ÇÖKÜS

ÇÖKÜS

Fevzi BOZKURT
Biyografi


 “Medeniyetler Nasil Ayakta Kalir ya da Yikilir?”
Çöküsten kastettigim, hatiri sayilir bir bölgede, uzunca bir dönem boyunca nüfus ve veya siyasi/ekonomik/sosyal yapida meydana gelen esasli  küçülmelerdir.  Örnegin Iskandinav  Grönland’i, arkasinda anitsal kalintilar birakarak çöken veya ortadan kaybolan sayisiz toplumdan sadece biridir.
 
Bu standartlar esas alindiginda, günümüzde A.B.D. topraklarinda Anasazi ve Cahokia’da,  Orta Amerika’nin Maya sehirlerinde, Güney Amerika’nin Moche ve Tiwanaku yerlesimlerinde, Antik Yunan’daki Miken ve Girit’teki Minos uygarliklarinda, Afrika’nin Büyük Zimbabve’sinde, Asya’nin Angkor Wat ve Harappan Indus Vadisi sehirlerinde, Pasifik Okyanusu’ndaki Paskalya Adasi gibi yerlerdeki toplumlarin önemsiz küçülmeler degil, ciddi boyutta birer çöküs yasadiklari konusunda çogumuz hemfikiriz.
 
Bu eski toplumlardan geriye kalan anitsal kalintilar, kuskusuz herkeste  nostaljik bir  hayranlik uynadirmakta. Tanik oldugumuz eserlerin kusursuz ve cezbedici güzelliklerine kapilip, bu mekanlarda ne türden hayatlar ve maceralar yasandigini hayal etmek isten degil.  Ancak bu  nostaljik duygularin beraberinde aklimiza bir soru da takilmakta: böyle trajik bir son bizim refah dolu toplumumuzun da basina gelebilir mi? Acaba gelecegin turistleri, New York’un pasli ve yikik gökdelen kalintilari arasinda yürürken, bugün bizim agaç ve sarmasiklarin ele geçirdigi Maya harabeleri arasinda yürüdügümüzde hissettigimiz duygulari mi   yasayacak?
 
Bu yerlesimlerin esrarengiz terk edilisleri arkasinda, en azindan bir noktaya kadar ekolojik sorunlarin neden oldugundan uzunca bir zamandir süphe duyulmaktadir. Ekolojik sorunlar derken insanlarin, kasitsiz da olsa yasamak için ihtiyaç duyduklari dogal kaynaklari yok etmesinden söz ediyorum. Bu yüzden de medeniyetlerin ayakta kalmasinin ya da yikilmasinin bir anlamda kendi seçimleri oldugunu öne sürüyorum. Ekolojik intihar olarak nitelendirebilecegimiz bu  bilinçsiz  gidisatin gerçekligi son zamanlarda arkeologlar, iklim uzmanlari, tarihçiler, paleontologlar  (fosil bilimi) ve polinolojistler (polen bilimi) tarafindan yapilan arastirmalarla kanitlanmistir.  Ekolojik denge üzerinde farkli derecelerde hasar yaratmis olsalar da, eski toplumlarin yasadiklari çevreye zarar vererek kendi geleceklerini kararttigi süreç, sekiz ana kategori altinda    incelenebilir:
 
Ormansizlasma ve yasam alanlarinin tahrip   edilmesi,
Toprakla ilgili sorunlar,
Su yönetimi sorunlari,
Asiri avlanma,
Deniz ürünlerinin asiri  tüketimi,
Insanin beraberinde getirdigi bitki ve hayvan türlerinin yerel türlere olan olumsuz etkisi,
Insan nüfusunun asiri  artisi,
Insanlarin her birinin yasam ortamina getirdigi yükün   artmasi.
Peki, bir toplumun çöküsünü nasil “bilimsel” olarak inceleyebiliriz? Bilim çogu zaman yanlis  bir biçimde, “laboratuar ortaminda tekrar tekrar gerçeklestirilen kontrollü deneyler sonucu elde edilen bilgi birikimi” olarak tanimlanmaktadir. Esasinda, bilim çok  daha kapsamli  bir  olgudur. Bilim, Dünyamiz hakkinda güvenilir bilgi edinme  aracidir.
 
Belli bir tür hakkinda bilgi edinmek amaciyla, örnegin bir  bölgede yerlesik  kuslarin  nüfusunu bilinçli olarak yok ederken veya sinirlandirirken, baska bir bölgede ellenmemis kontrol grubu olarak ayni türden baska bir kus toplulugunu hayatta birakmak, genel hatlariyla ne uygulanabilir, ne yasal ne de etik olabilir. Bilimde sikça basvurulan bir yaklasim “karsilastirmali yöntem” veya “dogal deney”dir. Yani, degiskenler bakimindan farklilik gösteren dogal durumlari karsilastirmak. Bu kitapta, çevresel sorunlarin  katkida bulundugu  toplumsal  çöküsleri anlayabilmek için benimsedigim yaklasim da karsilastirmali   yöntemdir.
 
Geçmis toplumlarin çöküslerini anlama çabalariyla beraber  bazi tartismalar  da  tetiklenmistir. Büyük bir fikir ayriligi yaratmanin yaninda, önemli güçlüklerle yüzlesmeyi gerektirmistir. Bunlarin basinda, geçmisteki bazi toplumlarin uygarliklarinin sonunu  getirecek hatalar yaparak kendi sonlarini kendilerinin hazirladigi fikri gelmektedir. Özellikle  de söz  konusu olan bu çöküslerin sorumlulari günümüzde yasayan bazi toplumlarin atalariysa tartismalar alevlenmektedir. Süphesiz ki çevreye zarar vermek, yasadigimiz zamanda büyük  bir kabahat  olarak addedilmektedir. Paleontologlarin “Atalariniz Hawai ve Yeni Zelanda’daki kus  türlerinin yarisini yok etti” ithamlarini, Hawai yerlileri ve Maoriler elbette hos karsilamaz. Benzer bir örnek, arkeologlarin Amerika yerlilerine “Anasaziler, Güney Bati ABD’nin önemli bir kismini  ormansizlastirdi” demesi olabilir. Bilim insanlari tarafindan yapilan bu açiklamalar, sanki “Atalariniz sahip olduklari topraklari iyi yönetemedi; o nedenle varliklarina el konulmasi hakli bir hareketti.” anlamina geliyor gibi algilanabilir. Yerlilerin çevreye olan yaklasimlari konusunda  tarihi  varsayimlarda bulunmanin sadece yanlis oldugunu degil, ayni zamanda tehlikeli oldugunu da düsünüyorum.
 
Yaratici olan, verimli çalisan ve hatiri sayilir avcilik becerilerine sahip  olan Homo  sapiens türü için çevresel ve dogal kaynaklari sürdürülebilir bir biçimde yönetmek, 50.000 yil öncesinde de gayet zordu. Ister Avustralya kitasi, ister Kuzey Amerika,  Güney Amerika,  Madakaskar, Hawai  veya Yeni Zelanda olsun, daha önceleri üzerinde insan barindirmayan her toprak kütlesinin insanlarca kolonilestirilmesinden hemen sonra, insan korkusu nedir bilmeyen ve öldürülmesi kolay olan veya insanlarla gelen zararlilara veya hastalik türlerine bagisikligi olmayan büyük hayvan türlerinin hepsinin nesli tükenme egilimi göstermistir. Çevre ve dogal kaynaklari asiri tüketme tuzagina her toplumun düsebilecegi yadsinamayacak bir   gerçektir.
 
Konuya baska bir açidan da yaklasmak mümkün. Mesela Mayalar gibi çöken uygarliklarin    pek çogu aptal ve ilkel olmanin tam aksine (en azindan bir süre için) zamaninin en yaratici ve  basarili toplumlari arasindaydi. Geçmis uygarliklar yok olmayi hak eden ilgisiz ve kötü idareciler olmadiklari gibi günümüzde her türlü sorunu çözecek bilgi birikimine sahip duyarli çevreciler de degildiler. Onlar, bizim gibi  insanlardi.
 
Izlanda’ya varan Norveçli kolonistler ilk basta, görünüste kendi ülkelerindekine benzeyen  fakat aslinda çok farkli olan bir çevreyle karsilastilar. Ilk izlenimleri dogrultusunda adadaki verimli yüzey topragini ve mevcut ormanlari tamamen yok ettiler. Bu facia girisim sonrasinda Izlanda, uzunca bir süre Avrupa’nin en fakir ve çevresi en fazla hasar görmüs toprak parçasi olarak yasam mücadelesi verdi. Ancak Izlandalilar, geçmis deneyimlerden faydalandilar ve çevre koruma anlaminda çok kati önlemler aldilar. Bu çabalari sonucunda Izlandalilar, Dünyadaki sayili refah toplumlardan biri haline gelmeyi basardilar. Söylemek istedigim, bu kitap sadece, ardi ardina siralanmis depresif basarisizlik öykülerinden olusmuyor. Ayni zamanda gelecege  umutla  bakmamiza olanak veren ilham verici basari hikayelerine de yer   veriyor.
 
Çevre ve dogal kaynaklara verilen zararin, bir toplumun çöküsündeki tek sorumlu oldugunu söylemek de yanlis olacaktir. Çöküs sürecinde mutlaka baska unsurlar da rol oynamaktadir. Bu baglamda, simdilerde çevresel çöküs olarak kabul edilen olaylari anlayabilmek için, buna katkida bulunan olasi unsurlari bes boyutlu bir çerçeveye oturtma yolunu seçtim. Bunlarin  dördü  (çevreye verilen zarar, iklim degisimi, düsman komsular ve dost ticaret ortaklari) belirli toplumlar  için alakasiz olabilir. Ancak besincisi – Toplumun çevre sorunlarina verdigi tepki – sadece  önemli degil ayni zamanda daima belirleyici bir unsurdur. Çöküsün temellendigi bes boyutu biraz daha detaylandirmakta fayda  görüyorum.
 
Çevreye Verilen Zarar: Insanlarin çevreye kasitsiz olarak verdigi hasarin boyutu ve geri çevrilebilirligi, toplumun (örn. Yilda km basina kaç agaç kesildigi gibi) ve yasanan çevrenin özelliklerine (örn. tarim verimliligi, mahsul yetisme hizi, vb.) baglidir. Çevresel özellikler, hasara hassasiyet veya dayaniklilik (hasarin giderilmesi potansiyeli) olarak degerlendirilir. Çevre derken ormanlar, denizler, toprak, balik popülasyonu gibi pek çok alanin hassasiyeti veya dayanikliligi kastedilmektedir. Kural olarak, sadece bazi toplumlarin çevresel çöküsler yasamis   olmasinin nedenleri   arasinda,   insanlarinin   fevkalade düsüncesiz   olusu     ve yasadiklari    çevrenin   bazi    özelliklerinin istisnai     biçimde   hassas    olusu  gelir.  Bazi durumlardaysa, ikisi birden mevcut  durumdadir.
 
Iklim Degisimi: Günümüzde iklim degisimini insan kaynakli küresel isinmayla  bir  tutuyoruz; ancak aslinda iklim degisimi yeryüzünde isi degisiklikleri, yagis miktarinda artis veya azalma, volkanik patlamalar, okyanus ve karalarin dagilimi, Dünyanin ekseninin Gezegenin yörüngesine göre degismesi, buzullarin hareketi gibi  dogal güçlerle  ilintilidir. Iklim degisimleri, geçmis toplumlar için büyük tehdit olusturmus, bazilarinin  çöküsüne  neden olmustur. Tarih öncesi çaglarda insan ömrünün çok kisa olusu sonucu kisa vadeli iklim degisimlerinin hatirlanamamasi nedeniyle toplumlar, birkaç on yil süren bir yagis  dönemi ardindan gelen ve yarim yüzyil süren  kuraklik  dönemine hazirliksiz yakalanmislardir. Daha kötüsüyse, insanligin bugün bile, iklimin iliman oldugu dönemlerde üretim ve üremede artis gösterip, bugünlerin fazla sürmeyecegini unutmus görünmesidir. Böyle olunca, iklim degistiginde toplum, besleyemeyecegi kadar nüfus ve yeni iklim  sartlarina uygun olmayan yasam aliskanliklari gibi büyük sorunlarla karsi karsiya kalir.
 
Günümüzün pek çok toplumu için, iklim degisimiyle tetiklenen asiri  sulama kaynakli  susuzluk ve kuraklik, baslarina bela açacaktir. Iklim degisimi bazi toplumlarin yararina islerken, bazisinin canini yakacaktir. Çevre ve dogal kaynaklarini tüketen toplumlarin iklim sartlarinin yumusak seyretmesi kosuluyla, varligini sürdürebildigine dair geçmisten bir çok örnek verilebilir. Ancak bu toplumlar, iklimin daha kurak, soguk, sicak, yagmurlu veya degisken olmasi karsisinda, kisa sürede çöküsün esigine  gelmistir. Peki, o  zaman çöküse asil neden olan, insanin çevre üzerindeki etkisi mi yoksa iklim degisimi midir? Hayir, bu sekilde basitlestirmek dogru olmaz. Bunun yerine söyle diyebiliriz. Eger bir toplum çevresel kaynaklarini sadece kismen tükettiyse, iklim degisimi sonucunda meydana gelen kaynak kitligini atlatabilir. Tersi durumda ise, zaten kaynaklarini hoyratça tükettiginden, iklim degisiminin sonuçlarina katlanacak gücü kalmayacaktir. Iklim degisimi dogal bir süreç olmasina ragmen, küresel isinmayi asiri biçimde arttiran, yeryüzündeki sorumsuz faaliyetlerimizdir. Çevreye verilen zarar ve iklim degisimi birlestiginde, sonuç ölümcül olmaktadir.
 
Düsman Komsular: Tarih boyunca birkaçi hariç bütün toplumlar cografi açidan digerlerine yakin olduklarindan, birbirleriyle iliskide bulunmuslardir. Komsu toplumlar arasi iliskilerin  ara ara ya da daima düsmanca oldugu görülmüstür. Bir toplum gücünü koruyabildigi sürece  ve çevresel zarar dahil herhangi bir nedenden ötürü zayiflayana kadar, düsmanlarini uzak tutmakta basarili olabilir. Böylesi durumlarda çöküsün dogrudan nedeni, askeri fetihlerdir Ancak altta yatan temel unsur, toplumun zayiflamasina neden olan genel süreçtir. Buna  göre ekolojik veya baska nedenlerden ötürü meydana gelen çöküsler, siklikla askeri hezimetler olarak maskelenmistir. Buna verilebilecek en iyi örnek, Bati Roma Imparatorlugu’nun çöküsüdür. Roma, bin yil boyunca sinirlarini  kusatmis olan  Kuzey  Avrupa ve Orta Asya’da yasayan “Barbar” kavimleri basarili bir biçimde defetmeyi bilmistir. Fakat, en sonunda savasi kazananlar Romalilar degil, barbarlar olmustur. Bu  temel degisiklik, nüfuslari arttikça daha iyi silahlar, atlar edinip daha iyi örgütlenmesi gibi barbar kavimlerin geçirdigi degisimden veya Orta Asya’daki steplerin iklim degisiminden olumlu etkilenmelerinden mi kaynaklanmistir? Yoksa barbarlar, Roma’nin ekonomik, politik ve çevresel anlamda, kendi içindeki olumsuzluklar nedeniyle zayiflamasini firsat mi bilmistir? Tarih boyunca benzer sorular farkli toplumlar için sorulabilir. Sonuç olarak, komsularla iliskilerin boyutu ve sekli, toplumlarin gidisatinda önemli rol   oynamaktadir.
 
Dost Ticaret Ortaklari: Bu kapsamdaki faktörler, yukaridakilerin tersine isleyen bir boyuttur. Dost komsulardan gelen destek azaldikça, düsman  komsularin saldirilari artar.  Tarih boyunca, birkaç istisna  disinda tüm toplumlarin düsman komsulari kadar, dostane  ticari ortaklari da olmustur. Çogu zaman ticari ortakla düsman, tavrini dostlukla düsmanlik arasinda degistirip duran ayni komsudur aslinda. Toplumlarin çogu,  bir dereceye  kadar gerek temel ihtiyaç maddelerinin ithalati (ABD’nin petrol ithalati, vb.)  gerekse kültürel  baglar (Avustralya’nin Ingiltere’ye kültürel yakinligi gibi) açisindan dostane komsuluk iliskilerine bagimlidir. Bu durumda ticari ortagin (çevresel hasar dahil) herhangi bir nedenle zayiflayip gerekli mali ya da kültürel bagi saglayamamasi durumunda, dostu olan toplumda zayif düsecektir. Bu, çesitli toplumlarda karsimiza çikan  bir sorundur. Örnegin, petrol   için, ekolojik olarak kirilgan ve siyasi açidan sorunlu Üçüncü Dünya ülkelerine bagimli olan Birinci Dünya’nin 1973’te karsilastigi petrol ambargosunda oldugu gibi, yakin tarihte de yasanmis bir durumdur.
 
Toplumun Çevre Sorunlarina Verdigi Tepki: Çevreyle ilgili olsun olmasin,  toplumun içinde bulundugu sorunlara verdigi tepki de çok önemlidir. Farkli  toplumlar,  benzer sorunlara farkli yaklasip, farkli tepkiler verir. Mesela, geçmis toplumlarda ormanlarin yokedilmesi sorunu pek çok yerde görülmüsken, bazilari bunun üstesinden gelemeyip  çökmüs, bazisi ise sorunu çözerek gelisimini sürdürmüstür. Birbirinden bu kadar farkli sonuçlara ulasilmasinin nedeni, sorun karsisinda toplumun verdigi tepkidir; ve bu tepkiler toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal kurumlariyla kültürel degerlerine baglidir. Toplumun sorunlarini çözüp çözemeyecegini, ya da en azindan çözmeyi denemeyi, bu kurumlar ve sosyal degerler belirler.
 
Bu kitapta bahsi geçen toplumlarin çöküsü veya kaliciligi, yukaridaki  bes boyut  çerçevesinde incelenmektedir. Çevreye verilen zararin, tüm çöküs hikayelerinde basrol oynadigini iddia etmek, elbette abesle istigaldir. Günümüzden ve geçmisten verilebilecek birer karsi örnek, Sovyetler Birligi’nin çöküsü ve Romalilarin M.Ö. 146’da Kartacayi yok etmesidir. Bu olaylar, askeri  ve ekonomik unsurlarin, tek basina çöküs sürecini tetiklemeye yeterli oldugunu kanitlamaktadir. Genelde toplumlarin çöküsü, bazi durumlarda iklim degisimlerinin, düsman komsularin, ticari ortakliklarin da etkili oldugu ve toplumun verdigi tepkilerin de dahil oldugu çevresel kaynakli durumlardir.
 
Günümüzde, insanin çevre üzerinde yarattigi etki çok tartisilmaktadir.  Bir yanda çevreciler  bir yanda çevreci olmayanlar olarak ayirabilecegimiz iki cephe vardir ki, çevreciler mevcut çevre sorunlarinin çok ciddi oldugunu, acilen müdahale edilmesi gerektigini  ve mevcut  ekonomik  büyüme ve nüfus artisinin bu sekilde devam ettirilemeyecegini savunurlar. Çevreci olmayan cephe ise, çevrecilerin kaygilarinin abartili oldugunu ve iktisadi büyüme ve  nüfus artisinin mümkün  ve arzu edilen seyler oldugunu ileri sürmektedir. Eskiden sanayiciler ve isadamlari, fabrikalarinin ve isletmelerinin çevreye olan etkisini hiç umursamazken, artik birçok isadami, çevreci bir yaklasim edinmistir. Öte yandan, is dünyasinda  olmadiklari halde, çevrecilerin iddialarina burun kiviranlar da vardir. 
 
Uluslararasi alanda en büyük çevreci kurumlardan biri olan ve çok uluslu  çikarlari bulunan, Dünya Dogal Hayati Koruma Dernegi’nin Amerika Subesinin  Baskanligini yürüttügüm on   iki yil boyunca, çevreci olmayan cepheden yogun elestiri aldim. Kiyamet tellalligi yaptigimi, riskleri abarttigimi ve nesli tükenmekte olan hayvanlari insanlarin ihtiyaçlarinin önüne koydugumu söyleyenler oldu. Oysa ki, elbette Yeni Gine’deki kuslari seviyorum; ama ailemi, arkadaslarimi ve diger insanlari daha çok seviyorum. Benim çevre meseleleriyle ilgilenmemin nedeni, sonuçlarinin kuslardan öte, insanlari etkileyecegini biliyor  olmam.
 
