“Medeniyetler Nasil Ayakta Kalir ya da Yikilir?”
Çöküsten
kastettigim, hatiri sayilir bir bölgede, uzunca bir dönem boyunca nüfus ve veya
siyasi/ekonomik/sosyal yapida meydana gelen esasli küçülmelerdir. Örnegin
Iskandinav Grönland’i, arkasinda
anitsal kalintilar birakarak çöken veya ortadan kaybolan sayisiz toplumdan
sadece biridir.
Bu
standartlar esas alindiginda, günümüzde A.B.D. topraklarinda Anasazi ve
Cahokia’da, Orta Amerika’nin Maya
sehirlerinde, Güney Amerika’nin Moche ve Tiwanaku yerlesimlerinde, Antik
Yunan’daki Miken ve Girit’teki Minos uygarliklarinda, Afrika’nin Büyük
Zimbabve’sinde, Asya’nin Angkor Wat ve Harappan Indus Vadisi sehirlerinde,
Pasifik Okyanusu’ndaki Paskalya Adasi gibi yerlerdeki toplumlarin önemsiz
küçülmeler degil, ciddi boyutta birer çöküs yasadiklari konusunda çogumuz hemfikiriz.
Bu
eski toplumlardan geriye kalan anitsal kalintilar, kuskusuz herkeste nostaljik
bir hayranlik uynadirmakta. Tanik
oldugumuz eserlerin kusursuz ve cezbedici güzelliklerine kapilip, bu mekanlarda
ne türden hayatlar ve maceralar yasandigini hayal etmek isten degil. Ancak
bu nostaljik duygularin
beraberinde aklimiza bir soru da takilmakta:
böyle trajik bir son bizim refah
dolu toplumumuzun da basina gelebilir mi? Acaba gelecegin turistleri,
New York’un pasli ve yikik gökdelen kalintilari arasinda yürürken, bugün bizim
agaç ve sarmasiklarin ele geçirdigi Maya harabeleri arasinda yürüdügümüzde
hissettigimiz duygulari mi yasayacak?
Bu
yerlesimlerin esrarengiz terk edilisleri arkasinda, en azindan bir noktaya
kadar ekolojik sorunlarin neden oldugundan uzunca bir zamandir süphe
duyulmaktadir. Ekolojik sorunlar derken insanlarin, kasitsiz da olsa yasamak
için ihtiyaç duyduklari dogal kaynaklari yok etmesinden söz ediyorum. Bu yüzden
de medeniyetlerin ayakta kalmasinin ya da yikilmasinin bir anlamda kendi
seçimleri oldugunu öne sürüyorum. Ekolojik intihar olarak
nitelendirebilecegimiz bu bilinçsiz gidisatin gerçekligi son zamanlarda
arkeologlar, iklim uzmanlari, tarihçiler, paleontologlar (fosil bilimi) ve polinolojistler (polen
bilimi) tarafindan yapilan arastirmalarla kanitlanmistir. Ekolojik
denge üzerinde farkli derecelerde hasar yaratmis olsalar da, eski
toplumlarin yasadiklari çevreye zarar vererek kendi geleceklerini kararttigi
süreç, sekiz ana kategori altinda incelenebilir:
Ormansizlasma ve
yasam alanlarinin tahrip edilmesi,
Toprakla ilgili sorunlar,
Su yönetimi sorunlari,
Asiri avlanma,
Deniz ürünlerinin
asiri tüketimi,
Insanin
beraberinde getirdigi bitki ve hayvan türlerinin yerel türlere olan olumsuz
etkisi,
Insan nüfusunun
asiri artisi,
Insanlarin her
birinin yasam ortamina getirdigi yükün artmasi.
Peki,
bir toplumun çöküsünü nasil “bilimsel” olarak inceleyebiliriz? Bilim çogu zaman
yanlis bir biçimde, “laboratuar
ortaminda tekrar tekrar gerçeklestirilen kontrollü deneyler sonucu elde edilen
bilgi birikimi” olarak tanimlanmaktadir. Esasinda, bilim çok daha
kapsamli bir olgudur.
Bilim, Dünyamiz hakkinda güvenilir bilgi edinme aracidir.
Belli
bir tür hakkinda bilgi edinmek amaciyla, örnegin bir bölgede
yerlesik kuslarin nüfusunu bilinçli olarak yok ederken veya
sinirlandirirken, baska bir bölgede ellenmemis kontrol grubu olarak ayni türden
baska bir kus toplulugunu hayatta birakmak, genel hatlariyla ne uygulanabilir, ne yasal ne de etik olabilir. Bilimde
sikça basvurulan bir yaklasim “karsilastirmali yöntem”
veya “dogal deney”dir. Yani, degiskenler bakimindan farklilik gösteren dogal
durumlari karsilastirmak. Bu kitapta, çevresel sorunlarin katkida
bulundugu toplumsal çöküsleri
anlayabilmek için benimsedigim yaklasim da karsilastirmali yöntemdir.
Geçmis
toplumlarin çöküslerini anlama çabalariyla beraber bazi
tartismalar da tetiklenmistir. Büyük bir fikir ayriligi
yaratmanin yaninda, önemli güçlüklerle yüzlesmeyi gerektirmistir. Bunlarin
basinda, geçmisteki bazi toplumlarin uygarliklarinin sonunu getirecek
hatalar yaparak kendi sonlarini kendilerinin hazirladigi fikri
gelmektedir. Özellikle de söz konusu olan bu çöküslerin sorumlulari
günümüzde yasayan bazi toplumlarin atalariysa tartismalar alevlenmektedir.
Süphesiz ki çevreye zarar vermek, yasadigimiz zamanda büyük bir
kabahat olarak addedilmektedir.
Paleontologlarin “Atalariniz Hawai ve Yeni Zelanda’daki kus türlerinin
yarisini yok etti” ithamlarini, Hawai yerlileri ve Maoriler elbette hos
karsilamaz. Benzer bir örnek, arkeologlarin Amerika yerlilerine “Anasaziler,
Güney Bati ABD’nin önemli bir
kismini ormansizlastirdi” demesi
olabilir. Bilim insanlari tarafindan yapilan bu açiklamalar, sanki “Atalariniz
sahip olduklari topraklari iyi yönetemedi; o nedenle varliklarina el konulmasi
hakli bir hareketti.” anlamina geliyor gibi algilanabilir. Yerlilerin çevreye
olan yaklasimlari konusunda tarihi varsayimlarda bulunmanin sadece yanlis
oldugunu degil, ayni zamanda tehlikeli oldugunu da düsünüyorum.
Yaratici
olan, verimli çalisan ve hatiri sayilir avcilik becerilerine sahip olan Homo sapiens
türü için çevresel ve dogal
kaynaklari sürdürülebilir bir biçimde yönetmek, 50.000 yil öncesinde de gayet
zordu. Ister Avustralya kitasi, ister Kuzey Amerika, Güney
Amerika, Madakaskar, Hawai veya Yeni Zelanda olsun, daha önceleri
üzerinde insan barindirmayan her toprak kütlesinin insanlarca
kolonilestirilmesinden hemen sonra, insan korkusu nedir bilmeyen ve öldürülmesi
kolay olan veya insanlarla gelen zararlilara veya hastalik türlerine bagisikligi
olmayan büyük hayvan türlerinin hepsinin nesli tükenme egilimi göstermistir.
Çevre ve dogal kaynaklari asiri tüketme tuzagina her toplumun düsebilecegi
yadsinamayacak bir gerçektir.
Konuya
baska bir açidan da yaklasmak mümkün. Mesela Mayalar gibi çöken
uygarliklarin pek çogu aptal ve ilkel
olmanin tam aksine (en azindan bir süre için) zamaninin en yaratici ve basarili toplumlari arasindaydi. Geçmis
uygarliklar yok olmayi hak eden ilgisiz ve kötü idareciler olmadiklari gibi
günümüzde her türlü sorunu çözecek bilgi birikimine sahip duyarli çevreciler de
degildiler. Onlar, bizim gibi insanlardi.
Izlanda’ya
varan Norveçli kolonistler ilk basta, görünüste kendi ülkelerindekine
benzeyen fakat aslinda çok farkli olan
bir çevreyle karsilastilar. Ilk izlenimleri dogrultusunda adadaki verimli yüzey
topragini ve mevcut ormanlari tamamen yok ettiler. Bu facia girisim sonrasinda
Izlanda, uzunca bir süre Avrupa’nin en fakir ve çevresi en fazla hasar görmüs
toprak parçasi olarak yasam mücadelesi verdi. Ancak Izlandalilar, geçmis
deneyimlerden faydalandilar ve çevre koruma
anlaminda çok kati önlemler aldilar. Bu çabalari sonucunda Izlandalilar,
Dünyadaki sayili refah toplumlardan biri haline gelmeyi basardilar. Söylemek
istedigim, bu kitap sadece, ardi ardina siralanmis depresif basarisizlik
öykülerinden olusmuyor. Ayni zamanda
gelecege umutla bakmamiza olanak veren ilham verici basari
hikayelerine de yer veriyor.
Çevre
ve dogal kaynaklara verilen zararin, bir toplumun çöküsündeki tek sorumlu
oldugunu söylemek de yanlis olacaktir. Çöküs sürecinde mutlaka baska unsurlar
da rol oynamaktadir. Bu baglamda, simdilerde çevresel çöküs olarak kabul edilen
olaylari anlayabilmek için, buna katkida bulunan olasi unsurlari bes boyutlu bir çerçeveye oturtma
yolunu seçtim. Bunlarin dördü (çevreye verilen zarar, iklim degisimi,
düsman komsular ve dost ticaret ortaklari) belirli toplumlar için alakasiz olabilir. Ancak besincisi – Toplumun çevre sorunlarina verdigi tepki –
sadece önemli degil ayni zamanda daima
belirleyici bir unsurdur. Çöküsün temellendigi bes boyutu biraz daha
detaylandirmakta fayda görüyorum.
Çevreye Verilen
Zarar: Insanlarin çevreye kasitsiz olarak
verdigi hasarin boyutu ve geri çevrilebilirligi, toplumun (örn. Yilda km basina
kaç agaç kesildigi gibi) ve yasanan çevrenin özelliklerine (örn. tarim
verimliligi, mahsul yetisme hizi, vb.) baglidir. Çevresel özellikler, hasara
hassasiyet veya dayaniklilik (hasarin giderilmesi potansiyeli) olarak
degerlendirilir. Çevre derken ormanlar, denizler, toprak, balik popülasyonu
gibi pek çok alanin hassasiyeti veya dayanikliligi kastedilmektedir. Kural
olarak, sadece bazi toplumlarin çevresel çöküsler yasamis olmasinin
nedenleri arasinda, insanlarinin fevkalade
düsüncesiz olusu ve yasadiklari çevrenin bazi özelliklerinin istisnai biçimde hassas olusu gelir. Bazi
durumlardaysa, ikisi birden mevcut durumdadir.
Iklim Degisimi: Günümüzde
iklim degisimini insan kaynakli küresel
isinmayla bir tutuyoruz; ancak aslinda iklim degisimi
yeryüzünde isi degisiklikleri, yagis miktarinda artis veya azalma, volkanik
patlamalar, okyanus ve karalarin dagilimi, Dünyanin ekseninin Gezegenin
yörüngesine göre degismesi, buzullarin hareketi gibi dogal
güçlerle ilintilidir. Iklim degisimleri,
geçmis toplumlar için büyük tehdit olusturmus,
bazilarinin çöküsüne neden olmustur. Tarih öncesi çaglarda insan
ömrünün çok kisa olusu sonucu kisa vadeli
iklim degisimlerinin hatirlanamamasi nedeniyle toplumlar, birkaç on yil
süren bir yagis dönemi ardindan gelen ve
yarim yüzyil süren kuraklik dönemine
hazirliksiz yakalanmislardir. Daha kötüsüyse, insanligin bugün bile,
iklimin iliman oldugu dönemlerde üretim ve üremede artis gösterip, bugünlerin
fazla sürmeyecegini unutmus görünmesidir. Böyle olunca, iklim degistiginde
toplum, besleyemeyecegi kadar nüfus ve yeni
iklim sartlarina uygun olmayan
yasam aliskanliklari gibi büyük sorunlarla karsi karsiya kalir.
Günümüzün pek
çok toplumu için, iklim degisimiyle tetiklenen asiri sulama
kaynakli susuzluk ve kuraklik,
baslarina bela açacaktir. Iklim degisimi bazi toplumlarin yararina islerken,
bazisinin canini yakacaktir. Çevre ve dogal kaynaklarini tüketen toplumlarin
iklim sartlarinin yumusak seyretmesi kosuluyla, varligini sürdürebildigine dair
geçmisten bir çok örnek verilebilir. Ancak bu toplumlar, iklimin daha kurak,
soguk, sicak, yagmurlu veya degisken olmasi karsisinda, kisa sürede çöküsün
esigine gelmistir. Peki, o zaman çöküse
asil neden olan, insanin çevre üzerindeki etkisi mi yoksa iklim degisimi
midir? Hayir, bu sekilde basitlestirmek dogru olmaz. Bunun yerine söyle
diyebiliriz. Eger bir toplum çevresel kaynaklarini sadece kismen tükettiyse,
iklim degisimi sonucunda meydana gelen kaynak kitligini atlatabilir. Tersi
durumda ise, zaten kaynaklarini hoyratça tükettiginden, iklim degisiminin
sonuçlarina katlanacak gücü kalmayacaktir. Iklim degisimi dogal bir süreç
olmasina ragmen, küresel isinmayi asiri biçimde arttiran, yeryüzündeki sorumsuz
faaliyetlerimizdir. Çevreye verilen zarar ve iklim degisimi birlestiginde,
sonuç ölümcül olmaktadir.
Düsman Komsular: Tarih
boyunca birkaçi hariç bütün toplumlar cografi açidan digerlerine yakin
olduklarindan, birbirleriyle iliskide
bulunmuslardir. Komsu toplumlar arasi
iliskilerin ara ara ya da daima
düsmanca oldugu görülmüstür. Bir toplum gücünü koruyabildigi sürece ve çevresel zarar dahil herhangi bir nedenden
ötürü zayiflayana kadar, düsmanlarini uzak tutmakta basarili olabilir. Böylesi
durumlarda çöküsün dogrudan nedeni, askeri fetihlerdir Ancak altta yatan temel
unsur, toplumun zayiflamasina neden olan
genel süreçtir. Buna göre
ekolojik veya baska nedenlerden ötürü meydana gelen çöküsler, siklikla askeri
hezimetler olarak maskelenmistir. Buna verilebilecek en iyi örnek, Bati Roma
Imparatorlugu’nun çöküsüdür. Roma, bin yil boyunca sinirlarini kusatmis
olan Kuzey Avrupa ve Orta Asya’da yasayan “Barbar”
kavimleri basarili bir biçimde defetmeyi bilmistir. Fakat, en sonunda savasi
kazananlar Romalilar degil, barbarlar olmustur. Bu temel
degisiklik, nüfuslari arttikça daha iyi silahlar, atlar edinip daha iyi
örgütlenmesi gibi barbar kavimlerin geçirdigi degisimden veya Orta Asya’daki
steplerin iklim degisiminden olumlu etkilenmelerinden mi kaynaklanmistir? Yoksa
barbarlar, Roma’nin ekonomik, politik ve çevresel anlamda, kendi içindeki
olumsuzluklar nedeniyle zayiflamasini firsat mi bilmistir? Tarih boyunca benzer
sorular farkli toplumlar için sorulabilir. Sonuç olarak, komsularla iliskilerin
boyutu ve sekli, toplumlarin gidisatinda önemli rol oynamaktadir.
Dost Ticaret
Ortaklari: Bu kapsamdaki faktörler,
yukaridakilerin tersine isleyen bir boyuttur. Dost komsulardan gelen destek
azaldikça, düsman komsularin saldirilari
artar. Tarih boyunca, birkaç istisna disinda tüm toplumlarin düsman komsulari
kadar, dostane ticari ortaklari da
olmustur. Çogu zaman ticari ortakla düsman, tavrini dostlukla düsmanlik
arasinda degistirip duran ayni komsudur aslinda. Toplumlarin çogu, bir
dereceye kadar gerek temel
ihtiyaç maddelerinin ithalati (ABD’nin petrol ithalati, vb.) gerekse
kültürel baglar (Avustralya’nin
Ingiltere’ye kültürel yakinligi gibi) açisindan dostane komsuluk iliskilerine
bagimlidir. Bu durumda ticari ortagin
(çevresel hasar dahil) herhangi bir nedenle zayiflayip gerekli mali ya da kültürel
bagi saglayamamasi durumunda, dostu olan toplumda
zayif düsecektir. Bu, çesitli toplumlarda karsimiza çikan bir sorundur. Örnegin, petrol için, ekolojik olarak kirilgan ve siyasi
açidan sorunlu Üçüncü Dünya ülkelerine bagimli olan Birinci Dünya’nin 1973’te
karsilastigi petrol ambargosunda oldugu gibi, yakin tarihte de yasanmis bir durumdur.
Toplumun Çevre
Sorunlarina Verdigi Tepki: Çevreyle ilgili
olsun olmasin, toplumun içinde bulundugu
sorunlara verdigi tepki de çok önemlidir.
Farkli toplumlar, benzer sorunlara farkli yaklasip, farkli
tepkiler verir. Mesela, geçmis toplumlarda ormanlarin yokedilmesi sorunu pek
çok yerde görülmüsken, bazilari bunun üstesinden gelemeyip çökmüs, bazisi ise sorunu çözerek gelisimini
sürdürmüstür. Birbirinden bu kadar farkli sonuçlara ulasilmasinin nedeni, sorun
karsisinda toplumun verdigi tepkidir; ve bu tepkiler toplumun siyasi, ekonomik
ve sosyal kurumlariyla kültürel degerlerine baglidir. Toplumun sorunlarini
çözüp çözemeyecegini, ya da en azindan çözmeyi denemeyi, bu kurumlar ve sosyal
degerler belirler.
Bu
kitapta bahsi geçen toplumlarin çöküsü veya kaliciligi, yukaridaki bes
boyut çerçevesinde
incelenmektedir. Çevreye verilen zararin, tüm çöküs hikayelerinde basrol
oynadigini iddia etmek, elbette abesle istigaldir. Günümüzden ve geçmisten
verilebilecek birer karsi örnek, Sovyetler Birligi’nin çöküsü ve Romalilarin
M.Ö. 146’da Kartacayi yok etmesidir. Bu olaylar, askeri ve ekonomik unsurlarin, tek basina çöküs
sürecini tetiklemeye yeterli oldugunu kanitlamaktadir. Genelde toplumlarin
çöküsü, bazi durumlarda iklim degisimlerinin, düsman komsularin, ticari
ortakliklarin da etkili oldugu ve toplumun verdigi tepkilerin de dahil oldugu
çevresel kaynakli durumlardir.
Günümüzde,
insanin çevre üzerinde yarattigi etki çok tartisilmaktadir. Bir yanda çevreciler bir yanda çevreci olmayanlar olarak
ayirabilecegimiz iki cephe vardir ki, çevreciler mevcut çevre sorunlarinin çok
ciddi oldugunu, acilen müdahale edilmesi gerektigini ve
mevcut ekonomik büyüme ve nüfus artisinin bu sekilde devam
ettirilemeyecegini savunurlar. Çevreci olmayan cephe ise, çevrecilerin
kaygilarinin abartili oldugunu ve iktisadi büyüme ve nüfus artisinin mümkün ve
arzu edilen seyler oldugunu ileri sürmektedir. Eskiden sanayiciler ve
isadamlari, fabrikalarinin ve isletmelerinin çevreye olan etkisini hiç
umursamazken, artik birçok isadami, çevreci bir yaklasim edinmistir. Öte
yandan, is dünyasinda olmadiklari halde,
çevrecilerin iddialarina burun kiviranlar
da vardir.
Uluslararasi alanda en büyük çevreci kurumlardan biri olan ve
çok uluslu çikarlari bulunan, Dünya
Dogal Hayati Koruma Dernegi’nin Amerika Subesinin Baskanligini yürüttügüm on iki yil boyunca, çevreci olmayan cepheden
yogun elestiri aldim. Kiyamet tellalligi yaptigimi, riskleri abarttigimi ve
nesli tükenmekte olan hayvanlari insanlarin ihtiyaçlarinin önüne koydugumu
söyleyenler oldu. Oysa ki, elbette Yeni Gine’deki kuslari seviyorum; ama
ailemi, arkadaslarimi ve diger insanlari daha çok seviyorum. Benim çevre
meseleleriyle ilgilenmemin nedeni, sonuçlarinin kuslardan öte, insanlari
etkileyecegini biliyor olmam.
Diger
yandan, çevresel kaynaklari acimasizca sömüren ve genelde çevre karsiti
olarak görülen is kollarinda da
tecrübeli oldugumu belirtmeliyim. Dolayisiyla demir madenlerinde, petrol ve dogalgaz sirketlerinde ya da sigir
çiftliklerinde çalisanlarin veya isverenlerin düsüncelerini yakindan ögrenme
firsatim oldu. Bazi isletmelerin gerçekten de çevreye ne kadar duyarli olduguna
tanik oldum. Fakat bazilarinin da çevreyi çok feci boyutlarda mahvettigini gördüm.
