Eski bir deyim insani, “Karanlik bir odada Siyah bir kedi bulmak
oldukça zordur, özellikle de odada hiç kedi yoksa.”
Bu deyim bana, bilimin günbegün nasil ilerledigini anlatan uygun bir tasvir olarak çarpici geliyor.
Karanlik odada el yordamiyla etrafi yoklamaya, tanimlanmayan esyalara çarpip tökezlemeye, güçbela algilanan
hayaletleri aramaya benzetilen bu bilimsel ilerleme görüsünün, pek çok insanin, özellikle de bilimci
olmayanlarin görüsüne ters düstügünü biliyorum.
Bilim, olgular ve kurallar degildir. Karanlik odalarda siyah kedilerdir söz konusu
olan. Princeton matematikçilerinden Andrew Wiles’in betimledigi gibi: El yordamiyla aranir, incelenir, dürtülür ve agir aksak ilerlenilir, sakarlik yapilir, derken genelde
kazara bir elektrik dügmesi kesfedilir, isik yakilir ve herkes, “Vay canina! Demek ki böyle
görünüyormus” der, ardindan siradaki karanlik odaya,
bir sonraki gizemli kedigili aramaya geçilir.
Bilim ugrasi ile bilimin algilanisi arasindaki bu zitligi ilkin, laboratuvar yöneticisi ve Columbia
Üniversitesi Sinirbilim Profesörü oldugum
ikili rolüm esnasinda fark ettim.
Vermis oldugum ve hâlâ verdigim
bu ders, “Hücresel ve Moleküler Sinirbilim” gibi kulaga ürkütücü gelen bir ada sahip.
Dersin 25,5 ders saati var ve kullandigimiz ders kitabinin afili adi, Sinir
Biliminin I1keleri; bu kitabi önde gelen sinirbilimciler;
Eric Kandel ve Tom Jessell (merhum Jimmy
Schwartz’la birlikte) derlemisler. Ders kitabi, 1.414 sayfa ve oldukça agir, 3,5 kilo, yani insan beyninin agirliginin iki katindan biraz
fazla.
Çalisma arkadaslarimla elimize biramizi alip toplantiya oturdugumuzda olgularin üzerinden geçmiyoruz, bilinen seyler hakkinda konusmuyoruz;
bulmak istedigimiz seylerden,
yapilmasi gerekenlerden bahsediyoruz.
Marie Curie, ikinci lisans
derecesini aldiktan hemen sonra l894’te erkek kardesine yazdigi mektubunda söyle yazar, “Insan neyin yapilmis oldugunu
hiç fark etmiyor; gözü sadece
yapilmasi gerekeni görüyor …”
Laboratuvara erkenden gelip geç saatlere kadar orada
kalmamizi saglayan, “insani harekete
geçiren”, bilimin tam da itici gücü olan o el degmemis kisimlari,
bilinmeyenin uyandirdigi nese, ders siniflarimiza hiç girmiyor. Kisacasi,
cehaleti, yani bütün islemin en önemli parçasini ögretmekte basarisiz
oluyoruz.
Cehalet türlerinden biri, kasitli
aptalliktir: basit aptalliktan daha kötü bir durum, olgulara ya da mantiga karsi toy bir
kayitsizliktan ileri gelir.
Bu tür cahiller farkinda degildirler, aydinlanmamislardir
ve sasirtici
ama bilgisizdirler ve çogunlukla seçkin makamlari isgal ederler.
Ancak, bilginin belirli bir durumunu betimleyen ve o
kadar da berbat olmayan bir baska cehalet anlayisi daha var: Bir sey hakkinda olgudan, kavrayistan, içgörüden ya da netlikten mahrum olmak. Bu,
bireylerin bilgiden yokun olusu degil, bilgide toplumsal bir bosluktur.
Newton ile Einstein arasindaki dönemin
belki de en büyük fizikçisi James Clerk Maxwell, “Bütünüyle bilinçli cehalet,
bilimdeki her gerçek ilerlemenin giris faslidir”, tavsiyesinde
bulunur.
Kitap kisa; eminim boyutundan anlamissinizdir. Daha da kisa olsun isterdim; fakat Pascal’in
bir arkadasina yazdigi uzun
notun sonunda özür mahiyetinde belirttigi
gibi, “daha fazla vaktim olsaydi, daha kisa yazardim” .
Daha zeki olsaydim, daha kisa yazardim ama bu kadari da is görür.
Inaniyorum ki bu kitapta bilimciler, fazla dile
getirilmese de tanidik olan bir seyler
bulacak, bilimci olmayanlar ise, bilimde kafa karistirici gibi görünen bir seyi anlamanin bir yolunu bulacaktir. Ben özellikle bu
ikinci tür okuyucuyla ilgileniyorum; kitap ekseriyetle onun için ve ona yazilmistir.
Yillarca ögretmenlik
yapmak bana, ayni seyi farkli usullerle söylemenin etkin
bir strateji oldugunu ögretti.
Bazen kisinin, jetonunun düsmesi, her seyin
gözünde berrakliga kavusmasi için
ayni seyi birkaç kez ya da dogru sekilde
duymasi gerekir. Bir seyi ilk duydugunuzda bütünüyle anlasaniz da baska bir açiklama her zaman dokuyu zenginlestirir.
Okuyucuyu bir sav patikasinda baskasinin rehberligini
izlemektense bilgiler arasinda kendi basina
dolanmaya davet ediyorum.
CEHALETE KISA BIR
BAKIS
Bilgi, esasli bir konu. Cehalet ise daha
esasli. Üstelik daha da ilginç. Belki bu ifade kulaginiza tuhaf geldi; çünkü hepimiz bilgi elde
etme pesinde kosariz
ve cehaletten kurtulmayi umariz. Bunu nasil yapacagimizi, nasil elde edecegimizi, çesitli ugraslarimizda basariyi nasil
yakalayacagimizi bilmek isteriz.
O halde, bilgiden sonra ne geliyor? Belki sizler bu
sirayla düsünmüyordunuz ama ben cehaletin ardindan
bilginin degil bilginin ardindan cehaletin geldigini söylüyorum.
Her ne kadar günümüzün lise ögrencileri büyük ihtimalle, 17. yüzyilin sonunda
Newton’in bildiginden daha fazla bilimsel bilgiye sahipse
de günümüzün uzman bilimcileri, 21. yüzyilin basinda
mevcut bilginin ya da enformasyonun çok ama çok küçük bir miktarini biliyor. Ilginçtir, kolektif bilgimiz artarken, cehaletimiz
azaliyor gibi görünmüyor.
Cehalet” (ignorance) kelimesiyle Google’da arama yaptiginizda 37 milyon sonuç geliyor; “bilgi” (knowledge)
kelimesi ise 495 milyon sonuç veriyor. Bu, Google’in kullanisliligini ama ayni zamanda önyargisini da
yansitiyor. Bilgiden çok cehalet oldugu
kesin. Bu yüzden de daha çok yapacak is var.
Her on ila yirmi senede bir, bilimsel
makalelerin sayisi asagi yukari ikiye
katlaniyor. Bu bilgi birikimi, egitimli
ve deneyimli bilimcilere göz korkutucu geliyorsa sade vatandas, ne yapsin? Bilimin sadece en kendisine candan bagli olanlari cezbetmesi hiç de sasirtici degi1. Bilimin böyle ulasilmaz
görünmesinin sebebi bu mu?
Büyük filozof-bilimcilerden Erwin Schrodinger, “dürüst
bilgi arayisinda, belirsiz bir süre boyunca cehalet, aklinizi mesken tutar” der.
Özetlemek gerekirse, bilhassa kisa tutulmus bu kitapta amacim, cehaletin büyümesiyle bilimin
nasil ilerledigini tarif etmek, bilimin tamamen olgulari biriktirmekten
ibaret oldugunu söyleyen yaygin görüsten sizi sogutmak,
kalin metinlerle ve bitmek bilmez derslerle cebellesmeksizin uygarlik tarihinin en büyük serüveninin
parçasi olabileceginizi göstermektir.
Dünyayi anlamanin tek mesru yolunun bilim oldugu
propagandasini yapmiyorum; öyle olmadigi açik.
