---------------------------
GIRIS
Beyin bilimi önemlidir.
Kafatasinin içinde bulunan tuhaf bilgisayimsal malzeme, dünyada yolumuzu
bulurken yararlandigimiz
algisal düzenegin,
kararlarimizi olusturan ya
da hayal gücümüze kaynak olan maddenin ta kendisidir. Hem düslerimize hem de günlük yasantimiza biçim veren,
beynin birbirleriyle sürekli i1etisim halindeki milyarlarca hücresidir.
Beyinle ilgili daha saglam bir kavrayis ise, kisisel iliskilerimiz ve toplumsal
ilkelerimizin merkezindeki deger
yargilarimiza ve buna paralel olarak nasil mücadele ettigimiz, birilerini neden
sevdigimiz, dogru kabul ettiklerimiz, egitim anlayisimiz, daha iyi bir
toplumsal politikayi nasil biçimlendirecegimiz gibi konulara isik tutar. Türümüzün tarihi ve gelecegi, -beynin mikroskobik ölçekteki devrelerine kazinmistir.
Beynin, yasamimizda oynadigi merkezi rolden yola
çikarak, toplumun beyin hakkinda neden bu kadar az konustugunu, neden onun yerine
yayin organlarini ünlülerle ilgili dedikodular-ve reality show'larla
doldurmayi yegledigini merak edip dururdum.
Ama artik beyinle ilgili bu kayitsizligin, bir ihmalden çok bir ipucu olarak ele alinabilecegini düsünüyorum: Kendi gerçekligimiz içine öylesine
hapsolmus durumdayiz
ki, tutsakligimizin
farkina varmamiz bile son derece güçlesmis durumda.
Ilk bakista, üzerinde
konusacak sey varmis gibi görünmüyor
gerçekten de... Dis dünyada
renkler elbette var. Bellegim
elbette bir video kamera gibi isliyor. Inançlarimin gerçek
nedenlerini elbette biliyorum.
Kitabin sayfalarinda, iste bütün bu
varsayimlarimiza isik
tutmayi hedefledim. Kitabi yazarken gözettigim nokta ise, daha derin
bir sorgulama düzeyini yakalayabilmek adina, ders kitabi kaliplarinin disina çikmak oldu.
Bu proje bir anlamda,
akademik literatür ile, beyin sahibi canlilar olarak sürdürdügümüz yasam arasinda bir bag kurma çabasidir.
Milyarlarca beyin hücresi
ve birbirleriyle kurduklari trilyonlarca baglantidan olusan sonsuz
yogunluktaki
bu agin
içinde, görmeyi belki de hiç beklemediginiz bir seyi
bulabileceginizi
umuyorum: KENDINIZI!
BEN KIMIM?
Nöral açidan bakildiginda kim oldugunuz, nerede bulunmus ve neler yapmis oldugunuza baglidir. Beyniniz yorulmak
bilmeden biçim degistirir ve sahip oldugu devreler sistemini
sürekli olarak yeniden kurar. Deneyimleriniz benzersiz oldugundan, beyninizdeki nöral aglarin içerdigi genis ve ayrintili örüntüler
de benzersizdir. Beyniniz yasaminiz
boyunca degismeye devam edeceginden, kimliginiz de aslinda yer degistiren bir hedeften
farksizdir; nihai varis noktasi
yoktur.
Düsünce ve düslerimizin, anilarimiz ve
deneyimlerimizin tümü bu tuhaf nöral dokudan dogar. Kimligimiz, beynin çaprasik ektrokimyasal ateslenme örüntülerinde
saklidir. Bu etkinliklerin sonlanmasi, bizim de sonumuz demektir.
Etkinliklerin,
hasar ya da ilaçlara bagli olarak
karakter degistirmesi, bizim de hiç sektirmeden
karakter degistirmemiz anlamina gelir.
Vücudun diger bütün
kisimlarinda izlenenden farkli olarak, beyinde küçük bir hasarin gelismesi, kisiliginizde kökten degisimlere yol açabilir.
Biz insanlar, tümüyle aciz
halde dogariz.
Yürüyene kadar bir yil geçer; biçimlenmis düsünceleri
dile dökene kadar kabaca iki yil, basimizin çaresine bakar hale gelene kadar da birçok yil daha...
Hayatta kalmak için çevremizdeki insanlara tümüyle. Bagimliyizdir.
Simdi bir de memelilerin çogu için geçerli duruma bakalim. Sözgelimi yunuslar, daha dogumda yüzmeye baslarlar; zürafalar ayakta
durmayi saatler içinde ögrenirler;
bir zebra yavrusu da dogumu
izleyen kirk bes dakika
içinde kosabilir.
Hayvanlar âlemi içindeki akrabalarin dogumdan kisa süre sonra kazandiklari bu bagimsizlik oldukça çarpicidir.
Ilk bakista diger türler için büyük bir
avantaj görünen bu durum, aslinda önemli bir sinirlamaya isaret eder. Hayvan
yavrularindaki bu hizli gelisimin
nedeni, beyinlerinin büyük oranda önceden programlanmis bir sablona göre baglantilar kurmasidir.
Önceden programlanmis bir beyinle dogma stratejisi, ekosistem
içindeki belirli bir bölgede ise yarar.
Ama hayvani o bölgeden
çikardiginizda yasama ve gelisme sansi düsük olacaktir.
Insanlar ise aksine, buzlu tundralardan yüksek daglara ya da vizir vizir isleyen kentlere kadar birçok
farkli ortamda yasama
becerisine sahiptir. Bunun mümkün olmasinin nedeniyse, gelisimi sasilasi ölçüde eksik
kalmis birer
beyinle doguyor
olmamizdir.
Insan beyni, her sey devrelerine "kazinmis" halde ortaya çikmaz; onun yerine, yasamsal deneyimlerin
ayrintilariyla sürekli olarak yeniden biçimlenme olanagi tanir kendisine.
Yardima muhtaç oldugu halde
geçirilen uzun dönemler, iste bu
sürecin sonucudur. Genç beyin, bu zaman araliklarinda çevresine uyum
gösterecek biçimde yavas yavas yogrulmaktadir. Çünkü yasam karsisinda degismez degil, esnektir.
Mermerde Gizlenmis Heykel-Genç
beyinlerdeki esnekligin sirri nedir?
Bunun yeni hücre olusumuyla
ilgili oldugu söylenemez;
hatta çocuk ve yetiskinlerdeki
beyin hücrelerinin sayisi aynidir. Isin sirri, bu hücrelerin birbirine nasil baglandiginda yatar.
Yeni dogan bir bebegin nöronlari birbirinden
oldukça farkli ve baglantisizdir.
Yasamin ilk
iki yilinda, aldiklari duyusal bilgilere bagli olarak nöronlar birbirleriyle çok hizli biçimde baglanti kurmaya baslarlar; öyle ki, bebegin beyninde saniyede yaklasik iki milyon yeni baglanti, yani sinaps olusur. Iki yilin sonunda bebekteki
sinapslarin sayisi yüz trilyonu asarak, bir yetiskindeki
sinaps sayisinin iki katina ulasir.
Beyin, artik bir zirve
noktasina ulasmis ve ihtiyaç duyacagindan çok daha fazla
baglanti kurmus durumdadir. Bu
noktada, yeni baglantilarin
olusum
süreci, yerini nöral "budama" olarak bilinen bir baska stratejiye birakacak, yas ilerledikçe
sinaps1arin yüzde 50 kadari yavas yavas budanip
ortadan kalkacaktir.
Peki,
hangi sinapslar kalir, hangileri gider? Bir beyin devresinde yerini alip basari gösteren bir sinap
güçlenirken, yararli olmayan sinapslar da zayiflayarak sonunda devre disi birakilir. Tipki bir
ormandaki patikalarda oldugu gibi,
kullanmadiginiz baglantilari kaybedersiniz.
Bu açidan bakildiginda, kim oldugunuzu belirleyen süreç,
önceden var olan
olasiliklarin tek tek elenmesiyle tanimlanir. Sizi siz yapan, beyninizde gelisen degil, beyninizde yok edilen seylerdir aslinda.
Ergenlik Yillari
Çok degil birkaç on yil önce,
beyin gelisiminin çocukluk
döneminin sonunda büyük ölçüde tamamlanmis oldugu düsünülmekteydi. Simdi biliyoruz ki, insan
beynindeki yapim süreci yaklasik 25 yasin sonuna kadar sürer. Onlu
yaslarda,
beyin aglarinin
geçtigi yeniden
düzenlenme ve degisim süreci, görünen kimligimizi ciddi biçimde
etkilemesi bakimindan son derece
önemlidir.
Yetiskinlerle ergenler
arasindaki farkin nedeni neydi? Sorunun yaniti, beynin "medial prefrontal
korteks" (mPFC) adi verilen bir bölgesinde yatar. Bu bölge, kendinizi
(benliginizi)-özellikle
de belirli bir durumun benliginiz
açisindan tasidigi duygusal önemi-
düsündügünüzde etkinlesir.
Harvard Üniversitesinden
Dr. Leah. Somerville ve meslektaslarinin kesfettigi üzere, kisi çocukluktan ergenlige yol aldikça, mPFC bölgesi
sosyal durumlar karsisinda
etkinlik artisi göstererek
on bes yas civarinda da zirve
noktasina ulasir. Bu
noktada, sosyal durum ve yasantilar
büyük duygusal agirlik tasidigindan, öz bilince dayali
stres tepkileri çok yogun olur.
Bir baska deyisle, kisinin "kendisi"
hakkinda düsünmesi,
yani "öz degerlendirme"
ergenlikte büyük öncelik tasir.
Yetiskin beyni ise aksine,
ayaklarin yeni bir ayakkabiya alismasi misali, benlik duygusuna artik iyice asina hale gelmistir.
Bu degisimler bizi daha özbilinçli,
risk almaya daha egilimli ve
akranlarimizca güdülenmeye daha yatkin hale getirir. Bu noktada, çileden çikmis anne babalar için önemli
bir mesaj var: Ergenlik
çaginda nasil biri oldugumuz, basitçe bir seçim ya
da tavrin degil, yogun ve kaçinilmaz bir
beyinsel degisim döneminin sonucudur.
Yetiskinlikte Plastisite
Yirmi bes yasina geldigimizde, çocukluk ve
ergenlik dönemine özgü beyinsel dönüsümler nihayet tamamlanmistir. Kimlik ve kisiligimizdeki yapisal kayma ve
degisimler son bulmus, beyin de görünüse bakilirsa tam geliskin hale gelmistir. Birer yetiskin olarak kisiligimizin artik sabit ve degismez oldugunu düsünüyor olabilirsiniz; ama
durum hiç de böyle degildir:
Beyin yetiskinlikte
degismeyi sürdürür.
Biçim verilebilen ve aldigi bu biçimi
koruyabilen seyleri
"plastik" sifatiyla niteleriz. Beyin de bunlardan biridir; hatta yetiskinlikte bile:
Deneyim beyni degistirir ve bu degisim korunur.
soförlerinden ibaret degildir. Yirminci yüzyilin en taninmis beyinlerinden biri, Albert Einstein'inkiydi: Einstein'in
beyni incelendiginde,
dehasiyla ilgili sir perdesi aralanamamis olsa da, sol elin parmaklarini denetleyen alanin genislemis oldugu fark edilmisti. Beynin bu bölgesi,
kortekste
Yunancadaki “W” isaretine
benzerligi
nedeniyle "Omega isareti"
adini alan dev bir kivrim olusturmustu. Einstein, daha az
bilinen tutkusu olan keman çalmaya borçluydu bu kivrimi. Ayni kivrim, sol
ellerinin parmaklarini yogun
biçimde çalistirarak
onlara hassas hareket becerisi kazandiran deneyimli kemancilarda da genislemistir. Buna karsilik iki ellerini de hassas
ve ayrintili hareketler yapmak üzere çalistiran piyanistler de, Omega isareti iki yarimkürede de gelisir.
Beyindeki tepe ve vadilerin
biçimleri, bütün insanlarda hemen hemen aynidir; ancak bazi ince ayrintilar da
vardir ki, bunlar geçmisiniz ve simdiki kimliginizle ilgili kisisel ve benzersiz bir
yansima sunarlar.
