydi. Ancak bu dürtü, ABD kurumlarinin kökten farkli olmasi nedeniyle farkli biçimlerde yönlendiriliyordu. Bankacilarin karsisindaki ekonomik kurumlar farkliydi ve onlari rekabete mecbur ediyordu. Çünkü bankacilik kurallarini belirleyen politikacilar farkli kurumlarin düzenledigi farkli tesviklere maruz kaliyordu. Aslinda 18. Yüzyilda ABD Anayasasi yürürlüge girdikten az sonra da Meksika’dakine benzer bir bankacilik sistemi ortaya çikmaya baslamisti. Siyasetçiler, arkadaslarina ve ortaklarina kar paylasimi karsiliginda verebilecekleri devlet tekelinde bir bankacilik düzeni kurmaya ugrasti. Bankalar da hemen kendilerini denetleyen siyasetçilere kredi vermeye basladilar. Bu siyasetçilerin isine gelir ama vatandaslar için hiç de iyi olmaz. Neyse ki banka tekellerini olusturmaya çalisanlar da siyasi seçime tabiiydiler. Amerikan toplumunun Meksika’dan ve diger birçok ülkeden farki politikacilarini denetleyebilmesidir. Makamini cebini doldurmak veya yandaslarini zenginlestirmek için kullananlari basindan atar. Bu sayede bankacilik tekelleri çöktü yani Meksika’daki sistem ABD’de sürdürülemezdi. Özellikle komsusu Meksika ile karsilastirildiginda ABD’deki politik haklarin genis dagilimi finans ve kredilere erisimde esitligi garantilemistir. Bu yüzden düzgün bir tasarisi ve bulusu olanlar dogru zamanda bunlardan yararlanabilmistir.

KÜRESEL ESITSIZLIK

  1. Yüzyilin ikinci yarisinda patlama yasayan dünya ekonomisi buharli gemi ve demiryolu gibi ulasim yenilikleri sayesinde uluslararasi ticarette büyük bir gelisme olmustur. Bu küresellesme dalgasi sayesinde kaynak zengini ülkelerdeki elitler, sanayilesen Kuzey Amerika ve Bati Avrupa’ya hammadde ve dogal kaynak ihracatindan servet elde edecekti. Kendilerini hizla degisen bir dünyada bulan iktidar sahipleri ülkelerinin de degismesi gerektigini farkettiler ama bu alisilagelmis kurumlarini yerle bir edip ABD’dekine benzer yapilar kurmak anlamina gelmedi. Kitanin iki tarafi kurumsal farkliliklar açisindan birbirinden iyice ayrildi. ABD’de yerliler kenara itilmis olsa da hudut bölgelerinin yerlesimcilere açilmasi esitlikçi ve ekonomik olarak dinamik bir ortam yaratti. Ancak Latin Amerika ülkelerinin çogunda sonuç farkliydi. Hudut bölgesindeki genis araziler zaten zenginlere verildigi için bu kesim daha da güçlendi. Birileri büyük servet yaparken toplumun geri kalani dislandi. Güç gruplari çikarlari için mücadele etmeye devam etti. Elit kesimin yatirimlariyla az bir ekonomik büyüme oldu ama hep hüsranla sonlanacakti. 20.yüzyilda da bu kalipta israr edilmesi, Latin Amerika’ya ekonomik durgunluk, iç savaslar, darbeler getirdi. Meksika Devrimi’ni Bolivya, Küba ve Nikaragua izledi. Kolombiya, El Salvador, Guatemala ve Peru’da iç savas patladi. Askeri yönetimler ve diktatörlükle birlikte devrimler, arazi istimlaki ve siyasi istikrarsizlik geldi. Daha fazla demokratik hak talebi giderek artti ama Latin Amerika ülkelerinin çogu ancak 1990’da demokrasi oldu. Olmasina oldu ama istikrarsizliktan kurtulamadilar. Pinochet rejiminde oldugu gibi birçogunda istikrarsizliga baski ve cinayet de eslik etti. Arjantin’de 1976-1983 arasinda ordu tarafindan öldürülen kisilerin sayisi tahminen 9 bin, insan haklari derneklerine göre ise 30 bin.