Pek çok kültür, bilimsiz mutlu mesut yasadi,
hâlâ da yasiyor. Fakat bizimki gibi bilimle incelik
kazanmis bir kültürde, vatandaslarin bilime kayitsiz kalmasi tehlike potansiyeli tasir; tipki maliyeye ya da hukuka kayitsiz
kalmalarinin tehlikeli olusu gibi. Üstelik iyi bir
vatandas olmanin ötesinde, bilim, göz
ardi edilemeyecek kadar eglenceli ve ilginç.
GÜN YÜZÜNE ÇIKARMAK
Belli bir özelligin
aydinlandigini, bir seyi gün yüzüne çikardigimizi, kesfettigimizi söyleriz. Aslinda bizzat kesif kelimesinin çagrisimli bir edebi anlami var;
Kesfetmek, (dis-cover) bir seyin üzerindeki örtüyü çekip almak,
zaten orada olan bir seyi saklayan perdeyi
kaldirmak, bir olguyu gün yüzüne çikarmak anlamina geliyor (uncover). Kimi
sanatçilar ortaya çikarma ya da kesif
hakkinda yaratici eylemin temeliymisçesine
konusur: Rodin, heykeltrasliginin heykelin parçasi olmayan
tasi koparip çikarmak oldugunu söylemisti;
Louis Armstrong ise önemli notalar, çalmadigim
notalardir demisti.
Bilimdeki bu kesif
sürecinin dolaysiz sonucu verilerdir. Bilimde olgulara ulasmak için çalisiriz;
fakat aslinda olgular, bilim camiasinin geçer akçesi degildir.
Günümüzde kuantum mekanigi olarak bilinen fizik devrimine öncülük etmis olan Harika fizikçi Max Planck’a, bilimin ne
siklikta degisiklik
geçirdigi sorulmustu. Su yaniti vermistir: “Her
cenaze merasimiyle birlikte”; bilimin çogunlukla
her nesilde degistigi yolda bir dügüm
noktasidir cenaze. Her yeni bilimci nesli, önceki neslin görüsleriyle ve “olgu” lariyla engellenmemis halde olgunluga
eristiginde,
algi ve idrak, hem devrimci hem de tedrici usullerle degismeye açiktir. Gerçek
bilim, her zaman ilerlemekte olan bir gözden geçirme sürecidir. Ara sira
gerçeklesen cehalet püskürmeleri esliginde ilerler.
George Bernard Shaw, Albert Einstein’in onuruna
verilen aksam yemeginde
kadehini kaldirip söyle demis: “Bilim
her zaman yaniliyor. 10 yeni sorun yaratmadan tek sorun çözebildigi yok”.
Ne muhtesem, öyle degil mi? Bilim (ki bence bu, her türlü arastirma ve ilim için geçerli), muhtemelen
bilgi ürettigi hizdan daha süratli bir sekilde cehalet üretiyor.
O halde bilim, benzetmelerde kullanilan sogana benzemiyor; hani katman katman soyup nüvesinde
temel, merkezi hakikate ulasiyormusuz ya. Bilakis, sihirli bir kuyuya benziyor; kaç kova
su çekerseniz çekin, her zaman yeni kovayi dolduracak kadar su kaliyor.
Belli ki, neyi bilmedigimizi
her zaman biliyor degiliz. ABD’nin eski savunma bakani ve
Irak’taki savasi idare etmede yetersiz kalmasiyla
taninan Donald H. Rumsfeld’in essiz sözcükleriyle
söylemek gerekirse, “bilinen bilinmeyenler ve bilinmeyen bilinmeyenler var”.
Bilgimizin sinirlarinin olmasi degil, belki cehaletimizin sinirlarinin olmasi daha
önemli. Bu sinirlan inceleyebilir miyiz? Bizzat cehalet, inceleme konusu
olabilir mi?
Stanford Üniversitesi bilim tarihçilerinden olan ve
tütün sanayisinin yanlis bilgilendirme kampanyalarinin
amansiz düsmani olmasiyla taninan Robert
Proctor;
Cehaletin arastirilmasi anlamindaki agnotoloji
kelimesini uydurmustur. Filozoflarin ve tarihçilerin bilgiyi
inceledigi ayni sevkle
biz de cehaleti arastirabiliriz.
Gödel’in, icat ettigi
mantik ile matematik arasindaki tuhaf yeni uzlasiyi kullanarak
ispatladigi sey
eger sistem tutarliysa, o sistemin kurallari kapsaminda
tam oldugunun asla gösterilememesidir. Bunun
anlami, sistem kullanilarak dogru oldugu gösterilebilen bir seyin aslinda dogru
oldugunun kanitlanamayacagidir.
Bu kanitin matematigi,
elinizdeki kitabin ölçeginin ötesinde karmasik, fakat isin özü,
beyninizi nahos biçimde mesgul eden kimi paradokslar gözden geçirilerek anlasilabilir. Bunlarin en ünlüsü Giritli
paradoksudur, zaman zaman yalanci paradoksu da denir. Suna benzerler: “Giritli, tüm Giritlilerin
yalanci oldugunu iddia ediyor”. O halde kime inanacaksiniz?
Baska
bir çesitlemesi de söyle: Bos bir
kart alip bir yüzüne, “Bu kartin öteki yüzünde yazili
önerme dogrudur” yazin; öteki yüzüne de “Bu kartin öteki
yüzünde yazili önerme yanlistir” yazin. Bu küçük akil oyunlari, Gödel için yeni bir
mantik biçiminin temelini olusturdu
ve pek çok kosulda hakikati bilemeyecegimizi ispat etmek için bu mantiktan faydalandi.
Eger bilimi ileriye
götüren güç verilerden ziyade cehaletse, o halde verilere uygun görülen
titizligi ve ilgiyi hak ediyor demektir.
Cehalet yanlis ve
düsünülmeden yönlendirildiginde, özgürlestirici
degil kisitlayicidir. Bilimciler, çalismalarini programlamak, ne yapilacagini belirlemek, sonraki adimlari tespit
etmek, enerjilerini nereye yogunlastiracaklarina karar vermek üzere cehaletten
faydalanir.
O halde cehalet gerçekten de gelecekle ilgilidir; veri
bulmak için nereyi kazmamiz gerektigine
dair en iyi tahmindir.
ÖNGÖRÜNÜN BOSA ÇIKMASI
Bilimde tahminlerin iki çesidi var. Bir tanesi, gelecekteki biliminin alacagi istikametle alakalidir. Digeri, bilimin sinanabilir tahminler yapma becerisidir
–bilimin gündelik isleyisi
bakimindan ilkiyle esit öneme sahiptir.
Bilimde öngörü, bilmektir. Bu kitap bilhassa, bilmemek
hakkindadir. Dolayisiyla bilimde öngörünün öteki yüzüne yogunlasacagim.
Aslinda, öngörülerle ilgili en tahmin
edilebilir seylerden biri, ne siklikta hatali olduklaridir.
Bununla birlikte öngörüler, bir parça kaba saba da olsa cehaletimizin ölçüsüdür.
Hangi cehaletin önem tasidigina
dair düsüncemizin ve çözülmesi en mümkün
cehalete dair yargimizin katalogudur bunlar. David
Hilbert, muhtemelen bu oyunda en basarili kisiydi. Agustos
1900’de yapilan açilis konusmasinin
ardindan, sonraki yüzyilda matematigin çözmesi
gereken 23 hayati problemi siraladi. Günümüzde Hilbert problemleri adiyla
bilinen bu problemler, 20.yüzyilyil boyunca matematik arastirmalarina hükmetti. Hilbert, basarili bir kâhindi; çünkü akillica
davranip durumu tersine çevirmisti: öngörüleri
aslinda soruydu. Onun öngörüleri, gerçekte bir cehalet kataloguydu; çünkü bilinmeyenleri siraliyor,
matematikçilerin vakitlerini bu alanlarda harcamasinin akillica olacagini söylüyordu.
Yüzyili biraz askin
bir süre sonunda 23 problemin 10 tanesi, herkesin hemfikir olacagi sekilde çözülmüstür; ötekileri ise kismen çözülmüs veya çözülmemistir ya da artik çözülemeyecekleri düsünülmektedir.
Neyin gerçeklesecegini, neyin gerçeklesmeyecegini anlamak güçtür. Tek
kisilik jet motorlariyla oradan oraya
uçmuyoruz, tek kullanimlik giysiler giymiyor ya da folyo paketlerde yogunlastirilmis besinler yemiyoruz ve sitmayi ya da kanseri
yeryüzünden silmis degiliz,
oysa yillar önce tüm bunlarin olasi oldugu öngörülmüstü.
