ASYADA ÇARKLAR NASIL DÖNÜYOR

ASYADA ÇARKLAR NASIL DÖNÜYOR

Fevzi BOZKURT
Politika


BASLARKEN…
Bu kitapta, hizli ekonomik degisimlerin nasil gerçeklestigini ya da gerçeklesemediklerini tartisacagiz. Bu kapsamda, hükümetlerin, ekonomilerini hizla kalkindirmak için uyguladiklari üç kritik müdahale yönteminden bahsedecegim. Bunlarin, yoksulluktan refaha geçiste, Dogu Asya ülkelerinden Japonya, G. Kore, Tayvan ve simdi de Çin’de ne denli etkili olduklari, öte yandan, hedefleri ayni olan ama ayni politikalari etkinlikle uygulayamayan diger Asya ülkelerinde, kisa süren bazi basarilar ele edilse de kalkinmanin neden sürdürülemedigi konusu üzerinde  duracagim.
Bu müdahale yöntemlerinden ilki ve belki en fazla göz ardi edileni, tarim sektörüne yönelik olanidir. Yoksul ülkelerde büyük halk kitlelerine is olanagi saglayan tarim sektöründen azami verimi almak için devlet tarafindan alinan tedbirlerden olusur. Basarili Dogu Asya ülkeleri, tarim sektörlerinin içinde bulunan ve bahçecilikten biraz daha kapsamli bir uygulama olan,  emek yogun, Aile Tipi Tarim Isletmeciligi alanini yeniden yapilandirmis, böylece tam istihdama ulasarak büyük verim artislari saglamistir. Hane halki için gereken ürünün fazlasi piyasaya verilince, üreticinin geliri yükselmis bu da mal ve hizmet talebini tetikleyerek bu sektörleri hareketlendirmistir.
Ikinci müdahale yöntemi, yatirimci ve girisimcileri, saglanan desteklerle imalat sektörüne yönlendirmek biçiminde olmustur. Böylelikle, kirsal bölgelerden sehirlere göçen beceri seviyesi düsük emekçiler, fabrikalarda, kullanimi fazla beceri gerektirmeyen makinalar sayesinde is güç sahibi olabilmislerdi. Bu süreçte, Dogu Asya ülkelerinden basarili olanlarin hükümetleri, ihracat performansini esas alan sartli tesviklerle imalatçilari teknolojilerini ilerletmeye yönlendirmisti. Bu tesvikler ve benim “Ihracat Disiplini” diye adlandirdigim uygulamalar, sanayilesmeyi daha önce hiç görülmemis boyutlara tasidi.
Üçüncü müdahale finansman alaninda yapildi. Sermaye, küçük çapli tarima ve imalat sektörüne yönlendirildi. Devlet, teknoloji ögreniminin en hizli gerçeklesebilecegi imalat dallarina öncelik verdi. Kisa vadeli çikarlari gözeten yerli ve yabanci sermaye hareketlerine izin verilmedi, iç piyasalarda bireysel tüketimi hizlandiracak uygulamalardan kaçinildi. Hedef, kisa vadeli geçici kazanimlara degil uzun vadeli, kalici ve kârliligi yüksek kazanimlara zemin hazirlamakti.
Bu basliklari biraz açalim. 1997 yilinin baslarinda, Asya finansal krizi iyiden iyiye kendini göstermeye basladiginda, o zamana kadar geçen son 25 yildan beri her yil en az % 7’lik büyüme gerçeklestiren yedi Asya ülkesi (Japonya, Kore, Tayvan, Çin, Malezya, Endonezya ve Tayland) sorunlarla yüzlesmeye basladi. Krize girildiginde Japon ekonomisi yeterince olgunlasmisti ama Kore, Tayvan ve Çin henüz o seviyeyi kovalama asamasindaydilar. Bunlar krizden nispeten az etkilendiler ve hizla durumlarini düzeltip büyüme ve teknolojik atilim sürecine yeniden girebildiler. Buna karsin Malezya, Endonezya ve Tayland tamamen raydan çikarak düsük büyüme, yüksek enflasyon/devalüasyon sarmalina girdi. Bugünlerde Endonezya 3 bin $ (dolar), Tayland 5 bin $’lik kisi basi milli gelirleriyle yoksulluk sinirlarinda dolasirken, Kore ve Tayvan 20 bin dolar’larin keyfini sürüyor. Oysa, 2. Dünya Savasi sonrasinda sayilan ülkelerin hepsi birbirlerine benzer sekilde yoksuldular.
Asya krizi, kararli devlet müdahalelerinin kalkinmada oynadigi rolü ortaya koyuyor. 2. harpten sonra tarim sektörünü yeniden yapilandiran, modernlesme çabalarini imalat sektörüne odaklayan ve bunlari yaparken finansal sistemlerini bu alanlarin hizmetine adayan Japonya, Kore, Tayvan  ve Çin basarili oldu. Bunlari yapamayan, üstelik zengin ülkelerden aldiklari kötü tavsiyelerle  mali sistemlerini zamanindan önce serbestlestiren Güney Dogu Asya ülkeleri büyümelerini sürdüremedi.
 
Basari ve basarisizligi belirleyen, tarimsal, sinai ve finansal stratejiler, Asya Mucize’sinin tartisildigi 1980 ve ‘90’li yillarin on yillarca öncesinden belirlenmis ve uygulamaya konulmustu bile. Bu stratejilerin baslangiç noktasi, 1940’li yillarin sonlari ile ‘50’li yillarin baslarinda Japonya, Kore, Tayvan ve Çin’de gerçeklestirilen ve tarimsal arazi paylasimini radikal biçimde degistiren uygulamalardir. 2. harp sonrasinda bölgenin ana sorunu tarimsal arazi meselesiydi. Toprak reformu vaadi, Çin, K. Kore ve Vietnam’da komünist rejimleri zafere götüren temel unsurdur. Bu ülkelerdeki sosyalist rejimler, ideolojik nedenlerle Aile Tipi Tarim Isletmelerini toplulastirmaya (collectivisation) baslayinca verim duraksadi ya da düstü. Oysa Japonya, G. Kore ve Tayvan’da, topragin Aile Tipi Isletmecilige dayanan prensipler çerçevesinde yeniden paylasima tabi tutulmasina yönelik politikalar, çatismalara yol açmayacak sekilde, adaletle ve israrla uygulandi. Bu uygulamalar, önce kirsal kesimin refahini yükseltti, ardindan ekonomi bir bütün olarak olumlu yönde gelisti. Güney Dogu Asya ülkelerinin liderleri ise bütünsel kalkinmada topragin önemini kavrayamadilar, bu da diger stratejik hatalarin yapilmasina yol açti.
 
2. harbin üzerinden 60’i askin yil geçmesine ragmen, Filipinler, Endonezya ve Tayland’da toprak konusu hâlâ temel siyasi konularin basinda gelmektedir. Malezya’da bu problem daha az hissedilir çünkü ülkedeki dogal kaynaklarinin zenginligi, tarimsal performansin düsüklügünden kaynaklanan olumsuzluklari bir miktar telafi eder.
 
Ülkeden ülkeye farkliliklarin “Imalat Sektörü” ayagina gelince; ilerleyen sayfalarda, Japonya, Kore, Tayvan ve Çin’in, kalkinma hedeflerini desteklemek amaciyla, imalatçilarina dönük koruma ve tesvik politikalarini, rekabet ve ihracat disiplini kavramlariyla mükemmel bir uyum içinde nasil bagdastirabildikleri üzerinde duracagiz. Güney Dogu Asya ülkeleri, bu alanda da kuzeydeki kuzenlerinden olumsuz anlamda ayristilar. Buralarda, gümrük duvarlariyla korunan, iç piyasalara dönük kârli imalat dallari semirdi, ihracat disiplininin olmadigi ortamda, uluslararasi rekabete açik, gelismis teknoloji ürünlerine dönük imalat ise güdük kaldi. Öyle ki, kendilerine ait gerçek anlamda bir dünya markasi yaratamayip, dünya markalarina, kâr marji düsük parçalar  imal ederek ya da montaj yaparak onlarin taseronlugu ile yetinmek zorunda kaldilar.
 
Sira isin finansman ayagina geldi. Basarili Dogu Asya ülkeleri, finansal yapilanmalarini, yüksek verimli ama küçük çapli tarimi tesvik eden ve sanayi üretimi konusundaki becerilerini gelistirmeye dönük yatirimlari öne çikaran bir anlayisla gerçeklestirdiler. Japonya, Kore, Tayvan ve Çin, belli bir gelismislik düzeyini yakalayincaya dek mali piyasalarini yakindan denetledi ve uluslararasi sermaye akimlarini kontrol altinda tuttu. Mevduat faizlerini düsük tutarak, ucuza mal edilmis fonlarla ihracat öncelikli imalat sektörünü desteklediler. Bu tabi ki, mevduata  daha yüksek faiz veren banka disi mali aracilik kurumlarinin (buna “Kaldirim Bankaciligi” diyorlar) ortaya çikmasina neden oldu ama bunlarin varliklari mali piyasalari etkileyecek boyutlara ulasamadi.
 
Güney Dogu Asya ülkeleri ise, zengin ülkelerin tavsiyelerine uyarak, finans piyasalarini zamanindan çok erken biçimde liberallestirdi. Sonucunda, zengin aileler tarafindan kontrol edilen bankalar ortaya çikti. Bu tür bankalar, ihracata dayali imalati desteklemek söyle dursun, yandaslara verilen saibeli kredilerle ulusal kalkinma hedefleriyle hiç bagdasik olmayan isler yaptilar.
Dikkat ettiyseniz, bazi Asya ülkelerinden hiç bahsetmiyorum. Nedeni su: Bu kitabin konusu, kalkinma stratejileri sayesinde basariyi ama az, ama çok bir yerinden yakalayabilmis ülkelerdir. BM kalkinma endeksinin dibinde yer alan K. Kore, Laos, Kamboçya, Myanmar ve Papua Yeni Gine gibi ülkeleri ise, basarinin “b”sine bile yaklasamadiklari için tartisma disi biraktim. Bunlarin basarisizlik nedenleri farklidir ama ortak bir yönleri bulunur. Hepsi içe dönük, kapali ekonomilere sahiptir ve dünya ile iletisim içinde kalarak ticaret yapmadan kalkinma yolunda ilerleme kaydetmenin mümkün olmadigini anlamamakta israr ederler. Hong Kong ve Singapur  ile mini petrol ülkesi Brunei ve Asya’nin kumar merkezi Makau’yu da tartisma disi birakiyorum çünkü benim kitabimin konusu “dogru dürüst” ülkeler. Hong Kong ve Singapur gibi offshore merkezleri normal birer ülke degildir. Tarim sektörü olmayan, minik bir alanda yogun bir nüfus ile yasayan, sadece ticari ve finansal hizmetler sunarak agir yapisal yükler tasimayan, bu özellikleriyle de bir baslarina yasama imkânlari bulunmayan, hayatta kalabilmek için baskalarina tutunmak zorunda olan bir nev’i asalak yapilanmalardir. Basta Dünya Bankasi olmak üzere bazi uluslararasi kuruluslarin bu tip ülkeleri, söz gelimi, Çin gibi ülkelerle mukayese ederek olusturduklari lâf kalabaligina katkida bulunmayacagim.
 
Bu istisnalar bizi dokuz dogru dürüst Asya ülkesi ile bas basa birakiyor; Kuzey Dogu Asya (KDA) Grubu: Japonya ve onun eski kolonileri olan G. Kore ve Tayvan1, Güney Dogu Asya (GDA)Grubu: Tayland, Malezya, Endonezya, Filipinler, Çin ve Vietnam.
_______________________________________________________
1 Tayvan her ne kadar Tokyo’dan güneye dogru 3,5 saatlik bir uçus mesafesinde yer alan astropikal bir ülke ise de benzer özellikler tasimasi nedeniyle bu ülkeye KDA grubunda yer verildi.
Tarim sanayi ve finansman politikalari disinda, ülkelerin kalkinmasinda en önemli rolü, ilgili ülkelerin demografik özellikleri ve egitim politikalari oynar. Bunlara da deginecegim ama belirtmeliyim ki bir ülkedeki egitim süresiyle o ülkenin GSMH’sinin büyümesi arasinda sanildigi kadar büyük bir pozitif korelasyon bulunmuyor. Örnegin, G. Kore ve Tayvan’daki egitim seviyeleri, gerçeklestirdikleri ekonomik kalkinmaya ragmen ortalamalarin altindadir. Tayvan’da 1960’lara gelindiginde bile okuma yazma bilmeyenlerin toplam nüfusa orani % 45 idi. 1950’lerde Kore’deki okuryazarlik orani ise bugünün Etiyopya’sini ancak tutturuyordu. Daha ötelere baktigimizda, Küba’da 15 yas üstü çocuklarin egitim seviyesi bakimindan dünya ikincisi oldugunu görüyoruz. Buna karsin kisi basi milli gelir siralamasinda 95. basamaktalar. Eski Sovyetler Birligi de benzer bir manzara arz eder. Bu gerçeklere baktigimizda, belki egitimi kalkinmanin lokomotifi olarak görme algimizi degistirip, gelisen ekonomilerde ailelerin çocuk egitimine daha fazla önem vermeye basladiklari kanaatine varacagiz. Bu da dogal olarak ekonomiyi daha ilerilere tasiyor. Yani, egitim ekonomiyi degil, ekonomi egitimi sürüklüyor. Bazi uzmanlar, bu durumu egitim modellerinin kalkinma hedeflerine uyumlu olup olmamasiyla iliskilendiriyor. Surasi bir gerçek ki, sirketlerini, teknolojik egitimin vasitasi olmaya zorlamayan uluslar, formal egitimin tüm getirilerini bosa harcamis oluyorlar.
 