Sömürge toplum düzeninin etkilerinin hala sürmesi ve bunlarin kurumsal miraslari yüzünden günümüzde, ABD ve Meksika arasinda dolayisiyla kitanin kuzeyi ve güneyi arasinda bunca fark var. Dünyanin en zengin iki adami arasindaki fark da islerin nasil isledigini gösterir. Teknoloji dehasi Bill Gates, onca ününe ragmen, Microsoft’un tekelini istismar ettigi iddiasiyla ABD Adalet Bakanligi’na hesap vermekten kurtulamadi. Öte yanda Meksika’da özellestirme esnasinda kamu tekellerini ihale hileleriyle kendi tekeline geçirmis, ayricalikli kontratlara imza atmada ustalasmis hirsli bir Meksikali olan borsa zengini Carlos Slim’in rüsvet verip tanidiklarini ve nüfuzunu kullanarak muazzam kar etmeyi sürdürebilmesinin nedeni ABD’dekinden çok farkli ekonomik kurumlaridir. Ruhsat çikartmaktan kredi almaya kadar Amerika’da bir girisimci için açik ve dertsiz olan yollar, Meksika’da dürüst bir girisimciyi yildirmaya yetecek kadar çetrefillidir. Carlos Slim gibi adamlar yasal bosluklardan yararlanip siyasi baglantilarini kullanarak zenginlesmeye devam eder çünkü onun gibi adamlari üreten ekonomik kurumlar, halkin hakkini korumaktan ziyade küçük bir kesimin kesesini doldurmak için isler. Halbuki kurumlar düzgün islediginde Slim’in taktikleri faydasiz kaldi, ABD piyasasina tesebbüsü basarisizlikla sonuçlandi. Hakkinda açilan davayi kaybederek sözlesme ihlali yaptigi sirkete yüksek tazminat ödedi. Bu karar küresel ekonomide Amerikan piyasasina girmek isteyen firmalarin ABD kurallarina uymasi gerektigini gösterdiginden de ayrica önem tasir.

Yalnizca Amerika kitasinin tarihine bakmak bile politik ve ekonomik kurumlari sekillendiren güçler hakkinda az çok fikir verebilir. Günümüzün farkli kaliplardaki kurumlarinin kökeni geçmise dayanir. Çünkü bir toplum bir kez belli bir sekilde yapilandi mi ayni düzen inatla sürüp gitmeye meyillidir. Bunun nedeni yine politik ve ekonomik kurumlarin etkilesimidir. Bu inatçi devamlilik ve bunu yaratan güçler dünyadaki esitsizligi ortadan kaldirmanin ve fakir ülkeleri zenginlestirmenin neden bu kadar zor oldugunu da gösterir. Aradaki farklarin kilit noktasi kurumlar olsa da bunlari degistirme yönünde ortak bir irade olacak demek degildir. Bir toplumun ekonomik büyüme ve vatandaslarinin iyiligi için illa ki kurumlarin en iyilerini gelistirip benimsemesi gerekmez. Çünkü kurumlarin nitelikli olmayisi siyaseti ve politik kurumlari kontrol edenlerin yararina olabilir. Genelde güç sahipleriyle halkin geri kalani hangi kurumlarin muhafaza edilip hangilerinin degistirilmesi gerektigine dair ayni fikirde degildir. Çünkü gücü elinde tutanlar, toplumu kalkindiracak olsa bile kendi islerine gelmeyecekse degisime yanasmazlar. Sonuçta toplumun hangi kurallara göre düzenlenecegini, gücün kimin elinde olup ne sekilde uygulanacagini belirleyen siyasettir. Carlos Slim’in her istedigini almasi Bill Gates’in gücünün ise sinirli olmasi iste bu yüzden. Tam da bu nedenle bu teori sadece ekonomi degil politika ile ilgili. Kurumlarin bir ülkenin basarisi üzerindeki etkileriyle ilgili. Dolayisiyla zenginlik ve yoksulluk ekonomisiyle ilgili. Kurumlarin zaman içinde nasil belirlenip degistigiyle ve milyonlarca insanin fakir fukaraligina mâl olsa bile degismeyi becerememesiyle yani zenginlik ve yoksulluk politikalariyla ilgilidir. Dünyadaki esitsizligi açiklamak için farkli politikalarin ve sosyal düzenlemelerin ekonomik tesvik ve davranislari nasil etkiledigini anlamak gerekir. Çünkü toplum düzenini belirleyen politik ve ekonomik kurumlarin etkilesimidir.