Yine de bütün dünyayi birbirine baglayan
internetimiz var, ayrica isteyince erkeklik organinin sertlesmesini saglayan
hapa sahibiz; 50 hatta 25 yil önce yayinlanmis gelecek öngörülerinde
bu ikisine rastlanamaz.
Dergilerin, gelecege
dönük öngörülerini siraladigi sayilarda
gözde tarzlardan biri, öngörüleri numaralamaktir: “Gelecek 50 yilin 50 Büyük
Gelismesi” ya da “Bilimde 10 Büyük Muamma”. Bu
ayni zamanda, azicik tehlikeli de bir yaklasim.
Söz konusu makaleleri kurgulayan kisilerin
iyi niyetli oldugundan eminim; fakat cehaleti bu sekilde numaralandirmak, ufku görebildigimiz, oraya varabilecegimiz,
biz yaklastikça hep uzaklasmayacagi, çözü1ecek sonlu
sayida bilimsel problemin var oldugu,
kesiflerin bitince bitecegi ve insanlik masalinin ütopyavari kismina sessiz
sakin uyum gösterebilecegimiz inancini dogurur.
CEHALETIN NITELIGI
Önde gelen fizikçi Enrico Fermi ögrencilerine, bir hipotezi basariyla kanitlayan deneyin, aslinda bir ölçüm oldugunu anlatirdi; kesif
ise degildir. Kesif,
yeni bir cehaleti gün yüzüne çikarmaktir.
Bilimsel basarinin
tepe noktasi olan Nobel ödülü, ömür boyu bilimsel basariyi degil,
tek·bir kesfi,
tek sonucu ödüllendirir.
Nobel komitesi bile bir bakima bunun gerçek bilim ruhu
olmadiginin farkindadir ve ödül atiflari genelde
kesfi, “yeni bir alan açtigi”, “bir alani
dönüstürdügü” ya da “alani yeni ve
beklenmedik dogrultulara soktugu” için
onurlandirir. Tüm bunlarin anlami, kesfin,
daha fazla, daha düzgün bir cehalet yaratmasidir. Fizik Nobel Ödülü
(2004) kabul konusmasinda David Gross, Nobel Ödüllerinin
devam etmesinin iki sartinin, Alfred Nobel’in vasiyetiyle bahsedilen para ve bilimcilerin gayet basariyla sagladiklari cehalet
oldugunu söylemistir.
Dünyadaki herkes, bildiklerinden ya da bildiklerini
iddia ettikleri seylerden ötürü para kazanir.
Fakat bilimciler, cehaletlerinden ötürü ödüllendirilir.
Bilimde tamamen bos oldugu kesfedilmis karanlik odalarin sürüsüne bereket; her biri, bu
önemli ama tatminkâr olmayan gerçegi
bulmak için bütünüyle ya da kismen harcanmis meslek
yasantilarini temsil eder. Yanlis ipuçlari izlenmis, görünüste
düzgün fikirlerin ve makul kuramlarin pesinden
kosulmus ve
sonuçta bunlarin sadece maalesef hatali ve temelden yanlis oldugu
bulunmustur. Bu, her bilimcinin korkusudur.
Gerçi madalyonun bir de öteki yüzü var. Odada var olan
ya da olmayan siyah kediler karsisinda kimi bilimciler,
bunun yerine odayi ölçmekle yetinir; boyutu, sicakligi, yasi, maddi içerigi, konumu; bir sekilde
kediyi görmezden gelir ya da unuturlar.
Nature ve Science adli dergiler ve özellikle
büyük önem tasidigina
hükmedilmis yazilari
içerirler. Bu dergilerden birinde makalenizin çikmasi, bir basrol kapmak ya da çok itibar görmenin bilimdeki
halidir. Her hafta dünyanin her yerindeki laboratuvarlarda doktora ve
post-doktora ögrencileri bu dergilerin sayfalarinda,
alanlarindaki son buluslari tarayip bir sonraki deneye kafa
yorar ki kendi Nature makaleleri üzerine çalisabilsinler. Fakat elbette is isten
geçmistir; o makaleyi kaleme alanlar, siradaki
deneyleri zaten belirlemistir; aslinda muhtemelen o deneyleri
bitirmek üzeredirler.
Bir meslektasim, ögrencilerine, deney fikri bulmak için Nature’in
ya da Science’in dünkü sayilarina degil
en az on yil önceki sayilarina bakmalarini salik veriyor.
Bir soru ne kadar büyük olmali? Kimi
bilimciler, büyük sorulari sever; evren nasil dogdu,
bilinç nedir vs. Fakat çogu
ufak lokmalari yegler; derinligi
ve ayrintisi daha mütevazi, olan sorulara kafa yorar, kabul etmek
gerekiyor ki zaman zaman ele aldiklari ayrintilar, alanlari disindakilere sikici gelir. Aslinda büyük sorulan
tercih edenler, neredeyse her zaman bu sorulari ufak parçalara böler ve bu
daraltilmis sorular üzerinde çalisanlar size, ugraslarinin nasil da temel süreçleri aydinlatacagini, yani büyük sorulara yanit bulacaklarini anlatir.
Büyük sorulan sormak amaciyla küçük
sorulardan faydalanma stratejisi, bilime özgü olmasa da onun dayanaklarindan
biridir. Bilim dilinde buna, “model sistem” kullanmak denir.
Yapay zekânin babalarindan Marvin Minsky’nin belirttigi gibi, “bilimde insan en çok seyi, en küçük seyleri arastirarak ögrenir”.
Beynin nasil isledigini gün isigina çikarmak, elbette insanoglunun büyük arayislarindan
biridir.
Iç isleyisini tesrih yoluyla kesfetmek, gün yüzüne çikarmak zorundayiz; onu
parçalarina ayirmamiz gerekiyor. Sadece fiziksel yapisini degil islevini de parça parça
incelemeliyiz. Bu, çok zorlu bir is, çünkü insan
beynini yaklasik 80 milyar sinir hücresi meydana
getiriyor, bunlar da birbirleriyle yaklasik
100 trilyon baglanti kuruyor. Her hücreyi ve her baglantisini saniyesi saniyesine izlemek, en büyük
ve en hizli süper-bilgisayarlarin bile altindan kalkamayacagi bir is. Çözüm
ya bu koca karisimi küçük parçalara bölmek ya da daha
küçük ve basit, dolayisiyla daha kolay idare edilebilen beyinler bulmaktir.
Dolayisiyla sinirbilimciler, insan beyni yerine siçan
ve fare beyinlerini, sinek beyinlerini arastirir; çünkü bunlara
birtakim havali genetik tekniklerini uygulayabilirler hatta iplik
solucaninin tam tamina 302 sinir hücresinden olusan
sinir sistemini incelerler.
Günümüzde biyolojinin, Darwin’in dogal seçilime dayali evrim kuraminin açiklayici gücü
olmaksizin ayakta kalamayacaginin söylendigini sik sik isitirsiniz.
Fakat neden böyle olmasi gerektigi
nadiren açikliga kavusturulur. Örnegin hekimler, hasta insanlari tedavi etmek için
gerçekten evrime inanmak zorunda mi? En azindan zimnen inanmalari gerekir;
çünkü daha karmasik sistemleri incelerken model sistemler
kullanmak, biz dâhil tüm biyolojik organizmalarin akraba olmasina dayanir.
Evrim yoksa model sistem yok, ilerleme yok.
Hipotez, kisinin
bilmedigi bir seye
ve bunu bulmak için nasil bir strateji belirledigine
dair bir önermedir. Hipotezlerden nefret ederim. Belki de benimki sadece bir
önyargi ama bence hipotezler kisitlayici, tarafli ve ayrimcidir. Hipotezler
sanki bir spor takimi, bir millet ya da bir dinmis gibi
birbirinin ardinda saf tutar. Farkli laboratuvarlarin ya da kuramcilarin, kendi
hipotezlerini destekleyen bulgular sundugu
ve baskalarinin fikrini horgören konferanslar
tertiplerler. Ihtilaf dogar,
makaleler yayimlanir, özellikle de kamuoyunda yüksek itibar gören
dergilerde yayimlanirlar –nitelikli bilimin timsali olduklari için degil ihtilafli olduklari için.