Farkliliklarin çogu çiplak gözle
seçilemeyecek kadar küçük olsa da, yasamis oldugunuz her sey, beyninizin fiziksel yapisini (genlerin
"ifade" edilis düzeninden,
moleküllerin konumlarina ya da nöron mimarisine kadar) degisiklige ugratmistir. Içine dogdugunuz aile, içinde yasadiginiz kültür, arkadaslariniz, isiniz, izlemis oldugunuz her bir film, yapmis oldugunuz her bir sohbet sinir
sisteminiz üzerinde iz birakmistir. Bu
kalici, mikroskobik izler birikerek sizi siz yapan bütünü olusturur ve nasil birine dönüsebileceginizle ilgili sinirlamalar
getirir.
Madde ya da alkol alimi, uç
noktadaki bir örnek olsa da, bu ölçüde dramatik olmayan beyinsel degisimlerin bile sizi siz yapan
düzenlemelerle oynayabildigi, bir
gerçektir. Sonra, bazi sara-tipleri insanlari daha dindar hale
getirebilir. Parkinson hastalarinin inançlarini kaybetmesi sik görülen bir
durumken, Parkinson tedavisi için verilen ilaçlarin da hastalari kumar bagimlisina dönüstürebildigi bilinir. Üstelik
yalnizca hastalik ya da kimyasallar degildir bizi degistiren. Izledigimiz filmlerden çalistigimiz islere kadar her sey, "kendimiz"
olarak özetledigimiz nöral
aglarin
sürekli olarak yeniden biçimlendirilmesine katkida bulunur. Öyleyse siz, tam
olarak kimsiniz? Bu yapinin derin1erinde, merkezde duran birileri var mi?
Bellegimdekilerin Bir Toplami miyim?
Beynimiz ve vücudunuz yasamimiz boyunca öylesine
degisir ki, bu degisimi algilamak bir saatin
akrebindeki hareketi algilamak kadar zordur. Kirmizi kan hücreleriniz her dört
ayda bir tümüyle yenileriyle yer degistirirken,
deri hücreleriniz de birkaç haftada bir yenilenir. Yaklasik yedi yil içinde,
vücudunuzdaki her bir atomun yerini baska atomlar almis olur.
Fiziksel açidan siz, aslinda sürekli olarak yeni bir siz'e dönüsürsünüz.
Neyse ki, bütün bu farkli
versiyonlarinizi birbirine baglayan
sabit bir olgu var gibidir: bellek. Sizi siz yapan bu bag; kimliginizin merkezine oturmus, bütünlük ve süreklilige sahip bir benlik
duygusunu saglayan bu
kaynak pekâlâ bellek olabilir.
Ancak bu noktada bir
sorunla karsi karsiya olabiliriz: Bu
süreklilik duygusu sakin bir yanilsama olmasin?
Bir ani,
yasaminizdaki
bir kesitin hassas bir video kaydi degil, geçmis zamana
ait kirilgan bir beyinsel durumdur; hatirlamak için onu yeniden diriltmeniz
gerekir. Bir örnek verelim: Arkadasinizin dogum günü kutlamasi için
bir restorana gidiyorsunuz. Deneyimlediginiz her sey,
beyninizde farkli bir etkinlik örüntüsü olusturuyor. Sözgelimi, arkadaslariniz arasinda geçen bir konusma, belirli bir etkinlik örüntüsünü; kahve kokusu bir digerini; enfes Fransiz
pastasinin tadi da bir digerini
canlandiriyor. Garsonun parmagini bardaginiza daldirmasi ise
hatirlanasi bir baska
ayrinti ve bu da farkli nöronlarin farkli bir düzenlenme içinde
ateslenmesiyle
temsil ediliyor.
Iste bütün bu gruplar, kurulan iliskilendirmeler temelindeki engin bir nöron agi içinde birbirine baglanir; hipokampusun bu agi defalarca islemesiyle de gruplar
arasindaki iliskiler
sabitlenir. Ayni anda etkin olan nöronlar, birbirleriyle daha güçlü baglantilar kuracaktir:
birlikte çalismak, baglanmak demektir. Sonuçta
ortaya çikan ag, olaya
iliskin
benzersiz bir imza niteligindedir
ve o dogum günü yemegine iliskin aninizi temsil
eder.
Demek ki dogum günü yemegiyle ilgili anilariniz
solmaya baslamis.
Ama neden? Bir kere,
sinirli sayida nörona sahipsinizdir ve hepsinin de birden fazla görevi yerine
getirmesi beklenir. Bu nöronlar, sürekli degisim
halindeki iliskilerden
olusan
dinamik bir matris içinde çalisirlar; bu
nedenle diger
nöronlara baglanmak
konusunda üzerlerinde agir bir
baski vardir. Dogum günü yemegiyle ilgili anilarinizin
bulanik hale gelmesinin nedeni de,
"dogum günü" nöronlarinin
diger bellek
aglarina
katilmaya zorlanmasidir.
Anilarin düsmani zaman degil, diger anilardir. Her
yeni olay, sinirli sayida nöronla yeni iliskiler kurmak zorundadir. Isin ilginç yani ise,
solmus bir
aninin size hiç de solmus gibi
gelmemesidir. Bütün resmin karsinizda
capcanli durdugunu
hisseder, en azindan varsayarsiniz.
Uyanik oldugunuzda beyin dalgalariniz,
sahip oldugunuz
milyarlarca nöronun birbiriyle karmasik bir alisveris içinde bulundugunu gösterir. Bunu, maç
seyircileri arasinda gerçeklesen
binlerce teke tek konusma gibi
düsünebilirsiniz.
Uyudugunuzda ise, vücudunuz sanki
bütün salterleri
kapamis gibidir.
Bu nedenle nöron stadyumunun birden sessizlestigi
varsayimini yapmak da dogaldir.
Ancak 1953'te bu varsayimin yanlis oldugu kesfedilmistir: Beyin gün içinde ne
kadar etkinse, geceleri de o kadar etkindir. Nöronlar, uyku sirasinda yalnizca
birbirleriyle farkli türden bir esgüdüm içinde çalisir ve daha eszamanli (senkronize),
daha ritmik bir duruma geçerler. Bunu anlamak için, simdi de stadyumdaki
izleyici kalabaliginin süregen bir Meksika dalgasi yarattigini farz edin. Öyleyse,
belirlenmis herhangi
bir anda kim oldugunuz,
nöronlarinizin atesleme
düzeni içinde sergiledikleri ayrintili ritimlere baglidir.
Nesneleri olduklari gibi degil, "size
göre" olduklari gibi algilarsiniz. Her birimiz, genlerimiz ve
deneyimlerimizin yönlendirmesiyle kendi çizgimiz üzerinde yol almakta oldugumuzdan, her beyin de kendi
içsel yasamina
sahiptir. Bir kar tanesi ne kadar benzersizse, bir beyin de öyledir.
Sahip oldugumuz trilyonlarca baglanti hiç durmaksizin
tekrar tekrar olustukça,
ortaya çikan ayirici örüntüler, sizin gibi birinin daha önce
varolmadigini ve
bundan sonra da varolmayacagi anlamina
gelir. Tam su anda
deneyimlediginiz
bilinçli farkindalik yalnizca ve yalnizca size özgüdür.
Sabit ve duragan canlilar degil, mezara kadar islenip gelisen birer yapitiz.
GERÇEKLIK NEDIR?
Gerçekligi oldugu gibi algilayabilseydiniz,
onun renksiz, kokusuz, tatsiz sessizligi karsisinda
donakalirdiniz. Beyninizin disinda
kalan her sey,
enerji ve maddeden ibarettir. Milyonlarca yillik evrim süreci boyunca, insan
beyni bu enerji ve maddeyi zengin bir varlik deneyimine dönüstürmede ustalasmistir. Ama nasil?
Duyulariniz araciligiyla dis dünyaya dogrudan erisiminiz oldugunu hissedersiniz. Elinizi
uzatir ve fiziksel dünyaya ait bir nesneye dokunabilirsiniz; bu kitap ya da
oturmakta oldugunuz
koltuk gibi. Bu dokunusu
parmaklarinizda hissetseniz de, aslinda her sey beynin görev kontrol merkezinde gerçeklesmektedir. Ayni sey, bütün duyusal
deneyimleriniz için de geçerlidir. Görme, gözlerinizde; isitme, kulaklarinizda;
koklama, burnunuzda yürütülen eylemler degildir. Bütün duyusal deneyimleriniz, beyninizdeki bilgisayimsal
malzeme içindeki etkinlik firtinalariyla gerçeklesir.
Isin özü surada
yatar: Beyninizin disaridaki dünyaya herhangi bir erisimi yoktur. Kafatasinizin
içindeki karanlik, sessiz odasina hapsedilmis olan bu organ dis dünyayi hiçbir
zaman dogrudan
deneyimlememistir ve
deneyimleyemeyecektir de.
Disaridaki bilginin beyne girisi için tek bir yol vardir:
Duyu organlariniz, yani gözleriniz, kulaklariniz, burnunuz, diliniz ve deriniz
birer
çevirmen olarak islev görür ve birbirinden
çok farkli bilgi kaynaklarindan (fotonlar, hava basinç dalgalari, molekül degisimleri, basinç, doku,
sicaklik gibi) algiladiklari bilgileri beyinde kullanilan ortak birime;
elektrokimyasal sinyallere dönüstürürler.
Bu elektrokimyasal
sinyaller, yogun nöron
agi içinde
fisek gibi
ilerlerler. Sinyal üretici temel hücreler, nöronlardir. Beyin içinde bulunan
yaklasik yüz
milyar nörondan her biri, yasaminiz
boyunca onlarca ya da yüzlerce elektrik atimini binlerce baska nörona göndermektedir.
Deneyimlediginiz her sey, algiladiginiz her görüntü, ses ya da
koku, dolaysiz bir deneyim olmaktan çok, karanlik bir tiyatroda oynanan
elektrokimyasal bir yorumdur.
Öyleyse beyin, bu muazzam
elektrokimyasal örüntüleri, dünyayla ilgili ise yarar bir kavrayisa nasil dönüstürür?
Bunu yapmak: için kullandigi yol,
farkli duyusal girdilerden aldigi sinyalleri karsilastirmak ve “disarida olup bitenler” hakkinda
en iyi tahmini yürütmek için de var olan örüntüleri
saptamaktir. Bu isleyis öylesine güçlüdür ki,
yapilan isin hiç çaba
gerektirmedigi
izlenimini verir. Ama biraz daha yakindan bakalim duruma.
En baskin duyumuzla;
görmeyle ise baslayalim. Görme eylemi bizim
için öylesine dogaldir ki,
bunu gerçeklestiren
harikulade mekanizmayi takdir etmek zordur. Insan beyninin yaklasik üçte biri görme islevine; ham haldeki isik fotonlarini annemizin
yüzüne, sevgi dolu hayvan dostumuza ya da üzerinde uyumak üzere oldugumuz kanepeye dönüstürmeye adanmistir.
Gözleri
bir seye dikip
bakmanin onu görmek anlamina gelmeyebilecegini ilk kesfedenler
nörobilimciler degildi.
Sihirbazlar bu ilkenin farkina çok daha önceleri varmislardi. Dikkatinizi
istedikleri yöne çekebilen sihirbazlar, aslinda hilelerini herkesin gözü önünde
sergilerler. Ama beyninizin görsel sahnenin yalnizca ufak tefek parçalarini isleyecegini bildiklerinden, içleri
rahattir.
Bütün bunlar, sürücülerin
gözleri önündeki yayaya ya da hemen önlerindeki arabaya çarptiklari trafik
kazalarinin sikligini da
açiklar. Bu tür vakalarin çogunda
gözler dogru yöne çevrilmis olsa da beyin orada
var olan seyleri
görememektedir
Incecik Bir Gerçeklik Diliminde Mahsur Kalmak- Rengin, çevremizdeki
dünyanin temel bir özelligi oldugunu düsünürüz; ama dis dünyada renk diye bir sey yoktur aslinda.