Bu kitapta, ekonomik kalkinmayi etkilemelerine ragmen arka plânda birakilmis üç unsur daha  var. Birincisi çogulculuk ve demokrasi. “Demokrasi varsa, ekonomik kalkinma var, yoksa yok!” görüsünü hararetle savunan bir kesim mevcut. Ne var ki, Dogu Asya’da bu yargiyi kesin olarak kanitlayan bir örnek görülmüyor. Ulusal düzeyde Japonya, 19. Yüzyildan itibaren yavas ama düzenli bir demokratiklesme süreci yasadi. Ancak, 1920’lerin küresel krizi ve “beyaz” güçlerin irkçi baskilari, siyasi sistemi önce kaosa, sonra askeri dikta rejimine sürükledi. G. Kore ve Tayvanli generallerin otoriter rejimleri belli bir basari sagladi. Endonezya’da Sukarno’nun “güdümlü demokrasisi” ülkeyi kargasaya götürdü. Askeri darbeyle yönetimi üstlenen Suharto ise otoriter yönetimle baslangiçta istikrari saglasa da sonradan ailesiyle birlikte ülkeyi yagmaladi. Filipinler’de, Marcos, demokratik seçimlerle basa geldi ama 1972’de hayati reformlari gerçeklestirmek amaciyla sikiyönetim ilânina ihtiyaç duydu. Sonrasinda, o da ülkesini bir baska biçimde soydu. Kisacasi, otokratik ya da demokratik yönetim biçimlerinden hangisinin Dogu Asya’daki ekonomik kalkinmanin belirleyici unsuru olduguna kesin bir karar vermek mümkün degil.
 
Yukarida sözünü ettigim üç unsurdan bir digeri “hukukun üstünlügü” prensibidir. Bu da demokrasi gibi kalkinmanin bir ön sarti olarak degil ama onun bir tamamlayicisi olarak algilanmalidir. Akademisyenlerin, Batili devletlerin, özellikle de ABD ve Ingiltere’nin büyük baskilari, Çin’i, söz konusu prensibin ekonomik kalkinmanin ön sarti olduguna ikna etmesi bir türlü mümkün olamadi ama Çin buna ragmen patlama yapti.
 
Üçüncü unsur ise iklim ve cografi yapi konusu. Bunlarin ülkelerin ekonomik kalkinmasinda en belirleyici unsurlar olduguna dair yaygin bir inanis var. Çok soguk veya çok sicak, çok daglik veya çok düzlük olmalari nedeniyle ekonomik kalkinmayi asla beceremeyecekleri savunulan,   yada kalkinmalari bu unsurlarla izah edildigi halde aksini gerçeklestiren o kadar çok ülke var ki, o yüzden bu tartismalari da arka plâna birakmayi tercih ettim.
 
Anlattigim nedenlerle, bu kitapta ekonomik kalkinma konusundaki belirleyicilik anlaminda sadece üç temel alandaki (Tarim, Imalat, Finans) siyasi tercihler üzerine odaklandim. Tarih bize, bir ülkenin kalkinma yolundaki kaderinin, bu tercihleri yapacak olan hükümetlerin elinde oldugunu söylüyor.
Simdi ayrintilara girelim…
 
1.BÖLÜM
TOPRAK: Bahçeciligin Zaferi…
Arazi politikalari, kalkinma konusunda neden bu denli önemli? Bunun basit cevabi, kalkinma hamlesinin erken evrelerinde bulunan ülkelerde genellikle, halklarin üçte birinin geçimlerini topraktan, tarimdan sagliyor olmalaridir. Kaynaklarin çogu tarim sektöründe yogunlasmistir. O halde, eger yoksul halkin hizla refaha kavusmasi isteniyorsa firsat buradadir. Bu bakis açisiyla verimliligi artirma çabalarina girisilir. Ama bu çabalar tümüyle serbest piyasa kosullarina terk edilecek olursa tarimsal verim önce duraksar, sonra düsmeye baslar. Bunun nedeni, arazi mevcudunun artan nüfusa yetisememesidir. Böylece arazi sahiplerine, kiralari artirma firsati dogar. Ellerine geçen fazla parayi da yüksek faizle isletme yolunu seçerler. Kira süresi konusunda kendini güvende hissetmeyen, dahasi yüksek kira bedeli ve faiz kiskacinda bulunan kiraci, isledigi araziye yatirim yapmaktan kaçinir; örnegin sulama sistemlerini gelistiremez, gübre alamaz, traktör sahibi olamaz ve neticede verim düser. 2. harp sürecinde, bu senaryo degisen seviyelerde olsa da Japonya’dan Çin’e, Endonezya’ya kadar bütün Dogu Asya için geçerliydi.
 
Bu ülkelerin bazilari, harpten sonra arazi sahipligi konusunda radikal degisiklikleri içeren toprak reformu yaparak tarim piyasalarini yeniden yapilandirdilar. Çin bu isi komünizm rejimi altinda yapti. Japonya, Kore ve Tayvan ise antikomünist rejimler altinda. Ama hepsinin hedefi ayniydi. Aile Tipi Tarim Isletmeciligi, yapilan degisikliklerden fazlasiyla yaralandi ve verimlilikleri müthis artti. Ne var ki, verimlilikte büyüklügün esas oldugunu savunarak arazi toplulastirmasina giden Çin, K. Kore, ve Vietnam gibi Marksist rejimler için sonuç fiyasko oldu. Bunun nedeni tarimin asiri derecede emek yogun bir is olmasidir. Büyük arazilerde, katma degeri yüksek, özel ihtimam gerektiren ürünler yetistirilememis ama bunu, kendi emeklerini ise katarak, canla basla çalisan aile tipi isletmeleri basarmistir. Ancak bu basarinin da kendiliginden gelmedigi açiktir. Bu tip isletmelerin verim patlamasi yasamasinda, devletin, ucuz gübre, düsük faizli kredi, sulama, mekanizasyon, egitim, depolama, dagitim, pazarlama ve sair alanlarda verdigi esitlikçi ve akilli desteklerin büyük rolü vardir.
 
Toprak reformunu basaran ülkelerin, kirsal kesimdeki ailelere toprak vermesi ve faaliyetlerinin desteklenmesi, bir yandan hane halki gelirini artirirken rekabet ortaminin gelismesine de yaradi. Artan  gelir  tasarruflar  yoluyla  banka sistemine  girdi.  Buradan  da  imalat sektörünü   fonlayan kredilere dönüstü. Yükselen refah seviyesi bireysel tüketimi tetiklemek suretiyle de imalat sektörüne ivme kazandirdi. Tüm bunlar toprak reformu hamlesi ile elden kazanimlardir.
 
Sosyal güvenlik sistemlerinin zayif oldugu yoksul ülkelerde Aile Tipi Tarim Isletmeciliginin bir baska olumlu islevi de, sosyal sigorta görevi görmesidir. Ekonominin kötü gittigi dönemlerde isten çikarilan isçilerin köylerine dönerek aile isletmelerine katki koymasi göz ardi edilemeyecek kadar önemli bir olumluluktur. 1970’lerdeki petrol krizi sirasinda Tayvan’da 200 bin fabrika isçisi köyündeki aile isletmesine dönerek sosyal sistemi büyük bir yükten kurtarmisti. Zenginlesme niyetindeki yoksul ülkeler, kalkinma hamlelerinin baslangiç evrelerinde, Japonya, Kore ve Tayvan’in yukaridaki uygulamalarini örnek alirlarsa fayda görürler.
 
Toprak reformu baglaminda Çin’in karmasik bir tarihi vardir. 1920’lerde Çin halkinin % 85’i kirsalda yasiyordu ve ortalama hayat beklentileri 20-25 yildi. Tarimla geçinen halkin üçte biri, 1 hektardan daha küçük arazilere sahipken, nüfusun onda birini olusturan kesim, tarimsal arazilerin onda yedisine sahipti. Çin hakkinda 1940’larda arastirmalar yapan Amerikali Marksist yazar W. Hinton, ülkede yasanan açlik, toprak sahiplerinin uyguladigsiddet, tefecilik, kölelik, mafya tipi örgütlenmeler ve benzeri olumsuzluklardan bahsederken istismarciligin boyutlari hakkinda ilginç bir örnek verir. “Tarimin ana girdilerinden biri olan gübre o kadar degerlidir ki, köle gibi çalistirilan çocuk ve yaslilar genis arazilerde hayvan gübresi toplamaya gönderilir, kendi ihtiyaçlarini da çalistiklari arazinin disinda gidermelerine izin verilmezdi çünkü topragin o  kazurata da gereksinimi vardir. Hatta isçiler özellikle evleri uzakta olanlarin arasindan seçilirdi ki islerini görmeye evlerine gidemesinler”.
 
Çin toprak reformu, Çin Komünist Partisinin (ÇKP) hâkim oldugu bölgelerde 1920’lerde basladi. Sonrasinda, Çin-Japonya savasi, 2. Dünya Savasi ve Çin iç savasi yasandi. Bu kargasa esnasinda ortada pek bir toprak agasi kalmamisti ama ÇKP yine de istismarci feodal düzeni yikma gerekçesiyle 1947 yilinda Toprak Reformu Yasasi çikardi. Reform sürecinde köylülerle efendiler arasinda yasanan siddet olaylari milyonlarin hayatina mal oldu. Ulusalcilarla komünistler arasindaki iç savas sirasinda ÇKP köylü gençlere toprak vaat etti, bu sayede çok sayida genci saflarina çekti. Bunun da iç savasin komünistler tarafindan kazanilmasinda ciddi rolü oldu. 2. harbin kazananlari arasinda bulunan ABD, Çin’deki reform stratejilerinin saptanmasinda ve uygulanmasinda oldukça etkiliydi. Amaci da, daha adaletli bir ortam olusturmak suretiyle yükselen komünizm dalgalarinin önüne bir set çekmekti. Ama müdahaleleri sirasinda çizdigi zig zaglar yüzünden çok da basarili oldugu söylenemez. 1956 yilinda Çin’de is basinda olan Mao yönetimi, Rus ve K. Kore örneklerinden ilham alarak yüzlerce ailenin topraklarini, makinelerini ve emeklerini ortak havuzlarda toplamak suretiyle tarim kollektifleri olusturma çabasina giristi. Amaç bu ortak gücü, sanayi hamlesi ile birlestirerek ülkeye çag atlatmakti… Ama olmadi. Toplulastirma, tarimsal üretimi artirmak söyle dursun, büyük ölçüde geriletti. 1959-1961 yillari arasinda yasanan açlik 30-40 milyon insanin hayatini aldi. Çin, Aile Tipi Tarimsal Isletmeciligi modelinin nimetlerini yeniden kesfetmek için, bir toprak agasinin devrimci oglu olan Deng Saoping’in 1978 yilinda iktidara gelmesini bekleyecek, bundan sonra isler rayina oturacak ama kalkinma yolunda  20 yil heba edilmis olacakti.
 
Japon Toprak reformu, ülkenin 2. harpten yenik çikmasi üzerine ABD’nin dayatmasi ile baslar. Proje, Rus ihtilalinden kaçarak 1921 yilinda ABD’ye iltica eden Ukrayna asilli Wolf Ladejinsky’nin eseridir. Japon hükümeti 1946 yilinda reformlari metazori olarak yasalastirdi ve yürürlüge soktu. Japonya’nin dikkat çekici kalkinma süreci bu reformlarla baslar.
 
Yeni düzenlemeler, ülke genelinde tarimsal arazileri 3 hektari geçmeyecek sekilde sinirliyordu. Amaç, yerel kiracilarla, kendi topragini isleyen çiftçilerin sayisini, büyük arazi sahipleri sayisinin üzerine çikarmakti. Devlet, topragina el koydugu büyük arazi sahiplerine, karsilik olarak 30 yil vadeli, yillik % 3,5 faizli bono veriyordu. Enflasyonun çok daha yüksek olmasi nedeniyle, toprak sahibinin eline geçen para anlamsizlasiyor, pratikte arazi bedelsiz el degistirmis oluyordu. Toprak reformu sonucunda 2 milyon aile bu isten zarar gördü, 4 milyon aile kazançli çikti. Yeniden paylasim sürecinde, kiraci ve toprak sahipleri arasinda topu topu 110 siddet olayi yasandi ve hiç can kaybi olmadi. Degisimin görece barisçil ve düzgün bir sekilde gerçeklesmesinde, uygulamanin dis güçlerce (ABD ve müttefikleri) dayatilmis ve denetlenmis olmasi etkiliydi. Bu sayede yeni hak sahipleri, eski hak sahiplerine “Bu benim seçimim degildi, öyle emredildi, elden ne gelir ki” tavrina bürünebildiler. Reform, yeni toprak dagilimi tablosunu degistirecek satislar yapilmasini engelleyici kisitlamalari da beraberinde getirdi. Düzenlemelerin ardindan kirsal alt yapiyi gelistiren yatirimlar yapildi, çiftçiler çesitli sübvansiyonlarla desteklendi. Bunlarin sonucunda tarimsal üretim 1955-1970 yillari arasinda düzenli olarak % 3’lük bir büyüme sergiledi, kirsalda tam istihdam saglandi ve Japonya gida açisindan kendine yeterli bir ülke haline geldi. Gelir adaleti saglandi, artan refah imalat sektörüne hareket getirdi.
 
