BEYIN-Senin Hikâyen (The Brain: The Story of You)

BEYIN-Senin Hikâyen (The Brain: The Story of You)

Fevzi BOZKURT
Biyografi


 
*David M. EAGLEMAN: Üniversite egitimini Ingiliz ve Amerikan Edebiyati üzerinde yaptiktan sonra Nörobilim dalinda doktorasini tamamladi. Teksas Houston’daki Baylor Tip Fakültesi’nde Algi ve Eylem Laboratuvari’nin basinda olan EAGLEMAN, Nörobilim ve Hukuk Tesebbüsü ’nün de kurucusu ve yöneticisidir. Bilimsel arastirmalari ScienceNature gibi prestijli yayinlarda yer aldi. Daha önce de Ülkemizde Nisan 2013’de 20 dilde yayinlanan “INCOGNITO-Beynin Gizli Hayati” adli kaynakça kitabi olarak el altinda bulunmasi gereken okunasi eserinin özetini ozetkitap.com isimli sitemizde bulabilirsiniz.
---------------------------
GIRIS
Beyin bilimi önemlidir. Kafatasinin içinde bulunan tuhaf bilgisayimsal malzeme, dünyada yolumuzu bulurken yararlandigimiz algisal düzenegin, kararlarimizi olusturan ya da hayal gücümüze kaynak olan maddenin ta kendisidir. Hem düslerimize hem de günlük yasantimiza biçim veren, beynin birbirleriyle sürekli i1etisim halindeki milyarlarca hücresidir.
Beyinle ilgili daha saglam bir kavrayis ise, kisisel iliskilerimiz ve toplumsal ilkelerimizin merkezindeki deger yargilarimiza ve buna paralel olarak nasil mücadele ettigimiz, birilerini neden sevdigimiz, dogru kabul ettiklerimiz, egitim anlayisimiz, daha iyi bir toplumsal politikayi nasil biçimlendirecegimiz gibi konulara isik tutar. Türümüzün tarihi ve gelecegi, -beynin mikroskobik ölçekteki devrelerine kazinmistir.
Beynin, yasamimizda oynadigi merkezi rolden yola çikarak, toplumun beyin hakkinda neden bu kadar az konustugunu, neden onun yerine yayin organlarini ünlülerle ilgili dedikodular-ve reality show'larla doldurmayi yegledigini merak edip dururdum. Ama artik beyinle ilgili bu kayitsizligin, bir ihmalden çok bir ipucu olarak ele alinabilecegini düsünüyorum: Kendi gerçekligimiz içine öylesine hapsolmus durumdayiz ki, tutsakligimizin farkina varmamiz bile son derece güçlesmis durumda.
Ilk bakista, üzerinde konusacak sey varmis gibi görünmüyor gerçekten de... Dis dünyada renkler elbette var. Bellegim elbette bir video kamera gibi isliyor. Inançlarimin gerçek nedenlerini elbette biliyorum.
Kitabin sayfalarinda, iste bütün bu varsayimlarimiza isik tutmayi hedefledim. Kitabi yazarken gözettigim nokta ise, daha derin bir sorgulama düzeyini yakalayabilmek adina, ders kitabi kaliplarinin disina çikmak oldu.
Bu proje bir anlamda, akademik literatür ile, beyin sahibi canlilar olarak sürdürdügümüz yasam arasinda bir bag kurma çabasidir.
Milyarlarca beyin hücresi ve birbirleriyle kurduklari trilyonlarca baglantidan olusan sonsuz yogunluktaki bu agin içinde, görmeyi belki de hiç beklemediginiz bir seyi bulabileceginizi umuyorum: KENDINIZI!
BEN KIMIM?
Nöral açidan bakildiginda kim oldugunuz, nerede bulunmus ve neler yapmis oldugunuza baglidir. Beyniniz yorulmak bilmeden biçim degistirir ve sahip oldugu devreler sistemini sürekli olarak yeniden kurar. Deneyimleriniz benzersiz oldugundan, beyninizdeki nöral aglarin içerdigi genis ve ayrintili örüntüler de benzersizdir. Beyniniz yasaminiz boyunca degismeye devam edeceginden, kimliginiz de aslinda yer degistiren bir hedeften farksizdir; nihai varis noktasi yoktur.
sünce ve düslerimizin, anilarimiz ve deneyimlerimizin tümü bu tuhaf nöral dokudan dogar. Kimligimiz, beynin çaprasik ektrokimyasal ateslenme örüntülerinde saklidir. Bu etkinliklerin sonlanmasi, bizim de sonumuz demektir.
 
Etkinliklerin, hasar ya da ilaçlara bagli olarak karakter degistirmesi, bizim de hiç sektirmeden karakter degistirmemiz anlamina gelir. Vücudun diger bütün kisimlarinda izlenenden farkli olarak, beyinde küçük bir hasarin gelismesi, kisiliginizde kökten degisimlere yol açabilir.
Biz insanlar, tümüyle aciz halde dogariz. Yürüyene kadar bir yil geçer; biçimlenmis düsünceleri dile dökene kadar kabaca iki yil, basimizin çaresine bakar hale gelene kadar da birçok yil daha...
Hayatta  kalmak  için  çevremizdeki  insanlara  tümüyle.  Bagimliyizdir.
Simdi bir de memelilerin çogu için geçerli duruma bakalim. Sözgelimi yunuslar, daha dogumda yüzmeye baslarlar; zürafalar ayakta durmayi saatler içinde ögrenirler; bir zebra yavrusu da dogumu izleyen kirk bes dakika içinde kosabilir. Hayvanlar âlemi içindeki akrabalarin dogumdan kisa süre sonra kazandiklari bu bagimsizlik oldukça çarpicidir.
Ilk bakista diger türler için büyük bir avantaj görünen bu durum, aslinda önemli bir sinirlamaya isaret eder. Hayvan yavrularindaki bu hizli gelisimin nedeni, beyinlerinin büyük oranda önceden programlanmis bir sablona göre baglantilar kurmasidir.
Önceden programlanmis bir beyinle dogma stratejisi, ekosistem içindeki belirli bir bölgede ise yarar. Ama hayvani o bölgeden
çikardiginizda yasama ve gelisme sansi düsük olacaktir.
Insanlar ise aksine, buzlu tundralardan yüksek daglara ya da vizir vizir isleyen kentlere kadar birçok farkli ortamda yasama becerisine sahiptir. Bunun mümkün olmasinin nedeniyse, gelisimi sasilasi ölçüde eksik kalmis birer beyinle doguyor olmamizdir.
Insan beyni, her sey devrelerine "kazinmis" halde ortaya çikmaz; onun yerine, yasamsal deneyimlerin ayrintilariyla sürekli olarak yeniden biçimlenme olanagi tanir kendisine. Yardima muhtaç oldugu halde geçirilen uzun dönemler, iste bu sürecin sonucudur. Genç beyin, bu zaman araliklarinda çevresine uyum gösterecek biçimde yavas yavas yogrulmaktadir. Çünkü yasam karsisinda degismez degil, esnektir.
Mermerde Gizlenmis Heykel-Genç beyinlerdeki esnekligin sirri nedir? Bunun yeni hücre olusumuyla ilgili oldugu söylenemez; hatta çocuk ve yetiskinlerdeki beyin hücrelerinin sayisi aynidir. Isin sirri, bu hücrelerin birbirine nasil baglandiginda yatar.
Yeni dogan bir bebegin nöronlari birbirinden oldukça farkli ve baglantisizdir. Yasamin ilk iki yilinda, aldiklari duyusal bilgilere bagli olarak nöronlar birbirleriyle çok hizli biçimde baglanti kurmaya baslarlar; öyle ki, bebegin beyninde saniyede yaklasik iki milyon yeni baglanti, yani sinaps olusur. Iki yilin sonunda bebekteki sinapslarin sayisi yüz trilyonu asarak, bir yetiskindeki sinaps sayisinin iki katina ulasir.
Beyin, artik bir zirve noktasina ulasmis ve ihtiyaç duyacagindan çok daha fazla baglanti kurmus durumdadir. Bu noktada, yeni baglantilarin olusum süreci, yerini nöral "budama" olarak bilinen bir baska stratejiye birakacak, yas ilerledikçe sinaps1arin yüzde 50 kadari yavas yavas budanip ortadan kalkacaktir.
 
Peki, hangi sinapslar kalir, hangileri gider? Bir beyin devresinde yerini alip basari gösteren bir sinap güçlenirken, yararli olmayan sinapslar da zayiflayarak sonunda devre disi birakilir. Tipki bir ormandaki patikalarda oldugu gibi, kullanmadiginiz baglantilari kaybedersiniz.
Bu     açidan       bakildiginda,      kim   oldugunuzu         belirleyen  süreç,
önceden var olan olasiliklarin tek tek elenmesiyle tanimlanir. Sizi siz yapan, beyninizde gelisen degil, beyninizde yok edilen seylerdir aslinda.
Ergenlik Yillari
Çok degil birkaç on yil önce, beyin gelisiminin çocukluk döneminin sonunda büyük ölçüde tamamlanmis oldugu düsünülmekteydi. Simdi biliyoruz ki, insan beynindeki yapim süreci yaklasik 25 yasin sonuna kadar sürer. Onlu yaslarda, beyin aglarinin geçtigi yeniden düzenlenme ve degisim süreci, görünen kimligimizi ciddi biçimde etkilemesi bakimindan son derece
önemlidir.
Yetiskinlerle ergenler arasindaki farkin nedeni neydi? Sorunun yaniti, beynin "medial prefrontal korteks" (mPFC) adi verilen bir bölgesinde yatar. Bu bölge, kendinizi (benliginizi)-özellikle de belirli bir durumun benliginiz açisindan tasidigi duygusal önemi- düsündügünüzde etkinlesir.
Harvard Üniversitesinden Dr. Leah. Somerville ve meslektaslarinin kesfettigi üzere, kisi çocukluktan ergenlige yol aldikça, mPFC bölgesi sosyal durumlar karsisinda etkinlik artisi göstererek on bes yas civarinda da zirve noktasina ulasir. Bu noktada, sosyal durum ve yasantilar büyük duygusal agirlik tasidigindan, öz bilince dayali stres tepkileri çok yogun olur. Bir baska deyisle, kisinin "kendisi" hakkinda düsünmesi, yani "öz degerlendirme" ergenlikte büyük öncelik tasir.
Yetiskin beyni ise aksine, ayaklarin yeni bir ayakkabiya alismasi misali, benlik duygusuna artik iyice asina hale gelmistir.
Bu degisimler bizi daha özbilinçli, risk almaya daha egilimli ve akranlarimizca güdülenmeye daha yatkin hale getirir. Bu noktada, çileden çikmis anne babalar için önemli bir mesaj var: Ergenlik
çaginda nasil biri oldugumuz, basitçe bir seçim ya da tavrin degil, yogun ve kaçinilmaz bir beyinsel degisim döneminin sonucudur.
Yetiskinlikte Plastisite
Yirmi bes yasina geldigimizde, çocukluk ve ergenlik dönemine özgü beyinsel dönüsümler nihayet tamamlanmistir. Kimlik ve kisiligimizdeki yapisal kayma ve degisimler son bulmus, beyin de görünüse bakilirsa tam geliskin hale gelmistir. Birer yetiskin olarak kisiligimizin artik sabit ve degismez oldugunu düsünüyor olabilirsiniz; ama durum hiç de böyle degildir: Beyin yetiskinlikte degismeyi sürdürür.
Biçim verilebilen ve aldigi bu biçimi koruyabilen seyleri "plastik" sifatiyla niteleriz. Beyin de bunlardan biridir; hatta yetiskinlikte bile:
Deneyim beyni degistirir ve bu degisim korunur.
 