Diger yandan, çevresel kaynaklari acimasizca sömüren ve genelde çevre karsiti olarak  görülen is kollarinda da tecrübeli oldugumu belirtmeliyim. Dolayisiyla demir madenlerinde, petrol    ve dogalgaz sirketlerinde ya da sigir çiftliklerinde çalisanlarin veya isverenlerin düsüncelerini yakindan ögrenme firsatim oldu. Bazi isletmelerin gerçekten de çevreye ne kadar duyarli olduguna tanik oldum. Fakat bazilarinin da çevreyi çok feci boyutlarda mahvettigini  gördüm. Her  iki  durumda da gözlemlerimi açikça belirttim. Buna ragmen, hakkimda olumsuz elestiri yapan çevre karsitlari gibi, zaman zaman is dünyasindan çikarim oldugunu söyleyen çevreciler de    oldu.
 
Bu yüzden, bu kitabi yazarken hem çevre sorunlari, hem de is dünyasinin gerçekleri bakimindan tecrübe sahibi olan ve orta yolu bulmaya çalisan biri olarak görüs bildiriyorum. Dolayisiyla, su anda asil derdim, farkli isletmelerin nasil olup da birbirinden bu kadar farkli çevre politikalari benimsiyor oldugu. Fikrimi soracak olursaniz, modern dünyanin en büyük güçleri halini almis büyük sirketler ve çevreciler, birbirleriyle isbirligine gitme yoluna razi gelmedikçe ve insanlik tarihi boyunca yapilmis hatalardan ders çikarmadikça, gezegenimizin çevre sorunlarini çözmenin olanagi yok. Simdi geçmise bakip ders çikarma zamani olduguna göre önce  eski toplumlara ve   nasil çöktüklerine bir göz atalim ardindan da su anda yasanan sorunlari   inceleyelim.
   
Paskalya Adasinda Alacakaranlik
Tarih öncesi Polinezya halkinin genis bir cografyaya yayilmasi, belki de insanlik tarihinin en dramatik deniz kesfi sürecini temsil eder. M.S. 1200 yilina kadar eski insanlarin Asya  ana  karasindan ayrilip Endonezya adalari üzerinden Pasifik Okyanusu’na açilarak, Avustralya ve Yeni Gine’ye yayilisi, Yeni Gine’nin dogusunda bulunan Solomon Adalari’ndan öteye gitmemisti. Tam bu siralarda, Yeni Gine’nin kuzey dogusundaki Bismarck Takim  Adalari’ndan geldigi  söylenen,  denizcilik ve çiftçilik becerileri gelismis (ayni zamanda Lapita stili olarak adlandirilan seramikler üreten) insan toplulugu, Solomon Adalari’ndan  doguya dogru yelken açarak amansiz denizlerde 1500 kilometrelik bir yol katetmis ve Fiji, Samoa ve Tonga’ya  ayak basmakla  Polinzeya  insanlarinin atalari olarak tarih sayfalarinda yerlerini   almislardir.
 
Pusula, yazi  ve metal aletler  gibi araçlardan mahrum  olsalar da, Polinezyalilar seyrüsefer  ve yelkenli kano imalatinda birer ustaydilar. Radyokarbon tarihlendirme teknigi  sayesinde  –  çömlek, ev ve tapinak kalintilari, yemek artiklari ve iskeletler gibi - arkeolojik buluntulardan, bu insanlarin yaklasik olarak hangi tarihlerde ve hangi rotayi kullanarak yayildiklarini artik ögrenmis bulunuyoruz. M.S. 1200 yilina gelindiginde Polinezyalilar, Hawai – Yeni Zelanda – Paskalya Adasi’ndan olusan büyük bir üçgende yasama müsade eden tüm kara parçalarina    ulasmisti.
 
Polinezyalilarin atalari tarafindan baslatilan ilk yayilma dalgasi doguya, birbirlerine sadece birkaç günlük yelkenli seyahati kadar mesafede olan Fiji, Samoa ve Tonga adalarina kadar  erismistir. Bu insanlarin ulastigi Bati Polinezya takim adalariyla Dogu Polinezya olarak anilan takim adalar (Cooks, Societies, Marquesas, Australs, Tuamotus, Hawai, Yeni Zelanda, Pitcairn ada takimi  ve Paskalya) arasindaki uzaklik, kat kat fazlaydi. Sebebi ister gelisen kano mühendisligi ve  seyrüsefer becerileri, ister okyanus akintilarindaki degisiklikler,  su  seviyesinin düsmesiyle  basamak olarak kullanilabilecek adaciklarin yüzeylenmesi veya sans olsun, bu son yolculugun gerçeklesmesi, 1500 yil gibi çok uzun bir aradan sonra   gerçeklesebilmisti.
 
M.S. 600-800 dolaylarinda insanlar, Dogu Polinezya’ya en yakin olan Bati Polinezya adalari, Cooks, Societies ve Marquesas’ta yasamaya baslamisti. Gelisen nüfus, buralari merkez alarak civardaki issiz adalara yerlesmek için, bir basamak olarak kullandi. Nereden baksak 4000 kilometrelik yolculugun ardindan M.S. 1200’de, Yeni Zelanda’ya ulasilmasiyla insanoglu Pasifik’te yasamaya uygun tüm adalara yerlesmis  oldu.
 
Günümüz teknolojisinden yoksun küçücük kanolarla Mangareva’dan doguya  yönelerek böylesi uzun bir yolculuktan sonra okyanusun ortasinda  eni ve  boyu 15’er kilometreyi geçmeyen  bir adaya ulasmis olmak, bizler için hayal etmesi bile neredeyse imkansiz  bir  sey. Fakat,  Polinezyali denizcilerin kara parçasindan yaklasik 250 kilometrelik bir çapta uçusan kuslari inceleyerek, henüz gözle görünmeyen adalarin varoldugunu kavrama yetenegine sahip olduklarini aklimizdan çikarmamamiz gerekiyor. Bu bilgiler, Polinezyali kano seyyahlarinin, Paskalya  gibi  adalari nasil bulduklarini  aydinlatmaktadir.
 
Paskalya Adasi dendiginde, elbette akla hepimizde büyük merak  uyandiran gizemli  heykel ve platformlar gelir. Polinezya bölgesinde sikça karsilastigimiz böylesi yapilarin, neden Paskalya adasindaki toplumsal yasamin bu denli odaginda oldugu, buraya  yerlesenlerin niye  tüm kaynaklarini bu ugurda harcayip en büyüklerini yapmaya çabaladigi sorulari, adanin gizemini arttirmaktadir. Bunun  birçok sebebi olabilir. Öncelikle, adada  bolca  bulunan Rano Raraku tüfü,  tüm Pasifik’te islemesi en kolay tas olma özelligindedir. Fakat daha da önemli bir neden, Paskalya Adasi’nin cografik olarak tecrit edilmis olmasidir. Civar adalardaki toplumlar birbirlerine yakinliklarindan ötürü emeklerini ve kaynaklarini adalar arasi ticaret, isgal, kesif, kolonilesme ve   göç gibi faaliyetlere harcamistir. Diger adalardaki kabile reisleri, prestijlerini adalar arasi faaliyetler üzerine oturturken, Paskalya adasi yerlileri diger adalara uzak, hatta neredeyse erisemez olduklarindan, var oluslarini bu heykellerin en görkemlilerini yapmak üzerine temellendirmislerdir. Adadaki kabileler, daha büyük heykeller yapabilmek için birbiriyle yarismistir. Kabile reisleri de, insanlarinin inançlarini bu rekabet ugruna istismar etmislerdir. Bu heykellerin dikilmesi için agaç liflerinden yapilan çok kalin ve uzun halatlar gerektiginden çok  miktarda  agaç kesilmesi  gerekmistir.
 
Ormanlarin yok edilmesiyle az sayida maki türü disinda insanin faydalanabilecegi agaç türü yok oldu. Bu sonuç, Adalilarin birçok kayip vermesine yol açti. Ormanlar yok olunca,  bazi  kus türleri adayi terk etmis; dolayisiyla mefrusat malzemesi olarak kullanilan kustüyü, agaç kabugu     gibi ham maddeler kaybedilmistir. Sifali bitkilerin yok olmasi, ada halkinin sagligini,  orman  meyveleri ve yemislerinin kaybolusu da, beslenmelerini dogrudan etkilemistir. Agaçlar kalmayinca kano yapimi da sona ermis, ticaret durma noktasina gelmistir. Yabani olarak elde edilen gidalar ve kanosuz avlanamayan baliklar olmayinca, yeterli yiyecek bulmak zorlasmistir. Agaçlarin kesilmesi toprak erozyonuna neden oldugundan, tarim mahsulleri de azalmistir. Sonunda,  kendilerini  tanrilarla akraba olarak gören kabile reislerinin bereket dualarinin bosa çiktigini gören savasçilarin isyaniyla, adada iç savas baslamistir. Paskalya adasindaki alacakaranlikta, eski siyasi ideolojiyle birlikte eski inanç sistemi de  çökmüstür.
 
Ne yazik ki, Avrupalilarin gelisiyle, Adalilarin hiçbir sekilde bagisikligi olmayan bulasici hastaliklar da adaya ulastigindan, salgin sonucunda çok sayida insan hayatini kaybetmistir. Bu yetmezmis gibi, hayatta kalanlarin yarisi da Peru’lular tarafindan köle olarak madenlerde çalismak üzere kaçirildi. Onlarin da çogu, tutsakken hayatini kaybetmistir. Uluslararasi  baskilar sonucu  adaya geri gönderilen bir düzine kisinin adaya çiçek hastaligi tasimasiyla salgina yakalanan yerliler de telef oldu. Sonunda, Katolik misyonerler 1872’de adaya  yerlestiginde,  yerli nüfusun  sayisi  111’e inmisti. Bu arada Batidan gelen gemilerle adaya ulasan fareler, kalan kus türlerinin de yok olmasina sebep oldu. Avrupali tacirler Adaya koyun getirdikten sonra, arazi mülkiyeti talep etti. 1888’de Sili’nin topraklarina kattigi Ada, Iskoç bir sirketin yönetiminde bir koyun çiftligine dönüstü   ve Adanin yerlileri, sirkete bogaz tokluguna çalismak zorunda birakildi. Ormanlarin yokedilmesiyle tetiklenen süreç, tüm bir toplumun çöküsüyle sona ermis oldu. Paskalya adasinin çöküsünün  ardinda, insanin çevreye olan etkileri, özellikle ormansizlastirma, kuslarin yokedilisi ve bu etkilerin arkasindaki kabileler arasi siyasi, sosyal ve dini etkenler, kabileler ve reisler arasindaki çekisme ve rekabet (birbirinden daha büyük heykeller dikmek ugruna daha fazla kaynak tüketilmesi), en önemlisi de, baska bir yere göç edebilecek imkanlarinin olmayisi   yatar.
 
Paskalya  adasinin yasadiklari, bir toplumun kaynaklarini asiri tüketerek düsecegi durumu net bir sekilde gösteren etkileyici bir örnektir. Paskalya adasi ve modern dünya arasinda tüyler ürpertici biçimde bariz bir paralellik vardir. Küresellesme, uluslararasi ticaret, jet uçaklar  ve  internet sayesinde, bugün yeryüzündeki tüm ülkeler kaynaklarini paylasmakta ve birbirini etkilemektedir. Aynen Paskalya’daki bir düzine kabilenin yapmis oldugu  gibi. Paskalya  adasi,  Pasifik Okyanusu ortasinda tek basina bir adadir; aynen Dünya Gezegeninin uzayda oldugu gibi. Aynen adaya sikisip kalan Paskalyalilar gibi, biz modern dünyalilarin da güçlükler  karsisinda kaçacak baska bir yeri yok; yardima çagirabilecegimiz kimse de yok. Iste  Paskalya  Adasi toplumunun çöküsünün bir metafor olarak görülmesinin nedeni de budur. Gelecekte bizi bekleyen  en kötü senaryo, bu iste. 17.yy’da sayilari sadece binleri bulan Paskalya halki,  yalnizca tastan aletleri ve kas gücüyle çevrelerini mahvedebildiyse ve dolayisiyla toplumlarini çökerttiyse, günümüzün milyarlarca insani, metal gereçleri ve makine gücüyle daha kötüsünü yapamaz mi? Böylesi bir aci sonla yüzlesmemek için, çok dikkatli davranarak, avantajimiza olan farklari kullanmamiz gerekmektedir. Bir an önce yapilmasi gerekenlere son bölümde    deginecegim.
Hayatta Kalan Son Insanlar: Pitcairn ve Henderson Adalari
Mangareva toplumunu kisa sürede iç savas ve  kronik açlikla  yüzyüze  birakan nedenler,  fazla nüfus ve yetersiz gidadir. Burada yasayan insanlar, çok geçmeden protein ihityacini  karsilamak için yamyamliga basladi. Sinirli miktardaki verimli topraga  sahip olabilmek  için,  kiyasiya bir kavga bas gösterdi. Kazanan taraf, kaybedenlerin topragini bölüstü. Dogu ve Bati Managareva’daki küçük askeri diktatörlüklerin, 10km uzunlugunda bir adanin  hakimiyeti için  sürekli savasmasi, bu kadar trajik sonuçlar dogurmamis olsa, bize komik dahi gelebilirdi. Yerlilerin elinde kano insa edecek agaçlari oldugunu varsaysak bile, böylesi bir siyasi karisiklik ortaminda kanolarla okyanus seferlerine çikmak için gerekli olan isgücünü ve erzagi derlemek, bir hayli zor olmaliydi. Merkezi bir konuma sahip Mangareva’nin çökmesi Marquesas, Societies, Tuamotus, Pitcairn ve Henderson adalarini birbirine baglayan Dogu Polinezya ticaret  aginin  çözülmesine neden oldu.
 
Sosyal ve siyasal karmasaya ve de kanolar için gerekli olan kerestenin yok olmasina neden olan çevresel hasar, Güneydogu Polinezya’daki adalar arasi ticareti sona erdirdi. Ticaretin kesilmesiyle, Mangarevalilar’in sorunlarinin daha da ciddilesmis oldugu kesindir. Pitcarin ve Henderson yerlileri için bu gelisimin sonuçlari daha da vahim olmustur. Bu sürecin sonunda o adalarda yasayan kimse kalmamistir. Pitcairn ve Henderson nüfuslarinin ortadan kaybolmasi  ardinda, büyük olasilikla Mangareva ile olan iliskilerin kesilmesi   yatar.
 
Acaba Henderson’da hayatta kalan yerliler, kusaklar boyunca, ömürlerini ufukta bir türlü görünmeyen kanolari bekleyerek mi geçirdiler? Belki bir süre sonra kano kavrami bile, ancak belleklerinde uzak bir hayal olarak kaldi. Pitcairn ve Henderson adalarindaki yasamin nasil yavas yavas yok oldugu hakkinda net detaylara sahip olmasak da, kendimi bu sürecin dramatik gizemini düslemekten alikoyamamisimdir. Baska tecrit edilmis toplumlarin nasil sona erdigi hakkinda bildiklerimle, kafamda bu senaryonun nasil sona erebilecegini düsünüp durdum. Insanlar baska yerlere göç etme olasiligi olmaksizin bir yere hapsoldugunda, düsman gruplar için birbirinden uzaklasmak, sorunun çözümü olmaktan çikar. Bu gerilimli ortamda katliamlar yasanmis olabilir. Pitcairn adasindaki asi toplulugun neredeyse kökünü kurutan böylesi bir olaydi. Cinayet ve  katliamlari tetikleyen olaylar Mangareva, Paskalya veya Kaliforniya’da kar firtinasina  kapilan  Donner Grubu1 oldugu gibi, gida yetersizligi  ve sonucunda  yamyamlik  olabilirdi. Kendilerini  çaresiz hisseden insanlar, belki de topluca intihar etti. 1898’de yasanan benzer bir  ümitsizlik durumu, bir yil süreyle buzlar arasinda sikisip kalan Belçika Antartika Kesif Ekibi’nin bazi üyelerinin de cinnet geçirmelerine neden olmustu. Diger bir feci son, II. Dünya Savasi sirasinda Wake  Adasi’nda mahsur kalan Japon garnizonunun basina gelen gibi, açliktan ölüm olabilir. Böylesi bir sonucu, kuraklik, tayfunlar veya tsunamiler (dev dalgalar) de tetiklemis olabilir. Böyle feci sonlarin disinda, daha uslu olasiliklar da yok degil. Bir kaç kusaklik tecrit süresinden sonra, Pitcairn ve Henderson’daki yüz kisilik kadar mikro toplumda, herkes birbirinin akrabasi  haline gelmis  ve  ensest tabular geregi kimse birbiriyle evlenemez hale gelmis olabilir. Yani, Kaliforniya’daki Yahi Kizilderilileri’nde oldugu gibi, çocuk yapmayan ve yaslanan nüfusun, zamanla ortadan kalkma  olasiligi vardir. Toplum, ensest tabulari gözardi etmis olsa bile, akraba birliktelikleri nedeniyle irsi fiziksel anormalliklerde patlama yasanmis olabilir. Bunun örneklerine, Massachusetts’teki Martha’s Vineyard Adasi’nda ve Atlantik’teki ücra Tristan da Cunha adasinda   rastlanmistir.
Eskiler: Anasazi
ABD’nin Güneybatisina baktigimizda, çökmüs olan bir degil, birçok kültürden söz edebiliriz. Buradaki toplumlarin basindan, degisik zaman ve mekanlarda bölgesel çöküslerden, köklü yeniden yapilanmalara veya yerlesimlerini terk etmeye kadar varan birçok olay geçmistir. Peki, birbirine komsu sayilacak toplumlarda böylesi gerilemelerin veya ani degisikliklerin sorumlusu ne olabilirdi? Tek bir nedenin sorumlu olarak gösterildigi açiklamalarin en popülerleri arasinda, çevreye verilen zarar, kuraklik veya savas ve yamyamlik vardir. Çoklu unsurlardan da  söz  edilebilir; ancak  temelde bir tane ana sorun vardir : ABD’nin Güneybatisi tarim açisindan kirilgan ve marjinal bir cografyadir. Yagmur rejimleri tutarsizdir, toprak çabuk yorulur ve ormanlarin gelismesi çok uzun zaman alir. Bu kosullar karsisinda, bölgede bu kadar  karmasik tarim  toplumlarinin  gelismesi hayret uyandiricidir.
 
Anasazilerin ve bölgedeki diger toplumlarin çöküsü, insanin çevreye getirdigi yükle iklim degisikliginin ortak etkisini göstermek açisindan, dolayisiyla sonu savasa kadar varan çevre  ve  nüfus sorunlari, ithalat ve ihracata bagimli kendine yetemeyen karmasik toplumlarin güçlü ve zayif yanlarini göstermek açisindan, nüfus ve güç anlaminda zirve yaptiktan hemen sonra çöken  toplumlar gibi bu kitabin iskeletini olusturan kavramlar bakimindan, fazlasiyla  aydinlaticidir.
 
 -------------------------------------
1 Donner Grubu 1846-1847 kisinda Kaliforniya’ya dogru yola çikan ve Sierra Nevada’da kar firtinasinda mahsur kladiktan sonra yasamak için yamyamliga basvuran 33 kisilik topluluk.
----------------------------------------------------
   
Topluma yeterli besin saglayacak tarimsal faaliyet için gerekli olan suyu temin etmek, yani Güneybati cografyasinin ana sorununun üstesinden gelmek  için gelistirilen, en azindan üç farkli zirai yöntemden söz edilebilir:
 
* Daha çok yagmur alan yüksek rakimli yerlerde tarim  yapmak,
 
* Yeraltisuyu seviyesinin bitki köklerinin ersebildigi kadar yüzeyde oldugu yerlerde tarim
yapmak,
 
* Yagmur sularini hendek ve kanallarda  biriktirmek.
 
Tarim bu üç yöntem etrafinda sekillenmis olsa da, insanlar farkli yerlerde   farkli,
Yüksek rakimli yerlerde yasamak (örn. Mogollonlular) Bunun riski özellikle soguk geçen yillarda yeterli ürün yetistirememektir. Zit uçta ise, daha sicak olan düsük rakimli yerlerde kapsamli sulama sistemi kurma gerekliligi vardir. Bunun riski de sulama kanallarinin saganaklarda sele neden  olabilmesidir.
 
Kaynaklarin  ve yeralti  suyu  seviyesinin yüzeye  yakin  oldugu yerlerde  tarim yapmak
(örn. Mimbreler).
 
Belli bir bölgede yogun tarim yapmak ve topragin yorulmasiyla baska  yere geçerken  eski alani nadasa birakmak. Ancak bu yogun nüfuslu toplumlarda etkin degildir; çünkü  sik sik hareket etmek giderek  zorlasir.
 
Yagmurun yeterli olup olmadigina bakmaksizin, bir çok yerde tarim yapmak ve hasat zamani yagmurun yagdigi yerlerdeki ürünleri   degerlendirmek gibi stratejiler hayata  geçirmistir.
 