Benzeri reformlarin uygulandigi G. Kore ve Tayvan’daki sonuçlar, radikal toprak reformunun iyi uygulamalarla kalkinmaya katki konusunda ne denli önemli olabilecegine iliskin birer laboratuvar çalismasi niteligindedir. Reform uygulamasi baslatildiginda Japonya, G. Kore ve Tayvan’dan çok daha ileri bir kalkinmislik düzeyindeydi. 1945 bölünmesi öncesinde, topragin en adaletsiz biçimde dagilmis oldugu ülke Kore idi; tarimsal arazilerin % 55’i, tarimsal isletmelerin % 4’ünün elindeydi, 250 bin aile kendilerine ait olmayan topragi isliyordu. Ülkede Japon sömürgeciliginin sona erdigi 1945 yilinda Kore topraklarinin beste birinin sahipleri Japonlardi ve Koreli çiftçilerin büyük çogunlugu kiraci konumundaydi. O dönemde, ABD yönetiminin ana amaci, Ruslari, 38. Paralelin kuzeyinde tutup komünizmin güneye dogru yayilmasini önlemekti ve bu yüzden arazi temelli esitsizlikleri gidererek huzurlu bir ortam yaratmak konusunda israrliydilar.
 
G. Kore 1948 yilinda bagimsizligina kavustu ve parlamentonun ilk isi toprak reformunu uygulamaya sokmak oldu. Ancak Haziran 1950’de savas patlak verdi. Güneyi isgal eden Kuzeyli güçler derhal çiftçi komisyonlari kurarak yarim milyon hektar Güney arazisini sahiplerinin ellerinden alip, 1 milyon aileye bedelsiz olarak dagittilar. ABD ve BM birlikleri 1950 sonlarinda Kuzey isgalini püskürttü. Geri alinan topraklarda Kuzey’in uygulamaya koydugu düzenlemeler geçersiz sayildi. Güney, ABD’nin baskisiyla kendi reformlarini baslatti. Yeni düzen 1952 sonlarina dogru tamamen devreye girmisti.
 
Kore’de uygulanan ve daha sonra Tayvan’da uygulanacak olan reformlar esas itibariyle Japon modelinin  birer kopyasiydi   ama  uygulama  farkliliklari beraberinde  farkli  sonuçlari      getirdi.
Örnegin, G. Kore 1950’lerin sonlarinda açligin esigine gelmis, neredeyse tamamen Amerikan gida yardimlarina bagimli bir duruma girmisti. 1961 askeri darbesiyle is basina gelen General Hee, pirinç üretiminde destekleme alimlari baslatti, kirsal alt yapiyi güçlendirdi ve gübre fabrikalarinin kurulmasina önderlik ederek üretimi artirmayi basardi. Verimlilik hiçbir zaman Japonya seviyesine ulasamadi ama ülke açliktan kurtulmus, gelismemis sanayi ortamindaki issiz yiginlari kendilerine tarim sektöründe is bulabilmislerdi. Böylece, imalat sektörünü destekleyecek bir refah seviyesine giden yolun önü açilmis oldu.
Tayvan’da, Ladejsky’nin izlerini tasiyan toprak reformu, 1953 yilinda yürürlüge girdi. 1945’de tarima açik arazi toplaminin % 30’unu kendi topragini isleyenler degerlendiriyordu. Bu  oran 1960’a gelindiginde % 64’e çikti. Bölgenin nüfusu en hizli artan ülkesi olan Tayvan’in hem istihdam saglamaya hem gida ithalati nedeniyle büyüyen cari açigini kapatmaya ihtiyaci vardi. Toprak reformu sayesinde bu basarildi. Istihdam artisi saglamasi anlaminda yeni moda bir sebze olan “kuskonmaz” ilginç bir örnektir. Bu bitkinin yetistirilmesi pirince göre hektar basina 2900 misli el emegi gerektiriyordu. Tayvan, kuskonmaz, mantar, tropik meyveler gibi yüksek degerli tarim ürünlerine yönelerek hem istihdam alani açti, hem de bunlari fabrikalarda isleyerek katma degerlerini artirdi. Gida isleme sektörü Tayvan’in tekstilden önceki ilk mamul madde ihracat atilimiydi. Bu ülke, Aile Tipi Isletmelerde yapilan emek yogun tarimin, bütüncül kalkinmaya yapabilecegi büyük katkiyi kanitlayan bir örnektir.
Filipinler’de, yüzyillardan beri süregelen yoksulluk kaynakli tarimsal huzursuzluklar 1930’larda komünistlerin destekledigi HUK isyancilari vasitasiyla silahli direnise dönüstü. Asya’nin hiçbir ülkesinde Filipinler’de yapildigi kadar çok toprak reformu projesi yapilmamis, buna karsin yine hiçbir yerde, toprak sahibi elit kesim bu reformlari dinamitleyecek yöntemler gelistirmemistir. Filipinler, Ispanyol sömürgesi olmaktan çikip Amerikan kolonisi haline gelmis (1898), Japon isgali yasamis, ardindan tekrar ABD hâkimiyetine girmis, nihayet 1946 yilinda bagimsizligina kavusmus bir ülkedir. Bagimsizligin gelmesiyle birlikte Filipin Komünist Partisiyle isbirligi yapan HUK isyancilari, yasanan yoksulluk ve ezilmisligi istismar ederek yeniden baskaldirmaya basladilar. ABD, ülkede kalan askeri üslerinin varligiyla yönetimde agirlik sahibiydi ve toprak reformu yapilmadan tarimsal adaletsizlik kaynakli huzursuzluklarin giderilemeyecegini düsünüyordu. Bu düsünce dogrultusunda, gereken boyutlarin çok altinda olmakla birlikte bir iç savasi önlemeye yetecek ölçüde bazi düzeltmeler yapildi. Ancak, Marcos hükümeti, sikiyönetim ilan ederek otoriter bir askeri idare kurulmadan esasli bir toprak reformu yapilamayacagi gerekçesiyle 1972 yilinda bu adimi atti. Ne var ki, Marcos yönetimin devrildigi 1986’ya kadar, hedeflenen reformlarin ancak üçte biri tamamlanabilmisti.
Bir hesaplamaya göre Filipinler’de 1900 ilâ 1986 yillari arasinda çesitli reform girisimleri, toplam tarimsal alanin sadece ve sadece % 4’ünü teskil eden 315 bin hektarlik bir bölümünü kapsiyordu. Ilerleyen yillar boyunca degisen yönetimlerde, gerek bizzat yöneticilerin, gerek bürokrat kadrolarin yapilmak istenen her reformu alttan alta baltalayan hamleleri yüzünden, giderilecegi vaat edilen adaletsizlikler giderilemedi, feodal yapi kirilamadi. KDA grubu ülkelerde basarisini kanitlamis tesvik tedbirlerinin hiçbiri burada uygulanmadi.  Ne kadar adil  yapildigi tartismali arazi    dagitimi sirasinda toprak sahibi olduklarina sevinen köylüler, tesviklerin yoklugunda zarar etmeye basladiklarinda arazilerini eski sahiplerine yok pahasina satmak zorunda kaldilar. En önemli tarim ürünleri olan seker, pirinç ve misir üretimleri, dekar basina verim açisindan ortalamalarin altinda, maliyetler açisindan ortalamanin çok üzerindeydi. Oysa Filipinler’in toprak yapisi ve cografi sartlari yüksek katma degerli tarima çok müsaittir. Tarimsal arazi, toplam arazi varliginin üçte birini olusturur. Bu oran, Japonya, Kore ve Tayvan’in bir hayli üzerindedir. Bütün bunlara ragmen bugün ülkenin 11,2 milyon tarim isçisinin 8,5 milyonu toprak sahibi degildir ve büyük çogunlugu sefalet içinde yasamaktadir.
1500’lü yillardan beri çesitli batili ülkelerin sömürge idaresi altinda yasayan Endonezya dünyanin en kalabalik 4. ülkesidir. 17.508 adadan olusan 250 milyonluk ülke ayni zamanda dünyanin en kalabalik Müslüman nüfusunu barindirir. Endonezya, 2. Dünya Savasindan sonra bagimsizligini kazandi (1945). Marksist egilimli Sukarno, kapsamli bir toprak reformu vaadi dogrultusunda 1957 yilinda çogunlugu Hollandalilara ait plantasyonlari millilestirdi. Ama gerek kendisinin tarimsal konulardaki cehaleti, gerek büyük toprak sahibi elit zümrenin, reformlari sulandirma yönündeki manevralari yüzünden yapilan düzenlemeler etkili olamadi. 1963 yilinda yapilan bir arastirmaya göre, onca verimli arazi varligina ragmen hektar basina pirinç üretimi Japonya’nin üçte biri kadardi. Köylüyü toprak sahibi yapmadan bu is olmuyordu. Suharto’nun 1967’de is basina gelmesiyle, pirinçte asgari fiyat, alim garantisi ve sair destekleyici önlemler devreye girdi ama denetimsizlik ve yolsuzluklar yüzünden köylü için tasarlanan destekler, yerel düzeyde pazarlama faaliyetleri yapmaktan sorumlu kooperatif yöneticilerinin cebine girdi. Verim düsüklügü nedeniyle bir türlü artirilamayan tarim ürünleri üretimi, artan nüfusu besleyemez hâle geldi. Gida maddesi yetersizligi ithalâti, ithalât da döviz açigini tetikledi. Hükümet, halk hiç degilse kendisine  yetebilsin diye büyük kitleleri, nüfusu yogun bölgelerden, tenha ve uzak adalara dogru zorunlu göçe tabi tuttu. Kitlesel göçün devlet bütçesine getirdigi yük çok agir oldu, bu yüzden bütüncül kalkinma yatirimlari rafa kaldirildi, ya da hepten iptal edildi.
 