Beyinleri   yeniden     biçimlenebilen    kisiler,        yalnizca    Londra      taksi
soförlerinden ibaret degildir. Yirminci yüzyilin en taninmis beyinlerinden biri, Albert Einstein'inkiydi: Einstein'in beyni incelendiginde, dehasiyla ilgili sir perdesi aralanamamis olsa da, sol elin parmaklarini denetleyen alanin genislemis oldugu fark edilmisti. Beynin bu bölgesi, kortekste
Yunancadaki “W” isaretine benzerligi nedeniyle "Omega isareti" adini alan dev bir kivrim olusturmustu. Einstein, daha az bilinen tutkusu olan keman çalmaya borçluydu bu kivrimi. Ayni kivrim, sol ellerinin parmaklarini yogun biçimde çalistirarak onlara hassas hareket becerisi kazandiran deneyimli kemancilarda da genislemistir. Buna karsilik iki ellerini de hassas ve ayrintili hareketler yapmak üzere çalistiran piyanistler de, Omega isareti iki yarimkürede de gelisir.
Beyindeki tepe ve vadilerin biçimleri, bütün insanlarda hemen hemen aynidir; ancak bazi ince ayrintilar da vardir ki, bunlar geçmisiniz ve simdiki kimliginizle ilgili kisisel ve benzersiz bir yansima sunarlar.
Farkliliklarin çogu çiplak gözle seçilemeyecek kadar küçük olsa da, yasamis oldugunuz her sey, beyninizin fiziksel yapisini (genlerin "ifade" edilis düzeninden, moleküllerin konumlarina ya da nöron mimarisine kadar) degisiklige ugratmistir. Içine dogdugunuz aile, içinde yasadiginiz kültür, arkadaslariniz, isiniz, izlemis oldugunuz her bir film, yapmis oldugunuz her bir sohbet sinir sisteminiz üzerinde iz birakmistir. Bu kalici, mikroskobik izler birikerek sizi siz yapan bütünü olusturur ve nasil birine dönüsebileceginizle ilgili sinirlamalar getirir.
Madde ya da alkol alimi, uç noktadaki bir örnek olsa da, bu ölçüde dramatik olmayan beyinsel degisimlerin bile sizi siz yapan düzenlemelerle oynayabildigi, bir gerçektir. Sonra, bazi sara-tipleri insanlari daha dindar hale getirebilir. Parkinson hastalarinin inançlarini kaybetmesi sik görülen bir durumken, Parkinson tedavisi için verilen ilaçlarin da hastalari kumar bagimlisina dönüstürebildigi bilinir. Üstelik yalnizca hastalik ya da kimyasallar degildir bizi degistiren. Izledigimiz filmlerden çalistigimiz islere kadar her sey, "kendimiz" olarak özetledigimiz nöral aglarin sürekli olarak yeniden biçimlendirilmesine katkida bulunur. Öyleyse siz, tam olarak kimsiniz? Bu yapinin derin1erinde, merkezde duran birileri var mi?
Bellegimdekilerin Bir Toplami miyim?
Beynimiz ve vücudunuz yasamimiz boyunca öylesine degisir ki, bu degisimi algilamak bir saatin akrebindeki hareketi algilamak kadar zordur. Kirmizi kan hücreleriniz her dört ayda bir tümüyle yenileriyle yer degistirirken, deri hücreleriniz de birkaç haftada bir yenilenir. Yaklasik yedi yil içinde, vücudunuzdaki her bir atomun yerini baska atomlar almis olur. Fiziksel açidan siz, aslinda sürekli olarak yeni bir siz'e dönüsürsünüz.
Neyse ki, bütün bu farkli versiyonlarinizi birbirine baglayan sabit bir olgu var gibidir: bellek. Sizi siz yapan bu bag; kimliginizin merkezine oturmus, bütünlük ve süreklilige sahip bir benlik duygusunu saglayan bu kaynak pekâlâ bellek olabilir.
Ancak bu noktada bir sorunla karsi karsiya olabiliriz: Bu süreklilik duygusu sakin bir yanilsama olmasin?
 
Bir ani, yasaminizdaki bir kesitin hassas bir video kaydi degil, geçmis zamana ait kirilgan bir beyinsel durumdur; hatirlamak için onu yeniden diriltmeniz gerekir. Bir örnek verelim: Arkadasinizin dogum günü kutlamasi için bir restorana gidiyorsunuz. Deneyimlediginiz her sey, beyninizde farkli bir etkinlik örüntüsü olusturuyor. Sözgelimi, arkadaslariniz arasinda geçen bir konusma, belirli bir etkinlik örüntüsünü; kahve kokusu bir digerini; enfes Fransiz pastasinin tadi da bir digerini canlandiriyor. Garsonun parmagini bardaginiza daldirmasi ise hatirlanasi bir baska ayrinti ve bu da farkli nöronlarin farkli bir düzenlenme içinde ateslenmesiyle temsil ediliyor.
Iste bütün bu gruplar, kurulan iliskilendirmeler temelindeki engin bir nöron agi içinde birbirine baglanir; hipokampusun bu agi defalarca islemesiyle de gruplar arasindaki iliskiler sabitlenir. Ayni anda etkin olan nöronlar, birbirleriyle daha güçlü baglantilar kuracaktir: birlikte çalismak, baglanmak demektir. Sonuçta ortaya çikan ag, olaya iliskin benzersiz bir imza niteligindedir ve o dogum günü yemegine iliskin aninizi temsil eder.
Demek ki dogum günü yemegiyle ilgili anilariniz solmaya baslamis.
Ama neden? Bir kere, sinirli sayida nörona sahipsinizdir ve hepsinin de birden fazla görevi yerine getirmesi beklenir. Bu nöronlar, sürekli degisim halindeki iliskilerden olusan dinamik bir matris içinde çalisirlar; bu nedenle diger nöronlara baglanmak konusunda üzerlerinde agir bir baski vardir. Dogum günü yemegiyle ilgili anilarinizin bulanik hale gelmesinin nedeni de,
"dogum günü" nöronlarinin diger bellek aglarina katilmaya zorlanmasidir.
Anilarin düsmani zaman degil, diger anilardir. Her yeni olay, sinirli sayida nöronla yeni iliskiler kurmak zorundadir. Isin ilginç yani ise, solmus bir aninin size hiç de solmus gibi gelmemesidir. Bütün resmin karsinizda capcanli durdugunu hisseder, en azindan varsayarsiniz.
Uyanik oldugunuzda beyin dalgalariniz, sahip oldugunuz milyarlarca nöronun birbiriyle karmasik bir alisveris içinde bulundugunu gösterir. Bunu, maç seyircileri arasinda gerçeklesen binlerce teke tek konusma gibi düsünebilirsiniz.
Uyudugunuzda ise, vücudunuz sanki bütün salterleri kapamis gibidir. Bu nedenle nöron stadyumunun birden sessizlestigi varsayimini yapmak da dogaldir. Ancak 1953'te bu varsayimin yanlis oldugu kesfedilmistir: Beyin gün içinde ne kadar etkinse, geceleri de o kadar etkindir. Nöronlar, uyku sirasinda yalnizca birbirleriyle farkli türden bir esgüdüm içinde çalisir ve daha eszamanli (senkronize), daha ritmik bir duruma geçerler. Bunu anlamak için, simdi de stadyumdaki izleyici kalabaliginin süregen bir Meksika dalgasi yarattigini farz edin. Öyleyse, belirlenmis herhangi bir anda kim oldugunuz, nöronlarinizin atesleme düzeni içinde sergiledikleri ayrintili ritimlere baglidir.
Nesneleri olduklari gibi degil, "size göre" olduklari gibi algilarsiniz. Her birimiz, genlerimiz ve deneyimlerimizin yönlendirmesiyle kendi çizgimiz üzerinde yol almakta oldugumuzdan, her beyin de kendi içsel yasamina sahiptir. Bir kar tanesi ne kadar benzersizse, bir beyin de öyledir.
Sahip oldugumuz trilyonlarca baglanti hiç durmaksizin tekrar tekrar olustukça, ortaya çikan ayirici örüntüler, sizin gibi birinin daha önce varolmadigini ve bundan sonra da varolmayacagi anlamina gelir. Tam su anda deneyimlediginiz bilinçli farkindalik yalnizca ve yalnizca size özgüdür.
 
Fiziksel madde sürekli degisim altinda oldugundan biz de öyleyiz.
Sabit ve duragan canlilar degil, mezara kadar islenip gelisen birer yapitiz.
GERÇEKLIK NEDIR?
Gerçekligi oldugu gibi algilayabilseydiniz, onun renksiz, kokusuz, tatsiz sessizligi karsisinda donakalirdiniz. Beyninizin disinda kalan her sey, enerji ve maddeden ibarettir. Milyonlarca yillik evrim süreci boyunca, insan beyni bu enerji ve maddeyi zengin bir varlik deneyimine dönüstürmede ustalasmistir. Ama nasil?
Duyulariniz araciligiyla dis dünyaya dogrudan erisiminiz oldugunu hissedersiniz. Elinizi uzatir ve fiziksel dünyaya ait bir nesneye dokunabilirsiniz; bu kitap ya da oturmakta oldugunuz koltuk gibi. Bu dokunusu parmaklarinizda hissetseniz de, aslinda her sey beynin görev kontrol merkezinde gerçeklesmektedir. Ayni sey, bütün duyusal deneyimleriniz için de geçerlidir. Görme, gözlerinizde; isitme, kulaklarinizda; koklama, burnunuzda yürütülen eylemler degildir. Bütün duyusal deneyimleriniz, beyninizdeki bilgisayimsal malzeme içindeki etkinlik firtinalariyla gerçeklesir.
Isin özü surada yatar: Beyninizin disaridaki dünyaya herhangi bir erisimi yoktur. Kafatasinizin içindeki karanlik, sessiz odasina hapsedilmis olan bu organ dis dünyayi hiçbir zaman dogrudan deneyimlememistir ve deneyimleyemeyecektir de.
Disaridaki bilginin beyne girisi için tek bir yol vardir: Duyu organlariniz, yani gözleriniz, kulaklariniz, burnunuz, diliniz ve deriniz birer
çevirmen olarak islev görür ve birbirinden çok farkli bilgi kaynaklarindan (fotonlar, hava basinç dalgalari, molekül degisimleri, basinç, doku, sicaklik gibi) algiladiklari bilgileri beyinde kullanilan ortak birime; elektrokimyasal sinyallere dönüstürürler.
Bu elektrokimyasal sinyaller, yogun nöron agi içinde fisek gibi ilerlerler. Sinyal üretici temel hücreler, nöronlardir. Beyin içinde bulunan yaklasik yüz milyar nörondan her biri, yasaminiz boyunca onlarca ya da yüzlerce elektrik atimini binlerce baska nörona göndermektedir.
Deneyimlediginiz her sey, algiladiginiz her görüntü, ses ya da koku, dolaysiz bir deneyim olmaktan çok, karanlik bir tiyatroda oynanan elektrokimyasal bir yorumdur.
Öyleyse beyin, bu muazzam elektrokimyasal örüntüleri, dünyayla ilgili ise yarar bir kavrayisa nasil dönüstürür? Bunu yapmak: için kullandigi yol, farkli duyusal girdilerden aldigi sinyalleri karsilastirmak ve “disarida olup bitenler” hakkinda en iyi tahmini yürütmek için de var olan örüntüleri saptamaktir. Bu isleyis öylesine güçlüdür ki, yapilan isin hiç çaba gerektirmedigi izlenimini verir. Ama biraz daha yakindan bakalim duruma.
En baskin duyumuzla; görmeyle ise baslayalim. Görme eylemi bizim için öylesine dogaldir ki, bunu gerçeklestiren harikulade mekanizmayi takdir etmek zordur. Insan beyninin yaklasik üçte biri görme islevine; ham haldeki isik fotonlarini annemizin yüzüne, sevgi dolu hayvan dostumuza ya da üzerinde uyumak üzere oldugumuz kanepeye dönüstürmeye adanmistir.
 