Gelistirilen çesitli çözümlerin tamami, beraberinde ciddi bir risk getirmektedir. Ardarda bir  kaç yil boyunca yeterli yagis alan bir cografyada yasayan bir toplumun nüfusu artabilir. Bu durum, toplumun giderek daha karmasik ve birbirine bagimli hale gelmesine ve artik kendi kendine yetememesine neden olabilir. Daha küçük nüfuslu ve dolayisiyla birbirine daha az bagimli, kendine yetebilen toplumlara kiyasla, böylesi toplumlarin bir kaç  yil boyunca  olumsuz hava kosullariyla  basa çikmasi, çok daha zor olacaktir. Sözünü ettigimiz ikilem, Long House Vadisi’nde bulunan Anasazi yerlesiminin sonunu  getirmistir.
Chaco Kanyonu
 
Anasazi bölgesinde olusmus en büyük ve dolayisiyla üzerinde en çok arkeolojik arastirma yapilan  yerlesim,  New Mexico’nun  kuzeybatisindaki  Chaco Kanyonu  halkidir.  Bu insan toplulugu 600 dolaylarinda ortaya çikmis ve yaklasik 5 asir sonra 1150-1200  dolaylarinda yok  olmustur. Chaco, karmasik bir yapiya sahip, cografik olarak genis bir alana yayilmis ve Kolomb  öncesi Kuzey Amerika’daki en büyük yapilari insa etme becerisini gösteren, entegre bir toplumdu. Peki, bu toplum neden günümüz sartlarinda bile halen kimsenin yasamadigi bir yere yerlesmis ve daha da önemlisi, insasina o kadar emek harcadiktan sonra burayi neden  terk etmisti?  Tüm Anasazi yerlesimleri arasinda en gelismis insaat teknikleri ve en karmasik siyasi  ve toplumsal düzen, neden Chaco Kanyon’unda hayat bulmustu?
 
Chaco’nun baslica avantaji, çevresel kaynakliydi. Kanyonun içi ve 80 km’lik çapli çevresi, Bölgenin kalanina kiyasla, kalabalik bir nüfusu kaldiracak, ideal özellikler sunuyordu. Bölge ayni zamanda besin olarak kullanilabilecek zengin bir flora ve fauna yapisina sahip olmakla  beraber, tarla bitkileri için uzun bir büyüme sezonu saglayabiliyordu. Bu avantajlarin yani sira, güneybati bölgesinin kirilganligi nedeniyle, Chaco Kanyonu’nun  elbette iki  önemli dezavantaji  da vardi. Ilki, su kaynaklarinin idaresi sorunu, ikincisiyse agaç büyüme hizinin  yavas  olusu yani  ormansizlasmaya egilimli olmasidir. Bölgede yasayan bir fare türünün, cografyanin nemsiz kuru ortaminda bozulmadan kalan diski kalintilari üzerinde yapilan bilimsel arastirmalar, Chaco’lar için dönüm noktasi sayilabilecek bir tarihe isaret eder. Nüfus anlaminda M.S. 1000 yilinda doygunluga ulastigi tahmin edilen bölgede bulunan diskilar, bu tarihten önce  %75’lik  protein içeren  pinyon agaci findigi ve ardiç dahil, hem besinsel hem de insaat malzemesi ve yakacak olarak degeri olan bitki kalintilari barindirirken, M.S 1000’den sonraki diskilardaki çesitlilik, siddetli azalmaya isaret etmektedir. Buradan anladigimiz, ormanlarin çok kisa bir sürede tamamen tükenmis    oldugudur.
 
Chaco yerlileri, bu gelisme dogrultusunda, sadece yeni besin kaynaklarina degil, ayni zamanda keresteye ihtiyaç duyar hale gelmistir. Ancak, bu olumsuz gelismelere karsin, ya da belki de Anasazilerin sorunlara gelistirdigi çözümler sayesinde, toplum nüfusu artmaya devam etmistir. (tahminlere göre en azindan 5.000 kisi) Kendine yetemeyen toplum, ihtiyaçlarini karsilamak için yakinlardaki uydu yerlesimlerden yararlanmaya baslamistir. Bunu, zamaninda  ulasimi kolaylastirmak için yapilan görkemli yollardan ve Kanyon çevresindeki yerlesimlerdeki mimari benzerliklerden anliyoruz. Daha büyük bir toplumu besleyebilmek için yapilmis rezervuar  ve  barajlar her seyin düzgün islemesi için ciddi planlamalarin yapildigini gösteriyor. Bu süreçte, Chaco Kanyonu’nun ithal mallarin girdigi, ama hiçbir ihraç malin çikmadigi bir kara delige dönüsmüs oldugunu söylemek yanlis olmaz. Chaco toplumu, lüks içinde yasayip iyi beslenen zenginler ve tarimsal üretim yapan isçi sinifindan olusan küçük bir imparatorluk haline gelmisti. Peki, uydu yerlesimler hiçbir maddi karsilik almadan neden Chaco’yu desteklemeye devam etti? Belki  de cevap, günümüzde örnegin Italya kirsalinin neden Roma’yi beslemeye devam ettigiyle benzerlik göstermektedir. Baskentler -bugün oldugu gibi- o zamanlarda da siyasi ve dini merkez konumundaydi. Chacolular da, Modern Italyanlar gibi karmasik, birbirine bagimli toplumlarda yasamaya alismisti. Kendi kendine yeten basit toplumsal modele geri dönmelerine olanak    yoktu.
 
Az önce de söz ettigim gibi, bu tek tarafli sayilabilecek iliski için dönüm noktasi, M.S. 1000 gibi görünmektedir. Arkeolojik alanlardaki çöplüklere bakarak, besin kalitesinin belirgin sekilde azaldigini görürüz. Insanlar, geyik gibi büyük avlar yerine tavsan ve farelere yönelmistir. Bu dönemden sonra insa edilen veya tadilattan geçen binalarin pencerelerinde, azalma ve küçülme   göze çarpmaktadir. Bu, korunma ihtiyacinin arttigina dair çok açik bir belirtidir. Baska bazi Anasazi yerlesimlerinde yasanan çatisma ve hatta yamyamlik olaylarina dair izler daha da çarpicidir. Dik yamaçlarin tepesine tasindigi anlasilan yerlesimlerin, bunu tehdit altinda hissettiklerinden yaptigi fazlasiyla muhtemeldir.
 
Chaco toplumu için son darbenin Kuraklik oldugunu, bölgede bulunan kütüklerde yapilan agaç halkasi arastirmalarindan biliyoruz. Kurakligin, M.S. 1130  yilinda  zirve yaptigi  anlasilmaktadir. Büyüyen nüfus ve azalan tarim arazisi kuraklikla birlesince, yeterli gida üretimi olanaksiz hale gelmistir. Daha önceleri merkezi besleyenlerin, bu kosullar altinda desteklerini geri çektiklerini söylemek sanirim yanlis bir yorumlama   sayilmaz.
 
Kitabin ilk bölümünde söz ettigim bes ögeli çerçeveyi bu kapsamda düsünecek olursak, en
azindan bu ögelerden üçünün, Anasazilerin çöküsünde rol oynadigini söylemek    mümkündür:
 
Basta ormansizlastirma olmak üzere çevreye zarar veren   faaliyetler, Iklim degisikligi (yagmur rejimi ve sicaklik),  ve Dost ticaret ortaklariyla gerileyen  iliskiler.
 
Bu kapsamda, uzun süredir dinmeyen tartismaya daha basit bir cevap sunabiliriz: Chaco Kanyonu, insanin çevresi üzerine olumsuz etkisinden mi, yoksa kurakliktan mi terk edildi? Cevap:  Her ikisi de. Chaco toplumu, 6 asir boyunca büyüdükçe, çevresinden istekleri de artti; dogal kaynaklari azaldi ve insanlar yasadiklari cografyanin kaldirabilecegi son sinirda yasamaya basladi. Anasaziler için düsman komsular sorunu yoktu; ama diger olumsuzluklarin birikmesi ardindan bardagi tasiran son damla ne oldu derseniz cevap, kuraklik   olacaktir.
Mayalarin Çöküsü
Askeri basarilar dendiginde, belirleyici unsur olarak çogu insanin aklina ordunun, büyüklügü ve ellerindeki silahlarin kalitesi gelir. Bu isin, besin degeri yüksek  gidaya  erisimle de  ilgili  oldugunu, büyük çogunlugumuz aklimiza getirmeyiz. Gida alanindaki ilerlemelerin askeri basarilari  ne denli etkiledigini en iyi gösteren örneklerin basinda, Yeni Zelanda Maorilerinin tarihi gelir. Maori’ler, Yeni Zelanda’ya ilk yerlesen Polinezya insanlaridir. Bu topluluk, geleneksel  olarak, özellikle yakindaki kabileler olmak üzere kendi aralarinda acimasiz çatismalara girisirdi. Bu  savaslarin boyutu, oradaki insanlarin ana besin kaynagi olan tatli patatesin o yilki verimiyle  dogrudan iliskiliydi. Büyük ordulari uzun seferlere çikarmaya yetecek kadar tatli patates  yetistirmeleri olanaksizdi. Maori’lerin tarimsal üretimi ciddi biçimde arttirmasi, 1815 dolaylarinda Avrupalilarin Yeni Zelanda topraklarina, bildigimiz siradan sari patatesi getirmesiyle baslamistir. Besin degeri yüksek bu yeni ürünle Maoriler, seferdeki askerlerine haftalarca  yetecek  yiyecek tedarik edebilir hale gelmistir. Bunun sonucu olarak patates yetistiren ve Ingiliz askerlerinden silah satin alan Maoriler 15 yillik (1818-1833) bir süre zarfinda, yüzlerce kilometre ötede bu kesiflerden haberi olmayan kabilelerin üzerine saldirdi. Yani, patatesle birlikte gelen verim artisi Maori savas kapasitesi üzerindeki eski sinirlamalari kaldirmisti. Orta Amerika’daki Mayalarin da  böyle bir  sikintisi vardi. Düsük verimli misir tarimi Maya askeri gücünün belirli bir siniri geçmesine daima  engel oldu. Besin degeri yüksek gidaya erisimin sinirli olmasi, Maya toplumunun neden  daima  siyasi olarak bölünmüs küçük kralliklar halinde kaldigini ve neden hiçbir zaman (chinampa tarim teknigini benimseyen) Aztekler veya (erisimi kolaylastiran yollar üzerinden lamalarla tasidiklari degisik bitkileri ekmeyi deneyen) Inkalar gibi büyük  bir imparatorluga  dönüsmedigini  açiklamamiza yardimci olabilir.
 
Simdi Maya tarihine kisa bir bakis atalim. Maya bölgesi günümüzde Meksika’nin ortasindan Honduras’a kadar uzanan ve Orta Amerika olarak bilinen antik Amerika yerlilerinin kültürel cografyasinin bir parçasidir. Maya toplumu, sadece elindeki degerler açisindan degil, ayni zamanda eksikleri anlaminda da, diger Orta Amerikali toplumlara benzerlik gösterir. Örnegin, Batililarin da hayretle karsiladigi bir gerçek, Orta Amerikali toplumlarin, basta metal aletler, makara sistemleri, basit mekanik gereçler, tekerlek, yelkenli kayiklar ve yük tasiyacak  kadar  cüsseli evcil hayvanlardan yoksun olmalariydi. O görkemli Maya tapinaklarinin tamami tahta aletler ve insan gücüyle insa edilmisti. Ilginç olan baska bir sey, Maya kültürünün harci olarak kabul edilen birçok bilgi ve becerinin, Orta Amerika’nin baska bölgelerinden ithal edilmis olmasidir. Baslica örnekler düzenli tarim, sehirlesme, yazi, çanak-çömlekçilik ve de   takvimdir.
 
Maya bölgesi dahilinde çanak çömlek yapimi M.Ö 1000; saglam  yapilar  M.Ö 500 ve yazi  M.Ö 400 yilina kadar yoktu. Klasik Maya olarak adlandirilan dönemin, krallar ve hanedanlarin varligina dair kanitlarin ilk olarak rastlandigi M.S. 250 dolaylarinda basladigi kabul  edilir. Bu  tarihten itibaren M.S. 8. yy'a kadar Maya nüfusunun, yaptiklari anitlarin, binalarin  ve  diger eserlerin neredeyse katlanarak arttigina tanik oluruz. En büyük anitlar Klasik Maya olarak bilinen dönemin sonuna dogru insa edilmistir. Kalintilara  bakacak olursak  karmasik bir toplumu isaret  eden bu faaliyetlerin M.S. 9. yy boyunca hizla azaldigini ve M.S. 909 yilinda neredeyse tamamen sona erdigini anlariz. Bu gerilemeye Klasik Maya’nin çöküsü adi   verilir.
 
Bu  gerçekler niye  “Maya’larin  Çöküsü” diye  bir  kavram oldugunu  açiklamaktadir; ancak hikayeyi daha da karmasik hale getiren en azindan bes nedenden daha söz edilebilir.
Klasik  dönemde sadece büyük bir çöküs olmadi; daha öncesinde en azindan iki tane   daha küçük çapli çöküs yasanmistir (M.S. 150 ve M.S.  690-710)
 
Klasik Maya çöküsünün tamamlanmadigi barizdir; çünkü Ispanyollarla yüzbinlerce Mayalinin savastigi bilinmektedir. Savas sonrasi hayatta kalanlar,  suyun daha  bol  oldugu kuzey bölgelere çekilmistir. Ancak güneyde Maya bölgesinin kalbi olarak bilinen alanda yasam sona ermistir.
 
Nüfusun çökmesi, birçok durumda takvimlerle belirlenmis olandan çok daha yavas gerçeklesti. Klasik dönemde hizla çöken nüfus degil, krallik  sistemiydi.
 
Sehirlerin çöküsü denen süreç, çogu zaman güç döngüsünden baska bir sey degildi.     Yani bir sehir güçlenir, ardindan zayif düser ve fethedilir; sonra tekrar güçlenerek komsularini fetheder. Bu asamada nüfusta bir degisim   olmaz.
 
Maya topraklarinin farkli yerlerindeki sehirler, farkli dönemlerde ilerledi ve   geriledi.
 
Bazi arkeologlar kendilerini bu 5 maddeyle fazlasiyla mesgul ettiginden, çogu zaman Klasik Maya çöküsünü tanimak bile istemezler. Bu yaklasim, M.S. 800 yilindan sonra, özellikle yogun yerlesimli güney bölgelerdeki Maya nüfusunun %90 ile %99’unun yok olmasi gibi ciddi açiklama bekleyen bariz gerçekleri görmezden gelmektedir. Hem nüfusu hem de kültürü kapsayan Klasik  Maya çöküsüne açiklik kazandirmak  gerekmektedir.
Maya çöküsüne katkida bulunan öteki iki unsurdan da söz etmek gerekir: Savaslar ve Kuraklik. Arkeologlar, uzunca bir süre, Mayalarin sakin ve barisçil bir toplum oldugu kanisindaydi. Günümüz arastirmalari isiginda, Maya savaslarinin çok kanli, uzun süreli ve birçok kez çözümsüz oldugunu söyleyebiliriz.  Gida kitligi ve  ulasim sorunlari nedeniyle,  hiçbir Maya beyligi tüm  bölgeyi idare edebilecek bir imparatorluk kurmakta basarili olamamisti. Elimizdeki bulgular isiginda savaslarin, Klasik Maya Çöküsü sirasinda yogunlastigini   biliyoruz.
 
Maya Çöküsünü daha iyi anlamak için baska bir fenomen de, belli araliklarla bas gösteren kurak dönemlerdir. Radyokarbon tarihlendirmesi gibi farkli  bilimsel yöntemler,  Maya  bölgesinin M.Ö 5500-500 tarihleri arasinda yagisli, M.Ö. 475-250 arasinda kurak,  bu  tarihten M.S  600’a kadar yagisli ve sonrasinda göreceli olarak kurak bir iklime sahip oldugunu; son 7000 yilin en ciddi kurakliginin ise M.S. 760 dolaylarinda etkili oldugunu ve M.S. 800’de zirveye çiktigini  göstermektedir. Bu son kuraklik, Klasik Maya çöküsüne fazlasiyla yakin bir dönemde meydana gelmistir.
 
Klasik Maya çöküsüne yol açan nedenleri, asagidakilerle   özetleyebiliriz:
Mevcut dogal kaynaklarin nüfus artisi karsisinda yetersiz   kalmasi.
Ormansizlasma   ve zaten   kisitli   olan tarim   arazilerini   daha da  azaltan erozyon..
Kuraklikla birlikte bu etkiler daha da ciddilesmis  olabilir.
Sinirli  kaynaklar ve  yogunlasan  nüfus nedeniyle  artan  husumet ve  kavgalar..  Zaten
salgin hale gelen savas hali çöküs esnasinda zirveye tirmanmisti.
Savas  halinin tarima  uygun  arazi miktarini  daha  da sinirlandirmasi..  Bunun   üstüne
bölgenin tanik oldugu en büyük kuraklik  eklendi.
 
Krallarin ve diger idarecilerin, toplumlarinin sürekliligini tehdit eden bariz sorunlari fark etmemesi veya etkili  biçimde  idare edememesi.. Yöneticiler,  belli ki savasmak, heykel ve anitlar dikmek ve komsulariyla rekabet etmek gibi kisa vadeli meselelere fazlasiyla odaklanmisti.
Viking Kolonileri
Kuzey Atlantik’teki adalara dagilan alti Viking kolonisi, bir bakima, ayni atadan farkli toplumlar kurulmasi anlaminda birbirine paralel olarak gerçeklesmis alti deney gibidir. Bu denemelerin altisinin da çok farkli sonuçlari olmustur. Orkney, Shetland ve Faeroe kolonileri, varliklari bir an olsun tehlikeye düsmeden, bin yildan fazla bir süredir yasamlarini devam ettirmektedir. Izlanda kolonisi de bir sekilde hayatta kalmayi becerdi, ancak büyük fakirlikler ve inanilmaz zorluklar atlatti. Grönland Iskandinavlari, 450 yil sonra yok oldu. Vinland kolonisiyse kurulusunun ardindan on yil geçmeden terk edildi. Böylesi farkli sonuçlar elde edilmesindeki dört temel çevresel degisken olarak, asagidakiler  sayilabilir:
 
Norveç ve Birtanya’dan mesafe veya yelkenliyle seyahat   süresi;
Vardiklari yerlerdeki yerlilerin (eger o sirada varsa) gösterdigi   direnis;
Basta cografik enlem ve yerel iklim olmak üzere, tarima   elverislilik;
Basta erozyon ve ormansizlasmaya yatkinlik olmak üzere, çevrenin   hassasiyeti.
 
Orkney’ler Britanya’nin en kuzey ucuna yakin takim adalardir. Korunakli Scapa Flow limani etrafina dizilmis bu takim adalar, stratejik önemi nedeniyle, her iki dünya savasi sirasinda Ingiliz deniz kuvvetlerince üs olarak kullanilmistir. Orkney’ler esasinda, Britanya ana karasindan  14.000  yil önce Buzul Çaginin sonra ermesi sirasinda eriyen buzullarla yükselen deniz suyu seviyesi nedeniyle ayrilmis görünen ve kitasal adalar adi verilen cografik bir olusumdur. Ana karaya bagli oldugu siralarda bölgeye, avlanmaya uygun kara memelileri (su samuru, geyik tavsan vs.) göç etmistir. Vikingler, Orkney adalarini M.S. 800 dolaylarinda fethetmis ve çok kisa sürede Pict’ler  olarak bilinen yerlileri hakimiyetleri altina almislardir. Vikingler, bu  adalar grubunu  hemen yakindaki Ingiliz ve Irlanda ana karalarina saldirilarini düzenledikleri bir üs haline getirdiler. Uygun konumlari nedeniyle uzun zaman boyunca zengin ve güçlü bagimsiz bir Iskandinav kralligi olarak varliklarini sürdürdüler.
 
Vinland kolonisinin basarisiz olmasi, basta Grönland kolonisinin fazlasiyla  küçük olmasi, dogal kaynak (kereste ve demir) açisindan fakir olmasi ve dahasi, hem Avrupa’ya  hem  de Vinland’in kendisine fazlasiyla uzak olmasindan kaynaklanir. Bununla birlikte, belirleyici unsurlara okyanus ötesi   yolculuk   yapmaya elverisli   gemi   sayisinin az   olmasi,   kesiflerin  masrafini karsilayacak sermayeden yoksun olunmasi ve her seyden önemlisi,  iki üç  gemi  dolusu Grönlandlinin Nova Scotia ve St. Lawrence körfezinde yasayan yerli kizilderililerle basa çikma sansi olmayisi da eklenebilir.  M.S. 1000 yilinda Grönland kolonisinin nüfusu 500 kisiyi geçmiyordu. Iste bu nedenle L’Anse kampindaki 80 yetiskin, Grönland’in isgücü kapasitesi üzerinde büyük bir yük olusturuyordu. Iste o nedenle, o dönemde Avrupa’nin daha fakir ülkelerinden biri olan Norveç’in    en ücra kösesinden kalkip giden 500 Grönlandlinin Kuzey Amerika’yi fethetmek ve buraya koloni kurmakta basarisiz olmasi, o kadar da sasirtici bir durum olmasa   gerek.
 
