BINA -- PENTAGON'UN BIYOGRAFISI & THE BUILDING (A BIOGRAPHY OF THE PENTAGON)
Fevzi BOZKURT
Biyografi
Bu kitabin yazimiyla ilgili arastirmalarimi yaparken cevabini aradigim temel sorulardan biri suydu:
Pentagon’un tarihi, ABD silahli kuvvetlerinin tarihinden, Baskanligin, Kongrenin ve Savunma Bakanliginin
tarihlerinden ayri düsünülebilir mi? Bunun kisa cevabi “Hayir”dir.
ABD tarihinden bagimsiz bir Pentagon hikâyesi her ne kadar kendi içinde ilginç olsa da,
böyle bir çalisma, insaat plânlamasindan, istatistikî bilgilerden ve teskilâtin isleyis mekanizmalarindan bahseden bir belgeden ibaret olurdu. Oysa “Bina”nin
biyografisini kaleme almaktaki amacim Pentagon’un vizyonunu ve vücuda getirilis nedenlerini ortaya koymakti.
Pentagon dünyanin en genis devlet
bürokrasisini bünyesinde barindiran dev bir bina olmaktan ibaret degildir. Adini andiginizda, Amerika’nin silâh gücünü,
Savunma Bakanligini, bütçeleri, Müsterek Kurmay Baskanliklarini, ABD’nin müdahale ettigi çatismalari, savas karsitlarinin, pasifistlerin ve onlarin isbirlikçilerinin
algiladigi sekliyle, basinda saç yerine binlerce zehirli yilan bulunan, kendisine yan bakani tasa dönüstüren iblis Medusa’yi çagristirmis olursunuz. Pentagon, daha insaati
tamamlanmadan bile sadece bir bina olmanin ötesinde, bir güç ikonu haline gelmis, içinde dünya tarihini en derinden etkileyen kararlarin alindigi bir sembol olup çikmisti Çatisi altinda 24 bin sivil ve
askerî personelin çalistigi bu
devasa yapi, Amerikan askerî ve siyasi gücünün cisimlesmis hâlidir.
1.ve 2. Dünya Savaslari arasindaki dönemde, Savas ve Donanma Bakanliklari (ilki 1789’da, ikincisi 1798’de kurulmus iki ayri teskilâttir) District of Columbia ve
banliyölerindeki, kimilerine göre 17, kimilerine göre 21 ayri binadan
yönetilmekteydi ve bunlari bir araya toplamak artik bir zaruret haline gelmisti. Pentagon’un yapimi, 16 ay gibi rekor bir sürede tamamlandi. Artik,
dünya savasinin seferberlik plânlamalarindan tedarik islemlerine, Avrupa kiyilarina müttefik çikartmasindan Burma’nin balta
girmemis ormanlarindaki Japon mevzilerinin arkasina yol insa etmeye kadar her sey, Potomac nehrinin bati
yakasindaki bu Bina’dan yapilabilirdi. Dünyanin neresinde bir savas varsa, Pentagon orada çarpisan
Amerikan askerlerinin görünmez bir uzvu gibiydi.
Bu görkemli kurum, 2. Dünya Savasinin
bitmesinden sonra önemini yitirmek bir yana, nükleer çekismelerin yasandigi süreçte degisimler
geçirerek ehemmiyetini daha da arttirdi. 11 Eylül 2001 saldirilarindan sonra
ise ABD savunma ve güvenlik yapilanmasi büyük reformlara konu oldu. Bu
dönemdeki önemli degisimlerden
biri Savas, Donanma ve sonradan olusturulan
Hava Kuvvetleri Bakanliklarinin yeni kurulan Savunma Bakanligi çatisi altinda birlestirilmesi oldu. Ayrica, Kara,
Hava ve Deniz kuvvetlerinin üst düzey generalleri ile kurmay baskanlarindan olusan bir heyet, Müsterek Kurmay Baskanligi adi altinda olusturulan bir makama baglandi ve bu heyetin baskani Genel Kurmay Baskani unvaniyla dogrudan Savunma Bakanina karsi sorumlu hâle getirildi.
Soguk Savas, Körfez Savasi, Teröre Karsi Savas süreçlerinde tartismalarin odaginda olan Pentagon, bir yandan etkinligini
arttirirken, 1980’lerde oldugu gibi bazen de bir dizi
skandalin konusu oluyordu. Bütçe ve tedarik madrabazliklarini içeren bu
skandallarin birinde çok üst düzey bir general hapse atildi. Gerek hükümet
kanadindan, gerekse savunma sanayii sirketlerinden
birçok yetkili daha demir parmakliklarin ardina
gönderilebilirdi ama yargiyla varilan uzlasmalar ve
aflarla paçayi kurtardilar. Pentagon’a halk arasinda Puzzle Palace – Bilmeceler
Sarayi denmesi bosuna degildi.
Teröre Karsi Savas her ne kadar bazilarinca ikinci bir Soguk Savas dönemi olarak tanimlansa da bence bu ikinci bir 2.Dünya Savasidir. Bu dönemde huzursuzluklarla bogusan diger uluslardan soyutlanmis, mutlu bir biçimde yasamini sürdürmekte olan Amerika kendini bir anda bazi ülkelerin ve olusumlarin nefret ve düsmanliklarinin hedefinde
buluverdi. ABD, 2. Savas öncesinde de, gücünü demokratik
yasalardan aliyor olmakla, iktidarlarini güç kullanimina ve korkuya dayandiran
emperyal Japonya’nin, Nazi Almanya’sinin Fasist Italya
ve bunlarin müttefiklerinin bas düsmani ve
hedefi hâline gelmisti. Amerika’nin varligi, bu ülkeleri yöneten tiranlar için bir tehditti. Bu gün de öyledir
ancak sayilan ülkelerin yerini baska ulus
devletlerden ziyade asimetrik savas yöntemleri uygulayan amorf uluslararasi örgütler almistir.
Soguk Savas sanayilesmis iki dev ulusun kendi rejimlerini dünyaya egemen kilmak amaciyla giristikleri, agir çekilmis bir savasti. 2. Dünya Savasi ise bir ölüm kalim güresi…
Küresel terörizmin nasil bir metafor ile tanimlanabilecegini okuyucuya birakacagim ama söz metaforlardan açilmisken, kimilerince nefret edilen, kimileri tarafindan korkuyla karisik bir saygi gören, hakkinda yapilan tartismalara
karsin demokrasinin güçlü bir kalesi olan Pentagon’u, üç körün dokunarak
tarif etmeye çalistigi bir file benzettigimi söylemeden geçemeyecegim. Dokunulan hangi uzuv ise tarif ona göre belirlenir. Bu kitabin amaci,
kuyrugu ile, hortumu ve disleri ile, bacaklari, bedeni ve
kulaklari ile bu dev yaratigin bütünü üzerine isik tutmaktir.
KITAP 1 /
BÖLÜM 1
DEGISIM RÜZGARLARI
Iki Savas Arasi Dönemde Amerikan Ordu Teskilâti
Amerika’da sembol olmus mimari yapitlarin birçogunun, akla gelebilecek en berbat araziler üzerinde yükselmis olmasi ilginç bir tenakuzdur. Gerek District of Columbia (D.C) yerlesiminin, gerekse Pentagon’un üzerine konuslandigi arazi, bir zamanlar igrenç kokulu bir bataklikti.
Bölgenin, Amerikan devlet yönetiminin merkezi olarak seçilmesinin nedeni,
buralarin tarim arazisi olarak hiçbir ise
yaramayisidir. D.C, Londra, Paris, Roma veya Moskova gibi sehirlerin “baskent”lik kavrami ile özdeslesmesine benzer çagrisimlar
yapmaz. Gariptir ama D.C Amerikan siyasi gelenegini
temsil eden mabetlestirilmis yapilariyla diger baskentlerden farkli bir biçimde, Vatikan, Mekke gibi dinî merkezlerinkine
benzer ulvi kavramlari çagristirir.
Ziyaretçilerini husu içinde birakmak maksadiyla plânlanmistir
adeta. Sehirde, bu duygulari tirmalayan tek unsur, dünyanin en büyük kamu yapisi
olan Pentagon’dur.
Pentagon baslangiçta sadece bir askeri karargâh olarak düsünülmüstü. Oysa Baskan F.D. Roosevelt sarsici bir degisim yaratmanin pesindeydi ve bu yaklasimiyla projenin basina tam bir gelenekselcilik düsmani olan George Marshall’i getirdi. Five Points (Bes Uç) adiyla anilan bataklik bir bölgede balçiga çakilan binlerce beton kazik Pentagon’un köklerini olusturur. Ünlü Sehir plânlamacisi ve Washington
Güzel Sanatlar Komisyonu Baskani David Clarke, Arlington’dan
Beyaz Saraya kadar olan manzarayi kapatacagi
gerekçesiyle dev binaya siddetle karsi çikiyordu. Ne var ki karsisinda
eski hasmi ve güçlü istihkâm generali mimar B. Sommervell, söz konusu besgen biçimindeki yapinin gerçeklestirilmesinden
yanaydi. Basitçe, “Savas Bakanligi” ismini almasi düsünülen binanin adi sonradan,
gerek konuslandigi arazinin adindan, gerekse bes kenarli
olmasindan dolayi kendiliginden “Pentagon”a dönüstü. Yapimina taraftar olanlar ile karsi olanlar
arasinda gerçeklesen siddetli karakter çatismalari sonrasinda, Roosevelt’in
de agirligini yapimindan yana koymasiyla “Bina” hayata geçmeye basladi.
Iki savas arasindaki dönemde yapimina baslanan yildiz benzeri bu bes kenarli yapi için yakindaki Potomac nehrinden 30 milyon ton kum
çekildi, 700 milyon ton çimento kullanildi. ABD Savas Bakanliginin sivil ve askeri personeli için bir ofis kompleksi olarak
projelendirilen bina, orta Italya’daki bazi daglarin
zirvesinde rastlanan ve ok, mizrak gibi zamanin ilkel silâhlariyla nasil ele
geçirilebildigine akil sir ermeyen bir kaleye dönüstü. Eski
Savas Bakanligi binasi, Amerikan askeri gücünü temsil etmekten çok uzakti. 19.
yüzyilin görece sinirli savaslarini, ticareti, refahi, barisi ve doruga ulasmis Altin Çag’i (Belle Epoque) çagristirmaktaydi.
Pentagon ise, ilerleyen zaman içinde “Endüstriyellesmis Savas” olarak adlandirilacak olan modern savas uygulamalarini sembolize ediyordu. Bastan asagiya betondan yapilmis bu dev yapi adeta, 20. yüzyilda
Amerika’nin nasil bir askeri heyulâya dönüseceginin habercisiydi.
Bu dönüsümü belirginlestiren olay 2. Dünya Savasidir. Kiyamet benzeri bu savasin
tohumlari ise, 1. Dünya Savasindan yenik çikan Almanya’nin 11
Kasim 1918’de teslim olmasi üzerine, Fransa’nin Versailles (Versay) kentindeki
tren istasyonunda park etmis bir vagonda imzalanan baris anlasmasi sirasinda atiliyordu. Bu anlasma,
Almanya’yi bir daha kimsenin basina belâ olamayacak sekilde ezmeye dönük bir intikam anlasmasiydi.
Bu yönüyle belki basarili oldu ama getirdigi son derece kati kurallar Avrupa kitasinin normale dönüsümünü büyük ölçüde kisitliyordu. Savasin baslamasindan önceki yaklasik 60 yil boyunca gelistirilen askeri teknolojinin boyutlari ve yaratacagi sonuçlari, savasan taraflarin hiçbiri öngörememisti. Makineli tüfek, uçak ve tank, anahtar öneme sahip unsurlardi ki
bunlara, öldürmeyi sanayilesmis bir
eylem haline getiren kimyasal silahlari da eklemek gerekir.
1914-1918 arasindaki harp döneminde ortaya çikan bu savas tarzi, mütareke sonrasi dönemde olacaklarin giris taksiminden ibaretti. Avrupa’da isyanlar, iç savaslar, suikastlar ile adeta bir anarsi süreci
baslamis, ABD derin bir ekonomik bunalima, Rusya, Almanya ve Italya ise dikta
rejimlerinin pençesine düsmüstü. Her
türlü ahlâki degerini yitiren bati dünyasi sanki barbarlik dönemlerine geri dönüyordu.
1. Dünya Savasi, eskinin emperyal güçlerini tahminlerin çok ötesinde zayiflatmis, sömürgeler ise bu zayifliktan yararlanarak eski efendilerine bas kaldirmaya baslamislardi. Avrupa’nin aksine ABD, kendini fiziki yikimdan kurtarabildi ise
de eski dünyada meydana gelen depremin sok
dalgalarindan kurtulamamisti. Savastan sonra genis çapli bir silâhsizlanma programi
yürürlüge kondu. Bu çerçevede Baskan Woodrow Wilson’da, ABD
savunma harcamalarini radikal biçimde azaltan yasalara imza atti. Bu arada da,
içinde ülkesinin kilit rol oynayacagi
Milletler Cemiyetinin kurulmasi için girisimlere basladi. Ne var ki, ülkedeki soyutlanma (Isolationism) egilimlerini öngörememisti. Artik baska uluslarin problemlerine bulasmayip
bunlardan soyutlanma düsüncesi Wilson’un girisimlerini bosa çikardi.
Almanya’yi yeniden ayaga kaldirmak için ABD ve Britanya
tarafindan saglanan muazzam krediler bu ülkelerde issizlige, ticaret ve bütçe açiklarina, uluslararasi finansal sorunlara yol
açti. Büyük Bunalim, Amerikan yasam
tarzinin ortasina dev bir göktasi gibi düsmüs, her kesimi etkilemeye baslamisti. 1. Dünya Savasi sirasinda generallerin vatana
ihanet ettigi düsüncesi, Almanya’da Nazizmim yükselmesini pompaliyor, Fasizm Mussolini eliyle Italya’yi tepeden tirnaga degistiriyor, Ispanya’daki iç savas ülkeyi
kasip kavuruyordu. Japon militarizmi ise Dogu Asya
ülkelerini imparatorluga baglamanin pesindeydi. Genel algilama öyle olmasa bile Temmuz 1937’de Japonya’nin Çin’e
saldirmasi, 2. Dünya Savasini baslatan sebeptir. Savas yorgunu Britanya ve Fransa
sorunlari müzakere yoluyla, zamana yayarak çözmeyi tercih ediyordu.
F.D. Roosevelt, ülkesinin ekonomik bunalimla bogustugu, diger uluslarin tarafi oldugu sorunlardan uzak durmayi yegledigi bir dönemde baskanliga seçildi. Yakin bir gelecekte, eskisinden çok daha güçlü bir düsmanla savasma ihtimalini göz ardi etmeyen Roosevelt, bir yandan da ekonomik
canlanmayi atesleyebilecegi düsüncesiyle ABD donanmasini yenileme kararini onayladi.
1940 yilinda ABD’nin olasi bir savasin disinda kalamayacagi anlasilmisti. Yapilacak ilk islerden biri, muhtemelen bir çok
cephede birden savasmak zorunda kalacak olan Amerikan
silâhli kuvvetler teskilâtini, Savas Bakanligi bünyesinde yeni bir karargâhta birlestirmek
olmaliydi. Sivil ve askerî personelin hizla artan sayisi kadar, ABD’nin dünya
üzerindeki misyonu da bunu gerektiriyordu.
ABD birinci harpten fazla burnu kanamadan çikmisti ama biraz da Wilson’un kendinisi dünyayi kurtaracak Mesih gibi gören
politikalari sonucunda, Avrupa’nin yeniden insasiyla
ilgili tüm sorunlari kucaginda bulmustu. Buna ragmen savasin çökerttigi bir dünyada ayakta kalabilen tek uluslararasi ekonomik ve askerî güçtü
ve bu yönüyle Avrupa’nin tarihi hegemonyasina ve Britanya’nin açik denizlerdeki
egemenligine meydan okumaya baslamisti. Savasa, görkemli Britanya Imparatorlugunun
küçük bir ortagi olarak giren ABD, savas meydanlarindaki cesareti,
uzmanligi ve sanayi mallari üretimindeki olaganüstü verimliligi ile eski dünyanin hegemonlarini fena halde sasirtarak öne çikmayi basarmisti.
Bu basariya paralel biçimde Washington D.C’de büyüyor, gerek mimari anlamda,
gerekse alt yapi yatirimlariyla dünyanin önde gelen baskentlerinden biri olma kimligine
bürünüyordu. 1918’den baslayip, ülkenin resmen 2. Dünya
Savasina müdahil oldugu 1942 yilina kadar devam eden 22
yillik süreç boyunca ABD küresel bir askerî güç hâline gelmis, ekonomi ve sanayi alanlarinda büyük hamleler gerçeklestirerek kendini harbe hazir duruma getirmisti. 1920
ve 1930’lar boyunca hâkim siyasi egilim
soyutlanmacilik (Isolationism) olsa da toplumun daha ileri görüslü katmanlari savasin kaçinilmaz oldugunu görüyordu.
Askerî reorganizasyon çalismalari,
iki savas arasi süreçte, dünya sorunlarina bulasmamayi
savunan kesimlerin yaylim atesi altinda dura kalka olsa da
ilerledi. Ancak Amerikan ordusunun yönetim birimleri çok daginik bir yapidaydi. Kimi Rococo döneminin zerafetini yansitan, kimi sehrin varoslarindaki biçimsiz binalardan (aralarinda kiralik bir garaj bile vardi)
olusan 20 civarindaki farkli yönetim birimini tek çati altina toplamak sart olmustu. Bu amaçla, henüz Pentagon meselesi gündemde bile degil iken, 1938 yilinda projelendirilmis yeni
Savas Bakanligi binasi, 1941 yilinin Haziran ayinda hizmete alindi. Merkezî isitma/sogutma, asansör, floresan isiklandirma,
gürültü önleyici akustik tavan kaplamalari gibi günün en gelismis ofis binasi teknolojilerinin kullanildigi bu
modern yapi, çok önemli iki sahsiyet tarafindan kiyasiya elestiriliyordu. Bunlardan biri Plânlama ve Koordinasyon Komisyonu Baskani (G. Clarke) idi ve binanin artan personel sayisini barindiramayacagini, henüz kullanima girmeden devre disi kalmaya
mahkûm oldugunu söylüyordu. Agirligi daha fazla olan Savas Bakani H. Stimson ise binadan
nefret ediyor, yikilmasi gerektigini
savunuyordu. Stimson’un, o zamanin ölçülerine göre 9 milyon $ gibi büyük bir
paraya mal olan yeni Savas Bakanligi binasina duydugu antipati Pentagon’un dogusuna zemin hazirlayan nedenlerden biridir. Stimson, yaklasan savas nedeniyle artacak personel yüzünden ihtiyaca cevap vermeyeceginden emin oldugu yeni Savas Bakanligi binasina tasinmayi reddetmis, Pentagon’un, yani besgenin ilk kenari tamamlanir
tamamlanmaz da, yeni binaya hiç ugramadan
dogrudan buraya tasinmisti. Deniz Kuvvetleri Komutanligi ise,
birçok sartina siddetle muhalefet ettigi Ulusal Güvenlik Yasasinin, tüm
silâhli kuvvetlerin tek bir komuta makami baskanligi altinda birlestirilmesini öngören maddelerinin
yürürlüge girdigi 2. Dünya Savasinin sonuna kadar Pentagon’a tasinmadi.
Aslinda Pentagon, basini H. Stimson ile B. Sommervell’in
çektigi bir Kara Kuvvetleri projesiydi. Deniz Kuvvetleri de zorlama olmasaydi
Soguk Savas yillarina kadar prestijli binasinda kalmayi yeglerdi. O bina 1970 yilinda Nixon’un emriyle yikilmis olup simdilerde yerinde, içinde Vietnam savas anitinin
yer aldigi park bulunmaktadir.