Her iki durumda da gözlemlerimi açikça belirttim.
Buna ragmen, hakkimda olumsuz elestiri yapan çevre karsitlari gibi, zaman zaman
is dünyasindan çikarim oldugunu söyleyen çevreciler de oldu.
Bu
yüzden, bu kitabi yazarken hem çevre sorunlari, hem de is dünyasinin gerçekleri
bakimindan tecrübe sahibi olan ve orta yolu bulmaya çalisan biri olarak görüs
bildiriyorum. Dolayisiyla, su anda asil derdim, farkli isletmelerin nasil olup
da birbirinden bu kadar farkli çevre politikalari benimsiyor oldugu. Fikrimi
soracak olursaniz, modern dünyanin en büyük güçleri halini almis büyük
sirketler ve çevreciler, birbirleriyle isbirligine gitme yoluna razi gelmedikçe
ve insanlik tarihi boyunca yapilmis hatalardan ders çikarmadikça, gezegenimizin
çevre sorunlarini çözmenin olanagi yok. Simdi geçmise bakip ders çikarma zamani
olduguna göre önce eski toplumlara
ve nasil çöktüklerine bir göz atalim
ardindan da su anda yasanan sorunlari inceleyelim.
Paskalya
Adasinda Alacakaranlik
Tarih
öncesi Polinezya halkinin genis bir cografyaya yayilmasi, belki de insanlik
tarihinin en dramatik deniz kesfi sürecini temsil eder. M.S. 1200 yilina kadar
eski insanlarin Asya ana karasindan ayrilip Endonezya adalari
üzerinden Pasifik Okyanusu’na açilarak, Avustralya ve Yeni Gine’ye yayilisi,
Yeni Gine’nin dogusunda bulunan Solomon Adalari’ndan öteye gitmemisti. Tam bu
siralarda, Yeni Gine’nin kuzey dogusundaki Bismarck Takim Adalari’ndan
geldigi söylenen, denizcilik ve çiftçilik becerileri gelismis
(ayni zamanda Lapita stili olarak adlandirilan seramikler üreten) insan
toplulugu, Solomon Adalari’ndan doguya
dogru yelken açarak amansiz denizlerde
1500 kilometrelik bir yol katetmis ve Fiji, Samoa ve Tonga’ya ayak
basmakla Polinzeya insanlarinin atalari olarak tarih
sayfalarinda yerlerini almislardir.
Pusula,
yazi ve metal aletler gibi araçlardan mahrum olsalar
da, Polinezyalilar seyrüsefer ve
yelkenli kano imalatinda birer ustaydilar. Radyokarbon tarihlendirme
teknigi sayesinde – çömlek,
ev ve tapinak kalintilari, yemek artiklari ve iskeletler gibi - arkeolojik
buluntulardan, bu insanlarin yaklasik olarak hangi tarihlerde ve hangi rotayi
kullanarak yayildiklarini artik ögrenmis bulunuyoruz. M.S. 1200 yilina
gelindiginde Polinezyalilar, Hawai – Yeni Zelanda – Paskalya Adasi’ndan olusan
büyük bir üçgende yasama müsade eden tüm kara parçalarina ulasmisti.
Polinezyalilarin
atalari tarafindan baslatilan ilk yayilma dalgasi doguya, birbirlerine sadece
birkaç günlük yelkenli seyahati kadar mesafede olan Fiji, Samoa ve Tonga
adalarina kadar erismistir. Bu
insanlarin ulastigi Bati Polinezya takim adalariyla Dogu Polinezya olarak
anilan takim adalar (Cooks, Societies, Marquesas, Australs, Tuamotus, Hawai,
Yeni Zelanda, Pitcairn ada takimi ve
Paskalya) arasindaki uzaklik, kat kat fazlaydi. Sebebi ister gelisen kano
mühendisligi ve seyrüsefer becerileri,
ister okyanus akintilarindaki
degisiklikler, su seviyesinin
düsmesiyle basamak olarak
kullanilabilecek adaciklarin yüzeylenmesi veya sans olsun, bu son yolculugun
gerçeklesmesi, 1500 yil gibi çok uzun bir aradan sonra gerçeklesebilmisti.
M.S.
600-800 dolaylarinda insanlar, Dogu Polinezya’ya en yakin olan Bati Polinezya
adalari, Cooks, Societies ve Marquesas’ta yasamaya baslamisti. Gelisen nüfus,
buralari merkez alarak civardaki issiz adalara yerlesmek için, bir basamak
olarak kullandi. Nereden baksak 4000
kilometrelik yolculugun ardindan M.S. 1200’de, Yeni Zelanda’ya
ulasilmasiyla insanoglu Pasifik’te yasamaya uygun tüm adalara yerlesmis oldu.
Günümüz
teknolojisinden yoksun küçücük kanolarla Mangareva’dan doguya yönelerek
böylesi uzun bir yolculuktan sonra
okyanusun ortasinda eni ve boyu 15’er kilometreyi geçmeyen bir adaya ulasmis olmak, bizler için hayal
etmesi bile neredeyse imkansiz bir sey.
Fakat, Polinezyali denizcilerin
kara parçasindan yaklasik 250 kilometrelik bir çapta uçusan kuslari
inceleyerek, henüz gözle görünmeyen adalarin varoldugunu kavrama yetenegine
sahip olduklarini aklimizdan çikarmamamiz gerekiyor. Bu bilgiler, Polinezyali
kano seyyahlarinin, Paskalya gibi adalari nasil bulduklarini aydinlatmaktadir.
Paskalya
Adasi dendiginde, elbette akla hepimizde büyük merak uyandiran
gizemli heykel ve platformlar
gelir. Polinezya bölgesinde sikça karsilastigimiz böylesi yapilarin, neden
Paskalya adasindaki toplumsal yasamin bu denli odaginda oldugu, buraya yerlesenlerin
niye tüm kaynaklarini bu ugurda
harcayip en büyüklerini yapmaya çabaladigi sorulari, adanin gizemini
arttirmaktadir. Bunun birçok sebebi
olabilir. Öncelikle, adada bolca bulunan Rano Raraku tüfü, tüm Pasifik’te islemesi en kolay tas olma
özelligindedir. Fakat daha da önemli bir neden, Paskalya Adasi’nin cografik
olarak tecrit edilmis olmasidir. Civar adalardaki toplumlar birbirlerine
yakinliklarindan ötürü emeklerini ve kaynaklarini adalar arasi ticaret, isgal,
kesif, kolonilesme ve göç gibi
faaliyetlere harcamistir. Diger adalardaki kabile reisleri, prestijlerini
adalar arasi faaliyetler üzerine oturturken, Paskalya adasi yerlileri diger adalara
uzak, hatta neredeyse erisemez olduklarindan, var oluslarini bu heykellerin en
görkemlilerini yapmak üzerine temellendirmislerdir. Adadaki kabileler, daha
büyük heykeller yapabilmek için birbiriyle yarismistir. Kabile reisleri de,
insanlarinin inançlarini bu rekabet ugruna istismar etmislerdir. Bu heykellerin
dikilmesi için agaç liflerinden yapilan çok kalin ve uzun halatlar
gerektiginden çok miktarda agaç
kesilmesi gerekmistir.
Ormanlarin
yok edilmesiyle az sayida maki türü disinda insanin faydalanabilecegi agaç türü
yok oldu. Bu sonuç, Adalilarin birçok kayip vermesine yol açti. Ormanlar yok
olunca, bazi kus
türleri adayi terk etmis; dolayisiyla mefrusat malzemesi olarak
kullanilan kustüyü, agaç kabugu gibi
ham maddeler kaybedilmistir. Sifali bitkilerin yok olmasi, ada halkinin
sagligini, orman meyveleri ve yemislerinin kaybolusu da,
beslenmelerini dogrudan etkilemistir. Agaçlar kalmayinca kano yapimi da sona
ermis, ticaret durma noktasina gelmistir. Yabani olarak elde edilen gidalar ve
kanosuz avlanamayan baliklar olmayinca, yeterli yiyecek bulmak zorlasmistir.
Agaçlarin kesilmesi toprak erozyonuna neden oldugundan, tarim mahsulleri de
azalmistir. Sonunda, kendilerini tanrilarla akraba olarak gören kabile
reislerinin bereket dualarinin bosa çiktigini gören savasçilarin isyaniyla,
adada iç savas baslamistir. Paskalya adasindaki alacakaranlikta, eski siyasi
ideolojiyle birlikte eski inanç sistemi de çökmüstür.
Ne
yazik ki, Avrupalilarin gelisiyle, Adalilarin hiçbir sekilde bagisikligi
olmayan bulasici hastaliklar da adaya ulastigindan, salgin sonucunda çok sayida
insan hayatini kaybetmistir. Bu yetmezmis gibi, hayatta kalanlarin yarisi da
Peru’lular tarafindan köle olarak madenlerde çalismak üzere kaçirildi. Onlarin
da çogu, tutsakken hayatini kaybetmistir. Uluslararasi baskilar
sonucu adaya geri gönderilen bir
düzine kisinin adaya çiçek hastaligi tasimasiyla salgina yakalanan yerliler de
telef oldu. Sonunda, Katolik misyonerler 1872’de adaya yerlestiginde, yerli
nüfusun sayisi 111’e inmisti. Bu arada Batidan gelen
gemilerle adaya ulasan fareler, kalan kus türlerinin de yok olmasina sebep
oldu. Avrupali tacirler Adaya koyun getirdikten sonra, arazi mülkiyeti talep
etti. 1888’de Sili’nin topraklarina kattigi Ada, Iskoç bir sirketin yönetiminde
bir koyun çiftligine dönüstü ve Adanin
yerlileri, sirkete bogaz tokluguna çalismak zorunda birakildi. Ormanlarin
yokedilmesiyle tetiklenen süreç, tüm bir toplumun çöküsüyle sona ermis oldu.
Paskalya adasinin çöküsünün ardinda,
insanin çevreye olan etkileri, özellikle ormansizlastirma, kuslarin yokedilisi
ve bu etkilerin arkasindaki kabileler arasi siyasi, sosyal ve dini etkenler, kabileler ve reisler
arasindaki çekisme ve rekabet
(birbirinden daha büyük heykeller dikmek ugruna daha fazla kaynak tüketilmesi),
en önemlisi de, baska bir yere göç edebilecek imkanlarinin olmayisi yatar.
Paskalya adasinin yasadiklari, bir toplumun
kaynaklarini asiri tüketerek düsecegi durumu
net bir sekilde gösteren etkileyici bir örnektir. Paskalya adasi ve
modern dünya arasinda tüyler ürpertici biçimde bariz bir paralellik vardir.
Küresellesme, uluslararasi ticaret, jet
uçaklar ve internet sayesinde, bugün yeryüzündeki tüm
ülkeler kaynaklarini paylasmakta ve birbirini etkilemektedir. Aynen
Paskalya’daki bir düzine kabilenin yapmis oldugu gibi.
Paskalya adasi, Pasifik Okyanusu ortasinda tek basina bir
adadir; aynen Dünya Gezegeninin uzayda oldugu gibi. Aynen adaya sikisip kalan
Paskalyalilar gibi, biz modern dünyalilarin da güçlükler karsisinda
kaçacak baska bir yeri yok; yardima çagirabilecegimiz kimse de yok.
Iste Paskalya Adasi toplumunun çöküsünün bir metafor olarak
görülmesinin nedeni de budur. Gelecekte bizi
bekleyen en kötü senaryo, bu
iste. 17.yy’da sayilari sadece binleri bulan Paskalya halki, yalnizca
tastan aletleri ve kas gücüyle çevrelerini mahvedebildiyse ve
dolayisiyla toplumlarini çökerttiyse, günümüzün milyarlarca insani, metal
gereçleri ve makine gücüyle daha kötüsünü yapamaz mi? Böylesi bir aci sonla
yüzlesmemek için, çok dikkatli davranarak, avantajimiza olan farklari
kullanmamiz gerekmektedir. Bir an önce yapilmasi gerekenlere son bölümde deginecegim.
Hayatta
Kalan Son Insanlar: Pitcairn ve Henderson
Adalari
Mangareva
toplumunu kisa sürede iç savas ve kronik
açlikla yüzyüze birakan nedenler, fazla nüfus ve yetersiz gidadir. Burada
yasayan insanlar, çok geçmeden protein
ihityacini karsilamak için
yamyamliga basladi. Sinirli miktardaki verimli topraga sahip
olabilmek için, kiyasiya bir kavga bas gösterdi. Kazanan
taraf, kaybedenlerin topragini bölüstü. Dogu ve Bati Managareva’daki küçük
askeri diktatörlüklerin, 10km uzunlugunda bir adanin hakimiyeti
için sürekli savasmasi, bu kadar
trajik sonuçlar dogurmamis olsa, bize komik dahi gelebilirdi. Yerlilerin elinde
kano insa edecek agaçlari oldugunu varsaysak bile, böylesi bir siyasi
karisiklik ortaminda kanolarla okyanus seferlerine çikmak için gerekli olan
isgücünü ve erzagi derlemek, bir hayli zor olmaliydi. Merkezi bir konuma sahip
Mangareva’nin çökmesi Marquesas, Societies, Tuamotus, Pitcairn ve Henderson
adalarini birbirine baglayan Dogu Polinezya
ticaret aginin çözülmesine
neden oldu.
Sosyal
ve siyasal karmasaya ve de kanolar için gerekli olan kerestenin yok olmasina
neden olan çevresel hasar, Güneydogu Polinezya’daki adalar arasi ticareti sona
erdirdi. Ticaretin kesilmesiyle, Mangarevalilar’in sorunlarinin daha da
ciddilesmis oldugu kesindir. Pitcarin ve Henderson yerlileri için bu gelisimin
sonuçlari daha da vahim olmustur. Bu sürecin sonunda o adalarda yasayan kimse
kalmamistir. Pitcairn ve Henderson nüfuslarinin ortadan kaybolmasi ardinda, büyük olasilikla Mangareva ile olan
iliskilerin kesilmesi yatar.
Acaba
Henderson’da hayatta kalan yerliler, kusaklar boyunca, ömürlerini ufukta bir
türlü görünmeyen kanolari bekleyerek mi geçirdiler? Belki bir süre sonra kano
kavrami bile, ancak belleklerinde uzak bir hayal olarak kaldi. Pitcairn ve
Henderson adalarindaki yasamin nasil yavas yavas yok oldugu hakkinda net
detaylara sahip olmasak da, kendimi bu sürecin dramatik gizemini düslemekten
alikoyamamisimdir. Baska tecrit edilmis toplumlarin nasil sona erdigi hakkinda
bildiklerimle, kafamda bu senaryonun nasil sona erebilecegini düsünüp durdum.
Insanlar baska yerlere göç etme olasiligi olmaksizin bir yere hapsoldugunda,
düsman gruplar için birbirinden uzaklasmak, sorunun çözümü olmaktan çikar. Bu
gerilimli ortamda katliamlar yasanmis olabilir. Pitcairn adasindaki asi
toplulugun neredeyse kökünü kurutan böylesi bir olaydi. Cinayet ve katliamlari tetikleyen olaylar Mangareva,
Paskalya veya Kaliforniya’da kar
firtinasina kapilan Donner Grubu1 oldugu gibi, gida yetersizligi ve
sonucunda yamyamlik olabilirdi.
Kendilerini çaresiz hisseden
insanlar, belki de topluca intihar etti. 1898’de yasanan benzer bir ümitsizlik durumu, bir yil süreyle buzlar
arasinda sikisip kalan Belçika Antartika Kesif Ekibi’nin bazi üyelerinin de
cinnet geçirmelerine neden olmustu. Diger bir feci son, II. Dünya Savasi
sirasinda Wake Adasi’nda mahsur kalan
Japon garnizonunun basina gelen gibi, açliktan ölüm olabilir. Böylesi bir
sonucu, kuraklik, tayfunlar veya tsunamiler (dev dalgalar) de tetiklemis
olabilir. Böyle feci sonlarin disinda, daha uslu olasiliklar da yok degil. Bir
kaç kusaklik tecrit süresinden sonra, Pitcairn ve Henderson’daki yüz kisilik
kadar mikro toplumda, herkes birbirinin akrabasi haline
gelmis ve ensest tabular geregi kimse birbiriyle
evlenemez hale gelmis olabilir. Yani, Kaliforniya’daki Yahi Kizilderilileri’nde
oldugu gibi, çocuk yapmayan ve yaslanan nüfusun, zamanla ortadan kalkma olasiligi vardir. Toplum, ensest tabulari
gözardi etmis olsa bile, akraba birliktelikleri nedeniyle irsi fiziksel
anormalliklerde patlama yasanmis olabilir. Bunun örneklerine,
Massachusetts’teki Martha’s Vineyard Adasi’nda ve Atlantik’teki ücra Tristan da
Cunha adasinda rastlanmistir.
Eskiler:
Anasazi
ABD’nin
Güneybatisina baktigimizda, çökmüs olan bir degil, birçok kültürden söz
edebiliriz. Buradaki toplumlarin basindan, degisik zaman ve mekanlarda bölgesel
çöküslerden, köklü yeniden yapilanmalara veya yerlesimlerini terk etmeye kadar
varan birçok olay geçmistir. Peki, birbirine komsu sayilacak toplumlarda
böylesi gerilemelerin veya ani degisikliklerin sorumlusu ne olabilirdi? Tek bir
nedenin sorumlu olarak gösterildigi açiklamalarin en popülerleri arasinda,
çevreye verilen zarar, kuraklik veya savas ve yamyamlik vardir. Çoklu
unsurlardan da söz edilebilir;
ancak temelde bir tane ana sorun
vardir : ABD’nin Güneybatisi tarim açisindan kirilgan ve marjinal bir
cografyadir. Yagmur rejimleri tutarsizdir, toprak çabuk yorulur ve ormanlarin
gelismesi çok uzun zaman alir. Bu kosullar karsisinda, bölgede bu kadar karmasik
tarim toplumlarinin gelismesi
hayret uyandiricidir.
Anasazilerin
ve bölgedeki diger toplumlarin çöküsü, insanin çevreye getirdigi yükle iklim
degisikliginin ortak etkisini göstermek açisindan, dolayisiyla sonu savasa
kadar varan çevre ve nüfus sorunlari, ithalat ve ihracata bagimli
kendine yetemeyen karmasik toplumlarin güçlü ve zayif yanlarini göstermek
açisindan, nüfus ve güç anlaminda zirve yaptiktan hemen sonra çöken toplumlar gibi bu kitabin iskeletini
olusturan kavramlar bakimindan, fazlasiyla
aydinlaticidir.
-------------------------------------
1 Donner Grubu 1846-1847 kisinda Kaliforniya’ya dogru
yola çikan ve Sierra Nevada’da kar firtinasinda
mahsur kladiktan sonra yasamak için yamyamliga basvuran
33 kisilik topluluk.
----------------------------------------------------
Topluma
yeterli besin saglayacak tarimsal faaliyet için gerekli olan suyu temin etmek,
yani Güneybati cografyasinin ana sorununun üstesinden gelmek için
gelistirilen, en azindan üç farkli
zirai yöntemden söz edilebilir:
* Daha
çok yagmur alan yüksek rakimli yerlerde tarim
yapmak,
* Yeraltisuyu seviyesinin bitki köklerinin ersebildigi kadar yüzeyde oldugu yerlerde tarim
yapmak,
* Yagmur
sularini hendek ve kanallarda biriktirmek.
Tarim
bu üç yöntem etrafinda sekillenmis olsa da, insanlar farkli yerlerde farkli,
Yüksek
rakimli yerlerde yasamak (örn. Mogollonlular) Bunun riski özellikle soguk geçen
yillarda yeterli ürün yetistirememektir. Zit uçta ise, daha sicak olan düsük
rakimli yerlerde kapsamli sulama sistemi kurma gerekliligi vardir. Bunun riski
de sulama kanallarinin saganaklarda sele neden olabilmesidir.
Kaynaklarin ve
yeralti suyu seviyesinin
yüzeye yakin oldugu
yerlerde tarim yapmak
(örn.
Mimbreler).
Belli
bir bölgede yogun tarim yapmak ve
topragin yorulmasiyla baska yere
geçerken eski alani nadasa birakmak.
Ancak bu yogun nüfuslu toplumlarda etkin
degildir; çünkü sik sik hareket
etmek giderek zorlasir.
Yagmurun
yeterli olup olmadigina bakmaksizin, bir çok yerde tarim yapmak ve hasat zamani
yagmurun yagdigi yerlerdeki ürünleri degerlendirmek gibi
stratejiler hayata geçirmistir.