Vinland kolonisinin, 10 yildan kisa süre içinde basarisiz bir biçimde terk edilisiyle ilgili en önemli nokta, Grönland kolonisini 450 yil sonra basarisizliga götüren unsurlarin hizli çekimde kaydedilmis bir kopyasini andirmasidir. Iskandinav Grönland’inin  Iskandinav  Vinland’indan çok  daha uzun bir süre yasamasinin nedeni, sadece Norveç’e daha yakin olusu degil, ayni zamanda ilk  bir kaç yüzyil boyunca yerliler tarafindan rahatsiz edilmemis olmalaridir. Fakat, biraz daha ilimli da olsa, Vinland’in ikiz problemleriyle Grönland da yüzlesmek durumunda  kalmistir. Bu  sorunlar,  tecrit edilmis cografik konumlari ve Iskandinavlarin bölgedeki Kizilderili kabileleriyle iyi  iliskiler kurma konusundaki beceriksizligidir. Kizilderili yerliler olmasaydi, belki Görnlandlilar ekolojik sorunlarinin üstesinden gelebilir ve Vinland kolonisi varligini sürdürebilirdi. Böyle bir durumda Vinland’da nüfus patlamasi olabilir, Iskandinavlar M.S. 1000’den sonra tüm  Kuzey  Amerika bölgesine yayilabilirdi. Benim gibi 20. yy.’da yasayan bir Amerikan vatandasi da bu kitabi Ingilizce yerine eski bir Iskandinav dilinde yaziyor  olabilirdi.
Iskandinav Grönland’inin Sonu
Viking soyunun Grönland’i terkedis hikayesinde, Inuitler’in rolü yadsinamaz. Inuitler,  Vikingler için, en azindan kaçirilmis bir firsati temsil etmektedir. Grönland Vikingleri Inuitlerden bir seyler ögrenmis veya onlarla ticaret iliskileri kurmus olsaydi, yasamlarini sürdürebilme sanslari artacakti; ancak böyle bir girisimde bulunmadilar. Baska bir bakis açisiyla, Inuit saldirilari veya tehditleri, Vikinglerin bu bölgede varligini sürdürmesine engel olan baslica neden de    olabilir.
 
Günümüzde Inuitlerin, Grönland ve Kanada Kutup bölgesinin yerlileri  oldugunu  saniriz. Oysa onlar, esasinda Iskandinavlarin bölgeye ayak basmasindan önceki dört bin yil  boyunca,  Kanada üzerinden doguya ve oradan Kuzey Bati Grönland’a varan ve günümüzde arkeologlarca varligi kabul edilen dört toplumun sonuncusuydu. Yolculuklarinda basarili olanlar  yayildi  ve yüzyillar boyunca Grönland bölgesinde hayat kurdular. Fakat, bu toplumlar da bir süre sonra yok olmus ve geriye kendi toplumsal çöküsleri hakkinda cevaplanmayi bekleyen birçok soru birakmislardir. Bu kayip toplumlari, bu kitapta ele alacak kadar  somut  arastirma, ne  yazik  ki henüz tamamlanmis degildir.
 
Arkeologlar, Inuitlerden hemen önce gelen insanlari, Kanada’nin Baffin Adasi’nda bulunan Dorset Burnundaki en eski yerlesimlerine ithafen, “Dorset halki” olarak adlandirmistir.  Kanada,  kutup bölgesinin çogunu ele geçirdikten sonra M.Ö. 800 yillarinda Grönland’a varmis ve Güneybatidaki Viking yerlesimleri de dahil olmak üzere, yaklasik bin yil boyunca adanin pek çok yerinde yerlesimler kurmuslardir. Fakat M.S. 300 yilina gelindiginde, su ana kadar açiklanamayan nedenlerden ötürü, Grönland’in tamamini ve Kanada Kutup bölgesinin büyük bir kismini terk etmis  ve yayilim bölgeleri olarak Kanada’nin bazi ana bölgelerine odaklanmislardir. Bu hareketlenmenin  tek istisnasi, M.S. 700 dolaylarinda Labrador ve Kuzey Bati Grönland’a  tekrar  yayilmalari olmustur.
 
Açik denizlerde balina avlamadaki ustaliklari dahil, Inuitlerin kültürel ve teknolojik birikimi, Bering Bogazi bölgesinde yaklasik M.S 1000 yillarinda olusmaya basladi. Kar üstünde köpekli kizaklar, denizlerde de büyük tekneler sayesinde, Inuit insanlari Dorset toplumuna  kiyasla, insan  ve malzeme tasimayi çok daha hizli ve verimli bir sekilde gerçeklestirebilmislerdir. Kutup bölgesi, Orta Çag boyunca isindikça ve Kanada Kutbundaki adalari birbirinden ayiran su yollari üzerindeki buzlar çözüldükçe, Inuitler ana avlari olan balinalari, bu su yollari sayesinde Kanada üzerinden doguya dogru takip etmistir. M.S. 1200 yilina gelindiginde av pesindeki bu yolculuk Kuzeybati Grönland’a kadar ulasmistir.
 
Inuitlerle Dorset  halkinin avlari farkli  degildi; ancak Inuitlerin bu isi daha etkin ve verimli   bir sekilde yaptigi asikardir. Çünkü (Dorset insanlarinin aksine) ellerinde bu  ise uygun  ok  ve yaylari vardi. Balina avlamayi basararak Inuitler, ne Dorsetlerin ne de Iskandinavlarin erisemedigi çok ciddi bir besin ve hammadde kaynagini degerlendirme firsati bulmus oldular. Inuitler, Iskandinavlarin aksine, Kutup insanlarinin zorlu cografik ve iklimsel kosullarla bas edebilme becerilerini, bin yillik bir kültürel birikim sonucunda, zirveye   tasimisti.
 
Inuitlerin Kanada üzerinden Kuzeybati Grönland’a kadar yayilmasindan birkaç asir sonra,  daha öncesinde her iki bölgede yasamis olan Dorset kültüründen eser kalmamisti. Bu kapsamda, Inuitlerle ilgili önümüzde iki esrarengiz olay bulunmaktadir. Birincisi, Inuitlerin  bölgeye  gelmesinden kisa bir süre sonra, önce Dorset yerlileri, ardindan da Iskandinav göçmenleri, yasam alanlarini terk etmislerdir. Ikincisi, Inuitlerin ortaya çikmasindan sonraki bir-iki asir boyunca Kuzeybati Grönland’da bazi Dorset yerlesimlerinin devam ettigi bilinmektedir. Iki toplumun birbirinden habersiz olmasi olanaksiz görünse de, aralarinda herhangi bir iletisimin olduguna dair dogrudan tek bir arkeolojik kanit (Dorset yerlesimlerinde Inuit objeleri bulunmasi veya tersi gibi)    ele geçmemistir. Ancak dolayli kanitlar, yani Grönland Inuitleri’nin, Grönland’a varmaden önce bilmedikleri, fakat Dorsetlerden aldiklari düsünülen kültürel izler yok degildir. Bunlarin basinda buzdan küpler kesmek için kullanilan kemik biçak, kubbeli  buzdan evler  (iglo),  sekillendirmesi kolay sabuntasi teknolojisi ve Thule tipi bes basli zipkin ucu sayilabilir.  Inuitler,  Dorset insanlarindan sadece bir seyler ögrenmekle kalmis olamazlar. Ayni zamanda, Kutup  bölgesinde  2000 yildir yasayan bu insanlarin yok olmasinda bir rolleri oldugu da düsünülebilir. Aklima hemen gelen olasiliklarin basinda, zorlu kis mevsimi sonrasinda açlikla yüzlesen Dorset halkinin, gruplar halinde balina ve fok avlayarak, besin sorununu asmis Inuitlerin arasina karismis    olduklaridir.
 
Mayis ayinda toplanan kabuklu deniz canlilari ve avlanan foklar Grönland Iskandinavlarinin varligini sürdürebilmesi için elzemdi; çünkü tam o sirada, bir evvelki yazdan kalan süt ürünleri ve geçen sonbahardan kalan ren geyigi eti stoklari bitmek üzere olurdu. Ancak, çiftliklerde kar henüz kalkmadigi için, besi hayvanlarini disari salmak mümkün degildi. Henüz yavrulamamislardi ve süt vermiyorlardi. Foklarin göç yollarinda bir degisiklik veya bu foklara (kiyilarda buzlanma veya Inuit tehdidi gibi nedenlerle) erisimlerinin kesilmesi, Iskandinavlari  açlik  tehlikesine daha  da  yaklastirmis olabilir. Ardarda gelen birkaç soguk yaz mevsimi ve  dolayisiyla  yemlik üretiminin düsük oldugu bir dönemde bazi seylerin ters gitmesiyle, Grönland Iskandinavlarinin geleceginin belirlendigi söylenebilir.
 
Grönland’da açlik tehlikesiyle yüzlesenler sadece Iskandinavlar degildi. Inuitler de ayni risklerle karsi karsiyaydi. Peki, Inuitler Iskandinav komsularindan süt ürünleri edinerek, diyetlerini çesitlendirip riskleri azaltamaz miydi? Peki, birbirlerine destek verebilecekken, bu iki kavim neden daha Orta Çagdayken ticaret iliskileri kurmadi? Hem Inuitlerin hem de Iskandinavlarin sadece kavimler arasi evlilige degil, birbirlerinden bir seyler ögrenmeye bile olan kapaliliklari bu durumu açiklayabilir. Bunun ötesinde Inuit bir es, Iskandinav bir erkege gerekli destegi saglayamazdi. Aile reisi, esinden Iskandinavlarin henüz çocukken ögrendigi becerilerini kullanarak  yün egirmeyi ve  örgü örmesini, büyük ve küçükbas hayvanlara bakmasini, peynir ve  tereyagi  hazirlamasini beklerdi. Avci bir Iskandinav, Inuit bir meslektasiyla arkadaslik kurmus olsa bile, Iskandinav avci arkadasinin kayak’ini ödünç alip kullanmasini ögrenemezdi. Çünkü, bu aygit sadece kisiye özel hazirlanmakla kalmiyor; Inuit kadinlarinin çocukken ögrendigi deri dikme becerilerini de gerektiriyordu.
 
Iki tarafin, ilk defa birbiriyle karsilastigi bir durumu arkadasça bir iliskiye dönüstürmesi bir yana, hayatta kalmak bile, büyük dikkat ve sabir gerektiriyordu. Belli ki,  Avrupali sömürgeciler  daha sonralari böylesi durumlarla nasil bas edilecegi konusunda birtakim deneyimler edindiler;    fakat görünüse göre ilk denemeyi Iskandinavlar yapmis. Grönland’a gelen 18. yy Danimarkalilari    ve yerlilerle tanisan diger Avrupalilar, ilk olarak Iskandinavlarin karsilastigi sorunlarin aynisiyla yüzlesmek durumunda kalmistir: “ilkel paganlara” karsi beslenen önyargilarin tesiri  altinda “öldürsek mi, soysak mi, ticaret mi yapsak, evlensek mi yoksa topraklarini ellerinden mi alsak?” sorusuna cevap bulmak; kaçip gitmelerine veya kendilerine ates etmelerine engel olacak sekilde yerlileri ikna etmek... Avrupalilar, zaman içinde bu sorunlarla tüm seçenekleri degerlendirerek ve sorunla yüzlestikleri kosullari dikkatlice tartarak basetme yolunu seçmistir. Nasil hareket edeceklerini;   sayica   üstün olup   olmadiklari,   sömürgeci erkeklerin   kendilerine   es  olarak seçebilecekleri soydas kadinlarin olup olmamasi, yerlilerin elinde Avrupa’da ticari degeri olabilecek mal bulunup bulunmamasi ve yerlilerin sahip oldugu topraklarin Avrupalilarin yerlesimine uygun   olup olmadigi gibi birçok degisken belirlemekteydi. Fakat, Orta Çag kafasindaki  Iskandinavlar böylesi bir düsünce zincirini henüz gelistirmemisti. Inuitlerin bilgisini reddettiklerinden veya ögrenemediklerinden, dahasi, herhangi bir askeri üstünlükleri  olmadigindan,  zaman içinde bölgedeki varliklarini yitirenler Inuitler degil, Iskandinavlar   olmustur.
 
Grönland’da kurulan Iskandinav kolonisinin sona ermis olmasi, pek çogumuz için esrarengiz kabul edilir. Bu dogru, ancak sadece kismen; çünkü (örnegin toplulugun yavas yavas gerilemesi ardindaki uzun vadeli gizli unsurlar gibi) esas nedenleri (örnegin hayatta kalan insanlari öldürmek veya yerlesimi terk etmeye zorlamak gibi zayiflamis toplumun sonunu getiren son ölümcül darbe gibi) ikincil nedenlerden net bir sekilde ayirmamiz gerekiyor.  Elimizdeki bilgilere  dayanarak,  sadece ikincil nedenlerin esrarini korudugunu ve esas nedenlerin artik kesinlik kazandigini söyleyebiliriz. Esas nedenler bes ana gruptan olusmaktadir:
 
Iskandinavlarin çevre üstündeki  yükü, Iklim degisikligi, Norveç’le olan yakin ve dostane iliskilerin  zayiflamasi, Inuit tehdidinin güç kazanmasi,  ve Dönemin Iskandinav insanini sinirlayan kapali ve tutucu bakis   açilari.
 
1400 ve 1420 yillari arasinda Kuzey Atlantik cografyasi, genellikle oldugundan  daha soguk ve firtinali geçmisti. Bu kosullarin, Grönland’a yapilan gemi seyahati trafigini bir hayli azalttigi düsünülebilir. Iskandinav Grönland insanlarindan geriye kalan son yazili kayitlar,  –  kazikta yanmak, cinnet ve evlilik gibi- herhangi bir Orta Çag Avrupali Hristiyan toplumunda meydana gelebilecek olaylardan ibaret. Bu kayitlar, yerlilerle yasanmis oldugu düsünülen husumetlere yer vermemektedir.
 
Bunlara ragmen Grönland Iskandinavlarinin zorlu bir cografyada  benzeri olmayan  bir  Avrupa toplumu olusturduklarini ve 450 yil boyunca Avrupa’nin en uzak sinir karakolu olarak yasamlarini sürdürdüklerini biliyoruz. Modern Amerikalilar, bu insanlari basarisiz olarak afise etmeden önce, Ingilizce konusan toplumun, Kuzey Amerika topraklarinda onlardan çok daha kisa   bir süredir bulundugunu akillarindan çikarmamali. Sadede gelecek olursak, toplum reisleri  bu sürecin sonunda, onlara itaat eden bir halktan yoksun kaldilar. Sahip olduklari son ayricalik ise, açliktan ölen son kisi olmak  oldu.
Basariya Giden Zit Yollar
Geçtigimiz bölümlerde, kendi yarattiklari veya karsilastiklari çevre sorunlariyla basetmedeki basarisizliklariyla kendi sonlarini getiren 6 topluma yer verdim. Basarisizliklara bu denli odaklanmamin nedeni, bunlardan alinacak çok önemli dersler olmasidir. Ancak, geçmisteki tüm toplumlar çevresel zorluklara veya felaketlere boyun egmemistir. Zorlu doga kosullarinda  11 asirdan fazla bir süre ayakta kalan Izlandalilar gibi yasamayi sürdüren  birçok  toplum daha  olmustur ve olmaya devam etmektedir. Bu basari hikayeleri, bizlere sadece önemli  dersler sunmakla kalmaz ayni zamanda umut ve ilham da vermektedir. Bu hikayeler çevre sorunlarini çözmede birbirinden zit iki yöntem benimsenebilecegini göstermekte: asagidan yukariya ve yukaridan asagi yaklasim.
 
Küçük bir adayi veya toprak parçasini kendine mesken edinmis küçük toplumlarin çevre yönetimi için, asagidan yukari yaklasimi benimsemesi muhtemeldir. Bunun nedeni, yasam alani küçük oldugundan, halkin her ferdi tüm adayi avucunun içi gibi bilmesi, adada olan gelismelerden, degisimlerden etkilendiklerinin farkinda olmalari ve diger ada sakinleriyle ortak bir kimlik ve ortak çikarlar etrafinda bütünlesmeleridir. Yani kendilerinin ve komsularinin uygulayacagi etkin çevre koruma önlemlerinden fayda göreceklerini bilirler. Iste asagidan yukari yönetim budur; insanlar sorunlarin üstesinden gelmek için isbirligi  yapar.
 
Bunun  tam zitti  olan  yukaridan asagi  yaklasim,  Polinezya Tonga’si  gibi  merkezi siyaset sistemine sahip büyük toplumlara daha uygun bir yöntemdir. Tonga Takim Adalarindan birinde yasayan bir çiftçinin, birakin tüm adalari, bazi büyük adalarin tamamini iyi bilmesine bile olanak yoktur. Uzak bir adada, çiftçinin yasamini tamamen degistirme gücü olan bir gelisme olabilir;    ancak bundan kendisinin haberi olmayabilir. Belki haberi olur; ancak  kendisine çok uzak oldugu  için “Bu baskasinin sorunu” düsüncesine kapilabilir. Ancak Tonga, kral veya reis gibi bir liderin hakimiyetinde merkezi bir hükümet için uygun büyüklüktedir. Çiftçilerin aksine bu kral, adalarin tamaminda olan bitenden haberdar olabilir. Yine çiftçinin aksine, kral tüm takim adalarin uzun  vadeli çikarlarini gözetme egiliminde olacaktir; çünkü bölgenin genel kazanci kendi kazancini dogrudan etkilemektedir. Bu nedenle kral, çevre kaynaklarini yönetmek için yukaridan asagi yöntemini benimseyip, vatandasina halkin uzun vadeli çikarlarini gözeten emirler verecektir. Bu iki farkli yaklasimi daha iyi anlatmak için üç örnek seçtim. Ilk ikisi asagidan yukari yönteme, sonuncusuysa yukaridan asagi yönteme  örnektir.
 
Yeni Gine
 
Yeni Gine’nin daglik arazilerindeki yasam, yeryüzündeki asagidan yukari yönetimin  en  basarili örneklerindendir. Yeni Gine kiyilarini kesfeden sömürgeci Batililar, çok uzun süre iç  kisimlarda yasam olmadigini sanmisti. 1930’larda daglik arazi üzerinde yapilan uçuslar sirasinda, dünyayla baglantisi olmayan kabilelerin varligini farkettiler. Teraslanmis bahçeler arasinda aralikli olarak kurulmus ufak köylerden olusan bu insan toplulugu, kendi kendine yeten bir toplumdu. Kabileler halinde birbirleriyle sik sik savasan, yari çiplak gezip, derme çatma kulübelerde yasayan, metal yerine tas, tahta ve kemik kullanan bu insanlar, disariyla baglanti  kurmadan  bu kadar yüksek rakimli ve yogun yagis alan bir yerde, Avrupalilarin aklinin almayacagi sekilde tarim yapiyorlardi. Avrupalilar tarafindan ilkel görülen kabilelerin çiftçilik konusunda  uzmanligi,  7000 yillik bir tecrübeye dayaniyordu. Birbirinden ayri iki verimli vadide, islah ettikleri bitkileri yetistiriyorlardi. Deneme yanilma yöntemiyle kesfedilen, dogru tekniklere  sahiptiler. Mesela,  sulama kanallarinin dikey oldugunu gören Avrupalilar, kendi deneyimlerine dayanarak  kanallari yatay hale getirmelerini önerdi. Yerliler bunu denediginde ise, sonuç  tam bir  fiyaskoydu.  Ilk yagista dolan kanallar çökünce, taraçalar da sele karisti; toprak erozyona ugradi.  Belli  ki, kanallarini dikey olarak kazmakla bir bildikleri vardi. Asirlardir, iklimi ve tarim yaptiklari araziyi çok iyi tahlil etmis, tekniklerini buna göre gelistirmislerdi. Toprak verimliligini arttirmak için çesitli yöntemlere basvurmuslardi. Yabani otlar, çimen, kül, ev çöpü, tavuk diskisi gibi maddeleri gübre olarak topraga karistirarak, içerdigi besinleri mahsul ekimiyle  kaybeden topragi zenginlestiriyorlardi. Nadasa birakmak da bu yöntemlerden biriydi. Asirlardir isinmak, yemek pisirmek, kulübe yapmak üzere kereste ihtiyacini karsilamak ve bahçelere yer açmak için ormanlar kesilmis, ancak silvikültür olarak adlandirilan yöntemle, uzun zaman önce ahsap, kereste kullanimi için çok çabuk büyüyen ve tohumundan kendiliginden köklenen bir agaç türü yetistirilmeye baslanmistir. Bu da, ahsaba dayali bir toplumun, disariyla baglantisi olmadigi halde gelisip, devamliligini saglayabilmesine neden olmustur. Casuarina agaci, ayni zamanda topragin nitrojen seviyesini dengelemekte ve nadas zamanini kisaltmaktadir. Köylülere sordugumda, bana tüm bu topraga faydali ve ihtiyaçlarina yönelik nedenlerin yaninda, bu agaçlari gölgesi ve rüzgarda yapraklarinin çikardigi ses için ektiklerini de eklemislerdi.
 