BÖLÜM 2
KADERDE
SAVAS VAR
Baskan Roosevelt, 1938 Eylülünde, Almanya’yi büyüsüne almis olan Hitler’in büyük halk kitlelerine hitaben yaptigi konusmayi radyosundan dinlerken cani çok sikkindi. Ülkeyi büyük bunalimin
etkilerinden ekonomik ve sosyal anlamda kurtarmayi öngören “New Deal” (Yeni
Düzen/Anlasma) ismini verdigi plân, Kongrede Cumhuriyetçiler
tarafinda engellenmekte, bu partinin soyutlanma yanlisi yaklasimlari da ülke güvenligini tehlikeye atmaktaydi. Hitler,
Güney Çekoslavakya’da yasayan Alman azinligin üzerinden baskilarin kalkmamasi halinde, anavatanin burada yasayan soydaslari kurtarmaya mecbur kalacagini bagira çagira söyleyerek dinleyenlerini galeyana getirmekteydi. Almancayi çok iyi
bilen Roosevelt, Hitler’in sözlerindeki zehirli nüanslari çözebiliyor,
ülkesinin Avrupa’daki sava?tan kaçamayacagini sezinliyordu.
“New Deal”e siddetle karsi duran Cumhuriyetçilerin arkasinda özel menfaat gruplari vardi. Bunlar
Avrupa’da yükselen dikta egilimlerine karsin, ABD’nin tarafsizligini sürdürmesini arzu ediyorlar,
Atlantik’in her iki yakasindaki sermaye kartellerinin kârli isbirligine bir zarar gelmesini istemiyorlardi.
Ingiliz Basbakani N.
Chamberlaine’in “onurlu bir baris” diye
pazarlamaya çalistigi Almanlari yatistirmaya yönelik Münih Anlasmasina ragmen bu isin çatismaya gittigini öngören Roosevelt ülkesinin savas hazirliklarini hizlandirmasi gerektigini
biliyordu. Ne var ki önünde 1920 yilinda yürürlüge giren
ve askerî malzeme üretimini ciddi biçimde kisitlayan yasalar büyük bir engel
olarak durmaktaydi. Baskan savunma bütçesinin
arttirilmasini istedikçe, soyutlanmacilarin ve Fasist
rejimlerle ticari baglari oldugu bilinen bir kisim medyanin (William R. Hearst kontrolündekiler) “Savas Çigirtkani” oldugu yönündeki suçlamalarina maruz
kaliyordu. Bu arada, savas ilân etme yetkisinin kongrenin
elinden alinarak, referandum yoluyla halkin yetkisine verilmesini öngören bir
yasa teklifi verildi ama az bir farkla Kongreden geçirilemedi (208 Ret, 188
Kabul). Bu ortamda Roosevelt silâhlanma faaliyetlerini ortalikta fazla toz
kaldirmadan, bölük pörçük de olsa yürütmeye çalisiyordu.
Bu çabalardan biri de Pentagon’u hayata geçirme çabasiydi.
Amerikan ordu teskilâtinin yerlesmesi için yeni yaptirilan modern Savas Bakanligi binasinin bitimine bu kadar yaklasilmisken Pentagon’un dile getirilmesi bile düsünülemezdi.
Ne var ki Baskanin, Disisleri, Donanma ve Savas Bakanliklarinin çalismalarini birbirlerine senkronize biçimde yapmalarini istemesi ve diger bazi girisimlerinin yarattigi zincirleme etkiler projenin önünü açti. Baskan bu yolda yapilan çalismalarin
gizlilik içinde yürütülmesini arzu ediyordu aksi halde, yapilanlar, savas hazirliklari oldugu gerekçesiyle muhalefet
tarafindan istismar edilebilirdi. Isin ucu da
bir meclis sorusturmasina, hatta söylentileri ayyuka çikmis olan bir
darbeye kadar dahi gidebilirdi.
Roosevelt’in Kongrenin 76. Dönem faaliyetlerini açilisinda sundugu program yogun elestiri aldi. Muhalifler, programin dikta yönetimine davetiye çikardigi iddiasiyla organize kampanyalar düzenleyerek büyük gürültü çikardilar.
Beyaz Saray çok hirpalanmasina ragmen bu
arada bazi önemli yasalar çikarabildi. Bunlarda biri, tekelci uygulamalarin
sorusturulmasiyla ilgiliydi. Roosevelt bu yasayi, ülkenin % 30’u issiz ve zar zor geçinebilir durumdayken, sermaye ve üretim gücünün birkaç
zenginin elinde toplanmis olmasina duydugu tepki nedeniyle çikarmisti.
Baskan, sansi pek az gözükmekle birlikte, 1938 yilinin Kasim ayinda yapilacak
seçimler için yogun bir kampanya sürecindeyken, Avrupa’da, basta Chamberlain yönetimindeki Ingiltere olmak üzere Hitler’e karsi teslimiyetçi politikalar sürdürülmekteydi. Tek kursun atmadan Çekoslovakya’yi yutan Hitler, daha fazlasini istiyordu. Ingiliz ve Fransizlarin korkakça tutumlari, endüstriyel bir dünya savasina giden yolun taslarini dösemekteydi.
Bu arada Roosevelt, hiç beklenmedik sekilde
seçimleri kazanmis, halktan aldigi güç ve güvenle çok daha iddiali
bir biçimde savas hazirliklarina girismisti.
Hedefini su tek cümle özetliyordu: “ Mesaimi, çok önem verdigim iki husus üzerine yogunlastirdim. Bunlardan biri ulusal güvenlik ve bu çerçevede seri uçak
üretimi, ikincisi ise rakipler tarafindan durmadan çarpitilan gerçekler
konusunda halki daha iyi aydinlatmak için saglam bir
iletisim sistemi kurmak”.
Almanya, bir süreden beri silâhsizlanmayi öngören Versay Anlasmasini tamamen göz ardi ederek Ruhr bölgesini tam bir savas makineleri üretim vadisi haline getirmisti. Ünlü
Krupps tesisleri ve yakin bir gelecekte Avrupa’yi kasip kavuracak olan Panzer’ler,
Stuka avci uçaklari, Heinkel agir bombardiman uçaklari hep
burada üretilmekteydi.
1938 yilinin Mart ayinda Hitler’in tanklari Prag sokaklarinda dehset saçarken, Roosevelt ve Savas Bakani
Stimson, ABD’nin savunma yapisini, gerek personel ve gerekse tahsisat yönünden
güçlendirmek çabasindaydi ama bunu hâlâ açiktan açiga yapamiyordu çünkü halk henüz Avrupa ve/veya Japonya cephelerinde bir
savasa girme ihtimali bulundugu konusunda ikna olmus degildi.
BÖLÜM 3
PARAMPARÇA
BIR BARIS
1 Eylül 1939 günü sabaha dogru Beyaz
Saray santralinin zilleri israrla çalmaya baslar,
arayan ABD’nin Fransa Büyükelçisidir. Santral memuruna Baskanla görüsmek istedigini söyler. Mevkidaslari Hitler, Churchill ve Stalin
gibi uykusuzluktan muzdarip Roosevelt’i rahatsiz etmek istemeyen memur,
telefonu baskanin özel sekreteri (ve metresi) olan “Missy” lâkapli M. Lettand’a baglar, o da ahizeyi fazla uzaginda
olmayan baskana uzatir. Büyükelçi, Nazi Almanya’sinin sabaha karsi Polonya’yi isgal etmeye basladigini bildirir. Baskan, “Nihayet basladi. Tanri yardimcimiz olsun” der. Ingiltere ve Fransa ise araya
Mussolini’yi koyarak Hitler’i Polonya’dan çikmaya ikna etme çabasindadir. Her
iki ülke de kendisini Hitler’le savasmak için
yeteri kadar hazir hissetmemekte, neresinden bakilirsa bakilsin, kaçinilmasi
mümkün olmayan bir savasi olabildigince ertelemeye çalismaktadir.
Nazi kurmaylarinin “Blitzkrieg” yani “Yildirim Savasi” diye adlandirdiklari çok hizli manevra yetenegi olan zirhli birlikler ve hava üstünlügüne
dayanan yeni askerî taktik, doktrin ve teknolojileri sayesinde Almanlar sasirtici bir süratle isgallerini zafere dönüstürmüslerdi. Bu stratejik hiz ve taktik çeviklik karsisinda Amerika ve müttefiklerinin askerî anlamdaki eksiklikleri iyice
belirgin hâle gelmisti. Karsi karsiya bulunulan tehdit, hizli degisimleri ve topyekûn bir yeniden yapilanmayi gerektiriyordu.
O günlerde ABD ordusunun komuta kademelerinde 1. Dünya Savasi deneyimini yasamis askerler
bulunmaktaydi. 1. Savasin muharebe anlayisi, büyük ölçüde hareketsiz savunma hatlari ve gögüs gögse piyade çarpismalarina dayanmaktaydi. (her ne
kadar bu savasta hava güçleri ve zirhli birliklerin kullanimi yavas yavas baslamis olsa da henüz yayginlasmamisti). Eski nesil komutanlar, mekanize birliklerin önem kazandigi bu yeni savas yöntemini daha tam anlamiyla
kavrayamamisti. Tipki Amerika ve müttefiklerinin stratejik zayifliklarinin henüz
anlasilamamis olmasi gibi. Ancak Savas Bakanliginin tam bir ihmalkârlik içinde oldugu da
söylenemezdi. Bakanlik 1937 yilinda asker sayisini zaman içinde 4 milyonluk bir büyüklüge ulastiracak olan plâni yürürlüge koymustu. Ne var ki bu sayinin tamamina yakininin piyade birliklerinden olusmasi öngörülmüs, zirhli birlik olarak sadece tek
bir tümen olusturulmasi plânlanmisti. Almanya ve Japonya ile olasi
bir savas durumunda, Amerikan ve Ingiliz donanmalarinin nasil bir isbirligi ve koordinasyon içinde çalisacaklari
konusunda da taraflar görüsmeye baslamislardi.
1 Eylül 1939 günü olanlar, tipki Pearl Harbor ve 11 Eylül olaylarinda
oldugu gibi ülkenin silkelenip hizli bir biçimde yeniden yapilanma sürecine
girmesine yol açti. Bu dönemde baskanin
yeni yasalara, paraya ve hepsinden önemlisi milli savunma konularinda saglam bir yardimciya ihtiyaci vardi. Roosevelt bu kisinin George Marshall olduguna
inandi ve 37 yasindaki genç generali Kara Kuvvetleri Kurmay Baskanligina atadi. Alman siyasi ve askerî teskilâtini
nasil Hitler ve genç ekibi ele geçirdiyse, Roosevelt de böylesi bir taze kana
gereksinim duyuyordu. Is bitirici kisiligiyle Marshall, Roosevelt’in el altindan yürütmek zorunda oldugu savas hazirliklari sirasinda rüstünü
ispat etme olanagini buldu. Kongrenin savas karsiti pasifist kanadindan gizleyerek ciddi miktarda parayi savunma
amaçlari dogrultusunda kullanmis, Ingiltere ve Fransa’ya mühimmat
satmis, burada gelen parayi aklamis, benzeri
operasyonlarla kongrenin esirgedigi fonlari
Savunma Bakanligi bütçesine kazandirmisti. Eylemleri bir bakima, 1980’lerde
yasanacak olan ran-Kontra skandalinin habercisiydi. Gerçi Marshall’in
yaptiklari düsman bir rejime silâh satip onun parasiyla Güney Amerika’da yandas bir iktidar yaratmak için gerillalari beslemeye benzememektedir. Amaç,
anavatanin ve müttefiklerinin bir dünya savasi
öncesinde savunma bütçesine katki yapmaya çalismak gibi
çok daha kutsal olsa da, yapilan is görkemli
bir madrabazliktan baska bir sey degildir.
Marshall bu makama geldiginde ABD ordusu 200 bine yakin
personelden olusuyordu. Onun zamanindaki çabalar 4 yil içinde bu sayiyi, iyi egitilmis ve donatilmis 8 milyon 300 bin kisiye çikardi. Bu basarilarin bir neticesidir ki
Churchill kendisine “Zaferin Organizatörü” lâkabini takmistir. Marshall’in ismi her ne kadar, Pentagon’un tarihiyle, savas sonrasi tarumar olmus Avrupa’nin kalkindirilmasiyla ve
Baskan Truman’in dönemindeki devlet adamligiyla özdeslesmis olsa da bu dönemde Savas Bakanligi bünyesinde onurlandirilmasi gereken baska
isimler de vardi.
BÖLÜM 4
THE
BLOOD - DIMMED TIDE1 – KANLI DALGALAR
1941 baharinda Roosevelt 3. baskanlik
dönemini sürdürmekteydi. Tarihte hiçbir Baskan üst
üste üç kez seçilme basarisini gösterememisti. Bu basariya ragmen baskanin basi hâlâ, menfaat odaklarinin güdümündeki soyutlanma yanlisi Kongre ile
dertteydi. Sundugu savunma bütçesini yine tirpanlamislardi.
Almanya, yuttugu Polonya’yi sindirmekle mesgulken,
Avrupa’da aldatici bir sükunet hâkimdi. Ortam, muhaliflerin Roosevelt’i savas çigirtkani olmakla suçlamasi için çok uygundu ta ki Alman Panzerleri, “asilamaz” denilen Maginot Hattini tarumar edip Fransa’ya saldirincaya
kadar. Almanlar, 14 Haziran 1940 tarihinde Paris’i ele geçirdi, Londra’ya hava
saldirilari basladi. Amaç Ingiliz mevzilerini iyice yumusattiktan
sonra, sonbahar aylarinda Mans’i geçerek ngiltere’yi isgal etmekti. ngilizler bunun farkindaydi çünkü Almanlarin “Enigma” diye
adlandirdiklari sifreleme cihazindan çikan mesajlari çözmüsler ve
Hitler’in bütün savas plânlarini ögrenmislerdi. Basbakanliga yeni seçilen Churchill’in hava kuvvetleri “Battle of Britain” diye adlandirilan destansi hava çatismalari sonucunda Luftwaffe’yi (Alman Hava Kuvvetleri) püskürtmeyi basardi.
___________________________________________
1 W.B.
Yeats’in, dünyanin sonun anlatan siirine atifta bulunuluyor. Siir, masum
insanlari yutan kanli dalgalar benzetmesiyle savas ve katliamlari konu alir.
________________________________________________________________________________________
Gelisen kitlesel iletisim olanaklari sayesinde tüm dünya
Avrupa’da yasanan dehseti aninda ögrenebiliyordu. Bu da Amerika’nin
en kati savas karsiti kesimlerini dahi geri adim atmaya zorladi. 1940 Temmuz ayinda
Kongre, önceki aylarda almis oldugu bütçe kisitlama kararini geri çekti. Artik herkes, er veya geç ABD’nin
savasa girecegi gerçegini kabullenmisti.
“Bina” kararli bir kudretin ve ulusal gücün sembolü olmali, tipik bir
Amerikan özelligi olan dürüst ve yalin bir durus sergilemeliydi. Ayrica, muktedir bir devletin siyaset ve savas çarklarini döndürebilecek güce sahip bir yönetim mabedi olma özeligini de yansitabilmeliydi. “Bina” teknolojik ilerlemelerin pürüzsüz ve
etkin bir biçimde kullanilabilecegi sekilde tasarlanmaliydi. Gerekli mi degil mi
tarti?malarinin yani sira, yapi estetigi
açisindan da bazilarina mide spazmi geçirtse de “Bina” yapilmaliydi... Ve
sahneye Breken Sommervell çikti.
Albay Smmervell ordunun insaat
bölümünün sefiydi ve üstlenmek üzere oldugu
Pentagon projesinden önceki son isi New
York’daki La Guardia havaalani insaati olmustu ki kiyaslandiginda bu is Pentagon isinin yaninda cüce kalirdi. Kara kuvvetlerinin yeni Kurmay Baskani G. Marshall, yaklasmakta olan harbin koordinasyonunu
toplu bir merkezden yapmak amacindaydi ve bunun için de 470 bin m2 ofis alani
gerekmekteydi. Böylesi bir binanin gerekli otoparklariyla birlikte maliyetinin
35 Milyon $ civarinda (bugünün milyarlarca dolarina tekabül eder) olacagini duyan Degerlendirme Komitesi üyeleri
irkildiler. Bu projenin, askerî açidan faydali olacagini, kiradan kurtulmak gibi tasarruf yaratici yönlerinin bulundugunu, insaatin binlerce insana is olanagi saglayacagini savunan taraftarlari da vardi, Baskan
Roosevelt’in amcasi ve Plânlama Komisyonu Baskani olan
önemli karsitlari da. Amca Roosevelt, binanin mimari açidan bir felâket oldugunu ve çevreyi görüntü estetigi
açisindan mahvedecegini düsünüyordu. Uzun tartismalardan sonra alt komite plâni
kabul etti. 36 Milyon $’lik ödenegin 1941
savunma bütçesine konmasi için teklifin muhtelif bürokratik kademelerden
geçtikten sonra Kongre’nin gündemine gelmesi gerekiyordu. Bu muazzam harcamaya
gerçekten ihtiyaç var miydi? Savas bittikten sonra o heyulâ ne ise yarayacakti? Sonuçta Baskan tartismalara son noktayi koydu.
Bina baslangiçta Sommervell’in düsündügü alanin güneyine “Cehennemin Dibi” diye anilan berbat bir batakliga yapilacak, proje baslangiçta öngörüldügü gibi 40 bin kisinin degil, 20 bin kisinin çalisabilecegi bir yer olarak tadil edilecekti. Tabii bu degisiklikler, çevresinde saldirgan, aceleci ve takim oyununa yatkin olmayan
yönleri nedeniyle pek sevilmeyen Sommervell’in hiç hosuna gitmedi. Ama o, yeteri kadar atik davranirsa bu problemi asabilecegini düsünüyordu. Politikacilara hiç tahammülü yoktu, bu kadar eziyete girdikten
sonra, kisa sürede yetersiz kalacak bir bina yapmanin ne anlami olabilirdi ki?
Ama temelleri büyük bir binaya uygun sekilde
hizla atabilir, insaati kisa süre içinde yükseltmeyi becerebilirse, itirazlar baslasa bile artik geri dönülemez sürece girilmis olurdu. Sommervell, Baskanin ve Kongrenin burnunun
dibinde bildigini okumaya kararliydi.
Binanin temeli 11 Eylül 1941’de atildi. Insaat,
birkaç ay sonra gerçeklesecek Pearl Harbor baskinindan
sonra daha da hizlanacakti. Çevre düzenlemeleri, yaklasim yollari ve otoparklar için büyük itirazlara konu olan istimlâkler
yapildi. Basinin, yerinden yurdundan edilen çevre sakinlerinin elestirileri altinda yükselen yapi artik “Yeni Savas Bakanligi Binasi” olarak degil, “Sommervell’in Ahmak Binasi”
olarak anilir olmustu
BÖLÜM 5
YAPI
YÜKSEL YOR
1941 Haziraninda Almanlar, Finlandiya’dan Karadeniz’e kadar uzanan yeni
bir cephe açarak Rusya’ya saldirdilar. Bu arada Amerikalilar, Japonlarin ülke
donanmasini ciddi bir biçimde sakatlamaya yönelik plânlar yapmakta
olduklarindan habersiz, hâlâ savastan uzak
durmanin mümkün olup olmadigini düsünmekteydiler. Neyse ki, siddetli
muhalefete ragmen askerligi mecburi hâle getiren yasa tek bir oy farkiyla (202’ye karsi 203), zar zor Kongre’den geçti. Bütçe kisitlamalari nedeniyle her ne
kadar yeterli stratejik malzeme stoku yapilamamis olsa da
gerektigi anda ihtiyaç duyacagi insan gücünü temin etme imkânina
kavusan Savas Bakanligi biraz olsun rahatlamisti.