Sömürgecilik döneminde Endonezya Hollanda için en kârli koloniydi ama Malezya Ingiltere için daha da kârliydi. Bu ülkede toprak teorik olarak Malay sultanlarina aitti ama pratikte Ingiliz danismanlar tarafindan kiraya veriliyordu. Dogal olarak da, en verimli ve lojistik açidan en degerli alanlar, plantasyon tarimi için Ingilizlere tahsis ediliyordu. Tarimsal desteklerden de (sulama, elektrik ve sair alt yapi) en çok bu plantasyonlar istifade etmekteydi. Malezya yönetimi  kalkinmaya giden yolda, yerel üreticilere “verimsiz ve geri kalmis” olduklari gerekçesiyle arka plân rollerini uygun görmüstü. Örnegin, ülkenin gida ithalatina harcadigi paranin sinirlanabilmesi için sadece pirinç üreticileri devlet desteklerinden yararlanabiliyordu, baska ürüne destek yoktu. Ürün bazinda ilginç bir örnek de kauçuk konusunda yasandi. 1. Dünya Savasinin bitmesiyle azalan talep yüzünden kauçuk fiyatlari düsüse geçti. O yillarda dünyanin en büyük kauçuk üreticisi olan Malezya sorunlarla karsilasmaya basladi. Plantasyon sahipleri üretimi  kisarak  fiyatlari yükseltmeye çalistilar. Kisitlamalar, Aile Tipi Isletmeleri de kapsiyordu ve köylüler bundan hiç hoslanmamisti, direndiler. Kendilerine verimli olmadiklari, baska alanlara kaymalari gerektigi söylendi. Oysa istatistikler aksini söylüyordu; Aile Tipi Isletmelerde verimliligin, plantasyonlara oranla % 50 daha yüksek oldugu kanitlandi. Bunun nedeni, küçük isletmelerde agaçlarin plantasyonlara kiyasla çok daha sik dikilmesi ve yogun emek gerektirmesine ragmen her gün sagim yapilmasiydi. Büyük isletmeler, makinalarini sokamadiklari için o kadar sik dikim yapamiyor, isçilikten kaçinmak için de her gün sagim yapmiyorlardi. Küçük isletmeler ise tam da onlarin yapamadigini yaparak verimi maksimize edebiliyorlardi. Buna ragmen, plantasyonlarin iflasini önlemek için üretimlerini kismaya zorlandilar. Hesaplamalara göre, Aile Tipi Isletmeler, kisitlama neticesinde, bu günün degerleriyle 3 milyar dolardan fazla bir gelir kaybina ugradilar ve tek kurus tazminat alamadilar.
Malezya 1957’de bagimsizligina kavustuktan sonra Filipinler ve Endonezya’nin aksine toprak reformu yapmayi denemedi bile. Ama zamanin ruhu, köylü haklarina biraz daha hassasiyet gösterilmesini gerektiriyordu. Kiraci haklarini iyilestirmeye ve tarimi desteklemeye dönük bazi düzenlemeler yapildi ama neticede bunlar küçük çiftçilere degil büyüklere daha fazla yaradi. 1981’den sonra kirsal kesimdeki yoksullugun biraz düsgü gözlemlense de, bunun nedeni basarili tarim uygulamalari olmayip çiftçilerin fukaraliktan kurtulmak için tarimsal üretimi terk ederek ihracata dönük tarimsal ürünleri isleyen tesislere yönelmesidir. Bu egilim Endonezya’da da göze çarpar. Olan, kirsal kesim sorunlarinin maskelenmesinden ibarettir. Asya finansal krizi patlamadan önce yapilan analizler, Kuzey Asya ülkelerinde tarima bagli hane halki gelirlerinin beste dördünün, gerçek tarimsal faaliyetlerden degil maas ve ücretlerden kaynaklandigini gösteriyordu.
Malezya arazi fakiri bir ülke degildir. Aksine, islenmeye müsait hektarlarca verimli topraga sahiptir. Ama örnekler gösteriyor ki, küçük tarimsal birimleri isletenlerin refahi yakalamasi isteniyorsa onlari toprak sahibi yapmak yetmiyor. Bu isletmelerin rekabet edebilmeleri için, ucuz kredilere, çesitli tarimsal tesviklere de ihtiyaci bulunuyor. Kirsal kesimi fukaraliktan kurtarmadan da toplumsal huzur saglanamiyor.
Endonezya’da 1960’larda Suharto, kirsal kesimde tarimsal nedenlerden kaynaklanan komünist ayaklanmayi on binlerin hayatina mal olacak bir siddetle bastirmisti. Benzeri bir ayaklanma 1940 ve 1950’lerde Malezya’da yasanmisIngilizler tarafindan yine siddetle bastirilmisti. Bu kitabin yazildigi siralarda bile, toprak reformunu basaramayan Tayland bir iç savasi önleme çabasi içindeydi.
KDA grubu ülkeler, GDA grubu ülkelerin aksine basarili toprak reformu ve beraberinde gelen akilci sübvansiyonlarla inanilmaz tarimsal büyüme gerçeklestirmis, sanayilesmeye zemin hazirlamis ve büyük bir sosyal hareketlilik kazanmisti. KDA’da, Hyundai gibi birçok dev sirketin kuruculari, servetlerini tarima borçludur. Bu ülkelerde “köylü” denilen bir sosyal katman düzenlemeler sayesinde yok olmanin esiginden dönmüstü. Ama en iyi politikalar bile zamanin sartlarina uyum saglamaz ise kötü politikalara dönüsür. Kirsal kesime destek verilecek diye ithal ikameci uygulamalara, korumacilik ve ölçüsü kaçmis sübvansiyonlara zamani geldiginde ayar verilmezse gida fiyatlari ve vergiler anormal biçimde artar, neticede yük tüketicinin sirtina biner. Basta Japonya ve diger KDA ülkeleri buna örnektir.
Kalkinma sürecinde tarim alaninda üstesinden gelinmesi gereken ilk zorluk, ekonomi içindeki emegin tamamini kullanarak verimi miktari artirmaktir. Bahçecilik türünden küçük ölçekli tarimla bu zorluk asilabilir. Ancak sanayi gelistikçe, kirsal alandaki tarim isçileri, daha iyi gelir pesinde imalat ve hizmet sektörlerine kaymaya baslarlar. Bu noktada, ölçek tarim, mekanizasyon ve ürün bazinda ihtisaslasma saglayarak verimlilik ve kâr unsurlarina daha fazla dikkat etmek gerekecektir. Basarili uluslar, sözü edilen kayma yasandikça, tarima bagli kalanlarin refahini düsürmeden onlari uluslararasi rekabet sansi olan ürünlere yönlendirip, akilli sübvansiyonlarla destekleyici politikalari gelistirmeyi becerebilen uluslardir. Dirayetli politikacilar, denetimli piyasa sürecinden liberal piyasa sürecine geçisin zamanlamasini ve dozajini ülke sartlarina göre belirler.
Toprak reformu konusunda kuzeyli kuzenleri kadar basarili olamayan GDA ülkeleri, iki temel bahaneye siginirlar. Bunlardan birincisi, GDA sartlarinin endüstriyel tarima uygun olmamasi tezidir. Bu görüs plantasyon kültürünün bir uzantisidir. Sömürge yönetimleri ile isbirligi yapan yerel elitler de bu görüsü destekler. Oysa yörede seker, kauçuk, muz gibi ürünleri yetistiren küçük ölçekli isletmelerin verim açisindan basarisi bu görüsün aksini kanitlar. Ikinci tez ise, siyasi temele dayanir. Buna göre, dünyanin hâkim gücü olan ABD, militan komünizmin önünü kesmek için KDA ülkelerinde toprak reformunu ve adaletli arazi paylasimini fazlasiyla desteklemis ama statükonun devamina göz yumarak ayni destegi GDA ülkelerinden esirgemistir. Bu görüs, özellikle sömürge yönetimlerinin GDA ülkelerinin tarimsal kalkinmalarina verdigi zararlarla birlikte düsünüldügünde daha tutarlidir.
2.BÖLÜM
IMALAT SEKTÖRÜTarihçilerin Zaferi…
Halkin çogunlugunun geçimlerini topraktan sagladigi yoksul ülkelerde tarim politikalarin önemi yadsinamaz ama salt tarimla da sürdürülebilir bir büyüme saglamak mümkün degildir. Yükselen ekonomilerin geçmek zorunda olduklari ikinci faz imalat sektörüdür. Bu sektör sayesinde az sayidaki girisimci, imalatta kullanilmasi zorunlu makineler sayesinde çok sayidaki vasifsiz, ya da düsük vasifli isçiyi biraz egiterek katma degeri yüksek ürünler üretmeye yönlendirebilir. Imalat konusu ürünlerin ticareti, hizmet sektörü ürünlerinin ticaretinden daha kolaydir. Ticaret, hizli kalkinmanin ana unsurudur. Yoksul uluslar, imalat sektörleri vasitasiyla gelismis ekonomilerden verimliligi ve yeni teknolojileri ögrenirler. Sovyetler Birligi, 1978 öncesi Çin ve 1991 öncesi Hindistan, o dönemlerde isin ticaret boyutundan kopuk, kapali (otarsik) ekonomiler olduklari için teknolojik anlamda çok geri kalmislardi.
Imalat sektöründeki verimliliklerini olaganüstü boyutlarda artiran gelismis ülkeler, giderek hizmet ve ileri teknoloji alanlarina kayinca gelismekte olan ülkelere firsat dogdu. Bu ülkelerde çok sayida bulunan, tarlalardan yeni çikmis, yüksek motivasyonlu, düsük ücretli isçilerin verimliligi, gelismis ülke isçilerinin verimliligine oranla çok düsüktü ama belirtildigi gibi çoktular ve ucuzdular. Düsük verimle çalissalar da bunun maliyetler üzerine fazlaca olumsuz bir etkisi olmuyordu. Devlet, imalat
 
sektörünü koruma ve sübvansiyonlarla besliyordu. Bu tür müdahaleler girisimcilere, uluslararasi alanda rekabet edebilmeleri için gereken zamani kazandirmaktaydi. Ancak bu ortamin bir de, ekonomistlerin “rantçilik” diye adlandirdigi bir riski bulunuyordu. Girisimciler, teknolojilerini gelistirip uluslararasi rekabete uyum saglama yoluyla ulusal kalkinma hedeflerine odaklanmak yerine, kendilerine saglanan korumali ortamda bireysel çikarlarini öne alarak iç piyasanin yarattigi rantin pesinde kosabilirlerdi. Yokluktan çikma çabasindaki ülkelerin çogunda olan budur. KDA ülkeleri, girisimcilerini belli bir süre besledikten sonra ihracat disiplini kurallarini uygulayarak, desteklerin devamini ihracat sartina endekslediler ve basarili oldular. GDA ülkelerinin girisimcileri ise, Araplara kum, Eskimolara kar satma aldatmacasiyla politikacilarini uyutup, ihracat adina hiç bir sey yapmadan ulusal kalkinma amaciyla ayrilan fonlari sübvansiyonlar yoluyla emdiler. Kazandiklarini ise, sonradan balon yapip patlayarak Asya finans krizine yol açacak olan gayri menkule yatirdilar.
KDA ülkeleri, muhtelif tekniklerle ihracatçiyi destekleyici tedbirleri uygularken bir yandan da ortama ayak uyduramayan sirketleri sistemden ayikladilar. Bu islem, hos veya degil, zayiflari güçlülerle evlendirmekten tutun, geride kalanlari iflasa zorlamaya kadar uzanan bir dizi yöntemle yapildi. Örnegin 1970 ve 1980’lerde G. Kore’de devletin dogrudan veya dolayli desteklerinden faydalanan yarim düzine otomobil fabrikasi vardi. Simdi tek Hyundai kaldi (evlilik yoluyla edinilen yan kurulus Kia ile birlikte) ve dünyanin en hizli büyüyen, en basarili otomobil üreticilerinden biri haline geldi.
Ihracat performansina dayali olmak kaydiyla, ithalat korumasi ve sair biçimlerde desteklenen sirketler, bürokrasi açisindan da devletten destek gördüler. Japonya, Kore, Tayvan ve Çin’de, devlet önderliginde pazarliklar yapilarak yabanci firmalara, ancak teknoloji transferi yapmalari ya da çok düsük fiyat vermeleri kaydiyla iç piyasanin kapilari açiliyordu. Bu tür destekler yetenekli bürokratlar eliyle tek bir devlet kurulusunun denetiminde ve koordinasyonunda veriliyordu. Süphesiz ki burada önemli olan, bürokratlarin yeteneginden ziyade, devletin dogru politik stratejileri ve öncelikli sektörleri isabetli biçimde belirleyebilmesiydi.
Günümüzde, liberal piyasa ekonomisinin faziletlerini duymaya alismis kulaklar için bahsedilen devlet müdahaleleri soke edici olabilir ama Hong Kong, Singapur gibi sira disi ekonomiler disinda, en gelismisleri dâhil, dünya yüzünde, devlet korumasi altinda bir süre gürbüzlesmeden, salt serbest ticaret yoluyla kalkinmayi becerebilmis tek bir ülke dahi yoktur. Her ne kadar korumaciligin pahali oldugu, verimsizlige yol açtigi, tüketiciyi cezalandirdigi ve ticaret yapilan ülkelerin karsi  ekonomik tedbirler almasina yol açtigi savunulsa da, ekonomi tarihçilerinin teslim ettigi gibi, bu yöntem, sanayi odakli kalkinmaya giden yolun kapisini açiyor. Bir baska tarihi gerçeklik de kalkinma yolundaki ülkelerin basariyi yakalayabilmeleri için birkaç on yil boyunca, “deneyerek ögrenme, gelistirerek degistirme, hatta teknoloji çalma” süreçlerinden geçmeleri gerektigidir. Bu süreçlerde, devletlerin dogru hedef belirleme becerileri daha da önem kazaniyor. Devlet müdahalelerinin dozaji, zamanlamasi ve yöntemleri zaman içerisinde zengin ülkeleri (Japonya ve Italya gibi bir dizi ülkede oldugu gibi) düsük büyümeye ve teknolojik duraganliga itebiliyor ama bu, devleti arkasina alarak hizla kalkinabilmis zengin ülkelerin sorunu. Az gelismis ülkelerin ana sorunu yoksulluktan kurtulabilmek. Yeter ki zenginlerin zenginlesebilmesini saglayan olanaklar kendilerinden esirgenmesin… ilerde çikabilecek problemler, ileride düsünülür.
KDA ülkelerinin basarili kalkinma modeli, durduk yerde kendiliginden ortaya çikmadi. Bunlar, ABD ve Avrupa’nin basarili kalkinma hikâyelerinin kopyalanmasi suretiyle olusturuldu. Japonya, Almanya’yi örnek aldi, bir aralar bu ülkenin kolonisi olan Kore ve Tayvan da Japonya’yi. Yirmi  yil gecikmeyle de olsa Çin de Japonya modelini benimsedi. GDA grubu ülkeleri ise, kalkinmaya dönük sanayi politikalarinin benimsenmesi anlaminda Japon ögretisinden kopuktular. Kendileri için yararli olan bir seyler yapabilmek için sömürge döneminin sona erdigi 2. Dünya Savasinin bitmesini beklemek zorunda kaldilar.
Basta Dünya Bankasi olmak üzere bazi uluslararasi kurumlar, bagimsizliklarina yeni kavusmus ülkelerin kalkinma hamlelerine yardimci olma rolünü üstlendiler. Ne var ki bu kurumlarin reçeteleri, zenginlesme yolunda büyük mesafe kat etmis ülkelerin deneyimlerine dayaniyordu. Bu reçeteler, kendilerine özgü sartlari ya da ekonomik seviyeleri ne olursa olsun bütün ülkeler için birbirine benzer öneriler içermekteydi. Sonuç, tarihten ders almayi ihmal edip, salt ekonomi “bilimi”nin tavsiyelerine uyan ülkeler için pek hayirli olmadi.
Japonya, 1868-1912 yillari arasinda hüküm süren imparator Meiji’nin kendi adiyla anilan ve toplumun her kesimini etkileyen restorasyon ve reform süreci ile birlikte 1870 yilinda sanayilesme politikalarini uygulamaya baslar. 1880’lerde bazi pilot devlet kuruluslar çok düsük fiyatlarla satilarak özellestirilir. 1889 yilinda Prusya Anayasa’sindan ilham alinarak yazilan yeni Japon Anayasasi devreye girer. Bu Anayasa, devletin fiilen profesyonel bürokratlar tarafindan yönetilmesini ön görecek sekilde düzenlenmisti. O dönemde bürokratlar, devlet adamlari ve mühendislerin önde gelenleri Almanya’da egitim görmüslerdi. Süreç içinde özellestirmelere devam edilmis, rekabetin nispeten düsük oldugu alanlarda (madencilik, demiryollari, gemi sanayii) verilen imtiyazlar ve sübvansiyonlarla piyasada oligopol bir yapi olusturulmustur. Iyi siyasi iliskilere sahip bir tüccar olan I. Yataro, Mitsubishi’yi 1870 yilinda böyle bir ortamda kurup gelistirmistir. Bu kosullardan yararlana ve Zaibatsu adiyla anilan büyük aile sirketlerinden dördü (Mitsui,  Mitsubishi, Sumitomo, Yasuda) 1928 yilinda Japon ekonomisinde yer alan sirketlerin toplam piyasa degerlerinin % 15’ini olusturuyordu. Zaman içerisinde, kendilerine taninan imtiyazlarla iç piyasanin tatli kârlarina alisan büyükler, ihracat isini boslayip bunu görece küçük sanayicilere birakti. Bu asamada devletten çok gerekli bir müdahale geldi: Büyük sirketleri ulusal kalkinma hedeflerine ve ihracata zorlayan yeni tesvik düzenlemeleri! Zaibatsu’lar bu sisteme de ayak uydurarak gelismelerini sürdürdüler. Ancak, Japonya’nin 2. Dünya Savasindan yenik çikmasiyla Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanligi bu sirketlere, ülkenin militarizmine çok yakin olduklari gerekçesiyle el koydu. Buna karsin Sanayi ve Ticaret Bakanliginin yetkileri olagan üstü boyutlarda artirildi. Savas sonrasi sartlarin dogal sonucu olarak bu yetkiler, Müttefik Komutanligin güdümündeydi. Japon sanayi politikalarini sekillendiren, finansmanini, Ar-Ge’sini saglayan, yatirimlarini yönlendiren ülkenin en güçlü ve etkin devlet kurulusu olan MITI (Ministry of International Trade & Industry), anilan bakanligin evirilmesiyle ortaya çikmistir.
 