Avrupalilar tarafindan rahatsiz edilmeden önce daglik arazide bu kadar kendi kendine yeten  ve çevresiyle bu kadar dengeli yasamayi becerebilmis bir toplum olusturmus olmalarini, Yeni Ginelilerin simdiye kadar karsilastigim en merakli ve deneysel insanlar olmalarina bagliyorum. Bazi geleneklerin ya da tutumlarin, günümüzde de devam ettigini görmek mümkün. Mesela, farkli bir  köye gittiklerinde yerel bitkileri bulup nasil kullanildiklarini ögrenip, kendi arazilerine getirip ektiklerine birçok kez sahit oldum. Aynen bu sekilde, casuarina filizini  bir dere kenarindan  alip  diger vadiye götürmüs olabilirler. Bu da, bu bitkinin neden sadece bu iki vadide yetistirildigini  açiklar. Silvikültür metodu, yararli tarim tekniklerinin benimsenmesi, hep asagidan yukariya yöntemle gelismis olmali. Çevrelerindeki ormanlarin giderek azaldiginin ve kereste ihtiyaçlarinin da devam edeceginin farkinda olan köylüler, deneyimlerini birbirleriyle paylasarak bu türden çözümler üretmis olmalilar. Elbette, toprak verimliligi ve ahsap teminini çözdükten sonra nüfus artinca, bu  defa nüfus sorunu ortaya çikmistir. Nüfus kontrolü, kismen kabilelerin sik sik savasmasiyla verilen kayiplarda kendiliginden oluyor, kismen de dogal bitkilerle dogum kontrolü, çocuk düsürtme gibi uygulamalarla,  çocuk  dogurduktan sonra  kadinlarin  belli bir  süre  cinsel iliskiye  girmemesi  gibi önlemler alinarak yapiliyordu. Hatta besleyemeyeceklerini  düsündükleri yeni doganlari   öldürdükleri oluyordu.
 
Ancak böylesine bir yapinin, burada gelismis olmasi da sasirtici degildir. Çünkü 1930’larda Hollandali ve Avustralyali sömürgecilerin gelisine kadar, kabileler arasinda siyasi  bir birlik yoktu.  Son derece demokratik bir toplum olan bu kabileler, asagidan yukariya yöntemiyle çevrelerini ve toplumsal yasami yönetmislerdi. Kabile reisligi ya da aileden devralinan bir liderlik kavrami yoktu. Karakter olarak güçlü olanlara büyük adam denirdi; ancak onlarin da konumu herkesle esitti. Emir verme yetkileri ya da teklif ettikleri öneriler kabul edilsin diye, kimseyi zorlamaya haklari yoktu. Toplumu ilgilendiren bir karar alinmasi gerektiginde, tüm köy bir araya gelir, fikri olanlar belirtir; sonra uzun uzun konusulup tartisilirdi. Herkesin söz hakki vardi. Disaridan bakan biri için, ya da   Yeni Gine’nin bugünkü hükümeti için, karar alma mekanizmasinda eskiden uygulanan bu asagidan yukariya yöntemi çok can sikici gelebilir. Ancak, bu yöntem sayesinde Yeni Gine’nin daglik arazilerinde yasayan insanlar, zamaninda önlem almislar; bunun sonucu olarak, Paskalya Adasi  halki, Mangarevalilar, Mayalar, Anasaziler ve nüfus artisi ve ormansizlastirmayla basa çikamayan diger toplumlarin kaderine mahkum olmamislardir. Tarima baslamadan on  binlerce yil önce  ve tarim yapmaya basladiktan sonra da 7000 yil kadar, sürekli farkli kosullara yol açan  iklim  degisimleri ve insanin çevreye olan etkilerine karsin, hayatta kalmayi   basarmislardir.
 
Günümüzün Yeni Gine toplumunda, halk sagliginin gelismesi, yeni tarimsal ürünlerin tanitilmasi ve kabileler arasi savaslarin sona ermesi veya azalmasi, nüfusu arttirmaktadir. Artik  çocuk düsürtme ya da bebeklerin öldürülmesi, toplumsal olarak kabul edilen çözümler degildir.  Fakat, geçmiste buzullarin erimesi, volkanik kül yagmurlari vb. pek çok muazzam degisime, hatta Avrupalilarin gelisine bile ayak uydurabilmislerdir. Bu durum, Yeni Ginelilerin acaba simdi  de degisen kosullara, mevcut nüfus patlamasiyla mi adapte olacaklari sorusunu akla    getirmektedir.
Tikopya
 
Güneydogu Pasifik’te küçücük issiz bir ada olan Tikopya’nin hikayesinde de, asagidan  yukariya yönetimi basariyla uygulandigini görebiliriz. Insanlarin 3000 yildir yasadigi  bu  ada  o kadar küçüktür ki, denizin sesinin duyulmadigi bir yeri yoktur. Yaklasik 47 km2 alana sahip adada 1200 kisi yasamaktadir. Tikopya, anakaraya çok ama çok  uzaktir. Eskiden,  geleneksel  kanolarla en yakini 137 km mesafede olan diger adalara gitmek, kasirgalara oldukça yatkin olan okyanusta tahmin edilemeyecek  kadar zor ve tehlikeli  oldugundan, çok az miktarda mal ithal edebiliyorlardi;  ve hava sartlari yüzünden bu yolculuklarin ne zaman yapilabilecegi belli olmazdi. Adalilar bunu  büyük bir macera olarak görürdü. Adanin kayalari alet yapmaya elverisli olmadigindan, komsu adalardan ithal edilmekteydi. Tikopyalilarin temel gida maddelerini yeterli miktarda  ithal etmeleri  gibi bir ihtimal de bulunmadigindan, kurak geçen Mayis ve Haziran aylarinda ve bahçelerini yerle    bir eden ve tahmini mümkün olmayan siddetli kasirgalardan sonra, yetecek  kadar ürün fazlasi   üretip muhafaza etmeleri gerekiyordu.
 
Tüm bunlara ragmen Tikopyalilarin 3000 yil boyunca adada hayatta kalmayi  basarabilmesi için iki sorunu halletmis olmalari gerekliydi: 1200 kisiye yetecek kadar yiyecek üretmeyi basarmak  ve beslenmesi imkansiz olacagindan nüfus artisina engel olmak. Bol miktarda yagis aldigindan agaçlarin büyümesi çok kolay oldugu için, yagmur ormanlarini andiran, ancak  meyve ve  yemislerinin hepsi yenebilir olan agaçlar ve agaçsiz dar bir alanda ve batakliklarda adanin iklimine uygun olan islah ettikleri ürünleri yetistirerek; protein ihtiyaçlarini ise ördek, balik ve deniz ürünlerinden karsilayarak, ilk sorunu çözebilmislerdi. Tuhaftir ki, deniz  ürünlerinden sürdürülebilir  bir sekilde faydalanmis olmalarinin nedeni, balik tutulmasi ve de yenmesi için reislerinin izninin gerekmesidir. Yani, tabular asiri balik avlanmasina engel olmustur. Adadaki kisitli kaynaklardan  ancak belirli sayida insana yetecek kadar yiyecek saglanabildigi için, 3000 yil önce adaya kanoyla ulasarak ilk yerlesen 25 kisiden sonra nüfus giderek artmis, fakat  nüfusu belirli  bir  sayida tutmalari gerektigini farkettiklerinde çesitli yöntemler gelistirmisler ve ailelerin bakabileceklerinden fazla çocuk yapmasini engellemislerdir. Geleneksel Tikopya’nin nüfusu, idare etmekte benimsedigi yedi yöntemden en basiti, halk arasinda “geri çekme” olarak bilinen coitus interruptus yöntemiyle dogum kontrolüydü. Baska bir yöntem, istenmeyen  gebeliklere  uygulanan çocuk  düsürtmeydi. Bazi durumlarda, dogan bebegin öldürüldügü de kayitlara geçmistir. Toprak fakiri ailelerin erkek çocuklari cinsel iliskiye girmez, evlenme yasi gelmis kizlarsa poligamik iliskilere girecegine  bakire kalirdi. Zaman zaman basvurulan diger bir yöntemse intihardi. 1929 ile 1952 yillari arasindaki kayitlara baktigimizda, yedi kisinin kendini asarak, on iki kisinin de denize açilarak intihar ettigini görürüz. Daha popüler bir yöntemse, “sanal intihar” olarak tanimlanan ve insanlarin sag kalma olasiligi çok düsük olan deniz yolculuklarina çikmasiydi. Yine 1929-1952 kayitlarina baktigimiza bu yöntemin 81 erkek ve 3 kadinin yasamini aldigini görebiliriz. Bu  yöntem, salginla  bogusan  kalabalik bir adada fakir ailelerin gençlerince, çok da uzak gelmeyen bir çözüm olarak görülmüs olabilir.
 
M.S. 1600’de Adada, sözlü geleneklerde yer bulan ve arkeolojik olarak da kanitlanan baska bir tarihi karar, bu kara parçasindaki tüm domuzlari öldürmek olmustur. Protein ihtiyacinin daha  fazla deniz mahsulü tüketerek karsilanmasina karar verildi. Tikopya’lilarin kayitlarina  göre,  atalarinin böyle bir karar almasindaki baslica etkenler, domuzlarin bahçelere girip zarar vermesi, yemek konusunda insanlarla rekabet içinde olmasi ve insan beslemek için verimsiz bir seçenek olmasiydi (bir kilo domuz eti üretmek için insanlarca yemege uygun 20 kilo sebze gerekmektedir). Kabile reisleri için lüks bir yemek haline gelen bu gidayi tüketmekten vazgeçmelerine sasirmamak gerekir.
 
Nesillerdir nüfus artisini kontrol altina alarak, dikkat çekici bir sürdürülebilir ekonomi gelistirmis olan Tikopyalilar, herkesin birbirinin tanidigi ve doganin merhametine ayni derecede maruz kaldigi ufacik bir adada, kolektif karar alma mekanizmasini benimsemislerdir.  Herkes  birbirine hisim akrabadir ve reisler halkla esit haklara sahiptir. Ailesi, büyükleri, yardimcilari, klan üyeleri reisleri elestirebilir. Adada halen dört ayri klan yasamaktadir. Tikopyalilar’in toplumsal yasamlarini asagidan yukariya yönetim yöntemini uygulayarak sürdüren kültürlere iyi bir örnek oldugunu söylemek mümkündür.
Japonya
 
Baska bir basari hikayesi de, yine yogun nüfuslu, dünyadan kopuk, ancak uzun  tarihi boyunca kendi kendine yeten ve sürdürülebilir bir yasam tarzini benimsemis baska  bir  ada toplumu hakkindadir. Günümüzde Japonya, yogun nüfuslu, sehirlesmis ve endüstriyel bir toplum olmasina ragmen ülkenin %80’i ormanla kaplidir. Ormanlik araziler Avrupa’da  9000  yil önce  tarimin baslamasindan bu yana giderek azalmis olmasina ragmen,  1500’lerde  Almanya’da baslayan ve zaman içinde gelistirilen ormancilik tekniklerinin  1700’lerden sonra  kitaya  yayilmasiyla beraber, 1800’lerden itibaren ormanlik alanlarin miktarinda artis görülmeye  baslamistir. Dünyanin diger ucundaki Japonya’da ayni dönemde topraklarini ormansizlastirdiginin farkina vararak, yukaridan asagi topluma dayatilan kurallarla ormanlarini geri kazanmistir. Japonya’da orman politikasi, çeliskili bir sekilde uzun bir baris ve refah döneminin ardindan olusan çevre ve nüfus sorununa tepki olarak ortaya çikmistir. 1600’lerde sona eren iç savas ve karisiklik döneminden sonra, ülke sogunlarin yönetimine geçmis, imparatorluk mevki  ise,  sadece göstermelik olarak devam ettirilmistir. Savasin bitmesini takip eden yüzyil içinde nüfus iki katina çikinca, tarim faaliyetleri artmistir. Evlerin insaati için kereste ve yakacak odun  ihtiyacini  karsilamak üzere ormanlar katledilmistir. 1720’lerde Edo (günümüz Tokyo’su) Dünyanin en  kalabalik sehri haline gelmistir. Fakat o zaman bütün evler ahsap oldugundan, yanginlara çok yatkindi. Çikan büyük yanginlarda yanip kül olan evlerin yerine, bir o kadar daha agaç  kesilip yenileri yapiliyordu.
 
1500’lerin ortasinda adaya gelmeye baslayan Katolik misyonerler, yüz binlerce Japon’u hristiyan olmaya ikna ettikten sonra, Sogunlar bu durumu, Batililarin Japonya’yi ele geçirmek için  bir hazirligi olarak gördüler. Bu durumu kendi otoritelerine bir tehdit olarak algiladiklarindan, Hristiyanligi, yabancilarin ülkeye girisini, yasakladilar. Aslinda Çin, Hindistan ve pek çok ülkenin geçmisine bakildiginda, masum tüccarlar ve misyonerleri, Avrupali askeri müdahalenin izledigini düsünürsek, Sogunlarin tehdit algisi yanlis degildir. Sonrasinda, dönemin sogunu  daha  ileri giderek, Japon gemilerinin de baska kiyilara gitmesine yasak getirip, ardindan da ülkede bulunan tüm Portekizlileri sürdürdü. Böylece Japonya, tüm dünyayla irtibatini kestigi bir 200 yila girdi. Sadece, Katolik olmadiklari için Hollandali baz tüccarlarin mal getirmesine ve ancak  sadece  Nagasaki limaninda küçük bir adaya kadar yaklasmalarina   izin  veriliyordu.
Merkezi yönetimle, tüm ülkede birlesik para birimi ve ortak ölçüler kullanilmaya baslamisti.
 
Kereste kitligi baslayip nüfus da hizla artmaya devam ederken, 1657’de Baskentte çikan devasa yangin, -Paskalya adasindakine benzer bir felaket yasanabilecekken- Japonlar için sarsici  bir  uyanisin baslangici oldu. Takip eden iki yüz yil boyunca yavas yavas nüfus  sabitlendi  ve yenilenebilir kaynaklarin tüketim miktarinda azalma saglandi. Sogunlarin, Konfüçyüs  ögretisini  resmi ideoloji olarak kabul etmesinin ardindan, yukaridan asagi yöntemiyle yani toplumun en üst kesiminden en alt kesimlerine kadar ülkeyi felaketten korumak için tüketimin sinirlanmasi, dogal kaynaklarin tasarruflu kullanilmasi tesvik edilerek, gidisat bir anlamda tersine çevrildi. Daha  az  çocuk dogurmaya, dogum kontrolü yapmaya basladilar. Odun yerine, daha çok kömür kullanimi basladi. Yukaridan asagiya alinan tedbirler, kesilen agaç sayisiyla ekilen agaç sayisi arasindaki dengesizligi ortadan kaldirmaya yönelikti. Çok siki denetlemeler sonucunda, kesilenden çok daha fazla sayida agaç ekilmesini saglamayi  basardilar.
 
Japonya, diger ülkelerle ticarete uzun süre kapali kaldi. Ticaret ortaklari, sadece Koreliler      ve Japonya’ya çok yakin Ainu adasindaki yerlilerdi. Ainu’dan ithal edilen somon ve geyik miktari o kadar yüksekti ki, sonunda bu kaynak tükenme noktasina  geldi. Japonya’ya bagimli  hale gelen  Ainu toplumu, ekonomik bozulma, salgin hastaliklar ve askeri fetihlerle mahvoldu. Dolayisiyla o dönemde Sogunlarin kendi ülkelerinin kaynak sorununa çözüm saglamak için yaptiklari, baska bir yerin kaynaklarini tüketmek oldu. Aynen Gelismis ülkelerin halen digerlerine yaptigi   gibi.
 
Japonya gida, kereste ve birçok metal ihtiyacini kendi kendine karsilayabiliyordu. Silahlar yasaklanmisti. Bu kendi kendine yetme durumu 1853’te Amerikan filosunun gelip limanlarini Amerikali balina avcilarina ve ticaret gemilerine açmasi için dayatmasiyla son buldu. Bu sekilde yeniden ellerine silahlara kavusan barbarlardan ülkeyi koruyamayacaklarini farkeden  Sogun yönetimi 1868’de çöktü. Ardindan Japonya, yari feodal bir toplumdan modern bir devlet olma yolunda hizli bir dönüsüme  girdi.
 
Japonya’nin basarisi öngörülü yöneticilerin uzun vadeli hedeflere odaklanip, bilgece  davranmis olmalarina ve toplumda büyük bir fark yaratabilmelerine dayalidir. Ülkedeki amansiz ormansizlasma süreci, yöneticilerin çevrelerinde olan degisimi fark etmelerine ve etkili kararlar almalarina neden olmustur. Su anda Japonya, Dünyada yüzölçümüne kiyasla en fazla ormanlik   alana sahip ülkedir. Bu da,  devlet adamlarinin aldiklari  kararlarla çevre koruma  bilincini yaygin  hale getirebileceklerine çok iyi bir  örnektir.
Bir Ada, Iki Halk: Dominik Cumhuriyeti ve Haiti
Modern dünyanin sorunlarini anlamak isteyen biri için, ayni adayi paylasan iki ülkenin sinirlarinin nasil olustugunu ve aralarindaki farki anlamaya çalismak, zorlu ancak yol gösterici bir çaba olacaktir. Karayipler’deki Hispaniola Adasinin Haiti ve Dominik Cumhuriyeti arasinda biçakla kesilmisçesine bölünmüs sinir çizgisinin bir yani, yemyesil ormanlarla öteki yani  ise,  çorak tarlalarla kaplidir. Ayni cografyada olmalarina ragmen, bu iki ülke birbirinden tamamen farklidir. Ispanyol kasifler (Kristof Kolomb 1492) Adaya ilk ayak bastiklarinda,  her  yerin yemyesil  ormanlarla kapli oldugunu kaydetmislerdi. Her iki ülkede de ormanlik alanlar o zamandan bu yana çok azalmis olmasina ragmen, Dominik Cumhuriyeti topraklarinin %28’i; Haiti’nin ise sadece %1’i ormanlarla kaplidir. Sahip olduklari ormanlik arazi miktari arasindaki fark, ekonomilerindeki farkla  da  dogru orantilidir. Batili devletlerin  tropiklerdeki eski  sömürgelerinin hepsinde oldugu gibi, her   iki ülke de yolsuzlukla iç içe geçmis hükümetler veya güçsüz iktidarlarla yönetilmekte;  düsük tarimsal üretim, yetersiz kamu sagligi gibi ciddi sorunlarla bogusmaktadir. Ikisi de fakir ülkelerdir; ama yine de Haiti’nin durumu her anlamda daha kötüdür. Yeni Dünya’nin en kalabalik nüfuslu ülkelerinden olan Haiti’nin yüzölçümü adanin sadece üçte biri olmasina ragmen, 1,5 km2’ye 1000  kisi düsmektedir. Çogu kit kanaat geçinen çiftçilerden olusan halkin bir kismi düsük ücretlerle  serbest ticaret bölgelerinde tekstil veya ihracat isçisi olarak; diger kismi da turizm beldelerinde çalisarak geçimlerini saglamaktadir. Mütevazi piyasa ekonomisi, büyük ölçüde ihracata  yönelik kahve ve seker üretimine dayalidir. Ticaret hacmi belirsiz olmakla birlikte, Kolombiya ve ABD arasindaki uyusturucu trafigi için de önemli bir geçis noktasidir. Tasrada yasayan çogunluk ya da Baskentin gecekondularindaki fakir kesimle, Baskente yakin serin daglarda yasayip, Fransiz restoranlari ve saraplarinin keyfini süren asiri  zengin elit kesimin  arasinda,  büyük bir uçurum   ve kutuplasma vardir. Haiti’nin nüfusu arttikça AIDS, tüberküloz, sitma ve çesitli hastaliklar hizla yayilmaktadir.
Dominik Cumhuriyeti ise komsusuyla pek çok sorunu paylasmasina karsin gelismekte olan   bir ülkedir. Nüfus yogunlugu ve nüfus artisi Haiti’den çok düsük, kisi basina düsen milli geliri ise    bes kat fazladir. Geçen 38 yil boyunca askeri darbe görmediginden, en azindan demokrasiden söz etmek mümkündür. Patlama yasayan ekonomisinde, demir ve nikel sanayii döviz getirmektedir. Denizasiri ihracati, kahve, kakao, tütün, puro, taze çiçek ve avokado gibi tarimsal ürünlerden   olusur. Telekomünikasyon ve turizm sektörleri gelismistir.
 