Askerî alanda hâl böyle iken Amerika ekonomik ve sosyal alanda New Deal
sayesinde büyük bunalimin etkilerinden kurtulmaya baslamisti. Pentagon ise, ödenen yüksek maaslar
sayesinde bölgenin dört bir yanindan akin eden kimi vasifli kimi vasifsiz 13
bine yakin isçinin bilek gücü ile hizla yükselmekteydi. Henüz isin basindaki bu isçi sayisi, ileride ulasilacak sayinin bir kesri bile degildi. Bes para etmez balçik bir arazinin üzerinde karinca sürüsü gibi oradan
oraya kosusturan isçiler, binanin bes ayri kanadini ayri ayri insa edecek sekilde bes farkli takim olarak organize edilmislerdi. “Wedge=Takoz”
diye adlandirilan kanatlarin biri bitince, digerlerindeki
insaat sürse bile personelin bir kismi buraya tasinip çalismaya basliyordu. Ilk biten “Takoz”, A Bölümü diye anildi, 11 Eylül 2001
tarihindeki uçakli terör saldirisina konu olan bölüm de burasiydi.
Bina güvenlik açisindan neredeyse tamamen betondan yapildigindan baslangiç asamasinda marangozlar çok önemseniyordu çünkü kolonlarin, kirislerin, duvarlarin kaliplari bu marangozlarin elinden çikiyordu. Binada
kullanilan 270 bin m3 betonun kumu ise hemen yakindaki Potomac nehrinden
çekildi. Beton yakin bir santiyede karilir, beton karma
araçlariyla Cuma aksamlari dökülürdü. Bundan da
amaçlanan, hafta sonu boyunca betonun kurumasini saglamakti. Sommervell ve ekibi beton dökme asamasini
çok yakindan takip ettiler, çok uzun yillar dayanacak bir bina yapmaya
kararliydilar. Dev binayi balçigin içine sabitleyecek 50 binden
fazla keson yapildi, sahmerdanlar bunlari araziye
gömmek için 7 gün 24 saat durmadan çalisti.
Tedarik, lojistik, depolama gibi çetrefil faaliyetlerin de koordineli
bir biçimde, hiç ara vermeden sürdürülmesiyle 28 Nisan 1942 tarihinde, yani
temel atimindan sadece 8 ay sonra D bölümü tamamlandi. Sabah saat 8.30’da isçilere takimlari toplayip binayi terk etmeleri emri verilir verilmez, safaktan beri kapida bekleyen Savunma Bakanligi personeli yeni ofislerine tasinmaya basladi.
Amerika’nin büyüyen askerî gücüne yarasan dev karargâh böylece islevsellik
kazaniyor, “Sommervell’in Ahmak Binasi” yeni bir devrin baslangicini haber veriyordu
Baslangiçta 35 Milyon $ olarak tahmin edilen projenin maliyeti, iki
tamamlayici unsurun da eklenmesiyle bir anda öngörülenin iki mislini asip 85 Milyon $’a ulasmisti. Bu
unsurlardan biri çevre düzenlemesi, digeri
Amerika’nin dogu sahilinin de çehresini etkileyecek olan yaklasim otoyollari, kavsak ve köprü insaatlariydi. Aylarca insaat patirtisinin sikintilarini,
ardindan Pearl Harbor saldirisinin
acisini yasayan Arlington sakinlerini, 1943 yilinin ilk haftalarinda bir baska sürpriz bekliyordu. Simdi de çevre düzenlemeleri için
binlerce dozer hafriyata girismis, tozu
dumana katmaya baslamislardi. Bu arada da sirf Pentagon’u mesken tutacaklarin manzarasini
güzellestirmek amaciyla (Savas Bakanligina göre çevreye güzellik katma amaciyla) 1926 yilinda insa edilen Hoover hava meydani suyla doldurularak gölet hâline
getiriliyordu. Bölge halkinin Sommervell’e duydugu sempati
(!), Hitler’e duyulan sempatiyle esdegerdi. Yine de adamin hakkini teslim etmek gerekiyordu, zira çalisani ve geleni gideni ile dünyanin en büyük kamu binasinin yaratacagi trafik sorunlariyla basa çikmak için insa edilen yol sebekesindeki yonca yaprakli kavsaklar, dünya üzerinde ilk kez Sommervell tarafindan uygulaniyordu.
BÖLÜM 6
SAVASIN ESIGINDE
Insaat sürerken, en az bina kadar
iddiali bir süreç daha yasanmaktaydi: Amerikan ordusunun ve
federal hükümetin yeniden yapilanmasi. Tabii bunu engellemeye çalisan siyasi muhalifler, entelektüel isbirlikçiler
ve sermaye odaklari da Kongrede fazla mesai yapmaktaydilar.
1.Dünya Savasi sirasinda Amerikan evlâtlari
ülke topraklari disindaki en kötü deneyimleri yasamislardi. Bu acilar ve dönemin baskani
Wilson’un politikalari yüzünden “yansizlik” egilimleri
toplumun kanina islemisti. Avrupa’da yeni bir savasa
girmenin tam bir delilik isareti olarak algilandigi bir döneme denk gelen Roosevelt’in halki ikna etme konusunda isi zordu dogrusu.
Pentagon insaatinin baslamasindan 3 ay gibi kisa bir süre sonra Japonlarin Pearl Harbor’a
saldirmasiyla rüzgârlar birden tersine döndü. Kongrenin güvercinleri bir gecede sahinlesiverdi, pisiriklik örtüsünü üzerinden atti. Roosevelt ise, kalibinin
adami, gerçek bir lider gibi algilanir olmustu.
Böylece baskanin dis politikada eli güçlendi ve savasa
hazirlik anlaminda ne istediyse Kongre’nin onayini zorlanmadan almaya basladi. Onaylanan projelerden biri de ülkenin dogu kiyilarini bati kiyilariyla bulusturacak
olan 66 bin kilometrelik Ulusal Ulasim ve
Savunma Karayollari Sebekesiydi. Pasifik kiyilarinda
Japonya’dan, Atlantik kiyilarinda Avrupa’dan gelen tehditler, olasi bir savas durumunda limanlara asker ve mühimmat sevkiyatini hizlandirmayi zorunlu
kiliyordu. Sürpriz bir saldirinin yaratacagi
olumsuzluklari asgariye indirmek için de iyi bir yol sebekesine ihtiyaç vardi. Yollar, agir askeri
konvoylarin sehir trafigine takilmadan, çevre yollari yardimiyla geçebilecekleri sekilde plânlanmis, köprü, tünel ve kavsaklar da ona göre düsünülmüstü. Günümüzde, bu yollarin kenarlarinda o günlerden kalma tek tük askerî
trafik isaretleri kalmamis olsa, yapilan isin, daha ziyade savunma amaçli oldugu belki
de tamamen unutulmus olacakti. 2. Dünya Savasinin ortaya çikardigi tehditlere karsi koymak için yapilan bu yatirimlari simdi de
terör saldirilari tehdit etmekte ve tesisler günümüzde 24 saat koruma altinda
tutulmaktadir.
Ulusal anlamda alt yapinin yenilenmesi ve düzenlenmesi olgusunu
tetikleyen birinci ana unsur savas tehdidi
ise ikincisi de yasanan büyük ekonomik bunalimdir. Roosevelt’in New Deal inisiyatifi,
milyonlarca issizi devlet destekli projeler sayesinde is güç
sahibi yapmis, sanayi üretiminde büyük artislar
meydana getirmistir. Sanayinin, modern savaslarin
gerektirdigi silâh ve mühimmatin üretimine odakli olarak gelismesi, günün sartlarinin dogal bir sonucudur. Bu bakisla,
Pentagon’un da New Deal tarzi bir ekonomik yapilanmanin ürünü oldugu söylenebilir. Genel olarak bakildiginda ise
insaat sektörünün New Deal’in yildizi oldugunu
belirtmek gerekiyor. Estetikçilerin homurdanmalari bir yana birakilirsa
Pentagon, 1940’larin vizyonuyla gelecek çaglarin
çizgilerini yansitmaktaydi. Toplumun gözünde Pentagon, artik ülkenin kapisina
dayanmis küresel bir endüstriyel savasin
simgesiydi.
Günümüzdeki “Müsterek Kurmay Baskanligi” makaminin bulunmadigi dönemlerde kara savaslari, askerî stratejistlerin temel ilgi odagiydi. Deniz savaslarinin önemi toptan inkâr
edilmese de 1. Dünya savasi sonrasi yillarda Kara Kuvvetlerinin
tepesindeki komutanin, tüm askerlik hiyerarsisinin en
tepesindeki sahis olarak kabul görmesi yadirganmamalidir. General G. Marshall’da Kara
Kuvvetleri Komutani kimligiyle tüm ABD askerî teskilatinin bas plânlamacisi ve organizatörü
idi. O güne kadar hiçbir komutan, ordunun personel sayisi olsun, egitim ve doktrinlerin gelistirilip
uygulamaya geçirilmesi alanlarinda olsun, teçhizat ve kuvvetler arasi
koordinasyon anlamlarinda olsun, Marshall kadar genis yetkilerle donatilmamisti. Komutan, bu yetkilerini
kendine çok siki bir biçimde bagli, küçük bir kurmay heyeti ile
paylasir ve uygulardi. Bu heyet tarafindan alinan kararlar, 2. Dünya Savasi sürecinde etkili ve belirleyici oldugu kadar
onu takip eden Soguk Savas sürecinde de etkisini sürdürmüstür. Ne
var ki, bugün elimizde bahsedilen karar süreçleriyle ilgili pek az yazili
tutanak bulunmaktadir çünkü isler, heyet mensuplari arasinda
karsilikli güven temeline dayali olarak sözlü biçimde yürütülürdü. Buna ragmen Marshall, 6 yillik komutanlik dönemi boyunca, gerek Baskan, gerek Kongre ve gerekse müttefik ülkelerin komutanlariyla son derce
uyumlu bir çalismayi yürütebilmis ve bir kere harekete
geçirildikten önünde durulmasi mümkün olmayan bir savas mekanizmasi yaratabilmistir.
BÖLÜM 7
ÜLKE SAVA
A G R YOR
Pentagon insaatinin resmi bitis tarihi 15 Ocak 1943’dür ancak “Bina”
epey öncesinden, sehrin degisik kesimlerine dagilmis birimleri çatisi altina toplamaya baslamisti. Bunun istisnasi Deniz Kuvvetleri idi. Onlar, Constitution Avenue’deki
geleneksel çizgilere sahip sik binalarindan çikip “Kara
Kuvvetlerinin Yaptigi” binaya tasinma konusunda hiç acele etmiyorlardi. Üst rütbeli deniz subaylari
harbin sonuna dek Pentagon’dan uzak durmayi basardilar.
Binanin büyüklügü, günün medyasinda olsun, ordunun kendi içinde olsun bazi sakalara da konu oluyordu. Örnegin, Deniz
Kuvvetlerinin bazi birimlerinin yeni binaya tasinmasindan
önce personele asli astari olmayan bir genelge dagitilmisti. Genelge ile personel, binanin uçsuz bucaksiz koridorlarinda
kaybolmamalari konusunda uyariliyor, her ne kadar egitimli arama ve kurtarma timleri olsa da bulunamamalari hâlinde savas kaybi olarak kabul edilip kayittan düsülecekleri
bildiriliyordu. Bu sahte belgeyi kimin dagittigi tüm arastirmalara ragmen bulunamadi Genelgeyi yazan her
kimse, o da koridorlarda kaybolmus olmaliydi.
Dünyadaki gelismelere gelince, onun gülünecek
bir yani yoktu. Utanç günü diye adlandirilan Pearl Harbor baskinindan hemen
sonra Kongre mecburi askerlik süresini 1,5 yila çikardi. Hizmet, 18-45 yas araligindaki tüm saglikli erkekleri kapsar hâle
getirildi. 65 yasina kadar olanlara da, yedek olarak askerlik subelerine kayit yaptirmaya zorunlu oldu.
1942 yilinin sonuna gelindiginde
silâhli kuvvetlerin asker mevcudu 5,4 milyonu bulmustu. 25 Haziran 1941 tarihli, renk, irk, din ayrimciligini men eden baskanlik emrine ragmen bu askerlerin arasindaki 700 bin civarindaki Afrika kökenli
Amerikali sadece destek hizmetlerinde çalisabiliyordu.
Pentagon insaatinda da Afrika kökenli isçiler
çalisiyordu ve teorik olarak onlar da ayirimciliga tâbi tutulmayacaklardi ama her nedense tuvaletleri bile
beyazlarinkinden ayriydi. Bazi olumsuzluklara ragmen,
acimasiz ve canice yöntemlerle dünyaya egemen olmaya kararli barbar bir düsmana karsi, muazzam bir insan gücü bir araya getirilebilmisti.
Pearl Harbor’a yapilan Japon hava
saldirisindan bir gün sonra ABD, mihver ülkelerine (Almanya, Italya, Japonya)
savas ilân etti (8 Aralik 1941)
BÖLÜM 8
2. DÜNYA
SAVASI
SIRASINDA AMERIKAN SAVAS
AYGITI
Savas ilânindan sonra Amerikalilarin günlük yasaminda
bazi degisiklikler meydana geldi. Örnegin benzin
karneye baglandi, eski giysilerden, hurda metale kadar her sey geri kazanim islemine konu oldu, is yerlerinde kadinlar erkeklerin yerlerini almaya basladi, fabrikalar ticari üretimlerini geri plâna atip uçak, tank,
mühimmat üretmeye basladilar, savas masraflarini karsilamak amaciyla halka Hazine
Bonosu arz edildi, Kongre silâhli kuvvetlerin ihtiyaçlari için para
musluklarini sonuna kadar açti.
Pearl Harbor saldirisindan sonra milyonlarca erkek askere çagrildi, birçogu da gönüllü olarak orduya
katilmisti. Ancak yeni savas, 1. Dünya Savasina hiç benzemeyecek, deyim yerindeyse endüstriyel bir savas olacakti. Böyle bir savasta asker
sayisinin fazla bir önemi yoktu ama acemilerin çok iyi egitilmeleri gerekiyordu. Almanlar, Amerikan askerinin savas yeteneginden yoksun oldugu fikrindeydiler. Ingilizler de, “Yanki’ler
gösterisli böbürlenmelerde bulunabilir ama is gerçek
bir savasa dönüstügünde ellerindeki biçagi tereyagina bile saplayamazlar” diyerek bu fikre katiliyorlardi sanki.
Dünyanin en uzak köselerine savas ve yasam malzemesi gönderecek lojistik yapiyi kurup isletmek bir baska büyük sorundu. Ancak, 2.Dünya
Savasi boyunca Pentagon’un sayisiz faaliyetlerinin dökümünü yapmak bu kitabin
amacini asar. Burada savasin hikâyesi degil, bizatihi Pentagon’un hikâyesi ile yetinilmeye çalisilmaktadir. Bu baglamda Pentagon’un gerek 2. Dünya
Savasi sirasinda, gerek sonrasindaki Soguk Savas döneminde ve gerekse günümüzde oynadigi temel
rol, ABD silâhli kuvvetlerinin organizasyon merkezi olmasidir. Bu öyle bir
roldür ki, kapsami sadece askerî doktrinlerin gelistirilmesinden ibaret olmayip dünyanin hangi uzak kösesinde olursa olsun, Amerikan güçlerinin bulundugu her yerde, gereken her anda çarklarin düzgün biçimde döndürülmesi
sorumlulugunu da içerir.
Pentagon’un bu role adanmisligi, tarihinin hiçbir döneminde, müttefik kuvvetlerinin 1944 Haziraninda
Normandiya kiyilarina yaptigi çikarma harekâtinin öncesindeki
ve sonrasindaki günlerde oldugu ölçüde belirginlik göstermemisti. Bu muazzam askerî operasyonun levazim ve lojistik yönünü yöneterek
müttefik isgal güçlerinin tank savar silâhindan tutun, ayakkabi bagina kadar her ihtiyacini karsilama
plânlarini yapip görülmemis bir basariyla uygulayan kisi, Pentagon’u insa eden is bitirici Sommervell’den baskasi degildi. Sommervell’in bu basarisindaki
en büyük etken ise, halim selim görünümlü ama bu konularda gerçek bir deha olan
Tümgeneral L. Lutes’i yardimciligina seçmis olmasiydi.
Lutes, müttefik saldirilarindan önce, Kuzey Afrika’dan, Pasifik’e,
Avrupa’dan Hindistan’a tüm cepheleri dolasti. Gittigi her yerde birlik komutanlari ile saldiri hedefleri ile görevin
gerektirdigi silâh, istihkâm ve yasam ihtiyaçlarini konustu, malzemelerin depolanacagi yerleri
belirledi ve yol haritasini Sommervell’in onayina sundu. Sonrasinda plân,
Müttefik kuvvetler Yüksek Komutani Dwight D. Eisenhoover’in önüne geldi ve
kabul gördü. Eisenhoower’in meteoroloji raporlarina dayanarak Avrupa’ya çikarmanin
yapilacagi gün konusunda son dakikada bir degisiklik yapmasi herkes tarafindan bilinen bir hikâyedir. Ancak, bir
Pentagon kurmay subayi olan Lutes’in çikarmanin basarisinda ve zaferin kazanilmasinda oynadigi kritik
rol büyük ölçüde unutulmustur. Besgen binanin hemen yani basindaki
Arlington mezarliginda yatan Lutes’in oynadigi bu rol,
tam anlamiyla Pentagon’un varlik nedenini temsil eder.
KITAP 2 /
BÖLÜM 9
SOGUK SAVASIN DOGUSU
Savunmaya
Harcanan Milyonlar ve Savas Sonrasinda Pentagon’un Rolü
1945 yilina gelindiginde Avrupa’nin büyük bölümü
harabeye dönüsmü?tü ama bu büyük çatisma ABD’ne öngörülmeyen bir refah
getirdi. Ülke bu sayede, büyük ekonomik bunalimin yarattigi fakirlesme ve mahrumiyeti geriletmekle kalmamis,
piyasalarin çöktügü 1929 yilindan önceki dönemde yasanan
verimliligi ve zenginligi fersah fersah asan bir gelisme ortami içine girmisti. Ekonomik atilimi atesleyen ise bizatihi harbin kendisi ve ABD savunma endüstrisinin büyümesi
olmustu.
Harbin sonlandigi 1945 yilinda, 1939’daki baslangiç yilina oranla GSMH iki misli artmis, 9
milyonu asan issiz sayisi 1 milyonun altina düsmüs, devlet savunma sanayinde 12 milyon yeni istihdam olanagi yaratmisti. Ekonomistlerin genel kanaati, eger harp
çikmamis olsaydi Amerika’nin 1937’den sonra, New Deal politikalarina ragmen ikinci kez bunalima girecegi seklindedir.
Savasin ilerleyen safhalari gösterdi ki, olup bitenler sadece özgür
rejimlerin, baskici rejimlerle çatismasindan
ibaret degildi. Yarisma ayni zamanda, Amerikalilarin kendilerine özgü maddeci yönetim kültürü
ile, Nazizmin, kadere olan inançla nihai zafere ulasilabilecegine dönük saplantili kültürü arasinda bir yarismaydi. Napolyon gibi Hitler’in de bir kader saplantisi vardi. Ama çarpik
degerlere bagli bu maneviyatçilik onu, düsmanlarinin
maddi güç ve kudreti karsisinda yenik düsmekten kurtaramayacakti. Saglam
askerî strateji ve taktiklerle desteklenen modern teknoloji ve üstün silâh
gücüne, salt inanç ve iradeyle karsi
konulamiyordu. Maginot Hattini zorlanmadan delip geçiveren, sonsuz stepleri asip Moskova ve Stalingrad’in kapilarina dayanan yildirim savasçilari müttefik ordularinin ates gücü karsisinda saskindilar. Amerikan sanayinin adeta patlama yaparak ürettigi savas malzemeleri sayesinde elde edilen basari
müttefiklerin kendi beklentilerini dahi asmisti.