Savas sonrasi Japonya’sinin sanayi sirketleri, Zaibatsu patronlarinin kontrolünden çikip MITI bürokratlarinin kontrolüne girdiler. MITI, üretim odakli, korumaci politikalar ve çok siki ihracat disiplini uygulamalari ile ülkeyi bugünkü seviyelere getirmeyi basardi. Birkaç ilginç MITI uygulamasi örnegi verelim:
Sirketlerin ihracat gelirlerinin % 80’i vergiden muaf tutuldu.
GATT’in uzun süre sikâyet ettigi bu uygulama sinirlandirilmak zorunda kalininca, sirketlerin amortisman ayirma haklari, ihracat performanslarina endekslendi. Dolambaçli yoldan bir vergi muafiyeti!
MITI ile iyi isbirligi yapan firmalara kamu kaynaklari ile ücretsiz alt yapi hizmetleri verildi, bedava arsa tahsisi yapildi.
Isbirliginde isteksiz davrananlara ithalatlari için gereken döviz tahsisi yapilmadi.
Bütün bunlar, 19. yüzyilda Britanya, Amerika ve Avrupa’da uygulanmis “bebek sanayi”i koruma ve gürbüzlestirme politikalarinin Japon sartlarina uyarlanmasiyla ortaya çikmis kalkinma hedefine yönelik manivelalardir.
Japonya, kalkinma hamlelerine giristiginde zaten oldukça güçlü ve istikrarli bir ülke idi ama G. Kore ve Tayvan, çok daha gerilerden baslayarak zirveye tirmanabilmistir. Bu bakimdan basarilarinin, Japon mucizesini gölgeledigi dahi söylenebilir.
Kore’nin kalkinmasina damga vuran kisi 1961’de bir darbe ile iktidara gelen General Park Chung Hee’dir. Köylü kökenli olmasina karsin birikimli bir kisi olan Hee, yükselen ekonomiler konusunda ihtisaslasmis amatör bir tarihçiydi. Bu konulari tahlil eden birkaç kitabi bulunur. Kalkinma yolundaki ülkelerde devletin, büyük ölçekli sanayi tesisleri kurulmasina öncülük etmesi gerektigine inanirdi. Bu husustaki ilham kaynaklarindan birinin Türkiye’nin Mustafa Kemal Pasa’si oldugunu yazdigi kitaplarindan anliyoruz. 1940’li yillarda G. Kore ordusunun komünist hücrelerinden birinin mensubu olan Hee baslangiçta Amerikalilari biraz endiselendirmisti. Ama uzun vadeli plânli kalkinma modelinin, özel sektöre özgü bireysel yaraticiligi köreltmeyecek biçimde çalistirilmasini savunur, serbest piyasa sartlarinda olusan fiyat mekanizmasini tekelcilige tercih ederdi. Ihracat odakli tesvik sisteminin faziletlerini kisa süre içinde anladi ve bunlari uygulayarak, 1962 yilinda 56 milyon $ olan mamul madde ihracatinin üç yil içinde 170 milyon $ seviyesine çikmasini sagladi. Kisa süre içinde elde edilen bu çikis, ilerideki çok daha büyük siçramalarin habercisiydi. Ihracatçi sirketlere özel, çok düsük faizli krediler vererek is hacmini büyütmeye çalisti. Verimi artirmaya yönelik sektörel gruplasmalari tesvik eden sübvansiyonlarin giderek fazlalasmasi, ortaya Hyundai, Daewoo, Samsung gibi devleri çikardi. Ülkede, ihracat artik bir ticari tercih meselesi olmaktan çikmis, mecburiyet haline gelmisti.
Petrokimya, makine imalati, demir-çelik, demir disi metaller, gemi yapimi, elektronik dallarinda ihracat potansiyeli tasiyacak nitelikte yatirim yapabilecek girisimcilere bedava arazi dâhil öyle agiz  sulandirici  tesvikler  veridi  ki,  yabanci uzmanlar  olana  bitene  “delilik” dediler.   Dünya Bankasi, G. Kore hakkindaki 1974 yili raporunda ülkenin agir sanayi hamleleri konusunda ciddi kaygilar tasidigini belirtiyor, tekstil endüstrisine bagli kalinmasini tavsiye ediyordu. Buna karsin, 1984 yilina gelindiginde ülke ihracatinin beste üçünü kimya ve agir sanayi ürünleri olusturdu. IMF ve Dünya Bankasi ne zaman bu ülkeye devlet liderligindeki agir sanayi politikalarindan uzak durmasi tavsiyesinde bulunsa, kendilerine “tamam” deniliyor, ardindan bildikleri yoldan devam ediyorlardi. Hiçbir telkin, kalkinma yolundaki G. Kore’yi su temel prensiplerden vaz geçiremedi:
Bebek sanayii korumaya al,
Ihracat disiplini uygula,
Iç piyasa girisimcilerini ulusal kalkinma hedefleri dogrultusunda rekabete zorla, basarililari sonuna kadar destekle, basarisizlari ayikla, saf disi birak,
Teknolojik gelismeleri beraberinde getirecek alanlara öncelik ver.
Hee, saglam, samimi inançlara sahip bir yapidaydi ve inanislarinin temelinde tarih bilinci yatiyordu.
Çin ve Tayvan devletçiligin degisik varyantlarini uyguladi. Ana karada Çin Komünist Partisi 1949 yilinda her seyi millilestirdi. Tayvan ise devlet sektörüne önem vermekle birlikte bunu ekonominin tamamina yaymadi. Ne var ki ihracat disiplinine yeteri kadar agirlik vermedikleri  için uluslararasi rekabet anlaminda G. Koreli kuzenleri kadar basarili olamadilar. 1980’lerin basinda Fortune dergisinin en büyük 500 sanayi firmasi listesinde G. Kore’den 10, Tayvan’dan 2 sirket bulunuyordu. G. Kore’ye kiyasla Tayvan imalat sektörü firmalarinin, çok uluslu sirketlerle ortak girisim yapmalari daha kolaydi. Bu, onlarin kendi teknolojilerini gelistirmelerini sinirladi. Amerikan ve Avrupali sirketlerin düsük marjlarla çalisan yan sanayicileri haline geldiler. Dünyanin bütün iPhone ve iPad’leri Tayvan’da üretilirken, G. Kore’nin Samsung ile becerebildigi gibi yüksek kâr marjlari elde edebilecekleri ulusal bir marka yaratamadilar.
Kimi çok, kimi daha az olsa da KDA ülkelerinin sanayi odakli basarilarinin temelinde yüksek verime dayali saglikli bir tarim sektörü bulunur. Tayvan ve Kore gibi ülkelerin sanayilesmelerinde ise, dost olduklari Amerika’nin yardim ve kalkinma bagislarinin rolü inkâr edilemez. Seul ve Taipei yönetimleri bu paralarla bebek sanayilerini gelistirip gürbüzlestirmekle kalmadilar, Amerikali danismanlari kendi milli menfaatleri dogrultusunda ustaca kullandilar.
Kalkinma yolundaki ülkelerin basarili veya basarisiz olmalari siyasi tercih ve politikalarla yakindan iliskilidir. Eger hükümetler, temel içgüdüsü “daha çok kazanmak” olan girisimcilerin, ulusal kalkinma hedeflerine katkida bulunmadan sadece rant pesinde kosmalarina izin verirlerse görevlerini ihmal etmis olurlar. GDA ülkelerinde yasana “ahbap çavus kapitalizmi” çerçevesinde olan tam da budur. Oysa KDA ülkelerinde girisimcinin yukarida sözü edilen temel içgüdüsü, ihracat disiplini anlayisi dogrultusunda tesviklerle, ayricaliklarla, ucuz kredilerle iyice bilenmis ve saptanan politikalara uygun biçimde kalkinma hedeflerine kanalize edilebilmistir. Bu baglamda,   Park  Chung Hee   yönetimi   altindaki   G. Kore’de,   ulusal   hedefleri gözetmeden bildiklerini okuyan is adamlarinin gözaltina alinip, bu konuda “terbiye” oluncaya kadar orada tutulduklarindan söz etmeden geçmeyelim.
GDA ülkelerinden Malezya, özellikle Mahattir Muhammed yönetimi siralarinda kendine G. Kore’yi örnek alarak sanayilesme anlaminda çok çaba harcadi ama örnek aldigi ülkenin temel basari nedenlerinden ikisi olan ihracat disiplini ve korumacilik kavramlarinin önemini bir türlü benimseyemediginden istedigi noktalara gelemedi. Mahattir, özel sektör girisimcilerini rekabete zorlayarak onlari ulusal hedeflere yönlendirme konusunda da basarisizdi. Üretim ve ihracat zorlamalarinin olmadigi ortamda girisimciler sermayelerini gayri menkul, lüks otel, madencilik ve plantasyon gibi pasif yatirimlara kaydirdilar. Cari açik sorunlari dogunca yabanci yatirimciyi çekmek için çok cazip tesvikler getirildi. Gelen yabancilar ise, düsük katma degerli montaj ve gida isleme gibi islere yönelerek ülkeye yeni teknolojileri ögretme anlaminda fazla bir katkida bulunmadilar.
G. Kore’nin “Demir-Çelik bir ulusun gücüdür” felsefesiyle yola çikip POSCO’yu dünya çapinda bir üretici haline getirmesine özenilerek kurulan Malezya demir çelik isletmeleri (Perjava),  ihracat disiplininden uzak kalarak, vurguncu is adamlarinin cebini doldurmaktan baska bir ise yaramadi. Ugranilan büyük zararlari karsilama yükü de halkin sirtina bindi. Benzer sekilde, Hyundai örnegine özenilip, katma degeri yüksek yeni teknolojileri getirmesi amaciyla Proton otomotiv sirketi kuruldu. Üretilen araçlarin uluslararasi piyasalarda yer edinebilmesi için büyük paralar da harcandi ama ileri teknolojiden pek nasibini almamis bu araçlar basari kazanamadi (Otomobillerde hava yastigi bulunmasinin yasal bir zorunluluk haline gelmekte oldugu bir dönemde ABD’ye yastiksiz araç pazarlanmaya çalisiliyordu ?!). Neticede araçlar iç piyasada degerlendirildi ve girisim, ekonomik anlamda, ithal ikamesi islevini görmekten öteye gidemedi.
Birlikte sanayilesme yoluna çiktiklari yillarda G. Kore ile Malezya’nin kisi basi milli gelirleri birbirlerine esitti. 2003 yilinda Mahattir iktidardan indiginde ise Malezya’nin kisi basi milli geliri
4.160 $, G. Kore’ninki 12.680 $ idi. Sömürge yönetimini altinda yasamis olmanin sikintilarini çokça yasamis olan Malezya’nin durumunu, 20 yil boyunca iyi okullara gitmis ama gerekli dikkati göstermeyerek dersini ögrenememis ögrencilere benzetmek yanlis olmaz. Malezya, G. Kore’nin prensiplerini uygulamayi becerememisti.
Diger Kuzey ve Güney Asya ülkelerinin basarili veya basarisiz olma öyküleri, Malezya ve G. Kore örneklerinin - küçük varyasyonlar disinda – tipa tip aynisidir. Kalkinmis erginlerin az, kalkinmamis çocuklarin çok ama çok oldugu bir dünyada en büyük ergin olan ABD’nin, Güney Asya kalkinmasinda oynadigi role de bir paragraf ayirmadan bu bölümü kapatmayalim.
ABD, soguk savas sartlari altinda KDA grubundaki ülkelere ideal ve sorumlu bir agabey gibi davrandi. Japonya, Kore ve Tayvan’daki toprak reformlarini desteklemekle kalmadi, uzun süre boyunca bu ülkelerin bebek sanayilerini korumaya yönelik politikalarina tahammül etti. O çocuklar büyüdü ve ABD, çok hakli olarak 1980’lerde onlara asalakliga son vermelerini söyledi. Buna karsin GDA ülkelerinin toprak reformu çabalarina hem hiçbir katki koymadi hem de,  yillik kisi milli gelirleri çok düsük olan bu ülkeler için hiç de uygun olmayan, gelismis ülke tipi liberal sanayi ve finans politikalarini dayatti. Soguk savasin bitmesiyle dayatmanin siddeti de artti. Soguk savas döneminde ABD’nin has müttefikleri olarak, onlarin Kore ve Vietnam savasi için evlatlarini ölüme gönderen ülkeler bugün ekonomik kalkinma yolunda oradan oraya sürüklenip duruyor. Her ne hikmetse, ABD’ye karsi savasmis ve onlarin kalkinma tavsiyelerine güven duymayarak kulak arkasi etmis Çin ve Vietnam, ekonomik kalkinma anlaminda soguk savasin has dostlarina kiyasla çok daha ilerdeler. Bu gerçeklik, Amerika’nin dostu olmanin ne anlama geldigi sorusunu akla getiriyor.
3.BÖLÜM
FINANS: Dizginleri Gergin Tutmanin Faziletleri…
Ülkelerin kalkinmasi ve ekonomilerini katma degeri yüksek faaliyetlere yöneltmesi konusunda tarim ve sanayi politikalari önemli diyorsak… Aile tipi tarim isletmelerinin tarimsal verimi artirdigini, bebek sanayii korumanin kalkinmayi hizlandirdigini düsünüyorsak… Finansman politikalarinin da, ülkelerin kisitli kaynaklarini kalkinma hedefine yöneltmesi açisindan en az diger ikisi kadar önemli oldugunu kabul etmeliyiz. KDA ülkelerinin benzeri görülmemis bir  hizda kalkinmalarini saglayan nedenlerin basinda, yukarida sayilan politikalarin birbirine uyumu gelir. Ülke sartlarina göre uyarlanip iyi bir düzenlemeye tabi tutulmamis modern finansman teknikleri ise, kalkinmakta olan ülkelerde, özellikle dis kaynakli ve spekülatif amaçli sermaye hareketleri yoluyla ekonomiye büyük riskler getirir.
KDA ülkelerinin finansman politikalari, büyük “kapitalist” tarimsal isletmelerin yaptiklari yatirimlarin hizla kâra dönüsmesine olanak saglamayi amaçlamaz. Bunun yerine, küçük ama verimli çalisan tarimsal isletmelerin bir bütün olarak toplamdaki üretimlerinin artirilmasi hedefini öne çikarir. Sanayiye dönük finansman politikalari ise teknolojik ögrenmeye süre tanir. Ihracat potansiyeli tasiyacak olgunluga ulasilincaya kadar düsük kârliliga riza gösteren, bu süreçler sonrasi için yüksek kârliligi hedef alan bir anlayisla düzenlenmistir.
Bu anlayisin aksine, GDA ve Lâtin Amerika ülkelerindeki finans kurumlari, kisa vadede kendilerine en yüksek kârliligi saglayacak bireysel tüketici kredilerine yönelerek amaçlarina ulasmis ama ülkeleri sanayi ve teknoloji açisindan geri kalmistir. Asya’nin en kârli bankalari, bölgenin en geri ülkeleri olan Filipinler, Endonezya ve Tayland’da bulunur. Bu bakimdan kalkinmanin erken evrelerinde finansal dizginleri gevseterek liberallesmeye gitmek yerine muhtelif düzenlemelerle dizginleri gergin tutarak fonlarin kisa vadeli amaçlara degil, daha uzun vadede elde edilecek kalkinma hedeflerine yönelmesini saglamakta fayda bulunur, örnegi ise Japonya, G. Kore ve Tayvan’dir. Bu ülkelerde finans sektörünün devlet önderliginde belirlenen kalkinma hedeflerine hizmet edecek sekilde düzenlenmesi, 19.yüzyil Avrupa ve Amerika deneyimlerine benzer.
GDA’da mali kaynaklarin büyük bir bölümü basarisiz toprak reformu ugraslarina, rekabet ve ihracat  disiplinini  öncelemeyen  imalat sektörüne,  ithal  mali tüketimine ve lüks  gayri  menkul yatirimlarina akitildi. Daha kötüsü, 1980’lerde çalmaya baslayan alarm zilleri üzerine, IMF, Dünya Bankasi ve ABD hükümeti devreye girerek kalkinma çabasi içindeki bu ülkelere serbest piyasa reçetelerini dayatmaya basladi. Anilan kurumlarin öngörülerine göre, dizginlerinden kurtulmus sermaye kendiliginden ekonomik kalkinmayi gerçeklestirecek yatirimlara yönelecekti. Olmadi. Ulusal kalkinma hedeflerini destekleyen (ihracat disiplini gibi) strateji ve zorlamalarin zayif oldugu ortamda para lüks gayri menkul basta olmak üzere spekülatif, kisa vadede kâr getirecek alanlara kaydi. Siyasi liderler, ne tarihten, ne piyasalarini zamanindan önce ve hizla serbestlestirip baslarini belâya sokan ülkelerden (Lâtin Amerika, Rusya) ders alabilmisler, bir kez daha ekonomistlerin sundugu sihirli reçetelerin tuzagina düsslerdi.
Japonya, 1959 yilinda baslayan IMF ve Dünya Bankasi baskilarina 1980 yilina kadar dayanabilmis, ancak bu tarihte büyük kisitlamalar içeren Yabanci Sermaye yasalarini degistirmisti. Baskilardan kurtulan bankalar, sonraki 5 yil içinde bilinen kârli alanlara yöneldi, kentsel alanlardaki gayri menkul fiyatlari dörde katlandi, borsa firladi, balon sistikçe sisti. Bu sürdürülemez durum 1989-90 kisindan itibaren tersine dönmeye basladi. Hizla firlayip, her Japon’un kendini kâgit üzerinde zengin ve ayricalikli zannetmesini saglayan varlik degerleri, çiktiklari hizla düsmeye basladi. Balon patlamisti. Arada 20 yil geçmis olmasina ragmen bu sokun izleri ülkede hâlâ görülür.