Büyük ölçekte düsününce ülkeler arasindaki farklar da dip dibe iki kasabanin arasindaki farka benzer. Zengin ülkelerdeki insanlar daha saglikli, daha uzun ömürlü ve daha egitimli. Yol, su, elektrik hepsine sahipler. Kariyerden tatile hayattaki seçenekleri de olanaklari da fakir ülkelerde yasayanlarin hayal edebileceginden daha fazla. Yasam standardi yüksek, kanun ve düzen var; hükümetleri de insanlari keyfi bir sekilde tutuklayip bezdirmiyor aksine hizmet verip egitim, saglik altyapi olanaklari sagliyor. Vatandaslarin seçimlerde oy verip ülkelerinin siyasi gidisati üzerinde söz hakki var. Dünyadaki esitsizligin de herkes farkinda. Insanlari yasadisi yollarla sinirlari, denizleri asmaya iten de bu. Dünyadaki esitsizlik, yalnizca yoksullarin hayatini etkilemekle kalmaz ABD ve birçok baska gelismis ülkedeki pek çok insanin da zoruna gitmektedir. Ayrica bunun muazzam siyasi sonuçlari da var. Bu farkliliklarin neden meydana geldigini ve sebeplerini anlamak lazim. Böyle bir anlayis gelistirmek tek basina yetmez ama yoksulluk içinde yasayan milyarlarca insanin hayatlarini güzellestirmek için fikir gelistirmek adina ilk adim olacaktir.

Dünya çapinda düsünülünce ABD ile Meksika arasindaki farklar küçüktür. Ortalama bir ABD vatandasi, bir Meksikalidan 7 kat; Peruludan 10 kat; Afrikalidan 20 kat; Etiyopya, Mali, Sierra Leone gibi en fakir Afrika ülkelerinde yasayanlardan ise 40 kat daha zengin. Sadece ABD’de degil Avrupa, Kanada, Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda, Singapur, Güney Kore ve Tayvan gibi ülkelerde yasayanlar dünyanin geri kalanindan çok farkli bir hayatin keyfini sürmekte. Bunun nedeni insanlara kapsamli tesvikler saglayan kurumlarin toplumda yerlesmis olmasidir. Dolayisiyla siyasi ve ekonomik örgütlenme basarili, yöneticiler nitelikli ve yasalar da düzgün isler durumdadir. Politik ve ekonomik kurumlar is dünyasini, bireyleri ve politikacilari harekete geçiren tesvikleri sekillendirir. Her toplum, devlet ve vatandaslarin ortaklasa olusturup uyguladigi birtakim ekonomik ve politik kurallara göre isler. Ekonomik kurumlar egitim almak, tasarruf ve yatirim yapmak, yeni teknolojiler icat etmek ve bunlari benimsemek gibi ekonomik tesvikleri sekillendirir. Bu ekonomik kurumlari siyasi süreç; bu sürecin nasil isleyecegini de siyasi kurumlar belirler. Örnegin, bir ülkede vatandaslarin siyasetçiler üzerindeki kontrolü ve tutumlarini etkileme becerilerini belirleyen de politik kurumlardir.