Gözleri bir seye dikip bakmanin onu görmek anlamina gelmeyebilecegini ilk kesfedenler nörobilimciler degildi. Sihirbazlar bu ilkenin farkina çok daha önceleri varmislardi. Dikkatinizi istedikleri yöne çekebilen sihirbazlar, aslinda hilelerini herkesin gözü önünde sergilerler. Ama beyninizin görsel sahnenin yalnizca ufak tefek parçalarini isleyecegini bildiklerinden, içleri rahattir.
Bütün bunlar, sürücülerin gözleri önündeki yayaya ya da hemen önlerindeki arabaya çarptiklari trafik kazalarinin sikligini da açiklar. Bu tür vakalarin çogunda gözler dogru yöne çevrilmis olsa da beyin orada var olan seyleri görememektedir
Incecik Bir Gerçeklik Diliminde Mahsur Kalmak- Rengin, çevremizdeki dünyanin temel bir özelligi oldugunu düsünürüz; ama dis dünyada renk diye bir sey yoktur aslinda.
Elektromanyetik isinim bir nesneye çarptiginda, bir kismi nesneden seker ve gözlerimiz tarafindan yakalanir. Dalgaboyu kombinasyonlarindan milyonlarcasini ayirt edebiliriz; ama bunlarin renge dönüsgü tek yer, kafamizin içidir. Renk dedigimiz sey, çesitli dalgaboylari için yaptigimiz ve yalnizca içsel dünyamizda varlik bulan bir yorumdan baska bir sey degildir.
Isin daha da tuhafi su ki, sözünü ettigimiz dalgaboylari yalnizca "görünür isigi", yani kirmizidan mora kadar olan dalgaboyu tayfini kapsar.
Ama görünür isik elektromanyetik tayfin on trilyonda birinden azini, yani yalnizca küçücük bir bölümünü olusturur. Tayfin geri kalani; radyo dalgalari, mikrodalgalar, X-isinlari, gama isinlari, cep telefonu konusmalari, kablosuz baglantilari vb.ni içerir. Iste bütün bu bilesenler, su anda bile içimizden akip geçmekteyken, bizler hiçbir seyin farkinda degilizdir. Bunun nedeni ise, tayfin geri kalanindan gelen sinyalleri alacak özellesmis reseptörlerimizin bulunmayisidir. Gerçekligin görebildigimiz incecik dilimi, biyolojimizle sinirlanmistir.
Her canli, yalnizca kendi gerçeklik dilimini algilayabilir. Bir kenenin, isik ve sese kapali dünyasinda çevresinden algilayabildigi sinyaller sicaklik ve vücut kokusuyla sinirlidir. Bir yarasanin dünya algisi, konum belirlemede kullandigi hava basinç dalgasi yankilariyla (ekolokasyon), bir siyah hayalet biçak baligininki ise elektrik alanlarindaki sapmalarla tanimlidir. Bunlar, bu canlilarin ekosistemleri içinde algilayabildikleri ince dilimlerdir. Hiçbir canli, nesnel gerçekligin kendisini deneyimlemez; deneyimleyebildigi tek sey, geçirdigi evrim sürecinin izin verdikleriyle sinirlidir. Buna ragmen, büyük olasilikla kendi gerçeklik diliminin nesnel dünyanin tümünü kapsadigi varsayimiyla yasamaktadir.
Öyleyse kafaniziz disindaki dünya gerçekte nasil bir yerdir? Burada renk olmadigi gibi ses de yoktur: Havanin sikismasi ve genlesmesi, kulaklar tarafindan algilanip elektrik sinyallerine dönüstürülür. Beyin daha sonra bu sinyalleri bize tatli sesler, hisirtilar, gümbürtülere, tikirtilar vb. halinde sunar. Gerçeklik kokusuzdur da ayni zamanda: Beyinlerimizin ötesinde koku diye bir sey yoktur bile. Havada süzülen moleküller burunlarimizdaki reseptörlere baglanir ve beyin tarafindan farkli kokular olarak yorumlanir.
 
Gerçek dünya duyusal zenginliklerle dolu bir yer degildir; her sey, beynimizin kendi duyarliligiyla dünyayi bizim için aydinlatmasindan ibarettir.
Dis dünyayi dogrudan deneyimlemekte oldugumuzu hissetsek de, gerçekligimiz nihai olarak elektrokimyasal sinyallerin karanlik, yabanci lisani içinde insa edilmektedir. Genis nöral aglar içinde çalkalanip duran etkinlikler, onlar için olusturdugumuz hikâyeye, dünyayla ilgili özel deneyimlerimize dönüsür: bu kitabi ellerimizle hissetmemiz, odadaki isik, güllerin kokusu, insan konusmalarinin sesi... Hepsi bu deneyimin parçasidir.
Daha da tuhafi, her beynin anlattigi hikâye, büyük olasilikla bir digerinin anlattigindan farkliliklar içerecektir. Birden fazla tanigi olan bütün olay ve durumlarda, her beyin kendi öznel deneyimini yasar. Gezegen üzerinde yedi milyar insan beyninin (ve trilyon hayvan beyninin) dolanip durdugu hesaba katildiginda, tek bir gerçekligin olamayacagi da açiklik kazanir. Her beynin dogrusu kendinedir.
Öyleyse nedir gerçeklik? Gerçeklik, yalnizca sizin seyredebildiginiz ve kapatamadiginiz bir televizyon programi gibidir. Ancak ne büyük bir sans ki, izlemeyi umabileceginiz en ilginç programdir bu: kurgudan geçmis ve kisisellestirilmis halde, yalnizca sizin için sunulan bir program.
KONTROL KIMDE
Beynimiz bütün yasamimiz boyunca kendini yeniden yazarak, alistirmasini yaptigimiz uygulamalar (yürümek, sörf yapmak, havada top çevirmek, yüzmek, araba kullanmak gibi) için adanmis devreler kurmaya çalisir. Bu programlari yapisina yedirme becerisi, beynin en güçlü numaralarindan biridir. Karmasik hareket sorununu çözmede kullandigi yöntem, bu harekete adanmis devreleri donanimla bütünlestirerek enerji kullanimini asgariye indirmektir. Beynin devrelerine bir kez kazinan bu beceriler, artik siz onlar üzerinde düsünmeden- yani bilinçli bir çaba göstermeden- uygulamaya geçebilir; bu da kaynaklari serbest birakarak bilincin baska islerle ilgilenip onlari içsellestirmesine olanak tanir.
Bu otomatiklestirme sürecinin bir sonucu da, yeni becerilerin bilincin erisimi disinda kalmalaridir. Kapali kapilar ardinda isleyen karmasik programlara artik ulasamadiginizdan, yaptiginiz isi nasil yaptiginiz hakkinda kesin bilgiye sahip degilsinizdir. Bir yandan konusup bir yandan da merdivenleri çiktiginizda, vücudunuzun dengesini korumak için yapilan düzinelerce mikro-ölçekli düzenlemeyi nasil hesapladiginiz; ya da konustugunuz dilin seslerini dogru biçimde çikarmak için dilinizin oradan oraya nasil döndügü konusunda herhangi bir fikriniz yoktur. Bunlar, bir zamanlar yapamadiginiz zor hareketlerdir. Ama hareketlerinizin zamanla otomatik ve bilinçsiz hale gelmesi, sizin de bir süre sonra isleri otomatik pilotla yürütme becerisi kazanmanizi saglar. Her zaman gittigimiz yolda araba kullanip eve vardigimizda, yolculukla ilgili pek de bir sey hatirlamadigimizi birden fark etmek, çogumuzun basina gelmis bir durumdur. Çünkü araba kullanmanin gerektirdigi beceriler artik öyle otomatik hale gelmistir ki, devreye giren hareketler dizisini bilinciniz disinda da yürütebilmektesinizdir.
 
Bilinçli "siz", yani sabah kalktiginizda yasama uyanan parçaniz, artik sürücü degil, en iyi ihtimalle yaniniza aldiginiz bir yolcudur,
Otomatiklesmis becerilerin ilginç bir özelligi daha vardir: Onlara bilinçli olarak müdahale etmeye kalkistiginizda, performans genellikle düser. Ögrenilmis becerileri -çok karmasik olanlarini bile- kendi haline birakmak en iyisidir.
Bilinçdisi zihin, vücudumuzun kontrol alaninin erimi disina uzanir ve yasamimizi çok derinden etkiler. Biriyle bir daha sohbete tutustugunuzda, sözcüklerin agzinizdan dökülme hizina dikkat edin.
Bilincinizin bu hiza yetisip agzinizdan çikan her sözcügü tek tek, denetmesi olanaksizdir. Ama beyniniz yine sahne arkasinda çalisarak konusmakta oldugunuz dili, fiil çekimlerini ve karmasik düsünceleri sizin adiniza biçimlendirip üretmektedir. (Bu durumu daha iyi anlamak için ögrenmekte oldugunuz bir yabanci dili konusmaya çalisirken sergilediginiz hizi bir düsünün!)
Bilinç, beklenmeyen bir sey oldugunda bir sonraki adiminizi hesaplamaya ihtiyaç duydugunuzda devreye girer. Beyin, isleri mümkün oldugunca otomatik pilot üzerinden yürütmeye çalissa da, sürekli falsolu toplarin geldigi bir dünyada bu her zaman mümkün olmayabilir.
Ancak bilinç, yalnizca sürprizlere tepki vermekle ilgili degildir; beyin içindeki çatismalari çözümlemekte de hayati bir rol üstlenir. Soluk almaktan odada dolanmaya, yiyecek atistirmaktan bir spor dalinda uzmanlasmaya kadar degisebilen sayisiz eylemde milyarlarca nöron devreye girer. Bu eylemlerin her biri çesitli düzenekleri içinde yer alan genis aglar tarafindan desteklenir. Ama ya bir çatisma çikarsa? Diyelim ki, bir dondurma külahina tam uzanirken, onu yedikten sonra pisman olacaginiz geliyor akliniza. Böyle bir durumda, bir karar vermek zorundasinizdir; size ve uzun dönemli hedeflerinize en iyi uyacak durumu hesaplayabilecek türden bir karar. Bunu yapabilecek olan tek sistem, essiz bir bakis açisina sahip olan bilinçtir; beyindeki baska hiçbir alt-sistem bu özelligi tasimaz. Bilinç, bu nedenle etkilesim halindeki milyarlarca birim, alt-sistem ve islenmis süreç için hakem rolünü üstlenir ve istemin bütününü gözeterek planlar yapar, hedefler belirler.
Bilinci, büyük bir sirketin CEO'su olarak görürüm. Bu sirketin bünyesindeki binlerce birim ve bölümün hepsi de, birbirleriyle farkli biçimlerde isbirligi yapmakta, etkilesim kurmakta ve rekabete girmektedirler.
Sirketin gündelik isleyisiyle ilgili çok az ayrintiya erisimi olan CEO, buna karsin sirketin uzun dönemli hedeflerini her an kollamaktadir. CEO, bir sirketin kendine en soyut bakis biçimini temsil eder. Beyin söz konusu oldugunda ise bilinç, milyarlarca hücrenin kendilerini bir bütünün parçasi olarak görmelerini, karmasik bir sistemin kendi yüzüne ayna tutmasini saglayan bir araçtir.
Simdinin Gücü
Yalnizca ekonomik krizler için geçerli olmayan bu simdi-gelecek mücadelesi, yasamimizin birçok farkli kesitinde kendini gösterir. Araba bayilerinin test sürüsü yapmanizda israr etmeleri, saticilarin esyalara dokunmanizi istemeleri hep bu yüzdendir.
 