Iki ülke arasindaki sosyal ve ekonomik farkliliklar, milli parklarda da kendini hemen belli  eder. Haiti’de kaçak agaç kesen köylülerin tehdidi altinda güç bela korunan  sadece 4 tane  milli  park varken, Dominik Cumhuriyeti’nin dogal yasam alanlarini koruma sistemi, Amerika kitasindaki  en kapsamli ve genis çapli olanidir. 74 milli park ve sit alanlari, ülkenin %32’sini olusturur. Her ne kadar ödenek yetersizligi çekse de bu durum, baska sorunlari ve öncelikleri bulunan fakir bir ülke  için oldukça etkileyicidir. Bu basarili sistem dogayi koruma derneklerinin,  sivil  toplum kuruluslarinin  çabasiyla olusturulmustur.
 
Ayni adadaki iki ülkenin vardigi nokta, nasil olur da bu kadar farkli olur ve daha da önemlisi büyük ölçüde gerileyen neden Dominik Cumhuriyeti degil de Haiti olmustur? Her iki ülke de  tarihinde, Avrupali sömürgeciligi ve Amerikan isgali yasamistir. Haiti’nin geçmiste,  komsusu Dominik Cumhuriyetinden çok daha güçlü ve zengin oldugu düsünülünce, benzerliklerine karsin aralarindaki farklilik, daha çarpici bir hal almaktadir. Haitililer 19. yy'da birçok  taarruz gerçeklestirmis ve hatta komsusunu 22 yil boyunca boyundurugu altina almistir. Fakat bundan öncesinde Adanin tarihine bakacak olursak, Ispanyol kasiflerin gelmesiyle, altin madenlerinde köle gibi çalistirilan yerlilerin çogu, bagisikliklari bulunmayan Avrasya hastaliklariyla ölmüslerdir.  Kayitlara göre 500 binden 3000’e düsen ada nüfusu, 1500’lerde  iyice  azaldi ve  Adanin  seker kamisi yetistirmeye uygun oldugunu farkeden Ispanyollar, köle olarak Afrika’dan isçi getirmeye basladilar. Ada, seker üretimiyle, 16.yy boyunca zengin bir sömürge oldu. Fakat  Ispanyollar’in  adaya olan ilgisi, Amerika kitasinda daha kalabalik ve  bereketli  yerler kesfettikçe,  azaldi.  Afrika’dan köle getirmektense, kölelestirebilecekleri Meksika, Peru ve Bolivya yerli halklarina yöneldiler. Bu arada Karayipler’de cirit atan Ingiliz, Hollandali ve Fransiz korsanlar, Hispaniola’daki  ve diger adalardaki yerlesimlere saldirmaya baslamisti. Ayrica Ingiliz, Fransiz ve Hollandali sömürgecilerin güçlenmesiyle Ispanya siyasi ve ekonomik çöküse geçip  gücünü kaybetmeye  basladi.
 
Ispanyollar Adanin dogusunda yerlesmisken, Fransiz korsanlarla birlikte Fransiz tacirler ve maceraperestler, Adanin bati tarafinda bir yerlesim  kurdular. Güçlenen  Fransa’nin  destekledigi köle ticareti ve tarim faaliyetleriyle Adanin batisi, dogusuna göre hizli  bir  sekilde gelismeye  basladi. Iste Adanin iki tarafinin tarihi, bu noktada birbirinden ayrismaya basladi. 1700’lerde  Ispanyol tarafinda, az bir Ispanyol nüfus ve az sayida (30 bin) köleyle sigir yetistiriciligine dayali  ufak bir ekonomi faaliyetteyken, Fransiz sömürgesinde olan bati tarafi ise daha kalabalik bir nüfus, çok sayida (700 bin) köle ve seker üretimine dayali bir ekonomiye sahipti. O zamanlar Saint Dominique denen Fransiz sömürgesi, Yeni Dünya’nin en zengin sömürgesine dönüsmüstü ve Fransa’nin zenginliginin  çeyregini karsiliyordu.
 
Bu arada Ispanya artik isine yaramayan Adanin dogu tarafini 1795’te Fransa’ya devretti. Fakat, daha sonra patlak veren köle ayaklanmalarini durdurmak için adaya gelen Fransiz ordusu yenildi. 1804’de ise Fransa, Hispaniola’dan vazgeçip, adayi ABD’ye birakti. Fransiz Hispaniola’sinin eski köleleri, ülkelerine Haiti adini (adanin asil yerlileri olan Taino Kizilderilileri’nin adaya verdikleri isim) vererek, kölelik sistemi tekrarlanmasin diye beyazlari öldürüp seker kamisi tarlalarini ve altyapiyi mahvederek, tarlalari aileler arasinda paylastirdilar. Ancak bu, Haiti’nin tarimsal üretimin düsmesine neden oldu. Beyaz nüfusun öldürülmesi ve kalanlarin da göç etmesi ise, Haiti’nin insan kaynaklari ve bilgi birikimini kaybetmesine sebep oldu. Bagimsizligini kazanan Haiti, Adanin dogusunu iki kez isgal etti. Ancak daha sonra dogudaki Santo Domingo, bagimsizligini kazandi. 1850’ye gelindiginde, Bati tarafindaki Haiti, dogu tarafina kiyasla Adanin daha az bir kismina hükmediyordu; ama nüfusu daha fazlaydi ve genellikle tarimla ugrasan Afrika kökenliler  ve Fransizca konusan melez kesimden olusuyordu. Haiti, kölelik deneyimi ve korkusu nedeniyle yabancilarin toprak mülkiyetine, yatirim  yapmalarina izin vermiyordu.  Nüfusun çogunlugu   Ada’ya özgü bir sekilde Fransizca’dan türemis, Creole denen bir dilde konusuyordu.  Dogudaki Dominiklilerse, daha çok topraga fakat daha az nüfusa sahipti. Hala sigir yetistiren  halk,  göçmenlere iyi davranip, vatandasliga kabul ediyordu. Ispanyolca konusan toplum, Curaçao (Kurasao) Yahudileri, Kanarya Adalilar, Lübnanlilar, Filistinliler, Kübalilar, Porto Rikolular, Almanlar ve Italyanlar’dan olusuyordu. 1930’lardan sonra Avusturya’dan gelen Museviler, Japonlar ve daha  çok Ispanyol bunlara katildi. Bu nedenlerle de, Dominik Cumhuriyeti Avrupali  gözünden  bakildiginda olumlu bir tablo çizerken, Haiti’nin eski kölelerden olusan ve yabancilara düsmanca davranan bir yer olarak algilanmasi, iki ülke arasindaki ekonomik farkin büyümesine yol  açti. Dominik tarafi, Avrupa ve Amerika’dan yatirim destegi alarak piyasa ekonomisi gelistirdi  ve ihracatini arttirdi.
 
Haiti ve Dominik Cumhuriyeti,  birbirine en çok politik istikrarsizlik açisindan benzer. Ard arda düzenlenen darbelerle yönetim, özel ordulara sahip yerel  liderlerin birinden  digerine  geçmistir. Sadece 1843-1915 arasinda Haiti’nin 22 devlet baskani, ya suikasta kurban gitmis ya     da devrilmistir. Dominik ise 1844-1930 arasinda 50 baskan  degistirmis, 30  devrim yasamistir. Ama, Adanin iki tarafinda da baskanlar kendilerini ve yandaslarini zengin etmeye ugrasmaktan baska bir is yapmamislardir. I.Dünya Savasi sirasinda, Amerikan ordusu Adanin iki tarafini da isgal etti. Isgal ordusu çekildikten sonra, siyasi istikrarsizlik yeniden  bas  gösterdi. Sonrasinda,  Amerikan ordusunda yetistirilmis ve Dominik polis kuvvetlerinin sefi olan Rafael  Trujillo, avantajlarini kullanarak 1930’da Dominik Cumhurbaskani seçildi. Tarihteki en kötü diktatörlerden  biri olan Trujillo, toplum yararina kisvesiyle, tüm olasi muhaliflerini iskence ederek sürdürdü veya öldürdü. Tam anlamiyla bir polis devleti kurarak, sözde ülkeyi modernlestirmek, ekonomiyi, alt yapiyi ve sanayiyi gelistirmek adina yaptigi icraatlarla, aslinda kendisinin  ve  yakin çevresinin  cebini doldurdu. 1950’lerde destegini kaybetmeye baslayinca, Ülkede ayaklanmalar çikti. Sonuçta, CIA’in parmagi oldugu bariz olan bir suikastla, 1961’de Trujillo öldürüldü. 1965’te iç savas çikti. Amerikan müdahalesini takiben, çok sayida Dominikli ABD’ye göç etmeye  basladi.  Ardindan Dominik siyasetinde 34 yil boyunca söz sahibi olacak Balaguer  baskanliga seçildi.  O  da yolsuzlugun yaygin bir sekilde devam etmesine göz yumdu; ama 1961’den itibaren Dominik Cumhuriyeti sanayilesmeye ve modernlesmeye devam   etti.
 
Benzer sekilde, Haiti halki da ard arda devrilen baskanlarin  ardindan, 1957’de  zalim  diktatör Duvalier ile tanisti. Gizli servis araciligiyla çok sayida insani öldürttü. Ülkeyi modernlestirmek, sanayi ekonomisini gelistirmek veya cebini doldurmak gibi kaygilardan çok güç sahibi olmanin keyfini sürdü. Ölünce yerine geçen oglunun yönetiminde, Ülkenin zaten zayif olan ekonomisi iyice daraldi. Siyasi istikrarsizlik yeniden  basladi.
 
Birbirine sinir olan bu iki ülke arasindaki en belirgin fark  olan  orman arazileri, ekonomilerinin gelismesinde de belirleyici olmustur. Örnegin Balaguer’in, ormanlarin korunmasina yönelik bir politika izlemesi,  ülkenin enerji ihtiyacini karsilamak için barajlar kurmasi,  dogalgaz   ithal etmesi, ormanlarin kesilmesini engellemis, öbür tarafta Haiti’nin orman kaynakli mangal kömürüne bagimli kalmasi geri kalan ormanlarinin da yok edilmesine yol açmistir. Her iki ülkenin ekonomisi de, ABD basta olmak üzere baska ülkelere göçmen olarak giden vatandaslarinin memleketlerine gönderdigi dövizlerden faydalanmaktadir. Dominik Cumhuriyeti kisi basina düsen 2200 dolarlik yillik gelirle hala fakir bir ülke sayilsa da, büyüyen insaat sektörü ve artan trafikle gelisen  bir ekonominin göstergelerine sahiptir. Diger taraftan Haiti, Afrika disinda insan ömrünün en kisa oldugu, egitim ve yasam standardinin en düsük oldugu ülke  olma konumunu sürdürmektedir. Kahve ihracati ayni oranda devam etmekte ama, nüfus hizla arttigindan, bu hiçbir sekilde yeterli olmamaktadir.
 
Adanin iki tarafinda yagis miktari ve daglar gibi, bazi cografi, çevresel farkliliklar vardir ve bunun varilan noktaya belli bir oranda katkisi olmustur. Ancak bu farkliliklar, durumu tek basina   izah edebilmekten çok uzaktir. Bu büyük ayirimi açiklayabilen ana unsur,  sosyal ve  siyasi  farklardir. Iki toplum ve liderleri arasindaki iliskiyi, ulusal kimligi ve kurumsal yapiyi sekillendiren, tarihsel farklardir. Mesela, yakin dönemlerde iki ülkeyi de iki diktatör  yönetmistir; ancak birisi  kendi çikarina olsa da ülkesini sanayilestirme hirsi gütmüs, digeri ise bu konularla ilgilenmemistir.  Öte yandan, Balaguer’in çevreci yaklasimi, Dominik Cumhuriyeti’ne çok büyük fayda saglamistir. Dolayisiyla, Ülke yöneticilerinin birbirinden farkli mizaçlari, toplumlarin da farkli gelismesinde rol oynamistir. Dominik Cumhuriyeti’nin asagidan yukari ve yukaridan asagi yöntemlerin karisimi bir yönetim gelistirmesi, komsusundan daha iyi bir duruma ulasmasini saglamis olabilir. Ülkede üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin, bilinçli bireylerin bakanliklarla yüz yüze görüsebilme imkaninin bulunmasi sayesinde, Dominik Cumhuriyeti modern  toplumlarin  hiçbirinde olmadigi  kadar çevreci politikalari yürürlüge koymayi basarmistir. Çevresel sorunlar toplumlari sinirlandirabilir; ancak farki yaratan, toplumun bunlara verecegi tepkidir. Bu kapsamda, sonuç iyi veya kötü olsun, Ülkeyi yönetenlerin eylemleri ve eylemsizlikleri de   belirleyicidir.
Sendeleyen Dev: Çin
Çinli liderler, bir zamanlar insanoglunun dogaya hükmedebilecegini ve hükmetmesi  gerektigini düsünürdü. Onlara göre, çevreye verilen zarar sadece kapitalist toplumlarin basina musallat olurdu ve sosyalist toplumlar, böylesi dertlere bagisiklik sahibiydi. Ülkede felaketi andiran çevre sorunlari karsisinda, günümüzde ayni görüse sahip bir liderin daha kaldigini sanmiyorum. 1983’te çevre koruma, kagit üzerinde temel bir ulusal prensip olarak ilan  edildi. Ancak  yerel kosullar  ve dinamikler göz ardi  edilerek alelacele yürürlüge konan çevre koruma kanunlari, etkin   bir biçimde uygulanamadi. Bugün, Çin’de meydana gelen kum firtinalari yüzünden,  yilda 540  milyon dolar, asit yagmurlari nedeniyle yok olan orman ve tarim ürünleri anlaminda 730 milyon  dolar zarar meydana gelmektedir. Çevresel zararin, Ülkeye daha ciddi faturalari da vardir. Pekin’i kum ve tozdan korumak için agaçlardan olusan bir “yesil halka” yapmanin maliyeti,  6 milyar dolardir. Haserelerin neden oldugu tarimsal zarar ise, yillik 7 milyar dolar civarindadir. Korkunç sonuçlar ve bunun maliyeti burada bitmiyor: 1996 sel felaketinin tek seferlik zarari - 27 milyar $, çöllesmenin yol açtigi dogrudan zarar - 42 milyar $, su ve hava kirliligi kaynakli yillik kayiplar, 54 milyar $ seviyesindedir. Sadece son iki rakamin toplami Çin’in bugünkü GSYIH’nin %14’üne denk gelmektedir.
 
Kentsel alanlarda yasayan Çinlilerin kanindaki kursun seviyesi, Dünyanin diger yerlerinde fazlasiyla tehlikeli kabul edilen seviyenin tam iki katidir. Böylesi bir kirlilik orani, çocuklarin zihinsel gelisimini dogrudan etkileyebilecek bir seviyedir. Hava kirliliginin yilda 300.000 insanin hayata mal oldugu ve saglik sistemine 54 milyar dolarlik bir yük getirdigi hesaplanmaktadir.
 
Cografi kosullar nedeniyle Çin topraklarinin çogu, henüz M.Ö. 221 yilinda bütünlesmisti ve     o zamandan beri tek bir toplum olarak var olmayi basarmistir. Diger yandan cografik olarak bölünmüs Avrupa, hiçbir zaman siyasi olarak tek bir bütün olamamistir. Bu  bütünlük, Çinli  liderlerin, Avrupali meslektaslarinin hayalini bile kuramayacagi büyüklükte bir alanda hakimiyet kurmasini, iyisiyle ve kötüsüyle hizli bir biçimde büyük degisikliklere gidebilmesine uygun ortami, saglamistir.
 
Bütünlesmis bir Çin’in artilari ve eksileri, günümüzde bile hissedilir biçimde devam etmektedir. Devlet, çevreyi, yasam kalitesini ve halkini dogrudan etkileyen kararlari alirken sendelemektedir. Artilara bakacak olursak, Çinli  devlet adamlari Avrupali ve Amerikali liderlerin   asla tezahür edemeyecegi ölçekteki sorunlari çözebilme  gücüne sahiptir. Buna  en iyi örnekler,  nüfus artisini kontrol etmek için tek-çocuk politikasi uygulamasi ve agaç kesimini 1998’de ulusal düzeyde yasaklamasidir. Madalyonun öteki yüzüne bakarsak Çinli liderlerin, yine Avrupali ve Amerikali liderlerin yapmasi asla mümkün olmayan hatalar yaptigini da görürüz. Bunun basinda, Büyük Atilim’in neden oldugu kaos ortami, Kültürel Devrim sirasinda milli  egitim  sistemini parçalara ayirmak ve ülkede insa edilen üç mega-projenin neden oldugu çevresel  sorunlar  sayilabilir.
Neden Bazi Toplumlar Yikici Kararlar Alir?
Bir toplumun gözü önündeki sorunu algilamasini geciktiren  birçok unsur vardir.  Bunlardan en sik rastlanani, inisli çikisli degisimler tarafindan gizlenen, sorunun çok yavas bir evrilme hizi oldugu durumlardir. Siyasetçiler, dikkat dagitan inis çikislarin ardina gizlenen yavas degisimlere, “sinsi normallik” terimini yakistirmislardir. Ekonomi, egitim sistemi, trafik sikisikligi veya herhangi baska  bir  parametre çok  yavas  bir sekilde  olumsuza  dogru kayiyorsa  her  yilin, bir   evvelkine kiyasla biraz daha kötü oldugunu fark etmek, giderek daha da güç hale  gelir. Bu  degisim  karsisinda “normal” olarak tanimlanan durumu tarif eden standart, kademeli olarak ve fark edilmeksizin olumsuz yöne hareket eder. Insanlarin böylesi belli belirsiz artarda siralanan yillik degisimlerin farkina varmasi, bazen on yillar sürebilir. Böyle durumlarda insanlar, bir anda yasam standartlarinin ve normal olarak kabul edilenin eskiye kiyasla daha kötü oldugunu, küçük bir sarsintiyla fark eder. Sinsi normallik kavramiyla iliskili baska bir terim, “çevresel  hafiza kaybi”  olarak anilir. Bu durum, insanin yasadigi çevrenin, sözün gelimi 50 yil önce nasil göründügünü unutmasi, daha dogrusu bu süreçte yillik bazda yasanan yavas degisimler sonucu durumu kaniksamasidir.
 
Sanirim çevresel hafiza kaybi kavrami UCLA’deki ögrencilerimin sorusunu daha kapsamli yanitlayacaktir: “Paskalya Adasi yerlileri kalan son agaci keserken ne düsünüyordu?”... Zaman  içinde Paskalya’daki agaçlarin sayisi azaldi, küçüldü ve sonunda önemini yitirdi. Meyve veren son agaç kesildiginde herhangi ekonomik bir öneme sahip olmaktan çok uzakti. Iste bu nedenle son agaca hosça kal demek zor  olmadi.
 
Basarisizlik haritasinda üçüncü durak, en sik rastlanani ve ayni zamanda  en sasirtici  olanidir. Yapilan arastirmalar, toplumlarin önlerindeki sorunu algilamasindan sonra bile,  çogu zaman hiçbir girisimde bulunmadigini göstermektedir. Böylesi basarisizliklarin nedenlerine bakacak olursak, çogunun insanlar arasindaki çikar çatismalarindan dogan ve ekonomi uzmanlarinin  “rasyonel davranis” olarak tanimladigi baslik altinda toplandigini görürüz. Baska bir deyisle, bazi insanlar baskalarina zarar verecek davranislarla umarsizca kendi çikarlarinin  pesinde  kosmayi kendi hakki olarak görmektedir. Bu durum, akilci davranmak adina  sagduyunun kaybedilmesi  olarak açiklanabilir. Bu isin failleri kendilerini rahat hisseder; çünkü hiç beklemeden büyük ve   mutlak kârlar etmeye tipik olarak asiri odaklanmis  ve asiri motive olmus bu insanlar, çikarlari ugruna birçok insanin zarar görecegini aklina getirmez ya da umursamaz. Bu isten zarar gören her kisinin bireysel anlamda kaybi az oldugundan, hakkini aramak için kavgaya girisme olasiligi azalmaktadir. Buna bir örnek, “mantiksiz sübvansiyonlar” olarak anilir: devletlerin, örnegin ABD’de balikçilik ve seker kamisi tarimi ve Avustralya’da pamuk tarimi gibi normal sartlarda ekonomik olmayan sanayi kollarini desteklemek için ayirdigi büyük ödenekler çevreye, dolayisiyla toplumun gelecegine büyük zarar  vermektedir.
 