Elektromanyetik isinim bir nesneye çarptiginda, bir kismi nesneden
seker ve gözlerimiz tarafindan yakalanir. Dalgaboyu kombinasyonlarindan milyonlarcasini
ayirt edebiliriz; ama bunlarin renge dönüstügü tek
yer, kafamizin içidir. Renk dedigimiz sey, çesitli dalgaboylari için
yaptigimiz ve
yalnizca içsel dünyamizda varlik bulan bir yorumdan baska bir sey degildir.
Isin daha da tuhafi su ki, sözünü ettigimiz dalgaboylari yalnizca "görünür isigi", yani kirmizidan
mora kadar olan dalgaboyu tayfini kapsar.
Ama görünür isik elektromanyetik tayfin
on trilyonda birinden azini, yani yalnizca küçücük bir bölümünü olusturur. Tayfin geri kalani;
radyo dalgalari, mikrodalgalar, X-isinlari, gama isinlari,
cep telefonu konusmalari,
kablosuz baglantilari vb.ni
içerir. Iste bütün
bu bilesenler, su anda bile içimizden akip
geçmekteyken, bizler hiçbir seyin farkinda degilizdir.
Bunun nedeni ise, tayfin geri kalanindan gelen sinyalleri alacak özellesmis reseptörlerimizin
bulunmayisidir.
Gerçekligin
görebildigimiz
incecik dilimi, biyolojimizle sinirlanmistir.
Her canli, yalnizca kendi
gerçeklik dilimini algilayabilir. Bir kenenin, isik ve sese kapali dünyasinda çevresinden algilayabildigi sinyaller sicaklik ve
vücut kokusuyla sinirlidir. Bir yarasanin dünya algisi, konum belirlemede
kullandigi hava
basinç dalgasi yankilariyla (ekolokasyon), bir siyah hayalet biçak
baligininki
ise elektrik alanlarindaki sapmalarla tanimlidir. Bunlar, bu canlilarin
ekosistemleri içinde algilayabildikleri ince dilimlerdir. Hiçbir canli, nesnel
gerçekligin
kendisini deneyimlemez; deneyimleyebildigi tek sey,
geçirdigi evrim
sürecinin izin verdikleriyle sinirlidir. Buna ragmen, büyük olasilikla kendi gerçeklik diliminin nesnel dünyanin
tümünü kapsadigi varsayimiyla
yasamaktadir.
Öyleyse kafaniziz disindaki dünya gerçekte nasil
bir yerdir? Burada renk olmadigi gibi
ses de yoktur: Havanin sikismasi ve
genlesmesi,
kulaklar tarafindan algilanip elektrik sinyallerine dönüstürülür. Beyin daha sonra
bu sinyalleri bize tatli sesler, hisirtilar, gümbürtülere, tikirtilar vb. halinde sunar. Gerçeklik
kokusuzdur da ayni zamanda: Beyinlerimizin ötesinde koku diye bir sey yoktur bile. Havada
süzülen moleküller burunlarimizdaki reseptörlere baglanir ve beyin tarafindan
farkli kokular olarak yorumlanir.
Gerçek
dünya duyusal zenginliklerle dolu bir yer degildir; her sey,
beynimizin kendi duyarliligiyla
dünyayi bizim için aydinlatmasindan ibarettir.
Dis dünyayi dogrudan deneyimlemekte oldugumuzu hissetsek de,
gerçekligimiz
nihai olarak elektrokimyasal sinyallerin karanlik, yabanci lisani içinde insa edilmektedir. Genis nöral aglar içinde çalkalanip
duran etkinlikler, onlar için olusturdugumuz
hikâyeye, dünyayla ilgili özel deneyimlerimize dönüsür: bu kitabi ellerimizle
hissetmemiz, odadaki isik,
güllerin kokusu, insan konusmalarinin
sesi... Hepsi bu deneyimin parçasidir.
Daha da tuhafi, her beynin
anlattigi hikâye,
büyük olasilikla bir digerinin
anlattigindan
farkliliklar içerecektir. Birden fazla tanigi olan bütün olay ve durumlarda, her beyin kendi öznel
deneyimini yasar.
Gezegen üzerinde yedi milyar insan beyninin (ve trilyon hayvan beyninin)
dolanip durdugu hesaba
katildiginda, tek
bir gerçekligin
olamayacagi da
açiklik kazanir. Her beynin dogrusu kendinedir.
Öyleyse nedir
gerçeklik? Gerçeklik, yalnizca sizin seyredebildiginiz ve kapatamadiginiz bir televizyon
programi gibidir. Ancak ne büyük bir sans ki, izlemeyi umabileceginiz en ilginç programdir bu: kurgudan geçmis ve kisisellestirilmis halde, yalnizca sizin
için sunulan bir program.
KONTROL KIMDE
Beynimiz bütün yasamimiz boyunca kendini
yeniden yazarak, alistirmasini yaptigimiz uygulamalar (yürümek,
sörf yapmak, havada top çevirmek, yüzmek, araba kullanmak gibi) için adanmis devreler kurmaya çalisir. Bu programlari yapisina
yedirme becerisi, beynin en güçlü numaralarindan biridir. Karmasik hareket sorununu çözmede
kullandigi yöntem,
bu harekete adanmis devreleri
donanimla bütünlestirerek
enerji kullanimini asgariye indirmektir. Beynin devrelerine bir kez
kazinan bu beceriler, artik siz onlar üzerinde düsünmeden- yani bilinçli bir çaba göstermeden- uygulamaya geçebilir;
bu da kaynaklari serbest birakarak bilincin baska islerle ilgilenip
onlari içsellestirmesine
olanak tanir.
Bu otomatiklestirme sürecinin bir sonucu
da, yeni becerilerin bilincin erisimi disinda
kalmalaridir. Kapali kapilar ardinda isleyen karmasik
programlara artik ulasamadiginizdan, yaptiginiz isi nasil yaptiginiz hakkinda kesin bilgiye
sahip degilsinizdir.
Bir yandan konusup bir
yandan da merdivenleri çiktiginizda,
vücudunuzun dengesini korumak için yapilan düzinelerce mikro-ölçekli
düzenlemeyi nasil hesapladiginiz; ya
da konustugunuz dilin seslerini dogru biçimde çikarmak
için dilinizin oradan oraya nasil döndügü konusunda herhangi bir fikriniz yoktur. Bunlar, bir
zamanlar yapamadiginiz zor
hareketlerdir. Ama hareketlerinizin zamanla otomatik ve bilinçsiz hale gelmesi,
sizin de bir süre sonra isleri
otomatik pilotla yürütme becerisi kazanmanizi saglar. Her zaman gittigimiz yolda araba kullanip eve vardigimizda, yolculukla ilgili pek de bir sey hatirlamadigimizi birden fark
etmek, çogumuzun basina gelmis bir durumdur. Çünkü
araba kullanmanin gerektirdigi
beceriler artik öyle otomatik hale gelmistir ki, devreye giren hareketler dizisini bilinciniz disinda da
yürütebilmektesinizdir.
Bilinçli
"siz", yani sabah kalktiginizda yasama
uyanan parçaniz, artik sürücü degil, en iyi ihtimalle yaniniza aldiginiz bir yolcudur,
Otomatiklesmis becerilerin ilginç bir özelligi daha vardir: Onlara
bilinçli olarak müdahale etmeye kalkistiginizda,
performans genellikle düser. Ögrenilmis becerileri -çok karmasik olanlarini bile-
kendi haline birakmak en iyisidir.
Bilinçdisi zihin,
vücudumuzun kontrol alaninin erimi disina uzanir ve
yasamimizi çok
derinden etkiler. Biriyle bir daha sohbete tutustugunuzda,
sözcüklerin agzinizdan
dökülme hizina dikkat edin.
Bilincinizin bu hiza yetisip agzinizdan çikan her
sözcügü tek
tek, denetmesi olanaksizdir. Ama beyniniz yine sahne arkasinda çalisarak konusmakta oldugunuz dili, fiil çekimlerini
ve karmasik düsünceleri sizin adiniza
biçimlendirip üretmektedir. (Bu durumu daha iyi anlamak için ögrenmekte oldugunuz bir yabanci dili
konusmaya çalisirken sergilediginiz hizi bir düsünün!)
Bilinç, beklenmeyen bir sey oldugunda bir sonraki adiminizi
hesaplamaya ihtiyaç duydugunuzda
devreye girer. Beyin, isleri
mümkün oldugunca
otomatik pilot üzerinden yürütmeye çalissa da, sürekli falsolu toplarin geldigi bir dünyada bu her zaman
mümkün olmayabilir.
Ancak bilinç, yalnizca
sürprizlere tepki vermekle ilgili degildir; beyin içindeki çatismalari çözümlemekte de hayati bir rol üstlenir. Soluk
almaktan odada dolanmaya, yiyecek atistirmaktan bir spor dalinda uzmanlasmaya kadar degisebilen sayisiz eylemde
milyarlarca nöron devreye girer. Bu eylemlerin her biri çesitli düzenekleri içinde yer
alan genis aglar tarafindan desteklenir.
Ama ya bir çatisma çikarsa?
Diyelim ki, bir dondurma külahina tam uzanirken, onu yedikten sonra pisman olacaginiz geliyor akliniza.
Böyle bir durumda, bir karar vermek zorundasinizdir; size ve uzun dönemli
hedeflerinize en iyi uyacak durumu hesaplayabilecek türden bir karar. Bunu
yapabilecek olan tek sistem, essiz bir
bakis açisina
sahip olan bilinçtir; beyindeki baska hiçbir alt-sistem bu
özelligi tasimaz. Bilinç, bu nedenle
etkilesim
halindeki milyarlarca birim, alt-sistem ve islenmis süreç
için hakem rolünü üstlenir ve istemin bütününü gözeterek planlar yapar,
hedefler belirler.
Bilinci, büyük bir sirketin CEO'su olarak
görürüm. Bu sirketin
bünyesindeki binlerce birim ve bölümün hepsi de, birbirleriyle farkli biçimlerde
isbirligi yapmakta, etkilesim kurmakta ve rekabete
girmektedirler.
Sirketin gündelik isleyisiyle ilgili çok az
ayrintiya erisimi olan
CEO, buna karsin sirketin uzun dönemli
hedeflerini her an kollamaktadir. CEO, bir sirketin kendine en soyut bakis biçimini temsil eder. Beyin söz konusu oldugunda ise bilinç,
milyarlarca hücrenin kendilerini bir bütünün parçasi olarak görmelerini,
karmasik bir
sistemin kendi yüzüne ayna tutmasini saglayan bir araçtir.
Simdinin Gücü
Yalnizca ekonomik krizler
için geçerli olmayan bu simdi-gelecek
mücadelesi, yasamimizin
birçok farkli kesitinde kendini gösterir. Araba bayilerinin test sürüsü yapmanizda israr
etmeleri, saticilarin esyalara
dokunmanizi istemeleri hep bu yüzdendir.
Gelecek, beyin için olsa
olsa simdinin
soluk bir gölgesi olabilir. Simdinin gücü, insanlarin neden o an için kendilerini iyi
hissettirip ileride tatsiz sonuçlar yaratabilecek kararlar aldiklarini açiklar.
Yapmamalari gerektigini
bildikleri halde içki ya da madde alan insanlar, yasamlarindan yillar
götürebilecegini
bildikleri halde anabolik steroid kullanan sporcular; yeni bir iliskinin cazibesine kapilan
evli çiftler...
Simdinin kiskirtici cazibesine
karsi koyabilmek
için yapabilecegimiz bir sey var midir? Evet, vardir.
Beyindeki rakip sistemler sayesinde. Söyle düsünün:
Bazi seyleri
yapmanin zor geldigini
hepimiz biliriz. Spor salonuna düzenli olarak gitmek gibi. Formda olmak istesek
de, is salona
gitmeye gelince, önümüzde her zaman yapilacak daha zevkli seyler vardir. O an
yapabilecegimiz seyin cazibesi, gelecege ait soyut bir zindelik
kavramindan daha güçlü olacaktir. Öyleyse bir çözüm önerelim:
Spor salonuna gitmeyi garanti altina almak istiyorsaniz, bundan 3.000 yil önce
yasamis bir kisi, size esin kaynagi olabilir.