Yaptiginiz zihinsel simülasyonlar, "burada ve simdi" gerçeklesen bir deneyimle yarisamaz.
Gelecek, beyin için olsa olsa simdinin soluk bir gölgesi olabilir. Simdinin gücü, insanlarin neden o an için kendilerini iyi hissettirip ileride tatsiz sonuçlar yaratabilecek kararlar aldiklarini açiklar. Yapmamalari gerektigini bildikleri halde içki ya da madde alan insanlar, yasamlarindan yillar götürebilecegini bildikleri halde anabolik steroid kullanan sporcular; yeni bir iliskinin cazibesine kapilan evli çiftler...
Simdinin kiskirtici cazibesine karsi koyabilmek için yapabilecegimiz bir sey var midir? Evet, vardir. Beyindeki rakip sistemler sayesinde. Söyle düsünün: Bazi seyleri yapmanin zor geldigini hepimiz biliriz. Spor salonuna düzenli olarak gitmek gibi. Formda olmak istesek de, is salona gitmeye gelince, önümüzde her zaman yapilacak daha zevkli seyler vardir. O an yapabilecegimiz seyin cazibesi, gelecege ait soyut bir zindelik kavramindan daha güçlü olacaktir. Öyleyse bir çözüm önerelim: Spor salonuna gitmeyi garanti altina almak istiyorsaniz, bundan 3.000 yil önce yasamis bir kisi, size esin kaynagi olabilir.
Karar Vermenin Görünmez Mekanizmalari
Kendinizi tanimak, mücadelenin yalnizca bir kismidir; verdiginiz mücadelelerin sonucunun her zaman ayni olmayacagini bilmeniz önemlidir.
Bir  örnek  verelim:  Cezaevinde  kalmakta  olan  iki hükümlünün, sartli tahliye kurulunun önüne çikmasi planlanmis. Hükümlülerden biri kurulun huzuruna 11.27'de çikiyor. Suçu dolandiricilik, ceza süresi ise otuz ay. Diger hükümlünün kurul önüne çiktigi saat ise 13.15. Suçu ve ceza süresi, birinci hükümlüyle ayni. Ilk hükümlünün sartli tahliyesine izin verilmezken, karar, ikinci hükümlü için olumlu. Neden? Kararda etkili olan sey ne? Irk mi? Görünüs mü? Yas mi?
Bin yargi kararinin ele alindigi 2011 tarihli bir çalismaya göre ana etken, yukarida siralananlardan herhangi biri degil, daha çok açlikti.
Bir hükümlünün sartli tahliye sansi, kurulun yemek molasinin hemen sonrasina denk gelmesi durumunda en yüksek deger olan yüzce 65'e çikiyor, ama bir oturumun sonuna dogru degerlendirilen hükümlü için, en düsük deger olan yüzde 20'ye iniyordu. Baska türlü ifade edecek olursak farkli ihtiyaçlar önem kazandikça, kararlardaki öncelik siralamalari da degisir; kosullarin degismesi, degerlendirmelerin de degismesine neden olur. Bir hükümlünün kaderi, yargicin, biyolojik gereksinimlerine göre isleyen nöral aglariyla siki bir iliski içindedir.
Bazi psikologlar, bu etkiyi "benlik kaynaklarinin tükenmesi" (ego-depletion) olarak tanimlarlar. Buna göre, yönetsel islevlerle ilgili üst düzey bilissel beyin bölgeleri (prefrontal korteks gibi) yorulabilir. Irade gücü, sinirli bir kaynaktir ve tipki bir depo dolusu benzin gibi, bizi ancak sinirli bir süre idare eder. Yargiçlarla ilgili örnege dönersek üzerinde karar vermek durumunda olduklari vaka sayisi arttikça (ki, bir oturumda otuz bes vaka ele almak zorunda kalabiliyorlardi), beyinleri de enerjisini o ölçüde tüketiyordu. Bir sandviç, bir parça meyve gibi bir seyler atistirmak ise enerji depolarini doldurmaya yetiyor ve kararlarini yönlendirmede baska güdüler daha etkili hale gelebiliyordu.
 
Genelde insanlarin akilci birer karar mercii olduklarini; bilgiyi içsellestirip isledikten sonra makul bir yanit ya da çözüme ulastiklarini varsayariz. Ama isleyis gerçekte böyle degildir. Önyargidan kaçinmak için ugras veren yargiçlar bile kendi biyolojileri içine hapsolmuslardir.
Kararlarimiz, eslerimizle iliskilerimiz temelinde de etkiye ayni ölçüde açiktir. Tek bir esle bag kurup yasamak olarak tanimlanan tek esliligi ele alalim. Bu kültürümüz, deger yargilarimiz ve ahlaki bakis açimizin devreye girdigi bir karar gibi görünür bize. Öyledir de aslinda; ama karar sürecine etkiyen daha derin bir kuvvetin varligi da söz konusudur: hormonlarimiz.
Özellikle de oksitosin adi verilen bir hormon, bag kurmanin sihrine katilan en önemli bilesendir. Yakin geçmiste yapilan bir çalismada, eslerine âsik olan erkeklere fazladan küçük bir oksitosin dozu verilmis ve farkli kadinlari çekicilik bakimindan degerlendirmeleri istenmisti. Aldiklari fazladan oksitosin sonucunda, erkekler baska kadinlari degil, yalnizca kendi eslerini daha çekici bulmuslar, hatta oldukça çekici bir kadin arastirmacidan fiziksel olarak uzak durma egilimine bile girmislerdi. Oksitosin, sonuçta kendi eslerine olan bagliliklarini artirmisti…
Dürtüleri kontrol etmede yetersizlik, cezaevinde kalan suçlularin çogu için de geçerli, ayirici bir özelliktir. Yasalara karsi gelen insanlarin önemli bir bölümü, dogru ve yanlis eylemler arasindaki farki genellikle bilir, ceza sisteminden gelecek tehdidi de üzerlerinde hissederler. Ancak zayif dürtü denetiminin tutsagi olmuslardir. Pahali bir çantayla dolasan yaslica bir kadin gördüklerinde, firsattan yararlanmak disindaki seçenekleri gözden geçirmek için duraklamazlar bile. Onlar için simdinin cazibesi, gelecekle ilgili herhangi bir düsünceye baskin gelecektir.
Tek bir kimlige sahip oldugumuz halde tek bir zihne sahip degilizdir; birbirleriyle rekabet halindeki birçok güdünün birer toplami olarak yasariz.
Kendimiz ve toplumumuz için daha iyi kararlar vermemiz ise, seçeneklerin beyinde birbiriyle girdigi mücadeleyi anlamamiza baglidir.
SIZE IHTIYACIM VAR MI?
Beyniniz, normal biçimde islev görmek için nelere ihtiyaç duyar? Yedikleriniz, aldiginiz besinler, soludugunuz oksijen, içtiginiz suyun ötesinde, en az bunlar kadar önemli bir sey daha vardir: Beyin, baska insanlara da ihtiyaç duyar. Normal beyin islevleri bizi saran toplumsal aglara baglidir. Nöronlarimizin hayata tutunup serpilmesinde, baska insanlara ait nöronlar da önemli rol oynar.
Genellikle kendimizi bagimsiz birer canli olarak görsek de, beyinlerimiz, diger beyinlerle kurdugu zengin bir etkilesim agi içinde isler.
Sagkalim basarimiz, ne de olsa kimin dost kimin düsman olduguyla ilgili hizli degerlendirmeler yapmamiza baglidir. Toplumsal dünyanin içinde, baskalarinin niyetlerini anlamaya çalisarak yol aliriz: Falanca yardimci olmaya mi çalisiyor? Filanca hakkinda endise etmeli miyim? Acaba çikarlarimi gözetiyorlar mi?
Beyinlerimiz sürekli olarak toplumsal yargilarda bulunur. Peki, ama bu beceriyi deneyimler yoluyla mi kazaniriz, yoksa dogustan mi gelmistir? Bunu anlamanin yollarindan biri, bu özelligin bebeklerdeki varligini arastirmaktir.
 