Geçmis toplumlarin yasadigi çevre sorunlarini arkeolojik bulgulara, bilimsel verilere göre inceleyebiliriz; ancak, verdikleri tepkileri ve yaptiklarini neden yapmayi seçtiklerini, ancak tahminlerden yola çikarak degerlendirebiliriz. Oysa ki, su anda Dünyanin pek çok yerinde çevre sorunlarini bire bir yasayan toplumlar  çogunluktadir.
Büyük Sirketler ve Çevre
Insan varliginin etkisine çok hassas sayisiz kus ve memeli türü,  kendine Yeni  Gine’de siginak bulmustur. Bu hayvanlar, eti veya göz alici tüyleri için avlandigindan veya yakalanip kafese kondugundan, insanlarin yasamadigi yerlere siginmislardir. Burada balta girmemis ormanlarin derinliklerinde yasamlarini sürdürürler. Bu türler arasinda agaç kangurulari, tepeli devekuslari, öküzburnu kusu, büyük güvercinler, cennet kusu, Pasquet Papagani ve daha niceleri bulunur. Kutubu bölgesinde ilk defa kus gözlemeye gittigimde, ana hedeflerimden biri Chevron Petrol Kuyularinin bulundugu özel bölgede bu türlerin, baska yerlere kiyasla ne kadar az oldugunu belirlemekti. Beni sasirtan bir sonuçla karsilastim. Chevron sahasindaki  türler, Yeni  Gine  adasindaki bazi ücra köseler hariç, görmedigim kadar çoktu. Chevron çalisanlari ve onlara is yapan taseron sirket mensuplarinin bu bölge dahilinde avlanmasi kesinlikle yasakti. Tehdit unsurunun olmadigini hisseden hayvanlarsa, daha sakinlesip evcil hale gelmekte. Bu düzenlemeler sayesinde Chevron’un Kutubu’daki petrol sahasi Papua Yeni Gine’deki en siki korunan ve  denetlenen  milli park olma özelligine sahip.
 
Chevron eger petrol faaliyetlerinden elde ettigi kâri azaltacak çevre politikalarina para harcayacak olsaydi, hissedarlari sirketi dava ederdi. Anlasilan o ki, yapilan hesaplar uygulamaya alinan bu politikalarin uzun vadede petrol faaliyetlerinden daha kârli olacagini isaret ediyor. Alinan bu önlemlerin büyük çevre felaketlerini önlemedeki etkinligi çok önemlidir. Ayni zamanda siki  bir  kus gözlemcisi olan bir Chevron güvenlik yetkilisine, bu politikalarin uygulamaya alinmasina neyin neden oldugunu sordugumda, cevabi kisa ve net oldu: “Exxon Valdez, Piper Alpha ve Bhopal”. Bu  üçü Dünyanin en bilinen, en çok tartisilan ve en maliyetli endüstriyel kazalariydi. Her biri sorumlu sirketi milyarlarca dolar zarara ugratti; hatta Bhopal kazasi Union Carbide Sirketinin bagimsiz bir sirket olarak kalmasini olanaksiz hale getirdi. Chevron ve bazi baska çok uluslu petrol sirketleri bu önlemleri belli projelere yilda birkaç milyon dolar harcayarak, uzun vadede böylesi bir kaza sonucu milyar dolar kayip verme riskini azaltmislardir. Kirliligi temizlemek, kirliligi önlemekten her zaman daha pahalidir.
 
Biraz da ABD’ye  dönelim. Madenlerin neden oldugu sorunlari çözmek için gerekli kaynak vergi mükelleflerine faturalandirildigindan beri, Montana basta olmak üzere birçok eyalette siki bir maden karsiti hareket ortaya çikmistir. Halk muhalefeti, 1995 yilindan  beri  ABD’de yeni  madenlerin açilmasi önerilerini bastirmada büyük basarilar elde etmektedir. Madencilik sektörü,  kendi hakkini aramasi için lobi gruplarina ve dost devlet adamlarina artik güvenemiyor. Madencilik sektörünün kendi kisa vadeli çikarlarini kamu çikarlari üzerinde görme egiliminin, sonuçta kendi ayagina kursun siktigina dair en iyi örnektir. Günümüzde, Ülkedeki  madencilik faaliyetleri  neredeyse durma noktasina  gelmistir.
 
Çevre temizlik faaliyetlerinin yarattigi maddi yükün madencilik sektörüne (örnegin petrol hatta kömür sanayine kiyasla daha) agir gelmesi ardindaki ekonomik unsurlarin basinda, göreceli düsük kâr marji, öngörülemez kârlilik seyri, daha yüksek temizlik maliyetleri, daha sinsi ve uzun vadeli çevre sorunlarina neden olmasi, bu maliyetin tüketiciye yansitilmasindaki zorluk, bu  masraflari karsilayacak sermayenin daha az olmasi ve farkli bir isgücü    yapisina sahip olmasi gelir.
 
Büyük sirketlerin çevre alanindaki uygulamalari, çogumuzun adalet anlayisini rencide eden temel bir gerçek dogrultusunda sekillenmektedir. Mevcut duruma bagli olarak  bir  sirket, en  azindan kisa vadede, çevreye zarar vererek ve insanlara kötü/saygisiz davranarak kârliligini en üst seviyeye çikarabilir. Yürürlükteki kanunlarin etkin bir sekilde uygulandigi ve toplumun çevresel konularda bilinçli oldugu yerlerde, çevreyi kirletmeyen büyük sirketler kirletenlere oranla  daha yüksek rekabet gücüne sahip olabilir. Ancak devlet  uygulamalarinin  laçka, toplumun  da umursamaz oldugu yerlerde, ayni denklemin geçerli olma olasiligi  düsüktür.
 
Sadece sirketleri suçlayip durmak, toplumun temel sorumlulugunu görmezden gelmek demektir. Toplumun, örnegin maden sirketlerini, pisliklerini  temizlige zorlayarak  veya  sürdürülebilir ormanlardan gelmeyen kereste ürünlerini kullanmayarak, insanlara ve çevreye zarar vererek para kazanan sirketlerin faaliyet göstermesine engel olacak bir yaklasim benimsemesi gerekir. Uzun vadede dogrudan veya siyasetçiler yoluyla çevreye zarar veren politikalari kârsiz,  yasak ve sürdürülebilir çevre politikalarini kârli yapacak olan toplumun kendisidir.
 
Devletlerin çevre konusunda bilinçli bir duyarlilik göstermesi ve hükümetlerin gerekli  önlemleri almasi gerekir. Ayrica büyük sirketler, kamu veya devlet baskisina kulak tikayan tedarikçisine bazi kurallari çok daha etkin sekilde dayatabilir. Örnegin, Amerikan toplumunun deli dana hastaligiyla ilgli endiseleri arttiginda, Hükümetin Gida ve Ilaç Dairesi, kirmizi et sektöründen hastaligin yayilmasini tesvik eden uygulamalardan vazgeçmesini talep eden birtakim kanunlar çikardi. Sektör, kurallara uymanin çok maliyetli olacagini öne sürerek, bu yaptirimlara tam  bes  sene boyunca direnis gösterdi. Ancak hamburger satislarindaki ciddi düsüs karsisinda, McDonalds Sirketi ayni taleplerde bulundugunda, tüm sektör birkaç hafta içinde gerekli düzenlemeleri hayata geçirdi. McDonalds’in satin alma bölümünde görevli bir yetkili bu durumu söyle açikliyor: “Elbette tedarikçiler bizi dinleyecek; sonuçta dünyanin en büyük alisveris sepeti bizim elimizde”. Toplumun  bu kapsamdaki görevi tedarik zincirindeki hangi halkalarin kamu baskisina hassas oldugunu tespit etmektir. Kapisi çalinacaklar, et paketleyicisi, madenciler veya keresteciler degil, McDonald's,  GAP  ve diger baska çok uluslu  sirketlerdir.
 
Bütün Bunlar Bugün Bizim için Ne Ifade Ediyor?
“Jared, dünyanin gelecegi hakkinda iyimser misin yoksa kötümser mi?” Bu belki de en sik karsilastigim sorulardan biri. Cevabim asla degismez: “Temkinli bir iyimserim”. Yani demek  istedigim, karsi karsiya oldugumuz sorunlarin farkindayim. Ihtiyatli davranmamiz, bu sorunlarin üstesinden gelmek için kararli olup, ciddi bir çaba göstermemiz gerekiyor. Bu  çabamiz  bosa giderse, önümüzdeki 20-30 yil içinde yasam standartlarimizin düsecegi kesindir. Dogal kaynaklari yokedip kaybetmeye devam ettigimiz sürece, daha da kötü seyler olabilir. Sorunlari birbirinden bagimsiz olarak degerlendirmektense, bütün olarak ele almamiz en dogru yaklasimdir. Örnegin, enerji krizine çözüm  ararken, alternatif enerji kaynaklari üzerine kafa yorarken, bir yandan da   trafik sorununu gözönünde bulundurmamiz gerekmektedir. Büyüksehirlerin trafik derdi, insanlarin hayatini çileye dönüstürmüs durumdadir. Petrol ve gaz bu kadar azalmisken, çevre sorununa ve    tuz biber ekecek yeni yollar, trafige çikacak yeni otomobiller yerine, toplu tasimaya özendirici politikalarla, tramvaylar, trenler ya da baska saglikli çözümler üretilmelidir. Büyük sehirlere yasal veya yasa disi yollarla gelen göçmenlerin nüfusu arttirdigi, zaten varolan sorunlari çogalttigi düsünülmektedir. Fakat gelismis ülkelerdeki yasam standardina erismek için, Batiya  gelen  insanlarin çok zorlu kosullarda göç ettigi ve geldikleri yerde irkçilik, milliyetçilik gibi nedenlerle ya   da devlete, saglik sistemine yük olduklari, ücretleri düsürerek issizlere rakip olduklari  iddia  edilerek, çogunlukla istenmedikleri de bilinmektedir. Ancak gerçek sudur ki, gelismis ülkelerin ekonomisi, düpedüz göçmenlere baglidir. Özellikle hizmet, insaat ve tarim sektöründe çalisanlarin çogunlugu, göçmenlerden olusmaktadir. Bütünüyle baktigimizda, çevresel problemler ve nüfus sorunu, ekonomimizin ve yasam kalitemizin altini oymaktadir.  Dünyanin  büyük sehirlerinin  çogunda yasanan su ve enerji kitligi, biriken çöpler, kalabalik okullar, konut sikintisi, fiyat artislari  ve trafik sikisikligi, büyük ölçüde nüfus ve çevre sorunlarindan kaynaklanmaktadir. Bunun bas sorumlusu  da, kisa vadeli çözümlerle büyük sorunlari geçistirmeye  çalisan kötü idare,  beceriksiz ve plansiz yönetimdir. Insanlik olarak uzun vadede sürdürülebilir bir yasama  ulasmak  için bu gidisati  degistirmeye mecburuz.
 
Geçmis toplumlardan çikarilabilecek dersler  ve günümüzde  hizla  ilerleyen olumsuzluklara
bakarsak, karsi karsiya oldugumuz bir düzine çevre sorunu bulunmakta oldugunu  görürüz.
 
Dogal yasam alanlarinin yok edilmesi: Sürekli artan bir hizla dogal yasam alanlarini yokediyoruz veya insan eliyle müdahale edilmis ortamlara dönüstürüyoruz. Çevreye akil almaz derecede duyarsiz bir sekilde, plansiz programsiz gelisen sehirler, açilan yollar, otlaklar, tarlalar derken, bir de mantar gibi çogalan, bela üzerine bela getirecek olan golf sahalari çikti. Kaybedilen dogal yasam alanlarindan, en çok  tartisma  yaratanlari ormanlarin, sulak alanlarin, mercan kayaliklarinin ve okyanus dibinin mahvedilmesi. Zaten simdiye kadar ormanlik alanlarin yarisindan fazlasini katletmis durumdayiz. Bu dogrudan insanligin da kaybi; çünkü kereste ve diger ham madde ihtiyacimizi ormanlardan karsilamaktayiz. Ayni zamanda, ekosisteme, havayi temizlemek, yagmur döngüsünü saglamak, toprak erozyonunu önlemek, yaban hayata ev sahipligi yapmak gibi pek çok hizmet veren ormanlarin azalmasi, yok olusu, geçmiste oldugu gibi bugünkü uygarligin da sonunu getirecek, çökmesine neden olacak etkenlerin basinda geliyor. Var olan ormanlarin yapisinin degistirilmesi de, yangina elverisli bir hal almasini sagliyor (Örnegin meselerin  kesilip yerine çam dikilmesi gibi.) Sulak alanlarin kurutulmasi da bir  dizi  felaketi beraberinde getirmekte. Su kaynaklarimizin nitelikli olmasini saglayan  sulak alanlar,  balik ve kus türleri için de çok önemli. Okyanuslarin, yagmur  ormanlari diyebilecegimiz ve  pek çok deniz canlisina yasam alani sunan mercan kayaliklari da, çok ciddi  boyutta zarar  görmüs durumda. Böyle davranmaya devam edersek, 2030’da kalan mercan kayaliklarinin  da yarisini yok etmis olacagiz. Trollerle balik avciliginin giderek yayginlasmasi ve asiri avlanma, bu felaketin en büyük nedeni. Tarimsal alanlardan denize sizan kimyasal atiklari   da unutmamak gerek.
 
Dogal Gidalarda Azalma: Özellikle balik gibi, insanlarin protein ihtiyacini karsilayan dogal gidalarin miktarinda büyük bir azalma var. Büyükbas ve küçükbas hayvanlarin etleri için yetistirilmesinden çok daha masrafsiz bir sekilde, dogal yollarla ulasilabilen bir  gida. Dünyada 2 milyar insan, baska protein kaynaklarina ulasamayacak kadar fakir olduklari için deniz baligina muhtaç. Eger, dogru davranip baliklarin üremesine firsat verirsek balik avlamaya ve deniz baligi yemeye devam edebiliriz. Ancak baliklarin trolle avlanmasi ve yumurtlama döneminden önce avlanmasi da büyük tehdit olusturmakta. En kötüsü de, giderek artan balik çiftliklerinde yetistirilen baliklarin beslenmesi için, dogal baliklar asiri miktarlarda avlanmakta ve sonuçta balik çiftlikleri ürettiginden kat kat fazla deniz baligi tüketmekte. Bu durumda daha ucuza balik üretecegiz derken pahali bir bedel ödemekteyiz. Su ürünleri çiftliklerinin atiklarinin denizlerde kirlilik yaratmasi ve  çiftliklerden kaçan baliklarin dogal türlerin genetigini bozmasi da cabasi. Balik çiftlikleri yüzünden fiyatlarin düsmesiyle, balikçilarin kazançlarini ayni tutmak için dogal deniz baliklarini asiri miktarda avlamaya yöneldigini de unutmamak  gerek.
 
Biyo-çesitliligin ve yabani türlerin yokedilmesi: Yenebilir yabani hayvanlar, bitkiler, yabani yemisler, insanin çevreye olan olumsuz etkileri yüzünden hizla yokolmakta ve böyle gidersek, kalanlarda önümüzdeki yüzyilin yarisina kadar yok olmus olacak. Bu türleri yokederek kendi sonlarini getiren geçmis toplumlardan bahsettik. Ancak biyoçesitlilik, çogumuzun ne yazik ki farkina varamadigi öyle bir denge saglamakta ki, aslinda insan uygarliginin devami da buna bagli. Yeryüzünde biz insanlara bedava hizmet veren öyle  canlilar var ki, onlar olmazsa ayni görevi görecek bir sey bulmamiz asiri derecede pahali, hatta çogu durumda imkansiz. Pek çok insanin igrenç dedigi yaratiklarin, böceklerin, hayvanciklarin kullandigimiz kimyasallarla yok edilmesi, insanlar için çok büyük zarara yolaçan sonuçlar dogurmakta. Bunu uçagin parçalarini birlestiren vidalara benzetebiliriz. Rastgele birinin söküp atmanin neden olacagi faciayi  düsünün. Faydalarina yönelik olarak  pek çok örnek verebiliriz. Solucanlarin topragi havalandirmasi, bakterilerin topraga gübreye tonlarca masraf yaparak  saglayamayacagimiz miktarda nitrojen temin etmesi ya da arilar   ve baska böceklerin bitki polenlerini birbirine aktarmasi, bitkilerin tohumlarini yayan kuslar  ve memeliler, atiklarn çürümesini saglayan, besinleri yeniden geri kazandiran  ve  sonuç olarak bize temiz hava, su ve toprak saglayan bir sürü canli. Herbirinin kiymetini bilmeliyiz; yoksa çok pisman olacagiz.
 
Toprak kaybi: Tarim arazilerinde sel ve rüzgarla olusan toprak kaybi, topragin yeniden olusmasi sürecinden 10 ila 40 kat kadar hizli. Ormanlik arazilerin yok edilmesi de, toprak kaybinda çok etkili. Nitelikli toprak kaybinin diger sebepleri de yine insanlarin tarim  faaliyetleri nedeniyle topragin tuzlanmasi ve verimliligin azalmasi. Insan nüfusunun giderek arttigi bir dönemde tarim arazisine ihtiyaç artarken, var olan nitelikli topragin  azaliyor olmasi, çevreye verdigimiz hasarin sonucu  ve  en önemli  sorunlardan  biri. Ormansizlastirma gibi, toprak kaybi da pek çok geçmis toplumun çökmesine katkida  bulunmus bir unsur olarak, acilen üstesinden gelinmesi gereken bir   sorun.
 
Enerji kaynaklari sorunu: Petrol, dogalgaz ve kömür gibi fosil  yakitlar,  Dünyanin en büyük enerji kaynaklari; özellikle de sanayi devletleri için. Sanilanin aksine, mevcut  petrol  ve dogalgaz rezervleri, bizi sadece birkaç on yil daha idare etmeye yetecek miktarda; daha fazla degil. Daha kesfedilecek pek çok petrol yatagi ya  da kömür  madeni oldugu  iddia  edilse de, bunlara ulasmak çok pahali ve zor olacagi gibi, ayni zamanda kalitesi de düsük olacak. Üstelik çevreye olan bedeli de çok yüksek olacagindan, hemen alternatif üretmek  sart.
 
Su kaynaklari sorunu: Dünyada bulunan tatli su nehirleri ve göllerinin çogu  tarimsal sulama amaçli, evsel ve endüstriyel kullanim amaçli olarak, zaten uzun zamandir hunharca kullaniliyor. Ama pek çok yerde insanlar, kendi kullandiklari suyu kendi kimyasal  veya organik pislikleriyle kirletiyor. Yeralti su kaynaklari da yeniden dolabileceklerinden çok daha süratle tüketiliyor. Deniz  suyunun tuzdan  arindirilmasi ve iç bölgelere  pompalanmasi da  asiri pahali bir islem oldugu için, Dünyanin su sorununu  çözebilecek  bir çare  degil  kesinlikle. Anasazi ve Mayalarin sonunu getiren su sorunu, uygarligimizi tehdit etmekte. Ayrica su anda bile, yeryüzünde bir milyari askin insanin, temiz içme suyundan mahrum oldugunu  unutmamamiz gerek.
 
Günes enerjisi: Günesin enerjisinin sonsuz oldugunu düsünsek de, topragin  günes  isinlarini belirli bir emme kapasitesi var. Dolayisiyla asfalt yollar, betonarme binalar ve golf sahalarinin günes isinlarini gereginden fazla emdigini göz önüne alirsak, yeryüzünün günes isinlarini emme kapasitesinin yarisini zaten kullanmis oluyor ve böylece de günes enerjisini bosuna harcamis oluyoruz. Nüfus arttikça daha fazlasini kullanacagimiz düsünülürse, yine insan etkisi yüzünden ormanlar ve bitkilerin, büyümelerine yetecek kadar fotosentez yapmalari zorlasacak.
 