Londra, Berlin ve bazi Japon (atom saldirisindan önce bile) sehirlerinin hava bombardimanlari sonucu tam bir harabeye dönmüs olmasina karsin Amerika’da-Pearl Harbor
faciasina ragmen- benzeri saldirilara karsi fazla
bir önlem alinmasina gerek duyulmadi. Aksine, ulusal insaat çilginligi, yer alti tesis ve siginaklari gibi yapilanmalara degil,
karayollari, fabrikalar, askerî üsler ve dev kamu binalari gibi yer üstü
yatirimlara odakli idi. Öyle anlasiliyordu
ki Amerikalilar, kitalarini sarmalayan genis okyanuslar sayesinde düsman uçaklarindan korunduklarina
inaniyorlardi.
Pentagon güçlü bir kale görünümünü yansitiyor olabilirdi ama örnegin, Floransa’daki Palazzo Medici gibi cisimsel ve biçimsel anlamda
müstahkem bir yapi degildi. Olmadigi da 11 Eylül saldirisinda, duvarlarinin her hangi bir bina gibi 30
dakika içinde yikilmasindan bellidir. Oysa ayni uçak saldirisi, 1400’lerde
muazzam tas bloklarla insa edilen Palazzo Medici’ye
yapilsaydi, Pentagon’a verdigi zarari veremezdi. Amerikan
mantigina göre Pentagon’un bir kale gibi olmasina gerek de yoktu çünkü Amerika’nin
kendisi bir kale idi.
Yukarida harbin ABD ekonomisine yansimalarina deginildi. Pentagon’un kendisine yönelik algisi da askerî bir organizasyon
olmasindan ziyade ticari bir kurulus oldugu seklindeydi. Isi savasmak degil, is yeri yönetmekti. O anlayisa göre,
ordular savasirdi, Pentagon’u isleten Savunma Bakanligi ise savasçilari, bir Genel Müdürün personelini yönettigi mantikla yönetirdi. Pentagon, devrim öncesine uzanan kökleriyle
Amerika’nin en eski, en faal ve en basarili sirketidir. Yabancilar Amerikalilarin her seyi
piyasadaki basarisina göre degerlendirmesini görgüsüzlük ve siglik olarak tanimlayabilir ama üretilen
malin da pazar yerinde satilabilme kabiliyeti olmalidir, hele savas gibi acimasi olmayan bir pazar yerinde… Bu görüs, Mihver Devletlerinin kurumlari, iradeyle, mukadderatla, kan, seref gibi soyut kavramlarla degerlendirme
mantigina karsi rekabet ediyordu ve neticede Amerika 2. Dünya Savasindan bir süper güç olarak çikti. 19. ve erken 20. yüzyilin büyük Avrupa
güçleri geriye düsmüstü. ABD’nin bu vizyonu savas sonrasi
dünyaya sasirtici sonuçlar getirecek biçimde egemen olacakti.
2. Dünya Savasini sona erdiren silâhin, Soguk Savasin baslamasina sebep olmasi paradoksaldir. Süper güçler arasindaki nükleer
yaris ve bu silâhlarin üçüncü dünya ülkelerine dogru yayilmasi, gelecek 50 yil boyunca tarih çarklarinin isleyis biçimini çok derinden etkilemistir. Soguk Savas süreci boyunca meydana gelen olaylar ve olusturulan kurumlarin hepsi degilse bile
pek çogu, nükleer güç çekismesi yüzünden ortaya çikti. Insanlik bir daha Hirosima ve Nagazaki deneyimleri yasamak istemiyordu. NATO, Stratejik Hava Komuta Kontrol Kurumu, Sovyet
topraklari üzerinde gözetleme uçuslari,
1962 Küba füze krizi, hatta Vietnam Savasi, atom
bombasi olgusuyla dogrudan ilintili kurum ve
olaylardir.
Nükleer silâhlar, Amerikan savunma mekanizmasinin yeniden
yapilandirilmasini gerektirdi, muharebe doktrinleri, sahra talimnameleri bastan asagiya degistirildi. Nükleer gücün kullanima girmesiyle, nükleer denizaltilar gibi
yepyeni savas araçlari icat edildi. Nükleer savas durumunda harekâtin bir merkezden koordine edilebilmesi amaciyla, sonradan
sivil kullanima açilarak internet adini alacak olan ARPANET gibi yeni iletisim sistemleri de bu dönemde gelistirildi.
Her seyin nükleer gerçegine göre yeni bastan ele alindigi bu dönemde Amerika’nin nükleer
silâh stoku, Ruslarin oldugunu sandiklari kadar fazla degildi. Bunun nedeni, nükleer patlayicilarin yapiminda kullanilan
kalitedeki uranyum cevherinin kit olmasiydi. Cevher stoklarinin çogu Ingiltere’nin elinde bulunuyordu. Kendini nükleer açidan zayif hisseden
Sovyetler, bu açigi kapatmak için Bati dünyasini endiselendirecek
bir hizla konvansiyonel silâh kapasitesini arttirmaya basladi.
Savas sirasinda yikilmis ekonomileri ayaga kaldirmak amaciyla devreye sokulan Marshall Plâni, nükleer dengenin
Amerika’nin lehine dönmesine yaradi. Alti yil süren savas sirasinda varini yogunu yitiren ngiltere anilan plân
çerçevesinde sagladigi 7,5 milyar dolarlik krediyi de tüketince son çare olarak elindeki
cevheri degerlendirmek zorunda kaldi. Böylece Ingiltere’nin elindeki uranyum
stoklarinin büyük bir bölümü yeni bir kredi karsiliginda ABD’nin eline geçti.
ABD bir yandan büyüyen Sovyet tehdidi algisiyla nükleer kapasitesini
arttirmaya, bir yandan Savas Bakanliginin yeniden yapilandirilmasiyla ilgili iç problemleri yatistirmaya ugrasiyordu. Baskan Truman’in 1947 yilinda yürürlüge koydugu yasayla baslatilan reorganizasyon sirasinda
Savas ve Donanma Bakanliklari yeni olusturulan
Savunma Bakanligi bünyesinde toplanmis, tüm ordu birimleri de Müsterek Genel Kurmay Baskaninin komutasi altina alinmisti. Pentagon Savunma Bakanligina baglanmis, Hava Kuvvetleri, Kara Kuvvetlerinin bir alt birimi olmaktan
çikarilarak bagimsiz bir muharebe birimi hâline getirilmis, CIA ve
NSC (National Security Council = Ulusal Güvenlik Konseyi) kurumlari hayata
geçirilmisti. Bu degisiklikler, silâhli kuvvetler bünyesinde muhtelif birimler arasinda ciddi
çekismelere yol açti. Tozun dumanin yatismasindan
sonra, tutarli ve koordineli bir nükleer silâh politikasinin gelistirilmesi geregi ortaya çikti.
Kuvvet komutanlari yaptiklari istisare
toplantilarindan sonra, Nagazaki’ye atilan tipte olmasi sartiyla, 150 civarinda atom bombasinin ABD’ye yetecegini saptadilar. Bu sayinin dayanagi, olasi
bir savas halinde, 100 ayri Sovyet yerlesim
birimine birer bomba atilacagi varsayimiydi. Rakam ürkütücü
gibi görünse de, bir kerede atilacak 100 atom bombasinin yaratabilecegi toplam patlama gücü, neresinden bakilsa sadece 3 megatondan ibaretti.
Bu kadarlik bir güçle, ABD’ye yapilacak bir saldiriyi caydirmak ve Sovyet
silâhli kuvvetlerini yok ederek zafere ulasmak, çok
safiyane bir varsayim olarak kabul edilebilirdi ama askerlerin soruna ciddi bir
biçimde egilmeleri iyi bir baslangiç sayilmaliydi. En azindan,
1947 yilinda Sovyet’lerin 5 milyon askerine karsilik, 1,5
milyondan bile az sayida askere sahip olan Amerika, Kizil Tehlike karsisindaki zafiyetini, nükleer silâhlar vasitasiyla giderme kararini bu
suretle vermis oluyordu.
Sovyetler Birligi 1953 yilinda ilk atom bombasi
denemesini yapincaya kadar ABD bu gücü elinde tutan tek ulustu. O ana kadar caydiricilik kavrami savas terminolojisinde sadece sözlük anlaminda kullanilirdi. Sonralari isin içine, Soguk Savas - Demirperde gibi kavramlar girince, “nükleer savasta ilk darbeyi vuran” anlamini içermeye basladi.
Churchill, militarist ihtiraslarla dolu bir polis devleti olma yolunda hizla
ilerleyen Sovyet tehdidi ve 3, Dünya savasi olasiligini karsi tek çarenin, Birlesmis Milletler ve buna bagli olarak, güçlü savunma
mekanizmalari olan bir Atlantik Ittifaki oldugunu düsünüyordu. “Yoksa” diyordu Churchill, “Dersimizi öyle bir savastan alacagiz ki, 2. Dünya Savasi bunun yaninda cüce kalacak”.
Peki ama ne yapilmaliydi? Gerçi ABD 2. harpten olabildigince kârli çikmisti ama elindeki savunma alt
yapisi, sartlari hizla degisen baris döneminde gittikçe demode hâle geliyordu. Külüstür bir ciple, delik desik yollarda gidilirken birden bire alti seritli
bir otoyola çikilmisti sanki. Bu araç, bu yol için
uygun degildi. Truman’in yukarida deginilen
reorganizasyon çalismalari da, o cipi otoyola
uyarlama maksadiyla yapilmisti. Durumu su ilginç anekdot ile örnekleyelim: Nükleer bombalarin, füzelerin
kullanima girdigi yeni savas düzeni içinde atli süvari birlikleri hâla varligini koruyor ve bazi subaylar tarafindan da “Sahra topçusunun olmazsa
olmazi atlar, üzerinde bulundugu topraktan beslenebilir ama
motorlu araçlar bunu beceremez” diye savunuluyordu. Yeniden yapilanma çalismalari sonucu atli birlikler nihayet 1950 yilinda yerini mekanize zirhli
birliklere birakti. Söz konusu süreçte bir çati kurulusu olarak devreye giren Savunma Bakanligina da
bir sivilin atanmasi, yine Truman’in masaya yumrugunu
vurmasi sonucu alinmis bir karardi.
BÖLÜM 10
SILÂHLARIN GÖLGESINDE BARIS
Truman’in baskanlik dönemi 1953’de sona erip
Eisenhoover dönemi basladiginda ABD ve Sovyetler Birligi,
aralarinda giderek artan, ideolojik, ekonomik ve teknolojik farkliliklara ragmen, arkalarinda muazzam bir nükleer güçle ringde bas basa kalmis iki agir siklet boksörünü andiriyordu. Ama o nükleer silahlar, eger patlayici basliklarini hassas bir biçimde
hedefe götürüp vuracak tasiyici teçhizattan yoksunsa fazla
bir ise yaramiyordu. Dönem, füze teknolojisinin emekleme dönemiydi ve son
derece agir olan nükleer basliklari uzak mesafelerdeki hedefe
götürecek füzeler henüz yapilamamisti. “Tek
uçaga tek bomba” kurali 1950’lere kadar sürdü.
O dönemde Amerikalilara göre, Sovyetler eger fazla
yara almadan ilk darbeyi vurarak marazi ihtiraslarini tatmin edebileceklerinden
emin olsalar, bunu yapmakta hiç ama hiç tereddüt etmezlerdi. Sovyetler de
Amerikalilar hakkinda ayni seyi düsünüyordu. Eisenhoover’in Disisleri Bakani ve gerilim politikalarinin mimari J. F. Dulles 1954 yilinda
yaptigi bir açiklamada Sovyetlerin, gerek ABD’ne ve gerekse dünyanin neresinde
olursa olsun herhangi bir müttefikine yapacagi
saldirinin, misliyle karsilik bulacagini ve nükleer silâhlarla cevaplandirilacagini
duyurmustu. Stratejik Savunma, 1950’lerin sonlarina kadar Amerikan nükleer
stratejisinin temel prensibi olmustur. 1960
baslarina gelindiginde Sovyetler, nükleer gücünü
Bati bloku ile esitlemeyi basarmisti. Bu andan itibaren “misliyle karsilik
verme” prensibi, yerini esnek mukabele politikalarina birakti. 1960 ortalarinda
ise, gelecek 20 yil boyunca ABD’nin nükleer politikalarini belirlemede dönüm
noktasi olan MAD2 doktrini benimsendi.
Sovyetler Birliginin parçalanip Berlin Duvarinin
yikilacagi zamana kadar, yani gelecek 50 yili kapsayacak olan süper güçler
arasindaki nükleer yaris dönemi boyunca Pentagon’un temel
sorumlulugu, bir yandan konvansiyonel savas politikalarini, doktrinlerini ve stratejilerini gelistirirken bir yandan da nükleer kiyameti önleyici tedbirleri almak olmustur. Tepesinde Demokles’in nükleer kilici sallanan Pentagon, bundan
böyle klâsik savaslarin tarihe karismis oldugunun bilinciyle tüm kararlarini nükleer tehdidi gözeterek almaya baslayacakti.
Böyle bir atmosfer içinde ABD’nin savunma öncelikleri saptanmaya çalisilirken agirligin deniz kuvvetlerine mi yoksa hava kuvvetlerine mi verilmesi gerektigi tartisma konusu oldu. Kisitli finansal kaynaklardan aslan payi, birden çok
bomba tasiyabilecek uzun menzilli, agir
bombardiman uçaklarinin geli?tirilmesine mi ayrilmaliydi,
yoksa bu kaynaklar, aylarca denizlerin altinda kalabilecek ve bir uçagin bulundurabileceginden çok daha fazlasini tasiyabilecek nükleer denizaltilar ile kara savaslarini denizden destekleyecek süper uçak gemilerinin gelistirilmesine mi tahsis edilmeliydi? Uçak gemilerinden kalkacak küçük ama
manevra yetenegi yüksek uçaklar, nükleer füzelerle donatilabilir üstelik, kesif görevi de yapabilirlerdi. Truman’in eski Donanma Bakani J. Forestal’i
Savunma Bakani olarak atamasi, agirligin deniz kuvvetlerine verilmesi gerektigini
savunanlari sevindirdi. Bu dönemde ilk süper uçak gemisi USS United States geli?tirilmeye ba?landi. Ama bir süre sonra
Forestal aklini yitirdi ve kendisini yattigi
hastanenin penceresinden atarak intihar etti. Yerine atanan L. Johnson, dedigim dedik türünden tam bir agir
bombardiman uçagi yanlisiydi ve göreve gelir gelmez uçak gemisi projesini rafa kaldirdi.
Bu iptal islemi deniz kuvvetlerinden o kadar çok tepki çekti ki, olay TIME
dergisinin kapagina “Amirallerin Isyani” basligiyla kapak oldu. Sorun savunma pastasinin küçülmesiydi. Dünya savasinin sonunda 83 milyar $ ile zirve yapan ABD savunma bütçesi, Truman yillarinda 14 milyar dolarin altina düsürülmüstü. Sonunda çekismeyi havacilar kazandi ve B-36 agir bombardiman uçagi devreye girdi ama süper uçak gemisine de ihtiyaç oldugu bir gerçekti. Sovyetlerin atom bombasi denemelerine baslamasi ve Kore Savasi Kongrenin para musluklarini bir kez daha açmasina sebep oldu.
______________________________________________
2 MAD:
Mutual Assured Destruction. Nükleer savasin kazanani ve kaybedeni olmayacagini,
her iki tarafin da tamamen yok olacagini ifade eden bir tanimlama.
__________________________________________________________________________________
Sovyet atom denemeleri bütün dünyayi soka ugratmisti. CIA uzmanlari dahil, kimse kizillarin bu denli hizli bir gelisme gösterecegini tahmin edememisti. ABD artik nükleer arenanin tek gladyatörü degildi. Bu gelismeye ek olarak, 1948 yilinda yasanan Bahar Krizi (Savas Korkusu diye de anilir), Berlin
Ablukasi, Çekoslovakya’da komünistlerin demokratik rejimi yikarak yönetimi ele
geçirmesi, Çin’de komünist Mao döneminin baslamasi,
Bati dünyasinda panik ve paranoyanin yayginlasmasina
yol açti. Bu arada, sonradan taraf degistirerek CIA’ya bilgi satan eski Nazi stihbarat Sefi Reinhard Gehlen tarafindan verilen bilgiler, Sovyetlerin her an
saldiriya geçebilecekleri konusundaki kuskulari dogruluyordu. Dünyanin her yanindaki ABD birlikleri alarma geçirildi. Ingiltere, Fransa ve Italya da benzeri tedbirleri almalari konusunda uyarildi.
Neticede Sovyetler saldiriya falan geçmedi. Sonradan yapilan arastirmalar da Gehlen raporlarinin yalan yanlis bilgilere dayandigini gösterdi. Ancak sirasi gelmisken ilginç bir ayrintiya deginmekte
fayda var: Avrupa’daki Amerikan birliklerinin komutani General L. D. Clay’in bu
raporlarin yaniltici oldugunu bildigi halde, bütçe kaynaklarinin agirlikli
olarak deniz kuvvetleri yerine hava kuvvetlerine aktarilmasini saglamak için ortaligi velveleye verdigi yapilan spekülasyonlar arasindadir. Raporlar yaniltici olsun veya
olmasin, Sovyetlerin orada burada güç gösterileri yapmakta olduklari kimsenin
gözünden kaçmayan bir gerçekti.
Genel olarak Truman Doktrini diye bilinen ve yalniz bati dünyasinda degil, dünyanin neresinde olursa olsun komünizm tehdidi ile savasmayi öngören siyasi yaklasim
deklarasyonu, Soguk Savasin baslangici olarak kabul edilir. Bu deklarasyonun hakli bir öngörü ile
yapildigi Kuzey Kore’nin, askerden arindirilmis güney
bölgesine saldirmasiyla anlasildi. Savas basladi. Hizla tirmanan çatismalar
yalniz Truman Doktrini hakkinda degil, ABD
savunma sanayinin Soguk Savas sirasindaki bir seferberlik durumuna hangi hizda ve etkinlikte cevap
verebilecegi konusunda da bir sinav mahiyetindeydi. 2. Dünya Savasi sonrasi seferberligin kalkmasi sonucu ABD’nin asker
mevcudu büyük ölçüde azalmisti ve Genel Kurmay bölgeye
kalabalik birlikler gönderme yanlisi degildi. ABD
buna ragmen BM kararina dayanarak, komutasi altina aldigi uluslar arasi güçlerle komünistleri püskürtmeye basladi 38. Paraleli geçerek K. Kore’nin baskenti
Pyongyang’i hedef aldi. Bu harekât, Çin sinirina iyice yakla?ilmasi anlamina geliyordu. Komünist Çin muazzam bir karsi hücum ile karsilik verdi. Isler BM güçleri için sarpa sarmaya baslayinca
Amerikali komutan Mac Arthur, Truman’dan atom bombasi kullanma yetkisi istedi
ve aldi da. Neyse ki verilen bu yetki bir süre sonra kullanilmadan iptal
edildi. Savas bir müddet daha devam ettikten sonra pata duruma gelindi ve 1953
Temmuzunda silâh birakma anlasmasiyla sonlanarak yerini
huzursuz bir sessizlige birakti.