G. Kore’nin hizli kalkinma dönemindeki kati ve devletçi mali sektör anlayisi bir Park Chung Hee uygulamasidir. Bankalar, Amerikan Merkez Bankasinin ve Hee’nin bir ara kodese attigi is adamlarin baskisiyla 1957 yilinda özellestirilmisti. Hee bankalari yeniden devletlestirdi ve resmen Maliye Bakanligina bagli kuruluslar haline getirdi. Ihracatçilar ve kalkinma hedefleri çerçevesinde öncelikli olan petrokimya ile agir sanayi yatirimlari sinirsiz biçimde ucuz krediye boguldu. “Getir akreditifi, götür ucuz krediyi” mantigi etkinlikle isletildi ama bu kredilerin dogru amaçlar için kullanilip kullanilmadigi da adeta gün be gün denetlendi. Merkez Bankasi, bankalara, akreditiflerle bagli olmasi kaydiyla % 100 oraninda reeskont kredisi imkâni  sunuyordu. Bunun anlami, likidite artisina bagli enflasyon yükselmesi olmasina ragmen Hee  bunu diger ülkelerin önemsedigi kadar önemsemiyordu. Ülkenin ihracati 1960’lar boyunca her  yil % 40, 1970’ler boyunca ise her yil % 25 artti. 1960 yilinda GSMH’nin % 3,4’nü olusturan ihracat gelirleri, 1980 yilinda % 35’e ulasti. Enflasyon % 15-20 mertebelerindeydi. Banka sisteminde reel negatif faiz olusmustu ama buna ragmen mevduatlarda fazla düsüs yasanmadi çünkü ülkedeki tüketim olanaklari kisitliydi. Riski göze alabilenler, daha yüksek faiz veren “kaldirim bankalarina” yöneldi. Bunlar da topladiklari fonlarla ihracat disi alanlarda faaliyet gösteren sirketleri besliyordu. Ihracat disi alanlarda yer alan firmalarin yasal bankacilik sisteminden kredi kullanmalari mümkün degildi çünkü yasal bankalarin bütün fonlari ihracat için tahsis edilmekteydi. Yasal olmadigi halde faaliyetlerine göz yumulan kaldirim  bankaciligi  sistemi fazla büyük olmadigindan genel dengeleri bozmuyordu.
Ülkeden döviz çikisi çok siki kontrol altindaydi. Öyle ki 1980’lerde dahi, tatil amaçli yurt disi gezileri yasakti. G. Kore, kalkinmasi için gerekli fonlarin yurt içi kaynaklardan temin edemedigi bölümünü  dis  borçlanmayla  karsiliyordu.  1985  yilina  gelindiginde  G. Kore,       Brezilya’nin ardindan dünyanin dis borcu en yüksek kalkinmakta olan ülkesiydi. Buna ragmen, ihracata verdigi önem nedeniyle yeterli döviz rezervi vardi ve dis borcunu çevirmekte güçlük çekmiyordu.
Kore 1993 yilinda IMF tarafindan nihayet ikna edildi ve finans sektöründe dizginler gevsetildi. 1997 yilinda GDA ülkelerinden yayilan mali kriz döneminde bazi sikintilar yasandi ama 1999 yilinda güçlü büyümeye yeniden dönüldü.
Kriz döneminde yasanan sikintinin nedeni, panikleyen dis kreditörlerin kredileri yenilemeyip geri çagirmasi idi. Kolay atlatilmasinin nedeni de söz konusu kredilerin sadece küçük bir bölümünün üretken olmayan (gayri menkul gibi) alanlarda kullaniliyor olmasiydi. Bazi sarsintilar geçirmis olmasina karsin G. Kore mali sistemi liberallesme sonrasinda herhangi bir krize girmedi. Ülkenin, Anglo-Saxon finansal sisteme geçisinin zamanlamasi ne denli dogruydu, bunu ilerleyen yillarda görecegiz.
Tayvan, büyük sirketlerini ihracata dönük üretime yönlendirme konusunda basarili olamadi. Küçük sirketlerini de G. Kore ve Japonya’nin yapabildigi gibi ihracatla büyütmek için yeterince desteklemedi. Bunun yerine, çok uluslu sirketlerin montaj üssü haline geldi. Bu haliyle fazla bir katma deger yaratmiyordu ama parasinin degerini sürekli olarak düsük tuttugu için muazzam dis ticaret fazlasi elde ediyordu. Nihayet Tayvan’da 1980 sonlarinda uluslararasi baskilara daha fazla dayanamayarak düsük kur politikasindan vaz geçmek zorunda kaldi. Finans sektörünü serbestlestirmek yolunda adimlar atilmaya baslandi. Ne var ki, teknolojik olarak yabanci sermayeye bagimlilik halen sürüyordu ve kalkinmislik hedefinin henüz çok uzaginda bulunuluyordu.
Finansal sistem facialari konusunda GDA ülkeleri birer laboratuvar gibidir. Buralarda, bankalarin üretime ve ihracat disiplinine önem vermeyen girisimcileri hevesle fonladiklarina siklikla sahit oluyoruz. Bu tutum iki önemli olumsuzluga neden oluyor. Ilki, imalat sektöründe teknolojik kapasitenin yükselememesi. Ikincisi, ihracat yeterince desteklenmedigi için bu yolla ögrenilen bilgi akisindan yoksun kalinmasi. Hâlbuki bu bilgilerle basarilarini perçinleyen sirketler, Japonya ve G. Kore’de bankalarin kredi kalitesini yükseltirken, Güney Asya’nin basarisiz sirketleri bankacilik sisteminde “kötü kredi/dönmeyen kredi” sorunlarina yol açiyordu. Bazi örnekler:
1980 yilinda ABD, içerdeki enflasyonu dizginlemek için faizleri çok ciddi oranda yükseltince, dis borçlarinin büyük bölümü $ cinsinden olan Filipinler, borçlarini çeviremedi. Döviz kazancini saglayacak ne bir sanayi alt yapilari, ne de verimli bir tarim sektörüne sahiptiler. Merkez Bankasi kaynaklariyla kendi grup sirketlerini ve yandaslarini fonlayan özel bankalarin birçogu batti. Yagma düzeninden kendine ve aile mensuplarina en çok menfaat saglayan kisi, komünizmin yayilmasini engelledigi gerekçesiyle ABD tarafindan desteklenen F. Marcos idi (Manhattan’da mülk satin almak için Merkez Bankasi garantili kredi bile kullanmisti). Marcos, Filipin ekonomisinin dörtte bir oraninda küçülmesine yol açan krizin ortasinda, 1996 yilinda, halkin baskisina dayanamayarak ülkesinden kaçip ABD’ne sigindi.
Malezya, GDA ülkeleri arasinda finans sistemi açisindan en ihtiyatli olanlarindan biriydi. Finans uzmani bir ülke olan ve bu özelligi ile sermayeyi cezbeden Singapur ile çok yakin iliskiler içindeydi, 1967 yilina kadar kendi parasini bile ihdas etmemisti. 1967’de kendi parasini basti ama 1973 yilina kadar kurunu Singapur Dolarina sabitlemisti. Etkili kalkinma politikalari uygulanabilmesi için finansal sistemin isleyisi ve denetimi hükümetin elindeydi. Buna ragmen ihracat odakli bir sanayilesme stratejisi olmadigindan fonlar üretime degil gayri menkul yatirimlarina akti. Mahattir hükümeti, 1989 yilinda borsayi serbestlestirince Kuala Lumpur Borsasi adeta patladi. 1993 yilinda yasanan “boga” döneminde, borsa sirketlerinin toplam piyasa degeri, ülke GSMH’sinin dört katindan fazlasina, yani dünyada görülen en yüksek orana ulasmisti. Ülkenin Maliye Bakaninin ifadesiyle adeta kimse çalismiyor, herkes borsaya takiliyordu. Çöküs 1997’de geldi. Küçük yatirimci soyulmus, içerden elde edilen bilgilerle manipüle edilen özellestirmeler sirasinda büyük vurgunlar vurulmustu. Ortaya finans spekülatörlerinden olusan yeni bir milyarderler sinifi çikti. 1990’larda Malezya ticari banka kredilerinin sadece dörtte biri imalat ve tarim gibi üretken sektörlere gidiyor kalani ulusal kalkinma hedefleriyle ilgisi olmayan spekülatif alanlarda kullaniliyordu. Mahattir Asya’nin “kötü çocugu” olarak adlandirilmasi pahasina 1998 yilinda liberallesmeyi bir kenara koyarak sermaye hareketlerini geçici olarak da olsa devletin kontrolü altina almak zorunda kaldi. Burada da liberallesmeye, yeteri kadar hazir olunmadan, zamanindan önce geçilmisti.
Tayland tasarruflar açisindan kötü durumda olan bir ülke degildi, yatirimlari besleyecek bir potansiyeli vardi. Sahip olmadigi ise fonlarin dogru hedeflere akmasini saglayacak politikalardi. 1988 – 1996 yillari arasinda finans sektörünün gayri menkul sektörüne verdigi kredilerin toplam aktiflere orani % 9’dan % 24’e firlamisti. Borsa endeksi de 1990’da 600 iken, 1996’da 1400’e ulasti. Balon sönmeye baslayinca, ulusal para birimi olan Baht 2 Temmuz 1997’de dalgalanmaya birakildi (Bu tarih Asya krizinin baslangiç tarihi olarak bilinir). 91 adet banka disi finans kurumundan 56’si kapatildi. Kredi kullanicilarinin iyileri de, kötülerin yaninda isletme sermayesine ulasamamaya basladi. Ekonomi görülmemis bir hizla küçüldü. IMF yardima çagrildi ve bilinen kemer sikma politikalari devreye girdi. Ulusal sirketlerin zorunlu olarak yabanci sermayeye satilmalarina ve kemer sikma politikalarina karsi, özellikle kirsal kesimden ciddi protestolar yükselmeye basladi. IMF olani biteni kavramaktan o kadar uzakti ki, “yildiz ögrencisi” için krizden bir yil sonra yaptigi büyüme tahminini % 3,5’dan, % - 7’ye çekmek zorunda kaldi. Ülke kalkinma yolunda kendine dogru yolu bulma arayisi içinde bir siyasi krizden digerine sürüklenip durdu. Geçmis 50 yil içinde, uluslararasi anlamda rekabet edebilecek sanayi politikalarini gelistirememenin, finans konusundaki yalpali gidisin günümüzde gözle görülebilen en somut mirasi, uçsuz bucaksiz alanlari kapsayan çirkin beton tarlalaridir.
Endonezya, bagimsizligina kavustuktan sonra iki dev finans krizi yasadi. 1965 yilindaki ilki, birinci baskan Sukarno’nun yönetiminde sosyalist ideolojiler çerçevesinde girisilen modernizasyon atiliminin bir sonucuydu. Ikincisi ise 1997 yilinda Suharto döneminde yasandi. O dönemde IMF ve Dünya Bankasi reçeteleri dogrultusunda serbest piyasa finans reformlari uygulaniyordu.  Bu  krizler,  ekonomik kalkinma  yolunda  karsit yaklasimlarin  ürünleri gibi görünseler de, aslinda her ikisi de ayni nedenle çikmisti: Devletin imalat ve ihracat sektörlerini kalkindirmaya yönlendirmemesi ve finans sistemini denetim altinda tutamamasi.
Endonezya’nin bagimsizlik sürecinde Hollandali sömürgecilere ait varliklar millilestirilmis, çok degerli varliklar yönetime yakin is adamlarina, yönetici kadrolarin aile efradina peskes çekilmisti. Ülkenin özel bankalarinin birçogu bu süreçte kazanilan servetlerle kurulmus ya da devralinmisti. Ciddi kalkinma stratejilerinin olmadigi, finans sektörünün neredeyse denetimsiz oldugu bu  karisik ortamda gene bilinenler yasandi. Dev devalüasyonlar, ekonominin daralmasi, milyonlarca isçinin issiz kalmasi, iflaslar, geri ödenemeyen krediler, batan bankalar, bunlarin yükünün devlete binmesi, sahipliginin ise yabancilara devredilmesi ve ardindan ABD’nin, IMF tarafindan yönetilmesi sartiyla verdigi 23 Milyar $’lik yardim paketi… Bu yardimla ekonomik istikrar kismen saglanabildi ama su an görünen o ki, yeni kurulan sistem, Endonezya’nin kalkinma anlamindaki ihtiyaçlarini karsilamaktan çok uzak.
Bu deneyimlere bakildiginda, liberallesme politikalarinin, bir toplumu yoksulluktan refaha tasiyacak dogal bir finansal ortami yaratamadigini görüyoruz. Sistem, tüketici çikarlarinin öne çiktigi, kisa vadede yüksek menfaatlerin elde edilebildigi bir ortam doguruyor. Yoksul bir  ülkenin bu politikalarda israr etmesinin bir anlami yok. Bankalar ve borsa gibi finansal kuruluslarin piyasa ekonomisinin etkin birer unsuru olarak islev görebilmeleri için uzun bir süre ciddi bürokratik ve kurumsal deneyimlerden geçerek olgunlasmalari gerekiyor. Fonlari tarimsal ve sinai kalkinmaya dönük projelere yönlendirmenin en kolay ve etkili yolu devletin bankacilik sistemini kullanmasidir. Politika belirleyicilerinin hisse ve tahvil piyasalarini denetim altinda tutabilmeleri daha zordur. Gelismekte olan ülkelerin girisimcileri, devlet denetiminden kurtulabilmek için piyasalarin genislemesi yolunda baski ve lobi yaparlar. Temel kalkinma hedeflerine ulasilincaya kadar hükümetlerin bu baskilari gögüslemeleri gerekir. Bu baglamda, gelismekte olan ülkelerin, ciddi ekonomik ilerlemeler saglanincaya kadar merkez bankalarini bagimsizlastirmalari uygun degildir. Denetime dayali finans politikalari zaman içerisinde verimliligini yitirir. Esas sorun, ülkelerin liberal uygulamalara geçisin optimum anini yakalayabilmelerinde yasanir. Ne çok erken, ne çok geç!
4.BÖLÜM
Çin Bu Tablonun Neresinde?
Komünistlerin 1949 yilinda kazandigi zaferle isbasina gelen devrimci Çin hükümeti, ekonomik modernizasyonu gerçeklestirmek için en az Japonya, G. Kore ve Tayvan kadar kararliydi ama iki yanilgi ilerlemenin önünü tikiyordu. Bunlardan biri, tarimin ancak ölçek boyutlara gelmesiyle etkin olabilecegi düsüncesiydi ki bu inanis ülkeyi 1950’lerde çiftçiligi toplulastirma (collectivisation) uygulamalarina sürükledi. Oysa tarimin dinamikleri imalat sektörüne benzemez; büyüdükçe birim maliyetlerin düsmesi her zaman için geçerli bir kural degildir. Tarimda ürün hiç degismez, pirinçse pirinç, misirsa misir kalir. Verim ancak daha fazla gübre ve daha fazla el emegi ile artirilabilir ki yoksul ülkelerde el emeginden bol bir sey yoktur. Mekanize tarima zamanindan önce geçis, inanilanin aksine verimi düsürür, kirsal kesimde issizlik yaratir. 2. Dünya Savasindan sonra dogu Asya’da, aralarinda K. Kore, Çin ve Vietnam’in bulundugu komünist ülkelerde toplulastirma ve mekanizasyon, Sovyetler Birliginde oldugu gibi açliga yol açmisti.
Ikinci yanilgi ise, imalat sektörünün ticaret olmadan da, otarsik bir yapi içinde kendi kendine yeterlik anlayisiyla gelisebilecegi düsüncesiydi. Çin ve Hindistan’in da içinde bulundugu Asya ülkeleri, 2. harpten sonra otarsik yapi yüzünden teknolojilerini gelistiremediler. Ticaretle birlikte gelen ögrenme süreci yasanamadigindan ne zaman bir yenilik gerekse bunu kendilerinin bulup gelistirmesi gerekti. Deyim yerindeyse, her defasinda tekerlegi yeniden kesfetmek zorunda kaldilar, zaman kaybettiler.
Deng Siaoping döneminde Çin bu iki büyük yanilgidan döndü. Önce aile tipi isletmeler restore edildi, Deng’in 1979 yilinda ABD ve Japonya’ya yaptigi ziyaretler sonrasinda Çin önce dünya ticaretine ve zaman içerisinde yabanci sermayeye açildi. IMF ve Dünya Bankasi gibi kuruluslarla yakin iliski içinde bulunuldu ama kötü kalkinma tavsiyelerinin uçustugu bir dünyada liberallesme adimlari tedricen ve diger GDA ülkelerinin aksine, ülke sartlarinin el verdigi ölçüde ve uygun bir zamanlamayla atildi. Bu arada Dünya Bankasinin proje bazli teknik ve finansal desteklerinden fazlasiyla istifade edildi.
Tarim reformu, Çin kalkinmasinin en basarili uygulamalarindan biridir. Bu sayede milyonlarca insan yoksulluktan kurtulmakla kalmadi, bu sayede yaratilan refah, tarimsal sanayii ve kentsel imalat sektörünü tetikleyen güç oldu. Zamani geldiginde de (2005- Hu Jintao dönemi) “tarimin sanayii destekledigi” birinci modern ekonomik kalkinma sürecinin tamamlandigi ve artik “sanayinin ve kentlerin kirsal kesimi ve tarimi besleyecegi” yeni bir dönemin basladigi ilan  edildi. Tarimsal alt yapiya, karayollarina, demir yollarina, kirsal kesimde okul, hastane insasina büyük yatirimlar yapildi. Kirsal ve kentsel kesimler arasindaki gelir uçurumu hâlâ 1/3 oraninda kentsel kesim lehine olsa da en azindan kanama durdurulmus oldu.
Çin’in imalat sektöründe kaydettigi ilerlemelerin analizini yapmak daha karmasik bir istir ama temelinde küçük ve verimli olmayan devlet isletmelerinin sistemden ayiklanmasi, özellikle ana sanayi ve hizmet dallarinin devlet elinde birlestirilerek oligopol bir yapi içinde birbirleriyle rekabet halinde çalistirilmasi yatar. Oysa kalkinmakta olan ülkelerin daha az basarili olanlari, bu tip isletmeleri (petrokimya, demir-çelik, haberlesme, bankacilik enerji ve enerji dagitimi vs.) kodamanlara kaptirir, onlarin ulusal kalkinma hedeflerine uyumlu çalisip çalismadiklarini yeterince denetlemeden daha da zenginlesmelerine göz yumar. Çin, kalkinmakta olan ülkeler arasinda devlete ait ticari isletmeleri en verimli ve kârli biçimde çalistirmayi becerebilmis olanlarinin açik ara basinda gelir. Kamu rantinin bas istifade edenidir. Buna karsin Çin özel  sektör sirketleri, devlet sektörü sirketlerinin yararlandigi siyasi destekten yoksundur. Bu ayirimciligin ileride Çin’in ekonomik hedeflerini nasil etkileyecegini henüz bilmiyoruz. Bu bilmeyeni aydinlatmak için Çin’de özel ve kamu sektörlerinin ne büyüklükte olduklari ile “özel” ve “kamu” kavramlarinin tam olarak ne anlama geldigi sorularinin cevaplanmasi gerekiyor.
 