Gelistirilen
çesitli çözümlerin tamami, beraberinde ciddi bir risk getirmektedir. Ardarda
bir kaç yil boyunca yeterli yagis alan
bir cografyada yasayan bir toplumun nüfusu artabilir. Bu durum, toplumun
giderek daha karmasik ve birbirine bagimli hale gelmesine ve artik kendi
kendine yetememesine neden olabilir. Daha küçük nüfuslu ve dolayisiyla
birbirine daha az bagimli, kendine yetebilen toplumlara kiyasla, böylesi
toplumlarin bir kaç yil boyunca olumsuz
hava kosullariyla basa çikmasi,
çok daha zor olacaktir. Sözünü ettigimiz ikilem, Long House Vadisi’nde bulunan
Anasazi yerlesiminin sonunu getirmistir.
Chaco
Kanyonu
Anasazi
bölgesinde olusmus en büyük ve dolayisiyla üzerinde en çok arkeolojik arastirma
yapilan yerlesim, New
Mexico’nun kuzeybatisindaki Chaco
Kanyonu halkidir. Bu
insan toplulugu 600
dolaylarinda ortaya çikmis ve yaklasik 5 asir sonra 1150-1200 dolaylarinda
yok olmustur. Chaco, karmasik bir
yapiya sahip, cografik olarak genis bir alana yayilmis ve Kolomb öncesi Kuzey Amerika’daki en büyük yapilari
insa etme becerisini gösteren, entegre bir toplumdu. Peki, bu toplum neden
günümüz sartlarinda bile halen kimsenin yasamadigi bir yere yerlesmis ve daha
da önemlisi, insasina o kadar emek harcadiktan sonra burayi neden terk
etmisti? Tüm Anasazi yerlesimleri
arasinda en gelismis insaat teknikleri ve en karmasik siyasi ve
toplumsal düzen, neden Chaco Kanyon’unda hayat bulmustu?
Chaco’nun
baslica avantaji, çevresel kaynakliydi. Kanyonun içi ve 80 km’lik çapli
çevresi, Bölgenin kalanina kiyasla, kalabalik bir nüfusu kaldiracak, ideal
özellikler sunuyordu. Bölge ayni zamanda besin olarak kullanilabilecek zengin
bir flora ve fauna yapisina sahip
olmakla beraber, tarla bitkileri
için uzun bir büyüme sezonu saglayabiliyordu. Bu avantajlarin yani sira,
güneybati bölgesinin kirilganligi nedeniyle, Chaco Kanyonu’nun elbette
iki önemli dezavantaji da vardi.
Ilki, su kaynaklarinin idaresi sorunu, ikincisiyse agaç büyüme
hizinin yavas olusu
yani ormansizlasmaya egilimli
olmasidir. Bölgede yasayan bir fare türünün, cografyanin nemsiz kuru ortaminda
bozulmadan kalan diski kalintilari üzerinde yapilan bilimsel arastirmalar,
Chaco’lar için dönüm noktasi sayilabilecek bir tarihe isaret eder. Nüfus
anlaminda M.S. 1000 yilinda doygunluga ulastigi tahmin edilen bölgede bulunan
diskilar, bu tarihten önce %75’lik protein
içeren pinyon agaci findigi ve
ardiç dahil, hem besinsel hem de insaat malzemesi ve yakacak olarak degeri olan
bitki kalintilari barindirirken, M.S 1000’den sonraki diskilardaki çesitlilik,
siddetli azalmaya isaret etmektedir. Buradan anladigimiz, ormanlarin çok kisa
bir sürede tamamen tükenmis oldugudur.
Chaco
yerlileri, bu gelisme dogrultusunda, sadece yeni besin kaynaklarina degil, ayni
zamanda keresteye ihtiyaç duyar hale gelmistir. Ancak, bu olumsuz gelismelere
karsin, ya da belki de Anasazilerin sorunlara gelistirdigi çözümler sayesinde,
toplum nüfusu artmaya devam etmistir. (tahminlere göre en azindan 5.000 kisi)
Kendine yetemeyen toplum, ihtiyaçlarini karsilamak için yakinlardaki uydu
yerlesimlerden yararlanmaya baslamistir. Bunu, zamaninda ulasimi
kolaylastirmak için yapilan görkemli yollardan ve Kanyon çevresindeki
yerlesimlerdeki mimari benzerliklerden anliyoruz. Daha büyük bir toplumu
besleyebilmek için yapilmis
rezervuar ve barajlar her seyin düzgün islemesi için ciddi
planlamalarin yapildigini gösteriyor. Bu süreçte, Chaco Kanyonu’nun ithal
mallarin girdigi, ama hiçbir ihraç malin çikmadigi bir kara delige dönüsmüs
oldugunu söylemek yanlis olmaz. Chaco toplumu, lüks içinde yasayip iyi beslenen
zenginler ve tarimsal üretim yapan isçi sinifindan olusan küçük bir
imparatorluk haline gelmisti. Peki, uydu yerlesimler hiçbir maddi karsilik
almadan neden Chaco’yu desteklemeye devam etti?
Belki de cevap, günümüzde örnegin
Italya kirsalinin neden Roma’yi beslemeye devam ettigiyle benzerlik
göstermektedir. Baskentler -bugün oldugu gibi- o zamanlarda da siyasi ve dini
merkez konumundaydi. Chacolular da, Modern Italyanlar gibi karmasik, birbirine
bagimli toplumlarda yasamaya alismisti. Kendi kendine yeten basit toplumsal
modele geri dönmelerine olanak yoktu.
Az
önce de söz ettigim gibi, bu tek tarafli sayilabilecek iliski için dönüm
noktasi, M.S. 1000 gibi görünmektedir. Arkeolojik alanlardaki çöplüklere
bakarak, besin kalitesinin belirgin sekilde azaldigini görürüz. Insanlar, geyik
gibi büyük avlar yerine tavsan ve farelere yönelmistir. Bu dönemden sonra insa
edilen veya tadilattan geçen binalarin pencerelerinde, azalma ve küçülme göze çarpmaktadir. Bu, korunma ihtiyacinin
arttigina dair çok açik bir belirtidir. Baska bazi Anasazi yerlesimlerinde
yasanan çatisma ve hatta yamyamlik olaylarina dair izler daha da çarpicidir.
Dik yamaçlarin tepesine tasindigi anlasilan yerlesimlerin, bunu tehdit altinda
hissettiklerinden yaptigi fazlasiyla muhtemeldir.
Chaco
toplumu için son darbenin Kuraklik oldugunu,
bölgede bulunan kütüklerde yapilan agaç halkasi arastirmalarindan biliyoruz.
Kurakligin, M.S. 1130 yilinda zirve
yaptigi anlasilmaktadir. Büyüyen
nüfus ve azalan tarim arazisi kuraklikla birlesince, yeterli gida üretimi
olanaksiz hale gelmistir. Daha önceleri merkezi besleyenlerin, bu kosullar
altinda desteklerini geri çektiklerini söylemek sanirim yanlis bir
yorumlama sayilmaz.
Kitabin
ilk bölümünde söz ettigim bes ögeli çerçeveyi bu kapsamda düsünecek olursak, en
azindan
bu ögelerden üçünün, Anasazilerin çöküsünde rol oynadigini söylemek mümkündür:
Basta
ormansizlastirma olmak üzere çevreye zarar veren faaliyetler, Iklim
degisikligi (yagmur rejimi ve sicaklik), ve Dost
ticaret ortaklariyla gerileyen iliskiler.
Bu
kapsamda, uzun süredir dinmeyen tartismaya daha basit bir cevap sunabiliriz:
Chaco Kanyonu, insanin çevresi üzerine olumsuz etkisinden mi, yoksa kurakliktan
mi terk edildi? Cevap: Her ikisi de.
Chaco toplumu, 6 asir boyunca büyüdükçe, çevresinden istekleri de artti; dogal
kaynaklari azaldi ve insanlar yasadiklari cografyanin kaldirabilecegi son
sinirda yasamaya basladi. Anasaziler için düsman komsular sorunu yoktu; ama
diger olumsuzluklarin birikmesi ardindan bardagi tasiran son damla ne oldu
derseniz cevap, kuraklik olacaktir.
Mayalarin
Çöküsü
Askeri
basarilar dendiginde, belirleyici unsur olarak çogu insanin aklina ordunun,
büyüklügü ve ellerindeki silahlarin kalitesi gelir. Bu isin, besin degeri
yüksek gidaya erisimle
de ilgili oldugunu, büyük çogunlugumuz aklimiza
getirmeyiz. Gida alanindaki ilerlemelerin askeri basarilari ne denli etkiledigini en iyi gösteren
örneklerin basinda, Yeni Zelanda Maorilerinin tarihi gelir. Maori’ler, Yeni
Zelanda’ya ilk yerlesen Polinezya insanlaridir. Bu topluluk, geleneksel olarak,
özellikle yakindaki kabileler olmak üzere kendi aralarinda acimasiz
çatismalara girisirdi. Bu savaslarin
boyutu, oradaki insanlarin ana besin kaynagi olan tatli patatesin o yilki
verimiyle dogrudan iliskiliydi. Büyük ordulari
uzun seferlere çikarmaya yetecek kadar tatli patates yetistirmeleri olanaksizdi. Maori’lerin tarimsal
üretimi ciddi biçimde
arttirmasi, 1815 dolaylarinda Avrupalilarin
Yeni Zelanda topraklarina, bildigimiz siradan sari patatesi getirmesiyle
baslamistir. Besin degeri yüksek bu yeni ürünle Maoriler, seferdeki askerlerine
haftalarca yetecek yiyecek tedarik edebilir hale gelmistir.
Bunun sonucu olarak patates yetistiren ve Ingiliz askerlerinden silah satin
alan Maoriler 15 yillik (1818-1833) bir süre zarfinda, yüzlerce kilometre ötede
bu kesiflerden haberi olmayan kabilelerin üzerine saldirdi. Yani, patatesle
birlikte gelen verim artisi Maori savas kapasitesi üzerindeki eski
sinirlamalari kaldirmisti. Orta Amerika’daki Mayalarin da böyle
bir sikintisi vardi. Düsük
verimli misir tarimi Maya askeri gücünün belirli bir siniri geçmesine daima engel oldu. Besin degeri yüksek gidaya
erisimin sinirli olmasi, Maya toplumunun
neden daima siyasi olarak bölünmüs küçük kralliklar
halinde kaldigini ve neden hiçbir zaman (chinampa tarim teknigini benimseyen)
Aztekler veya (erisimi kolaylastiran yollar üzerinden lamalarla tasidiklari
degisik bitkileri ekmeyi deneyen) Inkalar gibi büyük bir
imparatorluga dönüsmedigini açiklamamiza
yardimci olabilir.
Simdi
Maya tarihine kisa bir bakis atalim. Maya bölgesi günümüzde Meksika’nin
ortasindan Honduras’a kadar uzanan ve Orta Amerika olarak bilinen antik Amerika
yerlilerinin kültürel cografyasinin bir parçasidir. Maya toplumu, sadece
elindeki degerler açisindan degil, ayni zamanda eksikleri anlaminda da, diger
Orta Amerikali toplumlara benzerlik gösterir. Örnegin, Batililarin da hayretle
karsiladigi bir gerçek, Orta Amerikali toplumlarin, basta metal aletler, makara
sistemleri, basit mekanik gereçler, tekerlek, yelkenli kayiklar ve yük
tasiyacak kadar cüsseli
evcil hayvanlardan yoksun olmalariydi. O görkemli Maya tapinaklarinin
tamami tahta aletler ve insan gücüyle insa edilmisti. Ilginç olan baska bir
sey, Maya kültürünün harci olarak kabul edilen birçok bilgi ve becerinin, Orta
Amerika’nin baska bölgelerinden ithal edilmis olmasidir. Baslica örnekler
düzenli tarim, sehirlesme, yazi, çanak-çömlekçilik ve de takvimdir.
Maya
bölgesi dahilinde çanak çömlek yapimi M.Ö 1000;
saglam yapilar M.Ö 500 ve yazi M.Ö 400 yilina kadar yoktu. Klasik Maya
olarak adlandirilan dönemin, krallar ve hanedanlarin varligina dair kanitlarin
ilk olarak rastlandigi M.S. 250 dolaylarinda basladigi kabul edilir.
Bu tarihten itibaren M.S. 8. yy'a
kadar Maya nüfusunun, yaptiklari anitlarin,
binalarin ve diger
eserlerin neredeyse katlanarak arttigina tanik oluruz. En büyük anitlar
Klasik Maya olarak bilinen dönemin sonuna dogru insa edilmistir.
Kalintilara bakacak olursak karmasik
bir toplumu isaret eden bu
faaliyetlerin M.S. 9. yy boyunca hizla azaldigini ve M.S. 909 yilinda neredeyse
tamamen sona erdigini anlariz. Bu gerilemeye Klasik Maya’nin çöküsü adi verilir.
Bu gerçekler
niye “Maya’larin Çöküsü”
diye bir kavram
oldugunu açiklamaktadir; ancak hikayeyi
daha da karmasik hale getiren en azindan bes nedenden daha söz edilebilir.
Klasik dönemde sadece büyük bir çöküs olmadi; daha
öncesinde en azindan iki tane daha
küçük çapli çöküs yasanmistir (M.S. 150 ve M.S.
690-710)
Klasik
Maya çöküsünün tamamlanmadigi barizdir; çünkü Ispanyollarla yüzbinlerce
Mayalinin savastigi bilinmektedir. Savas sonrasi hayatta kalanlar, suyun
daha bol oldugu kuzey bölgelere çekilmistir. Ancak güneyde
Maya bölgesinin kalbi olarak bilinen alanda yasam sona ermistir.
Nüfusun
çökmesi, birçok durumda takvimlerle belirlenmis olandan çok daha yavas gerçeklesti.
Klasik dönemde hizla çöken nüfus degil, krallik
sistemiydi.
Sehirlerin
çöküsü denen süreç, çogu zaman güç döngüsünden baska bir sey degildi. Yani bir sehir güçlenir, ardindan zayif
düser ve fethedilir; sonra tekrar güçlenerek komsularini fetheder. Bu asamada
nüfusta bir degisim olmaz.
Maya
topraklarinin farkli yerlerindeki sehirler, farkli dönemlerde ilerledi ve geriledi.
Bazi
arkeologlar kendilerini bu 5 maddeyle fazlasiyla mesgul ettiginden, çogu zaman
Klasik Maya çöküsünü tanimak bile istemezler. Bu yaklasim, M.S. 800 yilindan
sonra, özellikle yogun yerlesimli güney bölgelerdeki Maya nüfusunun %90 ile
%99’unun yok olmasi gibi ciddi açiklama bekleyen bariz gerçekleri görmezden
gelmektedir. Hem nüfusu hem de kültürü kapsayan Klasik Maya çöküsüne açiklik kazandirmak gerekmektedir.
Maya
çöküsüne katkida bulunan öteki iki unsurdan da söz etmek gerekir: Savaslar ve
Kuraklik. Arkeologlar, uzunca bir süre, Mayalarin sakin ve barisçil bir toplum
oldugu kanisindaydi. Günümüz arastirmalari isiginda, Maya savaslarinin çok
kanli, uzun süreli ve birçok kez çözümsüz oldugunu söyleyebiliriz. Gida kitligi ve ulasim sorunlari nedeniyle, hiçbir
Maya beyligi tüm bölgeyi idare
edebilecek bir imparatorluk kurmakta basarili olamamisti. Elimizdeki bulgular
isiginda savaslarin, Klasik Maya Çöküsü sirasinda yogunlastigini biliyoruz.
Maya
Çöküsünü daha iyi anlamak için baska bir fenomen de, belli araliklarla bas
gösteren kurak dönemlerdir. Radyokarbon tarihlendirmesi gibi farkli bilimsel
yöntemler, Maya bölgesinin M.Ö 5500-500 tarihleri arasinda
yagisli, M.Ö. 475-250 arasinda
kurak, bu tarihten
M.S 600’a kadar yagisli ve
sonrasinda göreceli olarak kurak bir iklime sahip oldugunu; son 7000 yilin en
ciddi kurakliginin ise M.S. 760 dolaylarinda etkili oldugunu ve M.S. 800’de
zirveye çiktigini göstermektedir. Bu son
kuraklik, Klasik Maya çöküsüne fazlasiyla yakin bir dönemde meydana gelmistir.
Klasik
Maya çöküsüne yol açan nedenleri, asagidakilerle özetleyebiliriz:
Mevcut
dogal kaynaklarin nüfus artisi karsisinda yetersiz kalmasi.
Ormansizlasma ve
zaten kisitli olan
tarim arazilerini daha
da azaltan erozyon..
Kuraklikla
birlikte bu etkiler daha da ciddilesmis olabilir.
Sinirli kaynaklar
ve yogunlasan nüfus
nedeniyle artan husumet
ve kavgalar.. Zaten
salgin
hale gelen savas hali çöküs esnasinda zirveye
tirmanmisti.
Savas halinin
tarima uygun arazi
miktarini daha da
sinirlandirmasi.. Bunun üstüne
bölgenin
tanik oldugu en büyük kuraklik eklendi.
Krallarin
ve diger idarecilerin, toplumlarinin sürekliligini tehdit eden bariz sorunlari
fark etmemesi veya etkili biçimde idare
edememesi.. Yöneticiler, belli ki
savasmak, heykel ve anitlar dikmek ve komsulariyla rekabet etmek gibi kisa
vadeli meselelere fazlasiyla odaklanmisti.
Viking
Kolonileri
Kuzey
Atlantik’teki adalara dagilan alti Viking kolonisi, bir bakima, ayni atadan
farkli toplumlar kurulmasi anlaminda birbirine paralel olarak gerçeklesmis alti
deney gibidir. Bu denemelerin altisinin da çok farkli sonuçlari olmustur.
Orkney, Shetland ve Faeroe kolonileri,
varliklari bir an olsun tehlikeye düsmeden, bin yildan fazla bir süredir
yasamlarini devam ettirmektedir. Izlanda kolonisi de bir sekilde hayatta
kalmayi becerdi, ancak büyük fakirlikler ve inanilmaz zorluklar atlatti.
Grönland Iskandinavlari, 450 yil sonra yok oldu. Vinland kolonisiyse
kurulusunun ardindan on yil geçmeden terk edildi. Böylesi farkli sonuçlar elde
edilmesindeki dört temel çevresel degisken olarak, asagidakiler sayilabilir:
Norveç
ve Birtanya’dan mesafe veya
yelkenliyle seyahat süresi;
Vardiklari
yerlerdeki yerlilerin (eger o sirada varsa) gösterdigi direnis;
Basta
cografik enlem ve yerel iklim olmak üzere, tarima elverislilik;
Basta
erozyon ve ormansizlasmaya yatkinlik olmak üzere, çevrenin hassasiyeti.
Orkney’ler
Britanya’nin en kuzey ucuna yakin takim adalardir. Korunakli Scapa Flow limani
etrafina dizilmis bu takim adalar, stratejik önemi nedeniyle, her iki dünya
savasi sirasinda Ingiliz deniz kuvvetlerince üs olarak kullanilmistir.
Orkney’ler esasinda, Britanya ana
karasindan 14.000 yil önce Buzul Çaginin sonra ermesi sirasinda
eriyen buzullarla yükselen deniz suyu seviyesi nedeniyle ayrilmis görünen ve
kitasal adalar adi verilen cografik bir olusumdur. Ana karaya bagli oldugu
siralarda bölgeye, avlanmaya uygun kara memelileri (su samuru, geyik tavsan
vs.) göç etmistir. Vikingler, Orkney adalarini M.S. 800 dolaylarinda fethetmis
ve çok kisa sürede Pict’ler olarak
bilinen yerlileri hakimiyetleri altina almislardir. Vikingler, bu adalar
grubunu hemen yakindaki Ingiliz
ve Irlanda ana karalarina saldirilarini düzenledikleri bir üs haline
getirdiler. Uygun konumlari nedeniyle uzun zaman boyunca zengin ve güçlü
bagimsiz bir Iskandinav kralligi olarak varliklarini sürdürdüler.
Vinland
kolonisinin basarisiz olmasi, basta Grönland kolonisinin fazlasiyla küçük
olmasi, dogal kaynak (kereste ve demir) açisindan fakir olmasi ve
dahasi, hem Avrupa’ya hem de
Vinland’in kendisine fazlasiyla uzak olmasindan kaynaklanir. Bununla
birlikte, belirleyici unsurlara okyanus
ötesi yolculuk yapmaya
elverisli gemi sayisinin
az olmasi, kesiflerin
masrafini karsilayacak
sermayeden yoksun olunmasi ve her seyden önemlisi, iki
üç gemi dolusu Grönlandlinin Nova Scotia ve St.
Lawrence körfezinde yasayan yerli kizilderililerle basa çikma sansi olmayisi da
eklenebilir. M.S. 1000 yilinda Grönland
kolonisinin nüfusu 500 kisiyi geçmiyordu. Iste
bu nedenle L’Anse kampindaki 80 yetiskin, Grönland’in isgücü kapasitesi
üzerinde büyük bir yük olusturuyordu. Iste
o nedenle, o dönemde Avrupa’nin daha fakir ülkelerinden biri olan
Norveç’in en ücra kösesinden kalkip giden
500 Grönlandlinin Kuzey Amerika’yi fethetmek ve buraya koloni kurmakta
basarisiz olmasi, o kadar da sasirtici bir durum olmasa gerek.