Bunun düzinelerce örnegi
var: Evren sabit mi genisliyor mu, ögrenme, sinir hücresi zarinda sinaps öncesi degisikliklerle mi yoksa
sinaps ardi degisikliklerle
mi gerçeklesiyor, Mars’ta su var mi (varsa fark eder
mi), bilinç gerçek mi yanilsama mi vs. vs. Bu meselelerden bazilari çözülmüsken pek çogu
spot isiklari altinda bir süre kaldiktan
sonra ya bikkinliktan ya da sorunun o kadar havali olmayan ve basa çikilabilecek bir dizi küçük soruya dönüsmesinden ötürü los bir
köseye çekildi.
Düsünün ki laboratuvar
yöneten bir bilimcisiniz, bir hipoteziniz var ve dogal olarak kendinizi buna adarsiniz; nihayetinde o seyi anlamak sizin kendi akillica fikrinizdir. Her
bahis gibi bunun da kazandiran bir bahis olmasini yeglersiniz. Bilincinde olmadan, hipotezi kanitlayan
verileri kollayip, hipotezi çürüten verileri görmezden gelmez misiniz?
Ustalikli bir biçimde kimi verileri ötekilere yeglemez misiniz? Normalin disinda gibi görünen verileri tahlile dâhil etmemek için
her zaman bir bahane bulunur.
Bu sekilde,
yavas yavas ama
emin adimlarla, hipotezinizi destekleyen veriler yigilirken karsit
veriler gözden kaybolur. Nesnellik buraya kadarmis.
Bilimde birçok seyin
kazara kesfedildigi
sik sik söylenir; elzem kesifler, güdümlü arastirmanin sonucu oldugu
kadar sansa da yapilir. Bunlardan iyi öykü çikar;
ancak is nadiren bu kadar basittir. Iyi talihten faydalanmis olan
Louis Pasteur’ün belirttigi gibi: “Sans, hazirlikli
olan akli kollar.”
SIZ
ve CEHALET
Insanda, yaniti oldugunu
düsündügü sorulari sorma
meyili var; belki de bunun sebebi, cehaletin ayip sayilmasidir.
Temas kurdugunuz
bilimciye, ögle yemegi
yerken ele aldigi konunun ne oldugunu sorun. Bu soru, pek çok baska soru dogurabilir:
“Bilmem ne hakkinda en çok neyi bilmek istiyorsunuz?”, “Simdiye dek anlayamadiginiz en önemli nokta hangisi?” “Hangi ögeler (hesaplama, ölçüm) ise yaramiyor?”
O sorulan bulmak için konuyla ilgili temel bilgileri
okumaniz gerekir: fakat bu is düsündügünüzden daha kolay.
Akademik derece almis oldugum
biyoloji alaninda bile pek çok bilimsel makale var ki anlayamayacagim kadar teknikler. Çogunlukla, fizik ya da matematik makalelerinin bile sunus paragraflarini okuyabiliyor ve makalenin
sonundaki tartisma kismina kadar agir aksak ilerleyebiliyorum. Bence önemli nokta, teknik
dogalarindan ötürü anlamadiginiz kisimlari atlamak. Bilmediginiz bir kelimenin önünüzü kesmesine izin vermeyin:
sadece geçip gidin.
Haydi, bir kez daha gözden geçirelim. Bilim cehalet
üretir ve cehalet, bilimin yakitidir. Cehalet için bir nitelik ölçegimiz var. Bilimin degerine,
tanimladigi cehalet üzerinden
hükmediyoruz.
Cehalet, büyük ya da küçük, zorlu ya da
takibi kolay olabilir. Cehalet hakkinda ayrintili bir sekilde kafa yorabiliriz. Ister fiilen yapma ister anlama bakimindan olsun,
bilimde basari, cehaletten rahatsiz olmamaya bel baglar.
Bence bu noktada cehaleti, genel bir fikirden ziyade
özel vakalar kapsaminda degerlendirmek faydali
olacaktir; böylece bilimcilerin hayatinda cehaletin ne rolü oldugunu bir parça anlayabiliriz. Bu sebeple, tip
derslerinde içgörü edinmek amaciyla siklikla basvurulan
bir sunus yönteminden, yani vaka tarihçesinden
faydalanmaya deger.
VAKA TARIHÇELERI
Baska birinin kafasindan
neler geçtigini bilmek kadar zor bir sey var mi? Ne düsünüyor,
hissediyor, algiliyor acaba? Benim “kirmizi” dedigime,
o da “kirmizi” diyor mu? Onun gibi olmak nasil bir sey? En emin olamayacagimiz seylerdir bunlar.
Evet. Baska hayvanlarin kafasi
içinde neler olup bittigi.
Pek çok yil, aslinda yüzyillar boyunca, is bilissel
yetilere, akla gelince hayvanlarla insanlarin temelde farkli oldugu bir dogma olagelmistir.
Kalbimiz, karacigerimiz, böbreklerimiz ve baska kisimlarimiz tam olarak ayni olmasa da pekâlâ benzesiyor olabilir; fizyolojimiz ve biyokimyamiz temelde
ayni olabilir; üreme ve beslenme ihtiyaçlarimizi birbirinden ayirt etmek zor
olabilir. Fakat is akla gelince, farklilik mevcuttur.
Tarihte bu farklilik, kaçinilmaz olarak ruh kavramiyla iliskilendirilmistir;
insanlarda açikça var olan ama (umuyoruz ki?) hayvanlarda muhtemelen olmayan sey.
“Özel Olmadigimiz
Yasasi”ni kanitlamaya dogru amansiz yürüyüsün
parçasi olarak, kozmolojik bir yapinin merkezinde olmayisimiza ilaveten, küçük, sapa, çamurlu gezegenimizi
mesken tutan canli varliklar arasinda da özel olmadigimiz artik anlasildi.
Sorun, bilinçten ya da bilinçli farkindaligin nereyi mesken tuttugundan
bahsettigimizde basliyor.
MÖ 4. yüzyilda Aristoteles, bu farklilikla ilgileniyordu; böylece
canlilarda “Scala de Naturalia”, Doganin Merdiveni dedigi
fikre ulasti. Bu semaya
göre bitkilerde, üremeye ve büyümeye yarayan bir bitkisel ruh, insan disi hayvanlarda buna ilaveten duyusal bir ruh
bulunur ve duyular araciligiyla dünyayi
duyumsarlar; insanlar ise bu iki ruha, düsünce
ve tefekkür amaciyla akilci ruhu ekliyor.
Ister ruh ister bilinç diyelim, artik insanin gögüs kafesine, yüregine,
hatta epifiz bezine (Descartes burada oldugunu
düsünüyordu) yerlesmis degil; beyni mesken tuttugu
düsünülüyor.
Eger hayvanlarda bizimki
gibi beyin varsa, ruhlari da var midir? Beyinleri bizimkinin yarisi kadar
iyi olsa bile, yine de ruhlari olmaz mi? Duygulari var mi? Fiziksel aci disinda da aci çekerler mi? Aciyi deneyimlemekle
kalmayip hissediyorlar mi?
Reiss; hayvanlarda bilissel
yeti sergileme esiginin
insanlardakinden, hatta zihinsel islevi
agir hasar görmüs insanlardakinden çok daha yüksek olduguna isaret ediyor.
Akil dedigimiz sey, insanlarin sahip oldugu bir sey
olarak tanimlanir ve bu tanimlama bir nevi kisir döngüdür. Fakat örtük bile
olsa bu tür bir tanim faydasizdir. Kesinlikle yanlis bir sekilde
cehalet yaratir; aslinda bir anlami olmayan bir seye anlam atfeder.
Akilli Hans adli atin ünlü öyküsü ögreticidir. Akilli Hans görünüste matematik islem1eri
yapabilen bir atti. Emekli bir okul ögretmeninin
ati olan Hans, basindan ve halktan büyük ilgi görüyordu; bu ilginin sebebi
muhtemelen, kisa süre önce yayimlanmis Darwin’in Türlerin
Kökeni adli eserinin etkisiyle hayvan zekâsina gösterilen ilgiydi.
Okul ögretmeni/sahip Bay Van
Osten, seyirciye bir matematik islemi
sorardi –örnegin 5 arti 3 kaç eder gibi- sonra
da Hans’tan yaniti isterdi. Hans, toynagini yere
sekiz kez vurup herkesi hayran birakirdi.
Toplama, çikarma, çarpma, bölme islemlerinde oldugu,
gibi baska basit sayi ödevlerinde de oldukça
basariliydi. Hans sansasyon yaratmisti. “Uzmanlardan” olusan
kurullarin bu iste sahtekârlik olmadigina karar vermisti.