Karar Vermenin Görünmez
Mekanizmalari
Kendinizi tanimak,
mücadelenin yalnizca bir kismidir; verdiginiz mücadelelerin sonucunun her zaman ayni olmayacagini bilmeniz önemlidir.
Bir örnek verelim: Cezaevinde kalmakta olan iki
hükümlünün, sartli tahliye
kurulunun önüne çikmasi planlanmis. Hükümlülerden biri kurulun huzuruna 11.27'de çikiyor. Suçu
dolandiricilik, ceza süresi ise otuz ay. Diger hükümlünün kurul önüne çiktigi saat ise 13.15. Suçu
ve ceza süresi, birinci hükümlüyle ayni. Ilk hükümlünün sartli tahliyesine izin verilmezken, karar, ikinci hükümlü
için olumlu. Neden? Kararda etkili olan sey ne? Irk mi? Görünüs mü? Yas mi?
Bin yargi kararinin ele
alindigi 2011
tarihli bir çalismaya göre
ana etken, yukarida siralananlardan herhangi biri degil, daha çok açlikti.
Bir hükümlünün sartli tahliye sansi, kurulun yemek
molasinin hemen sonrasina denk gelmesi durumunda en yüksek deger olan yüzce 65'e çikiyor,
ama bir oturumun sonuna dogru degerlendirilen hükümlü için,
en düsük deger olan yüzde 20'ye
iniyordu. Baska türlü ifade
edecek olursak farkli ihtiyaçlar önem kazandikça, kararlardaki öncelik
siralamalari da degisir; kosullarin degismesi, degerlendirmelerin de degismesine neden olur. Bir
hükümlünün kaderi, yargicin, biyolojik gereksinimlerine göre isleyen nöral aglariyla siki bir iliski içindedir.
Bazi psikologlar, bu etkiyi "benlik
kaynaklarinin tükenmesi" (ego-depletion) olarak tanimlarlar. Buna
göre, yönetsel islevlerle
ilgili üst düzey bilissel beyin bölgeleri (prefrontal korteks gibi) yorulabilir. Irade gücü, sinirli bir
kaynaktir ve tipki bir depo dolusu benzin gibi, bizi ancak sinirli bir
süre idare eder. Yargiçlarla ilgili örnege dönersek üzerinde karar vermek durumunda olduklari vaka
sayisi arttikça (ki, bir oturumda otuz bes vaka ele almak zorunda kalabiliyorlardi), beyinleri de
enerjisini o ölçüde tüketiyordu. Bir sandviç, bir parça meyve gibi bir seyler atistirmak ise enerji
depolarini doldurmaya yetiyor ve kararlarini yönlendirmede baska güdüler daha etkili hale
gelebiliyordu.
Genelde
insanlarin akilci birer karar mercii olduklarini; bilgiyi içsellestirip isledikten sonra makul bir
yanit ya da çözüme ulastiklarini varsayariz.
Ama isleyis gerçekte böyle degildir. Önyargidan
kaçinmak için ugras veren yargiçlar bile
kendi biyolojileri içine hapsolmuslardir.
Kararlarimiz, eslerimizle iliskilerimiz temelinde de
etkiye ayni ölçüde açiktir. Tek bir esle bag kurup
yasamak
olarak tanimlanan tek esliligi ele alalim. Bu
kültürümüz, deger
yargilarimiz ve ahlaki bakis açimizin
devreye girdigi bir
karar gibi görünür bize. Öyledir de aslinda; ama karar sürecine etkiyen
daha derin bir kuvvetin varligi da
söz konusudur: hormonlarimiz.
Özellikle de oksitosin adi
verilen bir hormon, bag kurmanin
sihrine katilan en önemli bilesendir.
Yakin geçmiste
yapilan bir çalismada, eslerine âsik olan erkeklere fazladan
küçük bir oksitosin dozu verilmis ve farkli kadinlari çekicilik bakimindan degerlendirmeleri istenmisti. Aldiklari fazladan
oksitosin sonucunda, erkekler baska kadinlari degil, yalnizca kendi eslerini daha çekici bulmuslar, hatta oldukça çekici bir kadin arastirmacidan fiziksel olarak
uzak durma egilimine
bile girmislerdi.
Oksitosin, sonuçta kendi eslerine
olan bagliliklarini
artirmisti…
Dürtüleri kontrol etmede
yetersizlik, cezaevinde kalan suçlularin çogu için de geçerli, ayirici bir özelliktir. Yasalara karsi gelen insanlarin
önemli bir bölümü, dogru ve
yanlis eylemler
arasindaki farki genellikle bilir, ceza sisteminden gelecek tehdidi de
üzerlerinde hissederler. Ancak zayif dürtü denetiminin tutsagi olmuslardir. Pahali bir çantayla
dolasan yaslica bir kadin
gördüklerinde, firsattan yararlanmak disindaki seçenekleri gözden geçirmek için duraklamazlar bile. Onlar
için simdinin
cazibesi, gelecekle ilgili herhangi bir düsünceye baskin gelecektir.
Tek bir kimlige sahip oldugumuz halde tek bir zihne
sahip degilizdir;
birbirleriyle rekabet halindeki birçok güdünün birer toplami olarak yasariz.
Kendimiz ve toplumumuz için
daha iyi kararlar vermemiz ise, seçeneklerin beyinde birbiriyle girdigi mücadeleyi anlamamiza baglidir.
SIZE IHTIYACIM VAR MI?
Beyniniz, normal biçimde islev görmek için nelere
ihtiyaç duyar? Yedikleriniz, aldiginiz besinler, soludugunuz oksijen, içtiginiz
suyun ötesinde, en az bunlar kadar önemli bir sey daha vardir: Beyin, baska insanlara da ihtiyaç duyar.
Normal beyin islevleri
bizi saran toplumsal aglara baglidir. Nöronlarimizin
hayata tutunup serpilmesinde, baska insanlara ait nöronlar da önemli rol oynar.
Genellikle kendimizi bagimsiz birer canli olarak
görsek de, beyinlerimiz, diger
beyinlerle kurdugu zengin
bir etkilesim agi içinde isler.
Sagkalim basarimiz, ne de olsa kimin
dost kimin düsman olduguyla ilgili hizli degerlendirmeler yapmamiza baglidir. Toplumsal dünyanin
içinde, baskalarinin
niyetlerini anlamaya çalisarak yol
aliriz: Falanca yardimci olmaya mi çalisiyor? Filanca hakkinda endise etmeli miyim? Acaba çikarlarimi gözetiyorlar mi?
Beyinlerimiz sürekli olarak
toplumsal yargilarda bulunur. Peki, ama bu beceriyi deneyimler yoluyla mi
kazaniriz, yoksa dogustan mi gelmistir? Bunu anlamanin
yollarindan biri, bu özelligin
bebeklerdeki varligini arastirmaktir.
Güvenirligin, yillarin deneyimiyle ögrendigimiz bir olgu oldugu varsayilir çogunlukla. Ama bu türden
basit deneyler bebeklik döneminde bile, dünyada yolumuzu bulmamiza yarayacak
antenlerle donanmis oldugumuzu gösterir. Beyin,
kimin güvenilir olup kimin olmadigini algilamaya yarayacak içgüdülere dogustan sahiptir.
Beyin devrelerimiz yasamimizin her aninda, yüz
ifadelerinin sundugu son
derece belli belirsiz ipuçlarindan yola çikarak baskalarinin duygularini
çözümler. Yüzleri bu kadar hizli ve otomatik biçimde nasil okudugumuzu daha iyi anlamak
için, ben de bir grup insani laboratuvarima davet ettim. Yüz ifadelerindeki
küçük degisimleri ölçebilmek
amaciyla, biri alina biri de yanaga olmak üzere, katilimcilarin yüzlerine iki elektrot yerlestirdik; ardindan yüz fotograflarina bakmalarini istedik.
Katilimcilarin, örnegin gülümseyen ya da
somurtan birinin fotografina
baktiklarinda, kendi yüz kaslarinin da-çogunlukla da belli belirsiz biçimde- kipirdadigina isaret eden kisa dönemli
elektriksel etkinlikler ölçümleyebildik. Bunun nedeni, yansitma (mirroring) adi
verilen bir olguydu. Katilimcilar, görmekte olduklari yüz ifadelerini taklit
etmek için, otomatik olarak kendi yüz kaslarindan yararlaniyorlardi. Kas
hareketleri dogrudan
seçilemeyecek kadar küçül olsa da, fotograftaki gülümseme, katilimcinin gülümsemesiyle yansitilmaktaydi.
Çünkü, kasitli olarak yapmasalar da insanlar birbirini taklit ederler,
Bu yansitma ve taklit
olgusu, ilginç bir gerçege isik tutar: Uzun
süre evli kalan çiftler, birbirlerine benzemeye baslarlar; üstelik
süre uzadikça, bu etki de kendisini daha güçlü biçimde gösterir.
Arastirmalara
göre bunun tek nedeni ayni giyim ya da saç stillerini benimsemeleri degildir. Bu insanlar,
birbirlerinin yüz ifadelerini o kadar uzun bir süre boyunca taklit etmislerdir ki, yüzlerindeki
kirisikliklar
zamanla ayni biçimi almaya baslamistir.
Bu yansitma egiliminin nedeni nedir? Bir
amaca hizmet eder mi? Bu sorularin yanitini bulmak için laboratuvarima bir grup
katilimciyi daha davet ettim. Bu grubun özellikleri de birinci gruptakilere
benziyordu; ama tek bir farkla: Yeni katilimcilar, gezegendeki en öldürücü
toksine maruz birakilmisti. Bu
nörotoksinden bir iki damla yutmaniz bile, beyninizin kaslariniza kasilma
emrini verememesine ve sonuçta felçten (özellikle de diyafram hareketlerinin
kesilmesine bagli olarak,
havasizliktan) ölmenize neden olur. Bu bilgiler isiginda,
insanlarin bunu enjeksiyon yoluyla almak için bir de üstüne para vermesi pek
mümkün görünmese de, yaptiklari tam olarak budur. Çünkü sözünü ettigimiz, bir bakteriden elde
edilen Botulinum toksinidir ve bu toksin de Botox adiyla
pazarlanmaktadir. Yüz kaslarina enjekte edilen Botox, kaslarin felç olmasina
yol açarak kirisikliklarin
azalmasini saglar.
Kozmetikteki etkileri
yaninda, Botox'un daha az bilinen bir yan etkisi de vardir. Deneyimizde Botox
kullanicilarin ayni fotograflara
baktiklarinda, yüz kaslari elektromiyogramda daha az taklit özelligi göstermisti. Bu bir sürpriz degildi elbette, çünkü kaslarini bilerek
zayiflatmistik. Asil
sürpriz, ilk olarak 2011 'de David Neal ve Tanya Chartrand tarafindan
bildirilen baska bir seydi. Onlarin da deneylerinde yapmis oldugu gibi, her
iki grub (Botox'lu ve Botox'suz) da belirli yüz
ifadelerini yansitan fotograflar
gösterdik ve dört sözcükten hangisinin yüzdeki duyguyu en iyi ifade ettigini sorduk.
Ortalamada, Botox'lu
katilimcilar, fotograflardaki
duygulari belirlemede digerlerinden
daha basarisiz
olmustu. Ama
neden? Bir varsayima göre, yüz kaslarindan gelmesi gereken geribildirimin
eksikligi, baska insanlari okuma
becerilerini olumsuz yönde etkilemisti. Botox kullanicilarinin görece hareketsiz yüzlerinin, onlarin
duygularini anlamada zorluk yarattigini biliyoruz. Bu noktada asil sürpriz, ayni donuk
kaslarin, onlarin da baskalarini okumalarini zorlastirmasiydi.
Bu sonucu söyle de düsünebiliriz: Benim yüz
kaslarim, ne hissettigimi
yansitir; sizin nöral mekanizmalariniz ise bu durumdan yararlanir. Ne hissettigimi anlamaya çalistiginizda yaptiginiz sey, benim yüz ifademi
yansitmaktir. Bunu bilerek yapmazsiniz; her sey otomatik ve hizli biçimde gelisir. Ama yüz ifademi
otomatik olarak taklit etmeniz, hissetmekte olabilecegim seyler hakkinda hizli bir
tahminde bulunmanizi saglar.