Vinland
kolonisinin, 10 yildan kisa süre içinde basarisiz bir biçimde terk edilisiyle
ilgili en önemli nokta, Grönland kolonisini 450 yil sonra basarisizliga götüren
unsurlarin hizli çekimde kaydedilmis bir kopyasini andirmasidir. Iskandinav
Grönland’inin Iskandinav Vinland’indan
çok daha uzun bir süre
yasamasinin nedeni, sadece Norveç’e daha yakin olusu degil, ayni zamanda
ilk bir kaç yüzyil boyunca yerliler
tarafindan rahatsiz edilmemis olmalaridir. Fakat, biraz daha ilimli da olsa,
Vinland’in ikiz problemleriyle Grönland da yüzlesmek durumunda kalmistir.
Bu sorunlar, tecrit edilmis cografik konumlari ve Iskandinavlarin
bölgedeki Kizilderili kabileleriyle
iyi iliskiler kurma konusundaki
beceriksizligidir. Kizilderili yerliler olmasaydi, belki Görnlandlilar ekolojik
sorunlarinin üstesinden gelebilir ve Vinland kolonisi varligini sürdürebilirdi.
Böyle bir durumda Vinland’da nüfus patlamasi olabilir, Iskandinavlar M.S.
1000’den sonra tüm Kuzey Amerika bölgesine yayilabilirdi. Benim gibi
20. yy.’da yasayan bir Amerikan vatandasi da bu kitabi Ingilizce yerine eski
bir Iskandinav dilinde yaziyor olabilirdi.
Iskandinav
Grönland’inin Sonu
Viking
soyunun Grönland’i terkedis hikayesinde, Inuitler’in rolü yadsinamaz.
Inuitler, Vikingler için, en azindan
kaçirilmis bir firsati temsil etmektedir. Grönland Vikingleri Inuitlerden bir
seyler ögrenmis veya onlarla ticaret iliskileri kurmus olsaydi, yasamlarini
sürdürebilme sanslari artacakti; ancak böyle bir girisimde bulunmadilar. Baska
bir bakis açisiyla, Inuit saldirilari veya tehditleri, Vikinglerin bu bölgede
varligini sürdürmesine engel olan baslica neden de olabilir.
Günümüzde
Inuitlerin, Grönland ve Kanada Kutup bölgesinin
yerlileri oldugunu saniriz.
Oysa onlar, esasinda Iskandinavlarin bölgeye ayak basmasindan önceki
dört bin yil boyunca, Kanada üzerinden doguya ve oradan Kuzey Bati
Grönland’a varan ve günümüzde arkeologlarca varligi kabul edilen dört toplumun
sonuncusuydu. Yolculuklarinda basarili
olanlar yayildi ve
yüzyillar boyunca Grönland bölgesinde hayat kurdular. Fakat, bu
toplumlar da bir süre sonra yok olmus ve geriye kendi toplumsal çöküsleri hakkinda
cevaplanmayi bekleyen birçok soru birakmislardir. Bu kayip toplumlari, bu
kitapta ele alacak kadar somut arastirma,
ne yazik ki henüz tamamlanmis degildir.
Arkeologlar,
Inuitlerden hemen önce gelen insanlari, Kanada’nin Baffin Adasi’nda bulunan
Dorset Burnundaki en eski yerlesimlerine ithafen, “Dorset halki” olarak
adlandirmistir. Kanada, kutup bölgesinin çogunu ele geçirdikten sonra
M.Ö. 800 yillarinda Grönland’a varmis ve Güneybatidaki Viking yerlesimleri de
dahil olmak üzere, yaklasik bin yil boyunca adanin pek çok yerinde yerlesimler
kurmuslardir. Fakat M.S. 300 yilina gelindiginde, su ana kadar açiklanamayan
nedenlerden ötürü, Grönland’in tamamini ve Kanada Kutup bölgesinin büyük bir
kismini terk etmis ve yayilim bölgeleri
olarak Kanada’nin bazi ana bölgelerine odaklanmislardir. Bu
hareketlenmenin tek istisnasi, M.S. 700
dolaylarinda Labrador ve Kuzey Bati
Grönland’a tekrar yayilmalari
olmustur.
Açik
denizlerde balina avlamadaki ustaliklari dahil, Inuitlerin kültürel ve
teknolojik birikimi, Bering Bogazi bölgesinde yaklasik M.S 1000 yillarinda
olusmaya basladi. Kar üstünde köpekli kizaklar, denizlerde de büyük tekneler
sayesinde, Inuit insanlari Dorset
toplumuna kiyasla, insan ve malzeme tasimayi çok daha hizli ve verimli
bir sekilde gerçeklestirebilmislerdir. Kutup bölgesi, Orta Çag boyunca
isindikça ve Kanada Kutbundaki adalari birbirinden ayiran su yollari üzerindeki
buzlar çözüldükçe, Inuitler ana avlari olan balinalari, bu su yollari sayesinde
Kanada üzerinden doguya dogru takip etmistir. M.S. 1200 yilina gelindiginde av
pesindeki bu yolculuk Kuzeybati Grönland’a kadar ulasmistir.
Inuitlerle
Dorset halkinin avlari farkli degildi; ancak Inuitlerin bu isi daha etkin
ve verimli bir sekilde yaptigi
asikardir. Çünkü (Dorset insanlarinin aksine) ellerinde bu ise
uygun ok ve yaylari vardi. Balina avlamayi basararak
Inuitler, ne Dorsetlerin ne de Iskandinavlarin erisemedigi çok ciddi bir besin
ve hammadde kaynagini degerlendirme firsati bulmus oldular. Inuitler,
Iskandinavlarin aksine, Kutup insanlarinin zorlu cografik ve iklimsel
kosullarla bas edebilme becerilerini, bin yillik bir kültürel birikim
sonucunda, zirveye tasimisti.
Inuitlerin
Kanada üzerinden Kuzeybati Grönland’a kadar yayilmasindan birkaç asir sonra, daha öncesinde her iki bölgede yasamis olan
Dorset kültüründen eser kalmamisti. Bu kapsamda, Inuitlerle ilgili önümüzde iki
esrarengiz olay bulunmaktadir. Birincisi,
Inuitlerin bölgeye gelmesinden kisa bir süre sonra, önce Dorset
yerlileri, ardindan da Iskandinav göçmenleri, yasam alanlarini terk
etmislerdir. Ikincisi, Inuitlerin ortaya çikmasindan sonraki bir-iki asir
boyunca Kuzeybati Grönland’da bazi Dorset yerlesimlerinin devam ettigi
bilinmektedir. Iki toplumun birbirinden habersiz olmasi olanaksiz görünse de,
aralarinda herhangi bir iletisimin olduguna dair dogrudan tek bir arkeolojik
kanit (Dorset yerlesimlerinde Inuit objeleri bulunmasi veya tersi gibi) ele geçmemistir. Ancak dolayli kanitlar,
yani Grönland Inuitleri’nin, Grönland’a varmaden önce bilmedikleri, fakat
Dorsetlerden aldiklari düsünülen kültürel izler yok degildir. Bunlarin basinda
buzdan küpler kesmek için kullanilan kemik biçak, kubbeli buzdan
evler (iglo), sekillendirmesi kolay sabuntasi teknolojisi
ve Thule tipi bes basli zipkin ucu
sayilabilir. Inuitler, Dorset
insanlarindan sadece bir seyler ögrenmekle kalmis olamazlar. Ayni
zamanda, Kutup bölgesinde 2000 yildir yasayan bu insanlarin yok
olmasinda bir rolleri oldugu da düsünülebilir. Aklima hemen gelen olasiliklarin
basinda, zorlu kis mevsimi sonrasinda açlikla yüzlesen Dorset halkinin, gruplar
halinde balina ve fok avlayarak, besin sorununu asmis Inuitlerin arasina
karismis olduklaridir.
Mayis
ayinda toplanan kabuklu deniz canlilari ve avlanan foklar Grönland
Iskandinavlarinin varligini sürdürebilmesi için elzemdi; çünkü tam o sirada,
bir evvelki yazdan kalan süt ürünleri ve geçen sonbahardan kalan ren geyigi eti
stoklari bitmek üzere olurdu. Ancak, çiftliklerde kar henüz kalkmadigi için,
besi hayvanlarini disari salmak mümkün degildi. Henüz yavrulamamislardi ve süt
vermiyorlardi. Foklarin göç yollarinda bir degisiklik veya bu foklara
(kiyilarda buzlanma veya Inuit tehdidi gibi nedenlerle) erisimlerinin
kesilmesi, Iskandinavlari açlik tehlikesine
daha da yaklastirmis olabilir. Ardarda gelen birkaç
soguk yaz mevsimi ve dolayisiyla yemlik
üretiminin düsük oldugu bir dönemde bazi seylerin ters gitmesiyle,
Grönland Iskandinavlarinin geleceginin belirlendigi söylenebilir.
Grönland’da
açlik tehlikesiyle yüzlesenler sadece Iskandinavlar degildi. Inuitler de ayni
risklerle karsi karsiyaydi. Peki, Inuitler Iskandinav komsularindan süt
ürünleri edinerek, diyetlerini çesitlendirip riskleri azaltamaz miydi? Peki,
birbirlerine destek verebilecekken, bu iki kavim neden daha Orta Çagdayken
ticaret iliskileri kurmadi? Hem Inuitlerin hem de Iskandinavlarin sadece
kavimler arasi evlilige degil, birbirlerinden bir seyler ögrenmeye bile olan
kapaliliklari bu durumu açiklayabilir. Bunun ötesinde Inuit bir es, Iskandinav
bir erkege gerekli destegi saglayamazdi. Aile reisi, esinden Iskandinavlarin
henüz çocukken ögrendigi becerilerini kullanarak yün egirmeyi ve örgü örmesini, büyük ve küçükbas hayvanlara
bakmasini, peynir ve tereyagi hazirlamasini
beklerdi. Avci bir Iskandinav, Inuit bir meslektasiyla arkadaslik kurmus
olsa bile, Iskandinav avci arkadasinin kayak’ini
ödünç alip kullanmasini ögrenemezdi. Çünkü, bu aygit sadece kisiye özel
hazirlanmakla kalmiyor; Inuit kadinlarinin çocukken ögrendigi deri dikme
becerilerini de gerektiriyordu.
Iki
tarafin, ilk defa birbiriyle karsilastigi bir durumu arkadasça bir iliskiye
dönüstürmesi bir yana, hayatta kalmak bile,
büyük dikkat ve sabir gerektiriyordu. Belli ki, Avrupali sömürgeciler daha sonralari böylesi durumlarla nasil bas
edilecegi konusunda birtakim deneyimler edindiler; fakat görünüse göre ilk denemeyi
Iskandinavlar yapmis. Grönland’a gelen 18. yy Danimarkalilari ve yerlilerle tanisan diger Avrupalilar,
ilk olarak Iskandinavlarin karsilastigi sorunlarin aynisiyla yüzlesmek
durumunda kalmistir: “ilkel paganlara” karsi beslenen önyargilarin tesiri altinda
“öldürsek mi, soysak mi, ticaret mi yapsak, evlensek mi yoksa
topraklarini ellerinden mi alsak?” sorusuna cevap bulmak; kaçip gitmelerine
veya kendilerine ates etmelerine engel olacak sekilde yerlileri ikna etmek...
Avrupalilar, zaman içinde bu sorunlarla tüm seçenekleri degerlendirerek ve
sorunla yüzlestikleri kosullari dikkatlice tartarak basetme yolunu seçmistir.
Nasil hareket edeceklerini; sayica üstün
olup olmadiklari, sömürgeci
erkeklerin kendilerine es olarak seçebilecekleri
soydas kadinlarin olup olmamasi, yerlilerin elinde Avrupa’da ticari degeri olabilecek
mal bulunup bulunmamasi ve yerlilerin sahip oldugu topraklarin Avrupalilarin
yerlesimine uygun olup olmadigi gibi
birçok degisken belirlemekteydi. Fakat, Orta Çag kafasindaki Iskandinavlar
böylesi bir düsünce zincirini henüz gelistirmemisti. Inuitlerin
bilgisini reddettiklerinden veya ögrenemediklerinden, dahasi, herhangi bir
askeri üstünlükleri olmadigindan, zaman
içinde bölgedeki varliklarini yitirenler Inuitler degil,
Iskandinavlar olmustur.
Grönland’da
kurulan Iskandinav kolonisinin sona ermis olmasi, pek çogumuz için esrarengiz
kabul edilir. Bu dogru, ancak sadece kismen; çünkü (örnegin toplulugun yavas
yavas gerilemesi ardindaki uzun vadeli gizli unsurlar gibi) esas nedenleri
(örnegin hayatta kalan insanlari öldürmek veya yerlesimi terk etmeye zorlamak
gibi zayiflamis toplumun sonunu getiren son ölümcül darbe gibi) ikincil
nedenlerden net bir sekilde ayirmamiz gerekiyor. Elimizdeki
bilgilere dayanarak, sadece ikincil nedenlerin esrarini korudugunu
ve esas nedenlerin artik kesinlik kazandigini söyleyebiliriz. Esas nedenler bes
ana gruptan olusmaktadir:
Iskandinavlarin
çevre üstündeki yükü, Iklim degisikligi, Norveç’le
olan yakin ve dostane iliskilerin zayiflamasi, Inuit
tehdidinin güç kazanmasi, ve Dönemin
Iskandinav insanini sinirlayan kapali ve tutucu bakis açilari.
1400
ve 1420 yillari arasinda Kuzey Atlantik cografyasi, genellikle oldugundan daha soguk
ve firtinali geçmisti. Bu kosullarin, Grönland’a yapilan gemi seyahati
trafigini bir hayli azalttigi düsünülebilir. Iskandinav Grönland insanlarindan
geriye kalan son yazili kayitlar, – kazikta
yanmak, cinnet ve evlilik gibi- herhangi bir Orta Çag Avrupali Hristiyan
toplumunda meydana gelebilecek olaylardan ibaret. Bu kayitlar, yerlilerle
yasanmis oldugu düsünülen husumetlere yer vermemektedir.
Bunlara
ragmen Grönland Iskandinavlarinin zorlu bir cografyada benzeri
olmayan bir Avrupa toplumu olusturduklarini ve 450 yil
boyunca Avrupa’nin en uzak sinir karakolu olarak yasamlarini sürdürdüklerini
biliyoruz. Modern Amerikalilar, bu insanlari basarisiz olarak afise etmeden
önce, Ingilizce konusan toplumun, Kuzey Amerika topraklarinda onlardan çok daha
kisa bir süredir bulundugunu
akillarindan çikarmamali. Sadede gelecek olursak, toplum reisleri bu
sürecin sonunda, onlara itaat eden bir halktan yoksun kaldilar. Sahip
olduklari son ayricalik ise, açliktan ölen son kisi olmak oldu.
Basariya
Giden Zit Yollar
Geçtigimiz
bölümlerde, kendi yarattiklari veya karsilastiklari çevre sorunlariyla
basetmedeki basarisizliklariyla kendi sonlarini getiren 6 topluma yer verdim.
Basarisizliklara bu denli odaklanmamin nedeni, bunlardan alinacak çok önemli
dersler olmasidir. Ancak, geçmisteki tüm toplumlar çevresel zorluklara veya
felaketlere boyun egmemistir. Zorlu doga kosullarinda 11
asirdan fazla bir süre ayakta kalan Izlandalilar gibi yasamayi
sürdüren birçok toplum
daha olmustur ve olmaya devam
etmektedir. Bu basari hikayeleri, bizlere sadece önemli dersler
sunmakla kalmaz ayni zamanda umut ve ilham da vermektedir. Bu hikayeler
çevre sorunlarini çözmede birbirinden zit iki yöntem benimsenebilecegini
göstermekte: asagidan yukariya ve
yukaridan asagi yaklasim.
Küçük
bir adayi veya toprak parçasini kendine mesken edinmis küçük toplumlarin çevre
yönetimi için, asagidan yukari yaklasimi benimsemesi muhtemeldir. Bunun nedeni,
yasam alani küçük oldugundan, halkin her ferdi tüm adayi avucunun içi gibi
bilmesi, adada olan gelismelerden, degisimlerden etkilendiklerinin farkinda
olmalari ve diger ada sakinleriyle ortak bir kimlik ve ortak çikarlar etrafinda
bütünlesmeleridir. Yani kendilerinin ve komsularinin uygulayacagi etkin çevre
koruma önlemlerinden fayda göreceklerini bilirler. Iste asagidan yukari yönetim
budur; insanlar sorunlarin üstesinden gelmek için isbirligi yapar.
Bunun tam
zitti olan yukaridan
asagi yaklasim, Polinezya
Tonga’si gibi merkezi siyaset sistemine
sahip büyük toplumlara daha uygun bir yöntemdir. Tonga Takim Adalarindan
birinde yasayan bir çiftçinin, birakin tüm adalari, bazi büyük adalarin
tamamini iyi bilmesine bile olanak yoktur. Uzak bir adada, çiftçinin yasamini
tamamen degistirme gücü olan bir gelisme olabilir; ancak
bundan kendisinin haberi olmayabilir. Belki haberi olur; ancak kendisine çok
uzak oldugu için “Bu baskasinin
sorunu” düsüncesine kapilabilir. Ancak Tonga, kral veya reis gibi bir liderin
hakimiyetinde merkezi bir hükümet için uygun büyüklüktedir. Çiftçilerin aksine
bu kral, adalarin tamaminda olan bitenden haberdar olabilir. Yine çiftçinin
aksine, kral tüm takim adalarin
uzun vadeli çikarlarini gözetme
egiliminde olacaktir; çünkü bölgenin genel kazanci kendi kazancini dogrudan
etkilemektedir. Bu nedenle kral, çevre kaynaklarini yönetmek için yukaridan
asagi yöntemini benimseyip, vatandasina halkin uzun vadeli çikarlarini gözeten
emirler verecektir. Bu iki farkli yaklasimi daha iyi anlatmak için üç örnek
seçtim. Ilk ikisi asagidan yukari yönteme, sonuncusuysa yukaridan asagi yönteme
örnektir.
Yeni Gine
Yeni
Gine’nin daglik arazilerindeki yasam, yeryüzündeki asagidan yukari
yönetimin en basarili örneklerindendir. Yeni Gine
kiyilarini kesfeden sömürgeci Batililar, çok uzun süre iç kisimlarda yasam olmadigini sanmisti.
1930’larda daglik arazi üzerinde yapilan uçuslar sirasinda, dünyayla baglantisi
olmayan kabilelerin varligini farkettiler. Teraslanmis bahçeler arasinda
aralikli olarak kurulmus ufak köylerden olusan bu insan toplulugu, kendi
kendine yeten bir toplumdu. Kabileler halinde birbirleriyle sik sik savasan,
yari çiplak gezip, derme çatma kulübelerde yasayan, metal yerine tas, tahta ve
kemik kullanan bu insanlar, disariyla
baglanti kurmadan bu
kadar yüksek rakimli ve yogun yagis alan bir yerde, Avrupalilarin
aklinin almayacagi sekilde tarim yapiyorlardi. Avrupalilar tarafindan ilkel
görülen kabilelerin çiftçilik
konusunda uzmanligi, 7000 yillik bir tecrübeye dayaniyordu.
Birbirinden ayri iki verimli vadide, islah ettikleri bitkileri
yetistiriyorlardi. Deneme yanilma yöntemiyle kesfedilen, dogru tekniklere sahiptiler.
Mesela, sulama kanallarinin dikey
oldugunu gören Avrupalilar, kendi deneyimlerine
dayanarak kanallari yatay hale
getirmelerini önerdi. Yerliler bunu denediginde ise, sonuç tam
bir fiyaskoydu. Ilk
yagista dolan kanallar çökünce, taraçalar da sele karisti; toprak
erozyona ugradi. Belli ki,
kanallarini dikey olarak kazmakla bir bildikleri vardi. Asirlardir,
iklimi ve tarim yaptiklari araziyi çok
iyi tahlil etmis, tekniklerini buna göre gelistirmislerdi. Toprak
verimliligini arttirmak için çesitli yöntemlere basvurmuslardi. Yabani otlar,
çimen, kül, ev çöpü, tavuk diskisi gibi maddeleri gübre olarak topraga
karistirarak, içerdigi besinleri mahsul ekimiyle kaybeden
topragi zenginlestiriyorlardi.