Kimyasallar: Kimya sanayii ve diger endüstriler, topragi, havayi, denizi ve su kaynaklarini kirleten maddeler üretiyor ya da çevreye atiklarini saliyorlar. Toksik kimyasallarin basinda gelen böcek ilaçlari ile zirai ilaçlarin, kuslar, baliklar ve diger hayvanlara zararli olmasindan daha önemlisi, insan sagligina dogrudan olumsuz etkileri tartisilmaz bir gerçek. Az  miktarlarin bile sakat dogumlara, zihinsel gerilige, kisirliga neden oldugu, bagisiklik sistemimizin direncini kirdigi, bilimsel olarak kanitlandi. Zaten etrafiniza baktiginizda, saglik sorunlarinin ne kadar arttigini, tüp bebeklerin çogaldigini görmek için bilim adami olmaya gerek yok. Böyle giderse, dogal yollarla gebe kalmak neredeyse tarihe karisacak. Çünkü bu kimyasallar hormonlarimizi etkiliyor, vücudumuzda birikiyor. Bu kimyasallarin, erkeklerin sperm sayilarinin düsmesinde etkili olduklari da ispatlandi. Dogada yok olmayan kimyasal maddelerin basinda PCB, DDT ve ayrica civa, kursun gibi  agir metaller  geliyor.  Böcek ilaçlari ve tarimsal ilaçlarin yaninda insanoglunun yarattigi baska suçlular da var: örnegin plastik bilesenler, deterjanlar, sogutucu gazlar. Çevre kirliligi sorunu olan yerlerin temizlenmesinin maliyeti de milyarlarca dolar. Fakat ABD’deki  çevre kirliliginin boyutunun  çok daha ötesinde kirli yerler de var. Rusya, Çin ve pek çok Üçüncü Dünya ülkesinde kömür madenlerinin yarattigi pisligi temizlemenin maliyetini düsünmeye kimse cüret  bile  edemiyor.
 
Yabanci türler: Bu sorun, bilerek veya bilmeyerek, insanoglunun bir cografyaya ait  dogal bir tür olan bir canliyi, bitkiler dahil baska bir yere götürmesiyle meydana  gelmektedir ve  akil almaz boyutlarda uygulanir durumdadir. Bazi türler bulunduklari ekosisteme çok faydalidir. Bazi türler de var ki, bir sekilde farkli bir cografyaya tasindiklarinda, çok büyük zarara yol açabiliyorlar. Paskalya Adasi örneginde Avrupali  sömürgecilerin  gemileriyle Adaya ulasan farelerin, agaçlarin ve kuslarin üremesini sona erdirdigini unutmayalim. Yakin bir örnek ise, Avustralya’nin yerli tavsan ve tilki popülasyonunun  yok  olmasi. Yerlesik  türler, yeni gelen türe karsi nasil korunacaklarini bilmediklerinden yok olup gidiyorlar; bu    da tüm ekosisteme hasar veriyor. Su anda Dünyanin pek çok yerinde benzer sorunlar yasaniyor.
 
Sera Gazi Salinimi: Küresel isinmaya katkida bulunan sera gazi salinimi,  isi  artisini anormal biçimde hizlandiriyor ve bu sorun da insan faaliyetlerinden kaynaklaniyor. Eriyen buzullar nedeniyle, Dünya çapinda deniz seviyesinin yükselmesi, kiyi bölgeler ve deniz seviyesinin altindaki kalabalik nüfuslu yerler için büyük tehdit olusturuyor.  Küresel  isinmanin, su anda tam olarak ne ve nasil olacagi öngörülemeyecek ikincil etkilerinin de devasa sorunlara yol açacagina süphe  yok.
 
Nüfus artisi: Giderek artan Dünya nüfusu, daha fazla gida, daha fazla su, daha  fazla kaynak, daha fazla çöp anlamina geliyor. Hesaplamalara göre, su andan itibaren Dünyadaki her çift 2 çocukla yetinse bile, Dünya nüfusu 70 yil daha artmaya devam edecek. Çünkü Dünya nüfusunun çogunlugu, genç ve üreme çagindaki insanlardan olusuyor. Dünya nüfusundaki artis durmadikça ve insanlar  yasam tarzlarini  degistirmedikçe,  saydigimiz diger sorunlar büyümeye devam  edecek.
 
12.Insanin çevreye olan etkisi: Aslinda önemli olan sadece insan sayisi degil; insanlarin çevreye olan etkisi. Esas derdimiz, insanlarin kaynaklari bilinçsizce tüketmesi ve atik üretmeye devam etmesi. Gelismis ülkelerin çikardigi çöp miktari Üçüncü  Dünya  ülkelerinden çok daha fazla. Genel olarak bakildiginda, bir Amerikali, Bati Avrupali veya Japon’un fosil yakitlar gibi tükettigi kaynaklarda çikardigi çöp de, bir Üçüncü Dünya ülkesi vatandasininkinden 32 kat fazla. Fakat, Batililara özenen Üçüncü Dünya ülkelerinde yasayanlarin da yasam standartlari giderek yükseldigi için, insanin çevreye olan olumsuz etkisi artacak. Siyasi, ekonomik veya sosyal sebeplerle Batiya  göçlerin artmasiyla, Avrupa   ve Amerika’da nüfusun çogalmasi ve dolayisiyla daha fazla insanin Batili tüketim tarzini benimsemeye baslamasi da, ayni sekilde çevreye olan  olumsuz  etkimizi arttiracak.  Uluslarin kalkinmasi için, ülkelerin Bati standartlarinda yasam hedeflerine ulasmalari için dogru politikalari uygulamalari gerektigi ve bunu, bütçelerini dengeleyerek, egitim ve alt yapiya yatirim yaparak saglayabileceklerini ögütleyen BM veya Batili hükümetlerin hiçbiri, Üçüncü Dünya ülkelerinin hepsinin Gelismis Ülkelerin yasam standartlarini benimsedigi takdirde Dünyanin bunun kaldirmasinin mümkün olmadigini kabul etmek istemiyor. Oysa ki asil imkansiz olan, bu ikilemin Üçüncü Dünyanin gelisme çabalarini engellemeye çalisarak çözülmesi. Hayat tavizlere dayali zorlu ve sikintili seçimlerle doludur.  Çözüm bekleyen  sudur: Tüm insanligin daha iyi hayat sartlarina kavusmasini saglamak; ancak bu standardi küresel kaynaklara asiri yüklenmeyecek sekilde  belirlemek.
Yukarida saydigimiz, birbirlerine zincirleme bagli olan bu çevresel sorunlarin hepsini halletmedigimiz sürece, sorun yasamaya devam edecegiz. Bunu yapabilmek için  de, yasam  tarzimizi degistirmemiz sart. Dünya toplumunun su anki gidisati sürdürebilmesi mümkün degil.  Dünya kaynaklarinin (en azindan bazilarinin) kendini yenileyebilmesi, yeryüzünde yasamin  ve  insan uygarliginin sürdürülebilmesi için, bu 12 sorundan sadece biri bile önümüzdeki on yillarda tüketimde kisitlamaya gitmemizi gerektiriyor. Baslica sorun nedir diye soranlara verecek cevabim  ise, baslica sorunu aramaktan vazgeçmeleri gerektigidir. Çünkü bu sorunlar çözümsüz kaldigi  sürece, insanliga ve gezegenimize hasar vermeye devam edecek. Birini çözümsüz birakirsak bile, basimiz dertten kurtulmayacak. Bu sorunlar, bir sekilde bugünün gençlerinin ömrü içerisinde çözülmek zorunda. Esas soru bizlerin seçecegi hos yollarla mi, yoksa seçimimiz disindaki savas,  açlik, soykirim, salgin hastaliklar ve toplumlarin çöküsü gibi nahos yollarla mi çözülecegi. Tüm bu karamsar olaylar, insanlik tarihi boyunca yasanmistir. Olumsuz olaylarin olusma sikligi, çevrenin bozulmasi, nüfusun yarattigi baski ve sonucunda meydana gelen yoksullukla siyasi istikrarsizliga bagli olarak artar. Insan uygarliginin Dünya çapinda çöküsü sonucundan biraz daha az dramatik  olani da, sunun gibi bir sonuçtur: Gelismis ülkeler rahatlarini bozmadan (ki bu rahata düskünlük insanligi felakete sürüklemektedir) hayat tarzlarini degistirmeden yasamaya devam  ederken, Rwanda ya da Haiti’dekine benzer kosullarin, gelismekte olan ülkelere yayilmasi durumunda bizi mutsuzluk, kroniklesmis terör, savas ve salgin hastaliklar  beklemektedir.
 
Geçmis toplumlarin yasadiklarindan ders alip, gelecegimizi  yaptigimiz  hatalardan arindirarak, sorunlarimiza küresel çapta acil çözümler bulmamiz gerekmektedir. Karamsarliga kapilacagimiza, ihtiyatli bir iyimserlik tasimaliyiz. Çünkü gerçekçi olmak, umutlu olmak için temel dayanagimiz, karsimizdaki sorunlarin çözümsüz olmamasidir. Evet,  büyük risklerle  karsi  karsiyayiz; ancak en ciddi sorunlar bile kontrolümüz disinda degil. Isin köküne inersek, bizi çevreleyen sorunlar yumaginin esas sorumlusunun insanoglu oldugunu görürüz.  Bunlari kontrol eden bizleriz; bu sorunlara neden olmaktan vazgeçebilir  ve  çözüm  üretmeye baslayabiliriz.  Gelecek önümüzde, atak olmamiz  gerekiyor.
 
Öncelikle, çevre sorunlariyla ilgilenmenin lüks oldugunu düsünen ve çözüm hedeflerini masrafli gören zihniyeti bir kenara birakmanin zamani çoktan gelmistir.  Esasinda çevre  kirliligi, hem kisa vadede, hem de uzun vadede maliyet yükü getirmektedir.  Oysa ki,  çevrenin  kirletilmesine önceden engel olmak veya çevreyi temizlemek uzun vadede hatta kisa vadede bize  çok büyük miktarda tasarruf saglar. Söyle düsünün; hastaliga yakalandiktan sonra tedavi olmaya çalismaktansa, sagligimizi koruyup kendimize dikkat etmek daha tercih edilir ve masrafsiz bir yöntemdir. Çevreye verdigimiz zararin aslinda kendi basimiza açtigimiz dertler oldugunu akildan çikarmamak gerekir.
 
Teknolojinin sorunlarimizi çözecegini düsünmek de büyük bir yanilgi ve kendimizi kandirmaktan baska bir sey degildir. Belki yeni teknolojiler çözümü kolaylastiracaktir; ancak son   yüz yilda olusan çevre felaketlerinin ve su andaki çevresel sorunlarin, gelisen teknolojimizin öngörülemeyen ya da basta umursanmayan sonuçlari oldugunu unutmayalim. 20.yy’da büyük bir hizla gelisen teknoloji, eski sorunlarimizi çözmek yerine ne yazik ki, yeni ve tehlikeli sorunlar yaratmakta çok daha basarili olmustur. Önemli olan teknolojinin gelisigüzel gelismesi degil, çevre dostu teknolojiler  üretmemizdir. Mesela  hibrid otomobillerden bahsederken, dev kasali   SUV’lerden (nam-i diger Etiler Traktörü) söz etmeden olmaz. Hibrid otomobil satislarini geride birakan bu  ürünün çevre üzerine büyük zararlari vardir; ve ne yazik ki, insanlarin daha  çok  benzin tüketmesini ve egzos salinimini arttirmaktadir. Bir kaynak tükendiginde, yerine yenisini koyabiliriz yaklasimi tamamen faydasizdir. Çünkü, yerine yenisini koyana kadar is isten geçmis olacaktir. Gelecek için günes ve rüzgar enerjilerini degerlendirmek üzere çalismalar, hidrojenle çalisan  otomobil teknolojisi gelistirmek elbette yararlidir fakat geçis dönemi uzun süreceginden ve kaybedecek zamanimiz olmadigindan bu yeni teknolojiler yayginlasincaya kadar herseyden önce petrol tüketimini, mevcut arabalarin kullanimini azaltacak önlemler alinmasi   sarttir.
 
Gida sorununun, nakliye sorununun çözülmesiyle veya genetigi degistirilmis gidalarla çözülecegi iddiasi da büyük bir fiyaskodur. Bu iddiaya göre; gelismis ülkelerden bazilari, örnegin  ABD, kendi vatandaslarinin tüketebileceginden daha fazla gida üretmektedir ve eger gida tüketimi Dünya çapinda esitlenebilirse, ya da gelismis ülkelerdeki gida fazlasi Üçüncü Dünya’ya ihraç edilebilirse, açlik ve kitligi azaltabilir. Buradaki bariz yanilgi sudur: Gelismis ülke vatandaslarinin hiçbir sekilde Üçüncü Dünya vatandaslarinin da karni doysun diye daha az yemeye niyeti yoktur. Ikinci yanilgi ise, bazi Üçüncü Dünya ülkelerinde kuraklik veya savas gibi krizler nedeniyle olusan kitligin boyutunu hafifletmek için, Gelismis ülkelerin ara sira gida ihraç etme istegine ragmen, vatandaslarinin Üçüncü Dünyayi beslemek için yapilan yardimlara düzenli vergi vermeye yanasmamasidir. Üstelik bu gerçeklesse bile, ABD’nin sürekli prensip olarak karsi çiktigi denizasiri  aile planlamasi yapilmadikça, gida artisiyla birlikte nüfus artisinin yasanmasi  da  kaçinilmaz olacaktir. Zaten bu ikilem ve Dünyadaki nüfus artisi, Yesil Devrim’e on yillarca harcanan onca para  ve yüklenen umudun sonunda Dünyada açlik ve kitlik hala yaygindir. Bu açidan GDO’larin da Dünyanin gida sorununa çözüm olamayacagi açiktir. Basta soya, misir, kanola  ve  pamuk gibi GDO’lu ürünler, genelde hayvan yemi, yag ve tekstil üretiminde kullanilmak üzere iliman iklime  sahip 6 ülkede yetistirilmektedir. Insanlarin GDO’larin tüketimine direnç göstermek için pek çok geçerli nedeni vardir. GDO’lu tohumlari üreten sirketlerin, mallarini iliman bölgelerdeki zengin çiftçilere satarak kazanç saglayip, gelismekte olan tropik ülkelere satmiyor olmasi da acimasiz gerçeklerden biridir. Ayrica Üçüncü Dünya ülkelerinin ihtiyaçlarina yönelik ürünler gelistirmeye de yanasmamaktadirlar.
 
Görünürde insan ömrünün uzamis olmasi, saglik ve refahin artmasi,  hala  musluklardan temiz su akmasi, etrafin yesil olmasi, yasam kosullarinin iyilesmesi, Gelismis ülkelerde yasayanlar aliskanliklarini degistirmezlerse, aci sonun yaklastigini görmelerini engelleyebilir. Fakat, insan ömrünün uzamasi tek basina bir gösterge olamaz. Milyarlarca insan, kimyasal atiklarin ya da çevre kirliliginin neden oldugu hastaliklarla bogusmaktadir. Üçüncü Dünya ülkelerinde Dünya nüfusunun %80’i kadar insan, hala fakirlik içinde, açlik sinirina yakin veya sinirda yasamaktadir. ABD’de bile nüfusun giderek artan bir bölümü, yoksul ve saglik hizmetlerinden yoksundur. En berbat olani da, bu durumu degistirmek için ileri sürülen, “Devlet tarafindan herkese ücretsiz saglik  sigortasi  hizmeti” politik olarak kabul  görmemektedir.
 
Küresellesme nedeniyle artik, uzak gibi görünen ülkelerin sorunlari da hepimizi ilgilendiren sorunlar haline gelmistir. Siyasi ve ekonomik istikrarsizliklarin dengeye kavusturulmasi gereklidir. Gelismis ülkelerden gelismemis ülkelere gönderilen elektronik veya kimyasal atiklar çok büyük bir saglik tehdidi olusturmaktadir. Sanayi atiklarimizla havayi, topragi, suyu, denizi,  baliklari, dolayisiyla insanlari zehirledigimizi umursamazliktan gelemeyiz. Sadece Grönland, Sibirya gibi Dünyanin ücra köselerine gönderdigimiz atiklarin, Eskimolarin besini olan baliklara karismasi bir yana, gelismis veya gelismekte olan ülke vatandaslarinin besinleri içinde de çesitli zararli  kimyasallar bulunmaktadir.
Toplum olarak aliskanliklarimizi degistirmemiz lazim. Su anda gelismis ülkelerin keyfini sürdügü ekonomik refah, yerine koyamayacagimiz kaynaklari kullandigimiz içindir ve böyle devam etmesi olanaksizdir. Bu dogal sermayeyi harciyor olmamiz, kesinlikle kar ettigimiz anlamina gelmemektedir. Hatta, iflasin esiginde oldugumuzun sinyalleri çoktan  gelmeye  baslamistir. Mayalar, Anasaziler gibi toplumlarin çöküsüne  baktigimizda, hatta  yakin  tarihte SSCB’nin çöküsünü inceledigimizde, bir toplumun tepetaklak devrilmesinden sadece birkaç on yil öncesinde refah ve güç düzeyinin zirveye ulastigini görürüz. Bunun nedeni basittir: maksimum nüfus, refah    ve kaynak tüketimi ve atik üretimi çevre üzerinde maksimum etki demektir ki, bu da sinira dayanildigini  gösterir. Dolayisiyla,  toplumlarin  zirvede olduklari  dönemi  takiben hizli  bir çöküse geçmelerine  sasmamak gerekir.
 
Önümüzdeki sorunlari çözmek için, aslinda yeni teknolojilere ihtiyacimiz yok. Ilk asamada, bireysel olarak yasamlarimizi, çevre dostu bir anlayisla sürdürmekle baslayabiliriz. Çözümün  anahtari neredeyse, daima eldeki çözümleri uygulamaya sokacak siyasi iradedir. Elbette bunu hayata geçirmek, söylemesi kadar kolay degi;l ancak geçmisteki birçok toplum, gerekli olan siyasi iradeyi gösterebilmistir. Genel olarak bakacak olursak, modern toplum, bazi sorunlari tamamen ve bazilarini da kismen çözmek için gerekli iradeyi gösterdi   bile.
 
Yok olup gitmek yerine, basarili olmak için hemen simdi  almamiz  gereken kararlara  gelince; bana soracak olursaniz büyük önem tasiyan iki tür karar var. Bu kararlardan ilki, uzun  vadeli düsünmeyi hayata geçirecek cesaret ve sorunun bir krize dönüsmeden, algilanabilir hale geldigi andan itibaren vakit kaybetmeden cesur, yürekli ve ilerici kararlar almaktir. Bu türden bir karar mekanizmasi, seçilmis siyasetçilerimizi ne yazik ki fazlasiyla iyi tanimlayan kisa  vadeli,  tepkiye dayali karar verme sürecinin tam tersidir. Kisa vadeli karar verme süreciyle ilgili sayisiz depresif örnegi bir tarafa koyarsak, bize umut asilayacak cesaretli ve uzun vadeli birçok kararin alindigini görürüz. Benzer örneklere günümüzde STK’lar, sirketler  ve hükümetlerin faaliyetlerinde  de rastlamak mümkün.
 
Geçmis toplumlarda yasanan felaket derecesindeki orman alanlarini yoketme faaliyetlerini düsünürsek Paskalya ve Mangareva reislerinin kisa vadeli endiselerine yenik düstügünü, Tokugawa sogunlarinin, Inka Imparatorlarinin, Yeni Gine daglilarinin ve 16.yy Alman arazi sahiplerinin uzun vadeli bir yaklasim benimsedigini ve çevrelerini tekrar agaçlandirdiklarini görürüz. Benzer sekilde günümüz Çinli liderleri ormanlik alanlarin genisletilmesini tesvik etmis ve 1998  yilinda  agaç kesimini tamamen yasaklamistir. Is dünyasina bakacak  olursak, Amerikali  büyük  sirketlerin basarili olmasinin ardinda, politikalarini herhangi bir kriz olmadan güncellemeleri veya yenilemeleri gelmektedir. Daha nadiren de olsa cesaretli, basarili ve uzun vadeli planlama, bazi hükümetleri ve siyasi liderleri tanimlamak için de kullanilabilir. ABD hükümeti, geçtigimiz 30 yil içinde nüfus %40 oraninda ve motorlu tasitlarla katedilen mesafe %150 arttigi halde, itinali ve sürekli çabalari sonucunda 6 ana hava kirleticinin salinimini ulusal düzeyde %25 oraninda   düsürmüstür.
 
Geçmis hakkindaki bilgimizle canlanan bir diger kritik seçim, degerler hakkinda sancili da   olsa önemli kararlar alinmasidir. Geçmiste bir toplum için yararli olan degerlerden hangisi sürekli degisen sartlar karsisinda var olmaya devam edebilir? Hürmet  gören bu  degerlerden  hangileri yerini farkli yaklasimlara  birakmalidir?
 
Liderler pasif tepkiler vereceklerine, krizleri önceden görüp erken davranacak kadar cesur olmalidir. Yukaridan asagi yöntemle güçlü ve yerinde öngörülü kararlar alip uygulayarak toplumda büyük farklar yaratabilirler. Ayni sekilde, cesur davranan vatandaslar da asagidan yukari dayatamayla  yöneticilerini etkileyebilir.
 
****************************
 
Geçmis toplumlarin hatalarindan ders çikarma sansina sahibiz. Bizden önce hiçbir uygarlik böylesi kapsamli bir avantaja sahip degildi. Iyiye dogru bir fark yaratmak adina, yeterli sayida  insanin bu firsatlari yerinde degerlendirecegini umut  ediyorum.
                                                                       ------------------------------------------------

Benzer Kitaplar