Empatiyle Gelen Mutluluk ve
Aci: Sinemaya çogunlukla ask ve istirabin, macera
ve korkunun dünyasina kaçmak için gideriz. Ama izledigimiz iyi ve kötü kahramanlar,
görüntüleri iki boyutlu bir ekrana yansitilmis oyunculardir yalnizca. Öyleyse bu gelip geçici hayali
kahramanlarin akibeti neden bizi ilgilendirir? Filmler neden bizi aglatir, güldürür ve sasirtir?
Oyunculari böylesine
umursamanizin nedenin anlamak için, aci hissettiginizde beyninizde neler olup bittigine bakarak baslayalim ise. Farz edin ki, biri
elinize bir enjektör ignesi
sapladi. Beyinde, bu acinin islendigi tek bir bölge yoktur; ignenin batmasi, birbiriyle isbirligi içinde çalisan birkaç farkli alani birden
etkinlestirir. Bu
ag "aci
matrisi" olarak adlandirilir.
Isin asil ilginç kismi, bu aci matrisinin baskalariyla nasil bir iliski kurdugumuzda önemli rol
oynamasidir. Ignenin bir
baskasina
saplandigini görürseniz,
aci matrisinizin önemli bir bölümü harekete geçer; ancak size dokunuldugunda harekete geçen
bölgeler degil,
aciyla ilgili duygusal deneyimde rol oynayan bölgelerdir bunlar. Bir baska ifadeyle, aci içindeki
birini izlemek ile aciyi hissetmek, ayni nöral mekanizmadan
yararlanir. Empatinin temeli de budur.
Bir baska kisiyle empati kurmak, o kisinin acisini sözcügün tam anlamiyla hissetmek
demektir. O sirada yaptiginiz sey, onunla ayni durumda
olsaydiniz hissedeceginiz seylerin inandirici bir
simülasyonunu kurgulamaktir. Bu yetenegimiz, kitap ve filmlerdekine benzer hikâyelerin, bütün kültürlerde
neden bu kadar yaygin, ilgi çekici ve sürükleyici oldugunu da açiklar. Hikâye
isterse tümüyle yabanci ya da tümüyle kurgulanmis karakterlerle ilgili
olsun, bu karakterlerin aci ve mutlulugunu siz de yasarsiniz.
Bir anda onlarin kisiligine bürünür, onlarin
hayatlarini yasar ve
onlarin bakis açisindan
bakarsiniz.
Bir baska insanin aci çektigini gördügünüzde bunun sizin degil, onlarin sorunu oldugunu anlatmaya çalisirsiniz kendinize; ama
beyninizin derinlerindeki nöronlar aradaki farki bilemezler.
Kendimizi bir baskasinin yerine
koymada-nöral açidan-gösterdigimiz
büyük basari,
kismen de, bir baska kisinin bakis açisini hissetmeyi
saglayan bu
yerlesik beceri
sayesindedir. Bu beceriyi neden gelistirdigimize
gelince: Empati, evrimsel açidan yararli bir özelliktir.
Dislanma neden acitir? Bu durum,
toplumsal baglanmanin evrimsel
bir özellik tasidiginin; baska deyisle acinin, bizi etkilesime ve baskalarinca kabul edilmeye
yönlendirdiginin bir
isareti
olabilir. Yerlesik nöral
düzeneklerimiz, bizi baskalariyla
bag kurmaya
ve gruplar olusturmaya
iter.
Bütün bunlar, bizi saran
toplumsal dünyaya da isik tutar: Insanlar her yerde ve
sürekli olarak gruplar olustururlar.
Ailemiz, dostluklarimiz, isimiz,
genel tarzimiz, tuttugumuz spor
takimlari, dinimiz, kültürümüz, deri pigmentlerimiz, dilimiz, hobilerimiz ve
siyasi egilimlerimiz
araciligiyla
birbirimizle baglar
kurariz. Bir gruba dahil olmak bize huzur ve rahatlik verir. Bu gerçek,
türümüzün tarihi hakkinda basli basina önemli bir
ipucudur.
Ancak akraba seçilimi bile,
insan davranislarinin
bütün yönlerini açiklamada yetersiz kalir; çünkü insanlar akraba olup
olmadiklarina bakmaksizin baska
insanlarla bir araya gelir ve isbirligi yaparlar. Bu gözlem de "grup
seçilimi" kavramina götürür bizi. Bu kavrami söyle açiklayabiliriz: Bir
grup tümüyle isbirligi yapan kisilerden olusmussa, gruptaki herkes bunun
yararini görecek, genel olarak, komsulariyla isbirligi yapmayan insanlardan daha
iyi durumda olacaklardir. Böyle bir grubun üyeleri, birbirlerine sagkalim açisindan da yardimci olabilirler.
Bu insanlar daha güvende ve daha üretken, zorluklarin üstesinden gelmede de digerlerinden daha basarilidirlar. Baskalariyla bu tür baglar kurma güdüsü, “ösosyalite” ("eusociality";
eu- öntakisi Yunanca'da "iyi" anlamina gelir) olarak adlandirilir.
Akrabalik iliskisinden
bagimsiz
olarak insanlar arasinda tutkal islevi gören bu olgu, kabilelerin, gruplarin ve uluslarin insa edilmesine olanak saglar. Bu, bireysel seçilimin
gerçeklesmedigi anlamina degil, yalnizca resmin tümünü
olusturmadigi anlamina gelir. Insanlarin çogu zaman rekabetçi ve
bireysel bir tutum içinde olduklari ne kadar gerçekse, yasamlarinin küçümsenmeyecek
bir bölümünü grup yarari birligi
yapmakla geçirdikleri de bir o kadar gerçektir. Bu durum, insan
popülasyonlarinin gezegenin bir ucundan digerine serpilip gelismesine, birçok toplum ve uygarligin kurulusuna
olanak tanimistir.
Bunlar, ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir bireyin tek basina altindan kalkacagi seyler degildir. Gerçek ilerleme
ancak, isbirlikleri
daha kapsamli ittifaklara dönüstürülebildiginde söz konusu olabilir.
Ösosyal yapimiz ise modern
dünyamizin zenginligini ve
karmasikligini borçlu oldugumuz temel etkenlerden
biridir.
Sonuçta, gruplar halinde
bir araya gelme güdümüz, sagkalim
açisindan önemli bir avantaj sunar. Ama bir de bunun karanlik yüzü vardir. Her
iç grup, en az bir dis grubun
varligini da
gerektirir.
Bazilari Digerlerinden Daha esit… Normal toplumsal isleyisin çökmesi,
laboratuvarda incelenebilir mi? Bunu anlamak için bir deney tasarladim.
Ilk sorumuz oldukça basitti: Biriyle empati kurma konusundaki temel
anlayisiniz, o
kisinin
bulundugunuz iç grupta
ya da bir dis grupta
yer almasiyla degisir mi?
Sonuçlar, bireyler arasinda
göze çarpar bir degiskenlik oldugunu göstermisti; ancak ortalamada
insanlarin beyinleri, kendi iç gruplarinda bulunan birinin aci çekmesi durumunda
daha büyük bir empati tepkisi gösteriyor, bu tepki, dis gruptan biri söz
konusu oldugunda
azaliyordu. Deneyde yalnizca tek sözcüklü etiketlerden yararlanildigi düsünülürse, sonuç oldukça
ilginçti: gruplar olusturmak ya
da birine üye olmak, hiç de öyle fazla sey gerektirmiyordu.
Temel nitelikteki bir
siniflandirma, beynin bir baska kisinin duydugu aciya karsi gelistirdigi "bilinç-öncesi"
tepkiyi degistirmek için yeterlidir.
Dinin bölücü özelligi
konusunca farkli görüsler ileri
sürülebilir; ancak bu noktada daha derin bir olgudan söz etmemiz gerekir: Çalismamizda ateistler bile,
"ateist" etiketiyle isaretlenmis eldeki aciya daha
fazla, diger
etiketlere daha az empati tepkisi vermislerdi. Buna göre elde ettigimiz sonuç temelde dinle degil, katilimcilarin hangi takimda yer aldigiyla ilgiliydi. Böylece
insanlarin, bir dis grubun üyelerine
daha az empati duyabilecegini görmüs oluyoruz.
KIME DÖNÜSECEGIZ?
Insan vücudu, karmasiklik ve
güzelligiyle bir
basyapit;
birbiriyle uyum içinde çalisan kirk trilyon hücrenin hayat verdigi bir senfonidir. Ama vücudun tabi oldugu bazi sinirlamalar da
vardir. Duyularimiz deneyimlerimize, vücudumuz yapabildiklerimize sinirlar
koyar.
Ama ya beyin farkli türden
girdileri de algilayip farkli türden kol ve bacaklari da denetleyebilse ve
böylece içinde yasadigimiz gerçekligi genisletebilseydi?
Hem geçmis basarimizi hem de
gelecekteki firsatlari anlamanin sirri, beynin plastisite adi verilen muazzam
uyarlanma becerisinde yatar. Bu özellik, kendimizi hangi ortamda bulursak
bulalim, hayatta kalmamizi saglayacak
yerel ayrintilari (yerel dil, yerel çevre baskilari ya da yerel
kültü özellikleri gibi) yakalayip kullanmamizi mümkün kilmistir.
Beyin plastisitesi, kendi
donanimimiz üzerinde uyarlamalar yapmak için gerekli kapilari araladigindan, gelecegimizin de anahtaridir.
Beynin tam olarak ne ölçüde esnek bir bilgisayimsal aygit oldugunu anlamaya çalisarak ise baslayabiliriz. Cameron Mott
isimli genç bir kizin durumunu ele alalim.
Cameron dört yasindayken siddetli nöbetler geçirmeye
baslamisti. Nöbetler tehlikeli
boyuttaydi. Durup durup bir anda yere düsebiliyor, bu nedenle de sürekli kask takmak zorunda kaliyordu.
Cameron'a ender görülen ve oldukça da sarsici etkileri olan Rasmussen
ensefaliti teshisi
konmasi fazla zaman almadi. Cameron ile ilgilenen nörologlar bu sara
türünün önce felce, sonunda da ölüme yol açacagim biliyorlardi; bu nedenle ciddi sonuçlari olabilecek,
iddiali bir ameliyat önerdiler. 2007 yilinda, beyin cerrahlarindan olusan bir ekip neredeyse on
iki saat süren bir ameliyatla Cameron'un bir beyin yarimküresini oldugu gibi çikardi.
Beynin yarisinin
çikarilmasi, uzun dönemde ne tür sonuçlar doguracakti? Anlasildigi üzere, sasirtici ölçüde hafif
olacakti bu etkiler. Cameron'un vücudunun bir yarisi, digerinden daha güçsüz; ancak
bunun disinda onu
sinifindaki diger çocuklardan
ayirt etmek pek mümkün degil.
Ne kullanilan dili, ne de
müzigi,
matematigi,
hikâyeleri anlamada sorun yasiyor.
Okulda iyi bir ögrenci
olmanin yaninda, spor etkinliklerine de katiliyor.
Böyle bir sey nasil mümkün olabildi?
Mesele, Cameron'un beyninin bir yarisina ihtiyaç olmamasi degil, kalan yarisinin eksik islevleri devralmak üzere
dinamik biçimde yeniden düzenlenmesi ve bütün islemlerin normal beyin hacminin yarisina sikistirilmasiydi. Cameron'un
iyilesmesi,
beynin harikulade bir yetenegini
vurgular: Beyin, eldeki girdiler, çiktilar ve yapilacak islere uyum saglamak üzere,
devrelerini yeni düzenlemelere tabi tutabilir,
Kritik önem tasiyan bu yöntem, beyni
dijital bilgisayarlardaki donanimdan temelde farkli kilar. Beyin, sahip oldugu "canli"
donanimla kendi devre sistemini kendisi düzenler. Yetiskin beyni bir çocugunki kadar esnek olmasa da,
uyum saglama ve
degisim yetenegini sasirtici ölçüde korumus durumdadir.