Nadasa birakmak da bu yöntemlerden biriydi. Asirlardir isinmak, yemek pisirmek,
kulübe yapmak üzere kereste ihtiyacini karsilamak ve bahçelere yer açmak için
ormanlar kesilmis, ancak silvikültür olarak
adlandirilan yöntemle, uzun zaman önce ahsap, kereste kullanimi için çok çabuk
büyüyen ve tohumundan kendiliginden köklenen bir agaç türü yetistirilmeye
baslanmistir. Bu da, ahsaba dayali bir toplumun, disariyla baglantisi olmadigi
halde gelisip, devamliligini saglayabilmesine neden olmustur. Casuarina agaci, ayni zamanda topragin
nitrojen seviyesini dengelemekte ve nadas zamanini kisaltmaktadir. Köylülere
sordugumda, bana tüm bu topraga faydali ve ihtiyaçlarina yönelik nedenlerin
yaninda, bu agaçlari gölgesi ve rüzgarda yapraklarinin çikardigi ses için
ektiklerini de eklemislerdi.
Avrupalilar
tarafindan rahatsiz edilmeden önce daglik arazide bu kadar kendi kendine yeten ve çevresiyle bu kadar dengeli yasamayi
becerebilmis bir toplum olusturmus olmalarini, Yeni Ginelilerin simdiye kadar
karsilastigim en merakli ve deneysel insanlar olmalarina bagliyorum. Bazi
geleneklerin ya da tutumlarin, günümüzde de devam ettigini görmek mümkün.
Mesela, farkli bir köye gittiklerinde
yerel bitkileri bulup nasil kullanildiklarini ögrenip, kendi arazilerine
getirip ektiklerine birçok kez sahit oldum. Aynen bu sekilde, casuarina
filizini bir dere
kenarindan alip diger vadiye götürmüs olabilirler. Bu da, bu
bitkinin neden sadece bu iki vadide yetistirildigini açiklar. Silvikültür
metodu, yararli tarim tekniklerinin benimsenmesi, hep asagidan yukariya
yöntemle gelismis olmali. Çevrelerindeki ormanlarin giderek azaldiginin ve
kereste ihtiyaçlarinin da devam edeceginin farkinda olan köylüler,
deneyimlerini birbirleriyle paylasarak bu türden çözümler üretmis olmalilar.
Elbette, toprak verimliligi ve ahsap teminini çözdükten sonra nüfus artinca,
bu defa nüfus sorunu ortaya çikmistir.
Nüfus kontrolü, kismen kabilelerin sik sik savasmasiyla verilen kayiplarda
kendiliginden oluyor, kismen de dogal bitkilerle dogum kontrolü, çocuk düsürtme
gibi uygulamalarla, çocuk dogurduktan
sonra kadinlarin belli
bir süre cinsel
iliskiye girmemesi gibi önlemler
alinarak yapiliyordu. Hatta besleyemeyeceklerini düsündükleri yeni doganlari öldürdükleri oluyordu.
Ancak
böylesine bir yapinin, burada gelismis olmasi da sasirtici degildir. Çünkü
1930’larda Hollandali ve Avustralyali sömürgecilerin gelisine kadar, kabileler
arasinda siyasi bir birlik yoktu. Son derece demokratik bir toplum olan bu
kabileler, asagidan yukariya yöntemiyle çevrelerini ve toplumsal yasami
yönetmislerdi. Kabile reisligi ya da aileden devralinan bir liderlik kavrami
yoktu. Karakter olarak güçlü olanlara büyük adam denirdi; ancak onlarin da
konumu herkesle esitti. Emir verme yetkileri ya da teklif ettikleri öneriler
kabul edilsin diye, kimseyi zorlamaya haklari yoktu. Toplumu ilgilendiren bir
karar alinmasi gerektiginde, tüm köy bir araya gelir, fikri olanlar belirtir;
sonra uzun uzun konusulup tartisilirdi. Herkesin söz hakki vardi. Disaridan
bakan biri için, ya da Yeni Gine’nin
bugünkü hükümeti için, karar alma mekanizmasinda eskiden uygulanan bu asagidan
yukariya yöntemi çok can sikici gelebilir. Ancak, bu yöntem sayesinde Yeni
Gine’nin daglik arazilerinde yasayan insanlar, zamaninda önlem almislar; bunun
sonucu olarak, Paskalya Adasi halki,
Mangarevalilar, Mayalar, Anasaziler ve nüfus artisi ve ormansizlastirmayla basa
çikamayan diger toplumlarin kaderine mahkum olmamislardir. Tarima baslamadan on binlerce yil önce ve
tarim yapmaya basladiktan sonra da 7000 yil kadar, sürekli farkli
kosullara yol açan iklim degisimleri ve insanin çevreye olan
etkilerine karsin, hayatta kalmayi basarmislardir.
Günümüzün
Yeni Gine toplumunda, halk sagliginin gelismesi, yeni tarimsal ürünlerin
tanitilmasi ve kabileler arasi savaslarin sona ermesi veya azalmasi, nüfusu
arttirmaktadir. Artik çocuk düsürtme ya
da bebeklerin öldürülmesi, toplumsal olarak kabul edilen çözümler degildir. Fakat, geçmiste buzullarin erimesi, volkanik
kül yagmurlari vb. pek çok muazzam degisime, hatta Avrupalilarin gelisine bile
ayak uydurabilmislerdir. Bu durum, Yeni Ginelilerin acaba simdi de
degisen kosullara, mevcut nüfus patlamasiyla mi adapte olacaklari
sorusunu akla getirmektedir.
Tikopya
Güneydogu
Pasifik’te küçücük issiz bir ada olan Tikopya’nin hikayesinde de, asagidan yukariya yönetimi basariyla uygulandigini
görebiliriz. Insanlarin 3000 yildir
yasadigi bu ada o
kadar küçüktür ki, denizin sesinin duyulmadigi bir yeri yoktur. Yaklasik 47 km2 alana sahip
adada 1200 kisi yasamaktadir. Tikopya, anakaraya çok ama çok uzaktir.
Eskiden, geleneksel kanolarla en yakini 137 km mesafede olan
diger adalara gitmek, kasirgalara oldukça yatkin olan okyanusta tahmin
edilemeyecek kadar zor ve tehlikeli oldugundan, çok az miktarda mal ithal
edebiliyorlardi; ve hava sartlari
yüzünden bu yolculuklarin ne zaman yapilabilecegi belli olmazdi. Adalilar
bunu büyük bir macera olarak görürdü.
Adanin kayalari alet yapmaya elverisli olmadigindan, komsu adalardan ithal
edilmekteydi. Tikopyalilarin temel gida maddelerini yeterli miktarda ithal etmeleri gibi bir ihtimal de bulunmadigindan, kurak
geçen Mayis ve Haziran aylarinda ve bahçelerini yerle bir eden ve tahmini mümkün olmayan siddetli
kasirgalardan sonra, yetecek kadar ürün
fazlasi üretip muhafaza etmeleri gerekiyordu.
Tüm
bunlara ragmen Tikopyalilarin 3000 yil boyunca adada hayatta kalmayi basarabilmesi için iki sorunu halletmis
olmalari gerekliydi: 1200 kisiye yetecek kadar yiyecek üretmeyi basarmak ve beslenmesi imkansiz olacagindan nüfus
artisina engel olmak. Bol miktarda yagis aldigindan agaçlarin büyümesi çok
kolay oldugu için, yagmur ormanlarini andiran, ancak meyve
ve yemislerinin hepsi yenebilir
olan agaçlar ve agaçsiz dar bir alanda ve batakliklarda adanin iklimine uygun
olan islah ettikleri ürünleri yetistirerek; protein ihtiyaçlarini ise ördek,
balik ve deniz ürünlerinden karsilayarak, ilk sorunu çözebilmislerdi. Tuhaftir
ki, deniz ürünlerinden sürdürülebilir bir sekilde faydalanmis olmalarinin nedeni,
balik tutulmasi ve de yenmesi için reislerinin izninin gerekmesidir. Yani,
tabular asiri balik avlanmasina engel olmustur. Adadaki kisitli
kaynaklardan ancak belirli sayida insana
yetecek kadar yiyecek saglanabildigi için, 3000 yil önce adaya kanoyla ulasarak
ilk yerlesen 25 kisiden sonra nüfus giderek artmis, fakat nüfusu
belirli bir sayida
tutmalari gerektigini farkettiklerinde çesitli yöntemler gelistirmisler
ve ailelerin bakabileceklerinden fazla çocuk yapmasini engellemislerdir.
Geleneksel Tikopya’nin nüfusu, idare etmekte benimsedigi yedi yöntemden en
basiti, halk arasinda “geri çekme” olarak bilinen coitus interruptus yöntemiyle dogum kontrolüydü. Baska bir yöntem,
istenmeyen gebeliklere uygulanan
çocuk düsürtmeydi. Bazi
durumlarda, dogan bebegin öldürüldügü de kayitlara geçmistir. Toprak fakiri
ailelerin erkek çocuklari cinsel iliskiye
girmez, evlenme yasi gelmis kizlarsa
poligamik iliskilere girecegine
bakire kalirdi.
Zaman zaman basvurulan diger bir yöntemse intihardi. 1929 ile 1952 yillari
arasindaki kayitlara baktigimizda, yedi kisinin kendini asarak, on iki kisinin
de denize açilarak intihar ettigini görürüz. Daha popüler bir yöntemse, “sanal
intihar” olarak tanimlanan ve insanlarin sag kalma olasiligi çok düsük olan
deniz yolculuklarina çikmasiydi. Yine 1929-1952 kayitlarina baktigimiza bu
yöntemin 81 erkek ve 3 kadinin yasamini aldigini görebiliriz. Bu yöntem,
salginla bogusan kalabalik bir adada fakir ailelerin
gençlerince, çok da uzak gelmeyen bir çözüm olarak görülmüs olabilir.
M.S.
1600’de Adada, sözlü geleneklerde yer bulan ve arkeolojik olarak da kanitlanan
baska bir tarihi karar, bu kara parçasindaki tüm domuzlari öldürmek olmustur.
Protein ihtiyacinin daha fazla deniz
mahsulü tüketerek karsilanmasina karar verildi. Tikopya’lilarin
kayitlarina göre, atalarinin böyle bir karar almasindaki
baslica etkenler, domuzlarin bahçelere girip zarar vermesi, yemek konusunda
insanlarla rekabet içinde olmasi ve insan beslemek için verimsiz bir seçenek
olmasiydi (bir kilo domuz eti üretmek için insanlarca yemege uygun 20 kilo
sebze gerekmektedir). Kabile reisleri için lüks bir yemek haline gelen bu
gidayi tüketmekten vazgeçmelerine sasirmamak gerekir.
Nesillerdir
nüfus artisini kontrol altina alarak, dikkat çekici bir sürdürülebilir ekonomi
gelistirmis olan Tikopyalilar, herkesin birbirinin tanidigi ve doganin
merhametine ayni derecede maruz kaldigi ufacik bir adada, kolektif karar alma
mekanizmasini benimsemislerdir. Herkes birbirine hisim akrabadir ve reisler halkla
esit haklara sahiptir. Ailesi, büyükleri, yardimcilari, klan üyeleri reisleri
elestirebilir. Adada halen dört ayri klan yasamaktadir. Tikopyalilar’in
toplumsal yasamlarini asagidan yukariya yönetim yöntemini uygulayarak sürdüren
kültürlere iyi bir örnek oldugunu
söylemek mümkündür.
Japonya
Baska
bir basari hikayesi de, yine yogun nüfuslu, dünyadan kopuk, ancak uzun tarihi boyunca kendi kendine yeten ve
sürdürülebilir bir yasam tarzini benimsemis
baska bir ada
toplumu hakkindadir. Günümüzde Japonya, yogun nüfuslu, sehirlesmis ve
endüstriyel bir toplum olmasina ragmen ülkenin %80’i ormanla kaplidir. Ormanlik
araziler Avrupa’da 9000 yil
önce tarimin baslamasindan bu
yana giderek azalmis olmasina
ragmen, 1500’lerde Almanya’da
baslayan ve zaman içinde gelistirilen ormancilik tekniklerinin 1700’lerden
sonra kitaya yayilmasiyla beraber, 1800’lerden itibaren
ormanlik alanlarin miktarinda artis
görülmeye baslamistir. Dünyanin
diger ucundaki Japonya’da ayni dönemde topraklarini ormansizlastirdiginin
farkina vararak, yukaridan asagi topluma dayatilan kurallarla ormanlarini geri
kazanmistir. Japonya’da orman politikasi, çeliskili bir sekilde uzun bir baris
ve refah döneminin ardindan olusan çevre ve nüfus sorununa tepki olarak ortaya
çikmistir. 1600’lerde sona eren iç savas ve karisiklik döneminden sonra, ülke
sogunlarin yönetimine geçmis, imparatorluk
mevki ise, sadece
göstermelik olarak devam ettirilmistir. Savasin bitmesini takip eden
yüzyil içinde nüfus iki katina çikinca, tarim faaliyetleri artmistir. Evlerin
insaati için kereste ve yakacak
odun ihtiyacini karsilamak üzere ormanlar katledilmistir.
1720’lerde Edo (günümüz Tokyo’su) Dünyanin
en kalabalik sehri haline
gelmistir. Fakat o zaman bütün evler ahsap oldugundan, yanginlara çok yatkindi.
Çikan büyük yanginlarda yanip kül olan evlerin yerine, bir o kadar daha
agaç kesilip yenileri yapiliyordu.
1500’lerin
ortasinda adaya gelmeye baslayan Katolik misyonerler, yüz binlerce Japon’u
hristiyan olmaya ikna ettikten sonra,
Sogunlar bu durumu, Batililarin Japonya’yi ele geçirmek için bir hazirligi olarak gördüler. Bu durumu
kendi otoritelerine bir tehdit olarak algiladiklarindan, Hristiyanligi,
yabancilarin ülkeye girisini, yasakladilar. Aslinda Çin, Hindistan ve pek çok
ülkenin geçmisine bakildiginda, masum tüccarlar ve misyonerleri, Avrupali
askeri müdahalenin izledigini düsünürsek, Sogunlarin tehdit algisi yanlis
degildir. Sonrasinda, dönemin
sogunu daha ileri giderek, Japon gemilerinin de baska
kiyilara gitmesine yasak getirip, ardindan da ülkede bulunan tüm Portekizlileri
sürdürdü. Böylece Japonya, tüm dünyayla irtibatini kestigi bir 200 yila girdi.
Sadece, Katolik olmadiklari için Hollandali baz tüccarlarin mal getirmesine ve
ancak sadece Nagasaki limaninda küçük bir adaya kadar
yaklasmalarina izin veriliyordu.
Merkezi
yönetimle, tüm ülkede birlesik para birimi ve ortak ölçüler kullanilmaya
baslamisti.
Kereste
kitligi baslayip nüfus da hizla artmaya devam ederken, 1657’de Baskentte çikan
devasa yangin, -Paskalya adasindakine benzer bir felaket yasanabilecekken-
Japonlar için sarsici bir uyanisin baslangici oldu. Takip eden iki yüz
yil boyunca yavas yavas nüfus sabitlendi ve
yenilenebilir kaynaklarin tüketim miktarinda azalma saglandi.
Sogunlarin, Konfüçyüs ögretisini resmi ideoloji olarak kabul etmesinin
ardindan, yukaridan asagi yöntemiyle yani toplumun en üst kesiminden en alt
kesimlerine kadar ülkeyi felaketten korumak için tüketimin sinirlanmasi, dogal
kaynaklarin tasarruflu kullanilmasi tesvik edilerek, gidisat bir anlamda
tersine çevrildi. Daha az çocuk dogurmaya, dogum kontrolü yapmaya
basladilar. Odun yerine, daha çok kömür kullanimi basladi. Yukaridan asagiya
alinan tedbirler, kesilen agaç sayisiyla ekilen agaç sayisi arasindaki
dengesizligi ortadan kaldirmaya yönelikti. Çok siki denetlemeler sonucunda,
kesilenden çok daha fazla sayida agaç ekilmesini saglamayi basardilar.
Japonya,
diger ülkelerle ticarete uzun süre kapali kaldi. Ticaret ortaklari, sadece
Koreliler ve Japonya’ya çok yakin
Ainu adasindaki yerlilerdi. Ainu’dan ithal edilen somon ve geyik miktari o
kadar yüksekti ki, sonunda bu kaynak tükenme
noktasina geldi. Japonya’ya
bagimli hale gelen Ainu toplumu, ekonomik bozulma, salgin
hastaliklar ve askeri fetihlerle mahvoldu. Dolayisiyla o dönemde Sogunlarin
kendi ülkelerinin kaynak sorununa çözüm saglamak için yaptiklari, baska bir
yerin kaynaklarini tüketmek oldu. Aynen Gelismis ülkelerin halen digerlerine
yaptigi gibi.
Japonya
gida, kereste ve birçok metal ihtiyacini kendi kendine karsilayabiliyordu.
Silahlar yasaklanmisti. Bu kendi kendine yetme durumu 1853’te Amerikan
filosunun gelip limanlarini Amerikali balina avcilarina ve ticaret gemilerine
açmasi için dayatmasiyla son buldu. Bu sekilde yeniden ellerine silahlara
kavusan barbarlardan ülkeyi koruyamayacaklarini farkeden Sogun yönetimi 1868’de çöktü. Ardindan
Japonya, yari feodal bir toplumdan modern bir devlet olma yolunda hizli bir
dönüsüme girdi.
Japonya’nin
basarisi öngörülü yöneticilerin uzun vadeli hedeflere odaklanip, bilgece davranmis olmalarina ve toplumda büyük bir
fark yaratabilmelerine dayalidir. Ülkedeki amansiz ormansizlasma süreci,
yöneticilerin çevrelerinde olan degisimi fark etmelerine ve etkili kararlar
almalarina neden olmustur. Su anda Japonya, Dünyada yüzölçümüne kiyasla en
fazla ormanlik alana sahip ülkedir. Bu
da, devlet adamlarinin aldiklari kararlarla çevre koruma bilincini yaygin hale getirebileceklerine çok iyi bir örnektir.
Bir
Ada, Iki Halk: Dominik Cumhuriyeti ve Haiti
Modern
dünyanin sorunlarini anlamak isteyen biri için, ayni adayi paylasan iki ülkenin
sinirlarinin nasil olustugunu ve aralarindaki farki anlamaya çalismak, zorlu
ancak yol gösterici bir çaba olacaktir. Karayipler’deki Hispaniola Adasinin
Haiti ve Dominik Cumhuriyeti arasinda biçakla kesilmisçesine bölünmüs sinir
çizgisinin bir yani, yemyesil ormanlarla öteki
yani ise, çorak
tarlalarla kaplidir. Ayni cografyada olmalarina ragmen, bu iki ülke
birbirinden tamamen farklidir. Ispanyol kasifler (Kristof Kolomb 1492) Adaya
ilk ayak bastiklarinda, her yerin
yemyesil ormanlarla kapli
oldugunu kaydetmislerdi. Her iki ülkede de ormanlik alanlar o zamandan bu yana
çok azalmis olmasina ragmen, Dominik Cumhuriyeti topraklarinin %28’i; Haiti’nin
ise sadece %1’i ormanlarla kaplidir.
Sahip olduklari ormanlik arazi miktari arasindaki fark, ekonomilerindeki
farkla da dogru orantilidir. Batili devletlerin tropiklerdeki eski sömürgelerinin hepsinde oldugu gibi, her iki ülke de yolsuzlukla iç içe geçmis
hükümetler veya güçsüz iktidarlarla yönetilmekte; düsük tarimsal üretim, yetersiz kamu sagligi
gibi ciddi sorunlarla bogusmaktadir. Ikisi de fakir ülkelerdir; ama yine de
Haiti’nin durumu her anlamda daha kötüdür. Yeni Dünya’nin en kalabalik nüfuslu
ülkelerinden olan Haiti’nin yüzölçümü adanin sadece üçte biri olmasina ragmen,
1,5 km2’ye 1000 kisi düsmektedir. Çogu
kit kanaat geçinen çiftçilerden olusan halkin bir kismi düsük ücretlerle serbest ticaret bölgelerinde tekstil veya
ihracat isçisi olarak; diger kismi da turizm beldelerinde çalisarak geçimlerini
saglamaktadir. Mütevazi piyasa ekonomisi, büyük ölçüde ihracata yönelik kahve ve seker üretimine dayalidir.
Ticaret hacmi belirsiz olmakla birlikte, Kolombiya ve ABD arasindaki uyusturucu
trafigi için de önemli bir geçis noktasidir. Tasrada yasayan çogunluk ya da
Baskentin gecekondularindaki fakir kesimle, Baskente yakin serin daglarda
yasayip, Fransiz restoranlari ve saraplarinin keyfini süren asiri zengin elit
kesimin arasinda, büyük
bir uçurum ve kutuplasma
vardir. Haiti’nin nüfusu arttikça AIDS, tüberküloz, sitma ve çesitli
hastaliklar hizla yayilmaktadir.
Dominik
Cumhuriyeti ise komsusuyla pek çok sorunu paylasmasina karsin gelismekte
olan bir ülkedir. Nüfus yogunlugu ve
nüfus artisi Haiti’den çok düsük, kisi basina düsen milli geliri ise bes kat fazladir. Geçen 38 yil boyunca
askeri darbe görmediginden, en azindan demokrasiden söz etmek mümkündür.