Anlasmanin mürekkebi kurumadan Ruslar hidrojen bombasi denemelerine basladilar. Ardindan ABD de ayni denemeleri yapti. Artik nükleer bombalarin
tahrip gücü kat be kat artmis üstelik boyutlari da, uçaga gerek duyulmadan bir füzeyle gönderilebilecek kadar küçülmüstü. Böylece kitalar arasi balistik füze çagi baslamis oldu. 1957’de Ruslar ilk uzay araçlari olan Sputnik’i yörüngeye
oturtarak silâh yarisini uzay boyutlarina tasimayi basardi ama ABD’nin yaristan çekilmeye niyeti yoktu.
ABD’nin kudretini tüm dünyaya yansitmak maksadiyla neden deniz yerine
hava gücünü tercih ettigini anlamak için “Bahar Krizi ve “Berlin
Ablukasi” günlerine geri dönmek gerekiyor. Birbirine bagli bu iki deneyim, Soguk Savasin ilk yillarinda yasanan ve gelecegi sekillendiren en önemli olaylardandir.
Komünizm paranoyasinin bati dünyasini sardigi bir dönemde Stalin, Berlin’e çikan bütün karayollarini, demir
yollarini ve kanallari abluka altina aldi. Amaci, müttefiklerin Berlin kusatmasini kaldirmaya zorlamakti. Böylece sehrin
Sovyet kontrolü altindaki bölümüne gerekli malzemeleri ulastirabilecek ve kentin tamamini ele geçirmeye çalisacakti. Abluka, Berlin halkini her türlü yasam malzemesinden mahrum birakti. Rus ablukasini karadan delemeyen
müttefikler, halkin ihtiyaci olan erzak ve malzemeyi hava yoluyla sehre getirme karari aldi. Bir yil içinde 20 binin üzerinde uçus gerçeklestirildi. Rus ablukasi altindaki Berlinlilere havadan günde 4700 ton
ihtiyaç malzemesi ulastirildi. Bu müthis plânlama ve koordinasyon basarisi
sayesinde Stalin’e, ABD’nin hava üstünlügü
konusunda anlamli bir gözdagi verilmis oldu. Operasyon bir dizi baska olusumun da yasama geçirilmesine vesile oldu. Bunlardan biri, günümüzde hâlâ
kullanilmakta olan uluslararasi sivil havacilik trafik kontrol sistemidir.
Stratejik hava komuta kontrol ve gelecek on yil boyunca kullanilacak olan
nükleer savas görev gücü olusumlari da, abluka delme
operasyonu sayesinde edinilen deneyimler sayesinde gerçeklesmistir. Uçaklardaki görünmezlik teknolojileri, yörüngesel kesif uydulari hatta Sovyet tehdidi ile bas etmek
için kurulan Atlantik Ittifaki bile Berlin Ablukasi deneyiminin
sonuçlarindandir.
Soguk Savas, çok korkulan bir çatismaya dönüsmedi ama kavgaci iki devin arasindaki nükleer yaris yepyeni bir safhaya girmek üzereydi.
Hava kuvvetlerinin güçlendirilmesi, gelistirilmesi
ve diger ordu birimlerine göre daha öncelikli bir birim hâline gelmesi, Soguk Savas döneminin ilerleyen yillarinda çok önemli gelismelere yol açacakti. Üstün yetenekli bir hava gücü, stratejik askerî
gücün dünyaya yansitilabilmesi demekti. Uzun menzilli uçaklar ayni zamanda
Sovyet topraklarinin derinliklerine gizlenmis üsleri
ve sair hedefleri saptayabiliyor, kesif uçuslari sayesinde düsmanin neler yaptigi gözetlenebiliyor, niyetleri degerlendirilebiliyor
ve ona göre stratejiler gelistirilebiliyordu. Uzaydan kesif yapabilen uydulara iliskin
program 1948 yilinda ba?lami? olsa da deneyimlerin askerî amaçlara uygun bir teknolojik islerlik kazanmasina daha epey vakit vardi. O halde, Soguk Savas yillarinin erken dönemlerinde ABD’nin nükleer savas gücünün basrol aktörü, yeteneklerini Avrupa ve Pasifik’teki savaslarda ispat etmis olan uzun menzilli agir bombardiman uçaklari olmaliydi…
“Bina” her ne kadar insaatin resmen bittigi 1943 yilindan beri Amerikan ordusunun ana karargâhi olma islevini görse de, baslangiçta niyetlenilen ordu
sektörünün sivil ve asker tüm birimlerini ayni çati altinda barindirma hedefine
hiç ulasamadi.
Savas sonrasinda küçülen, Soguk Savasla yeniden büyüme trendine giren sektöre ofis alani gene yetismez olmustu. Ülkenin dört bir yaninda muhtelif amaçlara yönelik birimlerin yerlestigi binalar oldugu kadar, yer altina yapilmis, ya da olasi bir nükleer savasi
yönetmek için granit yapidaki daglarin
içine oyularak yerlestirilmis komuta birimleri de bulunuyordu. Ama tüm bu tesislerin tek yönetim
merkezi Pentagon idi, hâlâ da öyledir.
1950’lerin basinda ABD’nin elindeki nükleer
bomba sayisi 1000 civarindaydi. Sovyetler ise 1955’e gelindiginde 3 bin atom bombasi sahibi olmustu. Devir
hâlâ bir uçagin sadece bir bomba tasiyabildigi devirdi. Dolayisiyla her bomba, umulan sonuçlari elde edecek sekilde kullanilmaliydi. Bu ise ABD’nin bir nükleer savas master plânina sahip olmasini gerekli kiliyordu. Hangi hedefler
seçilmeliydi, hangi ölçüde bir tahribat öngörülüyordu, Sovyetleri teslim olmaya
zorlayacak kisitli bir nükleer saldiri mi yapilmaliydi yoksa ülke toptan
harabeye mi çevrilmeliydi? Soguk Savas boyunca bu plânlar hep yapildi ve durmadan degisen sartlara göre güncellendi. Plânlarda nükleer saldirinin, savasin ilk çatismalarini takip eden 6. günde yapilmasi öngörülmüs ve ilk hedefe Sovyet hava üsleri yerlestirilmisti. Amaç, Sovyet uçaklarinin karsi
saldiriya geçmelerini önlemekti. Bilinen 645 havaalanini kullanilmaz duruma
getirecek ilk nükleer saldirinin sonucunda 60 milyon Rus’un ölecegi tahmin ediliyor ancak bunun bile Sovyetleri dizleri üzerine çökertmeye
yetmeyecegi düsünülüyordu. stihbarat raporlarina göre bu ilk saldiridan sonra,
tahribattan ve radyoaktif serpintiden etkilenmemesi kuvvetle muhtemel, oraya
buraya gizlenmis ve atom bombasi yüklü uçaklari barindiran daha 240 adet acil durum
havaalani kalacakti. Su halde ilk vuran ABD olmaliydi
ve bu darbe son derece güçlü olmaliydi. Bunun için nükleer gücün arttirilmasi,
o günlerde Sovyetler disinda atom silâhina sahip tek ülke
olan Ingiltere ile güçlerin birlestirilmesi
ve savas sirasinda kusursuz biçimde isleyecek
bir iletisim ve koordinasyon yapisi kurulmasi gerekiyordu. Tüm bu plânlamalar yeni
teknolojilerin gelismesini tetikledi. Isler artik askerlerin tek baslarina
halledebilecekleri boyutlari asmaktaydi. Böylece devreye
ilerdeki yillara damgasini vuracak olan yeni nesil sivil nükleer stratejistler
girdi. Örnek olarak, kisisel anlamda Robert McNamara,
kurumsal anlamda RAND düsünce kurulu?u gösterilebilir.
Teknolojik gelismeler süphesiz sadece ABD’de meydana gelmiyordu. Sovyetler de ilerleme
kaydediyordu. Bu ilerlemelerin ulastigi seviye ve gelistirmelerin yapildigi merkezlerin yerini tespit etmek ABD için hayati önemdeydi. Bu
bilgileri casuslar vasitasiyla elde etmek yeterli degildi çünkü gelen bilgilerin güvenirliligi kuskulu oluyordu. Casus balonlarla yapilan kesif çalismalari ise sik sik Ruslara, Amerikalilar ile dalga geçme firsati
veriyordu. ABD’nin meteoroloji amaçli diye yutturmaya çalistigi kesifler, Ruslarin düsürdükleri balonlarda bulduklari
casusluk malzemelerini basina göstermeleri sonucunda uluslararasi matrak bir
fiyaskoya dönüsüyordu.
Düsman hava sahasinda kesif uçusu yapan uçaklarin siklikla kevgire dönmüs biçimde
zor belâ üslerine dönmek zorunda kalmalari Sovyet teknolojisinin rahatlikla bu
uçaklari vuracak seviyeye gelmis oldugunun göstergesiydi (Yerden havaya atilan SAM füzeleri ve çok yüksek
irtifalara çikabilen MIG avci jetleri bu devrin eseridir). Artik baska bir seyler yapmak gerekiyordu ve U-2 casus uçaklari bu ihtiyacin sonucunda
ortaya çikti. U-2’ler, MIG’lerin tirmanamayacagi
yüksekliklerden görüntü alabiliyordu. Bunlar 1962 yilina kadar basariyla görev yapti ama o yil bir tanesinin Sovyet topraklari
üzerindeyken düsürülmesi, bu tür casusluklarin uzaydan yapilmasi gerekliligini tescil etmis oldu.
Sovyetlerin dev füzeler gelistirdikleri
ve ABD’nin dünya yörüngesine yerlestirmeye
çalistiklari 15 kiloluk paketçiklere karsi onun
yüz misli agirliginda Sputnik III’ü basariyla yörüngeye oturttuklari
biliniyordu. ABD füze yarisinda çok geriye düsmüstü. Amerika bu açigi kapatmak için daha küçük ama
hizla üretilebilen ve hedefi vurma hassasiyeti çok gelistirilmis füze imalatina yöneldi. Stalin’in yerine gelen Kruschev’in buna cevabi,
ABD’nin arka bahçesi Küba’ya ülkenin büyük bölümünü tam bir radyoaktif harabeye
çevirme kapasitesine sahip orta menzilli füzeler yerlestirmek oldu. Dünya bir kez daha nükleer savasin esigine gelmisti.
BÖLÜM 11
GÜVENILIR
CAYDIRICILAR
Hayatin içinde nasil dönüm noktalari varsa, Pentagon’un
tarihinde de
böyle dönüm noktalari vardir. Pearl Harbor
baskini, 1948 Bahar Krizi (Berlin
Ablukasi), 11 Eylül El-
Kaide saldirilari bunlardandir. 1962 Küba krizi ise, bu
dönüm noktalarinin en önemlilerinden biri olarak kabul
edilir.
J. F. Kennedy’nin 1960 yilinda baskan
seçilmesi, siyasi, kültürel ve askerî alanlarda gelenekselligin terk edilip ileri teknolojinin öne çiktigi yepyeni bir çagi baslatti. Bunun yansimalarini 1964-1965 New York Dünya Fuarinda görmek
mümkündür. Dünyayi çok daha küçülmüs bir yer
hâline getirecek olan iletisim sistemleri, robotik silâh
teknolojileri, uçan arabalar, sehirleri üstten birbirlerine baglayan monorail ulasimi ve benzeri buluslar, dogmak üzere olan muhtesem ama bir o kadar da ürkütücü
bir gelecegin habercileriydi. Gelecege yönelik
korkutucu beklentileri besleyen ana unsur, Soguk Savasla birlikte baslayan süper güçler arasindaki
silâhlanma yarisiydi. Sovyetlerin 1962 Küba krizi sirasinda geri adim atmasiyla nükleer
savasin kiyisindan dönülmüstü ama Ruslar, Vietnam savasina müdahale etmek amaciyla bölgeye asker gönderip ABD’nin karsisina dikilecek olurlarsa, dünya bu kez paçasini bir nükleer savastan kurtaramayabilirdi.
Nükleer silâhlarin nitelik ve nicelik olarak muazzam sayilara ulasmis olmasi ABD’ni, insanligin sonunu getirecek topyekûn savas fikrinden uzaklastirarak askerî doktrinlerini, düsük yogunluklu ve dar çerçeveli bölgesel savaslar
üzerine kurmaya yönlendirdi. Vietnam savasi da, ABD’nin
askerî gücünü dünyanin uzak köselerine yansitma yeteneginin olup olmadigini test edebilecegi bir sinavdi. Bu savas, ABD Genel Kurmayina siyasi danismanlik yapan ve 1957 yilinda yazdigi “Nükleer
Silâhlar ve Dis Politika” adli kitapla ABD’nin Sovyetlere karsi izledigi politikalara çigir açici analizler getiren 35 yasindaki Harvard’li Henry Kissinger’in teorilerinin dogru olup olmadigini da gösterecekti. Kissinger
kitabinda bölgesel savaslara hazirlikli olunmasini,
küresel askerî tehditlere esnek mukabele politikalari ile cevap verilmesini ve
hizli-uzun menzilli güç uygulayabilme yeteneklerinin gelistirilmesini öneriyordu. Bu öneriler, diger
teorisyenlerin, “caydirma-düsmanin yayilmasini önleme - ABD’nin
olasi düsman tacizlerine, kendisinin uygun buldugu
yerlerde ve tercih ettigi olanaklarla cevap vermesi”
prensipleriyle birleserek Soguk Savas dönemi politikalarinin köse taslarini olusturdu.
Nixon’un sonralari “Küçük Gösteri” diye asagiladigi Vietnam sava?inin bitmesinin ardindan, bölgesel
savas doktrinleri ve büyük ordulardan vazgeçme düsüncesiyle, teknolojinin alip basini
ilerlemesi bir araya gelince, askerin yerini önce “akilli” sonra “dâhi”
silâhlar almaya basladi. Klâsik savas düzeninin gerektirdigi türden harcamalarda indirime gidildi, mecburi askerlik kaldirildi,
gönüllülük esasina geçildi. Bu dönemdeki Savunma Bakanligi istatistikleri, ABD nükleer silâhlarinin ¾’nün, 15 yillik veya daha yasli rampalar üzerinde oturdugunu, buna
mukabil Sovyet rampalarinin en çok 5 yillik oldugunu söylüyordu.
Reagan’in baskan seçilmesiyle bu süreç tersine çevrildi ve en son 2. Dünya Savasi sirasinda görülen bir savunma güçlendirilmesi dönemine girildi. Bu
yillar, savas doktrinlerinin yeniden yazildigi
yillardir. Ortaya çikan Hava-Kara Savaslari
prensibine göre silâhlarin kombine edilip müstereklikle
kullanilmasi öne çikti. 1991 yilinda, dünyanin 4. büyük ordusuna karsi Çöl Firtinasi operasyonu adiyla anilan ve sadece 100 gün gibi kisa
süre içerisinde kazanilan savas tüm uluslari saskinliga ugratti. Bu savasta Hava-Kara Savaslari prensipleri uygulanmis, çatismalarda yogun biçimde hayalet teknolojisi ile hassas güdümlü mühimmat kullanilmisti. Yasanan deneyim, Orta Dogu’daki Amerikan çikarlarinin nasil bir ordu gücüyle korunmasi gerektigini
tanimliyordu. Bu güç, üçüncü nesil savas gücü
olarak adlandirildi.
BÖLÜM 12
YEN BIR
ÇAG BASLIYOR
1960’larda Pentagon, Potomac nehrinin bati yakasindaki ABD Savunma
Bakanliginin bulundugu, iç içe geçmis bes besgenden olusan binanin ismi olmanin ötesinde çok farkli anlamlar içeren bir sözcük
haline geldi. Gözden kaçmasi mümkün olmayan maddesel varligi ve dünyayi sekillendirme yetenegi olan manevi gücü herkes tarafindan bilinen ama bir Sirlar Sarayi olma
özelligini o güne kadar koruyabilmis olan Pentagon,
artik egrisiyle dogrusuyla gün isigina
çikmaktaydi, yeni bir çagin baslangiciydi bu.
Gazeteciler “Pentagon” dediklerinde kestirmeden, Müsterek Genel Kurmayi, Savunma Bakanligini,
tanklari, uçaklari, füzeleri, karmasik isleri, kavramlari, entrikalari ve organizasyonlari sembolize eden bir olusuma atif yapmaktaydilar. BM, NATO, Oval Ofis ve Beyaz Saray gibi
sözcükler bile Pentagon’un kapsadigi kadar
genis ve derin bir anlam dünyasini ifade etmiyordu. Bu sözcük, kimin
tarafindan kullandigina bagli olarak da, ya lânetli, ya olumlu çagrisimlar yapabiliyordu. Basinin kurcalamasiyla ortaya çikan bazi skandallar
(Iran-Kontra olayi, Watergate, Vietnam savasi aslinda
kaybedilmekte iken, Genel Kurmayin medyayi yanlis yönlendirmesiyle kamuoyunun savasin
kazanilmakta olduguna inandirilarak aldatilmasi, Ebu Gharib hapishanesine iliskin olaylar, vs.) halkin özelde Pentagon’a, genelde ise kamu kurumlarina
olan güvenini sarsti. Pentagon, henüz adi Pentagon’a çikmamisken, hatta henüz insaat asamasina bile gelmemisken tartismalarin, çekismelerin odaginda olmustu. Ama isleri binlerce çesit askerî malzeme alimi için plân
ve bütçeler yapmak olan bürokratlarin kullandigi
dünyanin bu en büyük kamu binasi, neden gizli istihbarat elemanlarina ev
sahipligi yapiyordu? Eger çatisi altinda üniformali
eleman sayisini katlayacak kadar sivil eleman barindiriyorsa, burasi nasil
oluyor da, dünyanin her hangi bir yerinde nükleer savas baslatabilecek ve yönetebilecek bir komuta merkezi olabiliyordu? Eger Roosevelt tarafindan, 2. Dünya Savasi
sonrasinda devlet arsivi olarak kullanma maksadiyla
yaptirildiysa neden hâlâ televizyonlarin gündemini isgal ediyordu? Hakkinda yapilan yiginla dizi
ve sinema filmi sayesinde Pentagon, medyanin yakistirmasiyla
“dünyanin en seksi ofis binasi” olup çikmisti.
BÖLÜM 13
KÖRFEZ
SAVASI SÜRECI , ÖNCESI VE SONRASI
Körfez Savasi birçok ilklerin yasandigi bir savas alani olmustur. “Akilli” silâhlarin ilk kez kullanilmasi, F-1174 hayalet
uçaklarinin ilk kez savas ortaminda görülmesi, Tomahawk
kara saldiri füzelerinin ilk kullanimi, Vietnam savasindan bu yana konvansiyonel anlamdaki en büyük patlayici olan “Daisy
Cutter” (Papatya Biçer) bombalarinin devreye girmesi, ilk kez Afrika kökenli
bir Amerikalinin Genel Kurmay Baskani
olarak sahneye çikip bir gecede medyanin süper stari hâline gelmesi, bir savasin televizyonlarda canli olarak ilk kez yayinlanmasi, “ilistirilmis” basin mensuplarinin savasan
birliklerle beraber çatismalara katilmasi gibi…
Pentagon’un biyografisindeki Körfez Savasinin
etkilerini daha iyi anlamak için Reagan dönemlerine bir dönüs daha yapmak gerekiyor. Reagan’in 1985 yilindaki savunma bütçesi, 2.