Güvenirligin, yillarin deneyimiyle ögrendigimiz bir olgu oldugu varsayilir çogunlukla. Ama bu türden basit deneyler bebeklik döneminde bile, dünyada yolumuzu bulmamiza yarayacak antenlerle donanmis oldugumuzu gösterir. Beyin, kimin güvenilir olup kimin olmadigini algilamaya yarayacak içgüdülere dogustan sahiptir.
Beyin devrelerimiz yasamimizin her aninda, yüz ifadelerinin sundugu son derece belli belirsiz ipuçlarindan yola çikarak baskalarinin duygularini çözümler. Yüzleri bu kadar hizli ve otomatik biçimde nasil okudugumuzu daha iyi anlamak için, ben de bir grup insani laboratuvarima davet ettim. Yüz ifadelerindeki küçük degisimleri ölçebilmek amaciyla, biri alina biri de yanaga olmak üzere, katilimcilarin yüzlerine iki elektrot yerlestirdik; ardindan yüz fotograflarina bakmalarini istedik.
Katilimcilarin, örnegin gülümseyen ya da somurtan birinin fotografina baktiklarinda, kendi yüz kaslarinin da-çogunlukla da belli belirsiz biçimde- kipirdadigina isaret eden kisa dönemli elektriksel etkinlikler ölçümleyebildik. Bunun nedeni, yansitma (mirroring) adi verilen bir olguydu. Katilimcilar, görmekte olduklari yüz ifadelerini taklit etmek için, otomatik olarak kendi yüz kaslarindan yararlaniyorlardi. Kas hareketleri dogrudan seçilemeyecek kadar küçül olsa da, fotograftaki gülümseme, katilimcinin gülümsemesiyle yansitilmaktaydi. Çünkü, kasitli olarak yapmasalar da insanlar birbirini taklit ederler,
Bu yansitma ve taklit olgusu, ilginç bir gerçege isik tutar: Uzun süre evli kalan çiftler, birbirlerine benzemeye baslarlar; üstelik süre uzadikça, bu etki de kendisini daha güçlü biçimde gösterir. Arastirmalara göre bunun tek nedeni ayni giyim ya da saç stillerini benimsemeleri degildir. Bu insanlar, birbirlerinin yüz ifadelerini o kadar uzun bir süre boyunca taklit etmislerdir ki, yüzlerindeki kirisikliklar zamanla ayni biçimi almaya baslamistir.
Bu yansitma egiliminin nedeni nedir? Bir amaca hizmet eder mi? Bu sorularin yanitini bulmak için laboratuvarima bir grup katilimciyi daha davet ettim. Bu grubun özellikleri de birinci gruptakilere benziyordu; ama tek bir farkla: Yeni katilimcilar, gezegendeki en öldürücü toksine maruz birakilmisti. Bu nörotoksinden bir iki damla yutmaniz bile, beyninizin kaslariniza kasilma emrini verememesine ve sonuçta felçten (özellikle de diyafram hareketlerinin kesilmesine bagli olarak, havasizliktan) ölmenize neden olur. Bu bilgiler isiginda, insanlarin bunu enjeksiyon yoluyla almak için bir de üstüne para vermesi pek mümkün görünmese de, yaptiklari tam olarak budur. Çünkü sözünü ettigimiz, bir bakteriden elde edilen Botulinum toksinidir ve bu toksin de Botox adiyla pazarlanmaktadir. Yüz kaslarina enjekte edilen Botox, kaslarin felç olmasina yol açarak kirisikliklarin azalmasini saglar.
Kozmetikteki etkileri yaninda, Botox'un daha az bilinen bir yan etkisi de vardir. Deneyimizde Botox kullanicilarin ayni fotograflara baktiklarinda, yüz kaslari elektromiyogramda daha az taklit özelligi göstermisti. Bu bir sürpriz degildi elbette, çünkü kaslarini bilerek zayiflatmistik. Asil sürpriz, ilk olarak 2011 'de David Neal ve Tanya Chartrand tarafindan bildirilen baska bir seydi. Onlarin da deneylerinde  yapmis oldugu   gibi,  her iki  grub (Botox'lu ve Botox'suz) da belirli yüz ifadelerini yansitan fotograflar gösterdik ve dört sözcükten hangisinin yüzdeki duyguyu en iyi ifade ettigini sorduk.
Ortalamada, Botox'lu katilimcilar, fotograflardaki duygulari belirlemede digerlerinden daha basarisiz olmustu. Ama neden? Bir varsayima göre, yüz kaslarindan gelmesi gereken geribildirimin eksikligi, baska insanlari okuma becerilerini olumsuz yönde etkilemisti. Botox kullanicilarinin görece hareketsiz yüzlerinin, onlarin duygularini anlamada zorluk yarattigini biliyoruz. Bu noktada asil sürpriz, ayni donuk kaslarin, onlarin da baskalarini okumalarini zorlastirmasiydi.
Bu sonucu söyle de düsünebiliriz: Benim yüz kaslarim, ne hissettigimi yansitir; sizin nöral mekanizmalariniz ise bu durumdan yararlanir. Ne hissettigimi anlamaya çalistiginizda yaptiginiz sey, benim yüz ifademi yansitmaktir. Bunu bilerek yapmazsiniz; her sey otomatik ve hizli biçimde gelisir. Ama yüz ifademi otomatik olarak taklit etmeniz, hissetmekte olabilecegim seyler hakkinda hizli bir tahminde bulunmanizi saglar.
Empatiyle Gelen Mutluluk ve Aci: Sinemaya çogunlukla ask ve istirabin, macera ve korkunun dünyasina kaçmak için gideriz. Ama izledigimiz iyi ve kötü kahramanlar, görüntüleri iki boyutlu bir ekrana yansitilmis oyunculardir yalnizca. Öyleyse bu gelip geçici hayali kahramanlarin akibeti neden bizi ilgilendirir? Filmler neden bizi aglatir, güldürür ve sasirtir?
Oyunculari böylesine umursamanizin nedenin anlamak için, aci hissettiginizde beyninizde neler olup bittigine bakarak baslayalim ise. Farz edin ki, biri elinize bir enjektör ignesi sapladi. Beyinde, bu acinin islendigi tek bir bölge yoktur; ignenin batmasi, birbiriyle isbirligi içinde çalisan birkaç farkli alani birden etkinlestirir. Bu ag "aci matrisi" olarak adlandirilir.
Isin asil ilginç kismi, bu aci matrisinin baskalariyla nasil bir iliski kurdugumuzda önemli rol oynamasidir. Ignenin bir baskasina saplandigini görürseniz, aci matrisinizin önemli bir bölümü harekete geçer; ancak size dokunuldugunda harekete geçen bölgeler degil, aciyla ilgili duygusal deneyimde rol oynayan bölgelerdir bunlar. Bir baska ifadeyle, aci içindeki birini izlemek ile aciyi hissetmek, ayni nöral mekanizmadan yararlanir. Empatinin temeli de budur.
Bir baska kisiyle empati kurmak, o kisinin acisini sözcügün tam anlamiyla hissetmek demektir. O sirada yaptiginiz sey, onunla ayni durumda olsaydiniz hissedeceginiz seylerin inandirici bir simülasyonunu kurgulamaktir. Bu yetenegimiz, kitap ve filmlerdekine benzer hikâyelerin, bütün kültürlerde neden bu kadar yaygin, ilgi çekici ve sürükleyici oldugunu da açiklar. Hikâye isterse tümüyle yabanci ya da tümüyle kurgulanmis karakterlerle ilgili olsun, bu karakterlerin aci ve mutlulugunu siz de yasarsiniz. Bir anda onlarin kisiligine bürünür, onlarin hayatlarini yasar ve onlarin bakis açisindan bakarsiniz.
Bir baska insanin aci çektigini gördügünüzde bunun sizin degil, onlarin sorunu oldugunu anlatmaya çalisirsiniz kendinize; ama beyninizin derinlerindeki nöronlar aradaki farki bilemezler.
Kendimizi bir baskasinin yerine koymada-nöral açidan-gösterdigimiz büyük basari, kismen de, bir baska kisinin bakis açisini hissetmeyi saglayan bu yerlesik beceri sayesindedir. Bu beceriyi neden gelistirdigimize gelince: Empati, evrimsel açidan yararli bir özelliktir.
Dislanma neden acitir? Bu durum, toplumsal baglanmanin evrimsel bir özellik tasidiginin; baska deyisle acinin, bizi etkilesime ve baskalarinca kabul edilmeye yönlendirdiginin bir isareti olabilir. Yerlesik nöral düzeneklerimiz, bizi baskalariyla bag kurmaya ve gruplar olusturmaya iter.
Bütün bunlar, bizi saran toplumsal dünyaya da isik tutar: Insanlar her yerde ve sürekli olarak gruplar olustururlar. Ailemiz, dostluklarimiz, isimiz, genel tarzimiz, tuttugumuz spor takimlari, dinimiz, kültürümüz, deri pigmentlerimiz, dilimiz, hobilerimiz ve siyasi egilimlerimiz araciligiyla birbirimizle baglar kurariz. Bir gruba dahil olmak bize huzur ve rahatlik verir. Bu gerçek, türümüzün tarihi hakkinda basli basina önemli bir ipucudur.
Ancak akraba seçilimi bile, insan davranislarinin bütün yönlerini açiklamada yetersiz kalir; çünkü insanlar akraba olup olmadiklarina bakmaksizin baska insanlarla bir araya gelir ve isbirligi yaparlar. Bu gözlem de "grup seçilimi" kavramina götürür bizi. Bu kavrami söyle açiklayabiliriz: Bir grup tümüyle isbirligi yapan kisilerden olusmussa, gruptaki herkes bunun yararini görecek, genel olarak, komsulariyla isbirligi yapmayan insanlardan daha iyi durumda olacaklardir. Böyle bir grubun üyeleri, birbirlerine sagkalim açisindan da yardimci olabilirler. Bu insanlar daha güvende ve daha üretken, zorluklarin üstesinden gelmede de digerlerinden daha basarilidirlar. Baskalariyla bu tür baglar kurma güdüsü, ösosyalite” ("eusociality"; eu- öntakisi Yunanca'da "iyi" anlamina gelir) olarak adlandirilir. Akrabalik iliskisinden bagimsiz olarak insanlar arasinda tutkal islevi gören bu olgu, kabilelerin, gruplarin ve uluslarin insa edilmesine olanak saglar. Bu, bireysel seçilimin gerçeklesmedigi anlamina degil, yalnizca resmin tümünü olusturmadigi anlamina gelir. Insanlarin çogu zaman rekabetçi ve bireysel bir tutum içinde olduklari ne kadar gerçekse, yasamlarinin küçümsenmeyecek bir bölümünü grup yarari birligi yapmakla geçirdikleri de bir o kadar gerçektir. Bu durum, insan popülasyonlarinin gezegenin bir ucundan digerine serpilip gelismesine, birçok toplum ve uygarligin kurulusuna olanak tanimistir. Bunlar, ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir bireyin tek basina altindan kalkacagseyler degildir. Gerçek ilerleme ancak, isbirlikleri daha kapsamli ittifaklara dönüstürülebildiginde söz konusu olabilir.
Ösosyal yapimiz ise modern dünyamizin zenginligini ve karmasikligini borçlu oldugumuz temel etkenlerden biridir.
Sonuçta, gruplar halinde bir araya gelme güdümüz, sagkalim açisindan önemli bir avantaj sunar. Ama bir de bunun karanlik yüzü vardir. Her iç grup, en az bir dis grubun varligini da gerektirir.
Bazilari Digerlerinden Daha esit… Normal toplumsal isleyisin çökmesi, laboratuvarda incelenebilir mi? Bunu anlamak için bir deney tasarladim.
Ilk sorumuz oldukça basitti: Biriyle empati kurma konusundaki temel anlayisiniz, o kisinin bulundugunuz iç grupta ya da bir dis grupta yer almasiyla degisir mi?
Sonuçlar, bireyler arasinda göze çarpar bir degiskenlik oldugunu göstermisti; ancak ortalamada insanlarin beyinleri, kendi iç gruplarinda bulunan birinin aci çekmesi durumunda daha büyük bir empati tepkisi gösteriyor, bu tepki, dis gruptan biri söz konusu oldugunda azaliyordu. Deneyde yalnizca tek sözcüklü etiketlerden yararlanildigi düsünülürse, sonuç oldukça ilginçti: gruplar olusturmak ya da birine üye olmak, hiç de öyle fazla sey gerektirmiyordu.
Temel nitelikteki bir siniflandirma, beynin bir baska kisinin duydugu aciya karsi gelistirdigi "bilinç-öncesi" tepkiyi degistirmek için yeterlidir. Dinin bölücü özelligi konusunca farkli görüsler ileri sürülebilir; ancak bu noktada daha derin bir olgudan söz etmemiz gerekir: Çalismamizda ateistler bile, "ateist" etiketiyle isaretlenmis eldeki aciya daha fazla, diger etiketlere daha az empati tepkisi vermislerdi. Buna göre elde ettigimiz sonuç temelde dinle degil, katilimcilarin hangi takimda yer aldigiyla ilgiliydi. Böylece insanlarin, bir dis grubun üyelerine daha az empati duyabilecegini görmüs oluyoruz.
KIME DÖNÜSECEGIZ?
Insan vücudu, karmasiklik ve güzelligiyle bir basyapit; birbiriyle uyum içinde çalisan kirk trilyon hücrenin hayat verdigi bir senfonidir. Ama vücudun tabi oldugu bazi sinirlamalar da vardir. Duyularimiz deneyimlerimize, vücudumuz yapabildiklerimize sinirlar koyar.
Ama ya beyin farkli türden girdileri de algilayip farkli türden kol ve bacaklari da denetleyebilse ve böylece içinde yasadigimiz gerçekligi genisletebilseydi?
Hem geçmis basarimizi hem de gelecekteki firsatlari anlamanin sirri, beynin plastisite adi verilen muazzam uyarlanma becerisinde yatar. Bu özellik, kendimizi hangi ortamda bulursak bulalim, hayatta kalmamizi saglayacak yerel ayrintilari (yerel dil, yerel çevre baskilari ya da yerel kültü özellikleri gibi) yakalayip kullanmamizi mümkün kilmistir.
Beyin plastisitesi, kendi donanimimiz üzerinde uyarlamalar yapmak için gerekli kapilari araladigindan, gelecegimizin de anahtaridir. Beynin tam olarak ne ölçüde esnek bir bilgisayimsal aygit oldugunu anlamaya çalisarak ise baslayabiliriz. Cameron Mott isimli genç bir kizin durumunu ele alalim.
Cameron dört yasindayken siddetli nöbetler geçirmeye baslamisti. Nöbetler tehlikeli boyuttaydi. Durup durup bir anda yere düsebiliyor, bu nedenle de sürekli kask takmak zorunda kaliyordu. Cameron'a ender görülen ve oldukça da sarsici etkileri olan Rasmussen ensefaliti teshisi konmasi fazla zaman almadi. Cameron ile ilgilenen nörologlar bu sara türünün önce felce, sonunda da ölüme yol açacagim biliyorlardi; bu nedenle ciddi sonuçlari olabilecek, iddiali bir ameliyat önerdiler. 2007 yilinda, beyin cerrahlarindan olusan bir ekip neredeyse on iki saat süren bir ameliyatla Cameron'un bir beyin yarimküresini oldugu gibi çikardi.
Beynin yarisinin çikarilmasi, uzun dönemde ne tür sonuçlar doguracakti? Anlasildigi üzere, sasirtici ölçüde hafif olacakti bu etkiler. Cameron'un vücudunun bir yarisi, digerinden daha güçsüz; ancak bunun disinda onu sinifindaki diger çocuklardan ayirt etmek pek mümkün degil.
Ne kullanilan dili, ne de müzigi, matematigi, hikâyeleri anlamada sorun yasiyor. Okulda iyi bir ögrenci olmanin yaninda, spor etkinliklerine de katiliyor.
Böyle bir sey nasil mümkün olabildi? Mesele, Cameron'un beyninin bir yarisina ihtiyaç olmamasi degil, kalan yarisinin eksik islevleri devralmak üzere dinamik biçimde yeniden düzenlenmesi ve bütün islemlerin normal beyin hacminin yarisina sikistirilmasiydi. Cameron'un iyilesmesi, beynin harikulade bir yetenegini vurgular: Beyin, eldeki girdiler, çiktilar ve yapilacak islere uyum saglamak üzere, devrelerini yeni düzenlemelere tabi tutabilir,
Kritik önem tasiyan bu yöntem, beyni dijital bilgisayarlardaki donanimdan temelde farkli kilar. Beyin, sahip oldugu "canli" donanimla kendi devre sistemini kendisi düzenler. Yetiskin beyni bir çocugunki kadar esnek olmasa da, uyum saglama ve degisim yetenegini sasirtici ölçüde korumus durumdadir.
Sahip oldugumuz duyusal kapilari çevresel “tak-çalistir” aygitlarina benzetirim. Burada önemli olan nokta, beynin veriyi nereden aldigini bilmemesi, üstelik bunu umursamamasidir. Ne tür bilgi gelirse gelsin, beyin onunla ne yapacagini çözümlemeye çalisir. Bu çerçevede beyni genel amaçli bir bilgisayim aygiti olarak düsünürüm; çünkü neyle beslenirse onunla çalisir. Bu varsayim temelinde Tabiat Ana'nin da beynin isleyis ilkelerini yalnizca bir kez icat etmesi yeterli olmus, ondan sonra yeni girdi kanallarini tasarlamak için bol bol zamani kalmisti.
Nihai sonuç, bu kadar iyi taniyip sevdigimiz bütün bu algilayicilarin, aslinda devreye bir girip bir çikabilen araçlardan ibaret oldugudur. Fise bir kere taktiniz mi, beyin hemen onlari islemeye baslar. Bu çerçevede, evrimin beyni sürekli olarak yeniden tasarlamasina gerek yoktur; bu süreci yalnizca çevresel aygitlara uygulamasi yeterlidir. Beyne düsen, bunlardan nasil yaralanacagini bulmaktir.
Hayvanlar âlemine göz attiginizda, hayvan beyinlerince kullanilan çevresel algilayicilarin inanilmaz bir çesitlilik sergiledigini görününüz.
Yilanlar isi algilayicilari tasirlar. Cam biçak baliklarinda ortamin elektrik alanindaki degisimleri yorumlamaya yarayan elektrik algilayicilari, inek ve kuslarda ise Dünya'nin manyetik alanina göre yönlenmelerini saglayan manyetit bulunur.
Hayvanlar morötesi isigi da algilayabilirler. Filler çok uzun mesafelerdeki sesleri isitebilir, köpekler de zengin kokularla dolu bir gerçeklik deneyimi yasarlar. Dogal seçilimin eritme potasi, olabilecek en uç programlama atölyesidir; bu özellikler de genlerin dis dünyadaki bilgiyi iç dünyaya iletmek için buldugu yollardan yalnizca birkaçidir,
 