Sahip oldugumuz duyusal kapilari çevresel “tak-çalistir” aygitlarina
benzetirim. Burada önemli olan nokta, beynin veriyi nereden aldigini bilmemesi, üstelik
bunu umursamamasidir. Ne tür bilgi gelirse gelsin, beyin onunla ne yapacagini çözümlemeye çalisir. Bu çerçevede beyni
genel amaçli bir bilgisayim aygiti olarak düsünürüm; çünkü neyle beslenirse onunla çalisir. Bu varsayim temelinde
Tabiat Ana'nin da beynin isleyis ilkelerini yalnizca
bir kez icat etmesi yeterli olmus, ondan sonra yeni girdi kanallarini tasarlamak için bol bol
zamani kalmisti.
Nihai sonuç, bu kadar iyi
taniyip sevdigimiz
bütün bu algilayicilarin, aslinda devreye bir girip bir çikabilen
araçlardan ibaret oldugudur. Fise bir kere taktiniz mi,
beyin hemen onlari islemeye baslar. Bu çerçevede, evrimin
beyni sürekli olarak yeniden tasarlamasina gerek yoktur; bu süreci yalnizca
çevresel aygitlara uygulamasi yeterlidir. Beyne düsen, bunlardan nasil
yaralanacagini bulmaktir.
Hayvanlar âlemine göz attiginizda, hayvan beyinlerince
kullanilan çevresel algilayicilarin inanilmaz bir çesitlilik sergiledigini görününüz.
Yilanlar isi algilayicilari
tasirlar.
Cam biçak baliklarinda ortamin elektrik alanindaki degisimleri yorumlamaya yarayan
elektrik algilayicilari, inek ve kuslarda ise Dünya'nin manyetik alanina göre yönlenmelerini saglayan manyetit bulunur.
Hayvanlar morötesi isigi da algilayabilirler.
Filler çok uzun mesafelerdeki sesleri isitebilir, köpekler de zengin kokularla dolu bir gerçeklik deneyimi
yasarlar. Dogal seçilimin eritme potasi,
olabilecek en uç programlama atölyesidir; bu özellikler de genlerin
dis dünyadaki
bilgiyi iç dünyaya iletmek için buldugu yollardan yalnizca birkaçidir,
Nihai
sonuç, evrimin gerçekligin birçok
farkli dilimini deneyimleyebilen beyin insa etmis olmasidir.
Bütün bunlarla vurgulamak
istedigim nokta su ki, kullanageldigimiz algilayicilar öyle çok
da temel ve özel nitelikli olmayabilir. Bunlar yalnizca karma; evrimsel
baskilar tarihinden miras aldigimiz özelliklerdir;
onlara mahkûm degilizdir.
Bu fikri ilkece destekleyen
en temel kanit, "duyusal degistirim"
(sensory substitution) adini alan kavramdan gelir. Bu kavram, duyusal bilginin
alisilmadik
duyusal kanallar araciligiyla
(örnegin,
görmenin, dokunma araciligiyla)
iletildigi
durumlar için kullanilir. Beyin, bu bilgiyle ne yapmasi gerektigini bir sekilde çözümler; çünkü
verilerin hangi yolla geldigi
umurunda degildir.
Son duruma verilebilecek
bir örnek, boyutlari bir posta pulununkini geçmeyen BrainPort cihazidir.
Cihaz, dil üzerine yerlestirilen
küçük, kafesli bir levha araciligiyla dile çok küçük elektrik
soklari verir. Görme engelli kisi, üzerinde bir kameranin bagli bulundugu günes gözlüklerini takar ve
kamera pikselleri dil üzerinde, bir gazli içecegin verdigi hisse
benzer bir his veren küçük elektrik atimlarina dönüstürülür. BrainPort cihazini
kullanan görme engelliler, zaman içinde epeyce ustalik kazanarak engelli
parkurlarda dolasabilir,
hatta basket atar hale bile gelmektedirler. Kaya tirmanislarinda bu cihazdan
yararlanan görme engelli sporcu Erik Weihenmayer ise, dilinde olusan örüntülerden yola
çikarak sivri kayalik ve yariklarin konumunu belirleyebilmektedir.
Dille "görmek" fikri
size inanilmaz geliyorsa görme eyleminin, kafatasinizin karanligina akan elektrik
sinyallerinden baska bir sey olmadigini aklinizda tutun,
yeter. Bunun normalde görme sinirleriyle gerçeklesmesi, bilgilerin baska sinirler araciligiyla akamayacagi anlamina
gelmez. Duyusal degistirim olgusunun gösterdigi üzere, beyin gelen
her türlü veriyi alir ve onunla ne yapabilecegini hesaplar.
Daha Iyi Bir Vücut Için
Dünyayi nasil algiladigimiz, çogunlukla hikâyenin
yarisidir; diger yarisi ise
onunla nasil etkilesim kurdugumuzdur. Duyusal benligimizi degisime ugratmaya baslattigimiz gibi, acaba beynin
esnekligini de,
dünyaya dokunusumuzu degistirecek sekilde gelistirebilir miyiz?
Sizi Jan Scheuermann ile
tanistirayim.
Ender görülen bir tür genetik "spinoserebellar" hastaliktan dolayi,
Jan'in beynini kaslara baglayan
omurilik sinirleri zarar görmüs durumda.
Vücudunu hissedebilse de hareket ettiremiyor. Kendisi söyle ifade ediyor durumunu: “Beynim,
koluma 'kalk' komutunu veriyor, ama kolum ona 'seni duyamiyorum'
diye cevap veriyor.”
Burada arastirmacilar, Jan'in sol
motor korteksine iki elektrot yerlestirmisler.
Burasi, beyin sinyallerinin kol kaslarini yönetmek üzere
omurilikten asagi yönelmeden önce
ugradiklari
son duraktir.
Korteksteki elektrik
firtinalari böylece izleniyor, niyetlerini anlamak üzere bilgisayarda
çevriliyor ve çikti da dünyanin en geliskin robo kolunu denetlemekte kullaniliyor. Jan robot kolu
hareket ettirmek istediginde tek
yapmasi gereken, onu hareket ettirmeyi düsünmek.
Jan, kolu hareket
ettirdikçe ona hitap etmeyi yegliyor: “Yukari çik.
Asagi in. Asagi, asagi, asagi. Saga git. Ve yakala.
Birak."
Komutlari sesli olarak dile
getirdigi halde,
aslinda bunu yapmasina gerek yok; çünkü beyniyle kol arasinda dogrudan fiziksel bir baglanti kurulmus durumda. Jan,
kollarini en son hareket ettireli on yili geçmis olmasina ragmen,
beyninin bunu unutmamis oldugunu söylüyor. Ona göre bu is, "tipki
bisiklete binmek gibi."
Jan'in ulastigi düzey, teknolojiyi
yalnizca kol-bacak ya da organlarin yerine yenilerini koymak için degil, vücudumuzun durumunu
iyilestirip
sinirlarini genisletmek,
onu insan kirilganliginin ötesine
tasiyip daha
dayanikli ve saglam hale
getirmek için kullanabilecegimiz bir
gelecege isaret eder. Jan'in robot
kolu, dogustan sahip oldugumuz deri, kas ve kirilgan
kemiklerden çok daha güçlü ve uzun ömürlü aygitlari komuta edebilecegimiz bir biyonik çagin yaklasmakta oldugunun ilk isaretidir yalnizca.
Yeni duyusal deneyimler
kazanip yeni vücut türlerini kontrol etmeye baslamamiz, birer birey olarak bizi de derinden degistirecektir:
Nasil hissettigimiz, nasil düsündügümüz ve kim oldugumuzla ilgili olarak
sahneyi hazirlayan, fizikselligimizdir.
Standart duyular ve
standart vücudun sinirlamalari ortadan kalktiginda, biz de farkli insanlar oluruz. Ileriki nesillerde dünyaya
gelen torunlarimiz, bu nedenle kim oldugumuzu ve bizim için önem tasiyan
seyleri anlamak için çaba sarf etmek zorunda kalabilirler.
Tarihin bulundugumuz su noktasinda Tas Devri atalarimizla
paylastigimiz ortak yönlerimiz,
yakin gelecekteki torunlarimizla kiyaslandiginda daha fazla olabilir,
Ölüme Inat
Insan vücuduna parçalar eklemeye simdiden baslamis bulunuyoruz. Ancak
vücudumuzu ne kadar gelistirirsek
gelistirelim,
engellenmesi mümkün görünmeyen bir çikmazin varligini da unutmamak
gerek: Hem beynimiz hem de vücudumuz fiziksel maddeden yapilmis oldugundan er veya geç bozulmaya
ugrayacak
ve öleceklerdir. Bütün nöral etkinliklerin duruverdigi bir an gelecek ve bilinç adini alan
muhtesem
deneyim son bulacaktir. Kimleri tanidiginizin, ne yaptiginizin bu
noktada hiç bir önemi yoktur; çünkü bu hepimizin kaçinilmaz
kaderidir. Ve sadece insanlarin degil tüm yasamin
kaderi, Ama insanlar sira disi bir öngörüye
sahip olduklarindan, bu gerçegin
bilgisiyle cani yanan da sadece onlardir.
Yaklasimi bir soruyla özetleyecek
olursak: Gelecekte ölüm kaçinilmaz olmaktan çikabilir mi?
Hem dostum hem de akil
hocam olan Francis Crick kremasyonla ugurlandiginda,
yanip kül olan o çok degerli
nöral maddeye çok yazik oldugunu düsünmüstüm. O beyin, yirminci
yüzyil biyolojisinin en büyük sampiyonlarindan birinin bütün bilgisini, bilgeligini ve zekâsini içeriyordu.
Anilarini, kavrama yetenegini,
mizah gücünü, özetle bütün yasamini içeren arsivler, beyninin fiziksel yapisi içinde saklanmisti. Ve sirf kalbi
durdu diye, herkes sabit sürücüyü de gözden çikarmaya raziydi. Bu beni düsünmeye itmisti:
Beynindeki bilgiler bir sekilde korunabilir miydi?
Beynin kendisi korunabilirse, bir insanin düsünceleri, farkindaligi ve birey olarak özelliklerine yeniden hayat vermek mümkün
olabilir miydi?
Alcor Yasam Uzatma Vakfi son
elli yildir, bugün hayatta olan insanlara gelecekte ikinci bir yasam döngüsünün tadini çikarma sansi verecegini düsündügü bir teknoloji gelistiriyor. Kurulusun, biyolojik çürümeyi
önleyen bir derin dondurucuda saklamakta oldugu kisilerin
sayisi, su anda
129.
Dondurarak saklama yöntemi söyle isler: Ilgili taraf, hayat
sigortasi poliçesini imzalayarak vakfa devreder. Ölümü resmen ilan edildikten
sonra ise Alcor bilgilendirilir ve yerel bir ekip ölüyle ilgili islemleri yapmak üzere hizla
devreye girer.
Ekip, ölüyü hemen bir buz
banyosuna yerlestirir.
Kriyo-koruyucu perfüzyon olarak anilan süreçte, vücut sogudukça hücrelerin zarar
görmemeleri için on alti farkli kimyasalin vücutta dolasimi saglanir.
Ölü, bundan sonra islemin son asamasi için mümkün oldugunca hizli biçimde
Alcor'un ameliyat salonuna alinir. Vücudu, burada bilgisayarda denetlenen ve
çok düsük
sicakliklardaki azot gazinin dolasimim saglayan
fanlar araciligiyla sogutulur. Islemin bu asamasinda gözetilen hedef,
buz olusumunu önlemek
için vücudun bütün kisimlarini mümkün oldugunca hizli biçimde -124°C'nin altina sogutmaktir. Yaklasik üç saat süren
bu islemin
sonucunda, vücut artik camsi hale gelmis, yani buzdan arinmis oldugu kararli bir
duruma ulasmistir. Bunu izleyen iki hafta
içinde de -196°C'ye sogutulur.