Böylece politikacilarin (kusurlarina ragmen) halkin temsilcisi olup olmadiklari veya görevlerini sahsi çikarlari için kullanarak güçlerini istismar edip etmedikleri veya servet yapmak için toplumun zararina isler çevirip çevirmedikleri saptanabilir. Siyasi gücün topluma nasil dagildigini belirleyen etkenleri de dikkate almak gerekir. Özellikle farkli gruplarin ortak hareket edebilme becerisi önemlidir. Kendi amaçlarina yönelik veya baskalarinin hedeflerine ulasmasini engellemek üzere isbirlikleri kurabilirler. Politik kurumlar anayasa ve yazili tüzükleri içerir ancak bununla sinirli degildir. Bir toplumun demokratik olup olmamasiyla da sinirli degildir. Devletin toplumu düzenleyip idare gücünü ve kapasitesini kapsar.

Kurumlarin bireylerin davranislari üzerindeki özendirici etkisi ülkelerin basarisini belirler. Kisilerin yetenekleri tüm toplumlar için önemlidir ancak bunun olumlu bir güce dönüsmesi için saglam bir kurumsal çerçeve gereklidir. Egitim sisteminin insanlarin yeteneklerini tamamlayici beceriler edinmesini saglayabilmesi ve ekonomik kurumlarin insanlara kolayca is kurma firsatini sunmasi gerekir. Insanlarin önüne asilmasi zor engeller koymak yerine mantikli projelerin gerçeklestirilebilmesi için finansal kaynaklari da kurumlar yaratmalidir. Nitelikli isgücü, rekabetçi bir piyasa ve adil bir pazarlama ortami girisimcilerin, isletmelerin gelismesine imkan tanimalidir. Örnegin ABD’de, Bill Gates ve Steve Jobbs gibi girisimcilerin Bilisim sektöründe dünya çapinda basariya ulasmasi bu sayede mümkün olmustur. Amerikali pek çok girisimci gibi her ikisi de fikri mülkiyet haklarinin korunacagindan ve bir diktatörün basa geçip oyunun kurallarini degistirmeyeceginden emindi. Ansizin mal varliklarina el konup hapse atilmayacaklarindan, hayatlarinin tehdit edilmeyeceginden de emindiler. Çikar gruplarinin hükümeti feci bir ekonomik gidisata sürükleyemeyecegi de belliydi. Çünkü Amerikan toplumunda siyasi güç hem sinirlanmis hem de yeterince dagilmis durumdadir. Zamanla gelismis politik kurumlarin yarattigi bir dizi ekonomik kurum, refaha yönelik tesvikler saglar. Yeni atilimlar ancak hukukun üstünlügünün verdigi güvenle, ekonomik faaliyeti destekleyen kapsayici kurumlar ve siyasi istikrari saglayan kapsayici politik kurumlarin devamliligina dayanarak gerçeklesebilir. Ekonomik kurumlar bir ulusun fakirligini ya da zenginligini belirlemede kritik önem tasir ancak bir ülkenin sahip oldugu ekonomik kurumlari belirleyen politika ve politik kurumlardir.