Nihai sonuç, evrimin gerçekligin birçok farkli dilimini deneyimleyebilen beyin insa etmis olmasidir.
Bütün bunlarla vurgulamak istedigim nokta su ki, kullanageldigimiz algilayicilar öyle çok da temel ve özel nitelikli olmayabilir. Bunlar yalnizca karma; evrimsel baskilar tarihinden miras aldigimiz özelliklerdir; onlara mahkûm degilizdir.
Bu fikri ilkece destekleyen en temel kanit, "duyusal degistirim" (sensory substitution) adini alan kavramdan gelir. Bu kavram, duyusal bilginin alisilmadik duyusal kanallar araciligiyla (örnegin, görmenin, dokunma araciligiyla) iletildigi durumlar için kullanilir. Beyin, bu bilgiyle ne yapmasi gerektigini bir sekilde çözümler; çünkü verilerin hangi yolla geldigi umurunda degildir.
Son duruma verilebilecek bir örnek, boyutlari bir posta pulununkini geçmeyen BrainPort cihazidir. Cihaz, dil üzerine yerlestirilen küçük, kafesli bir levha araciligiyla dile çok küçük elektrik
soklari verir. Görme engelli kisi, üzerinde bir kameranin bagli bulundugu günes gözlüklerini takar ve kamera pikselleri dil üzerinde, bir gazli içecegin verdigi hisse benzer bir his veren küçük elektrik atimlarina dönüstürülür. BrainPort cihazini kullanan görme engelliler, zaman içinde epeyce ustalik kazanarak engelli parkurlarda dolasabilir, hatta basket atar hale bile gelmektedirler. Kaya tirmanislarinda bu cihazdan yararlanan görme engelli sporcu Erik Weihenmayer ise, dilinde olusan örüntülerden yola çikarak sivri kayalik ve yariklarin konumunu belirleyebilmektedir.
Dille "görmek" fikri size inanilmaz geliyorsa görme eyleminin, kafatasinizin karanligina akan elektrik sinyallerinden baska bir sey olmadigini aklinizda tutun, yeter. Bunun normalde görme sinirleriyle gerçeklesmesi, bilgilerin baska sinirler araciligiyla akamayacagi anlamina gelmez. Duyusal degistirim olgusunun gösterdigi üzere, beyin gelen her türlü veriyi alir ve onunla ne yapabilecegini hesaplar.
Daha Iyi Bir Vücut Için
Dünyayi nasil algiladigimiz, çogunlukla hikâyenin yarisidir; diger yarisi ise onunla nasil etkilesim kurdugumuzdur. Duyusal benligimizi degisime ugratmaya baslattigimiz gibi, acaba beynin esnekligini de, dünyaya dokunusumuzu degistirecek sekilde gelistirebilir miyiz?
Sizi Jan Scheuermann ile tanistirayim. Ender görülen bir tür genetik "spinoserebellar" hastaliktan dolayi, Jan'in beynini kaslara baglayan omurilik sinirleri zarar görmüs durumda. Vücudunu hissedebilse de hareket ettiremiyor. Kendisi söyle ifade ediyor durumunu: “Beynim, koluma 'kalk' komutunu veriyor, ama kolum ona 'seni duyamiyorum' diye cevap veriyor.”
Burada arastirmacilar, Jan'in sol motor korteksine iki elektrot yerlestirmisler. Burasi, beyin sinyallerinin kol kaslarini yönetmek üzere omurilikten  asagi  yönelmeden  önce ugradiklari son  duraktir.
Korteksteki elektrik firtinalari böylece izleniyor, niyetlerini anlamak üzere bilgisayarda çevriliyor ve çikti da dünyanin en geliskin robo kolunu denetlemekte kullaniliyor. Jan robot kolu hareket ettirmek istediginde tek yapmasi gereken, onu hareket ettirmeyi sünmek.
Jan, kolu hareket ettirdikçe ona hitap etmeyi yegliyor: “Yukari çik. Asagi in. Asagi, asagi, asagi. Saga git. Ve yakala. Birak."
Komutlari sesli olarak dile getirdigi halde, aslinda bunu yapmasina gerek yok; çünkü beyniyle kol arasinda dogrudan fiziksel bir baglanti kurulmus durumda. Jan, kollarini en son hareket ettireli on yili geçmis olmasina ragmen, beyninin bunu unutmamis oldugunu söylüyor. Ona göre bu is"tipki bisiklete binmek gibi."
Jan'in ulastigi düzey, teknolojiyi yalnizca kol-bacak ya da organlarin yerine yenilerini koymak için degil, vücudumuzun durumunu iyilestirip sinirlarini genisletmek, onu insan kirilganliginin ötesine tasiyip daha dayanikli ve saglam hale getirmek için kullanabilecegimiz bir gelecege isaret eder. Jan'in robot kolu, dogustan sahip oldugumuz deri, kas ve kirilgan kemiklerden çok daha güçlü ve uzun ömürlü aygitlari komuta edebilecegimiz bir biyonik çagin yaklasmakta oldugunun ilk isaretidir yalnizca.
Yeni duyusal deneyimler kazanip yeni vücut türlerini kontrol etmeye baslamamiz, birer birey olarak bizi de derinden degistirecektir:
Nasil hissettigimiz, nasil düsündügümüz ve kim oldugumuzla ilgili olarak sahneyi hazirlayan, fizikselligimizdir.
Standart duyular ve standart vücudun sinirlamalari ortadan kalktiginda, biz de farkli insanlar oluruz. Ileriki nesillerde dünyaya gelen torunlarimiz, bu nedenle kim oldugumuzu ve bizim için önem tasiyan
seyleri anlamak için çaba sarf etmek zorunda kalabilirler. Tarihin bulundugumuz su noktasinda Tas Devri atalarimizla paylastigimiz ortak yönlerimiz, yakin gelecekteki torunlarimizla kiyaslandiginda daha fazla olabilir,
Ölüme Inat
Insan vücuduna parçalar eklemeye simdiden baslamis bulunuyoruz. Ancak vücudumuzu ne kadar gelistirirsek gelistirelim, engellenmesi mümkün görünmeyen bir çikmazin varligini da unutmamak gerek: Hem beynimiz hem de vücudumuz fiziksel maddeden yapilmis oldugundan er veya geç bozulmaya ugrayacak ve öleceklerdir. Bütün nöral etkinliklerin duruverdigi bir an gelecek ve bilinç adini alan muhtesem deneyim son bulacaktir. Kimleri tanidiginizin, ne yaptiginizin bu noktada hiç bir önemi yoktur; çünkü bu hepimizin kaçinilmaz kaderidir. Ve sadece insanlarin degil tüm yasamin kaderi, Ama insanlar sira disi bir öngörüye sahip olduklarindan, bu gerçegin bilgisiyle cani yanan da sadece onlardir.
Yaklasimi bir soruyla özetleyecek olursak: Gelecekte ölüm kaçinilmaz olmaktan çikabilir mi?
Hem dostum hem de akil hocam olan Francis Crick kremasyonla ugurlandiginda, yanip kül olan o çok degerli nöral maddeye çok yazik oldugunu düsünmüstüm. O beyin, yirminci yüzyil biyolojisinin en büyük sampiyonlarindan birinin bütün bilgisini, bilgeligini ve zekâsini içeriyordu. Anilarini, kavrama yetenegini, mizah gücünü, özetle bütün yasamini içeren arsivler, beyninin fiziksel yapisi içinde saklanmisti. Ve sirf kalbi durdu diye, herkes sabit sürücüyü de gözden çikarmaya raziydi. Bu beni düsünmeye itmisti:
Beynindeki bilgiler bir sekilde korunabilir miydi? Beynin kendisi korunabilirse, bir insanin düsünceleri, farkindaligi ve birey olarak özelliklerine yeniden hayat vermek mümkün olabilir miydi?
Alcor Yasam Uzatma Vakfi son elli yildir, bugün hayatta olan insanlara gelecekte ikinci bir yasam döngüsünün tadini çikarma sansi verecegini düsündügü bir teknoloji gelistiriyor. Kurulusun, biyolojik çürümeyi önleyen bir derin dondurucuda saklamakta oldugu kisilerin sayisi, su anda 129.
Dondurarak saklama yöntemi söyle islerIlgili taraf, hayat sigortasi poliçesini imzalayarak vakfa devreder. Ölümü resmen ilan edildikten sonra ise Alcor bilgilendirilir ve yerel bir ekip ölüyle ilgili islemleri yapmak üzere hizla devreye girer.
Ekip, ölüyü hemen bir buz banyosuna yerlestirir. Kriyo-koruyucu perfüzyon olarak anilan süreçte, vücut sogudukça hücrelerin zarar görmemeleri için on alti farkli kimyasalin vücutta dolasimi saglanir.
Ölü, bundan sonra islemin son asamasi için mümkün oldugunca hizli biçimde Alcor'un ameliyat salonuna alinir. Vücudu, burada bilgisayarda denetlenen ve çok düsük sicakliklardaki azot gazinin dolasimim saglayan fanlar araciligiyla sogutulur. Islemin bu asamasinda gözetilen hedef, buz olusumunu önlemek için vücudun bütün kisimlarini mümkün oldugunca hizli biçimde -124°C'nin altina sogutmaktir. Yaklasik üç saat süren bu islemin sonucunda, vücut artik camsi hale gelmis, yani buzdan arinmis oldugu kararli bir duruma ulasmistir. Bunu izleyen iki hafta içinde de -196°C'ye sogutulur.
Islemin sonunda müsteriler, içinde çok düsük sicakliklara kadar sogutulmus bir sivi bulunan dev çelik silindirlere alinirlar. Uzun bekleme süresini geçirecekleri yer artik burasidir. Alcor'un bu donmus sakinlerinin nasil basarili bir sekilde "çözülüp" hayata döndürülecegini su anda kimse bilmese de, önemli olan bu degildir. Bu konudaki umutlar, günün birinde bu toplulukta yer alan kisileri dikkatlice çözüp onlara yeniden can verecek teknolojinin er veya geç gelistirilecegi yolundadir. Uzak gelecekteki uygarliklarin bu vücutlari yikip döken, sonunda da durma noktasina getiren hastaliklari alt edecek teknolojiye sahip olacaklari varsayimi da bu umudun içinde yer alir.
Alcor üyeleri, onlari hayata döndürecek teknolojiye hiç bir zaman ulasmama olasiligi bulundugunun farkindalar. Bu girisim, gerekli teknolojinin gelecekte var olacagi varsayimi üzerine oynanmis bir kumar.
Konustugum üyelerden biri (ki, kendisi de zamani geldiginde tanka yapacagi nihai girisi bekleyenlerden), bütün fikrin bir tür bahis oldugunu kabul ediyor, ama bir noktaya da dikkat çekiyordu: Bu, ona ölümü yenme konusunda en azindan hiç yoktan iyi denebilecek bir sans taniyordu; bu açidan, geri kalan herkesten bir adim öndeydi.