Birinci soruya kabaca “yari yariya” diyebilsek de ikincisini cevaplamak zor. Çünkü görünüste kamu sirketi diye tanimlananlarin, hisse senedi sahipligi yoluyla çok sayida küçük ortaklari oldugu biliniyor. Devletin elinde bulundurdugu temel sanayi ve hizmet sektörünün yarattigi muazzam kaynaklarla bagimsiz imalatçilari destekleyip desteklemeyecegi ve bu yolla  ekonominin çogulculuga evirilip evirilmeyecegi bir sinav sorusu olarak Çin hükümetinin önünde durmakta. Simdilik devlet bürokrasisinin kamu sektörünü, rekabetçi bir anlayis ve ihracat  disiplini prensipleri dogrultusunda muhtelif desteklerle (teknoloji transferi, Ar-Ge, finans, vergi vs.) ulusal kalkinma hedeflerine yönlendirme konusunda basarili oldugunu söyleyebiliriz.
Çin muazzam nüfusunu, teknoloji gelistirme yolunda kullanmakta da basarili. Bunu, ileri  teknoloji uzmani yabanci firmalara piyasasini açarken, teknoloji transferini ve yerli muhteva kosulunu dayatarak yapiyor. Ögrendiklerini gelistiriyor ve kendisi de katma degeri yüksek, ileri teknolojiye dayali ürünlerin ihracatçisi haline geliyor (Biz nükleer santral, yüksek hizli tren örneklerini verelim, gerisini size birakalim) Genel olarak kamu sirketlerinin, tüketici mallari piyasasindaki zayifliklari bilinen bir gerçek. Çin’de de bu böyle. Bu piyasalarin gerektirdigi duyarlilik ve esneklige Çin kamu sektörü de yeterince ayak uyduramiyor. Kendilerine özgü, uluslararasi alanda basarisini tescil ettirebilmis bir otomobil markasi yaratamamalari buna örnektir. Telekomünikasyondan da bir örnek vermek gerekirse, Huawei’den bahsedebiliriz. Sirket, mobil altyapi konusunda ciddi uluslararasi basarilar elde etmis olsa da isin tüketici boyutundaki cep telefonlari konusunda henüz kendisini saygin bir marka kabul ettirebilmis degil (oysa Vodafone gibi uluslararasi sirketler için her yil milyonlarca cihaz üretip satiyor). Bu alanlarda basarili olmak için yanip tutusan çok sayida özel sirket var ama yukarida da deginildigi gibi yeterli devlet destegi alamadiklarindan çok uluslu rakipleriyle basa çikamiyorlar. Hâsili, Çin özel sektörü potansiyelini kullanamiyor.
KDA devletlerinin etkili tarimsal ve sanayi politikalari uygulamasinin önemli bir unsuru olan  mali yapilanma sekli Çin’in de benimsedigi bir sekil. Bu yapilanmanin iki temel direginden biri, bankalarin denetim altinda tutulmasi ve hedefleri ulusal hedeflerle örtüsmeyen özel girisimcilerin eline geçmesinin önlenmesidir. Digeri ise, yerel ve yabanci sermaye hareketlerinin üzerindeki devlet kontrolüdür. Kredilerin plase edilecegi alanlari millilestirilmis bankalar ve kalkinma ajanslari saptar. Su ana kadar Çin’in finans sektörünü yönetim biçimi ise yaradi ama deneyimler gösteriyor ki, yüksek getiri pesindeki mevduat sahipleri ile kurumsal özel girisimciler, finansal denetimlerini delme konusundaki savaslarini genellikle kazanirlar. Bu realite Çin için dahi varittir. Esas mesele, Çin’in finansal kontrolü elinden kaçirincaya kadar yeterli bilgi birikimini saglamayi basarmis olup olamayacagidir.
Çin’in kalkinmasinin bir istisna olmasinin nedeni, uyguladigi politikalarin orijinalliginden kaynaklanmiyor. Bunlar zaten, KDA ülkelerinde denemis, testten basariyla geçmis politikalardi. Dünyayi sarsan olgu, kalkinmanin, gerek arazi, gerek nüfus açisindan bu cesamette bir ülkede gerçeklesmesi ve bunun etkilerinin gezegenin her yanindan hissedilmesidir.
 