Savas sonrasi dönemin en büyük bütçesidir. Vietnam ve Watergate olaylari toplumun kamu
kurumlarina olan güvenini sarsmis, savunma
bütçeleri de bu sarsintidan nasibini alarak kisildikça kisilmisti. Meydani bos bulan dönemin Sovyet Baskani Brezhnev ise bir yandan askerî gücünü büyük ölçüde arttirirken bir
yandan da bu gücü tüm dünyaya yayma girisimlerinde
bulunuyordu. Reagan’a göre Sovyetler, Bati Avrupa üzerinden topyekûn bir
saldiriya geçmeden önce, Güney Amerika’da, surada
burada çikardigi düsük yogunluklu bölgesel çatismalarla gücünü siniyor, dünya
nükleer bir savasa dogru gidiyordu. Baskan bu düsünceyle ABD’nin askerî gücünü önce Sovyetlerle esitlemeyi, sonra da onlari sindirmeye yetecek ölçüde arttirmayi kendine
misyon edindi. Pentagon da bu amaç dogrultusunda
stratejilerini degistirerek savunma kurgusunu bir yana birakti ve Kombine Silâhlarla
Kara-Hava Saldiri Savaslari senaryolari yapmaya basladi. Hedef, nükleer bir savastan
muzaffer çikacak bir seviyeye gelmekti. Teknoloji ve sanayi sektörü bu hedefe
dogru yönlendirildi. Hayalet uçaklar, görünmeden Sovyet semalarina girerek
nükleer bombalarini birakabilmeleri amaciyla bu dönemde gelistirildi. Olasi bir nükleer saldiridan korunmak için gelistirilen “Yildiz Savaslari” füze kalkani projesi de bu
devrin ürünüdür.
Kismen içsel baskilar, kismen Reagan’in silâh üstünlügüne dayali politikalari neticesinde Sovyetler Birligi çözülünce, Soguk Savas süresince Amerika’nin üzerinde salinip duran nükleer kiyamet bulutlari
dagildi, moraller düzeldi. Dünya kurtulmus, ABD
rakipsiz bir süper güç hâline gelmisti.
1986 yilinda askerî hiyerarside
yapilan bir revizyon, Genel Kurmay Baskanini,
Beyaz Saray ile kuvvet komutanlari arasinda haber getirip götüren bir “ofis-boy”
kimliginden kurtarmis, genis yetkilerle donatmis, ordu birimleri arasindaki iletisim ve koordinasyonu güçlendirmisti. lk
Afrika kökenli Amerikali ve en genç Genel Kurmay Baskani Colin Powell’in yetenekleri Panama müdahalesi3 sirasinda sinanmis, ülke askerî teknolojide meydana gelen müthis ilerlemeler ve yenilenmis komuta
yapisiyla Körfez Savasinin esigine gelmisti.
Hassas vurucu gücü, çok hizla manevra kabiliyeti ve Hava-Kara saldiri
koordinasyonu sayesinde ABD ve müttefikleri, Saddam’in “Bütün Savaslarin Anasi” diye niteledigi savasta, dünyanin en büyük 4. ordusunu kisa sürede perisan etmis, Irak’in tanklari, uçaksavarlari, SAM füzeleri, ateslenme bir yana hedefe nisan bile alamadan hurdaya dönüsmüstü.
Bu çatisma savas terminolojisine yeni bir kavram hediye etti: “Asimetrik Güç”. Bu deyis, dogru silâhlarin seçimiyle uygun savas prensiplerinin bir araya gelmesi sayesinde, küçük güçlerin, kendinden sayica
çok üstün bir hasmi yenebilecegini ifade ediyordu. Ne var ki
asimetrik güç, iki tarafi keskin bir kiliç gibiydi ve sapkin fikirli küçük
silâhli gruplara, devlerle savasa tutusma ilhamini da vermisti.
KITAP 3 /
BÖLÜM 14
SER EKSENI
Barisa Atilan Nifak Tohumlari ve 21.
Yüzyilin ilk Savaslari
Çöl Firtinasi operasyonundan 6 ay sonra, 11 Eylül 1991 tarihinde
Pentagon 50. yas gününü kutluyordu. “Cehennemin Dibi” diye anilan balçigin içinden boy veren binanin, yaklasan 2.
Dünya Savasina yetistirilmesi için saate karsi yarisilan 1941 yilinin dünyasi ile 1991 yilinin dünyasi arasinda muazzam farklar meydana gelmisti. Berlin duvari yikilmis parçalari hatira esyasi dükkânlarinda satiliyor, Rusya demokratik bir dönüsüm geçiriyor, Baskan Carter araciligiyla gerçeklestirilen srail-Misir barisi sürüyordu. Insanlik, nükleer savas tehdidinden kurtulmu?, sanayilesmis ülkelerin çogu gelecege umut ve güvenle bakmaktaydi. ABD Soguk Savastan zaferle çikmis, gezegendeki tek süper güç olarak kalmis, dünya huzura ermis, 50 yil süren kusku ve belirsizlik dönemi yerini barisin baharina birakmisti. Artik ne Stalin’ler, ne Hitler’ler vardi. Tarihçiler bu yeni dünya düzenine Pax Americana adini takmisti bile, yani iyi huylu bir süper gücün koruyucu kanatlari altinda küresel baris! Japon bilim adami Mishimo Tanaka daha da öteye gitmis, tarihin sonunun geldigini ilân ederek mansetlere oturmustu. O’na göre tarih, savas-açlik-salgin-kargasa demekti, tarihi yapan bunlardi, simdi bunlarin hiçbiri kalmadigina göre tarihin kendisi de tarih olmustu…
___________________________________________
3 Bu
müdahale, Reagan’i takiben baskan seçilen Baba Bush döneminin ilk dis kriz
deneyimiydi. Ilk olarak bagimsiz bir ülkenin Devlet Baskani (Noriega)
makamindan alasagi edilerek, uyusturucu ve sair suçlardan yargilanmak üzere ABD’ne
getiriliyordu
___________________________________________________________________________
Istisnai durumlarda çok daha ustalikla savasabilecek silâhli robotlarin varliginda
orduya ne gerek vardi, ya da savasacak bir
Sovyet donanmasinin bulunmadigi ortamda deniz kuvvetlerine?
Hava kuvvetleri için vergi mükelleflerinin cebinden bu kadar büyük harcamalar
yapmaya gerçekten bir ihtiyaç kalmis miydi?
Pentagon 50. Yasini kutlarken, Orta Dogu’da konuslanmis kalabalik müttefik ordulari evlerine dönüyor, gerek anavatandaki,
gerekse Avrupa ve Pasifikteki büyük üsler kapaniyor veya küçültülüyordu. Pax
Americana kavramiyla tanimlanan yeni dünya düzeninde Pentagon’un varlik nedeni
tartisilir duruma gelmisti. Eger CIA baskani, can düsmani KGB baskaniyla Langley’deki ofisinde karsilikli
kahve içip çörek yiyebiliyorsa istihbarat teskilâtlarina
ne gerek vardi?
Savunma sektörü de saskinlik
içindeydi. Mc Donall-Douglas, General Dynamics gibi devler hizla küçülmeye basladilar. Bu kodamanlarin, Avrupa ve Rusya’daki muadilleri de
enerjilerini, daha hizli jetler, daha ölümcül silâhlar üretmek yerine, daha iyi
çamasir makineleri ve mikro dalga firinlar yapmaya yönelttiler.
Tüm bu degisimlere karsin, artik yipranarak yasini göstermeye baslayan Pentagon’da kapsamli yenileme çalismalari basladi. Ömrünü çoktan tamamlamis su
tesisatlari, isitma-sogutma sistemleri yenilendi, bina
kursun geçirmez camlarla donatildi, yapinin altindaki metro istasyonu terör
tehlikesine karsi bir baska yere tasindi. Binanin yapildigi yillarda, her masada bir
bilgisayar ve ona bagli bir yigin zimbirtinin olacagi öngörülmemisti elbette. Bu yüzden özellikle isiticilarin kullanildigi kis aylarinda günde kirki askin elektrik kesintisi yasaniyordu. Tüm bina, 21. yüzyilin yeni iletisim sistemlerinin kullanilmasina olanak saglayacak sekilde yeniden yapilandirildi ve elektrik tesisati buna uygun duruma
getirildi. Biri gizli, biri gizli olmayan bilgilerin tasindigi fiber optik kablo aglari dösendi. Yapilan is Savunma Bakanligi yetkililerince “Empire State” büyüklügündeki 3
binanin içlerinin tamamen yikilarak tepeden tirnaga
yenilenmesi” olarak tarif ediliyordu. Bütün bu tadilâtlar yapilirken binanin
içindeki günlük faaliyetler aksamadan devam edebilmisti. Içinde 25 bin personeli barindiran ve 30 km uzunlugundaki koridorlarina ragmen içerideki herhangi iki nokta
arasindaki yürüme mesafesinin 7 dakikayi geçmedigi bu dev
yapiyi yenilemek için toplam 1,2 milyar dolarlik bir bütçe ayrilmisti. Binanin bakim masraflarinin karsilanabilmesi
için de bir döner sermaye vakfi kurulmus, yapinin
içindeki kiralanabilir alanlar (asma kattaki dükkânlar gibi) vakif eliyle isletilir olmustu. 1992 yilinda yürürlüge sokulan tadilât projesi halen devam etmekte olup 11 Eylül saldirisi
sonrasinda yapilmasi gerekenlerle birlikte 2015 yilinda tamamlanmasi plânlanmistir.
11 Eylül, günlük güneslik, siradan bir sonbahar günü
olarak basladi. Saatler 9.43’ü gösterdiginde bina
civarindaki yollari kullanarak islerine
gitmekte olan sürücüler bir anda tepelerinden, araçlarinin antenlerini
koparacak kadar alçaktan uçan dev bir jetin gölgesinde kaldilar. Uçagin kanadi, çarpmaya saniyeler kala, insaat için
kurulmus jeneratörü tirpanladi ve sola yatti. Ayni anda motor yerle temas etti
ve koptu. Burnuyla dev bir pulluk gibi topragi yaran
Boeing 737, Pentagon’un bati duvarina saplandi. Muazzam bir patlamayla
birlikte, uçakta kalan yakitin da etkisiyle ortaligi cehennem alevleri kapladi. Binanin çarpmaya maruz kalan yaninda, uçagin boyu uzunlugunda bir tünel açilmisti.
Adli tip raporlarina göre uçaktakiler ve binanin o bölümündekiler param
parça olmus, parçalar da yanginin meydana getirdigi yüksek
isi ortaminda buharlasmisti.
Yürekleri nefretle dolu birileri, dudaklarinda Allah’in adi geçen dualarla,
yarattiklari cehennemin içinde yok olurken, binanin zarar görmeyen yerlerinde
çalisanlar, tahribatin giderilmesi ve Afganistan’daki El-Kaide üslerinin yok
edilmesine dönek plânlari yapmaya baslamislardi bile.
Binanin yikilan bölümündeki tamirat i?leri,
insiyaki bir biçimde hedef olarak belirlenen 11 Eylül 2002 tarihinde bitirildi.
New York’daki ikiz kuleler ile Pentagon’daki facianin müsebbiplerinin ise, ABD’nin
intikam hirsini patlama noktasina getirmenin ötesinde bir kazançlari olmadi.
Demokrasinin gücü ve Amerikan askerî kudretinin simgesi olan Pentagon’un
biyografisinde yeni bir sayfa açilmak üzereydi.
BÖLÜM 15
SOK VE DEHSET4
Dünyanin en büyük silâh fuari, IDEX 2003, 16 Mart tarihinde Abu Dhabi’de
açildi. Dünyanin her tarafindan gelen silâh müsterileri,
bu sonradan görme sehrin tüm otel odalarini doldurmustu. 19
Mart günü ise sadece 700 km ötedeki Irak’ta bir baska silâh gösterisi baslayacakti. ABD ve Britanya,
Saddam’a 19 Mart gece yarisina kadar ülkesindeki kitle imha silâhlarinin yerini
açiklamasi ya da ülkesini terk etmesi yolunda ültimatom vermisti aksi halde isgal baslayacakti.
Artik zaten geri dönülmez bir noktaya gelmis olan savas plânlari, 20 Mart günü yürürlüge kondu.
Sabah erkenden Bagdat, ileri teknoloji ürünü akilli bombalarla dövülmeye baslandi. Irak hava güçleri önceki savas sirasinda yok edildiginden müttefikler gökyüzünde
herhangi bir engelle karsilasmadilar.
Bagdat’in tüm önemli noktalari F-117A hayalet uçaklarindan atilan
füzelerle, karadan firlatilan mühimmatla, her yönden vuruluyordu. Hayalet
uçaklar, Saddam’in saklandigi sanilan saraydaki siginagi bile vurmus, bir nevi suikast silahi olarak
kullanilmisti.
Ayni günün ögle sonrasinda koalisyonun kara
güçleri Kuveyt sinirindan Irak topraklarina girmis, 60 km
ilerlemislerdi bile. 11 Nisan’da saldirilarin baslamasindan
tam 22 gün sonra Baskan Bush Irak savasinin kazanildigini, Saddam rejiminin yikildigini dünyaya ilân etti. Saddam henüz ele geçmemisti ama bölgenin gelecegini belirleme konusunda hiçbir islevi kalmamisti, ülkenin kaderini bundan böyle
baska güçler belirleyecekti.
_______________________________________________________________________
4 Shock
and Awe = Sok ve Dehset,; büyük bir hiz ve çok yüksek ates gücüyle düsmani
adeta paralize ederek savasma azmini yok etmeyi öngören 1996 yilinda gelistirilmis bir askeri doktrindir.
______________________________________________________________________________
George W. Bush, kendisini 2001 yilinin basinda baskanlik koltuguna oturtacak olan seçim
kampanyalari sirasinda yardimcisi Cheney ile birlikte bikip usanmadan yeni
silâhlardan, stratejik askerî doktrinlerden bahsedip durmus, kitle imha silâhlarini bahane ederek Irak’a açtigi savas sirasinda da bahsettiklerini hayata geçirme firsatini yakalamisti. Oysa Clinton döneminin kapanmakta oldugu
siralarda ABD, basarili Çöl Firtinasi operasyonuyla Saddam’in Kuveyt’i (belki de
sonrasinda Suudi Arabistan’i) yutmasini engellemis, kara
kuvvetlerini kullanmadan Yugoslavya’da hüküm sürmekte olan soykirimi
sonlandirmis, dünyayi görece sulh ve sükûna kavusturmu?tu. Ülkenin ekonomisi bile yillardan beri ilk defa açik degil fazla veriyordu. Ufukta savas bulutlarinin olmadigi, ülkenin potansiyel düsmanlarinin silâhli güçlerinin neredeyse sifirlandigi böyle bir dönemde Bush’un ABD silâhli kuvvetlerinin proaktif savas yeteneklerinin eksikliginden bahsetmesi saçmalik gibi
görünüyordu. Ama Bush’un seçim zaferinden kisa süre sonra gelen 11 Eylül
saldirilari, Kongreyi Bush’un söylemlerine yaklastirdi.
2002 mâli yili için onaylanan 339 milyar dolarlik savunma bütçesi, bir önceki
yilin %33 üzerindeydi ve Sovyetlerle 3. Dünya Savasi için yarisilan Reagan dönemi bütçelerini bile geride birakmisti.
Kamuoyu, 11 Eylül saldirilarinin verdigi kizginlikla Bush yönetimine destek veriyor, Kongre de arttirdigi kaynaklarla bu destegi perçinliyordu. Bush arkasindaki
bu destegin verdigi güçle El-Kaide hamisi, Taliban yuvasi Afganistan’i yerle bir etmis, Irak’i ikinci kez vurmaya hazirlaniyordu. Artik babasinin 1991 yilinda
yaptigi gibi Bagdat’in kapilarina gelip sehri ele geçirmeden geri dönmek
yoktu! ABD, Soguk Savasin baslarindan bu yana ilk defa ve tek tarafli olarak, baska ülkelerin yayilmaci emellerini engellemekle (containment) yetinen
politikalari terk edip, kendi sartlarini dikte eden politikalara
yöneldi. BM kararlarina, hatta en yakin müttefiklerin bile tavsiyelerine kulak
asilmiyordu. Dogu-Bati dengelerinin gözetilmesi, askerî operasyonlarin yapilmasindan
önce yapilmasi mutad olan diplomatik manevralar dönemi kapanmisti. Emperyal ABD, en gelismis silâh sistemleri ve igne deliginden geçen mucize bombalariyla korkunç bir yikici güçtü ve tüm dünyayi
karsisina alsa bile kafasina koydugunu
yapacakti.
Ne var ki, eger niyet isgal edilen yerde kalici olmak ise, tarihten alinmasi gereken bazi
dersler vardi. Örnegin Ingiltere 1920 yilinda Iragi isgal etmis ancak, özellikle Sii savasçilarin direnisine dayanamayarak ülkeyi emanetçi
bir elitler takimina birakarak terk etmek zorunda kalmisti. Ruslar da 1980’lerde benzeri bir deneyimi Afganistan’da yasamisti. ABD tarafindan kiskirtilip desteklenen Afgan
mücahitler 1989 yilinda Sovyetleri iyice hirpaladiktan sonra ülkelerinden
çekilmeye mecbur etmislerdi. Bu is biraz da sekse benziyordu. çeri girmek kolay olabilirdi ama bir kere
girdikten sonra baslanan is bitirilmeliydi yoksa tüm çabalar bosa gitmis oluyordu. Öyle uzaktan kumandali, Nintendo oyunu benzeri saldirilarla is bitirilemiyordu. Isgaller genellikle isgal edilen yerde plânlanandan daha uzun süre kalmayi gerektiriyor, bu
durumda da topraga basan piyade postali (Boots on the ground) ile sayi üstünlügünün yerini hiçbir sey tutamiyordu. Pentagon bu gerçegi atlamis olmaliydi. Bagdat’ta yasanan tek tarafli kisacik savas sirasinda ABD’nin isin gerektirdigi sayinin çok altinda bir personel mevcuduyla Saddam sonrasi Iragi kisa süre içinde kontrol altina alma düsüncesi
iflas etmis, basi sonu belli olmayan bir gerilla savasinin
ortasina düsülmüstü. Afganistan’da da bunun benzeri olmus,
bitirildigi sanilan Taliban’dan dogan boslugu kisa süre içinde feodal savas agalari doldurmustu.
D. Rumsfeld’in Savunma Bakanligi yaptigi yedi küsur yillik dönemde müthis hizli
gelismeler yasanmis, Pentagon halkin suur odaginda, Vietnam’i bile gölgede birakacak bir yer edinmisti. Ordu, yeni askerî doktrinlerin “transformasyon” diye nitelendirdigi tarzda degistirilmis, gönüllülük esasina geçilmis, azalan
personel sayisi, manevra yetenegi yüksek, çok boyutlu silâhlarla
telâfi edilmeye çalisilmi?ti. Bu düzen içerisinde es zamanli
olarak girisilen iki savasta, o mucizevî silâhlar bile,
yeni doktrinleri hakli çikaracak boyutta basarilarin elde edilmesine yetmemisti. Elestirilerin merkezinde kalan Rumsfeld, artik daha büyük bir orduya gerek
duyulabileceginden bahsetmeye baslamisti.
BÖLÜM 16
PENTAGON;
ÖNCESINDE VE SONRASINDA
Usame bin Ladin, dünyanin önde gelen insaat sirketlerinden birinin sahibi olan Suudi Arabistan kökenli çok zengin bir
ailenin ogluydu. Afgan daglarini en modern is makineleriyle patlatip delerek içlerine kendisi ve yandaslari için nasil yasam alanlari, siginaklar, silâh depolari, kaçis tünelleri
yaptiysa, gökdelenleri en zayif noktalarinda vurup yerle bir etmenin
hesaplarini da fazla zorlanmadan yapabilmisti. ikiz
kuleler böyle yikilmis, Pentagon darbeyi böyle yemisti. Eger cesur yolcularin ve uçus personelinin direnisi olmasa 4. terör jeti de esas
hedefi olan Beyaz Saray’i benzer sekilde
yerle bir edecekti. Olmadi. Uçak ABD’nin kalbine saplanmak yerine yerdeki hiç
kimseye zarar vermeden ama içindeki dördü terörist 44 yolcunun canina mal
olacak sekilde Pennsylvania’da açik bir kömür ocagina çaktirildi.