Zenginlik ve Fakirligi Yaratmak

Dünyadaki esitsizligi açiklayan örneklerden biri de II. Dünya Savasi’nin sonuna dogru 1945’te Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölünen Kore’dir. Bir zamanlar ayni toplum ama su anda aralarinda daglar kadar fark var. Düsünsenize, 60 yil farkli rejimler altinda farkli kurumlarla yönetilmek bu kadar fark yaratiyorsa birkaç asir neler degistirebilir? Soguk Savas döneminde iki yönetim de ekonomilerini düzenlerken birbirinden çok farkli yollar benimsedi. Güneyde otoriter olmalarina ragmen piyasa ekonomisini benimseyen devlet baskanlari sayesinde mülkiyet haklari tanindi; basarili sirketlere devlet yardimi yapildi. Güney Koreli politikacilar egitime yatirim yapip sanayilesmeyi, ihracati, yatirimlari ve teknoloji transferini tesvik ettiler. Dolayisiyla Güney Kore hizla gelisti. Kuzey Kore ise hem tarim hem sanayi üretiminde sinifta kaldi. Mülkiyet haklarinin olmayisi genelde insanlari yatirim yapmaktan alikoyarken, üretimi arttirmak bir yana sürdürmeye bile çaba sarf edilmemesine neden oldu. Baskici rejim yeniliklere kapali; tipki babasi Kim Il-Sung gibi Kim Jong-Il ve yandaslarinin reform yapmaya niyeti yok. Bunlardan ötürü Kuzey Kore ekonomik olarak yerinde saymaya devam etmekte.

Farkli yollara sapan ülkelerin durumunu açiklamak için kurumlarina bakmak lazim. Tüm ekonomik kurumlari toplum yaratir. Çikarlari ve hedefleri farkli olan farkli insanlarin toplumu nasil sekillendireceklerine dair kararlari yani politikalar farklidir. Kuzey Kore’deki kurumlari dayatan Sovyetlerdir; Latin Amerika’da ise Ispanyol istilacilar. Kapsayici ekonomik kurumlar ekonomik faaliyeti, verimliligi ve refahi arttirir. Zenginlik getiren iki itici güç olan egitim ve teknolojinin önünü açar. Sürekli ekonomik büyüme neredeyse her zaman isgücünün, topraklarin ve mevcut sermayenin daha verimli olmasini saglayan teknolojik gelismelere eslik eder. Samsung, Hyundai gibi markalarin kuzeyden degil de Güney Kore’den çikmasi da bu yüzden.

Ekonomik kurumlar kapsayici oldugunda inovasyon, yatirim ve vatandaslarin yeteneklerini kullanabilecekleri alanlari tesvik eder. Kapsayici politik kurumlar ise siyasi gücü toplumun geneline esit biçimde dagitir. Böylece siyaset tek bir kisi ya da dar bir zümre tarafindan alikonamaz. Kapsayici politik kurumlar demokratik seçimlerden daha fazlasini gerektirir. Tek parti iktidari olussa bile siyasi iktidarin esit olarak dagilmasini saglayabilmelidir. Hindistan ve Endonezya gibi kurumlari ekonomik ve politik olarak dislayici olagelmis ülkelerde mülkiyet haklari güvence altinda olmadigindan, inovasyon özendirilmediginden yatirimlarin önü tikanir. Zayif egitim sistemi yüzünden nüfusun potansiyelinden yararlanilmasi da mümkün olmaz. Gene de kapsayici kurumlar olusturmaya yönelik adimlari takdiri hak eder.

Siyasi iktidarin askeri, ekonomik veya politik dar bir zümrede tekellestigi toplumlarla iktidarin esit olarak dagildigi toplumlar arasinda büyük fark vardir. Bunun nedeni de ekonomik ve politik kurumlardir. Düzenleme ve denetlemeyi dogru sekilde yapabilen basarili ekonomik ve politik kurumlara sahip ülkeler basarili olur. Gelismis ülkeler, daha kapsayici politik kurumlar tarafindan desteklenen daha kapsayici ekonomik kurumlara sahiptir. Gücü tekellestirmek için kurumlari kullanan ve bu kurumlara dayanan ekonomik büyüme bütün ülkelerde sinirli kalir. Ortaya çikan hayli esitsiz yapida sivil ve politik haklarin bastirilmasi söz konusu olur. Otoriter kurumlar liderlere cazip gelir çünkü bu kurumlar otokratlara büyük güç saglar. Ancak kapip kaçmaya ve teknoloji transferine odaklanmis bu tip otoriter yükselis, inovasyon ve sürdürülebilir gelisme yaratamaz. Hali hazirda iktidarda güçlü elitlerin oldugu, iç savas yaralarini saran Afrika basta olmak üzere bazi ülkelerde egilim budur.