Kurulusun isleyisinden sorumlu Dr. Max More, "ölümsüzlük" sözcügünü kullanmamaya dikkat ediyor. More'un ifadesiyle Akor'un asil hedefi, insanlara belki bin yil belki de daha uzun süre hayatta kalma potansiyeli saglayarak ikinci bir yasam sansi tanimak. O zaman gelene  kadar, Akor onlarin son uykularina yattiklari yer olacak…
Dijital Ölümsüzlük
Günümüzün teknolojileri akil almaz miktarda veri depolamamiza, devasa boyutlarda simülasyonlar yürütmemize olanak sagliyor.
Sahip oldugumuz islemleme potansiyelinden yola çikarsak, günün birinde insan beyninin isleyen bir kopyasini bir bilgisayar altyapisina taramamiz olanaksiz görünmüyor. Kuramsal olarak, bu olasiligi dislayan herhangi bir engel de yok. Ancak bu iddiali düsünceyi gerçekçi bir sekilde ele almak gerekir.
Normal bir beyinde, her biri on bin kadar baglanti kurmus yaklasik seksen alti milyar nöron vardir. Bunlar birbirlerine her kisi için benzersiz olan, son derece özgül bir biçimde baglanirlar. Deneyimleriniz, anilariniz, sizi siz yapan her sey, beyin hücrelerinin arasinda kurulmus bir katrilyon kadar baglantinin olusturdugu essiz bir örüntüyle temsil edilmektedir. Kavrayamayacagimiz kadar büyük ve karmasik olan bu örüntü, sizin "konektom"unuzdur.
Princeton Üniversitesi'nden Dr. Sebastian Seung, oldukça iddiali bir çalisma kapsaminda, ekibiyle birlikte konektomun ince ayrintilarini ortaya çikarmak için ugras vermektedir.
Üzerinde ugrasilan sistem böylesine küçük ölçekli ve karmasik oldugunda, baglantilar agini haritalamak da o oranda zordur. Seung'un yöntemi ise, son derece keskin bir biçakla beyin dokusundan aldigi bir dizi çok ince kesiti, seri kesit elektron mikroskopisi yardimiyla incelemektir. (Su asamada, yalnizca fare beyinleri kullanilmaktadir.) Bu yöntemde her kesit, çok küçük alanlara bölünür, bunlarin her biri de muazzam güçteki bir elektron mikroskobuyla taranir. Tarama sonuçlari, elektron mikrograf olarak bilinen birer görüntü seklinde ortaya çikar. Bu görüntü, beynin yüz bin kez büyütülmüs bir parçasina karsilik gelir. Böyle bir çözünürlükle, beynin ince ayrintilarini görmek de artik mümkündür.
Bu doku kesiti görüntüleri bilgisayarda depolandiktan sonra isin asil zor kismi baslar. Tek tek ele alinan incecik doku dilimlerindeki hücre sinirlari yine tek tek çizilir. Görüntüler daha sonra üst üste konarak tek haldeki hücreler, dilimler araciligiyla bir bütün halinde birlestirilmeye çalisilir. Bu islemin amaci, hücreleri üç boyutlu zenginlikleriyle ortaya çikarabilmektir. Oldukça dikkat gerektiren bu zahmetli sürecin sonunda, hangi hücrenin hangisine baglandigini gösteren bir model belirmis olur.
Baglantilardan olusmus bu yogun, spagetti-vari yapi, metrenin ancak birkaç milyarda birini bulan çapiyla, yaklasik bir toplu igne basi büyüklügündedir. Bu durum göz önüne alindiginda, insan beyninin bütün baglantilarini kapsayan tam bir resim insa etmenin neden bu kadar göz korkutucu bir is oldugunu ve bu isi yakin gelecekte tamamlama umudumuzun da neden pek olmadigini anlamak zor degildir. Toplanmasi gereken veri miktari öylesine akil almaz boyuttadir ki, tek bir insan beyninin yüksek çözünürlüklü mimarisini saklamak, yaklasik bir zettabaytlik kapasite gerektirecektir. Bu ise, su anda gezegende var olan toplam dijital kapasiteye esdegerdir, Bir    an için   çok    uzak gelecege  gidip,  sizi konektomunuzun da taramasini elde edebilecegimizi farz edelim. Bu bilgi sizi temsil etmeye yetecek mi? Beyninizin bütün devrelerini kapsayan bu fotograf, bilince de sahip olacak mi? Sizin bilincinize? Büyük olasilikla hayir. Çünkü neyin neye baglandigini gösteren bu devre semasi, ne de olsa islevsel bir beyindeki sihrin yalnizca yarisidir.
Sihrin diger yarisi ise, bütün bu baglantilara paralel olarak süregiden elektriksel ve kimyasal etkinliklerdir, Düsüncenin, duygunun, farkindaligin simyasi, beyin hücreleri arasinda her saniye gerçeklesen katrilyonlarca etkilesimin bir ürünüdür: salinan kimyasallarin, proteinlerdeki biçim degisimlerinin, nöron aksonlarindan asagi akan elektriksel etkinlik dalgalarinin.
Iste, Isviçre'deki Ecele Polytechnique Federal Lausanne'dan (EPFL) bir arastirma ekibi de tam olarak böyle bir simülasyon üzerinde çalisiyor. Hedefleri, bir insan beyninin simülasyonunu yürütebilecek bir yazilim ve donanim altyapisini, 2023'e kadar tamamlamis olmak. Insan Beyni
Projesi, verilerin, dünyanin birçok kösesindeki nörobilim laboratuvarlarindan toplandigi iddiali bir arastirma projesi.
Insan Beyni Projesi'nin amaci, yapi ve davranis açisindan gerçekçi biçimde yansitilacak olan nöronlarin bütün ayrintilariyla birlikte yer aldigi bir beyin simülasyonu gerçeklestirmek. Ancak insan beyni, böylesi iddiali bir hedef ve Avrupa Birligi'nden gelen bir milyar euro'luk destegin varliginda bile henüz tümüyle erisilmez durumda. Simdiki hedefimiz, bir siçan beyni simülasyonuyla yetinmek zorunda.
Beyinle ilgili bilgisayimsal varsayim, adinin da belirttigi gibi yalnizca bir varsayim, dogru olup olmadigini henüz bilmedigimiz bir fikirdir. Beynin biyolojik yapisi, özel ve henüz kesfetmedigimiz bir nitelik tasiyabilir ki, bu da dünyaya geldigimiz biyolojiye mahkûm oldugumuz anlamina gelir. Ama bilgisayimsal varsayim dogruysa, beyin bir bilgisayarda da yasamini sürdürebilecek demektir.
Zihni simüle etmenin mümkün oldugu anlasilirsa, bu sefer de farkli bir soru gündeme gelecektir: Bunu geleneksel biyolojik yöntemi kopyalayarak yapmamiz sart mi? Yoksa farkli türden bir zekâ da yaratabilir miyiz? Kendi bulusumuz olan? Sifirdan?
Yapay Zekâ
Insanlik uzun zamandir düsünebilen makineler yapmaya çalisiyor.
Yapay zekâ adini alan bu arastirma alani, en az 1950'lerden beri varligini sürdürmekte. Alanin öncüleri bu konuda son derece iyimser olsalar da, problemin beklenmedik ölçüde zor oldugu artik ortaya çikmis bulunuyor.
Küçükken, bizimle etkilesim halinde olan, bize bakan ve bizimle anlamli konusmalar yapan robotlarin ben büyüyene kadar yapilmis olacagini düsünürdüm. Böyle bir sonuçtan hâlâ epeyce uzakta olmamiz, beynin isleyisindeki gizemin çok derinlerde yattigini ve Tabiat Ana'nin sirlarini çözmek için daha çok yol almamiz gerektigine isaret eder.
Yapazekâ gelistirmek  için atilan en son adimlardan biri, Ingiltere'deki Plymouth Üniversitesi'ne aittir. Burada insa edilen insansi robot iCub, bir çocuk gibi ögrenmek üzere tasarlanmistir. Robotlar    genellikle,     yapacaklari  isler hakkinda   bilmeleri    gerekenler gözetilerek
önceden programlanirlar. Peki, ama ya robotlar da insan yavrularinin gelistigi gibi gelisebilir ve dünyayla etkilesime girerek, taklit ederek ve örneklerle ögrenerek yol alabilirse? Ne de olsa bebekler de dünyaya konusmayi ve yürümeyi ögrenmis olarak gelmezler; ama merak duygusuna sahiptirler, dikkatlerini verebilir ve taklit edebilirler.
Bebekler, çevrelerindeki dünyayi örneklerle ögrenmenin bir araci olarak kullanirlar.
iCub’in boyutlari, iki yasindaki bir bebeginki kadar. Sahip oldugu gözler, kulaklar ve dokunma sensörleri, onun dünya ile etkilesime girip hakkinda bilgi sahibi olmasini sagliyor.
iCub sürekli hata yapiyor. Önüne birkaç nesne birden sürüp onu hepsini birden adlandirmaya zorlarsaniz, hatalarin yani sira çok sayida "bilmiyorum" yanitiyla da karsi karsiya kaliyorsunuz. Bu, aslinda sürecin bir parçasi olmakla birlikte, zekâyi yapay olarak insa etmenin ne kadar zor oldugunu da gösteriyor.
iCub ile etkilesim içinde epeyce bir zaman geçirdim ve söylemeliyim ki bu, oldukça etkileyici bir proje. Ancak orada kaldigim süre uzadikça, programin ardinda bir zihin olmadigi da giderek daha bariz hale geliyordu. Kocaman gözleri, dostane sesi ve çocuksu hareketlerine ragmen, iCub'in duyusal bilinç tasimadigi açik. Onu çalistiran bir düsünceler zinciri degil,
çesitli kod dizileri. Ve yapay zekânin henüz baslangiç asamasinda olmamiza karsin, felsefenin eski ve derin bir sorusunu yeniden irdelemeden edemiyoruz: Bilgisayar kod dizilerinin düsünecek hale gelmesi gerçekte mümkün olabilir mi?
Bir “Beliren Özellik” Olarak BILI
Yaprak kesici karincalar, olusturduklari milyonlarca üyelik koloni içinde kendi besinlerini kendileri yetistirirler. Karincalardan bazilari taze bitkiler aramak üzere yuvadan çikar ve bulduklarinda da bitkiden isirdiklari büyük parçalari yüklenerek yuvaya tasirlar. Ancak karincalar bu yapraklari yemezler. Daha küçük olan isçi karincalar yaprak parçalarini alir ve çigneyerek daha küçük parçalara böldükten sonra, bunlari büyük yeralti "bahçe"lerinde yetistirdikleri mantarlara gübre olarak kullanirlar. Bu sekilde beslemis olduklari mantar ise, karincalarin daha sonra yiyecegi spor üretici küçük tomurcuklar olusturur. (Bu ortak yasam iliskisi artik öyle bir düzeye ulasmistir ki, mantar artik tek basina üreyemez hale gelmistir; üremek için artik tümüyle karincalara bagimlidir.) Karincalar bu basarili tarim stratejisini kullanarak, yeraltinda yüzlerce metre karelik devasa yuvalar insa ederler. Tipki insanlar gibi, onlar da geliskin bir tarima dayali uygarlik kurmuslardir.