Patlama yasayan ekonomisinde, demir ve nikel sanayii döviz getirmektedir. Denizasiri
ihracati, kahve, kakao, tütün, puro, taze çiçek ve avokado gibi tarimsal
ürünlerden olusur. Telekomünikasyon ve
turizm sektörleri gelismistir.
Iki
ülke arasindaki sosyal ve ekonomik farkliliklar, milli parklarda da kendini
hemen belli eder. Haiti’de kaçak agaç
kesen köylülerin tehdidi altinda güç bela korunan sadece
4 tane milli park varken, Dominik Cumhuriyeti’nin dogal
yasam alanlarini koruma sistemi, Amerika kitasindaki en kapsamli ve genis çapli olanidir. 74 milli
park ve sit alanlari, ülkenin %32’sini olusturur. Her ne kadar ödenek
yetersizligi çekse de bu durum, baska sorunlari ve öncelikleri bulunan fakir
bir ülke için oldukça etkileyicidir. Bu
basarili sistem dogayi koruma
derneklerinin, sivil toplum
kuruluslarinin çabasiyla olusturulmustur.
Ayni
adadaki iki ülkenin vardigi nokta, nasil olur da bu kadar farkli olur ve daha
da önemlisi büyük ölçüde gerileyen neden Dominik Cumhuriyeti degil de Haiti
olmustur? Her iki ülke de tarihinde,
Avrupali sömürgeciligi ve Amerikan isgali yasamistir. Haiti’nin geçmiste, komsusu
Dominik Cumhuriyetinden çok daha güçlü ve zengin oldugu düsünülünce,
benzerliklerine karsin aralarindaki farklilik, daha çarpici bir hal almaktadir.
Haitililer 19. yy'da birçok taarruz
gerçeklestirmis ve hatta komsusunu 22 yil boyunca boyundurugu altina almistir.
Fakat bundan öncesinde Adanin tarihine bakacak olursak, Ispanyol kasiflerin
gelmesiyle, altin madenlerinde köle gibi çalistirilan yerlilerin çogu,
bagisikliklari bulunmayan Avrasya hastaliklariyla ölmüslerdir. Kayitlara göre 500 binden 3000’e düsen ada
nüfusu, 1500’lerde iyice azaldi
ve Adanin seker kamisi yetistirmeye uygun oldugunu
farkeden Ispanyollar, köle olarak Afrika’dan isçi getirmeye basladilar. Ada,
seker üretimiyle, 16.yy boyunca zengin bir sömürge oldu. Fakat Ispanyollar’in adaya olan ilgisi, Amerika kitasinda daha
kalabalik ve bereketli yerler
kesfettikçe, azaldi. Afrika’dan köle getirmektense,
kölelestirebilecekleri Meksika, Peru ve Bolivya yerli halklarina yöneldiler. Bu
arada Karayipler’de cirit atan Ingiliz, Hollandali ve Fransiz korsanlar,
Hispaniola’daki ve diger adalardaki
yerlesimlere saldirmaya baslamisti. Ayrica Ingiliz, Fransiz ve Hollandali
sömürgecilerin güçlenmesiyle Ispanya siyasi ve ekonomik çöküse geçip gücünü
kaybetmeye basladi.
Ispanyollar
Adanin dogusunda yerlesmisken, Fransiz korsanlarla birlikte Fransiz tacirler ve
maceraperestler, Adanin bati tarafinda bir yerlesim kurdular.
Güçlenen Fransa’nin destekledigi
köle ticareti ve tarim faaliyetleriyle Adanin batisi, dogusuna göre
hizli bir sekilde
gelismeye basladi. Iste Adanin
iki tarafinin tarihi, bu noktada birbirinden ayrismaya basladi. 1700’lerde Ispanyol tarafinda, az bir Ispanyol nüfus ve
az sayida (30 bin) köleyle sigir yetistiriciligine dayali ufak bir ekonomi faaliyetteyken, Fransiz
sömürgesinde olan bati tarafi ise daha kalabalik bir nüfus, çok sayida (700
bin) köle ve seker üretimine dayali bir ekonomiye sahipti. O zamanlar Saint
Dominique denen Fransiz sömürgesi, Yeni Dünya’nin en zengin sömürgesine
dönüsmüstü ve Fransa’nin
zenginliginin çeyregini karsiliyordu.
Bu
arada Ispanya artik isine yaramayan Adanin dogu tarafini 1795’te Fransa’ya
devretti. Fakat, daha sonra patlak veren köle ayaklanmalarini durdurmak için
adaya gelen Fransiz ordusu yenildi. 1804’de ise Fransa, Hispaniola’dan
vazgeçip, adayi ABD’ye birakti. Fransiz Hispaniola’sinin eski köleleri,
ülkelerine Haiti adini (adanin asil yerlileri olan Taino Kizilderilileri’nin
adaya verdikleri isim) vererek, kölelik sistemi tekrarlanmasin diye beyazlari
öldürüp seker kamisi tarlalarini ve altyapiyi mahvederek, tarlalari aileler
arasinda paylastirdilar. Ancak bu, Haiti’nin tarimsal üretimin düsmesine neden
oldu. Beyaz nüfusun öldürülmesi ve kalanlarin da göç etmesi ise, Haiti’nin
insan kaynaklari ve bilgi birikimini kaybetmesine sebep oldu. Bagimsizligini
kazanan Haiti, Adanin dogusunu iki kez isgal etti. Ancak daha sonra dogudaki
Santo Domingo, bagimsizligini kazandi. 1850’ye gelindiginde, Bati tarafindaki
Haiti, dogu tarafina kiyasla Adanin daha az bir kismina hükmediyordu; ama
nüfusu daha fazlaydi ve genellikle tarimla ugrasan Afrika kökenliler ve
Fransizca konusan melez kesimden olusuyordu. Haiti, kölelik deneyimi ve
korkusu nedeniyle yabancilarin toprak mülkiyetine, yatirim yapmalarina izin vermiyordu. Nüfusun
çogunlugu Ada’ya özgü
bir sekilde Fransizca’dan türemis, Creole denen bir dilde konusuyordu. Dogudaki
Dominiklilerse, daha çok topraga fakat daha az nüfusa sahipti. Hala
sigir yetistiren halk, göçmenlere iyi davranip, vatandasliga kabul
ediyordu. Ispanyolca konusan toplum, Curaçao (Kurasao) Yahudileri, Kanarya
Adalilar, Lübnanlilar, Filistinliler, Kübalilar, Porto Rikolular, Almanlar ve
Italyanlar’dan olusuyordu. 1930’lardan sonra Avusturya’dan gelen Museviler,
Japonlar ve daha çok Ispanyol bunlara
katildi. Bu nedenlerle de, Dominik Cumhuriyeti
Avrupali gözünden bakildiginda olumlu bir tablo çizerken,
Haiti’nin eski kölelerden olusan ve yabancilara düsmanca davranan bir yer
olarak algilanmasi, iki ülke arasindaki ekonomik farkin büyümesine yol açti. Dominik tarafi, Avrupa ve Amerika’dan
yatirim destegi alarak piyasa ekonomisi gelistirdi ve
ihracatini arttirdi.
Haiti
ve Dominik Cumhuriyeti, birbirine en çok
politik istikrarsizlik açisindan benzer. Ard
arda düzenlenen darbelerle yönetim, özel ordulara sahip yerel liderlerin
birinden digerine geçmistir. Sadece 1843-1915 arasinda
Haiti’nin 22 devlet baskani, ya suikasta kurban gitmis ya da devrilmistir. Dominik ise 1844-1930
arasinda 50 baskan degistirmis, 30 devrim
yasamistir. Ama, Adanin iki tarafinda da baskanlar kendilerini ve
yandaslarini zengin etmeye ugrasmaktan
baska bir is yapmamislardir. I.Dünya Savasi sirasinda, Amerikan ordusu
Adanin iki tarafini da isgal etti. Isgal ordusu çekildikten sonra, siyasi
istikrarsizlik yeniden bas gösterdi.
Sonrasinda, Amerikan ordusunda
yetistirilmis ve Dominik polis kuvvetlerinin sefi olan Rafael Trujillo,
avantajlarini kullanarak 1930’da Dominik Cumhurbaskani seçildi.
Tarihteki en kötü diktatörlerden biri
olan Trujillo, toplum yararina kisvesiyle, tüm olasi muhaliflerini iskence
ederek sürdürdü veya öldürdü. Tam anlamiyla bir polis devleti kurarak, sözde
ülkeyi modernlestirmek, ekonomiyi, alt
yapiyi ve sanayiyi gelistirmek adina yaptigi icraatlarla, aslinda
kendisinin ve yakin
çevresinin cebini doldurdu.
1950’lerde destegini kaybetmeye baslayinca, Ülkede ayaklanmalar çikti. Sonuçta,
CIA’in parmagi oldugu bariz olan bir suikastla, 1961’de Trujillo öldürüldü.
1965’te iç savas çikti. Amerikan müdahalesini takiben, çok sayida Dominikli
ABD’ye göç etmeye basladi. Ardindan
Dominik siyasetinde 34 yil boyunca söz sahibi olacak Balaguer baskanliga
seçildi. O da
yolsuzlugun yaygin bir sekilde devam etmesine göz yumdu; ama 1961’den
itibaren Dominik Cumhuriyeti sanayilesmeye ve modernlesmeye devam etti.
Benzer
sekilde, Haiti halki da ard arda devrilen baskanlarin ardindan,
1957’de zalim diktatör Duvalier ile tanisti. Gizli servis
araciligiyla çok sayida insani öldürttü. Ülkeyi
modernlestirmek, sanayi ekonomisini gelistirmek veya cebini doldurmak
gibi kaygilardan çok güç sahibi olmanin keyfini sürdü. Ölünce yerine geçen
oglunun yönetiminde, Ülkenin zaten zayif olan ekonomisi iyice daraldi. Siyasi
istikrarsizlik yeniden basladi.
Birbirine
sinir olan bu iki ülke arasindaki en belirgin
fark olan orman
arazileri, ekonomilerinin gelismesinde de belirleyici olmustur. Örnegin
Balaguer’in, ormanlarin korunmasina yönelik bir politika izlemesi, ülkenin enerji ihtiyacini karsilamak için
barajlar kurmasi, dogalgaz ithal etmesi, ormanlarin kesilmesini
engellemis, öbür tarafta Haiti’nin orman kaynakli mangal kömürüne bagimli
kalmasi geri kalan ormanlarinin da yok edilmesine yol açmistir. Her iki ülkenin
ekonomisi de, ABD basta olmak üzere baska ülkelere göçmen olarak giden
vatandaslarinin memleketlerine gönderdigi dövizlerden faydalanmaktadir. Dominik
Cumhuriyeti kisi basina düsen 2200 dolarlik yillik gelirle hala fakir bir ülke
sayilsa da, büyüyen insaat sektörü ve artan trafikle gelisen bir ekonominin göstergelerine sahiptir. Diger
taraftan Haiti, Afrika disinda insan ömrünün
en kisa oldugu, egitim ve yasam standardinin en düsük oldugu ülke olma
konumunu sürdürmektedir. Kahve ihracati ayni oranda devam etmekte ama,
nüfus hizla arttigindan, bu hiçbir sekilde yeterli olmamaktadir.
Adanin
iki tarafinda yagis miktari ve daglar gibi, bazi cografi, çevresel farkliliklar
vardir ve bunun varilan noktaya belli bir oranda katkisi olmustur. Ancak bu
farkliliklar, durumu tek basina izah
edebilmekten çok uzaktir. Bu büyük ayirimi açiklayabilen ana unsur, sosyal
ve siyasi farklardir. Iki toplum ve liderleri
arasindaki iliskiyi, ulusal kimligi ve kurumsal yapiyi sekillendiren, tarihsel
farklardir. Mesela, yakin dönemlerde iki ülkeyi de iki diktatör yönetmistir;
ancak birisi kendi çikarina olsa
da ülkesini sanayilestirme hirsi gütmüs, digeri ise bu konularla
ilgilenmemistir. Öte yandan, Balaguer’in
çevreci yaklasimi, Dominik Cumhuriyeti’ne çok büyük fayda saglamistir.
Dolayisiyla, Ülke yöneticilerinin birbirinden farkli mizaçlari, toplumlarin da
farkli gelismesinde rol oynamistir. Dominik Cumhuriyeti’nin asagidan yukari ve yukaridan asagi yöntemlerin karisimi
bir yönetim
gelistirmesi, komsusundan daha iyi bir duruma ulasmasini saglamis olabilir.
Ülkede üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin, bilinçli bireylerin
bakanliklarla yüz yüze görüsebilme imkaninin bulunmasi sayesinde, Dominik
Cumhuriyeti modern toplumlarin hiçbirinde
olmadigi kadar çevreci
politikalari yürürlüge koymayi basarmistir. Çevresel sorunlar toplumlari
sinirlandirabilir; ancak farki yaratan, toplumun bunlara verecegi tepkidir. Bu
kapsamda, sonuç iyi veya kötü olsun, Ülkeyi yönetenlerin eylemleri ve
eylemsizlikleri de belirleyicidir.
Sendeleyen
Dev: Çin
Çinli
liderler, bir zamanlar insanoglunun dogaya hükmedebilecegini ve hükmetmesi gerektigini düsünürdü. Onlara göre, çevreye
verilen zarar sadece kapitalist toplumlarin basina musallat olurdu ve sosyalist toplumlar, böylesi dertlere
bagisiklik sahibiydi. Ülkede felaketi andiran çevre sorunlari karsisinda,
günümüzde ayni görüse sahip bir liderin daha kaldigini sanmiyorum. 1983’te
çevre koruma, kagit üzerinde temel bir ulusal prensip olarak ilan edildi.
Ancak yerel kosullar ve dinamikler göz ardi edilerek alelacele yürürlüge konan çevre
koruma kanunlari, etkin bir biçimde
uygulanamadi. Bugün, Çin’de meydana gelen kum firtinalari yüzünden, yilda
540 milyon dolar, asit yagmurlari
nedeniyle yok olan orman ve tarim ürünleri anlaminda 730 milyon dolar zarar meydana gelmektedir. Çevresel
zararin, Ülkeye daha ciddi faturalari da vardir. Pekin’i kum ve tozdan korumak
için agaçlardan olusan bir “yesil halka” yapmanin maliyeti, 6
milyar dolardir. Haserelerin neden oldugu tarimsal zarar ise, yillik 7
milyar dolar civarindadir. Korkunç sonuçlar ve bunun maliyeti burada bitmiyor:
1996 sel felaketinin tek seferlik zarari - 27 milyar $, çöllesmenin yol açtigi
dogrudan zarar - 42 milyar $, su ve hava kirliligi kaynakli yillik kayiplar, 54
milyar $ seviyesindedir. Sadece son iki rakamin toplami Çin’in bugünkü
GSYIH’nin %14’üne denk gelmektedir.
Kentsel
alanlarda yasayan Çinlilerin kanindaki kursun seviyesi, Dünyanin diger
yerlerinde fazlasiyla tehlikeli kabul edilen seviyenin tam iki katidir. Böylesi
bir kirlilik orani, çocuklarin zihinsel gelisimini dogrudan etkileyebilecek bir
seviyedir. Hava kirliliginin yilda 300.000 insanin hayata mal oldugu ve saglik
sistemine 54 milyar dolarlik bir yük getirdigi
hesaplanmaktadir.
Cografi
kosullar nedeniyle Çin topraklarinin çogu, henüz M.Ö. 221 yilinda bütünlesmisti
ve o zamandan beri tek bir toplum olarak
var olmayi basarmistir. Diger yandan cografik olarak bölünmüs Avrupa, hiçbir
zaman siyasi olarak tek bir bütün olamamistir. Bu bütünlük,
Çinli liderlerin, Avrupali
meslektaslarinin hayalini bile kuramayacagi büyüklükte bir alanda hakimiyet
kurmasini, iyisiyle ve kötüsüyle hizli bir biçimde büyük degisikliklere
gidebilmesine uygun ortami, saglamistir.
Bütünlesmis
bir Çin’in artilari ve eksileri, günümüzde bile hissedilir biçimde devam
etmektedir. Devlet, çevreyi, yasam kalitesini ve halkini dogrudan etkileyen
kararlari alirken sendelemektedir. Artilara bakacak olursak, Çinli devlet adamlari Avrupali ve Amerikali
liderlerin asla tezahür edemeyecegi
ölçekteki sorunlari çözebilme gücüne
sahiptir. Buna en iyi örnekler, nüfus artisini kontrol etmek için tek-çocuk
politikasi uygulamasi ve agaç kesimini 1998’de ulusal düzeyde yasaklamasidir.
Madalyonun öteki yüzüne bakarsak Çinli liderlerin, yine Avrupali ve Amerikali
liderlerin yapmasi asla mümkün olmayan hatalar yaptigini da görürüz. Bunun
basinda, Büyük Atilim’in neden oldugu kaos ortami, Kültürel Devrim sirasinda
milli egitim sistemini
parçalara ayirmak ve ülkede insa edilen üç mega-projenin neden oldugu
çevresel sorunlar sayilabilir.
Neden
Bazi Toplumlar Yikici Kararlar Alir?
Bir
toplumun gözü önündeki sorunu algilamasini geciktiren birçok
unsur vardir. Bunlardan en sik
rastlanani, inisli çikisli degisimler tarafindan gizlenen, sorunun çok yavas
bir evrilme hizi oldugu durumlardir. Siyasetçiler, dikkat dagitan inis
çikislarin ardina gizlenen yavas degisimlere, “sinsi normallik” terimini
yakistirmislardir. Ekonomi, egitim sistemi, trafik sikisikligi veya herhangi
baska bir parametre
çok yavas bir
sekilde olumsuza dogru
kayiyorsa her yilin,
bir evvelkine kiyasla
biraz daha kötü oldugunu fark etmek, giderek daha da güç hale gelir.
Bu degisim karsisinda “normal” olarak tanimlanan durumu
tarif eden standart, kademeli olarak ve fark edilmeksizin olumsuz yöne hareket
eder. Insanlarin böylesi belli belirsiz artarda siralanan yillik degisimlerin
farkina varmasi, bazen on yillar sürebilir. Böyle durumlarda insanlar, bir anda
yasam standartlarinin ve normal olarak kabul edilenin eskiye kiyasla daha kötü
oldugunu, küçük bir sarsintiyla fark eder. Sinsi normallik kavramiyla iliskili
baska bir terim, “çevresel hafiza
kaybi” olarak anilir. Bu durum, insanin
yasadigi çevrenin, sözün gelimi 50 yil önce nasil göründügünü unutmasi, daha
dogrusu bu süreçte yillik bazda yasanan yavas degisimler sonucu durumu
kaniksamasidir.
Sanirim
çevresel hafiza kaybi kavrami UCLA’deki ögrencilerimin sorusunu daha kapsamli
yanitlayacaktir: “Paskalya Adasi yerlileri kalan son agaci keserken ne
düsünüyordu?”... Zaman içinde
Paskalya’daki agaçlarin sayisi azaldi, küçüldü ve sonunda önemini yitirdi.
Meyve veren son agaç kesildiginde herhangi ekonomik bir öneme sahip olmaktan
çok uzakti. Iste bu nedenle son agaca hosça kal demek zor olmadi.
Basarisizlik
haritasinda üçüncü durak, en sik rastlanani ve ayni zamanda en
sasirtici olanidir. Yapilan
arastirmalar, toplumlarin önlerindeki sorunu algilamasindan sonra bile, çogu
zaman hiçbir girisimde bulunmadigini göstermektedir. Böylesi
basarisizliklarin nedenlerine bakacak olursak, çogunun insanlar arasindaki
çikar çatismalarindan dogan ve ekonomi uzmanlarinin “rasyonel davranis” olarak tanimladigi baslik
altinda toplandigini görürüz. Baska bir deyisle, bazi insanlar baskalarina
zarar verecek davranislarla umarsizca kendi
çikarlarinin pesinde kosmayi
kendi hakki olarak görmektedir. Bu durum, akilci davranmak adina sagduyunun
kaybedilmesi olarak
açiklanabilir. Bu isin failleri kendilerini rahat hisseder; çünkü hiç
beklemeden büyük ve mutlak kârlar
etmeye tipik olarak asiri odaklanmis ve
asiri motive olmus bu insanlar, çikarlari
ugruna birçok insanin zarar görecegini aklina getirmez ya da umursamaz.
Bu isten zarar gören her kisinin bireysel anlamda kaybi az oldugundan, hakkini
aramak için kavgaya girisme olasiligi azalmaktadir. Buna bir örnek, “mantiksiz
sübvansiyonlar” olarak anilir: devletlerin, örnegin ABD’de balikçilik ve seker
kamisi tarimi ve Avustralya’da pamuk tarimi gibi normal sartlarda ekonomik
olmayan sanayi kollarini desteklemek için ayirdigi büyük ödenekler çevreye,
dolayisiyla toplumun gelecegine büyük zarar vermektedir.