Evet, Çin’in kisi basi milli geliri hâlâ 5 bin dolarlar mertebesindedir ama ülke neredeyse her alanda dünyanin en büyük pazaridir ve zengin ülkeler sinifina katilabilmesi için daha epey büyümesi gerekmektedir. Peki, bu durum yükselisin sinirsiz oldugu anlamina mi geliyor? Hiç de degil. Son siyasi gelismeler pek cesaret verici degil. Çin Komünist Partisi, giderek performansa ve liyakate önem veren yapidan uzaklasarak babadan ogula geçen bir prenslige, akrabaliga dayanan bir yapiya dönüsüyor. Bunu 2012’de ilan edilen yeni politbüroya verilen sekilden anliyoruz. Böyle bir yapinin kendi çikarlarini öncelemesi ve geçmiste yapilan reformcu yaklasimlari sergileyememesi beklenmektedir. Zor siyasi kararlarin alinmasi problem haline gelecektir.
Çin, demografik açidan da bazi zorluklarla karsi karsiya. Çalisan nüfus giderek  yaslaniyor, toplam nüfus içinde emeklilerin orani hizla artiyor. 2030 yilina gelindiginde 300 milyona yaklasacak emekli sayisi, yeni tasarruf yaratmanin önünü kesip sosyal harcamalar yoluyla mevcut tasarruflari eritmeye baslayacak. Ülkedeki kurumsal ilerlemelerin yavasligi, sosyal sürtüsmeleri körükleyecek, bunun da ekonomik bedelleri olacak. Siyasi çogulculuk, kuvvetler ayriligi, bagimsiz hukuk ve benzeri kavramlar çok geri plânda kalmis durumda. Günümüzde Çin’in izledigi yol onu orta gelir seviyesinde bir ülke olmaya dogru götürüyor. Önde gelen uluslar için ekonomik anlamda bunun korkulacak bir yani yok ama siyasi anlamda var. 19. yüzyilda Almanya’da ve iki harp arasindaki dönemde Japonya’da oldugunun aksine, askerin sivillerin emrinde oldugu, kozmopolit bir Çin, yükselen bir güç olarak dünya açisindan daha az tedirgin edicidir.
SON SÖZLER:
Yalan Söylemeyi Ögrenmek…
Neo-klasik ekonomistler, piyasalara yapilacak siyasi müdahalelerden hoslanmaz. Onlara göre piyasalar zaten kendi dogalarinda var olan etkinlikte çalisir. Fakat tarih bize piyasalarin kendiliklerinden olusmadigini, “yaratildigini” söylüyor. Faal toplumlarda piyasa, siyasi güç tarafindan sekillendirilir, olmazsa bir daha sekillendirilir, tutmazsa bir daha… Japonya, G.Kore, Tayvan ve Çin’de toprak agalarinin arazilerine el konulmasaydi, tarimsal arti deger yaratilamaz, arti degerin yarattigi ivme ile sanayilesmeye geçis saglanamazdi. Keza, ihracat odakli sanayilesme desteklenmeseydi, milyonlarca eski tarim isçisi modern ekonomiye kazandirilamazdi. Finansal denetim uygulamalari olmasaydi, ekonomik ögrenme sürecini hizlandiracak fonlarin saglanmasi mümkün olmazdi. Bütün bunlarin yardimiyla piyasalar olustu ve rekabet ortami dogdu. Kalkinma hedefine ulasma çabalari, bu ortamda karsilik buldu, nafile çirpinislar olmanin ötesine geçti.
Dogu Asya deneyimleri, ekonomistlere kalkinma ekonomisinin en az iki asamali oldugu mesajini veriyor. Ilki, egitim süreciyle ilgilidir. Bu süreç içinde bireyler, dünyadaki akranlari ile rekabet edebilmeleri için gereken becerileri ögrenirler, olgunlasabilmeleri için beslenmeleri, korunmalari ve yarisabileceklerini kanitlamalari gerekir.
Ikinci asamada verimlilik ekonomisine sira gelir. Bu dönem, daha az devlet müdahalesini, daha fazla serbestlesmeyi, özgür piyasalari öne çikarir. Basarilarin daha kisa süre içinde karsilik bulmasi (kâr) hedefine odaklanilmasini gerektirir. Erken gelen bol kâr, yeni yatirimlara akar, büyüme saglanir.
Temel soru, bu iki asamanin hangi noktada birlestigidir. Ekonomistlerin esas ugrasmalari gereken mevzu da bu olmalidir. Ne yazik ki, “verimlilik” ekonomisi savunucusu neo-klasik ekonomistlerin (genellikle zengin uluslarin mensubudurlar) entelektüel baskilari yüzünden, ekonomik kalkinma konusunda dürüst bir tartisma yapilamiyor. Bu nedenle de yoksul uluslar basariya ancak yalan söyleyerek ulasabiliyorlar. Bu ülkelerin liderleri kamuya karsi, zenginler tarafindan çigirtkanligi yapilan “serbest piyasa” ekonomisi kurallarina biat edeceklerini söylüyor, sonra da dönüp kafalarina göre takiliyorlar. Bir baska deyisle, kalkinip zenginlesmek için gerekli gördükleri müdahaleci politikalari sürdürüyorlar. Yalancilik yapilmasini tavsiye etmek benim  için gerçekten zor ama bazi durumlarda bunun yapilmasi gerekiyor. Mao, Sukarno ve Mahattir’in yaptigi gibi Bati entelektüel hegemonyasi ve onun lideri ABD’nin karsisina dikilip parmagi tehditkâr biçimde onlarin gözüne gözüne sallamak tam bir delilik. Belki daha akillicasi, Park Chung Hee, ya da modern Çin’i örnek alarak, serbest piyasa lehine söylemlerde bulunmak sonra da sessiz sedasiz devletçilik yolunda isine bakmak.
Japonya, G. Kore, Tayvan ve Çin’in gerçeklestirdigi ekonomik dönüsümlere bir kez daha sahit olabilir miyiz? Büyük ihtimalle hayir! Çünkü yoksul uluslar çiftçilere tarim ve pazarlama destekleri saglayarak radikal toprak reformlari yapmadan, yillik % 7-10 gibi büyüme oranlarini yakalayamazlar. Bu yöntemler de siyasi gündemden düss gibi gözüküyor. Çünkü Dünya Bankasi, 1980’lerden beri mikro finans yöntemlerini savunarak, kirsal kesim yoksullarini sokak tezgâhlari kurmaya ve bunlar üzerinden birbirlerine, satin almaya güçleri olmayan mallari alip satmaya tesvik ediyor.
GDA ülkeleri bize, ekonomik dönüsüm istenmiyorsa, nelerin yapilmasi gerektiginin ögretisini sunuyor:
Milyonlarca issiz köylü ortalik yerde dururken, toprak agaligi düzenini sürdür ve ölçek tarim sistemine geç,
Imalat isini çok uluslu sirketler nasil olsa senin yerine yapiyor. Bu islere kafayi takma, gayri menkul gibi kaymagi bol bir alan varken, ihracat odakli imalat sektörünü gelistirecek destekler için parani harcama,
Girisimcilerini basibos birak, onlar içgüdüsel olarak dogruyu bulurlar. Çagdas bir ülke görünümüne bir an önce kavusabilmek için, gökdelenleri dik, bankalarini, borsani hizla liberallestir, uluslararasi sermaye hareketleri üzerindeki denetimini kaldir.
GDA ülkelerinin politikacilari, bölgenin görece basarisizliginin zeminini iste böyle hazirladilar.
Zengin ülkelerden, yoksul ülkeleri kötü politikacilardan korumasi beklenemez. Ancak, kurduklari IMF, Dünya Bankasi gibi ekonomik kurumlarin bu ülkelere tarihi gerçeklerden kopuk, yanlis tavsiyeleri dayatmasindan koruyabilirlerdi. Ne yazik ki, bu yanlis tavsiyeler yüzünden birçok  ülke yoksul kaldi ve kirsal yoksulluk simdi zengin ülkeleri tehdit eden terörü besledi.
Toprak reformu basta olmak üzere, bu kitapta savunulan politikalari uygulamanin kolay olmadigini biliyorum ama bu politikalara sirt çevirmek, yasadigimiz dünyanin durumundan hosnut oldugumuz anlamina gelir. Güney Asya’ya, Orta Dogu’ya ve Afrika’ya dönüp bir bakin, durumdan memnun oldugunuzdan emin misiniz?

Benzer Kitaplar