Buradaki önemli nokra sudur: Koloni, olaganüstü isler basaran bir süper-organizmanin özelliklerini tasisa da, her karincanin tek basina yaptigsey aslinda oldukça basittir. Karinca, yerel talimat ve kurallara uyar, o kadar. Kraliçe buyruk yagdirip diger karincalarin davranislarini yukardan düzenlemez.
Karinca örneginden alinacak önemli ders, koloni düzeyindeki karmasik davranislarin, bireylerin karmasikligindan kaynaklanmiyor olusudur. Tek haldeki bir karinca, basarili bir uygarligin bir parçasi oldugunu bilmez ve küçük, basit programlarini yürütmekle yetinir.
Ancak karincalar yeterli sayiya ulastiklarinda bir süper-organizma belirmeye baslar; öyle ki, bu olusumun toplu özellikleri, temel parçalarin tek tek tasidiklari özelliklerden daha karmasik ve ayrintilidir. “Belirme” olarak bilinen bu olgu, basit birimlerin dogru yönde etkilesim kurmalari sonucunda dana büyük ve kapsamli bir olusumun ortaya çikisini betimler.
Buradaki püf noktasi, karincalarin arasindaki iletisimdir. Ve ayni sey beyin için de geçerlidir. Nöron, özellesmis bir hücredir yalnizca; tipki vücudunuzdaki diger hücreler gibi. Onlardan temel farki, uzantilar gelistirmesi ve elektrik sinyallerini iletmesini saglayan bazi özelliklere sahip olmasidir. Bir karinca gibi, tek haldeki bir beyin hücresinin yaptigsey de sahip oldugu yerel programi ömrü yettigince çalistirmaktir. Bu program çerçevesinde zari boyunca elektrik sinyallerini tasir, zamani geldiginde nörotransmiterlerini disariya firlatir ve baska hücrelerin firlattigi riörotransmiterleri de kabul eder; hepsi bu. Tek haldeki bir nöron, her
seyden habersiz, karanlikta yasar. Ve her nöron da yasamini diger hücrelerin olusturdugu bir aga gömülü olarak, yalnizca sinyallere tepki vererek geçirir. Shakespeare okumak için gözlerinizi ya da Beethoven çalmak için ellerinizi hareket ettirmenizde rol oynayip oynamadigini bilmez. Sizin varliginizdan da haberdar degildir. Bütün hedefleriniz, planlariniz ve becerileriniz tümüyle bu küçük nöronlara bagli olsa bile, onlarin yasadigi dünya daha küçük ölçeklidir; neyi insa etmek üzere bir araya geldiklerinden haberleri bile yoktur.
Ancak, dogru yönde etkilesim kurmalari kosuluyla, bu temel beyin hücreleri yeterli miktarlarda bir araya geldiginde zihin de belirmeye baslayacaktir.
Hem karincalar hem de nöronlar, yasamlarini yerel kurallari uygulayarak geçirirler. Karincalar bu tutumlariyla farkinda olmadan karmasik koloni davranislarini, nöronlar ise bizleri ortaya çikarirlar.
Kuramsal ayrintilar henüz tam olarak ortaya konmamis olsa da zihin, beyindeki milyarlarca parça ve bilesenin etkilesimiyle belirir gibidir. Bu da bizi temel soruya götürür: Zihin, etkilesimli birçok parçaya sahip herhangi bir seyden de ortaya çikabilir mi? Örnegin bir kent bilince sahip olabilir mi? Kent, ne de olsa birimler arasi etkilesimler üzerine kurulu bir yapi degil midir?
Böyle bir soruyu yanitlamak, daha derin bir soruyu da sormayi gerektirir: Herhangi bir agin, bilinç deneyimine sahip olmak için belirli sayida parçadan daha fazlasina mi ihtiyaci vardir acaba? Örnegin, etkilesimlere temel olacak belirli bir yapiya?
Wisconsin Üniversitesi'nden Profesör Giulio Tononi, tam da bu soruya yanit bulmak için çalisiyor. Tononi, bilinç için nicel bir tanim ileri sürmüs durumda. Ona göre parça ve bilesenlerin arasindaki etkilesim yeterli degil; bu etkilesimin altinda belirli bir düzenleme
Tononi'nin kurami dogru çikarsa, koma hastalarindaki bilinç düzeyini degerlendirmek için girisimsel yöntemlere gerek kalmayacak, hatta belki canli özellikleri tasimayan sistemlerde bilinç olup olmadigi bile anlasilabilecektir. Böylece bir kentteki bilinç durumuna iliskin soru da  yanit bulabilir. Bu yanit, bilgi akisinin dogru biçimde düzenlenip düzenlenmedigine-kusursuz bir farklilasma ve bütünlesme oraninin varligina-bagli olacaktir.
Tononi'nin kurami, insan bilincinin biyolojik kökenlerinden siyrilabilecegi yönündeki fikirle uyumludur. Bu fikre göre bilinç, beynin ortaya çikisiyla sonlanan belirli bir yol üzerinde evrimlesmis olsa da, organik madde üzerine kurulu olmasi sart degildir.
Etkilesimlerin dogru biçimde düzenlenmesi kosuluyla silikondan yapilmis olmasi da pekâlâ mümkündür.
KARSIYA YÜKLEME: SIZ HÂL SIZ MISINIZ?
Eger sizi siz yapan sey fiziksel madde degil de biyolojik algoritmalar ise, günün birinde beyninizi kopyalayip karsiya yükleyerek silika içinde sonsuz bir yasama kavusmaniz da mümkün olabilir. Ancak bu noktada önemli bir soru çikar karsimiza: Ortaya çikan sey “siz” mi olursunuz gerçekten? Tam olarak degil. Yüklenen bu kopya bütün anilarinizi içermekte ve bilgisayarin hemen yani basinda, vücudunun içinde duran kisinin siz oldugunuzu düsünmektedir. Ama asil tuhafi su: Ölmeniz durumunda simülasyonu bir saniye sonra baslatirsak artik söz konusu olan, bir transfer islemidir ve bunun da Uzay Yolu'ndaki isinlanma sürecinden farki yoktur. (Bu dizide isinlanan kisi önce parçalarina ayristirilir, bir an sonra da yeni bir versiyonu olusturulur.) Yükleme uygulamasi, aslina bakilirsa her gece uykuya daldiginizda basiniza gelenlerden çok da farkli bir sey olmayabilir. Bu süreçte deneyimlediginiz sey, bir anlamda bilincinizin kisa süreli ölümüdür; ertesi sabah yataginizda uyanan kisi ise, gerçekte bütün anilarinizi miras almis, kendisinin de siz oldugunu zanneden bir insandir.
Bilinci Karsiya Yüklemek
Eger zihin için kritik önemdeki unsur-donanimin ayrintilari degil de-yazilim ise, kuramsal olarak kendimizi bedensel çatimizdan öteye tasiyabiliriz. Beyin etkinliklerini simüle eden yeterince güçlü bilgisayarlarin varliginda, beynimizi "karsiya yüklememiz" mümkün olabilir ve kendimizi birer simülasyon olarak çalistirarak, içinden dogdugumuz biyolojik beyin yapisindan siyrilip biyolojik olmayan varliklara dönüsebiliriz. Bunun, türümüzün tarihi boyunca gerçeklestirecegimiz en büyük siçrama, insan-ötesi çaga adim atmamizi saglayan en büyük hamle olacaginda kusku yok.
Vücudunuzu arkada birakip simülasyon ürünü bir dünyada yeni bir varlik kazanmanin nasil bir deneyim olabilecegini düsünün. Dijital varliginiz, isteyebileceginiz herhangi bir yasamdan farksiz olabilir; programcilar sizin için dilediginiz sanal dünyayi kurabilir: uçabildiginiz dünyalar, sualtinda yasayabildiginiz dünyalar, bir baska gezegenin rüzgârlarini hissedebildiginiz dünyalar... Sanal beyinlerinizi ister yavas ister hizli çalistirirsiniz; böylece zihinleriniz muazzam zaman araliklarini tarayabilir ya da isterseniz saniyeler ölçegindeki islem sürelerini milyarlarca yillik deneyime dönüstürebilirsiniz.
Bilinci karsiya yüklemenin mümkün oldugu anlasilirsa, baska günes sistemlerine ulasma kapasitesini de kazanmis olacagiz. Kozmosta, her biri yaklasik yüz milyar yildiz içeren en az yüz milyar baska galaksi var ve simdiden, bu yildizlarin çevresinde dolanan binlerce dis gezegen seçmis bulunuyoruz. Bunlardan bir kismi da Dünya'dakine oldukça benzeyen kosullara sahip. Asil sorun, simdiki biyolojik vücudumuzla bu dis gezegenlere ulasip ulasamayacagimiz. Böylesine büyük uzakliklari uzay-zaman ölçeginde asabilecegimiz yönünde öngörülebilir hiç bir yol yok. Ancak bir simülasyonu geçici olarak durdurup uzaya firlatabilir ve bin yil sonra ulastigi bir gezegende yeniden çalistirabilirsiniz.
Bu, bilinciniz tarafindan Dünya'dayken uzaya firlatildiginiz ve kendinizi bir anda yeni bir gezegende buldugunuz biçiminde algilanacaktir. Karsiya yüklemenin gerçeklesmesi, evrenin bir kösesinden digerine öznel bir zaman dilimi içinde geçmemize olanak saglamasi bakimindan, fizigin solucan deligi bulma düsünün gerçeklesmesine esdegerdir.
Kesin bir sey varsa, o da türümüzün bir baslangiç noktasinda oldugu ve bunun niteligini tam olarak bilmedigimizdir. Tarihte benzeri görülmemis bir dönem yasiyoruz; beyin bilimleri ve teknolojinin birlikte evrim geçirdikleri bir dönemi. Bu kesisim noktasinda olacaklar, bizim kim oldugumuzu da degistirecek.
Insanlarin binlerce kusak boyunca yineledikleri YASAM DÖNGÜSÜ asagi yukari ayni: Doguyoruz, kirilgan bir bedeni idare etmeye çalisiyoruz, bize sunulan küçük bir duyusal gerçeklik kesitinin tadini çikariyoruz ve ölüyoruz.
Bilim bize bu evrimsel hikâyenin ötesine geçebilecegimiz araçlari saglayabilir. Artik kendi donanimimiza müdahale edebildigimize göre, beynimiz, onu teslim aldigimiz sekilde kalmak zorunda degil. Farkli türden duyusal gerçekliklerin, farkli türden bedenlerin içine girebiliyoruz. Sonunda fiziksel çatimizi üzerimizden tümüyle atmamiz bile söz konusu olabilir.
Türünüz su anda, kendi kaderimizi elimize almamizi saglayacak araçlari kesfetme asamasinda. Ve kime dönüsecegimiz, tümüyle kendimize bagli.
--------------------------------------------------------
KAYNAKÇA
BEYIN-Senin Hikâyen (The Brain: The Story of You)
David EAGLEMAN(*)
Çeviri: Zeynep Arik Tozar
Domingo Yayin-Ilk Baski: Mayis 2016
 

Benzer Kitaplar