Bu sembol yapilar nasil dis güçler
tarafindan hedef alindiysa, içerden de Pentagon’u sarsmayi hedefleyen biri
vardi: Donald Rumsfeld. Rumsfeld’in amaci, ABD’nin askerî yönetim merkezi olan
Pentagon’un isleyis biçimini tepeden tirnaga yeniden yapilandirmakti.
Binanin fiziki özellikleri de bu revizyona uygun hâle getirilecek bastan asagiya tadilât geçirecekti.
Soguk Savas yillarinda, Pentagon’un üniformalilari operasyonel plânlarin gelistirilmesinden, Savunma Bakanligina bagli sivilleri ise, Ulusal Güvenlik Konseyinin tavsiyeleri dogrultusunda olusan ve Baskan tarafindan belirlenen politikalari uygulamaktan sorumlu idiler. Bu
uygulama Vietnam savasiyla birlikte degisti, güç Pentagon’un sivillerine kaydi. Öyle ki, Baskan Johnson, kuvvet komutanlarini itekleyerek haritanin basina geçiyor, Vietnam’daki bombalanmasi gereken yerleri bizzat parmagiyla isaret ediyordu. ABD 1975 yilinda uzak dogudan
çekildiginde ordunun ve özellikle kara kuvvetlerinin iligi adeta bo?altilmisti.
Bush yönetimince sonradan Disisleri Bakanligina getirilecek olan Colin
Powell, Genel Kurmay Baskanligi sirasinda isleri tekrar sirazesine oturtmaya çalisti. Kendi adini alacak doktrine
göre bir savasa girilebilmesi için önce su
sorularin cevaplandirilmasi gerekliydi;
• Ulusal güvenligimiz tehdit altinda midir?
•Hedefimiz açik, net ve ele geçirilebilir bir hedef
midir?
• Operasyon Amerikan halki tarafindan desteklenmekte
midir?
Bu sorularin amaci çok açikti. Ordunun iligini emip bosaltanlar, McNamara gibi ideologlar, L. Johnson gibi amatör savas kurmaylari ve her iki kesimin sivil giyimli sabit fikirlileriydi. Bu
yüzden prensipleri ordu koymali ve gerek taktiksel gerekse stratejik seviyedeki
kararlar ordu tarafindan alinmaliydi. Siviller ise yasal çerçevede kalarak
siyasi politikalari belirlemeli, o politikalarin uygulanmasi tamamen
komutanlara birakilmaliydi.
Vietnam savasinin bir
mirasi olarak ortaya çikan bu ayirim, Pentagon’un sivil ve askerî sakinleri
arasindaki yeni sürtüsmelerin temelini teskil edecekti.
Askerî personel sayisinin iyice
azaldigini düsünen Powell ile Baskan Yardimcisi Cheney’in dünya
görüslerinin örtüsmedigi daha ilk günden belli olmustu.
Üniformasini asmis bir sivil olarak hükümetin yeni Disisleri Bakani olan bir kisinin savasa girmeye yönelik görüsleriyle baskan yardimcisininkiler uyum içerisinde degilse,
gelecek günler ciddi sürtüsmelere gebe demekti.
Powell, Pentagon üzerindeki etkisi, saygin ve
karizmatik kimligi ile agirligi olan bir sahsiyetti ve genel anlamda bir “sahin”
sayilamazdi. Pragmatik bir yapisi vardi. O’na göre düsmanin en hassas noktalarini belirler, bunlari bertaraf edeceginizden eminseniz saldirir, degilseniz
bekler, düsmanin zayif bir anini kollar, bu arada müttefikler edinir, uygun zaman
geldiginde saldirirdiniz. Powell asla Vietnam gibi bir bataga dalmak istemiyordu, iste bunun için hayatinda hiç
üniforma giymemis Cheney gibi savunma ideologlari ile yildizi barismiyordu. Eger Disisleri Bakani olarak kalacaksa, kabinede karsisina onu
dengeleyecek agirlikta birinin çikarilmasi gerekiyordu. Bu kisinin bir baska savas sahini Donald Rumsfeld olduguna karar verildi.
Bu, Rumsfeld’in ikinci kez Savunma Bakanligina getirilisi oluyordu. 1970’lerde, G. Ford
döneminde de Savunma Bakanligi yapmis, yardimciligina da ileride Baskan Bush’un yardimciligini yapacak olan Cheney adinda
bir genci getirmisti. Kaderin cilvesi onlari, bu kez farkli konumlarda ayni kabinede
tekrar bulusturmustu.
Rumsfeld, askerî doktrinler ve güç yapisina iliskin düsünce yapisi itibariyle, 2000 yilinin savunma kodamanlari tarafindan bu
göreve tam olarak uyum saglayabilecek bir adam olarak
görülüyordu. Bu sahinler arasinda tek çürük elma Powell idi.
Askerin tek amaci vardi: bir daha Vietnam benzeri
tuzaklara düsmemek. Bu da, kazanilmasi açik biçimde olasi gibi görünen mücadelelere
girmek yerine, ideolojik fantezilerini tatmin etmenin pesinde olanlari karar mekanizmalarinin disinda
tutmakla mümkün olabilirdi. Beyaz Saray’in isteklerinin yerine getirilebilmesi
için ise, askerî realiteleri göz ardi etmek gerekiyordu ki bu da,
üniformalilara göre Vietnam’daki hezimetin tek sorumlusu olan sivillerin,
savunma bakanligindaki kontrolü ele almalari demekti.
Sahin takimi, Savunma Bakan Yardimciligina P.
Wolfowitz’in getirilmesiyle tamamlandi. O da ordunun
personel sayisinin %40 dolaylarinda azaltilmasini, teknolojik yapisinin
güçlendirilmesini, manevra kabiliyeti ve vurucu gücü yüksek bir düzen
içerisinde “Preemptive Warfare5 = Önleyici Savas” prensiplerini savunuyordu. O’na
göre, ABD’nin 21. yüzyilda kendine saglam bir yer
edinebilmesi için Orta Dogu’daki statüko degismeli, bunun için de Saddam devrilmeliydi. Pentagon ise savunmaci bir
yaklasimla, sadece bu ileri teknoloji ürünü silâhlar ve sibernetik savas yöntemleriyle savaslarin kazanilamayacagini, bu uygulamalarin iyice egitilmis güçlü bir kara ordusuyla desteklenmesi gerektigini söylüyordu. Fütüristik savas yöntemleriyle Irak komuta merkezlerini devre disi
birakmak fazla zor olmasa gerekti ama esas önemli olan halkin gönlünü kazanarak
orada kalici olmakti.
Pentagon görüslerini
kabul ettiremiyordu çünkü güç sivillere geçmis, patron
da Rumsfeld olmustu. 11 Eylül sendromundan kurtulamamis olan
Amerikan halkinin nezdinde yeni patronun sahin tavirlari destek görüyordu. Bir Rumsfeld projesi olan Iraga saldiri fikrine, kabinede tek karsi çikan Powell oldu. Powell’e göre uçakli terör saldirilarini El-Kaide düzenlenmisti, karargâhlari da Afganistan’da idi, su halde öncelikli hedef orasi olmaliydi, Irak bekleyebilirdi. Bu öneri dikkate alinmadi. Irak kolay hedefti, savunma mekanizmalari da önceki savas sirasinda zaten perisan edilmisti, üstelik El-Kaide ile irtibatta bulunduklari ve kitle imha silâhlari imal etmekte olduklari yolunda istihbarat bilgileri geliyordu. Ilk hedef Afganistan olabilirdi ama hemen ardindan Iraga girilmeliydi. Öyle de oldu. Önce Hindikus daglari bombalarla un ufak edildi, teröristler savasçilar gibi degil, deliklerine gizlenmis hamam böcekleri misali öldürüldü, sonra Bagdat çag ötesi, uzaydan kumandali silâhlar ve sadece üç bes bölük askerle, haftalar içinde ele geçirildi. Haziran 2003’e gelindiginde Amerikan yönetimi tüm zamanlarin en zalim iki rejiminin bertaraf edildigini açiklayarak zaferini ilan ediyordu.
_________________________________________
ABD ordusunda yürürlüge konulan “degisim” sayesinde bir basari elde edilmisti ama operasyonun, Iraga vaad edilen özgürlügü getirdigi çok kuskuluydu. Üstelik, çok geçmeden, Bagdat’in, Necef’in, Felluce’nin, huzursuz arka sokaklariyla birlikte Pentagon’un da üzerine Vietnam sendromunun kalin gölgelerini düsürecek gelismeler yasanmaya baslamisti bile.
5
Preemptive Warfare- Önleyici Savas: Bir saldiri veya isgali önlemek amaciyla, olayin
gerçeklesmesini beklemeden stratejik anlamda ön almak için baslatilan savas.
_______________________________________________________________________
BÖLÜM 17
BÜTÇE
SAVASLARI
Vietnam savasinin travmatik etkileri Amerikan
halki ve ordusunun üzerinde hâlâ sürmektedir. 1975’deki mahcubiyet verici geri
çekilme sonrasinda Vietnam Sendromu, Pentagon yönetim kademelerine bir virüs
gibi yerlesmis, adeta sistemik bir duruma gelmis ve su deyisi üretmistir: “Vietnam? Bir daha asla!” Pentagon’daki ruh hâlinin böyle olmasina
ragmen, ordunun küçülmesi, modernize edilmesi, masraflarin kisilmasi,
kisaca toptanci bir anlayisla “Degisim” sürecine sokulmasi, Bakan Rumsfeld ve onun atadigi, ayni görüsleri paylasan Genel Kurmay Baskani R. Myers’in öncelikler
listesinin basindaydi. Etkinlik ve fayda/maliyet hesaplari konusunda Pentagon’un
kendisine bir çeki düzen vermesi gerekliligini
Myers, çok sevdigi su örnekle anlatip duruyordu; hesapça NASA, astronotlarin uzayda
yerçekimsiz bir ortamda kullanabilmesi için çok özel bir kalem gelistirmek adina milyarlarca dolarlik Ar-Ge harcamasi yapmis ama sonuçta üretilen kalemler neredeyse hiç kullanilmamisti.
ABD savunma bütçesi, küresel rakiplerin ve müttefiklerin bütçelerinin
toplamindan bile fazlaydi. Bu harcamalarin, Sovyet imparatorlugunun yikilmasini hizlandirdigi,
savunma sektörünü kalkindirdigi ve ülkedeki ekonomik büyümeye
katkida bulundugu yadsinamazdi ama Federal bütçe açiklarini da tarihin hiçbir döneminde
olmadigi kadar arttirdigi göz ardi edilemezdi. Bu nedenle
Kongre, artik frene basma zamaninin geldigine
hükmetti.
Tek konu yeni satin almalardan ibaret degildi.
Kamyon, uçak, tank türünden savas araçlarinin iyice eskimis olmalari nedeniyle bakim
masraflari da olagan üstü boyutlarda artiyordu. Savunma Bakanligi, ömrünü tamamlamis ve çag disi kalmak üzere olan teçhizata bakim parasi ödemekten yenilerini almaya
tahsisat ayiramaz duruma gelmisti. Pentagon bir fasit dairenin
içine girmis veya geç bir sorun yaratacak
dinamik bir degisim içindeki dünya sartlarina hazir olma konusunda
duraganlasmisti.
Yeni programlarin finanse edilebilmesi için
masraflarin kisilmasi geregi üzerinde tüm kesimler uzlasiyordu. Ama Savunma Bakanligini
bekleyen büyük sorun bunun nasil ve nereden kesilerek yapilacagiydi. Pentagon bütçelerinde ardi ardina yapilan kisintilar,
modernizasyonun uygulanabilmesinin önünde büyük bir engel olarak durmaktaydi. Rumsfeld göreve geldiginde, Pentagon koridorlarinda,
savunma mekanizmasinda bir bozukluk oldugu ama
arizanin ordudan degil, askerî muhasebe
sistemlerinden kaynaklandigi konusuluyordu.
BÖLÜM 18
TEHDIDIN CIDDIYETI
Bütçe konusundaki çekismeler, Irak Savasi öncesinde Pentagon’un en önde gelen endise kaynagiydi. Bu olumsuzlugun üzerine Teröre Karsi Savas seferberligi gelince öncelik sirasi degisti.
2001 yilinda George W. Bush (ogul)
yönetimi göreve geldiginde, bütçe reformunun anlami on
yil öncesine göre çok farkliydi. Önceki dönemlerde reform demek, Soguk Savas sonrasi rehavetin etkisiyle yag baglayan göbeklerin eritilmesi amaciyla savunma sektörüne daha az para
pompalamak demekti. Simdi ise reform kavramindan,
Pentagon’u büzmek degil, savunmaya ayrilan paradan
nasil daha etkin
biçimde faydalanilabilecegi anlasiliyor.
Kuvvet komutanlari prensip olarak bütçe reformlarina karsi degildi ama is kendi alanlarindan kisinti yapmaya gelince homurtular hemen basliyordu. Bu reformlar, bazi programlarin iptal edilmesi demekti, bu da
daha az top, tüfek, tank, daha az personel anlamina geliyordu. Daha ötesi, ordunun
bir gücünden esirgenen para, günün degisen sartlarina, siyasi konjonktüre, ahbap çavus iliskileri sonucunda degisen
rüzgârlara göre, bir baska gücüne aktarilabiliyor bu da
kiskançliklari körüklüyordu. Tüm bunlara ragmen
tepedekilerin kararli oldugu, Rumsfeld’in göreve gelir
gelmez kuvvet komutanlarina gönderdigi bir
tamimden anlasildi. Buna göre, performans standartlarinin belirlenmesi,
eylem/maliyet/sonuç analizlerinin yapilmasi isteniyordu. Anlasilan, reform programlarinin yönünü belirleyecek olan kararlar, savas meydanlarinin verilerine göre degil,
toplanti salonu manevralarinin sonucuna göre sekillenecekti.
Özellikle Reagan dönemindeki silâhlanma yarisi sirasinda, savunmaya harcanan para, saglik, egitim, dogal kaynaklar, tarim, enerji, ulasim ve çevre
koruma, sektörlerinin tamamina harcanan paranin %50 üzerine çikmis, savunma sanayi, ulusal sanayi ortalamasinin üç misli üzerinde büyümüstü. Büyük savunma müteahhitlerinin ve onlarin lobicilerinin arka
odalarda çevirdigi dolaplarla alinip verilen rüsvetler
konusu ayyuka çikmisti. Ama Sovyetleri silâh yarisinda tartismasiz biçimde alasagi etmek
adina her sey mubahti. Pentagon’un bir tuvalet kapagi için
600 $, bir pense için 2.000 $ ödedigi, görev
masraflari kapsaminda kuruma is yapan müteahhitlerin golf kulübü
aidatlarinin, çocuklarinin kres masraflarinin karsilandigi magazin basininin gündeminden düsmüyordu.
C-5A nakliye uçaklarina monte edilen kahve makinelerinin tanesine 7.400 $
ödenmisti çünkü hava kuvvetlerinin alim sartnamesi
bu makinelerin, uçagin düsmesi halinde dahi saglam ve çalisir vaziyette kalacak sekilde imal edilmelerini sart kosuyordu. Buna benzer yiginla mini skandal basina malzeme
oluyordu ama esas parayi götüren büyük sirketlerdi dogal olarak. Dönemin Savunma Bakani
C. Weinberger, yolsuzluklarin önlenmesi için her tedbirin alinacagini, ancak ortada böylesine ciddi bir tehdit (Sovyetler) varken, Kongre’nin
savunma bütçelerinden tek dolar dahi kismasinin “yapilabilecek en tehlikeli
uygulama” olacagini söylüyordu.
Pentagon’a en çok mal satan 100 sirketten,
aralarinda General Electric gibi ünlülerin de bulundugu 50 tanesi, bir biçimde yolsuzluga bulasmisti. 1985 yilinda, Adalet Bakanligi
Yolsuzluklari Inceleme Komisyonu kararlari geregi
bunlardan birçogu ya geçici olarak ihalelerden men edildi, ya da ödenekleri kesildi. Bu
arada Pentagon’un bütçelerde yeri bulunmayan tam 4 milyar dolarlik bir örtülü
ödenege sahip oldugu da siradan bir denetleme
esnasinda tesadüfen ortaya çikarildi. Ama Savunma Bakanligi için yapilan bu ölçüsüz ve anlamsiz harcamalarin sonunu, Kongre ve
Adalet Bakanliginin incelemelerinden ziyade Sovyetlerin çökmesi getirmisti.
BÖLÜM 19
SAVAS TANRILARININ ARASINDA YER ALMAK
1975 yilinda yapilan Muhhamed Ali – Joe Frazier arasindaki 14 raundluk
boks maçi sonunda yedigi yumruklarin etkisiyle iyice
sersemleyen ama müsabakadan galip ayrilan Ali’nin durumu, ABD’nin Soguk Savas sonrasindaki durumuna benziyordu. Amerika, 3. Dünya Savasini aratmayan haller yasamis, iyice
hirpalanmis ama Sovyetleri yenmeyi basarmisti. Buna ragmen, bilinmeliydi ki ABD, yarinin savaslarini
bugünün doktrin ve yöntemleriyle kazanamazdi, bir “degisim” sartti. Bu degisim ABD’nin
dünyanin tek süper gücü, dolayisiyla egemeni olma seklindeki yeni rolünü perçinleyecek mahiyette olmaliydi. Nükleer
silâhlarin karsilikli olarak %30 azaltilmasi, kitlesel imha silâhlari kapsamindaki
biyolojik ve kimyasal silâhlari azaltip, bunlarin gelistirilmelerine dönük projelerin durdurulmasi yönünde Sovyetlerle bir
mutabakat saglanmisken ABD, bir dünya hegemonu olma firsatini tepemezdi. Öte yandan,
ordunun teknolojik açidan güçlendirilirken fiziki olarak (personel sayisi,
yabaci üsler, demode mühimmat gibi) küçültülmesine yönelik plânlar
yapilmaktaydi. Bu plânlarda “Önleyici Savas” diye
bir kavramdan söz edilmekteydi. Buna göre ABD, dünyadaki bütün yanlislari düzeltecek bir jandarma olma sorumlulugunu üstlenemezdi. Sadece kendisinin ve müttefiklerinin güvenligini tehdit eden veya uluslararasi düzeni ciddi biçimde bozacak gelismeleri, seçici bir anlayisla saptar
ve yine kendi belirleyecegi zaman ve yöntemlerle bunlara
müdahale ederdi.
Uluslararasi savunma çevreleri ve NATO’dan gelen sinyaller de, iyi huylu
olmasi kaydiyla ABD’nin imparatorluk benzeri bir tutum içerisinde olmasinin,
küresel güvenlik açisindan dünyanin hayrina olacagi
fikrinin desteklendigini gösteriyordu. Dünya, Soguk Savasin bitmesiyle degisen
dengelerin yarattigi depremin kirdigi fay hatti boyunca dagilmaktaydi. Ana bünyeden kopan yeni devletler birden bire nükleer
cephanelik sahibi hâline gelmis, haydut uluslar ise bu parsadan
pay almak için kendi aralarinda bir rekabete girismislerdi. Bu yeni durumda Ukrayna bile, ABD ve Rusya’dan sonra üçüncü büyük
nükleer güç hâline gelmisti. Ukrayna 1990 yilinda, bu
gücünü devre disi birakip imha etmenin karsiliginda ABD’den 2,8 milyar dolar talep etmisti. Bu santaj yetmezmis gibi, organize suç sebekeleri ve savas agalari,
bir zamanlar Sovyetler Birligi olan topraklarda defacto
hükümetler olusturmaya baslamis, eski Sovyet askerî birliklerini özel ordulari gibi kullanmaya baslamislardi. Delik desik olmus sinirlardan ne kadar nükleer malzemenin, kimlerin eline geçtigi belli bile degildi. Bu açidan bakildiginda ABD’nin bir dünya egemeni olma biçimindeki yeni rolü, ülkenin basina gelmis bir belâ olmaktan ziyade insanliga sunulmus bir nimet gibi görünmekteydi.