Islemin sonunda müsteriler,
içinde çok düsük
sicakliklara kadar sogutulmus bir sivi bulunan
dev çelik silindirlere alinirlar. Uzun bekleme süresini geçirecekleri yer
artik burasidir. Alcor'un bu donmus sakinlerinin nasil basarili bir sekilde "çözülüp" hayata döndürülecegini su anda kimse bilmese de,
önemli olan bu degildir. Bu
konudaki umutlar, günün birinde bu toplulukta yer alan kisileri dikkatlice çözüp
onlara yeniden can verecek teknolojinin er veya geç gelistirilecegi yolundadir. Uzak
gelecekteki uygarliklarin bu vücutlari yikip döken, sonunda da durma noktasina
getiren hastaliklari alt edecek teknolojiye sahip olacaklari varsayimi da bu
umudun içinde yer alir.
Alcor üyeleri, onlari
hayata döndürecek teknolojiye hiç bir zaman ulasmama olasiligi bulundugunun farkindalar. Bu girisim, gerekli teknolojinin
gelecekte var olacagi varsayimi üzerine
oynanmis bir
kumar.
Konustugum üyelerden biri (ki,
kendisi de zamani geldiginde
tanka yapacagi nihai
girisi
bekleyenlerden), bütün fikrin bir tür bahis oldugunu kabul ediyor, ama bir noktaya da dikkat çekiyordu: Bu,
ona ölümü yenme konusunda en azindan hiç yoktan iyi denebilecek bir sans taniyordu; bu açidan,
geri kalan herkesten bir adim öndeydi.
Kurulusun isleyisinden sorumlu Dr. Max More,
"ölümsüzlük" sözcügünü kullanmamaya
dikkat ediyor. More'un ifadesiyle Akor'un asil hedefi, insanlara belki bin yil
belki de daha uzun süre hayatta kalma potansiyeli saglayarak ikinci bir yasam sansi tanimak. O zaman
gelene kadar, Akor onlarin son uykularina yattiklari yer olacak…
Dijital Ölümsüzlük
Günümüzün teknolojileri
akil almaz miktarda veri depolamamiza, devasa boyutlarda simülasyonlar
yürütmemize olanak sagliyor.
Sahip oldugumuz islemleme potansiyelinden
yola çikarsak, günün birinde insan beyninin isleyen bir kopyasini bir bilgisayar altyapisina taramamiz olanaksiz
görünmüyor. Kuramsal olarak, bu olasiligi dislayan
herhangi bir engel de yok. Ancak bu iddiali düsünceyi gerçekçi bir sekilde ele almak gerekir.
Normal bir beyinde, her
biri on bin kadar baglanti kurmus yaklasik seksen alti milyar
nöron vardir. Bunlar birbirlerine her kisi için benzersiz olan, son derece özgül bir biçimde baglanirlar. Deneyimleriniz,
anilariniz, sizi siz yapan her sey, beyin hücrelerinin
arasinda kurulmus bir
katrilyon kadar baglantinin
olusturdugu essiz bir örüntüyle temsil
edilmektedir. Kavrayamayacagimiz
kadar büyük ve karmasik olan
bu örüntü, sizin "konektom"unuzdur.
Princeton Üniversitesi'nden
Dr. Sebastian Seung, oldukça iddiali bir çalisma kapsaminda, ekibiyle
birlikte konektomun ince ayrintilarini ortaya çikarmak için ugras vermektedir.
Üzerinde ugrasilan sistem böylesine küçük ölçekli
ve karmasik oldugunda, baglantilar agini haritalamak da o
oranda zordur. Seung'un yöntemi ise, son derece keskin bir biçakla beyin
dokusundan aldigi bir
dizi çok ince kesiti, seri kesit elektron mikroskopisi yardimiyla
incelemektir. (Su asamada, yalnizca fare
beyinleri kullanilmaktadir.) Bu yöntemde her kesit, çok küçük alanlara bölünür,
bunlarin her biri de muazzam güçteki bir elektron mikroskobuyla taranir. Tarama
sonuçlari, elektron mikrograf olarak bilinen birer görüntü seklinde ortaya çikar. Bu
görüntü, beynin yüz bin kez büyütülmüs bir parçasina karsilik gelir. Böyle bir çözünürlükle, beynin ince ayrintilarini
görmek de artik mümkündür.
Bu doku kesiti görüntüleri
bilgisayarda depolandiktan sonra isin asil zor kismi baslar. Tek tek ele alinan incecik doku dilimlerindeki hücre
sinirlari yine tek tek çizilir. Görüntüler daha sonra üst üste konarak tek
haldeki hücreler, dilimler araciligiyla bir bütün halinde birlestirilmeye çalisilir. Bu
islemin
amaci, hücreleri üç boyutlu zenginlikleriyle
ortaya çikarabilmektir. Oldukça dikkat gerektiren bu zahmetli sürecin
sonunda, hangi hücrenin hangisine baglandigini gösteren
bir model belirmis olur.
Baglantilardan olusmus bu yogun, spagetti-vari yapi,
metrenin ancak birkaç milyarda birini bulan çapiyla, yaklasik bir toplu igne basi büyüklügündedir. Bu durum göz önüne
alindiginda,
insan beyninin bütün baglantilarini kapsayan
tam bir resim insa etmenin
neden bu kadar göz korkutucu bir is oldugunu ve bu
isi yakin
gelecekte tamamlama umudumuzun da neden pek olmadigini anlamak zor degildir. Toplanmasi gereken
veri miktari öylesine akil almaz boyuttadir ki, tek bir insan beyninin
yüksek çözünürlüklü mimarisini saklamak, yaklasik bir zettabaytlik
kapasite gerektirecektir. Bu ise, su anda gezegende var olan toplam dijital kapasiteye esdegerdir, Bir an için çok uzak gelecege gidip, sizi konektomunuzun
da taramasini elde edebilecegimizi farz edelim. Bu bilgi
sizi temsil etmeye yetecek mi? Beyninizin bütün devrelerini kapsayan bu fotograf, bilince de sahip
olacak mi? Sizin bilincinize? Büyük olasilikla hayir. Çünkü
neyin neye baglandigini gösteren bu devre semasi, ne de olsa islevsel bir beyindeki sihrin
yalnizca yarisidir.
Sihrin diger yarisi ise, bütün
bu baglantilara
paralel olarak süregiden elektriksel ve kimyasal etkinliklerdir, Düsüncenin, duygunun,
farkindaligin
simyasi, beyin hücreleri arasinda her saniye gerçeklesen katrilyonlarca etkilesimin bir ürünüdür:
salinan kimyasallarin, proteinlerdeki biçim degisimlerinin,
nöron aksonlarindan asagi akan elektriksel
etkinlik dalgalarinin.
Iste, Isviçre'deki
Ecele Polytechnique Federal Lausanne'dan (EPFL) bir arastirma ekibi de tam olarak
böyle bir simülasyon üzerinde çalisiyor. Hedefleri, bir insan beyninin simülasyonunu yürütebilecek
bir yazilim ve donanim altyapisini, 2023'e kadar tamamlamis olmak. Insan Beyni
Projesi, verilerin,
dünyanin birçok kösesindeki
nörobilim laboratuvarlarindan toplandigi iddiali bir arastirma projesi.
Insan Beyni Projesi'nin amaci, yapi ve davranis açisindan gerçekçi
biçimde yansitilacak olan nöronlarin bütün ayrintilariyla birlikte yer aldigi bir beyin
simülasyonu gerçeklestirmek.
Ancak insan beyni, böylesi iddiali bir hedef ve Avrupa Birligi'nden gelen bir milyar
euro'luk destegin varliginda bile henüz tümüyle erisilmez durumda. Simdiki hedefimiz, bir siçan
beyni simülasyonuyla yetinmek zorunda.
Beyinle ilgili
bilgisayimsal varsayim, adinin da belirttigi gibi yalnizca bir varsayim, dogru olup olmadigini henüz
bilmedigimiz bir
fikirdir. Beynin biyolojik yapisi, özel ve henüz kesfetmedigimiz bir nitelik tasiyabilir ki, bu da dünyaya
geldigimiz
biyolojiye mahkûm oldugumuz
anlamina gelir. Ama bilgisayimsal varsayim dogruysa, beyin bir bilgisayarda da yasamini sürdürebilecek demektir.
Zihni simüle etmenin mümkün
oldugu anlasilirsa, bu sefer de farkli bir
soru gündeme gelecektir: Bunu geleneksel biyolojik yöntemi kopyalayarak
yapmamiz sart mi?
Yoksa farkli türden bir zekâ da yaratabilir miyiz? Kendi bulusumuz olan? Sifirdan?
Yapay Zekâ
Insanlik uzun zamandir düsünebilen makineler yapmaya çalisiyor.
Yapay zekâ adini alan bu
arastirma
alani, en az 1950'lerden beri varligini sürdürmekte. Alanin öncüleri bu konuda son derece iyimser
olsalar da, problemin beklenmedik ölçüde zor oldugu artik ortaya çikmis bulunuyor.
Küçükken, bizimle etkilesim halinde olan, bize bakan
ve bizimle anlamli konusmalar
yapan robotlarin ben büyüyene kadar yapilmis olacagini düsünürdüm. Böyle bir sonuçtan
hâlâ epeyce uzakta olmamiz, beynin isleyisindeki
gizemin çok derinlerde yattigini ve Tabiat Ana'nin sirlarini çözmek için daha çok
yol almamiz gerektigine isaret eder.
Yapazekâ gelistirmek için atilan en son adimlardan biri, Ingiltere'deki Plymouth Üniversitesi'ne
aittir. Burada insa edilen
insansi robot iCub, bir çocuk gibi ögrenmek üzere
tasarlanmistir.
Robotlar genellikle, yapacaklari isler hakkinda bilmeleri gerekenler gözetilerek
önceden programlanirlar.
Peki, ama ya robotlar da insan yavrularinin gelistigi gibi
gelisebilir ve
dünyayla etkilesime
girerek, taklit ederek ve örneklerle ögrenerek yol alabilirse? Ne de olsa bebekler de dünyaya konusmayi ve yürümeyi ögrenmis olarak gelmezler; ama
merak duygusuna sahiptirler, dikkatlerini verebilir ve taklit edebilirler.
Bebekler, çevrelerindeki
dünyayi örneklerle ögrenmenin
bir araci olarak kullanirlar.
iCub’in boyutlari, iki yasindaki bir bebeginki kadar. Sahip oldugu gözler, kulaklar ve
dokunma sensörleri, onun dünya ile etkilesime girip hakkinda bilgi sahibi olmasini sagliyor.
iCub sürekli hata yapiyor.
Önüne birkaç nesne birden sürüp onu hepsini birden adlandirmaya zorlarsaniz,
hatalarin yani sira çok sayida "bilmiyorum" yanitiyla da karsi karsiya kaliyorsunuz. Bu,
aslinda sürecin bir parçasi olmakla birlikte, zekâyi yapay olarak insa etmenin ne kadar zor oldugunu da gösteriyor.
iCub ile etkilesim içinde epeyce bir zaman
geçirdim ve söylemeliyim ki bu, oldukça etkileyici bir proje. Ancak orada kaldigim süre uzadikça, programin
ardinda bir zihin olmadigi da
giderek daha bariz hale geliyordu. Kocaman gözleri, dostane sesi ve çocuksu
hareketlerine ragmen,
iCub'in duyusal bilinç tasimadigi açik. Onu çalistiran bir düsünceler zinciri degil,
çesitli kod dizileri. Ve yapay
zekânin henüz baslangiç asamasinda olmamiza karsin, felsefenin eski ve
derin bir sorusunu yeniden irdelemeden edemiyoruz: Bilgisayar kod dizilerinin
düsünecek
hale gelmesi gerçekte mümkün olabilir mi?