Oysaki inovasyon, sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak için en önemli gerekliliktir. Nüfusun çogunlugunun yeteneklerini kullanabilecegi inovasyon ve yatirima olanak saglayan verimli bir ortam yaratmak için uygulanmasi gereken politikalar vardir. Yeni fikirlere, yeni insanlara ve yeni teknolojilere açik olmak, ekonomik yaraticiligi cesaretlendirmek, mülkiyet haklarini güvence altina almak gereklidir. Bunlari becerebilen, seffaf yönetilen; iyi egitim kurumlari, esit haklar ve toplumsal katilim saglayabilen özgürlükçü düzenler kalkinmayi sürdürebilir.

Fakir Ülkelere Yapilan Yabanci Yardimlarin Basarisizligi

Milyarlarca insani fakirligin pençesinden kurtarip refaha tasimanin en etkili yolu nedir? Batili zengin ülkelerden gelen hayirsever yardimlarin çogalmasi mi? Dünyadaki esitsizlik ve yoksullugun kökenlerini anladigimiza göre bos umutlar beslemek gereksiz. Ülkelerin yoksulluk döngüsünü kirmak için kapsayici politik ve ekonomik kurumlara ihtiyaci var ama yabanci yardimlarin buna pek katkisi olmaz. Yardimlarin organize edilisi ise basli basina ayri bir sorun. Yardimlarin çok az bir kismi ihtiyaci olana ulasir. Ekonomik gelismenin sürdürülebilmesi için kapsayici kurumlar gerekliyse, yardim yaparak dislayici kurumlari yöneten rejimlere destek olunmasi pek tabii çözüm olamaz. Afganistan gibi ülkeleri fakir yapan da bu tip kurumlardir. Kanun ve düzenin olmayisi, politik ve ekonomik hayatta elit tabakanin baskin olusu gibi kurumsal yapilar yüzünden yardimlar ulasmasi gereken yere gitmeden yagmalanir. Hatta bazen yardimlar aslinda sorunun kaynagi olan kurumlarin tepesindeki rejimleri desteklemis olur. Çogu Afrika ülkesinde durum budur. Örnegin serbest piyasa veya demokrasi yolunda ilerleme gibi sartlara bagli olarak yardimlari kosullu yapmak çözüm gibi görünebilir ama pratikte pek bir sey degismez.

Ancak bunlar insani yardimlar durmali anlamina gelmemeli. Okul açan bazi yardim programlarinin Taliban rejiminde bile dogru düzgün uygulanarak çok fayda sagladigini unutmamak lazim. Zaten yardimlarin Batililarin vicdanini rahatlatan etkisi ve organizasyonunu üstlenen uluslararasi kurumlar ve sivil toplum kuruluslari nedeniyle mevcut durum sürecektir. Kuskusuz en çok ihtiyaci olan ülkelere yardimi kesmek merhametsizlik olur. Çogu bosa gitse bile hiç yoktan iyidir. Madem mesele kurumlari düzeltmek, en azindan yardimlarin bir kisminin kapsayici kurumlarin gelistirilmesine ayrilmasi yararli olur. Ayrica kosullu olarak sunulan yardim yerine, iktidardan dislanmis gruplarla toplum önderlerinin karar alma mekanizmasina sokulmasi ve toplumun genis bir kesiminin yetkilendirilmesi iyi bir fikir olabilir.