Geçmis
toplumlarin yasadigi çevre sorunlarini arkeolojik bulgulara, bilimsel verilere
göre inceleyebiliriz; ancak, verdikleri tepkileri ve yaptiklarini neden yapmayi
seçtiklerini, ancak tahminlerden yola çikarak degerlendirebiliriz. Oysa ki, su
anda Dünyanin pek çok yerinde çevre sorunlarini bire bir yasayan toplumlar çogunluktadir.
Büyük
Sirketler ve Çevre
Insan
varliginin etkisine çok hassas sayisiz kus ve memeli türü, kendine
Yeni Gine’de siginak bulmustur.
Bu hayvanlar, eti veya göz alici tüyleri için avlandigindan veya yakalanip
kafese kondugundan, insanlarin yasamadigi yerlere siginmislardir. Burada balta
girmemis ormanlarin derinliklerinde yasamlarini sürdürürler. Bu türler arasinda
agaç kangurulari, tepeli devekuslari, öküzburnu kusu, büyük güvercinler, cennet
kusu, Pasquet Papagani ve daha niceleri
bulunur. Kutubu bölgesinde ilk defa kus gözlemeye gittigimde, ana
hedeflerimden biri Chevron Petrol Kuyularinin bulundugu özel bölgede bu
türlerin, baska yerlere kiyasla ne kadar az oldugunu belirlemekti. Beni
sasirtan bir sonuçla karsilastim. Chevron sahasindaki türler,
Yeni Gine adasindaki bazi ücra köseler hariç,
görmedigim kadar çoktu. Chevron çalisanlari ve onlara is yapan taseron sirket
mensuplarinin bu bölge dahilinde avlanmasi kesinlikle yasakti. Tehdit unsurunun
olmadigini hisseden hayvanlarsa, daha sakinlesip evcil hale gelmekte. Bu
düzenlemeler sayesinde Chevron’un Kutubu’daki petrol sahasi Papua Yeni
Gine’deki en siki korunan ve denetlenen milli
park olma özelligine sahip.
Chevron
eger petrol faaliyetlerinden elde ettigi kâri azaltacak çevre politikalarina
para harcayacak olsaydi, hissedarlari sirketi dava ederdi. Anlasilan o ki,
yapilan hesaplar uygulamaya alinan bu politikalarin uzun vadede petrol
faaliyetlerinden daha kârli olacagini isaret ediyor. Alinan bu
önlemlerin büyük çevre felaketlerini önlemedeki etkinligi çok önemlidir. Ayni
zamanda siki bir kus gözlemcisi olan bir Chevron güvenlik
yetkilisine, bu politikalarin uygulamaya alinmasina neyin neden oldugunu
sordugumda, cevabi kisa ve net oldu: “Exxon Valdez, Piper Alpha ve Bhopal”.
Bu üçü Dünyanin en bilinen, en çok
tartisilan ve en maliyetli endüstriyel kazalariydi. Her biri sorumlu sirketi
milyarlarca dolar zarara ugratti; hatta Bhopal kazasi Union Carbide Sirketinin
bagimsiz bir sirket olarak kalmasini olanaksiz hale getirdi. Chevron ve bazi
baska çok uluslu petrol sirketleri bu önlemleri belli projelere yilda birkaç
milyon dolar harcayarak, uzun vadede böylesi bir kaza sonucu milyar dolar kayip
verme riskini azaltmislardir. Kirliligi temizlemek, kirliligi önlemekten her
zaman daha pahalidir.
Biraz
da ABD’ye dönelim. Madenlerin neden
oldugu sorunlari çözmek için gerekli kaynak
vergi mükelleflerine faturalandirildigindan beri, Montana basta olmak
üzere birçok eyalette siki bir maden karsiti hareket ortaya çikmistir. Halk
muhalefeti, 1995 yilindan beri ABD’de
yeni madenlerin açilmasi
önerilerini bastirmada büyük basarilar elde etmektedir. Madencilik
sektörü, kendi hakkini aramasi için lobi
gruplarina ve dost devlet adamlarina artik güvenemiyor. Madencilik sektörünün
kendi kisa vadeli çikarlarini kamu çikarlari üzerinde görme egiliminin, sonuçta
kendi ayagina kursun siktigina dair en iyi örnektir. Günümüzde, Ülkedeki madencilik
faaliyetleri neredeyse durma
noktasina gelmistir.
Çevre
temizlik faaliyetlerinin yarattigi maddi yükün madencilik sektörüne (örnegin
petrol hatta kömür sanayine kiyasla daha) agir gelmesi ardindaki ekonomik
unsurlarin basinda, göreceli düsük kâr marji, öngörülemez kârlilik seyri, daha
yüksek temizlik maliyetleri, daha sinsi ve uzun vadeli çevre sorunlarina neden
olmasi, bu maliyetin tüketiciye yansitilmasindaki zorluk, bu masraflari karsilayacak sermayenin daha az
olmasi ve farkli bir isgücü yapisina
sahip olmasi gelir.
Büyük
sirketlerin çevre alanindaki uygulamalari, çogumuzun adalet anlayisini rencide
eden temel bir gerçek dogrultusunda sekillenmektedir. Mevcut duruma bagli
olarak bir sirket,
en azindan kisa vadede, çevreye
zarar vererek ve insanlara kötü/saygisiz davranarak kârliligini en üst seviyeye
çikarabilir. Yürürlükteki kanunlarin etkin bir sekilde uygulandigi ve toplumun
çevresel konularda bilinçli oldugu yerlerde, çevreyi kirletmeyen büyük
sirketler kirletenlere oranla daha
yüksek rekabet gücüne sahip olabilir. Ancak devlet uygulamalarinin laçka,
toplumun da umursamaz oldugu
yerlerde, ayni denklemin geçerli olma olasiligi
düsüktür.
Sadece
sirketleri suçlayip durmak, toplumun temel sorumlulugunu görmezden gelmek
demektir. Toplumun, örnegin maden sirketlerini, pisliklerini temizlige
zorlayarak veya sürdürülebilir ormanlardan gelmeyen kereste
ürünlerini kullanmayarak, insanlara ve çevreye zarar vererek para kazanan
sirketlerin faaliyet göstermesine engel olacak bir yaklasim benimsemesi
gerekir. Uzun vadede dogrudan veya siyasetçiler yoluyla çevreye zarar veren
politikalari kârsiz, yasak ve sürdürülebilir
çevre politikalarini kârli yapacak olan toplumun kendisidir.
Devletlerin
çevre konusunda bilinçli bir duyarlilik göstermesi ve hükümetlerin gerekli önlemleri almasi gerekir. Ayrica büyük
sirketler, kamu veya devlet baskisina kulak tikayan tedarikçisine bazi
kurallari çok daha etkin sekilde dayatabilir. Örnegin, Amerikan toplumunun deli
dana hastaligiyla ilgli endiseleri arttiginda, Hükümetin Gida ve Ilaç Dairesi,
kirmizi et sektöründen hastaligin yayilmasini tesvik eden uygulamalardan vazgeçmesini
talep eden birtakim kanunlar çikardi. Sektör, kurallara uymanin çok maliyetli
olacagini öne sürerek, bu yaptirimlara
tam bes sene boyunca direnis gösterdi. Ancak
hamburger satislarindaki ciddi düsüs karsisinda, McDonalds Sirketi ayni
taleplerde bulundugunda, tüm sektör birkaç hafta içinde gerekli düzenlemeleri
hayata geçirdi. McDonalds’in satin alma bölümünde görevli bir yetkili bu durumu
söyle açikliyor: “Elbette tedarikçiler bizi dinleyecek; sonuçta dünyanin en
büyük alisveris sepeti bizim elimizde”. Toplumun bu kapsamdaki görevi tedarik zincirindeki
hangi halkalarin kamu baskisina hassas oldugunu tespit etmektir. Kapisi
çalinacaklar, et paketleyicisi, madenciler veya keresteciler degil, McDonald's, GAP ve
diger baska çok uluslu sirketlerdir.
Bütün
Bunlar Bugün Bizim için Ne Ifade Ediyor?
“Jared,
dünyanin gelecegi hakkinda iyimser misin yoksa kötümser mi?” Bu belki de en sik
karsilastigim sorulardan biri. Cevabim asla degismez: “Temkinli bir iyimserim”.
Yani demek istedigim, karsi karsiya
oldugumuz sorunlarin farkindayim. Ihtiyatli davranmamiz, bu sorunlarin
üstesinden gelmek için kararli olup, ciddi bir çaba göstermemiz gerekiyor.
Bu çabamiz bosa
giderse, önümüzdeki 20-30 yil içinde yasam standartlarimizin düsecegi
kesindir. Dogal kaynaklari yokedip kaybetmeye devam ettigimiz sürece, daha da
kötü seyler olabilir. Sorunlari birbirinden bagimsiz olarak
degerlendirmektense, bütün olarak ele almamiz en dogru yaklasimdir. Örnegin,
enerji krizine çözüm ararken, alternatif
enerji kaynaklari üzerine kafa yorarken, bir yandan da trafik sorununu gözönünde bulundurmamiz
gerekmektedir. Büyüksehirlerin trafik derdi, insanlarin hayatini çileye
dönüstürmüs durumdadir. Petrol ve gaz bu kadar azalmisken, çevre sorununa
ve tuz biber ekecek yeni yollar,
trafige çikacak yeni otomobiller yerine, toplu tasimaya özendirici
politikalarla, tramvaylar, trenler ya da baska saglikli çözümler üretilmelidir.
Büyük sehirlere yasal veya yasa disi yollarla gelen göçmenlerin nüfusu
arttirdigi, zaten varolan sorunlari çogalttigi düsünülmektedir. Fakat gelismis
ülkelerdeki yasam standardina erismek için,
Batiya gelen insanlarin çok zorlu kosullarda göç ettigi ve
geldikleri yerde irkçilik, milliyetçilik gibi nedenlerle ya da devlete, saglik sistemine yük olduklari,
ücretleri düsürerek issizlere rakip
olduklari iddia edilerek, çogunlukla istenmedikleri de
bilinmektedir. Ancak gerçek sudur ki, gelismis ülkelerin ekonomisi, düpedüz
göçmenlere baglidir. Özellikle hizmet, insaat ve tarim sektöründe çalisanlarin
çogunlugu, göçmenlerden olusmaktadir. Bütünüyle baktigimizda, çevresel
problemler ve nüfus sorunu, ekonomimizin ve yasam kalitemizin altini
oymaktadir. Dünyanin büyük
sehirlerinin çogunda yasanan su
ve enerji kitligi, biriken çöpler, kalabalik okullar, konut sikintisi, fiyat
artislari ve trafik sikisikligi, büyük
ölçüde nüfus ve çevre sorunlarindan kaynaklanmaktadir. Bunun bas sorumlusu da, kisa vadeli çözümlerle büyük sorunlari
geçistirmeye çalisan kötü idare, beceriksiz
ve plansiz yönetimdir. Insanlik olarak uzun vadede sürdürülebilir bir
yasama ulasmak için
bu gidisati degistirmeye mecburuz.
Geçmis toplumlardan çikarilabilecek dersler ve
günümüzde hizla ilerleyen olumsuzluklara
bakarsak,
karsi karsiya oldugumuz bir düzine çevre
sorunu bulunmakta oldugunu görürüz.
Dogal yasam
alanlarinin yok edilmesi: Sürekli artan bir
hizla dogal yasam alanlarini yokediyoruz veya insan eliyle müdahale edilmis
ortamlara dönüstürüyoruz. Çevreye akil almaz derecede duyarsiz bir sekilde,
plansiz programsiz gelisen sehirler, açilan yollar, otlaklar, tarlalar derken,
bir de mantar gibi çogalan, bela üzerine bela getirecek olan golf sahalari
çikti. Kaybedilen dogal yasam alanlarindan, en
çok tartisma yaratanlari
ormanlarin, sulak alanlarin, mercan kayaliklarinin ve okyanus dibinin
mahvedilmesi. Zaten simdiye kadar ormanlik alanlarin yarisindan fazlasini
katletmis durumdayiz. Bu dogrudan insanligin da kaybi; çünkü kereste ve diger
ham madde ihtiyacimizi ormanlardan karsilamaktayiz. Ayni zamanda, ekosisteme,
havayi temizlemek, yagmur döngüsünü saglamak, toprak erozyonunu önlemek, yaban
hayata ev sahipligi yapmak gibi pek çok hizmet veren ormanlarin azalmasi, yok
olusu, geçmiste oldugu gibi bugünkü uygarligin da sonunu getirecek, çökmesine
neden olacak etkenlerin basinda geliyor. Var olan ormanlarin yapisinin
degistirilmesi de, yangina elverisli bir hal almasini sagliyor (Örnegin
meselerin kesilip yerine çam dikilmesi
gibi.) Sulak alanlarin kurutulmasi da
bir dizi felaketi
beraberinde getirmekte. Su kaynaklarimizin nitelikli olmasini
saglayan sulak alanlar, balik
ve kus türleri için de çok önemli. Okyanuslarin, yagmur ormanlari
diyebilecegimiz ve pek çok deniz
canlisina yasam alani sunan mercan kayaliklari da, çok ciddi boyutta
zarar görmüs durumda. Böyle
davranmaya devam edersek, 2030’da kalan mercan kayaliklarinin da yarisini yok etmis olacagiz. Trollerle
balik avciliginin giderek yayginlasmasi ve asiri avlanma, bu felaketin en büyük
nedeni. Tarimsal alanlardan denize sizan kimyasal atiklari da unutmamak gerek.
Dogal Gidalarda
Azalma: Özellikle balik gibi, insanlarin
protein ihtiyacini karsilayan dogal gidalarin miktarinda büyük bir azalma var.
Büyükbas ve küçükbas hayvanlarin etleri için yetistirilmesinden çok daha
masrafsiz bir sekilde, dogal yollarla ulasilabilen bir gida.
Dünyada 2 milyar insan, baska protein kaynaklarina ulasamayacak kadar
fakir olduklari için deniz baligina muhtaç. Eger, dogru davranip baliklarin
üremesine firsat verirsek balik avlamaya ve deniz baligi yemeye devam
edebiliriz. Ancak baliklarin trolle avlanmasi ve yumurtlama döneminden önce
avlanmasi da büyük tehdit olusturmakta. En kötüsü de, giderek artan balik
çiftliklerinde yetistirilen baliklarin beslenmesi için, dogal baliklar asiri
miktarlarda avlanmakta ve sonuçta balik çiftlikleri ürettiginden kat kat fazla
deniz baligi tüketmekte. Bu durumda
daha ucuza balik üretecegiz derken pahali bir bedel ödemekteyiz. Su ürünleri
çiftliklerinin atiklarinin denizlerde kirlilik yaratmasi ve çiftliklerden
kaçan baliklarin dogal türlerin genetigini bozmasi da cabasi. Balik
çiftlikleri yüzünden fiyatlarin düsmesiyle, balikçilarin kazançlarini ayni
tutmak için dogal deniz baliklarini asiri miktarda avlamaya yöneldigini de
unutmamak gerek.
Biyo-çesitliligin
ve yabani türlerin yokedilmesi: Yenebilir
yabani hayvanlar, bitkiler, yabani yemisler, insanin çevreye olan olumsuz
etkileri yüzünden hizla yokolmakta ve böyle gidersek, kalanlarda önümüzdeki
yüzyilin yarisina kadar yok olmus olacak. Bu türleri yokederek kendi sonlarini
getiren geçmis toplumlardan bahsettik. Ancak biyoçesitlilik, çogumuzun ne yazik
ki farkina varamadigi öyle bir denge saglamakta ki, aslinda insan uygarliginin
devami da buna bagli. Yeryüzünde biz insanlara bedava hizmet veren öyle canlilar var ki, onlar olmazsa ayni görevi
görecek bir sey bulmamiz asiri derecede pahali, hatta çogu durumda imkansiz.
Pek çok insanin igrenç dedigi yaratiklarin, böceklerin, hayvanciklarin
kullandigimiz kimyasallarla yok edilmesi, insanlar için çok büyük zarara
yolaçan sonuçlar dogurmakta. Bunu uçagin parçalarini birlestiren vidalara
benzetebiliriz. Rastgele birinin söküp atmanin neden olacagi faciayi düsünün. Faydalarina yönelik olarak pek çok örnek verebiliriz. Solucanlarin
topragi havalandirmasi, bakterilerin topraga gübreye tonlarca masraf
yaparak saglayamayacagimiz miktarda
nitrojen temin etmesi ya da arilar ve
baska böceklerin bitki polenlerini birbirine aktarmasi, bitkilerin tohumlarini
yayan kuslar ve memeliler, atiklarn
çürümesini saglayan, besinleri yeniden geri kazandiran ve sonuç
olarak bize temiz hava, su ve toprak saglayan bir sürü canli. Herbirinin
kiymetini bilmeliyiz; yoksa çok pisman olacagiz.
Toprak kaybi: Tarim
arazilerinde sel ve rüzgarla olusan toprak kaybi, topragin yeniden olusmasi
sürecinden 10 ila 40 kat kadar hizli. Ormanlik arazilerin yok edilmesi de,
toprak kaybinda çok etkili. Nitelikli toprak kaybinin diger sebepleri de yine
insanlarin tarim faaliyetleri nedeniyle
topragin tuzlanmasi ve verimliligin
azalmasi. Insan nüfusunun giderek arttigi bir dönemde tarim arazisine ihtiyaç
artarken, var olan nitelikli
topragin azaliyor olmasi, çevreye
verdigimiz hasarin sonucu ve en
önemli sorunlardan biri.
Ormansizlastirma gibi, toprak kaybi da pek çok geçmis toplumun çökmesine
katkida bulunmus bir unsur olarak, acilen
üstesinden gelinmesi gereken bir sorun.
Enerji kaynaklari
sorunu: Petrol, dogalgaz ve kömür gibi
fosil yakitlar, Dünyanin
en büyük enerji kaynaklari; özellikle de sanayi devletleri için.
Sanilanin aksine, mevcut petrol ve dogalgaz rezervleri, bizi sadece birkaç on
yil daha idare etmeye yetecek miktarda; daha fazla degil. Daha kesfedilecek pek
çok petrol yatagi ya da kömür madeni
oldugu iddia edilse de, bunlara ulasmak çok pahali ve zor
olacagi gibi, ayni zamanda kalitesi de düsük olacak. Üstelik çevreye olan
bedeli de çok yüksek olacagindan, hemen alternatif üretmek sart.
Su kaynaklari
sorunu: Dünyada bulunan tatli su nehirleri
ve göllerinin çogu tarimsal sulama
amaçli, evsel ve endüstriyel kullanim amaçli olarak, zaten uzun zamandir hunharca
kullaniliyor. Ama pek çok yerde insanlar, kendi kullandiklari suyu kendi
kimyasal veya organik pislikleriyle
kirletiyor. Yeralti su kaynaklari da
yeniden dolabileceklerinden çok daha süratle tüketiliyor. Deniz suyunun tuzdan arindirilmasi ve iç bölgelere pompalanmasi da asiri pahali bir islem oldugu için, Dünyanin
su sorununu çözebilecek bir
çare degil kesinlikle. Anasazi ve Mayalarin sonunu
getiren su sorunu, uygarligimizi tehdit etmekte. Ayrica su anda bile, yeryüzünde bir milyari askin
insanin, temiz içme suyundan mahrum oldugunu unutmamamiz gerek.
Günes enerjisi: Günesin
enerjisinin sonsuz oldugunu düsünsek de,
topragin günes isinlarini belirli bir emme kapasitesi var.
Dolayisiyla asfalt yollar, betonarme binalar ve golf sahalarinin günes
isinlarini gereginden fazla emdigini göz önüne alirsak, yeryüzünün günes isinlarini
emme kapasitesinin yarisini zaten kullanmis oluyor ve böylece de günes
enerjisini bosuna harcamis oluyoruz. Nüfus arttikça daha fazlasini
kullanacagimiz düsünülürse, yine insan etkisi yüzünden ormanlar ve bitkilerin,
büyümelerine yetecek kadar fotosentez yapmalari zorlasacak.
Kimyasallar: Kimya
sanayii ve diger endüstriler, topragi, havayi, denizi ve su kaynaklarini kirleten maddeler üretiyor ya da çevreye
atiklarini saliyorlar. Toksik kimyasallarin basinda gelen böcek ilaçlari ile
zirai ilaçlarin, kuslar, baliklar ve diger hayvanlara zararli olmasindan daha
önemlisi, insan sagligina dogrudan olumsuz etkileri tartisilmaz bir gerçek.