Hans, bütün Avrupa’da kalabaliklara onlarca bedava gösteri yapti.
Nihayet Oscar Pfungst·adli psikoloji
yüksek lisans ögrencisi bir genç, bu zekanin isleyis yöntemini açiga çikaran bir dizi deney hazirladi. Pfungst,
soruyu soran kisinin, ister Van Osten, ister yabanci1ar,
ister bizzat Pfungst yani kim olursa olsun, sordugu
sorunun yanitini bildigi müddetçe atin iyi randiman verdigini bulmustu.
Soruyu soran kisi yaniti bilmiyorsa, Hans da
bilemiyordu.
Daha önce sadece makine gibi davrandigi düsünülen
hayvanlarda alet kullaniminin, simgesel davranisin,
sayi saymanin, duygudasligin, hatta öz-farkindaligin
taninmasini sagladilar. 1980’lerin ikinci yarisindan
itibaren, hayvan davranislarinin ardindaki unsurlari arastirmak ve bunun çarklardan ve manivelalardan
fazlasini içerdigini düsünmek
tekrar normal sayilir oldu.
Firsat verildiginde sempanzelerin kendini taniyip taniyamayacagini merak eden Gallup, kimi sempanzelere ayna verdi ve davranislarini gözlemledi.
Davranislarin
toplumsaldan (sanki aynadaki görüntü baska
bir sempanzeye aitmis gibi), olumsala (bir sey yapip aynadaki kisi
sizi taklit ediyor mu diye bakmak) ve benlik güdümlü davranisa (örnegin
aynaya bakip agzinizin içini incelemek gibi) bariz evrimi
görmek mümkündü. Dolayisiyla, dogru
firsat verildiginde sempanzeler,
aynayi anlayabileceklerini göstermisti.
Ancak, nihai sinav, acaba sempanze o görüntüyü,
kendisi olarak kavrama anlaminda, kendisi olarak “görüyor mu ”meselesiydi.
Bunun için Gallup, isaret
testi olarak bilinen ünlü düzenegi
hazirladi. Hafif anesteziye maruz birakilan sempanzelerin
a1inlarina kirmizi boyayla isaret çizildi ve
uyandiklarinda ellerine ayna tutusturuldu.
Uyanip aynaya bakan sempanzeler alinlarindaki kirmizi isareti fark ettiler, isarete
dokundular ve aynayi kullanarak isareti
incelediler. Gerçekten de aynadaki görüntüsü, sempanzenin kendisiydi. Onlar bizim bilissel yeti bakimindan kuzenimizdir.
Ancak, maymunlar bunu anlamiyor; ne köpekler, kediler
ne de baska zeki canli türleri. Bu sadece
yüksek Primatlarda mi geçerlidir?
Reiss’in aklinda, baska zeki bir tür vardi; yunuslarin aynayla nasil is çikaracagini merak
ediyordu, peki neden? Yunuslarin beyni büyüktür, beden boyutlarina oranla
neredeyse bizimki kadardir; fakat diger
her yönden baska her türlü bakimdan bize büsbütün
yabancilar.
Reiss’in sakayla
söyledigi gibi yunuslar, yeryüzü disi varliklardir·(en
dar anlamiyla). Primatlarla ortak son atalari 60 milyon yil önce yasamistir. Eger ayna isini
becerebiliyorlarsa, o zaman bu, primatlara özgü bir akil marifeti degil demektir.
Reiss’in çalismasinin sonuçlan yayinlandi; fakat sadede gelirsek
yunuslar aynada kendini tanir, insanlarda ve sempanzelerde görülen kendini tanima evrelerinin tüm
klasik davranislarini hayata geçirirler.
Ancak Reiss’in isi
henüz bitmemisti. Meslektasi ünlü primatalog
Frans de Waal’le fillerin kendini aynada tanimasini ele alan bir çalismada isbirligi yapti.
Tipki yunuslar gibi filler de aynaya hemen tav oldu;
bunun sebebi belki de fazlasiyla bildikleri, pek de ilginç olmayan ortamlarinda
aynanin yeni bir nesne olmasiydi. En basta
aynayi ne cazip kilmis olursa olsun,
büyük beyinli bu memeliler, kendilerini aynada gördüklerini hemen fark edip bu
görüntüyü kurcaladilar.
Dr. Irene Pepperberg, Alex adli Afrika gri papaganiyla çalismak
için teknik açidan farkli bir yöntemden faydalanmisti; fakat amaci kesinlikle ayniydi.
Alex’e, çesitli
nesneleri (küpler, kumas, yiyecek vs.) ve nitelikleri (renk, doku,
rakam vs.) tarif edebilecegi 100 kelimelik bir
sözdagari ögretti;
sonra da Alex’in, bu dilsel araci kullanarak kendi ortamini çekip çevirmesine
izin verdi.
Aldigi egitim sayesinde Alex, beynine göz atmamiza firsat
tanidi. Alex, sayi saymayi ögrenmisti (Akilli Hans gibi degil, gerçekten sayiyordu); sayi sayma yetenegini, gözdesi olan nesnelerden daha fazla almak için
kullaniyordu. Alex, bildigi tabirleri bir araya getirerek, yeni düsünceler ifade ederken kelimeler uyduruyordu. Alex’deri
önce, bilinç için model sistemimizin olabilecegini
kim düsünebilirdi ki? Bilincin, yalnizca
insanlarda var olan yekpare bir giysi oldugu önyargimizi yerle
bir eden Pepperberg’in çalismasi, bilincin ne olduguna, onu meydana getiren seye kendini ne zaman ve niçin gösterdigine dair ayrintili sorular sormamizi mümkün kildi.
Konusan papagan
haber degeri tasimaz;
fakat ne söyledigi hakkinda düsünen papagan
haber degeri tasir.
Elbette aynisi insanlar için de geçerli olabilir.
Alex’in, Nisan 2010’da 35 yasindayken aniden ölmesi Pepperberg’in çalismasi için yikici bir darbe oldu.
Bu vaka tarihçesinden çikarilmasi gereken ders su: Bilimciler, sirf bilmedikleri üzerine kurulu bir
deney stratejisi tasarlamaz; ama hakikaten basarili strateji,
cehaletlerinin öteki yüzünde olan seylere
göz atmalarini saglayan ve soruyu daha fazla büyütüp
büyütemeyeceklerini görme firsati doguran
stratejidir.
Kuramsal taraftan ziyade deneysel tarafa yakin duran
astronom David Helfand, yakinlardaki bir yildizin patlamasini bekliyor. Yalan
derken, astronomide “yakin” ve “uzak” gibi terimlerin, arkadasinizin evindeki partiye gidenlere adres verirken
kullandiginiz terimlerle ayni olmadigini bilmek önemli.
Bir yildizin ölümü, bir nevi astronomik
olay yeri inceleme gibidir ve bilim, adli tip yaklasimdan faydalanarak, önceden kolaylikla öngörülemeyecek
bir hadisenin nedenlerini anlamak amaciyla geride kalanlari tahlil eder. Önemli
olan husus, yildizin tam olarak ne zaman patladigini bilmektir,
isterseniz ölüm saati de diyebilirsiniz; çünkü bulgularin geri
kalanini yorumlamak, öyle ya da böyle bu bilgiye bagli olacaktir. An itibariyle Helfand, kadim
metinlerde yildiz felaketleriyle ilgili tarih kayitlarindan faydalanarak kendi
patlamalarinin tarihini belirlemeye ugrasiyor; fakat asil ödül, patlama gerçekten oldugunda, yildiza ayarlanmis teleskoplarla
ve aygitlarla patlama esnasinda saniyeler içinde gözleme geçmek olacak.
Bu tarz bir gözlemle elde edilecek veriler, bir sürü
dirdirci soruyu ortadan kaldirirdi. Seyler
ne hizla soguyor, yani enerjisi hangi hizla dagiliyor? Dünyada asla taklit edilemeyecek kosullarda atom çekirdegine ve kuark bilesenlerine
ne oluyor? Patlayan yildizin hemen yakininda uzaya ve zamana ne oluyor? Hepsi
de harika sorular.
Evrenin garip yönlerinden biri, simdi nasil göründügünden
ziyade geçmiste nasil göründügünü daha iyi bilmemizdir. Ikizlerevi yildizi, göz alici bir ates topuna dönüsüp çok
önce yok olmus olabilir; fakat bunu bilmiyoruz.