SONUÇ

Toplumda genis kitlelerin güçlendirilip yetkilendirilmesi dolayisiyla kapsayici politik kurumlarin gelistirilmesi için kesin bir tarif yoktur. Ancak bu süreci baslatabilecek bazi etkenler barizdir: Bu etkenlerin çogu tarihsel olarak önceden belirlenmistir ve degismeleri uzun zaman alir. Bir dereceye kadar merkezi düzenin kurulmus olmasi gerekir ki mevcut rejimlere kafa tutan toplumsal hareketler hemen kanunsuzluga dönüsmesin; Botsvana’nin geleneksel kurumlari gibi bir nebze çogulculuk getiren politik kurumlarin hali hazirda varolmasi gerekir ki genis koalisyonlar olusup dayanabilsin; halkin taleplerini koordine edecek sivil toplum kurumlari olsun ki muhalif akimlar hem mevcut iktidar tarafindan kolayca ezilemesin hem de dislayici kurumlarin kontrolünü ele geçirmek isteyen baska bir zümrenin araci olmasin...

Genelde düzeni saglama, hirsizlik ve yolsuzlugu önlemekle görevli devlet kurumu bunu beceremezse; hukuk, kamu hizmetleri, egitim, sendika gibi kurumlari da olumsuz etkilemeye baslarsa halkin tepkisi yogunlasir. Mesela Brezilya’da pek çok farkli toplumsal hareketin çatisi altinda birlesmesiyle Isçi Partisi önce yerel seçimleri kazanmis sonra da çogulcu bir temsil anlayisiyla iktidara geçmeyi basarmistir. Egitime önem veren ve toplumsal katilima açik bir politika izleyen yönetim sayesinde Brezilya’nin ekonomisi de düzeldi ve Latin Amerika’nin uluslararasi çevrelerde sözü geçen ilk ülkesi olmayi basardi. Bu tamamen cesur insanlarin kapsayici kurumlari olusturma gayretinin sonucudur.

Demek ki genis kitlelere hitap eden koalisyonlar kurulabilir sivil toplum kuruluslari ve parti örgütleri sifirdan yapilanabilir ama bu yavas bir süreçtir. Fakat farkli kosullarda ne kadar basarili olacagini tahmin etmek güç.

Toplumun güçlendirilmesi ve yetkilendirilmesi sürecinde bir baska etken de önemli bir dönüstürme rolü olan medyadir. Iktidar, ekonomik veya politik olarak istismar edildiginde bunun halka bildirilmesi; halkin taleplerinin yansitilmasi medyanin görevidir. Medya ayrica Ingiltere’nin demokratiklesmesinde oldugu gibi kalici politik reformlar yapilmasina yönelik olarak halkin gücünü odaklama rolü de oynayabilir. Tarih boyunca önemli devrimlerde kitapçiklar ve el ilanlari insanlari bilgilendirip demokratiklesme yolunda harekete geçirmistir. Günümüzdeki karsiliklari bilgi ve iletisim teknolojilerinin gelismesiyle türeyen Web bloglari, isimsiz sohbet odalari, Facebook ve Twitter gibi yeni medya tipleridir. Bilindigi gibi Iran’da Ahmedinecad’a karsi ve Arap Baharinda oldugu gibi iktidara muhalefet açisindan önemli rol oynadilar. Otoriter rejimler özgür medyanin öneminin farkindadir ve bununla mücadele etmek için ellerinden geleni yaparlar. Demokratik seçimle basa geldigi halde Peru’da otoriter bir rejim kuran Fujimori ve yardimcisi Montesinos, televizyon kanallarini veya gazeteleri satin aldiklari, yolsuzluklari gösteren kayitlar ortaya çikmasin diye rüsvet verdikleri kanitlanan tek liderler degildir. Bir baska otoriter rejim örnegi Çin’de, Partinin siyasi iktidari elde tutmak için silahli kuvvetleri, kadrolari, medyada çikan haberleri kontrol ettigi bilinmektedir.