Az miktarlarin bile sakat dogumlara,
zihinsel gerilige, kisirliga neden oldugu, bagisiklik sistemimizin direncini kirdigi,
bilimsel olarak kanitlandi. Zaten etrafiniza baktiginizda, saglik sorunlarinin
ne kadar arttigini, tüp bebeklerin çogaldigini görmek için bilim adami olmaya
gerek yok. Böyle giderse, dogal yollarla gebe kalmak neredeyse tarihe
karisacak. Çünkü bu kimyasallar
hormonlarimizi etkiliyor, vücudumuzda birikiyor. Bu kimyasallarin, erkeklerin
sperm sayilarinin düsmesinde etkili olduklari da ispatlandi. Dogada yok olmayan
kimyasal maddelerin basinda PCB, DDT ve ayrica civa, kursun gibi agir
metaller geliyor. Böcek ilaçlari ve tarimsal ilaçlarin yaninda
insanoglunun yarattigi baska suçlular da var: örnegin plastik bilesenler,
deterjanlar, sogutucu gazlar. Çevre kirliligi sorunu olan yerlerin
temizlenmesinin maliyeti de milyarlarca dolar. Fakat ABD’deki çevre kirliliginin boyutunun çok daha ötesinde kirli yerler de var. Rusya,
Çin ve pek çok Üçüncü Dünya ülkesinde kömür madenlerinin yarattigi pisligi
temizlemenin maliyetini düsünmeye kimse
cüret bile edemiyor.
Yabanci türler: Bu
sorun, bilerek veya bilmeyerek, insanoglunun bir cografyaya ait dogal
bir tür olan bir canliyi, bitkiler dahil baska bir yere götürmesiyle
meydana gelmektedir ve akil almaz boyutlarda uygulanir durumdadir.
Bazi türler bulunduklari ekosisteme çok faydalidir. Bazi türler de var ki, bir
sekilde farkli bir cografyaya tasindiklarinda, çok büyük zarara yol
açabiliyorlar. Paskalya Adasi örneginde
Avrupali sömürgecilerin gemileriyle
Adaya ulasan farelerin, agaçlarin ve kuslarin üremesini sona erdirdigini
unutmayalim. Yakin bir örnek ise, Avustralya’nin yerli tavsan ve tilki
popülasyonunun yok olmasi.
Yerlesik türler, yeni gelen türe
karsi nasil korunacaklarini bilmediklerinden yok olup gidiyorlar; bu da tüm ekosisteme hasar veriyor. Su anda
Dünyanin pek çok yerinde benzer sorunlar yasaniyor.
Sera Gazi
Salinimi: Küresel isinmaya katkida bulunan
sera gazi salinimi, isi artisini
anormal biçimde hizlandiriyor ve bu sorun da insan faaliyetlerinden kaynaklaniyor.
Eriyen buzullar nedeniyle, Dünya çapinda deniz seviyesinin yükselmesi, kiyi
bölgeler ve deniz seviyesinin altindaki kalabalik nüfuslu yerler için büyük
tehdit olusturuyor. Küresel isinmanin, su anda tam olarak ne ve nasil
olacagi öngörülemeyecek ikincil etkilerinin de devasa sorunlara yol açacagina
süphe yok.
Nüfus artisi: Giderek
artan Dünya nüfusu, daha fazla gida, daha fazla su, daha fazla
kaynak, daha fazla çöp anlamina geliyor. Hesaplamalara göre, su andan
itibaren Dünyadaki her çift 2 çocukla yetinse bile, Dünya nüfusu 70 yil daha
artmaya devam edecek. Çünkü Dünya nüfusunun çogunlugu, genç ve üreme çagindaki
insanlardan olusuyor. Dünya nüfusundaki artis durmadikça ve insanlar yasam
tarzlarini degistirmedikçe, saydigimiz
diger sorunlar büyümeye devam edecek.
12.Insanin
çevreye olan etkisi: Aslinda önemli
olan sadece insan sayisi degil; insanlarin çevreye olan etkisi. Esas derdimiz,
insanlarin kaynaklari bilinçsizce tüketmesi ve atik üretmeye devam etmesi.
Gelismis ülkelerin çikardigi çöp miktari
Üçüncü Dünya ülkelerinden çok daha fazla. Genel olarak
bakildiginda, bir Amerikali, Bati Avrupali veya Japon’un fosil yakitlar gibi
tükettigi kaynaklarda çikardigi çöp de, bir Üçüncü Dünya ülkesi
vatandasininkinden 32 kat fazla. Fakat, Batililara özenen Üçüncü Dünya
ülkelerinde yasayanlarin da yasam standartlari giderek
yükseldigi için, insanin
çevreye olan olumsuz etkisi
artacak. Siyasi, ekonomik veya sosyal sebeplerle Batiya göçlerin artmasiyla, Avrupa ve Amerika’da nüfusun çogalmasi ve
dolayisiyla daha fazla insanin Batili tüketim tarzini benimsemeye baslamasi da,
ayni sekilde çevreye olan olumsuz etkimizi
arttiracak. Uluslarin kalkinmasi
için, ülkelerin Bati standartlarinda yasam hedeflerine ulasmalari için dogru
politikalari uygulamalari gerektigi ve bunu, bütçelerini dengeleyerek, egitim
ve alt yapiya yatirim yaparak saglayabileceklerini ögütleyen BM veya Batili
hükümetlerin hiçbiri, Üçüncü Dünya ülkelerinin hepsinin Gelismis Ülkelerin
yasam standartlarini benimsedigi takdirde Dünyanin bunun kaldirmasinin mümkün
olmadigini kabul etmek istemiyor. Oysa ki asil imkansiz olan, bu ikilemin
Üçüncü Dünyanin gelisme çabalarini engellemeye çalisarak çözülmesi. Hayat
tavizlere dayali zorlu ve sikintili seçimlerle doludur. Çözüm
bekleyen sudur: Tüm insanligin
daha iyi hayat sartlarina kavusmasini saglamak; ancak bu standardi küresel
kaynaklara asiri yüklenmeyecek sekilde belirlemek.
Yukarida
saydigimiz, birbirlerine zincirleme bagli olan bu çevresel sorunlarin hepsini
halletmedigimiz sürece, sorun yasamaya devam edecegiz. Bunu yapabilmek
için de,
yasam tarzimizi degistirmemiz
sart. Dünya toplumunun su anki gidisati sürdürebilmesi mümkün degil. Dünya kaynaklarinin (en azindan bazilarinin)
kendini yenileyebilmesi, yeryüzünde
yasamin ve insan uygarliginin sürdürülebilmesi için, bu
12 sorundan sadece biri bile önümüzdeki on yillarda tüketimde kisitlamaya
gitmemizi gerektiriyor. Baslica sorun nedir diye soranlara verecek cevabim ise, baslica sorunu aramaktan vazgeçmeleri
gerektigidir. Çünkü bu sorunlar çözümsüz kaldigi sürece, insanliga ve gezegenimize hasar
vermeye devam edecek. Birini çözümsüz birakirsak bile, basimiz dertten kurtulmayacak.
Bu sorunlar, bir sekilde bugünün gençlerinin ömrü içerisinde çözülmek zorunda.
Esas soru bizlerin seçecegi hos yollarla mi, yoksa seçimimiz disindaki
savas, açlik, soykirim, salgin
hastaliklar ve toplumlarin çöküsü gibi nahos yollarla mi çözülecegi. Tüm bu
karamsar olaylar, insanlik tarihi boyunca yasanmistir. Olumsuz olaylarin olusma
sikligi, çevrenin bozulmasi, nüfusun yarattigi baski ve sonucunda meydana gelen
yoksullukla siyasi istikrarsizliga bagli olarak artar. Insan uygarliginin Dünya
çapinda çöküsü sonucundan biraz daha az dramatik olani da, sunun gibi bir sonuçtur: Gelismis
ülkeler rahatlarini bozmadan (ki bu rahata düskünlük insanligi felakete
sürüklemektedir) hayat tarzlarini degistirmeden yasamaya devam ederken, Rwanda ya da Haiti’dekine benzer
kosullarin, gelismekte olan ülkelere yayilmasi durumunda bizi mutsuzluk,
kroniklesmis terör, savas ve salgin hastaliklar
beklemektedir.
Geçmis
toplumlarin yasadiklarindan ders alip,
gelecegimizi yaptigimiz hatalardan arindirarak, sorunlarimiza küresel
çapta acil çözümler bulmamiz gerekmektedir. Karamsarliga kapilacagimiza,
ihtiyatli bir iyimserlik tasimaliyiz. Çünkü gerçekçi olmak, umutlu olmak için
temel dayanagimiz, karsimizdaki sorunlarin çözümsüz olmamasidir. Evet, büyük
risklerle karsi karsiyayiz; ancak en ciddi sorunlar bile
kontrolümüz disinda degil. Isin köküne inersek, bizi çevreleyen sorunlar
yumaginin esas sorumlusunun insanoglu oldugunu görürüz. Bunlari
kontrol eden bizleriz; bu sorunlara neden olmaktan vazgeçebilir ve çözüm üretmeye
baslayabiliriz. Gelecek önümüzde,
atak olmamiz gerekiyor.
Öncelikle,
çevre sorunlariyla ilgilenmenin lüks oldugunu düsünen ve çözüm hedeflerini
masrafli gören zihniyeti bir kenara birakmanin zamani çoktan gelmistir. Esasinda çevre kirliligi,
hem kisa vadede, hem de uzun vadede maliyet yükü getirmektedir. Oysa
ki, çevrenin kirletilmesine önceden engel olmak veya
çevreyi temizlemek uzun vadede hatta kisa vadede bize çok büyük miktarda tasarruf saglar. Söyle
düsünün; hastaliga yakalandiktan sonra tedavi olmaya çalismaktansa, sagligimizi
koruyup kendimize dikkat etmek daha tercih edilir ve masrafsiz bir yöntemdir.
Çevreye verdigimiz zararin aslinda kendi basimiza açtigimiz dertler oldugunu
akildan çikarmamak gerekir.
Teknolojinin
sorunlarimizi çözecegini düsünmek de büyük bir yanilgi ve kendimizi
kandirmaktan baska bir sey degildir. Belki yeni teknolojiler çözümü
kolaylastiracaktir; ancak son yüz yilda
olusan çevre felaketlerinin ve su andaki çevresel sorunlarin, gelisen
teknolojimizin öngörülemeyen ya da basta umursanmayan sonuçlari oldugunu
unutmayalim. 20.yy’da büyük bir hizla gelisen teknoloji, eski sorunlarimizi
çözmek yerine ne yazik ki, yeni ve tehlikeli sorunlar yaratmakta çok daha
basarili olmustur. Önemli olan teknolojinin gelisigüzel gelismesi degil, çevre
dostu teknolojiler üretmemizdir.
Mesela hibrid otomobillerden
bahsederken, dev kasali SUV’lerden (nam-i
diger Etiler Traktörü) söz etmeden olmaz. Hibrid otomobil satislarini geride
birakan bu ürünün çevre üzerine büyük
zararlari vardir; ve ne yazik ki, insanlarin
daha çok benzin
tüketmesini ve egzos salinimini arttirmaktadir. Bir kaynak tükendiginde,
yerine yenisini koyabiliriz yaklasimi tamamen faydasizdir. Çünkü, yerine
yenisini koyana kadar is isten geçmis olacaktir. Gelecek için günes ve rüzgar
enerjilerini degerlendirmek üzere çalismalar, hidrojenle çalisan otomobil teknolojisi gelistirmek elbette
yararlidir fakat geçis dönemi uzun süreceginden ve kaybedecek zamanimiz
olmadigindan bu yeni teknolojiler yayginlasincaya kadar herseyden önce petrol
tüketimini, mevcut arabalarin kullanimini azaltacak önlemler alinmasi sarttir.
Gida
sorununun, nakliye sorununun çözülmesiyle veya genetigi degistirilmis gidalarla
çözülecegi iddiasi da büyük bir fiyaskodur. Bu iddiaya göre; gelismis
ülkelerden bazilari, örnegin ABD, kendi
vatandaslarinin tüketebileceginden daha fazla gida üretmektedir ve eger gida
tüketimi Dünya çapinda esitlenebilirse, ya da gelismis ülkelerdeki gida fazlasi
Üçüncü Dünya’ya ihraç edilebilirse, açlik ve kitligi azaltabilir. Buradaki
bariz yanilgi sudur: Gelismis ülke vatandaslarinin hiçbir sekilde Üçüncü Dünya
vatandaslarinin da karni doysun diye daha az yemeye niyeti yoktur. Ikinci
yanilgi ise, bazi Üçüncü Dünya ülkelerinde kuraklik veya savas gibi krizler
nedeniyle olusan kitligin boyutunu hafifletmek için, Gelismis ülkelerin ara
sira gida ihraç etme istegine ragmen, vatandaslarinin Üçüncü Dünyayi beslemek
için yapilan yardimlara düzenli vergi vermeye yanasmamasidir. Üstelik bu gerçeklesse
bile, ABD’nin sürekli prensip olarak karsi çiktigi denizasiri aile planlamasi yapilmadikça, gida artisiyla
birlikte nüfus artisinin yasanmasi da kaçinilmaz
olacaktir. Zaten bu ikilem ve Dünyadaki nüfus artisi, Yesil Devrim’e on
yillarca harcanan onca para ve yüklenen
umudun sonunda Dünyada açlik ve kitlik hala yaygindir. Bu açidan GDO’larin da
Dünyanin gida sorununa çözüm olamayacagi açiktir. Basta soya, misir,
kanola ve pamuk
gibi GDO’lu ürünler, genelde hayvan yemi, yag ve tekstil üretiminde
kullanilmak üzere iliman iklime sahip 6
ülkede yetistirilmektedir. Insanlarin GDO’larin tüketimine direnç göstermek
için pek çok geçerli nedeni vardir. GDO’lu tohumlari üreten sirketlerin,
mallarini iliman bölgelerdeki zengin çiftçilere satarak kazanç saglayip,
gelismekte olan tropik ülkelere satmiyor olmasi da acimasiz gerçeklerden
biridir. Ayrica Üçüncü Dünya ülkelerinin ihtiyaçlarina yönelik ürünler
gelistirmeye de yanasmamaktadirlar.
Görünürde
insan ömrünün uzamis olmasi, saglik ve refahin
artmasi, hala musluklardan temiz su akmasi, etrafin yesil
olmasi, yasam kosullarinin iyilesmesi, Gelismis ülkelerde yasayanlar
aliskanliklarini degistirmezlerse, aci sonun yaklastigini görmelerini
engelleyebilir. Fakat, insan ömrünün uzamasi tek basina bir gösterge olamaz.
Milyarlarca insan, kimyasal atiklarin ya da çevre kirliliginin neden oldugu
hastaliklarla bogusmaktadir. Üçüncü Dünya ülkelerinde Dünya nüfusunun %80’i
kadar insan, hala fakirlik içinde, açlik sinirina yakin veya sinirda
yasamaktadir. ABD’de bile nüfusun giderek artan bir bölümü, yoksul ve saglik
hizmetlerinden yoksundur. En berbat olani da,
bu durumu degistirmek için ileri sürülen, “Devlet tarafindan herkese
ücretsiz saglik sigortasi hizmeti” politik olarak kabul görmemektedir.
Küresellesme
nedeniyle artik, uzak gibi görünen ülkelerin sorunlari da hepimizi ilgilendiren
sorunlar haline gelmistir. Siyasi ve ekonomik istikrarsizliklarin dengeye
kavusturulmasi gereklidir. Gelismis ülkelerden gelismemis ülkelere gönderilen
elektronik veya kimyasal atiklar çok büyük bir saglik tehdidi olusturmaktadir.
Sanayi atiklarimizla havayi, topragi, suyu, denizi, baliklari,
dolayisiyla insanlari zehirledigimizi umursamazliktan gelemeyiz. Sadece
Grönland, Sibirya gibi Dünyanin ücra köselerine gönderdigimiz atiklarin,
Eskimolarin besini olan baliklara karismasi bir yana, gelismis veya gelismekte
olan ülke vatandaslarinin besinleri içinde de çesitli zararli kimyasallar
bulunmaktadir.
Toplum
olarak aliskanliklarimizi degistirmemiz lazim. Su anda gelismis ülkelerin
keyfini sürdügü ekonomik refah, yerine koyamayacagimiz kaynaklari kullandigimiz
içindir ve böyle devam etmesi olanaksizdir. Bu dogal sermayeyi harciyor
olmamiz, kesinlikle kar ettigimiz anlamina gelmemektedir. Hatta, iflasin
esiginde oldugumuzun sinyalleri
çoktan gelmeye baslamistir.
Mayalar, Anasaziler gibi toplumlarin çöküsüne baktigimizda,
hatta yakin tarihte
SSCB’nin çöküsünü inceledigimizde, bir toplumun tepetaklak
devrilmesinden sadece birkaç on yil öncesinde refah ve güç düzeyinin zirveye
ulastigini görürüz. Bunun nedeni basittir: maksimum nüfus, refah ve kaynak tüketimi ve atik üretimi çevre
üzerinde maksimum etki demektir ki, bu da sinira dayanildigini gösterir.
Dolayisiyla, toplumlarin zirvede
olduklari dönemi takiben
hizli bir çöküse geçmelerine sasmamak gerekir.
Önümüzdeki
sorunlari çözmek için, aslinda yeni teknolojilere ihtiyacimiz yok. Ilk asamada,
bireysel olarak yasamlarimizi, çevre dostu bir anlayisla sürdürmekle
baslayabiliriz. Çözümün anahtari
neredeyse, daima eldeki çözümleri uygulamaya sokacak siyasi iradedir. Elbette bunu hayata geçirmek, söylemesi kadar
kolay degi;l ancak geçmisteki birçok toplum, gerekli olan siyasi iradeyi
gösterebilmistir. Genel olarak bakacak olursak, modern toplum, bazi sorunlari
tamamen ve bazilarini da kismen çözmek için gerekli iradeyi gösterdi bile.
Yok
olup gitmek yerine, basarili olmak için hemen
simdi almamiz gereken
kararlara gelince; bana soracak
olursaniz büyük önem tasiyan iki tür karar var. Bu kararlardan ilki, uzun vadeli düsünmeyi hayata geçirecek cesaret ve
sorunun bir krize dönüsmeden, algilanabilir hale geldigi andan itibaren vakit
kaybetmeden cesur, yürekli ve ilerici kararlar almaktir. Bu türden bir karar
mekanizmasi, seçilmis siyasetçilerimizi ne yazik ki fazlasiyla iyi tanimlayan
kisa vadeli, tepkiye dayali karar verme sürecinin tam
tersidir. Kisa vadeli karar verme süreciyle ilgili sayisiz depresif örnegi bir
tarafa koyarsak, bize umut asilayacak cesaretli ve uzun vadeli birçok kararin
alindigini görürüz. Benzer örneklere günümüzde STK’lar, sirketler ve hükümetlerin faaliyetlerinde de rastlamak
mümkün.
Geçmis
toplumlarda yasanan felaket derecesindeki orman alanlarini yoketme
faaliyetlerini düsünürsek Paskalya ve Mangareva reislerinin kisa vadeli
endiselerine yenik düstügünü, Tokugawa sogunlarinin, Inka Imparatorlarinin,
Yeni Gine daglilarinin ve 16.yy Alman arazi sahiplerinin uzun vadeli bir
yaklasim benimsedigini ve çevrelerini tekrar agaçlandirdiklarini görürüz.
Benzer sekilde günümüz Çinli liderleri ormanlik alanlarin genisletilmesini
tesvik etmis ve 1998 yilinda agaç
kesimini tamamen yasaklamistir. Is dünyasina bakacak olursak,
Amerikali büyük sirketlerin
basarili olmasinin ardinda, politikalarini herhangi bir kriz olmadan güncellemeleri
veya yenilemeleri gelmektedir. Daha nadiren de olsa cesaretli, basarili ve uzun
vadeli planlama, bazi hükümetleri ve siyasi liderleri tanimlamak için de
kullanilabilir. ABD hükümeti, geçtigimiz 30 yil içinde nüfus %40 oraninda ve
motorlu tasitlarla katedilen mesafe %150 arttigi halde, itinali ve sürekli çabalari
sonucunda 6 ana hava kirleticinin salinimini ulusal düzeyde %25 oraninda düsürmüstür.
Geçmis
hakkindaki bilgimizle canlanan bir diger kritik seçim, degerler hakkinda
sancili da olsa önemli kararlar
alinmasidir. Geçmiste bir toplum için yararli olan degerlerden hangisi sürekli
degisen sartlar karsisinda var olmaya devam edebilir? Hürmet gören
bu degerlerden hangileri yerini farkli yaklasimlara birakmalidir?
Liderler
pasif tepkiler vereceklerine, krizleri önceden görüp erken davranacak kadar
cesur olmalidir. Yukaridan asagi yöntemle güçlü ve yerinde öngörülü kararlar
alip uygulayarak toplumda büyük farklar yaratabilirler. Ayni sekilde, cesur
davranan vatandaslar da asagidan yukari dayatamayla yöneticilerini etkileyebilir.
****************************
Geçmis
toplumlarin hatalarindan ders çikarma sansina sahibiz. Bizden önce hiçbir
uygarlik böylesi kapsamli bir avantaja sahip degildi. Iyiye dogru bir fark
yaratmak adina, yeterli sayida insanin
bu firsatlari yerinde degerlendirecegini umut
ediyorum.
------------------------------------------------