Bir “Beliren Özellik”
Olarak BILINÇ
Yaprak kesici karincalar,
olusturduklari milyonlarca
üyelik koloni içinde kendi besinlerini kendileri yetistirirler. Karincalardan
bazilari taze bitkiler aramak üzere yuvadan çikar ve
bulduklarinda da bitkiden isirdiklari büyük parçalari yüklenerek yuvaya tasirlar. Ancak karincalar bu
yapraklari yemezler. Daha küçük olan isçi karincalar yaprak parçalarini alir ve çigneyerek daha küçük parçalara
böldükten sonra, bunlari büyük yeralti "bahçe"lerinde yetistirdikleri mantarlara gübre
olarak kullanirlar. Bu sekilde
beslemis olduklari mantar
ise, karincalarin daha sonra yiyecegi spor üretici küçük tomurcuklar olusturur. (Bu ortak yasam iliskisi artik öyle bir düzeye
ulasmistir ki, mantar artik tek basina üreyemez hale
gelmistir; üremek
için artik tümüyle karincalara bagimlidir.) Karincalar bu basarili tarim stratejisini kullanarak, yeraltinda yüzlerce metre
karelik devasa yuvalar insa
ederler. Tipki insanlar gibi, onlar da geliskin bir tarima dayali uygarlik kurmuslardir.
Buradaki önemli nokra sudur: Koloni, olaganüstü isler basaran bir süper-organizmanin
özelliklerini tasisa da,
her karincanin tek basina yaptigi sey aslinda oldukça
basittir. Karinca, yerel talimat ve kurallara uyar, o kadar. Kraliçe buyruk yagdirip diger karincalarin davranislarini yukardan
düzenlemez.
Karinca örneginden alinacak önemli
ders, koloni düzeyindeki karmasik
davranislarin,
bireylerin karmasikligindan kaynaklanmiyor olusudur. Tek haldeki bir
karinca, basarili bir
uygarligin bir
parçasi oldugunu
bilmez ve küçük, basit programlarini yürütmekle yetinir.
Ancak karincalar yeterli
sayiya ulastiklarinda
bir süper-organizma belirmeye baslar; öyle ki, bu olusumun toplu özellikleri, temel parçalarin tek tek tasidiklari özelliklerden
daha karmasik ve
ayrintilidir. “Belirme” olarak bilinen bu olgu, basit birimlerin dogru yönde etkilesim kurmalari sonucunda
dana büyük ve kapsamli bir olusumun
ortaya çikisini betimler.
Buradaki püf noktasi,
karincalarin arasindaki iletisimdir. Ve ayni sey beyin için de geçerlidir. Nöron, özellesmis bir hücredir
yalnizca; tipki vücudunuzdaki diger hücreler gibi. Onlardan temel farki, uzantilar gelistirmesi ve elektrik
sinyallerini iletmesini saglayan
bazi özelliklere sahip olmasidir. Bir karinca gibi, tek haldeki bir beyin
hücresinin yaptigi sey de sahip oldugu yerel programi ömrü yettigince çalistirmaktir. Bu program
çerçevesinde zari boyunca elektrik sinyallerini tasir, zamani geldiginde nörotransmiterlerini
disariya
firlatir ve baska
hücrelerin firlattigi riörotransmiterleri
de kabul eder; hepsi bu. Tek haldeki bir nöron, her
seyden habersiz, karanlikta yasar. Ve her nöron da yasamini diger hücrelerin
olusturdugu bir aga gömülü olarak,
yalnizca sinyallere tepki vererek geçirir. Shakespeare okumak için gözlerinizi
ya da Beethoven çalmak için ellerinizi hareket ettirmenizde rol oynayip
oynamadigini bilmez.
Sizin varliginizdan
da haberdar degildir. Bütün
hedefleriniz, planlariniz ve becerileriniz tümüyle bu küçük nöronlara bagli olsa bile, onlarin
yasadigi dünya daha küçük ölçeklidir;
neyi insa etmek üzere
bir araya geldiklerinden haberleri bile yoktur.
Ancak, dogru yönde etkilesim kurmalari kosuluyla, bu temel beyin
hücreleri yeterli miktarlarda bir araya geldiginde zihin de belirmeye baslayacaktir.
Hem karincalar hem de
nöronlar, yasamlarini yerel
kurallari uygulayarak geçirirler. Karincalar bu tutumlariyla farkinda
olmadan karmasik koloni
davranislarini,
nöronlar ise bizleri ortaya çikarirlar.
Kuramsal ayrintilar henüz
tam olarak ortaya konmamis olsa
da zihin, beyindeki milyarlarca parça ve bilesenin etkilesimiyle
belirir gibidir. Bu da bizi temel soruya götürür: Zihin, etkilesimli birçok parçaya sahip
herhangi bir seyden de ortaya çikabilir mi? Örnegin bir kent
bilince sahip olabilir mi? Kent, ne de olsa birimler arasi etkilesimler üzerine kurulu
bir yapi degil midir?
Böyle bir soruyu
yanitlamak, daha derin bir soruyu da sormayi gerektirir: Herhangi bir agin, bilinç deneyimine
sahip olmak için belirli sayida parçadan daha fazlasina mi ihtiyaci vardir
acaba? Örnegin,
etkilesimlere
temel olacak belirli bir yapiya?
Wisconsin Üniversitesi'nden
Profesör Giulio Tononi, tam da bu soruya yanit bulmak için çalisiyor. Tononi, bilinç için
nicel bir tanim ileri sürmüs durumda.
Ona göre parça ve bilesenlerin
arasindaki etkilesim
yeterli degil; bu
etkilesimin
altinda belirli bir düzenleme
Tononi'nin kurami dogru çikarsa, koma
hastalarindaki bilinç düzeyini degerlendirmek için girisimsel yöntemlere gerek kalmayacak, hatta belki canli özellikleri
tasimayan
sistemlerde bilinç olup olmadigi bile anlasilabilecektir.
Böylece bir kentteki bilinç durumuna iliskin soru da yanit bulabilir. Bu yanit, bilgi akisinin dogru biçimde düzenlenip
düzenlenmedigine-kusursuz
bir farklilasma ve
bütünlesme
oraninin varligina-bagli olacaktir.
Tononi'nin kurami, insan
bilincinin biyolojik kökenlerinden siyrilabilecegi yönündeki fikirle uyumludur. Bu fikre göre bilinç, beynin ortaya
çikisiyla
sonlanan belirli bir yol üzerinde evrimlesmis olsa
da, organik madde üzerine kurulu olmasi sart degildir.
Etkilesimlerin dogru biçimde düzenlenmesi kosuluyla silikondan yapilmis olmasi da pekâlâ mümkündür.
KARSIYA YÜKLEME: SIZ HÂLÂ SIZ MISINIZ?
Eger sizi siz yapan sey fiziksel madde degil de biyolojik
algoritmalar ise, günün birinde beyninizi kopyalayip karsiya yükleyerek silika
içinde sonsuz bir yasama kavusmaniz da mümkün olabilir.
Ancak bu noktada önemli bir soru çikar karsimiza: Ortaya çikan sey “siz” mi olursunuz
gerçekten? Tam olarak degil.
Yüklenen bu kopya bütün anilarinizi içermekte ve bilgisayarin hemen yani basinda, vücudunun içinde
duran kisinin siz
oldugunuzu düsünmektedir. Ama asil tuhafi su: Ölmeniz durumunda
simülasyonu bir saniye sonra baslatirsak
artik söz konusu olan, bir transfer islemidir ve bunun da Uzay Yolu'ndaki isinlanma sürecinden farki yoktur.
(Bu dizide isinlanan
kisi önce
parçalarina ayristirilir,
bir an sonra da yeni bir versiyonu olusturulur.) Yükleme uygulamasi, aslina bakilirsa her gece uykuya
daldiginizda basiniza gelenlerden çok
da farkli bir sey
olmayabilir. Bu süreçte deneyimlediginiz sey, bir
anlamda bilincinizin kisa süreli ölümüdür; ertesi sabah yataginizda uyanan kisi ise, gerçekte bütün
anilarinizi miras almis,
kendisinin de siz oldugunu
zanneden bir insandir.
Bilinci Karsiya Yüklemek
Eger zihin için kritik önemdeki
unsur-donanimin ayrintilari degil
de-yazilim ise, kuramsal olarak kendimizi bedensel çatimizdan öteye tasiyabiliriz. Beyin
etkinliklerini simüle eden yeterince güçlü bilgisayarlarin varliginda, beynimizi "karsiya yüklememiz" mümkün
olabilir ve kendimizi birer simülasyon olarak çalistirarak, içinden dogdugumuz biyolojik beyin
yapisindan siyrilip biyolojik olmayan varliklara dönüsebiliriz. Bunun, türümüzün
tarihi boyunca gerçeklestirecegimiz en büyük siçrama,
insan-ötesi çaga adim
atmamizi saglayan en
büyük hamle olacaginda kusku yok.
Vücudunuzu arkada birakip
simülasyon ürünü bir dünyada yeni bir varlik kazanmanin nasil bir deneyim
olabilecegini düsünün. Dijital varliginiz, isteyebileceginiz herhangi bir yasamdan farksiz olabilir;
programcilar sizin için dilediginiz
sanal dünyayi kurabilir: uçabildiginiz dünyalar, sualtinda yasayabildiginiz
dünyalar, bir baska
gezegenin rüzgârlarini hissedebildiginiz dünyalar... Sanal beyinlerinizi ister yavas ister hizli çalistirirsiniz; böylece
zihinleriniz muazzam zaman araliklarini tarayabilir ya da isterseniz saniyeler
ölçegindeki islem sürelerini milyarlarca
yillik deneyime dönüstürebilirsiniz.
Bilinci karsiya yüklemenin mümkün oldugu anlasilirsa, baska günes sistemlerine ulasma kapasitesini de kazanmis olacagiz. Kozmosta, her biri
yaklasik yüz
milyar yildiz içeren en az yüz milyar baska galaksi var ve simdiden, bu yildizlarin çevresinde
dolanan binlerce dis gezegen
seçmis bulunuyoruz.
Bunlardan bir kismi da Dünya'dakine oldukça benzeyen kosullara sahip. Asil sorun, simdiki biyolojik
vücudumuzla bu dis gezegenlere
ulasip ulasamayacagimiz. Böylesine büyük
uzakliklari uzay-zaman ölçeginde asabilecegimiz yönünde öngörülebilir
hiç bir yol yok. Ancak bir simülasyonu geçici olarak durdurup uzaya
firlatabilir ve bin yil sonra ulastigi bir
gezegende yeniden çalistirabilirsiniz.
Bu, bilinciniz tarafindan
Dünya'dayken uzaya firlatildiginiz ve
kendinizi bir anda yeni bir gezegende buldugunuz biçiminde algilanacaktir. Karsiya yüklemenin gerçeklesmesi, evrenin bir kösesinden digerine öznel
bir zaman dilimi içinde geçmemize olanak saglamasi bakimindan, fizigin solucan deligi bulma
düsünün
gerçeklesmesine esdegerdir.
Kesin bir sey varsa, o da türümüzün
bir baslangiç noktasinda
oldugu ve
bunun niteligini tam
olarak bilmedigimizdir.
Tarihte benzeri görülmemis bir
dönem yasiyoruz;
beyin bilimleri ve teknolojinin birlikte evrim geçirdikleri bir dönemi. Bu kesisim noktasinda olacaklar,
bizim kim oldugumuzu da
degistirecek.
Insanlarin binlerce kusak boyunca yineledikleri YASAM DÖNGÜSÜ asagi yukari ayni: Doguyoruz, kirilgan bir bedeni
idare etmeye çalisiyoruz,
bize sunulan küçük bir duyusal gerçeklik kesitinin tadini çikariyoruz ve
ölüyoruz.
Bilim bize bu evrimsel
hikâyenin ötesine geçebilecegimiz
araçlari saglayabilir.
Artik kendi donanimimiza müdahale edebildigimize göre, beynimiz, onu teslim aldigimiz sekilde kalmak zorunda degil. Farkli türden
duyusal gerçekliklerin, farkli türden bedenlerin içine girebiliyoruz. Sonunda
fiziksel çatimizi üzerimizden tümüyle atmamiz bile söz konusu olabilir.
Türünüz su anda, kendi kaderimizi
elimize almamizi saglayacak
araçlari kesfetme asamasinda. Ve kime dönüsecegimiz, tümüyle kendimize bagli.
--------------------------------------------------------
KAYNAKÇA
BEYIN-Senin Hikâyen (The
Brain: The Story of You)
David
EAGLEMAN(*)
Çeviri:
Zeynep Arik Tozar
Domingo
Yayin-Ilk Baski:
Mayis 2016