Elbette özgür medya ve yeni iletisim teknolojileri, halki bilgilendirip daha kapsayici kurumlar isteyenlerin taleplerini ve eylemleri koordine ederek yalnizca bir yere kadar yardimci olabilir. Ancak toplumun genis bir kesiminin katilimi ve örgütlenmesiyle anlamli bir siyasi degisim mümkün olabilir. Sürecin ülkeyi ileri tasimasi ve siyasi bir reforma yol açmasi için böyle bir toplumsal hareketin mevcut dislayici kurumlarin kontrolünü ele geçirme amaci gütmesi veya ayrilikçi sebeplerle baslatilmasi degil, dislayici kurumlarin daha kapsayici olanlariyla degistirilmesini hedeflemesi gerekir.

Daha kapsayici kurumlarin yolunu açan siyasi devrimlerin ortak yani toplumun çesitli kesimlerini yetkilendirmis olmalari, baska bir deyisle çogulcu olmalaridir. Çogulculuk, siyasi gücün topluma mümkün oldugunca genis biçimde yayilmis olmasini gerektirir. Örnegin, Muhtesem Devrim sirasinda kralin devrilmesinin ardinda tacirler, sanayiciler, asiller, hatta kraliyetle birlik olmayan aristokratlar bile rol almistir. Toplumun büyük bir kesiminin harekete geçmesiyle ortaya çikan devrimle güçlenen kitle, elde edilen haklarla sonunda daha da genislemistir. Çok daha kanli olmasina ragmen Fransiz Devrimi de sonuçta daha çogulcu ve demokratik bir düzene yol açmistir. 1868’de Meiji Reformu Japonya’da kapsayici kurumlara geçis sürecini siyasi bir devrimle baslatmistir.

Fakat sikça yikima ve büyük zorluklara da yol açan devrimlerin hepsinin basarili olacagi kesin degildir. Bolsevik Devrimi, Çarlik sömürüsünü sona erdirip Rus halkina özgürlük ve zenginlik getirecek adil bir düzen vaat etmis olsa da sonuç devrilenin yerine daha baskici ve sömürücü dislayici kurumlarin yerlestirilmesi olmustur. Çin, Küba ve Vietnam’da benzer deneyimler yasanmistir. Misir ve Zimbabve gibi ülkelerde oldugu gibi devrim komünist olmasa da tepeden inme reformlarin sonucu daha hayirli olmamistir. Tarih boyunca oligarsinin tunç yasasina yenik düsen reform hareketleri genelde köhnelesmis kötü kurumlarin yerine beter olan yenilerinin konmasi seklinde gerçeklesmistir.

Ne yazik ki demokrasinin varligi çogulculugun garantisi degildir. Brezilya’da olusan çogulcu kurumlarin aksine Venezuela’da 1958’de demokrasiye geçildigi halde yozlasmis politikalar, adam kayirma ve çekismeler süregelmistir. Halk seçim sandigina gittiginde Chavez gibi potansiyel bir despota bile razi olmasinin nedeni de kismen, yerlesik elite yalnizca onun karsi koyabilecegini düsünmeleridir. Sonuçta Venezuela hala dislayici kurumlarla sürünürken Brezilya kalibini kirmistir.

Çogulculuk olmazsa farkli çikar gruplarindan biri gücü eline geçirip geri kalanin aleyhine kullanabilir. Yasakçi politikalar eninde sonunda zarar getirir. Bireyler özgürlesmedikçe toplumlarin gelismesi mümkün degildir.

Ülkeler, ilerleme yanlisi politik kurumlari dogru düzgün olusturabildiklerinde yükselirler; o kurumlar kemiklestigi veya uyum saglayamadigi zaman ise basarisiz olurlar. Güç sahipleri her zaman her yerde hükümetler üzerinde kontrol kazanma pesindedir. Kendi hirslari ugruna toplumsal kalkinmayi baltalamaktan geri durmazlar. Ya bu kisileri çogulcu, katilimci, kapsayici kurumlara sahip olan etkin bir demokrasiyle denetlersiniz ya da ulusunuzun çöküsünü seyredersiniz.

                                                                 -SON-


Benzer Kitaplar