Böyle bir ortamda Bush (baba) yönetimi Kongrenin, ABD Savunma
Politikalari plân taslagi çerçevesinde daha da kapsamli
kisitlamalari öngören baskilarina karsi
çikiyor, güç kaybinin Irak gibi kötü aktörleri cesaretlendirecegini savunuyordu. Tahsisatlar arttirilmali, asker sayisi 1,6 milyon
olmaliydi. Bölgesel dogal kaynaklarin demokratik olmayan
güçler tarafindan kontrol edilmesi ABD açisindan ciddi bir tehditti ve bu bakimdan “Önleyici Savas” prensipleri dogrultusunda eyleme geçme yetkisi
yönetimin elinde bulunmaliydi.
Bazi yumusatmalarin metne eklenmesiyle nihai plân taslaginda Pentagon’un söyle bir tutum almasi öngörüldü:
Bölgesel istikrarin saglanmasi için hegemonik baskilar
veya BM müdahaleleri yerine öncelikle isbirligi ve ittifaklara dayali girisimler
tercih edilmeliydi. Yani ABD, primus inter pares (esitler arasinda birinci) rolünü sürdürecek, müttefiklerle koalisyonlar
kurabilecek, dünyanin hizla degisen sartlarina intibak edebilmek için askerî hazirliklarina devam edecekti.
Kisacasi, ABD, Pax Americana’yi korumak adina, baris ruhunu temsilen elinde bir zeytin daliyla savas tanrilari arasindaki yerini alacakti.
Irak / Çöl Firtinasi operasyonu ABD’nin esitler
arasinda tartismasiz biçimde birinci oldugunun
sinanip kanitlandigi bir ortam oldu. Sovyetler tarafindan egitilip
donatilan Irak ordusu, kisa sürede perisan
edildi. Yüksek manevra yetenegi olan, ileri teknoloji ile
desteklenmis, görece az sayida askerle neler yapilabilecegi kanitlanmis, savunma sektörü ve Savunma
Bakanliginin gönülsüzlügüne ragmen orduda “Transformation= Degisim”in önü açilmisti.
BÖLÜM 20
DEGISIM
D. Rumsfeld için 2001 yili gündeminin ilk maddesi, asagidaki öneri ve düsüncelerle sekillenmesi öngörülen “Degisim”i gerçeklestirmekti.
• Soguk Savas sürecinde uygulanan ve düsmanin
yayilmasini önlemeye (containment) dönük politikalarin modasi geçmistir.
• Öncelik anavatanin savunmasidir,
bunu yapacak olan Savunma Bakanligidir.
Savunma, daha genis bir kavram olan “Ulusal Streteji”nin unsurlarindan sadece biridir.
•Gelecegin Savasçilari (Army After Next) anlayisi
uygulanmalidir (Büyük birliklerin vurucu gücüne veya fazlasina sahip daha küçük
birlik yapisi).
•Vakit geçirilmeden Soguk Savas alt yapisi küçültülmeli veya tamamen devre disi birakilmalidir (örnegin, sirf Sovyet zirhli
birliklerinin yok edilmesi amaciyla tasarlanmis Commanche helikopterleri projesi ve benzerleri rafa kaldirilmalidir).
•Tedarik süreçleri ve
formaliteleri yeniden yapilandirilmali, plânlama, programlama ve bütçelendirme
mekanizmalari revize edilmelidir.
•Bilgi alaninda üstünlüge, hiz ve yüksek harekât yetenegine,
uyumlu isbirligine, askerî gücün dünyanin uzak köselerine
hizla yansitilabilmesi yeteneklerine özel önem verilmelidir.
Savunma Bakanligi hiyerarsisinin tepesinde, bakanin hemen altinda bir bakan yardimcisi bulunur. Bu
üst seviye ile biri politikadan, digeri
tedarikten sorumlu iki müstesarin arasindaki kademede, idari
sekreterya vardir. Bu makam, Pentagon’un yönetiminde kilit önemdedir. Gazete
haberleri genellikle yönetimin politika kanadindan çikar ama dananin kuyrugunun koptugu yer islerin tedarik kanadidir. Paralar burada kazanilir, el degistirir. Pentagon sadece muazzam çapta alimlarin yapildigi bir yer olmayip hem yerel, hem uluslararasi piyasalara yapilan silâh
satislarinda söz sahibi olan bir yetki merkezidir. Bu satislar, devasa faturali uçak, tank, gemi, denizalti gibi araçlarla ilgili
olabildigi gibi, gerek baris, gerekse savas zamanlarinda kullanilabilecek türden, vücut koruyucu zirh
donanimlarindan tutun, savas ve egitim simülasyon yazilimlarina kadar her seyi
içerir. Savunma Bakanligi gündemini de en çok bu akçeli isler doldurur. O kadar ki, alim/satim6 islerinin, uygulanan politikalarin güdümünde olmadigi aksine politikalarin tedarik islerine
göre olusturuldugu yaygin bir inanistir. Akip giden tarihin herhangi
bir aninda politikacilarin, durmadan degisen savas ve baris rüzgârlarina göre silâhli kuvvetleri hangi maksatla kullanacagini da, eldeki nükleer ve konvansiyonel silâh envanteri belirler.
11 Eylül saldirilarinin hemen öncesinde Rumsfeld Savunma Bakanligindaki degisim ve modernizasyon girisimlerinin odagina “Tedarik Muammasi” ve “Bütçe Revizyonu” kavramlarini oturtmustu. Teskilâtin muhasebe yapisinin on yillardan beri iyi islemedigi herkes tarafindan bilinmekteydi. 10 Eylül 2001’de Rumsfeld israfa karsi savas açti.
Yabanci ülkelere askerî malzeme satislari
(FMS:Foreign Military Sales) yaklasik 10
milyar dolarlik bir hacimle, savunma finansmaninin ana kaynaklarindan biriydi
ama bu satislar, biktirici bürokratik islemlere
(teklif ve kabul mektuplari, ihracat lisansi, son kullanici sertifikasi vs.)
tabiydi. Bürokrasiden yilan yabanci alicilar, FMS formalitelerinin etrafindan
dolasip dogrudan üreticilerle ticaret yapmaya baslamislardi. Gerçi yabanci devletlerin Bakanligin onayi
olmaksizin sektörden dogrudan alabilecekleri malzeme türü
kisitliydi ama yine de sahra mutfaklari, agir
kamyonlar gibi yüzlerce cins donanim ve yazilim, FMS sistemine bulasmadan, araci sirketler vasitasiyla üreticiden
alinabiliyordu. Bakanlik da bu yüzden milyarlarca dolarlik gelir kaybina ugruyordu, bu da israfin bir türüydü. Yine “israfa karsi savas” kapsaminda bir kismi Ar-Ge asamasinda
olan bir kismi ise üretim asamasina gelmis olan birçok proje çöpe atildi.
11 Eylül saldirilari öncesinde Pentagon böyle islerle bogusurken saldiri sonrasi islerin rengi tamamen degisti. Bakanlik Kongreden 40 milyar dolarlik ek ödenek talep etti ve aldi.
Afganistan’da operasyonlar basladi ve Ser Ekseni’nin bir baska kalesi olan Irak’a yönelik
savas hazirliklari devreye girdi.
BÖLÜM 21
EMIR
KOMUTA ZINCIRI TEHDIT ALTINDA
11 Eylül’de meydana gelen malum saldirilar sonucunda Pentagon’da sadece
yasamlar yitirilmemis, emir komuta zincirinde
kopukluklar yasanmasi tehdidi bas göstermisti. Böyle bir ruh hâline, Pearl Harbor olayi sonrasinda bile girilmemisti. Her ne kadar Kongre, örgütü onurlandirmamak adina El-Kaide’ye resmen
savas açmadi ise de saldiri sonrasi yapilanlar, Soguk Savas sirasinda olasi bir sürpriz nükleer saldiri halinde devlet
mekanizmasinin isleyisinde aksama meydana gelmemesi için plânlanan tedbirlerle benzesiyordu. Ilk tedbir, Beyaz Saray’in, Kongre’nin ve Savunma Bakanliginin liderlik kadrosunu yeri açiklanmayan güvenli bir mekâna tasimak oldu. Roosevelt’in de bu kapsamda Washington yönetim merkezlerine
yakin yerlerde yer altina “Shangri-la” takma adiyla taninan tüneller sistemi
yaptirdigi hatirlardadir. Pentagon’un alternatif komuta merkezi, baskentin yaklasik 100 km kuzeyindeki Raven Rock
daginin altindadir. Topraga gömülü monoblok çelik yapi,
muazzam yaylarin üzerine oturtulmustur ve
içerisinde hastane dâhil her türlü olanak bulunur. Beyaz Saray’in altinda da
böyle bir siginak mevcuttur. Bu tesislerin, Afganistan’in bombalanmasi sirasinda karsi saldiri ihtimaline karsi bir tedbir olarak kullanildigi biliniyor. CIA tahminlerine göre dünyada muhtelif yönetimlere ait 10
bin civarinda yeralti yönetim merkezi bulunmaktadir. Bagdat sokaklarinin altidakilerle Afgan daglarindakiler
de bu sayiya dâhildir.
______________________________________________
6 Pentagon terminolojisinde alim/satim islerine bir bütün olarak “Tedarik”
deniliyor.
________________________________________________________________________
Denilebilir ki, Pentagon’un 21. yüzyil savas öngörülerine iliskin ilk uygulamalari buna benzer
siginaklari yok etmek maksadiyla gerçeklestirilmistir.
Uzaya konuslandirilmis kesif uydulari yardimiyla, es zamanli
görüntü teknolojisi sayesinde insansiz hava araçlari ve hassas güdümlü beton
delen füzeler, uygulamanin ilk örnekleri olarak bu siginaklari vurmustu.
Bu kitabin amaci, Afganistan ve Irak savaslarinin
derin bir analizini yapmak degildir elbette ancak Pentagon’un
tarihi, ABD’nin karistigi savaslarin tarihini de kapsar. Bu bakimdan Pentagon’un hikâyesini anlatirken,
Soguk Savasin bitiminden itibaren Amerikan savunma politikalarinin ve baskanlik yetkilerinin nasil bir evrim geçirdigine deginmekte yarar var. Daha önce de deginildigi gibi, yapisal degisim
inisiyatifi, ABD’nin Soguk Savastan sonra, siyasi, ekonomik ve askerî anlamlarda dünyada kalan tek süper
güç oldugu algisina dayanir. ABD, tarihi bir misyon yüklenmistir ve bu misyon, bazi sorumluluklari da beraberinde getirmistir.
Clinton ve Bush yönetimlerinin stratejik misyon anlayislari arasinda bazi farklar vardi. Bunlarin arasinda en belirgini, hangi sartlarin (ne zaman, nerede, nasil ve neden) ABD’nin dogrudan müdahalesini gerekli kildigina iliskin olanidir. Örnegin Clinton, soykirimi da içeren
Yugoslavya olaylari sirasinda büyük sayidaki ABD kara güçlerini savasa sokmaktan kaçinmis, ittifaklar kurarak BM kararlari
çerçevesinde bir müdahaleyi tercih etmisti. Oysa
Bush, Irak konusunda çok farkli bir durus sergiledi. Bu farkliligin temel nedenlerinden birinin 11
Eylül soku oldugu söylenebilir. Bu deneyimi yasamis hangi baskan olursa olsun, elinde kitle imha silâhlari oldugu iddia edilen (dogru veya yanlis) Saddam gibi bir tirana karsi daha
kapsamli bir müdahaleye girerdi. Tartismalar ise
misyonun stratejik derinligi üzerine olurdu; ABD nereye
kadar ilerlemeli, ne süreyle kalmayi plânlamali, amaçlari neyi kapsamali gibi…
Savas ilânina iliskin baskanin kisisel yetkilerine gelince; Anayasa’nin bu konuya bakisi muglâktir. Askerî eylem kararlari, Beyaz Saray ile Kongrenin müstereken almasi gereken kararlardandir. Ancak Baskanlar buna ragmen, sözü edilen muglâkliktan yararlanarak, Bas Komutan sifatlariyla
bu tip kararlarin, görevlerinin dogasinda
bulundugu gerekçesini öne sürerek yetkilerini sonuna kadar kullanmaktan
çekinmemislerdir. Baskanlarin, geçmisten bu yana “görevin dogasi icabi” teorisi dogrultusundaki tutumlari, herhangi
bir yasal islem konusu da olmamistir. Baskanlar savas ilâni yetkilerini adeta paralel bir “Görünmez Anayasa”dan
almaktadirlar.
ABD’nin tek egemen güç oldugu
yolundaki misyon algisi, Rumsfeld’in reformdan geçmis küçük/hizli/teknolojik/kahredici ordu kavrami birlesince, Irak bu teorilerin hayata geçirilecegi bir
meydan olarak ortaya çikti.
11 Eylül sonrasinin dünyasinda, Saddam’in hâlâ iktidarda olmasi, Orta Dogu’nun köktendinci ordularla terör virüsünün kolaylikla üreyebilecegi bir alan hâline gelmesi, yozlasmanin bu
bölgelerde kurumsallasmasi, çöl kumlarinin altindaki
hazinenin bu olumsuzluklari sonsuz mâli kaynaklarla desteklemesi, Beyaz Saray’in sahin takimi için yeterli savas nedeni
(casus belli) idi. Kitle imha silâhlari ve demokrasi için herhangi bir yakarisi olmayan Irak halkina bu faziletli rejimin getirilmesi, isin bahanesini olusturdu. Amerikan halki, ülkeyi
savasa sürüklemekte olan Baskanini destekliyordu çünkü Baskan bunu, ülkesinin basina gelebilecek olasi daha büyük
felaketlerden korumak için yapiyordu. ABD adina, sartlarin
geregini yerine getirebilecek kararlilikta baska bir
güç de yoktu. Eger plân isler, savas kisa zamanda, az insan kaybi ve düsük bir
maliyetle kazanilabilirse ulusu bayragin
altinda bütünlestirmek mümkün olurdu aksi halde, Kore ve Vietnam savaslari nasil o devrin yöneticilerinin basini
yediyse, sahinlerin de isi zorlasirdi.
Savas öncesi, is dünyasindan gelmis ve “daha aziyla, daha fazlasini”
yapmayi siar edinmis sivil kesimle askerî kesim arasinda tartismalar yasandi. Asker, yeni savas yöntemleriyle hedeflerin ele
geçirilebilecegini ama isgal edilen topraklara fiilen ayak basan yeterli sayida asker postali
(Boots on the ground) olmazsa, bu hedeflerin elde tutulamayacagini savunuyordu. Artik bir kabine üyesi olan eski Genel Kurmay Baskani Powell’da askerler gibi düsünüyor ve
Cheney/Rumsfeld takimina ters düsüyordu.
Bu ordu uzun süreli operasyonlara göre yapilanmamisti, ordudan gücünün ötesinde isler
beklenmemeliydi. Diger yandan Powell, Saddam’in kitle
imha silâhlarina sahip oldugundan ve El-Kaide ile iliskili bulundugundan emin degildi ama yine de yönetimin gerekçelerine boyun egip Beyaz Saray’in görüslerini, savasin hemen öncesinde BM Genel Kurulu’nda dile getirdi. ABD ortada bu süpheler varken “bekle gör” politikasi uygulayamazdi. Artik karar ani
gelmisti. Rumsfeld, önceki Çöl Firtinasi operasyonunun basarisini emsal gösterdi ve gerçeklestirilen
reformlarla bu isin halledilebilecegine olan inancini söyle dile getirdi: “Bu isi bana birakin, tüm sorumlulugu yükleniyorum”. Böylece Savunma Bakanligi,
sürecin basindan sonuna kadar tüm asamalarini kontrolüne almis oluyordu.
Kitabin sonuna yaklastik. Simdi Irak, Afganistan ve Afrika’daki çatismalari
bir an için arka plâna atalim ve “Bina”yi konusalim.
Sözü edilen çatismalar hâlâ sürüyor olsa da, bunlar 21. yüzyilin ilk bölgesel çatismalari olma yönleriyle Pentagon biyografisinin önemli kilometre taslaridir.
Rumsfeld Savunma Bakanligi görevini 2001’de aldi ve 2006
yilinda istifa ederek nöbeti R. Gates’e devretti. Kendisinden, ABD’nin gördügü en iyi Savunma Bakani olarak da söz edildi, en kötüsü olarak da. Ama
2004 yilinda görevi basindayken, Irak’taki hizli bir isgalin, hizli bir geçis dönemine evrilecegini, sonrasinda da fazla sikinti yasanmadan
yönetimin yerel demokratik güçlere teslim edilecegini
söylemisti. Bunun bir hayâlperestlik oldugu anlasildi. Irak’taki savasçi Sünni direnisi sadece gönüllülerden olusan
Amerikan ordusunu zorlamakla kalmamis, hem
ülkenin hem de NATO müttefiklerinin dünyanin baska
yerlerinde karsilasabilecekleri tehditlere cevap verme yetenegini
zayiflatmisti.
Yeni Bakan Gates simdi, askerî reform ve degisim hareketinin temel prensiplerini, günün sartlari
çerçevesinde yeniden degerlendirmek durumundaydi. Kara
birliklerinin sayisini arttirmak için mecburi askerlige dönüs kaçinilmaz gibi görünüyordu. Gerekli fonlar, Hayalet Uçak (Stealth)
benzeri yüksek teknolojili projelerden kisilarak karsilanabilirdi. Her ne ise, “Gelecekçiler” ile “Gelenekçiler” arasindaki
askerî doktrin savaslarinin henüz noktalanmamis oldugu kesindi.
Bitmedigi kesin olan bir sey de, Soguk Savas sonrasi ortaya çikan istikrarsizliklar ve Rusya’nin yeniden süper güç
olma yolundaki hamleleridir. Rusya, NATO’nun kendi egemenlik cografyasi oldugunu varsaydigi topraklari tehdit eder biçimde yayilmasindan ve füze savunma
sistemlerinin Polonya ve Çek Cumhuriyetine yerlestirilmesinden
rahatsiz olmustu. Bunu, Soguk Savas günlerine dönüsün isareti olarak görüyor ve dikleniyordu. Bu diklenmenin arakasinda da söyle bir algi vardi: ABD, Vietnam sendromuna benzer bir Irak sendromuna
girmistir. Çok kan kaybetmis, savasma istahi da kalmamistir. Avrupa’daki güçlerini de
ciddi biçimde azaltmis olmasi, yasli kitadaki NATO üyesi ülkeleri ABD desteginden
mahrum birakmaktadir. Bu durumda, yükselen bir güç olan Rusya’nin Avrupa
topraklari üzerindeki emellerini gerçeklestirmek
için önünde ciddi bir engel kalmamistir. ABD
ordusu, reel gücünün üzerine çikan bir zorlama içerisindedir. Iran veya Kuzey Kore ile
bir çatisma esigine gelirse bunu göze alabilecegi süphelidir. Alirsa, bu kez, icabi hâlinde NATO müttefiklerinin yardimina
kosamaz.
Rusya’nin algilamalari böyle degisip sekilleniyor olabilir ama ABD’nin basina hangi
baskan gelirse gelsin, savunma politikalari ve ideolojileri nasil olursa
olsun bir tek seyin degismeyecegi kesindir: ABD var olmayi sürdürdükçe “B NA”, Birlesik Devletlerin savas plânlarini yapip uygulamaya,
ülkeyi çekip çevirmeye devam edecektir.................