Derin evrende ancak geçmisi görüyoruz; simdiyi asla göremeyiz.
Her ne kadar bilim kusaklar boyunca devam etse de tek bir bilimcinin, kendi
ömründe çözemeyecegi bir sorunu ele almasi nadirdir.
Helfand, alayci ama biraz da hüzünlü bir sekilde, üzerinde çalistigi mevcut
problemlerden birinin yanitini bulamadan ölüp gidecegini kabu1 eder; bunun sebebi düpedüz, NASA’nin
planlarini degistirmis olmasi ve gerekli aygitlarin otuz seneden önce
uzaya firlatilmasinin beklenmemesidir.
Helfand, gelecek 400 Yilda astronominin deginebilecegi
sorularin kisa bir listesini yaparken açikçasi ne kendisinin ne de bir baskasinin yasam
süresini dert ediyor. Bunlar, cehalet merkezleridir…
Evren, önünde bir uzay yaratir. Simdiki adiyla Büyük Patlama, yani ilk infilak, zaman
ile uzayi yaratti ve o infilakin kenari genislerken
zaman ve uzay yaratmayi sürdürüyor. Evren çok fazla genislemiyor; bunun yerine, uzay yaratiliyor, sonra da
evren ve içindekiler, mesela galaksiler vesaire, sadece genisleyen uzayi dolduruyor. Bunlardan bahsetmek
insana, sorulari düzgün sormanin önemini hatirlatiyor.
1940’larda, eger evreni yaratmis Büyük
Patlama misali bir infilak olmussa, milyarlarca yil
sonra bile bu infilakin kalinti1arinin olmasi gerektigi ileri sürülmüstü.
Bu kalintinin, çok düsük frekansli bir vizilti oldugu hesaplandi tipki radyo kanalini tam
yakalayamadigimizda radyonuzda duydugunuz vizilti gibi. Bilimdeki en güzel tesadüf öykülerinden
birinde tam da bu gürültüyü, Bell Laboratuvarlarinda çalisan iki bilimci, sinadiklari yeni radyoteleskop
aygitinin basina bela kesilen rahatsizlik verici ve israrci viziltidan
kurtulmaya çalisirken kesfetti.
Bu hisirti, aygittaki bir kusurdan degil, Büyük Patlamanin ardinda biraktigi kozmik arkaplan isimasindan kaynaklaniyordu: 13,7 milyar yillik bir
fosildi bu.
Bu fosilin gösterdigi sey, bir parça merak uyandirici; üstelik kozmolojide
bir açmaz yaratmistir. Evrensel vizilti, yani kozmik
arkaplan isimasi, her dogrultuda neredeyse ayni.
“Geçmis”e
bakmak, incelikli bir soru doguruyor, Su an gördügümüz
evren, bir zamanlar görebildigimiz evrenden çok
daha büyük. Son on yilda bile gözleyebildigimiz
evrenin boyutu, yariçapinin 10 isikyili artmasiyla
büyüdü; dolayisiyla günümüzde görebildigimiz
evrenin kisimlari, 10 milyar yil önce görülemezdi.
Evrenin gerçekte nasil oldugunu soran üç farkli yaklasima örnek teskil
eden üç farkli arastirmacidan
faydalanarak fizige ve kozmolojiye hizlica göz attik. Brian
Greene, gerçekte kafamizda canlandiramadigimiz
ama matematiksel olarak çözebilecegimiz
bir evreni nasil betimleyecegimizle ilgili en derin
sorulari ele alir. David Helfand, evreni laboratuvari gibi kullanip
pek çok yeni soru ortaya koyarak çok güç ama anlasilir
problemleri çözebilecegini düsünüyor. Amber Miller ise, yaratilis diyebilecegimiz,
evren hakkinda bildiklerimize temel bir sinirlama getirebilecek, milyarlarca
yil önce vuku bu1mus bir ani ögrenmek istiyor.
Bu vaka tarihçesi ayni zamanda, cehaletin kullanimi ve
ne yapamayacagi hakkinda önemli hususlari göz önüne
çikariyor.
Önemli olan, Amerika’daki herkesin bilimci
olmasi degil. Bunun yerine, herkes olan biteni
anlasa, tehlikeleri kavrasa ve oyunun ne hakkinda oldugunu bilse yeter. Bilim dislayici degildir;
gizli bir dil konusan küçük bir zekâ küpü heyetine de mahsus
degil. Bir spor etkinligini seyredip, sporcularin egitimine ya da vasiflarina sahip olmasaniz da bundan
keyif alabilirsiniz. Bir ressamin ya da müzisyenin teknik bilgisine vakif
olmadan bir tablodan ya da senfoniden zevk alabilirsiniz. Peki, neden bilimden
keyif almayasiniz?
Beyin hakkinda isittigim en akillica söz, komedyen Emo Philips’e ait: “Bedenimdeki en
harika organin her zaman beyin oldugunu
düsünmüsümdür;
ama bir gün kafama dank etti, ‘bir dakika, bunu bana kim söylüyor ki?’”
Su çarpik mecazi kullanmami mazur görün, bu tam da
meselenin özüne deginiyor. Çünkü anlayacaginiz üzere, beyni anlamanin en büyük ve yegâne
sorunu, bir beynimizin olmasidir. Sorun, o kadar zeki olmamasi degil. Güvenilir degildir.
Beyinlerimiz bizi muntazaman kandirir.
Birilerine yem olmadan önce besin bulmak gibi sorunlari çözmeye yönelik
evrimsel baskilar sonucu insa edilmis olan beyinler, nasil isledikleriyle ilgili sorunlari çözecek teçhizattan
yoksundur.
Nasil fiziksel dünyanin kuantum mekanigi gözünden betimlemesi, beynimize tuhaf biçimde
sezgilere aykiri geliyorsa, beyne dair biyolojik ve kimyasal açiklamalar da
kendisine tuhaf biçimde sezgilere aykiri gelir.
Son vaka tarihçesinde bahsetmis oldugum,
astrofizikçilerin ve kozmologlarin karsi karsiya kaldigi çetin
sorun, ayni bakis açisini bandiriyor; onlar,
içinde bir seyi, evreni arastiriyor. Aynisini beyniniz hakkinda da
söylebilirsiniz.
Göz kürenizin içinde arka kismi kaplayan bes katmanli beyin dokusu retinaya minik beyin
denir; retina, karmasik sekilde örülmüs bir hücre devresinde görsel girdiyi isler. Bu devre, disaridan üzerine
düsen ham imgeyi isledikten sonra, görsel algi bilincinize çikana
dek daha fazla islensin diye beynin yüksek merkezlerine
yollar; üstelik bunlar, birkaç düzine milisaniyede olur biter. Profesyonel
beysbol oyununda vurucunun, 18 metre ötede duran aticinin firlattigi 7,5 santim yariçapli ve saatte 140 km hizla
ilerleyen küreye sopasini sallayip sallamama karari vermek için 400
milisaniyeden daha az zamani var. Sopayi sallamaya karar verip esgüdümlü kas hareketini yapmak bu sürenin bir
kismini aldigi için, görsel sistemin isi, asagi yukari 250 milisaniyede bitmeli. Bunu
yapabilen sey oldukça havali olmali, öyle degil mi? Bunu çözmeye degmez mi? Bu, beyinle ilgili üst sinif bir cehalet
olmali.
Görme yetisi gerektiren islerin bariz zorlugundan
ve bunlari çaba sarf etmeksizin basarmamizdan ötürü görsel
sistem, evrimin en yüksek gelismelerinden biri sayilir.
Aslinda, göz gibi muhtesem bir yapinin, gelisigüzel mutasyonlardan olusan küçük adimlarla ortaya çikmis olmasi, evrim aleyhinde ileri sürülen en yaygin
savlardan biridir; hatta Darwin’i bile endiseye
sürüklemistir. (Gerçekte, çesitli türlerde görsel sistemler ki
bazilari bizim gibi memelilerin sistemlerinden
üstündür, evrimde 10 kez ortaya çikmis gibi
görünüyor; sezgilere aykiri görünüyor ama gözü evrimlestirmek oldukça kolay gibi.)
Görsel yönelimli hayvanlar oldugumuz için, görme yetisinin yüksek bir beyin süreci
oldugunu ve dolayisiyla görüsü arastirmanin
beynin tüm o inanilmaz isleri nasil yaptigini anlamamizi saglayacagini varsaymamiz mantikli. Görsel sistem üzerinde çalisan o kadar çok sinirbilimci var ki her yil toplanip
güncel arastirmalari tartisan bir alt disiplin olusturuyorlar.
Görme ve Göz Arastirmalari Dernegi’nin 2.000’den fazla üyesi var. Göz, model sistemlere
mükemmel bir örnektir; retinaya ulasmak
mümkün, düzgün bir düzenegi var (yani birbirlerine, devre denilen
basmakalip sablonlarla bagli olan sinirli hücre tipi sayisi bulunur;
retinanin kablo semasi, radyonunki kadar kolaylikla
çizilebilir) ve karmasik olsa da dolaysiz görevler yerine
getirir. Bizzat göz, arastirmaya deger;
ayrica bütün beynin isleyisiyle
ilgili temel ilkeleri de gün yüzüne çikarabilir.
Duyu sistemleri, bes temel
duyuyu, yani görmeyi, isitmeyi, dokunmayi, kokuyu ve tat almayi
içerir. Gerçi bu listeye eklenebilecek pek çok duyu daha var; ancak bu listenin
esasi, Aristoteles ilk kez ilan ettiginden
beri gözden geçirilmemistir. Örnegin, dokunma kapsaminda, agri (kesik ve zonklama), sicaklik, kasinma, sürtme ve ovma, sert ve yumusak dokunma bulunuyor. Kendilik algisi
(proprioception) denen altinci duyuyu da pas geçmeyelim; herhangi
bir anda bedeninizin, özellikle de kafanizin konumunu bilmek anlamina gelen bu
kelimeyi telaffuz ederken hâlâ zorlaniyorum.
Barindirdigimiz
en yüksek bilissel yetilerden birinin dil oldugunu göz ardi etmeyelim. Konusma araciligiyla
fikirleri nakletmek salt insana mahsustur ve hiç süphesiz, kültürün tüm önemli süs örtülerini,
yani sanati, tarihi, felsefeyi, bilimi gelistirip
iletmemizi mümkün kilar.
Gerçeküstücü hareketin, eger bu hareketin bir önderi oldugunu söylemek uygunsuz kaçmazsa, öncüsü olan
Andre Breton, bir keresinde, konusma
hizimizin düsünme hizimizdan yüksek oldugunu söylemistir.
Evet, birtakim sözleri agzindan kaçirip aninda pisman olan bizler buna inanabiliriz.
Bir sohbetin ortasindayken, dile getirdigimiz kelimeler hakkinda uzun uzun ya da hiç düsünmeyiz; bunlar sadece “agizdan dökülür”. Beyinde
yüksek düzey bilissel aygit sayilan bu mekanizmanin ucunda
neredeyse refleksli bir motor edimi var.
Tarih boyunca beyin daima, zamanin en karmasik teknolojisine benzetilmistir: Beyin, saat benzeri gereçlere de benzetilmisti; Sanayi Devrimi sirasinda; karmasik makinelere, daha yakin tarihlerde ise bilgisayara
benzetiliyordu; günümüzde ise, tahmin edebileceginiz üzere
internete benzetiliyor. Tüm bu benzetmelerin iki ortak noktasindan biri, beyni
çok karmasik bir sey
saymalaridir, öteki ise normalde mekanikleri bakimindan tüm bu benzetmelerin
hatali olmasidir. Beynin nasil isledigini hâlâ bilmiyoruz.
Biyolojik sorunlara matematik uygulamak yavas yavas benimsenmistir; fakat beyin arastirmalarinda
oldugu kadar hiçbir alanda bu kadar hizli ve
önemli olmamistir.
Modem fizik ile beyin bilimi arasindaki fark, fizikte
kafa yorulmasi gereken, sezgilere aykiri fikirlerin matematik diliyle altindan
kalkilabilmesidir. Biyolojide matematikten bu sekilde faydalanamiyoruz en azindan simdilik.
Bellek olusumuyla
ilgili kabul görmüs tüm modeller, anilarin, pek çok
sinapstan, yani beyin hücrelerimizin arasindaki baglantilardan, bu baglantilarin
gücünün degismesinden,
ileride bu faal sinaps agina ulasip
ani olarak algilanmasindan meydana gelmesine bel baglar. Varsayima göre, tipki bilgisayarlar gibi, salter sayisi ne kadar fazlaysa (beyinde sinapslar,
bilgisayarda transistörler), o kadar fazla hatirlarsiniz. Buna,
ölçeklenebilirlik denir.
Ölçeklenebilir bir sistemde, bir isi basardiginiz süreç ayni kalir ve bundan daha
fazlasini isterseniz sadece biraz daha donanim eklersiniz (mesela salter).
Insan beyninde yaklasik
100 trilyon sinaps var (1014 rakamiyla temsil edilen bir sayi,
yani 14 kere 10). Dolayisiyla, eger
bir ani yüz sinaps (102) gerektirse bile, 1012 aniya
yetecek kadar yer var demektir; yaklasik
trilyon ani eder ki kesinlikle fazlasiyla yeterli gibi görünüyor.
Larry’den, 2004’te Sinirbilim Dernegi’nin yillik toplantisinda genel bir seminer vermesi,
kendisinin ve Fusi’nin sonuçlarini, oldukça genis zoraki
dinleyici kitlesine sunmasi istenendi. Bu bulgunun önemli yani, beynin ani
depolama yöntemine dair bildigimiz neredeyse her seyi degistirmesidir. Her ne kadar onlar bunu, dikkatli
hesaplamalar yaparak göstermis olsa da, sorunu
sezgilerinizle kavrayabilirsiniz; beynimiz gibi olagan modundayken çabucak ögrenen bir sistem, ayni zamanda çabucak unutacaktir da.
Bunun sebebi, sürekli olusan yeni anilarin, eski anilarin üzerine
yazilmasidir; böylece beyin faalken hiçbir aninin ömrü uzun olmaz. Belli bir
anida kullanilan sinapslar oldukça hizli bir biçimde baska anilarda devreye sokulur; böylece ilk ani gitgide
erir. Nihayetinde taninmaz hale gelir, yani aniyi unuturuz. Demek oluyor ki
unutmak, çogumuzun düsündügü gibi bellegin
zamanla degil süregiden faaliyet sonucu yikimidir.
Unutkanlik, özellikle de anahtarinizi nereye koydugunuzu ya da odaya neden girdiginizi unutmak gibi insanlari endiselendiren cinsten olani, yastan ziyade zavalli rnekanizmayi fazla çalistirmaktan kaynaklanir. Yeni anilar yigilarak eski anilari def eder; hem de dakikalar
içinde.
Elbette uzun süreli anilarimiz da var fakat bu, ani
olusturan sistemin çok yavas çalismasini gerektirir;
onca tanidik seyi tanima deneyimimizi açiklamayacak
kadar yavastir bu sistem.
John Krakauer, genç bir sinirbilimcidir, sürekli tekrarladigi sözlerden ikisi söyle:
“Bitkilerin sinir sistemi yoktur; çünkü hiçbir yere
gitmiyorlar” ve “Varolusun sebebi eylemde bulunmaktir.”
Krakauer, sinifima basit bir soru sormustu: “Asansör dügmesine basarken önce hangi kas kasilir?” Bu zor bir soru
olmamali. Hepimiz düsündük, filmi kafamizda, beynimizde geri sardik,
asansörde dügmeye bastigimizi hayal
ettik.
Bunu yüzlerce, binlerce kez yaptik ama
yanit hepimizi saskinliga ugratir:
“Bacaginizdaki
gastroknemius kasi (baldirinizdaki iki uzun kastan biri) dügmeye basmak için kaldiracaginiz kolunuzla ayni tarafta olani” der.
Parkinson hastalariyla bir dizi deney
yapilmis ve kas islevsizliginden
büsbütün farkli bir dogrultuya isaret etmis.
Parkinson hastalari neden yavas hareket ediyor
gibi basit bir soru, gözlemlenen kosullara
(kazayla yaralanmiyorlar) ters düsüyordu
ve daha fazla gözlem yapmakla kalmayip dogru
soruyu sormak, neler olup bittigini anlamada kilit
unsurdu.
Yanit ya da en azindan kismi yanit, Parkinson
hastalarinin, hastaligin elden ayaktan kesen takatten kesen
safhasindan ziyade erken asamasinda olanlarin, dogru hizda hareket ettiklerine inanmasidir; bu konuda
düpedüz yaniliyorlar. Bu tür Parkinson hastalariyla dolu bir odada “yangin
var!” diye bagirsaniz, hepsi kapiya sizden önce ulasir. Gayet güzel hareket edebiliyorlar; yavas gitmeyi onlar “tercih ediyor”.
Öteki insanlardan daha yavas hareket ettiklerinin farkinda olsalar da, hatta
bundan utansalar da, neden yapabileceklerinden daha yavas hareket ettiklerini gerçekte bilmiyorlar;
dolayisiyla onlara soramazsiniz. Bu, beynin kendisinin nasil çalistigini–en azindan
içgözlemle- anlamasi bakimindan neden ciliz bir aygit olduguna dair bir örnektir. Istediginiz kadar bunun
hakkinda düsünebilirsiniz; ama herhangi bir anda
beynin hangi hesaplamalari yaptigini asla
anlamazsiniz. Sadece bir sonuç görürsünüz, yani bir davranis ya da algi; buna da birbirinden ayirt edilemeyen
sayisiz yolla erisilmis olabilir.
Ancak geçmise
dönüp bakildiginda, sorunun ve sizin birbiriniz için
yaratildigi görülür. Tasarim aldatmacasi budur;
gelisigüzel mutasyonlariyla ve post hoc seçilisiyle evrim aleyhinde ileri sürülen yaniltici
savlardan çok farkli degildir. Islevi
bilinen bir sey her zaman tasarim eseri gibi görünür.
Böylece faydaci yapilarin o amaçlar için tasarlanmadigini, amaçlarin onlar için seçildigini görebilmek, iste
bu, Darwin’in büyük fikri siçramasiydi.
Iki asigi bir araya getiren mucizevi kosullan hep merak ederiz. Gezegeni mesken tutmus 7 milyar insan içinde birbirine öyle uyan
bu ikisi birbirlerini nasil bulmuslar?
Bunun ihtimali nedir? Aslinda bu ihtimal oldukça yüksek; muntazaman vuku
bulmasinin sebebi de budur. Her seyden önce,
dünyada her birimiz için “mükemmel” tek insan oldugunu düsünürken yaniliyoruz.
Muhtemelen binlercesi var. Çogunlukla bir iliskiyle baslariz
ve sonrasinda ya iliski mükemmellesir ya da bosaniriz.
Bilimsel meselelerde de bu durum mu geçerli? Kesinlikle soru yoklugu çekilmedigi
umarim iyice anlasilmistir.
Dolayisiyla sorularla karsilasirsiniz, bunlarla karsi karsiya
gelmekten kaçamazsiniz ve akil ermez sebeplerden ötürü, bu sorulardan herhangi
biri aniden üzerinize yapisip kalir.
Sorulardan biri sizi adeta oltayla yakalar gibi
yakalar; çünkü yem, ölçüde leziz görünür ya da siz. Büyük ölçüde açsinizdir.
Zaman zaman bu iliski yürümez ve bosanirsiniz.
Gitgide tuhaflasan
bu vaka tarihçesinden çikarilacak iki ders de budur. En güzel tesadüflere
rast gelmek hakkinda çok sey söylenebilir ve güzel
tesadüflere yaslanmak ayip degildir. Fakat Louis
Pasteur’ün “sans,
hazirlikli akli kollar” lafini aklinizdan
çikarmayin.
Cehalet kelimesini
çogunlukla, ilkel ya da aptalca bir inanç kümesini
belirtmek için kullaniriz. Aslinda cehalete dair bu “açiklamanin”
çogunlukla ilkel ya da aptalca oldugunu söylemek gerekir; üstelik cehaletin farkina varmak,
bilimsel söylemin baslangicidir. Bir seyin bilinmedigini
ve anlasilmasinin güç oldugunu kabul ettigimizde,
bunun arastirmaya deger
oldugunu da kabul etmisiz demektir.
Bitirirken
Bati biliminin baslangici,
genellikle Galileo’nun geç Rönesans’ta Iki
Büyük. Dünya Sistemi Hakkinda Diyalog kitabini
yayimlamasi sayilir. Bize ögretildigi kadariyla, bu kitabin, adi kötüye çikmis bir sekilde
evrenle, yani o zamanki adiyla gökle ilgili dine aykiri önermelerinden
dolayi Galileo’nun basi Kilise iktidariyla
ciddi derde girmistir.
Fakat Kilise babalari Kitabi Mukaddes’in her sözüne
inanan halka bunu nasil anlatacaklarini bilemiyorlardi. Kilise babalarini endiseye sevk eden unsur, dine aykiri da olsa fikirler degil, bu fikirlerin genis kesimlere
yayilma olasiligiydi.
O din adamlari hakliydi; çünkü Galileo’nun
dönüm noktasi çalismasi, ana dillerde bilim eserleri
yayimlanmasi gelenegini baslatti:
Descartes Fransizca, Hooke Ingilizce,
Leibniz Almanca vb. kitap basti. Bilimin ampirik yöntemlerini halkin dogrudan tecrübe etmesinin, Bati ortaçag düsüncesinin
alameti olan büyü ve gizem düsüncelerinin
kültürel dönüsüm geçirip modern söylemin akilciligina kaymasindan sorumlu oldugu düsünülür. Isin dogrusu, halkin bilime erisebilmesi, Galileo’nun 1652’de yayimlanmis kitabiyla baslayan
Rönesans’in bilimsel ilerlemeye en büyük katkisi olmus olabilir.
Gelgelelim günümüzde böy1e bir durumdayiz
ki bilim, sanki klasik Latinceyle yazilmis gibi
halkin erisemeyecegi
bir konumda. Vatandaslar, birincil bilim etkinliginden kopuk durumda sadece basin yayin araciligiyla ikinci elden haber aliyorlar.
Ayrica, bilimde basverip duran zorlu meseleler de var; kök hücre arastirmalari hayatin sona ermesine dair tanimlar, saglik hizmeti harcamalari, nükleer güç, iklim degisikligi, biyoteknolojik ziraat, genetik testler; bu liste,
gelecekte de büyümeye devam edecege
benziyor.
Açikça ihtiyacimiz olan sey, bilimi insani düzeye çekip, bilgili vatandaslar tarafindan anlasilmasini ve
hakkinda hüküm verilmesini mümkün kilmak. Olgulari yorumlayacak bir
baglaminiz yoksa bunlari üst üste yigmak faydasizdir; belirli uzmanlik alanlarinin disinda bilgiyle karsilasan çogu
bilimci için de geçerlidir.
Ben nörobiyologum ama kuantum fizigi
hakkindaki bilgim, ortalama bir müzisyeninkinden fazla degil; ayrica nasil bir Brahms senfonisinin notalarini
okuyamiyorsam, bilimsel bir fizik makalesini de okuyamiyorum. Ben de disaridan biriyim.
Bence bu, bilinmeyeni vurgulayan, halka yönelik
bilimsel açiklama söylemlerinin devreye sokulmasiyla degistirilebilir.
Belki de cehaletin en önemli uygulamasi, egitim alanindadir; özellikle de bilimcilerin egitiminde.
Google ve bunun yerine artik ne geçecekse onun çaginda bilimcileri nasil egitecegimizi kendimize sormaliyiz, Birkaç tiklamayla tüm
olgulara erisebiliyorken, muhtemelen çok da uzak
olmayan bir gelecekte bu olgulari ögretmek
yerine, duvara, televizyon ya da buluta (artik nereye bilgisayar yerlestirilmisse
oraya) sormak daha faydali olacaktir. Neredeyse bin yildir is basinda olan üniversitelerimizin is modelinin gözden geçirilmesi gerekecek.
Olgu toplamanin son nokta oldugu, bilginin yigmakla
denk tutuldugu, cehaletin nadiren konu edildigi bir sistem yerine, Wiki’yle yetismis ögrencilere sinirlarin tadini ve zevkini tattirmaliyiz,
cehaletin genisleyen çemberinin kenarlarini
tanitmaliyiz, önemsiz olmayan verinin nasil da bilinmeyeni çevreledigini göstermeliyiz. Ögrencilere,
‘sorularla düsünmeyi, cehaleti idare etmeyi ögretmeliyiz.
W. B. Yeats su
uyarida bulunmustu: “Egitim,
bir kovayi doldurmak degil, bir mesale yakmaktir”. Dogru.
Kibritlere uzanma vakti geldi.